“İstanbul bir malike-i derya-yı letafettir ki yalnız hazin hazin sahillerine yüz sürerek pişgahından akıp giden deryanın safası mevkiin bütün cihan içinde akransızlığını isbata kafidir.”Böyle demiş Namık Kemal, Nedim’in şu dillere pelesenk mısralarla tavsif ve tarif ettiği İstanbul için. Peki, Nedim ne demişti, Der-Vasf-ı Sa'd-Âbâd u İstanbul şiirinde?“Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahâdırBir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır.Bir gevher-i yektâdır iki bahr arasındaHurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır.…..”Napolyon’un gözünde dünyanın başkentidir İstanbul. Lamartin’e göre ise, dünyaya bir kere bakmak zorunda kalsan orası İstanbul olmalıdır.Bediüzzaman Hazretleri esaretten döndükten sonra, ikamet ettiği Çamlıca için mevkice İstanbul’un en güzel yeri diyor, İdris-i Bitlisi Tepesinden seyre daldığı İstanbul’dan, İhtiyarlar Risalesine giren ifadelerinde, her yaştan insan için dünyanın en güzel şehrinden daha güzel ve parlak yer olan ahirete kapı aralıyor, dersler çıkarıyordu…Molla Cami, fetihle beraber, Sebe Suresi 15. ayette geçen “beldetün tayyibetün” cümlesinin fethin tarihine baktığını söylüyor, İstanbul’un fethini Allah Resulü asırlar önceden tebşir ediyor, komutan ve askerini övüyordu.M.S. 300’ler, Konstantin’in İstanbul’u (o günkü adıyla Bizans’ı) “Şehirlerin Kraliçesi” diye anılmış, İslam’la şereflendikten sonra (h. 857) “Belde-i Tayyibe” olmuştur. İslambol olmuştur. Aradan zaman geçti ve bugünlere geldik. İstanbul değerinden ve hakkında söylenen güzel sözlerden bir şey kaybetmedi. O hala iki kıtanın yakasını bir araya getiren, konumu ve yapısı itibariyle bir nadire-i mümtazedir. Ki onun için Necip Fazıl şöyle demişti:“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.”Aynı dönemin insanı Nazım Hikmet’in de radarına girmiş ve Sekiz Yüz Elli Yedi şiirinden belde-i tayyibe vasfıyla dillendirmişti İstanbul’u:“İslam'ın beklediği en şerefli gündür buRum Konstantiniyye'si oldu Türk İstanbul'u…O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın!Belde-i Tayyibe’yi fetheden padişahın,Hak yerine getirdi en büyük niyazınıKıldı Ayasofya’da ikindi namazını!İşte o günden beri Türkün malı İstanbul,Başkasının olursa, yıkılmalı İstanbul!”
Beykoz Hamidiye Kâğıt FabrikasıOsmanlı Devletindeki matbaaların kâğıt ihtiyacını karşılayabilmek amacıyla Serkurenâ Hattat Hafız Osman Bey, Yıldız Sarayı’na başvurur. Başvuru dilekçesi, 3 Ağustos 1886 tarihinde Sultan 2. Abdülhamid’e arz edilir. Meclis-i Vükelâ’da görüşülüp 50 yıllığına imtiyaz suretiyle kâğıt fabrikası açma izni Osman Bey’e verilir. Padişah tarafından izin, 6 Eylül 1886 tarihinde onaylanır. Osman Bey, teşekkül ettireceği fabrika için bir Osmanlı anonim şirketi kurar. Kâğıt fabrikası Beykoz’da inşa edilmiş ve Hamidiye adı verilmiştir. Resmî açılışı 30 Ocak 1893 günü gerçekleşmiştir. Kalitesiz kâğıt ithal ederek düşük fiyatlara satmaya çalışan tüccarlara karşı fabrika devlet tarafından desteklenmiştir. Bu doğrultuda kamu kurumlarının, ihtiyaçları olan kâğıtları bu fabrikadan alması kararlaştırılmıştır. Hamidiye Kâğıt Fabrikası, buhar gücüyle çalışıyordu. Kullanılan buhar gücü kömür yakılarak elde edilmekteydi. Makinelerin çalıştırılabilmesi için o günler için dikkate değer bir enerji olan 1200 beygir kuvveti üretiliyordu. Fabrikaya giren kâğıt hamuru, dönen kazanlarda 100 derecelik sıcaklıkta temizleniyordu. Ardından döner kafesli teknelerde kâğıt hamurunun kalitesi arttırılıyordu. Sonrasında kâğıdın beyazlatılması için kimyevî madde havuzlarına konuluyorlardı. Beyazlayan kâğıt hamuru rulo haline getiriliyordu. Son olarak da rulo halinde üretilen kâğıtlar kesiliyorlardı. Farklı ihtiyaçlara göre farklı kâğıt kesim makineleri vardı.15 Mart 1431Molla Fenarî vefat ettiAsıl adı Şemseddin Muhammed bin Hamza olan Molla Fenarî 1350 senesinde Maveraünnehir bölgesinde dünyaya gelmiştir. İlk tahsiline babasının yanında başladı. Daha sonra ilim için sırasıyla İznik, Amasya ve ardından Kahire’ye gitti. Kahire dönüşü, Bursa kadılığına atandı. Sultan 2. Murad döneminde Osmanlı başkenti olan Edirne’nin müftülüğüne atanmıştır. Bu görevlendirme sebebiyle Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhülislamı olarak kabul edilmektedir. 15 Mart 1431’de Bursa’da vefat etmiştir. Kendi yaptırdığı caminin bahçesine defnedildi. Kudüs’te bir medrese ile Bursa’da üç mescid ve bir medrese yaptırmıştır. Tasavvufla ilgilenen ilmiye mensupları arasında yer alıyordu. Vefat ettiğinde, geride 10 bin ciltlik bir kütüphane bırakmıştır. Otuzdan fazla eser kaleme almış olup, en meşhuru usûl-i fıkha dair Fusûlü’l-bedâyi’dir. 19 Mart 1877Meclis-i Mebusan açıldıKanun-ı Esasî, 23 Aralık 1876’da yürürlüğe girmiştir. Kanun-ı Esasî’de öngörülen Meclis-i Umûmî, halk tarafından seçilen mebuslardan oluşmaktaydı. Her 50 bin erkek nüfus için bir mebus seçilmesi hedeflenmişti. Bu orana tam uyulamadan 29 Ekim 1876 tarihli talimatla seçimler yapıldı. Sekseni Müslüman ve ellisi gayrimüslim olmak üzere toplamda 130 mebus seçildi. Meclis-i Umûmî, Dolmabahçe Sarayı’nın muayede salonunda 19 Mart 1877 günü açıldı. Açılış törenine başta Sultan II. Abdülhamid olmak üzere devlet erkânı, ulemâ, gayrimüslim ruhanî liderleri ve yabacı ülke sefirleri katılmıştır. Açılış nutku, Sultan adına Mabeyn Başkâtibi Küçük Said Paşa tarafından okunmuştur.28 Mart 625Hamrâülesed GazvesiUhud Gazvesi’nin ardından müşriklerin Medine’ye bir baskın düzenlemeyi düşündüklerini haber alan Resûlullah (asm), müşrikleri takip etmeye karar verdi. Peygamber Efendimiz (asm), Uhud’da savaşmış sahabeleri yanına alarak 28 Mart 625 tarihinde Medine’den yola çıktı. Gözcü olarak önden gönderilen üç sahabe, Medine’nin 8 mil uzağında Mekkeli müşrikler tarafından şehid edildiler. Müslümanların Medine’den çıktığını haber alan müşrikler, o sırada savaşmaya cesaret edemeyip Mekke tarafına yöneldiler. Peygamber Efendimiz (asm), ordusuyla Hamrâülesed’e geldi. Şehid olan sahâbelerin cenaze namazları kılınarak defnedildiler. Resûlullah (asm), güçlü olduklarını göstermek için beş gün boyunca ordusuyla birlikte Hamrâülesed’de kaldı. Müşriklere korku salmak için geceleri 500 ateş yakılıyordu. O sıralarda daha Müslüman olmamış olan Ma‘bed el-Huzâî, Ebû Süfyan’a Mekke’ye geri dönmelerini tavsiye etmiştir. Bunun üzerine müşrikler Medine’ye saldırmaktan vazgeçtiler.
İnsan, sosyal bir varlıktır. Taşların birbirine hem hâkim hem mahkûm vaziyetleriyle kubbeyi meydana getirdikleri gibi; her bir insan da diğer insanlara lazım olduğu gibi kendi de onlara muhtaçtır. Hakikat böyle olmakla beraber insandaki benlik, kendisini herkesten başka, farklı ve üstün görmek ister. Yardımlaşma ile sosyal hayatı yaşanır hale getirmesi gereken insanlar, benlik ile birer firavun-ı zelil1 olmaktadır. Dünya topluluklarının her bir kademesinde bu türden rahatsızlıklar çoklukla boy göstermektedir. Dünyayı savaş alanına çeviren temel problem de fert ve toplumlardaki benlikten, firavuniyetten, şahsilikten, bencillikten kaynaklanmaktadır.Müslüman insanlarla diğer insanların, dünyayı ve insanlık adına barışa verdikleri aman değerlendirildiğinde görülecektir ki; Müslümanlar, Allah için seven, Allah için kızan insanlardır. Bütün zamanlar boyunca huzur ve düzenin yerleşmesine ve medeniyetin dünyanın her köşesine ulaşmasına vesile olmuşlardır. Çünkü Batılıların ifadelerinden2 de anlaşılacağı üzere Müslümanlar ahlâklarını, bütün insanlığın saadet ve huzurunu bütün zamanlarda temin edecek ilahi ve son din olan İslâmiyet’ten almışlardır.İslâmiyet içerisinde, Müslümanları bu ahlâk ve anlayışa taşıyacak birçok unsurlar, emirler vardır. Biz bu yazımızda, orucun hikmetlerinin anlatıldığı Ramazan Risalesi’nden istifade ederek mevzuu değerlendirmeye, dünya barış ahlâkının kalıcı olarak yerleşmesi için, İslâmiyet’in hükümlerine uyan insanların varlığının ve artmasının lüzumuna değinmeye çalışacağız.Orucun Hikmetleri, Müslümanlar ve Sairleri1- Yeryüzü İlahî bir sofra hükmündedir. Gafletle unutulan bu hikmeti Müslümanlar, orucun telkiniyle anlarlar ve bu sofranın sahibi olan Rahman’ın huzurunda kulluklarını ifade ederler. Sairleri için dünya, cinayetlere, savaşlara, her türlü çirkefe zemin hazırlayan bir mekân hükmündedir. Ortada başı boş, hali bir hazine var da sahiplenmenin derdine düşüldüğü yerdir.2- Bir iğne ustasız, bir mektup katipsiz olmadığı gibi; yeryüzündeki nimetler de sahipsiz değildir. Her birisi bütün kâinatın sahibi ve hakiminin mutfağında pişirilir ve bizlere takdim edilir. Her şeye bir bedel ödeyen, hiç olmazsa teşekkür eden biz insanlar, bu nimetlerin sahibine de şükür borçluyuz.Fakat bu şükür halini her zaman hissedemediğimizden ve yaşayamadığımızdan, oruç bize bu borcumuzu talim eder ve bizleri şükre sevkeder. En zengin insan bile oruç vesilesiyle, bu nimetlerin başkasına ait olduğunu anlar. Kıymetlerini takdir eder. Sairleri ise, her şeye sahiplenir, kendinden bilir. Bu anlayışın neticesi olarak ortaya çıkan israfla çöpe atılan günlük ekmeğin, Afrika’yı doyuracağı çok defalar yazılıp çizile gelmiştir.3- İnsanlığın kelaynak kuşları vb. hayvanları kurtarma yarışına girdikleri dünyamızda, yanındaki komşusunun açlıktan öldüğü adiyattan oldu neredeyse. Şefkatin hayvanlara, bitkilere bolca dağıtıldığı dünyamızda, insanların üzerlerine atılan bombalarda, dinleriyle dalga geçerek, Ramazan hediyesidir yazıldığı tarihlere ve beyinlere kazındı. Gaston Care’in dediği gibi, yeryüzünden Müslümanlar kalksa, neredeyse şefkat kelimesi de lügatlerden çıkarılacak hale gelecekti. Çünkü Müslümanlar oruç sayesinde, hemcinslerine karşı şefkati de öğrenirler. Diğerinin halini laf olsun diye değil, bizzat yaşayarak anlarlar ve başkalarına kendilerine davranılmasını istedikleri gibi davranırlar.4- İnsan için en yüce makam, Allah’a kulluktur. Fakat insanın nefsi sınır tanımak, sınırlanmak istememektedir. Özellikle asrımızda sınırları tayin edilmemiş hürriyetlerin çokça dillendirilmesi, toplum yapısına müthiş zararlar iras etmiştir. Herkes kendisine malik bir hürriyetle hareket etmek istediğinden ne bir aileden, ne bir milletten, ne de dünya barışından söz edilemez hale gelinmiştir. Allah’a kul olamayan nefisler ya her şeye kul olmak ya da her şeyi kulluğuna almak yarışına girmişlerdir. İşte oruç, Müslümanlara insanların başıboş olmadığını, bir kısım sınırlar dahilinde mükemmelliklerin yakalanabileceğini öğreten en mühim amillerdendir.5- Bazen de insan kendi mahiyetini unutur; kendindeki aczi, fakrı görmek istemez. Kendisini adeta ölümsüz zannedip, lezzetli ve menfaati olan şeylere bağlanır, şiddetle dünyaya dalar. Kendini terbiye eden Hâlık-ı Rahimini unutur, dünya ve ahiretini mahvedecek ahlâksızlıklara düşer. Oruç ise, insanın midesindeki açlık vesilesiyle zaafını anlamasına ve bu vesileyle gafletten kurtulmasına yardımcı olur. Acizini anlayan insan, başta Rabbine ve sosyal hayatın varlığına sebep olan insanlara karşı ihtiyacını bilir. Uzlaşmanın temeli olan kendindeki aczin ihsasıyla, toplumda zarar değil, faydalı bir fert haline gelir.6- Ramazan ve Ramazan’daki oruç, bütün âlem-i İslâm’ı bir fert hükmüne getirir. Bu ayda nazil olan mukaddes kitabımız Kur’ân’a ilgileri daha yoğun olarak her bir Müslüman, sair Müslümanlara karşı her zamankinden daha şiddetli muhabbet hissi duyar. Dünya insanlığının sadece menfaatte birbirlerini hatırlamalarına mukabil, sırf Allah için birliktelik hissederler. Temel değerleri olan iman ve Kur’ân’da ittifak ederler. Böyle olursa da çıkarlar çatışma unsuru olmaz. Eksikler tamamlanarak bir bütün olunur.7- Hiç kimse ölmek istemez herhalde. Ne var ki ölüm muhakkak. Bunu anlamayan ya da anlamak istemeyen insanlar, hala ölümsüzlüğün sırrını aramakta, bu uğurda öldürdükleri canları da göz ardı etmektedirler. Halbuki günün geceye değişmesi, yazın kışa dönmesi ve birçok örneklerle zahirdir ki, dünya ahirete değişecek. Biz insanların bu dünyaya ahiret namına ticaret için gönderildiğimizi Kur’ân söylemektedir.Bütün hikmetlerin Hâkim-i Hakîm’i olan Allah (cc), Ramazan vesilesiyle bu ticaretimize cüluslar dağıtmakta, İlahlığını zihinlerimizde pekiştirmektedir. Dünya saltanatlarında bile her vesileyi bayram yapıp insanların zihinlerinde kendilerini canlı tutmaya çalışanların varlığı, bu hakikati anlamamıza zannederim yardımcı olabilir.İşte Müslümanlar, böyle ulvi bir bayram olan Ramazan’da, sadece midelerine değil, bütün azalarına da oruç tuttururlar. Gözlerini haramdan, dillerini gıybetten ve sair azalarını diğer kötü şeylerden bu oruç vasıtasıyla kurtarabilirler. Zira büyük fabrika olan mide tatil ederse, diğerleri ona uymakta zorlanmazlar. İyi bir insan, iyi bir terbiye ile yetişir. Bu da İlahî bir terbiye olan oruç vesilesiyle elde edilebilir.8- Bütün felsefesini yemek üzerine kuran Roma medeniyeti nerede, karnına iki taş bağlayarak insanlığı irşad eden Hz. Muhammed’in (sav) kurduğu İslâm medeniyeti nerede? İslâmiyet, insanlığa insanın tekamülü için lazım olan bütün terbiye ve ahlâkı öğreten ve talim eden bir dindir. İslâmiyet içerisinde hiçbir hüküm yoktur ki, insanlığın faydasına olmasın.Ruh ve beden dengesinin kurulup, maddî manevî terakkinin tesisi, İslâmiyet’in öngördüğü oruç sayesinde olduğu aşikardır. Zira iflas eden bütün medeniyetlerin rağmına İslâmiyet’e ilgi gün geçtikçe artmakta, İslâmiyet’in ve Müslümanların dünya için ne kadar lüzumlu olduğu her geçen gün yeniden anlaşılır olmaktadır. Hem anlayış, empati, muavenet, şefkat, merhamet gibi ulvi duygular Müslümanlarda daha ön plandadır. Batılıların başına sarık koyup terörist ilan ettikleri insanları saymazsak, Endülüs’ten Çin’e, Rusya’dan Afrika’ya her beldede dünya barışı ve insanlığın selameti adına Müslümanların izleri görülebilmektedir.9- Nefs-i emmare, her insan için düşmandır. İlla düşman görmek isteyen önce nefsine bakmalıdır. Eğer insan bu ayrıntıyı fark edemezse, kendisini İlah gibi görmeye kadar gidecektir. Bu hali farkettiren ve benliğini kıran, ancak orucun tatlı açlığıdır.Ramazan ayının bütün dünya barışına vesile olması temennisiyle Ramazanınızı tebrik eder, ahiret adına en kârlı ticaret yapmanızı temenni ederim. Allah (cc), dünyanın başındakilerin aklına akıl, kalplerine iman, dünya barışı ve insanlığın hakiki selameti adına hayırlı işlerinde muvaffakıyetler versin. Âmin!---------------------------------------1- Firavun-u zelil, kavramsallaşmış önemli bir kelimedir. Zira firavun kendisi de inanmamakla birlikte etrafındakilerin ve bulunduğu yerin zorlamasıyla elbette şeytan ve nefsin de iğvasıyla kendisini rab ilan etmişti. Ne var ki rab değildi ve olamazdı. O ancak ölümlü ve her şeye muhtaç bir yaratılmıştı. Konumu gereği zahiren öyle gözükse ve gösterilse de tek bir nefese bile deli gibi muhtaçtı. Hayatındaki en küçük şeyin bile, yoktan var eden, kün fe yekün emrine malik birisi tarafından verilmesi gerekiyordu. Bu, hepimiz için böyledir. Bundan dolayı gaza gelmeyelim, kendimizi kandırmayalım, kulluğumuzun kıymetini bilelim.2- “Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı lahutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semavî kitabları tam ve etrafıyla tedkik ettim, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim.Bu kanunlar değil bir cemiyetin, bir hane halkının bile saadetini temin edecek mahiyetten pek uzaktırlar. Lâkin Muhammedîlerin (asm) Kur’ânı, bu kayıddan âzadedir. Ben Kur’ân’ı her cihetten tedkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm.Muhammedîlerin (asm) düşmanları, bu kitap Muhammed’in (asm) zade-i tab’ı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel hatta en mütekâmil bir dimağdan böyle harikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle kabil-i telif değildir. Ben şunu iddia ediyorum ki; Muhammed (asm) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ya Muhammed (asm)! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitap, senin değildir; bu kitap lahutîdir. Bu kitabın lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra da göremeyecektir. Ben, huzur-ı mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.” (Prens Bismarck) “Hikmet ve felsefenin esası olan kaideler, adalet ve müsavatı öğreten ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı talim eden esaslar, bunların hepsi Kur’ânda vardır. Kur’ân, insanı iktisad ve itidale sevkeder, dalaletten korur, ahlâkî za’fların karanlıklarından çıkarır, teâlî-i ahlâk nuruna ulaştırır; insanın kusurlarını, hatalarını kemale kalbedip insanı i’tilâ eyler.” (Müsteşrik Sedio) “Bütün insanlığın kalb kulaklarına bağırıp diyor ki: İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur.” (Fransız muharriri Gaston Care)
İstanbul kadim bir şehirdir, İstanbul şiir gibi bir şehirdir ve İstanbul kadim bir şiirdir.Mekke, Medine, Kudüs, Semerkand, Buhara, Yesi, Kerkük, Şam-ı Şerif, Tebriz, Isfahan, Bursa, Konya… Ve İstanbul… İnsanlık tarihiyle eş, binlerce yıldır sakinleri ile nefes alıp veren şehirler… Efendimizin bağrından çıktığı Mükerrem şehir Mekke ve yine Efendimizin nurlandırdığı Medine-i Münevvere; Yusuf Hamedanî’nin himmetleri ve Ahmed Yesevî’nin hikmetleri ile bereketlenen Semerkant, Buhara ve Yesi; Hz. Mevlana’nın ilahi muhabbet rabıtasıyla bağlandığı gerçek dost Şems’in doğduğu Tebriz ve yine Hz. Mevlana’nın şereflendirdiği şehir Konya…Bu şehirler evvela “şehir”dir ve kent olarak düşünülmemelidir onu baştan söylemek lazım. “Kent” ve “şehir” mefhumları “uygarlık” ve “medeniyet” gibi farklı dünyaları temsil eder. Her şehir kent olmadığı gibi her kent de şehir vasfını kazanmaz. Tanpınar’ın dediği gibi “şehirler inşa ederken kentler imha eder” bazı şeyleri. Şehirler birtakım medeniyet dairelerine mensuptur. Zarafet, bilgelik ve hikmet hakimdir şehirlere. “Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölümün elbette hayattan ziyade bir isteklerinin bulunduğunu” bilerek nefes alıp verirler. Evet, evet, bu şehirler nefes alırlar. Sokakları, çarşıları, mabedleri, hanları ile hayatiyetleri devam eder. Yüzlerce yıllık demirciler çarşısında hala demirler dövülür; asma yapraklarının serinlettiği avlularda, arastalarda demli çaylar eşliğinde muhabbetler edilir halen. Kentler öyle değildir… Anlamsız bir koşturmaca, tükenmiş hayatlar, sahipsiz sokaklar… Beş dakikada hazır olan bir “noodle” gibi hızlı yaşanır her şey ve o hızla tüketilir. Arta kalan şeyler ise buruşturulup bir kenara bırakılır. Zincir marketler sımsıkı bağlar kent insanını kendine. Mesela bir mesire alanına gider gibi AVM’ye gidilir ailecek. Zamanın nasıl geçtiği fark edilmez bile. Şaşkındır kent insanı, boş boş bakar yanıp sönen ışıklara. İş çıkışı bir an önce eve ulaşmak için girdiği kalabalık, Hacerü’l-Esvede dokunmak için canhıraş bir şekilde gayret eden hacıların izdihamını hatırlatır. Bütün bunlara rağmen müptelasıdır orada yaşayanlar ve bırakıp da başka bir yere gitmeyi nadiren düşünürler.İşte İstanbul “şehir” olarak kalmak ile “kent” olmak arasında gidip gelen bir mübarek belde. Tıpkı sakinleri gibi… Bir yanıyla modern ve bir o kadar kadim… İstanbul.... Kutlu Nebi’nin (sav) müjdelediği muhterem bir şehir… Üçlerin, yedilerin, kırkların, erenlerin, hakka ermişlerin diyarı… Ediplerin, şairlerin, sultanların rüyası… Mihmandar-ı Nebi’nin istirahatgâhı… Batılı kaynaklara göre “şehirlerin kraliçesi”, İslam’la birlikte “payitaht, darü’l-hilafet-i aliyye ve asitane”…Hakkında ne dense kifayetsiz kalır elbette. Ancak bir edip için İstanbul’u yazmamak, bir ressam için İstanbul’u çizmemek, bir hatip için İstanbul’dan bahsetmemek büyük bir noksanlıktır. Onu konuşanlar, yazanlar tarih boyunca hep olmuştur ve bundan sonra da olacaktır kuşkusuz. Elbette İstanbul hakkında yazılanlardan bir mecmua meydana getirilmek istense ciltler dolusu yazmak icap eder. Ancak tarih boyunca bu şehre ne kadar ehemmiyet verdiğimizi nazarlara vermek maksadıyla ecdadımızın kaleme aldığı “İstanbul” şiirlerine şöyle bir bakmak kâfi gelecektir. Bu şiirler arasında “İstanbul” redifli olanlar ayrıca dikkat çeker.1 Kanuni dönemi âlim, hafız ve şairlerinden Sebzî İstanbul’u bir gül bahçesine benzetir şiirinde. İstanbul, huri ve gılmanların gezindiği cennetten bir köşedir:Bir olmış hûri vü gılmânlar ile kasr-ı cennetdür Letâfet-kânı garrâlar ile garrâdur İstanbulGetürsün ayağı deryâ yüzini eylesek seyrân Gam u gussa olur zâʻil ferah-efzâdur İstanbul Haleb’le Mısr’ı vu Şâm’ı temâşâ eyleyenler dir Şehirler kalmadı seyr eyledük aʻlâdur İstanbul“İstanbul” redifli gazel yazan bir diğer şair Livayî’dir. Asıl adı Hızır olan şair, kuloğullarından yani baba mesleğini devam ettiren bir yeniçeridir. Kanunî dönemi şairlerinden olan Livâyî İstanbulludur. Yeniçerilikteki alemdarlık görevi sebebiyle kendisine Livâyî mahlasını seçmiştir.Güzeller yüzi nûrından açık rûşendür İstambul Cemâl-i şehriyâr-ile müşerref şendür İstambul Süleymâniye-i şâhîdür anda cennetü’l-firdevs Perîler mecmaʻı cemʻiyyet-i her fenndür İstambul Serây-ı Üsküdâr-ile Serây-ı nev miyânında Açılmış rûy-i deryâda bir ak yelkendür İstambul İhâta eylemişdür genc-i mâl-i pâdişâhı ol Yedi başlu iki dümlü yatur evrendür İstambulIII. Mehmet döneminde yaşamış ve defterdarlık yapmış olan Mahmud bin Mustafa da bu bahiste anılacak bir diğer şahsiyettir. Şaire göre İstanbul’u görmek dünyayı görmeye eşdeğerdir ve İstanbul şerefte Kisrâ’nın tâkından, Ehrimen ve Somnat binalarından daha yücedir: Ber ü bahrini câmiʻdür cihân içre nazîri yok Hemîn dünyâyı görmekdür temâşâsı Sitanbul’un Sıfâhân u Horâsân Yezd ü Tebrîz ü Semerkand’e Ber-â-berdür sevâd-ı ʻibret-efzâsı Sitanbul’un Bu şehr-i ʻâlem-ârânun irişdürmeğe ahbârın Tolaşmış şark u garba cümle deryâsı Sitanbul’un Binâ-yı Ehrimân u Somnât u tâk-ı Kisrâ’dan Muʻallâdur şerefde burc-ı bâlâsı Sitanbul’unBu böyle devam eder, gider. Cumhuriyet dönemi ile birlikte şiirin şekli değişse de muhtevada İstanbul hep olmuştur. Orhan Veli, Yahya Kemal, Necip Fazıl bu bayrağı mısralarından dalgalandırmaya devam etmişlerdir. Netice-i kelam İstanbul kadim bir şehirdir, İstanbul şiir gibi bir şehirdir ve İstanbul kadim bir şiirdir.1- İstanbul redifli şiirlerle alakalı tafsilat için: Faraşoğlu, Y. (2023). Divan şiirinde payitaht sevgisi: İstanbul redifli gazeller. Rumeli Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, (34), 612-644.
İstanbul müstesna bir Türk İslam Medeniyeti şehridir. İstanbul müstesna bir Kelime-i Tevhidmedeniyeti şehridir. İstanbul müstesnabir İslam beldesidir. Hz. Peygamber’in teveccühüne, muhabbetine, müjdesine mazhar olmuş bu mazhariyetin bir tezahürü olarak İslam tarihi içerisinde ümmetin ekseriyeti nezdinde sahip olduğu teveccüh, muhabbet, gönüllerdeki makam ve tarihte ifa ettiği icraatları itibariyle müstesna bir yere sahiptir İstanbul.İstanbul müstesna bir Türk İslam Medeniyeti şehridir. İstanbul müstesna bir Kelime-i Tevhid medeniyeti şehridir. İstanbul müstesna bir İslam beldesidir. Bu Türk İslam ve Kelime-i Tevhid medeniyeti şehri; bütün bu hususiyetleri yokmuşçasına, böyle bir tarihsel geçmiş hiç var olmamışçasına, İslam ve Kelime-i Tevhid ile ilgili şehrin her tarafına atılmış imzalar yokmuşçasına ve sanki Kelime-i Tevhid bu şehirde ilk defa görülüyormuşçasına hadiselere tanıklık etmektedir. 2024 yılının birinci günü, Filistin’deki soykırımı protesto için Galata köprüsünde tertip edilen mitingden dönen ve elinde Kelime-i Tevhid yazılı bir bayrak bulunan birisine, yoldan geçen bir başka kişi yumruk atarak hem fiziki saldırıda bulunabilmiş hem de Kelime-i Tevhid taşıyan kişinin Türklüğünü sorgulamıştır. Kelime-i Tevhid ile İstanbul’u ve Türklüğü bağdaştıramamıştır. Bu hadise her ne kadar bir kişinin münferit bir eylemi olarak vuku bulmuş olsa da Kelime-i Tevhid yazılı bayrak taşıyan kişiye atılan yumruğa sosyal medya üzerinden binlerce destek ve “ellerine sağlık” dileklerinin paylaşılmış olması, münferit eylemden öte adeta hadisenin şahs-ı manevisine dönüşen saldırının içselleştirildiği kolektif bir hissiyatın olduğu da anlaşılmaktadır. Kötülüğe, bu kitlesel sosyal ve sanal desteğin, dikkat çekici bir boyutu bulunmaktadır.Yine başka bir gün İstanbul’da yaşayan bir avukat hanım sosyal medya üzerinden ahkam-ı diniyeyi bütünüyle ihtiva eden bir kavrama yönelik galiz ifadeleri paylaşmaktan imtina etmemiş, hukuki bir muameleye maruz kaldığında da hiçbir mahcubiyet emaresi duymaması bir tarafa, yaptığı eylemi de alakasız bir şekilde Türkiye’nin siyasi rejiminin muhafazası ile ilişkilendirmekten de çekinmemiştir. Bu mesele de yine sosyal ve sanal zeminde belli bir ölçekte alkış da almıştır.Bu hadiseler; bazı hakikatleri hiç yokmuş varsayan veya sanki bir varmış da bir yok olmuş kabul eden kitleye, veyahut arzularını vaka zanneden güruha, halihazırda mevcut ve kıyamete kadar da baki kalacak bazı hakikatleri tekrar hatırlatmayı zaruri kılmaktadır. Meselenin ve hadiselerin nedenlerinin bir cehalet olmadığı göz önüne alındığında, bu hakikati hatırlatma bir bilgi aktarımı mahiyetinde değil, yüksek sesle bir itiraz mahiyetinde olabilir.Zira İstanbul’da yaşayan ve yolu Galata Köprüsüne düşen herkes, Galata köprüsüne 700 metre mesafede, henüz İstanbul Türk ve İslam olmadan önce 717 yılında inşa edilmiş bir “Arap Camii” olduğunu ve bu camide İstanbul semalarında Kelime-i Tevhid ifadeleri içeren ilk ezanların okunduğunu bilir. Yine zamandan ve mekândan bağımsız olarak, bir yerde bir cami varsa onun içerisinde ahkâm-ı diniye mucibince namazların eda edildiği bilinir.Zira İstanbul’da yaşayan ve yolu Galata Köprüsüne düşen herkes bilir ki Galata Köprüsünden 250 metre ötede, İstanbul’un fethinden sonra Galata da inşa edilen ilk cami olarak bilinen Bereketzade Camii vardır. İstanbul henüz Türk ve İslam olduktan sonra inşa edilen bu Camiinin minaresinden de İstanbul’un fethinin ertesinden elinde Kelime-i Tevhid bayrağı taşıyan kişiye yumruk atıldığı güne, yumruğun atıldığı günden bugüne Kelime-i Tevhid ilan edile gelmektedir. Minarelerden Kelime-i Tevhidler ile yapılan çağrılara müteakip, bu çağrılara uyan birilerince, her daim bu mekanlarda, ahkam-ı diniyenin mucibince ibadet vecibeleri yerine getirilmektedir.Zira İstanbul’da yaşayan ve yolu Galata Köprüsüne düşen herkes bilir ki Galata Köprüsünden yine 250 metre ilerde, İstanbul’daki tarihi camiler arasında başka bir örneği olmayan “Yeraltı Camii” bulunur. İstanbul kuşatıldığı dönemlerde Bizanslıların Haliç ağzını kapatmak için gerdikleri zincirin kuzey ucunun bağlandığı kalenin bodrumundan müteşekkil bu Cami içinde, Emeviler döneminde İstanbul kuşatmasına katılan sahabeler Amr bin As, Vehb bin Hüseyra, Sufyan ibni Uyeyne (ra) ait olduğu rivayet edilen kabir makamları bulunmaktadır. Zaman ve mekândan bağımsız olarak herkes bilir ki bir yerde bir sahabe kabri varsa, o sahabeler oraya Kelime-i Tevhidi taşımak için, o beldeyi Kelime-i Tevhid ile tanıştırmak için gelmişlerdir. Kabirlerin bulunduğu bu mekân 1. Mahmud’un sadrazamı Bahir Mustafa Paşa tarafından 1753-1756 tarafından camiye dönüştürülmüştür. İstanbul’a Kelime-i Tevhidi taşımayı arzu eden Sahabe-i Kiramın bu arzusu mucibince o tarihlerden bugüne bizzat Sahabe-i Kiramın bu makam mekânlarında Kelime-i Tevhidler ilan edilmekte, ahkam-ı diniye olan ibadetler eda edilmektedir.Başta söylediğimizi, ses tonumuzu yükselterek burada bir kere daha ifade edelim. İstanbul müstesna bir Türk İslam Medeniyeti şehridir. İstanbul müstesna bir Kelime-i Tevhid medeniyeti şehridir. İstanbul müstesna bir İslam beldesidir. Zira Galata Köprüsünün hemen yanı başında tüm ihtişamıyla Yeni Cami (1597-1665), 200 metre mesafede Yeni Caminin banisi Hatice Turhan Sultan Türbesi, 220 metre ilerde 1453 yılında yapılan, Fetih dönemi Camilerinden Arpacılar Camii (ya da diğer adıyla Şeyh Geylani Mescidi), 260 metre mesafede Rüstem Paşa Camii (1561), 230 metre ötede Harun Reşid döneminde İstanbul’a elçi olarak gönderilmiş Baba Cafer’in Türbesi, 300 metre ilerde Ahi Çelebi Camii (16.yy), 400 metre mesafede Fatih Sultan Mehmed’in meşalecilerinin ve seyislerinin piri Şeyh Davud Mescidi ve hepsinden ziyade Galata köprüsünden kuş uçuşu 700 metre mesafede, köprüden bakınca göz göze gelinen, gözlerin içine b/akan, var olduğu tepenin üzerinden ihtişamıyla İstanbul’u kuşatan, Yahya Kemal Beyatlı’nın ifadesiyle mehabetli Süleymaniye Camii ve adlarını sayamadığımız İstanbul’daki daha nice camilerden günde beş defa hep bir ağızdan, hepsi aynı anda, yalnızca Galata civarında olan, yalnızca İstanbul civarında olanların işittikleri şekilde değil, tüm dünyanın işittiği, işitebileceği şekilde asırlardır Kelime-i Tevhidi ilan ederler, Ezan-ı Muhammediler. Kelime-i Tevhidi ilan eden Ezan-ı Muhammedilerin; Türklerin istiklalinin bir şiarı olduğunu, İstiklal Şairi merhum Akif, İstiklal Marşında bir ulusun şahs-ı manevisi namına tarif eder, tavsif eder, ilan eder, dua eder, niyaz eder ve der… “Bu ezanlar, ki şahadetleri dinin temeli,Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli”Her taraftan, her gün defaatle Kelime-i Tevhidlerin haykırıldığı, Kelime-i Tevhidlerin haykırıldığı mekanların kapılarında Kelime-i Tevhid hüsn-i hatlarının yer aldığı, bu Kelime-i Tevhid Medeniyeti şehrinde; yoldan geçerken gördüğü bir yazının Kelime-i Tevhid olduğunu bilmemek, bilememek, bigane kalmak, idrak edememek; nihayetinde yumruk atmaya veya sosyal medyadan ahkam-ı diniyeyi ihtiva eden kavrama küfretmeye varan saldırganlaşılacak bir cesaret hali değil, hacaletle sessiz kalınacak bir cehalet hali olması gerekir. O haldeBaşta söylediğimizi, ses tonumuzu yükselterek sonda bir kere daha ifade ediyoruz: İstanbul müstesna bir Türk İslam Medeniyeti şehridir. İstanbul müstesna bir Kelime-i Tevhid medeniyeti şehridir. İstanbul müstesna bir İslam beldesidir.
Şüphesiz ki bir inanç ya da kültür, bir topluma olan yansıması ile tüm potansiyel ve faziletini ifade etme imkânı bulur. Yani akide, değer, ibadet ve adâb-ı muaşeret gibi sosyal sahneler o inanç ya da kültür ile ilgili en iddialı hamle ve tezahürlerdir. Bir metafor ile izah etmek gerekirse, ağaç inanç ve kültürü, meyveler ise o kültür ve inancın referanslarını ve tabii olarak neticelerini temsil eder. Söz konusu toplumlar, yaşadıkları şehre de bu akideleri nakış nakış dokurlar. Dolayısıyla şehirler, bir kültür ve inanç ile özdeşleştikleri nispette o inancın bayrağı haline gelebilirler. Hatta şunu bile söylemek mümkündür; bazı şehirler, sakinlerine, bir mübelliğ ya da mürşid gibi etkide bulunurlar, ihya ve irşad ederler. Bir inanç, o inancı tamamen benimsemiş ve o inancı yaşantısı haline getirebilmiş insanlarla ancak bir iddia ve davada bulunabilir. Genel bir coğrafya özelinde de bu hakikatlerin karşılığı bulunmaktadır. Mesela sevgili Peygamberimiz (sav); “Hayvanına binmiş bir kimse, San’a ile Hadramevt arasında, San’a’dan çıkıp Hadramevt’e kadar gidecek de -Yüce Allah’tan başka- hiçbir şeyden korkmayacak; ancak (varsa) koyunu hakkında kurt saldırmasından kaygı duyacaktır!”1 İşte bir inancın yaşadığı ve yaşatıldığı bir coğrafyaya etkisini çok kıymetli bir ölçü olarak mütalaa edebileceğimiz bu hakikat, İslam dininin yaşandığı her şehir ve coğrafya için geçerlidir.İslam tarihi boyunca bu manayı destekleyen çok örnekler gelişmiştir. İslamiyet, yaşandığı coğrafya ve kentleri, özünde bulunan “selamet” yani barış, esenlik ve güvenlik gibi duyguların yaşandığı atmosferlerle buluşturmuştur. Bu aslında İslam dininin hakkaniyet ve fıtrat-ı beşere olan tenasübünü ispat eden bir gerçektir de. Öyle ya, insanlara dünyevî ve uhrevî saadet vadeden bir dinin ilk tezahürü, hayata dokunduğunda onu yani hayatı neye dönüştürdüğüdür. İnsanların bir topluluk olarak yaşayabilmek için ihtiyaç duyduğu manevî bağların tesis edilmesi ve bu konuda yüksek performans sergileyebilmesi ciddi bir “hakkaniyet” ölçüsüdür. Mekke, Medine, Bağdat, Şam, Kudüs ve son kertede İstanbul bu dinin mübelliğ makamında bayraklaşmış şehirleridir.Konunun İslamiyet’in hakkaniyetine delil olan kısmı için biraz açılım yapalım isterim. Tarihte çeşitli din, kültür ve medeniyetin hükmettikleri şehirlerde göze çarpan ilk tema, merhametsiz ve emperyal bir tutumun uygulanması olmuştur. Tabiri caiz ise, sözünü ettiğim inanç ve kültür organizasyonları başka toprak ve coğrafyaları işgal etmiş, istila etmiş ve ele geçirmişler ama oralara hükmedememişlerdir. Yakın tarihte bile bunların örneklerini görmek mümkündür. Çinliler, Ruslar ve Almanlar kendi kültür, inanç ve hatta dillerini, işgal ettikleri topluma dayatmalarına rağmen mezkûr coğrafyaları idare edememişlerdir. İşte sadece bu nokta bile insan fıtratına uygun olmayan inançların temsilcilerinin bir müddet hâkim olsalar da aslında sadece zalim olabildiğini göstermiştir. Mesela Fransa’nın Afrika’da sömürgesi haline getirdiği ülkelerdeki etkisi neredeyse sona ermiştir/ermektedir. Kendi dillerine mahkûm ettikleri bu mazlum milletler son dönemde çok ciddi bir şekilde intibaha gelmiş ve bir bir bağımsızlıklarına kavuşmaktadır. Usulleri Rahmani, inançları hak olsaydı şüphesiz ki bugün gelinen noktaya gelinmezdi.Geçtiğimiz yüzyılda Japonya’ya attığı iki atom bombası ile hakimiyet paradigmasını nükleer silahlara endeksleyen ABD, New York’un dünyanın hem siyasî hem ekonomik başkenti olmasını bir dizi antlaşmalar ile dünyaya dayatsa da dünyanın bugünkü durumuna bakıldığında bu girişimin kaçınılmaz olarak akim (sonuçsuz) kaldığı gözlemlenmektedir. İnanç, hakkaniyeti nispetinde insana ulaşabilir. Butlanı (batıllığı, geçersizliği) nispetinde insandan kopar. İnsana ulaşamayan bir inancın dönüştüğü şehirler, yaşayanlarına korku, endişe, güvensizlik, yalnızlık ve bunalımdan başka bir şey yaşatamazlar. Zaten dünyadaki şehirlerin intihar, depresyon ve suç oranlarına bakıldığında bu hakikati destekleyen birçok veriye ulaşılabilir.İslam Medeniyetinin Bayraklaşmış Son Şehri: İstanbulTürklerin ve Anadolu’nun İslam’a dehaleti İslam dininin alemşümul yani evrensel frekansının tezahürüne ciddi vesile olmuştur. İslam’ın Anadolu yorumu, onun evrensel potansiyelini azami seviyede göstermeyi başarmıştır. Cümle mahlukata bir göz ile bakma prensibi ve yaratılanı yaratandan ötürü hoş görme kabiliyeti bu necip milletin, İslam dininin bayrağı olmasını netice vermiştir. İslamiyet’e tüm ruh-u canıyla râm olan bu asil millete Allah (cc), çok büyük güzellikler bahşetmiştir. Öyle ki bu milletin imanı, i’lâ-yı kelimetullah ve gaza aşkıyla gittiği her coğrafyaya bu dinin tüm letafet, asalet, incelik ve mübarekiyetini götürmüştür. Gittiği coğrafyalara istila ve işgal gibi zalim niyetlerle gitmediği için, bilakis rahmani bir nazarla adalet-i tammenin vücut bulmasını murat ettiği için, ecnebi tebaanın neredeyse tamamı bu idareden memnun ve mesrur olmuşlardır. Hatta şu, çok mühim bir hakikati ifade etmesi bakımından oldukça meşhur bir sözdür. İstanbul’un fethi esnasında Grandük Notoras, Bizanslıların duygularını “Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını tercih ederim” diye veciz bir surette ifade etmiştir. Çünkü o güne kadar ki 150 yıllık süreçte Osmalı devletinin Balkanlarda fethettiği topraklarda yaşayan ahaliye hiçbir ibadet ve inanç kısıtı getirmemesi ve zerre kadar baskı uygulamaması onlar için tanımsız ve anlaşılması zor bir tutumdu. Aslında esas tebliğ de buydu. Yani bizim inancımız, insanı kutsal bilir, onun irade ve tercihini kutsal bilir çünkü bu Rabbimizin emridir. İşte böyle bir tutumun egemen olduğu insanların, inşa ettiği ya da fethettiği şehirlerde elbette ki orada yaşayanlara esenlik, güvenlik, huzur, hoşgörü ve adalet gibi kavramlar tatminkâr bir seviyede sunulmaktadır. Bugün bile İstanbul, sadece Müslümanlar için değil diğer din mensupları için de en güvenli şehirlerin başında gelmektedir. Bunun en büyük ispatı yüzyıllardır İstanbul’da yaşamaktan vazgeçmemiş Musevî, Hristiyan, Ermeni ve Rum vatandaşlarıdır.İslam dininin ruhunu bir şehir yapmak icap etseydi, gerek evrensel seviyede mesaj ve tebliğ gücüne sahip olması gerekse pratikleri açısından o şehir İstanbul olurdu. Hz. Peygamber (sav)’in ruhundaki inceliği, karakterindeki beyefendiliği baz alan bu kültür, İstanbul diye bir meyve verdi. Zaten İstanbul’u dört yıl boyunca işgal etmiş olan İngilizlerin onca güç ve nüfuzlarına rağmen mukaddes emanetlere el sürememeleri de gösteriyor ki; ruh-u nebi (asm) bu menzili terk-i diyar eylememiştir.İslam ağacının şirin meyveleri olan Anadolu ve İstanbul Müslümanları, İstanbul merkezli o kadar çok ve latif ve bir o kadar da nahif hayır girişimlerinde bulunmuşlardır ki, bunları vakıf müesseseleri olarak görebilmekteyiz. Buradaki ince ruhun kısmen de olsa anlaşılması için bazı vakıfları zikretmek isterim.Parasını Düşüren Çocuklar VakfıÇocukları Gezdirme VakfıÖğrencilere Piknik VakfıYetimlere Yazlık Elbise VakfıÖğrencilere Bayramlık Elbise VakfıÖğrencilere Alfabe VakfıÖğretmenlere İkramiye VakfıFakir Kızlara Çeyiz VakfıYoksullara Et VakfıFakirlere Meyve Yediren VakıfYaz Günlerinde Soğuk Su Dağıtan VakıfFakirlerin Vergisini Ödeyen VakıfDoktorların Güzel Huylu Olmasını İsteyen VakıfHristiyan Esirleri Kurtarma VakfıGüvercinhane Yaptıran VakıfLeylekleri Koruyan VakıfMüslim ve Gayrimüslimlere Kabir Yaptıran VakıfBoğazda Temiz Hava Aldıran VakıfÖmer Lütfi Barkan ve Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bulgularına göre, 1546 yılında yalnız İstanbul’da 2515 vakıf bulunuyordu. 1718 ve 1800 yılları arasında bir Osmanlı şehri olan Halep’te (bugünkü Suriye) toplam 687 vakıf kurulmuştu. İstanbul, İslam dininin güzelliklerinin tarihi bir müzesi gibidir. Bu incelik ve güzellik, başta İstanbul olmak üzere bu necip milletin tüm şehirlerine yansımıştır. Bundan dolayı İslam’ın İstanbul’a üflediği o muhteşem ruhu yaşatacak insanlara dönüşmemiz icap eder. Sevgili Peygamberimiz (sav)’in bir gün muhakkak fetholunacağını müjdelediği bu mübarek şehri, Mekke’ye, Medine’ye ve Kudüs’e kardeş yapan bu necip millet aynı ruhla hem İstanbul’u hem İslam’ı ihya edecektir inancındayım. Bu millet yine fetih ile liderliğini, ilmiyle, zekasıyla ve ruhuyla da aşkını daim kılacaktır.Es’selam Men’ittebea’l Hüda1- M. Âsım Köksal, İslâm Tarihi, IV, 100-103
İstanbul, Ticareten Türkiye’dir; fakat…İstanbul, çok şiirlere, övgü dolu iltifatlara layık olmuş, coğrafi ve tarihi güzellikleriyle eşsiz bir şehirdir.Denizi, Boğaz’ı, ormanları ile hep göz doldurmuştur.İstanbul’un güzelliğine ilan-ı aşk edenler çok olmuştur. Herkes, kendi memleketini sever, fakat İstanbul, ilk görüşte aşk ile maruf bir “belde-i tayyibe”dir.Bizans’ın elindeyken, Müslümanlar tarafından fethedileceği nebevî müjde ile haber verilmiştir.Fransız devlet adamı Napolyon Bonepart, “Dünya bir tek ülke olsa, İstanbul onun başşehri olurdu” diyerek, hayranlığını dile getirmiştir.Yüzlerce yerli ve yabancı gezgin, İstanbul’u anlata anlata bitirememiştir.Aynı zamanda, çok eskilerden beri Dünya’nın çok mühim bir liman ve dolayısıyla ticaret merkezi de olagelen bu şehrimiz, bir yerleşim yeri olarak, sekiz bin sene kadar mazisi olduğu tahmin edilmektedir.Coğrafi konumu, tarih boyunca çok medeniyetlerin gözünün İstanbul’da olmasına sebebiyet vermiştir ki; bundan dolayı çok işgaller yaşamıştır.Yine, çağların açılıp çağların kapanmasına hem sebep hem de odak olmuştur.Tarihte “şehir devleti” unvanını çoğu zaman muhafaza etmiş, günümüzde de hem ticaret hacminin hem de nüfusunun büyüklüğü ile nice devletlerden daha üstlerdedir.Gerek Doğu Roma’ya (Bizans’a), gerekse Osmanlı Devleti’ne uzun zaman başkentlik ettiğini bilmeyen yoktur (toplamda 1600 sene kadar).Şu anda ise gerek fıtri gerekse tarihi zenginliklerinden dolayı, yine Dünya’nın incisi durumunda olup, ticari veya turistik bakımdan büyük ziyaretçi kitlelerini kendisine çekmeyi başarmaktadır.Coğrafi olarak Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlaması ve Boğazı sayesinde, Balkanlar, Akdeniz ve Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler başta olmak üzere, hemen bütün dünya ülkeleri için çok mühim bir ticari merkez ve kavşak olması neticesini doğurmuştur.Nüfusu, bütün Türkiye nüfusunun 5/1’i kadar olmakla beraber, iktisadi olarak tesir etmediği aile yok gibidir. Yani, doğrudan veya dolaylı olarak İstanbul’un her Türkiye vatandaşına az-çok maddi katkısı veya tesiri vardır diyebiliriz. Sadece İstanbul’un kendisinin değil, içinde bulunduğu Marmara Bölgesi’nin tamamının gelişmesi, yine İstanbul sayesindedir, denilebilir.“İstanbul’un suyundan içen bir daha ondan vazgeçemez” diye bir söz bile vardır. Yani, memur veya talebe olarak ya da geçici gurbetçi olarak gelenlerin çoğunun, buraya yerleşip geldiği topraklara geri dönmediği gözükmektedir. Yapılan araştırmalar, şimdiki İstanbul nüfusunu oluşturan sakinlerin, istisnasız bütün vilayetlerimizden gelen insanlarımızdan müteşekkil olduğu görülmektedir. Hatta, bazı vilayetlerimizin, şimdiki nüfusundan daha fazlasının İstanbul’da ikamet edenler bulunduğu kayıtlardan bulunabilir. Bunların yanında, göçmen veya mülteci olarak -başta komşu ülkeler olmak üzere- dünyanın dört bir yanından birçok kişinin tercih ettiği merkez, yine İstanbul’dur. Çünkü, Türkiye’deki ticaret, sanayi, ithalat, ihracat, eğitim, sağlık hizmetleri derken finans, büyük oranda İstanbul merkezli hal almıştır.Fakat bu durumun iyi mi, yoksa kötü mü olduğu tartışma mevzuudur. Coğrafi konumu ve eskiden beri ticaret merkezi olması hasebiyle zaten yoğun bir nüfus akışı varken, yeni cazibe sebebi olacak yatırımların yapılmasına ısrarla devam edilmesini bir ekonomist olarak çok da makul görmemekteyiz. Aynı zamanda mühim bir deprem kuşağı üzerinde bulunması, -Allah muhafaza- muhtemel bir depremde hem zarar görecek insan sayısının artmasına hem de iktisaden ülke olarak daha fazla zarar görülmesine sebep olabilir. Bu kadim şehir, öyle stratejik misyonlar yüklenmiş durumdadır ki; halk arasında “İstanbul Türkiye’ye bakar; fakat, Türkiye İstanbul’a bakamaz” diye bir söz de yaygındır.Yeni yatırımların buraya yapılmasına devam edilmesi, aynı zamanda ülkenin diğer kısımlarının birçok alanda geride kalması ve bura nüfusunun daha da artması manalarına gelmektedir ki, bu da pek çok cihetten dengesizlikler yaşanmasına sebeptir.İktisaden gelişmiş ülkelere baktığımızda, nüfusun da yatırımın da dengeli dağılmış olduğunu, gelişmemiş bir tek köy bile kalmadığını rahatlıkla görebiliriz. Yani, köy dediğin yazın tozlu, kışın çamurlu olarak akla gelmiyor oralarda. Bilakis, her bir köy, şehrin küçük ve daha sakin bir halidir sadece. Ziraat ve hayvancılığın geri kalmaması için köyler, gerekli tedbirlerle birer cazibe merkezi haline getirilmiştir. Ülkemizde de bu tarz çalışmalar başlamış olmakla beraber, henüz alınacak çok yol var.Aynı zamanda gelişmiş ülkelerde, her bir şehrin farklı özelliği olabilmektedir. Mesela, bir şehir fuar organizasyonları ve tanıtım yönünden, başkası otomotiv sanayii cihetinden, birisi makine veya elektronikte, bir diğeri tekstil imalatında, başkası finans merkezi olarak önde gözükmekte, dolayısıyla nüfus da dengeli ve adil dağılmaktadır. Hatta, şimdi yazarını hatırlayamadığım bir tahlilde, çektikleri filmlerinin bile hep farklı şehirlerde geçmekte olduğu, sanki her yeri ayrı ayrı tanıtmaya çalıştıklarına vurgu yapılmıştı.“Yani, bizim gibi bütün film ve dizileri aynı yerde (İstanbul’da) geçmiyor” diyor yazar.Yukarda da bahsettiğim gibi, bizde nerdeyse her sektörde İstanbul’un öne çıkmasıyla, diğer şehir ve bölgelerimiz hem gölgede kalmakta hem de İstanbul, çok aşırı yük altına girmiş olmaktadır.Nüfus yoğunluğu, hizmetlere ulaşma noktasından zorluklar yaşatmaktadır. Trafik, sağlık, eğitim, kiracılık gittikçe zorlaşmış, şehir sakinleri umum itibariyle sabırdan, saygıdan ve birbirine tahammülden yana istenmeyen seviyelere gelmiştir. Kırsal bölgeler ise bunun tam tersi olarak, köyler boş kalıp ziraat ve hayvancılık zayıflarken, küçük şehirler ise yatırım eksikliği ve iş alanı yönünden geri kalmaya devam etmektedir.Biraz idari ve siyasi mevzulara da girmiş olduk ama ticaret, siyasetten ayrı düşünülemez. Çünkü, siyasi büyüklerimizin vereceği bir tek karar, çıkaracağı bir tek kanun, bütün ticari hayatı tesir altına alabilmektedir.Tarihimizde bin senelik geçmişi olan Ahilik, ticaret ve ziraatı düzenlemekle kalmamış, şehirciliğin de çehresini müspet yönde değiştirmiştir. Ahiliğin başarmış olduğu en mühim meseleler, ticaret erbabının hem ahlaki hem ticari eğitimler alarak uzun süreye yayılan uygulamalı tüccar ve esnaf grupları yetiştirmesi ile, ziraat ve hayvancılık faaliyetlerinin planlı ve kontrollü yürümesi işleridir. Avrupa ülkeleri, 1840’lı yıllarda Kayseri ve Kırşehir gibi ahiliğin merkezi olmuş vilayetlerimizde yapmış oldukları araştırmalardan sonra kendi sistemlerini bugünkü hale getirmişlerdir. Ki daracık topraklarına rağmen zirai mamullerde en iyi neticeleri almakta, en iyi seviyelerde bulunmaktadırlar.Hatta, başka ülke topraklarını kiralayarak üretimlerini oralara taşımaktalar.Eskide bizde olduğu gibi, her isteyen istediği işyerini açamaz, her çiftçi, istediği ürünü, rastgele miktarda üretemez oralarda. Hasılı şu anki uygulamalarımız, 1000 sene önceki ecdadın uygulamalarına yetişebilmiş değildir.Mevzular, İstanbul’un da dışına taştı fakat, ne yapalım İstanbul’un kendisi zaten her yere taşmış durumda. Özetle, İstanbul’u sevmek demek, herkese, her alana açmak manasına gelmemeli, planlı ve kontrollü hareket edilmelidir.İstanbul yol geçen hanı olmamalı, yükü hafifletilmelidir.Yine, Türkiye İstanbul’dan ya da bulunduğu coğrafî bölgeden ibaret değildir. Oralar da ihmal edilmemelidir.Seviyorsak, muhafaza da etmeliyiz.
Seksen küsur senelik hayatında Bediüzzaman Hazretlerinin yolu birçok defa İstanbul’a düşer. Eyüp Sultan’dan Bayezid Camiine, Yuşa Tepesi’nden Çamlıca Tepesi’ne kadar birçok yerde hatıraları ve tefekkürleri vardır. Bunlardan bir kısmı şöyledir…Yuşa Tepesi, Bediüzzaman Hazretleri’nin yalnız kalmak suretiyle ruhen istirahati aradığı1 ve dünyanın terkine karar verdiği yerin adıdır.2 Aynı zamanda İstanbul’un manzarası en güzel, maneviyatı en yüksek yerlerinden biridir. Eyüp Sultan Camii, Bediüzzaman Hazretleri’nin şu dünya misafirhanesinde bir misafir olduğunu tefekkür ettiği yerdir. Kendisi şöyle diyor: “Sultan Eyüp Camii’nin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul’da da misafirim. Bu dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul’dan da çıkacağım. Diğer bir günde de dünyadan çıkacağım.”3 Eyüpsultan kabristanı, Bediüzzaman Hazretleri’nin اَلْمَوْتُ حَقٌّ “Ölüm haktır!” hakikatini tefekkür ettiği yerin adıdır. Orada kendisine şöyle seslenir: “Bu senin etrafındaki kabristanın içinde yüz İstanbul vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîr’in hükmünden kurtulup sen müstesna kalamazsın, sen de gideceksin!”4Bayezid Câmi-i mübâreki, Bediüzzaman Hazretleri’nin Ramazan-ı Şerîf’te ihlaslı hâfızları dinlemeye gittiği yerdir. Hem hâfızların lisanıyla Kur’ân’ın “Her nefis ölümü tadıcıdır!” hakikatini derinden hissettiği mekândır. Zira şu ifadeler Üstad’a aittir: “Kur’ân-ı Mu‘cizü’l- Beyân, semâvî yüksek hitabıyla, beşerin fenasını ve zihayatın vefatını gayet kuvvetli bir surette haber veren كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ fermanını, hâfızların lisanıyla i‘lân etti. Kulağıma girip tâ kalbimin içine yerleşti. Ve o pek kalın gaflet uykusunu ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti.”5Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca Tepesi Bediüzzaman Hazretleri’nin Rusya’ daki esaretinde, Kosturma’daki câmideki intibâh-ı rûhîyi yeniden yaşadığı yerdir. Hazreti Üstad, Çamlıca Tepesi’nde şu manaları zihninde tefekkür etmiş ve şöyle demiştir: “Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibâh cihetinde, en evvel alakadar olduğum fâni şeylerin fâniliklerini gördüm. Kendime de baktım, nihâyet-i aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere mübtelâ olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayır gelebilir. Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir bâkî-i sermedî, bir kadîr-i ezelî lâzım.”6Bir taraftan dünyayı terk eden, insanlardan adeta kaçan bir hâl sergileyen Bediüzzaman Hazretleri diğer taraftan memleket meselelerine kayıtsız kalmayarak etkin bir tavır ortaya koymuştur. Mesela, 31 Mart hadisesinde Volkan, Serbestî ve Mizan gibi gazetelerde yazmış olduğu makalelerle isyan eden askerleri itaate davet etmiştir. Hatta Bab-ı Seraskeri’ye giderek isyan eden sekiz tabur askere hitap etmiş ve bu konuşması üzerine askerler isyandan vazgeçmiştir. Bir hafta boyunca İstanbul’da yatıştırıcı faaliyetlerde bulunması, asayişi muhafaza ve fitnenin önüne geçme çabalarına rağmen Üstad Hazretleri Divan-ı Harb-i Örfi namındaki mahkemece tutuklanmıştır. Bir ay tutuklu kaldıktan sonra 23 Mayıs 1909’da yapılan ilk duruşmadaki cesur ve ateşli müdafaasının ardından tahliye edilmiştir. Mahkeme esnasında, idam edilmiş on beş mahkûm pencereden görünür bir vaziyette iken mahkeme reisi Hurşid Paşanın, “Sen de şeriat istemişsin?” diye sormasına karşılık, “Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!” cevabını vermiştir.7 Birinci Cihan Harbi’nde gönüllü alay kumandanı olarak iki sene mücadele eden Bediüzzaman Hazretleri yaralanıp Ruslara esîr düşer. İki buçuk sene süren esaretten geldikten sonra “Hutuvât-ı Sitte” gibi eserleriyle kendisini tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbul’a tasallutu altında İngilizlerin başlarına vurur.”8 Hâsılı Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin yolu İstanbul’la her kesiştiğinde görülüyor ki; ya toplumu alakadar eden mühim hadiselerde vatan ve milletin menfaatine yönelik zulme ve işgale karşı büyük bir cesaretle aktif rol oynuyor veya derin, ilmî düşüncelere dalarak insanın acizliği ve dünyanın fâni oluşu gibi Kur’ân hakikatlerini tefekkür ediyor.1- Lem’alar, s. 236.2- Sözler, s. 77.3- Lem’alar, s. 247.4- Sirac’ün-Nur, s. 53.5- Lem’alar, s. 241.6- Lem’alar, s. 250.7- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 121.8- Mektubât, s. 66.
“Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimet-i Bârî Habîb-i Ekrem’in yâri Ebâ Eyyûbe’l-EnsârSaadetli İstanbul şehr-i şehîrine şöyle bir ayak üstü misafir olalım.” der müellif hanım. Biz de deriz ki Olmaz! Hep öyle biz misafir olacak değiliz ya! “Değer”li İstanbul’un şahs-ı manevisini dostane münasebetimizden mevzubahisle satır üstü layıkıyla biz misafir edelim. Vefamızı ve kadirşinaslığımızı bir nebze de olsa bu kez de böylelikle arz edelim. İnşallah!Değ/er mi?Evet, ulaş/ır. Çok çok eskilerde aslen “tegir” denirdi. Şimdilerde “değer” deniyor. Arapça birazcık “kıymet”e tekabül ediyor. Herhangi bir şeyin maddi veya manevi olarak değdiği (ulaştığı/yakıştığı) karşılığı, bahası değer olmuş oluyor. Hadi maddiyi geçelim, reyonda fiyat yazar geçersin. Manevi yöne göz ucuyla şöyle bir bakıverelim. Meşhurdur kenz-i mahfiyi sıkça duymuşuzdur. Yani, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim. Bilineyim diye kâinatı yarattım.” hakikati… Bu hadis-i kudsiye ulaşan/yakışan karşılık marifet ve marifet ile gerçekleşen iman ve rükünleridir. Bunlar aynı zamanda bizim için birer “değer” oluverir.Rabbimiz, “(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyurmuştur. Biz kullar için bu hakikatin karşılığı namaz başta olmak üzere çeşitleri ile tek tek, bütünüyle yek-pare ubudiyet olmuştur. Ubudiyet bizim için aynı zamanda bir değer. Kelamullah hakkında, “…Kur’ ân’dan öyle şeyler indiriyoruz ki o, mü’minler için bir şifâ ve bir rahmettir;…” buyrulur. Kendisi de okunması da yaşanması da adabı da bizim için ayrı ayrı birer değer olur. Tabi ki ibadet olmasının yanı sıra…Enbiya suresindeki şu ayet-i kerimeyi hemen her hilye-i şerifte görürüz: “(Ey Resulüm!) (Biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik.” Anlaşılan Rahmeten li’l-Âlemin’i (asm) en güzel bu ayetle tanıyoruz. Fezleke misali… Karşılığı ne ola ki? Tabi ki mucizelerinin marifeti ve tasdikiyle onu tanıyıp iman edeceğiz, işte bir değer. Sünnet-i seniyyesine ittiba ile şahsi ve içtimai hayatımıza nurlu bir rota belirleyip o cihette yürüyeceğiz, başka bir değer. Yıldızlarını, ashabını takip ederek karanlıklarda yön belirleyeceğiz, o da bir değer. Hele Kur’ân ahlakı olan güzel ahlakıyla ahlaklanacağız ki bu tüm ahlaki değerlerin gıdasını kendisinden almış olduğu kaynak bir değer. Bu değerlerin hepsini girift olarak derç etmiş olan nübüvvet ve risalet ise imanımıza kuvvet katan mucizelerle örülü yek-vücud iki değer.Ha, şunu da unutmayalım. Rabbimiz Resulünü Kitab’ında üsve-i hasene olarak zikreder: “And olsun ki sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resulünde güzel bir örnek vardır.” Rehberimizin, Seyyidimizin, Siracımızın (asm) tatbik olunarak hayat bulan her fiili, her hali, her kavli, her ahlaki vasfı münevver birer değerdir. Başta Gökteki Yıldızlar (r.anh) olmak üzere her asırda ümmete yansımıştır.Acziyetini ve fakriyetini anlamakla, insan-ı kâmil yolunda süluk etmekle insan da “değer”leşir. Kadir-i Rahim’in dergâhına yönelir ve Rabbiyle bağ kurar. Ayete kulak verir, “değer”ini idrak eder: “… Şübhesiz ki ben, yeryüzünde (insanı) bir halîfe kılacak olanım. …” “Ey kendini insan bilen insan, kendini oku!” hitabı, can kulaklarımızda yankılanır. Hamden kesira, Yunus misali okuruz…Kifayet etmez, kâinat kitabını da okuruz. İnsan-ı ekberin de “değer”leştiğini görürürüz. Âlemlerin Rabbinin, “Hem göklerde ve yerde nice deliller vardır…” emri ile tefekkürle okur-gezer olur, biiznillah tahkiki imanı kazanırız. Gözlerimizi peteğe çeviren göz önündeki bu “değer” kovanına ne diyebiliriz ki?Ahlaki değerlerin değer kazanması nasıl bir şey olsa gerek?Ahlaki değerin hakikatini bulmasıyla, hakiki bir değer kazanmasıyla olmasın?Hem de ihlas ve irtibatla…Daha da kâmil bir ifadeyle, azami ihlas ve irtibatla…Bir şeyde rıza-yı ilahi mevcutsa ve o şeyin Rabbimizle bir irtibatı varsa o şey “değer”lidir, güzeldir, devamlıdır. Hakikat olur. Bir “ahlaki değer”de bu iki vasıf noksan olmazsa hakiki birer değer mevzubahis olur. Aksi takdirde değer mi? Kat’a ve asla!İşte iki misal:Hepimizde mevcudiyetini yakinen hissettiğimiz, adeta insanca yoğrulduğumuz iki hal var. Acz ve fakr. Biz fakr haline bakacağız. Bizdeki fakriyet halinin karşılığı, yakışırı olan yardımseverliktir. Malumumuz bir “değer” kabul edilir. Rabbimizle bağımız olan “Allah için veriniz.” emrine uyulmazsa riya mevcud olur, hakiki değil battal olur. Yapılan yardım da yerini bulmaz. Yardım, eğer “Allah adına, Allah için verilirse” tecelli eden zekât olur, sadaka olur, ibadet olur. “Alan sensin, veren sen!’” nidasıyla El-Kerim, el-Latif, el-Muhsin isimleri tecelli eder. Haya timsalinin elinden suyunu Cennet’e taşıyan Rume kuyusu gibi ibka olur, Cennet’ten nişane taşır. Ulaş/ır. Değ/er olur. Yani yerini bulur. Sahibini kuru bir mecaza değil de hakiki bir “değer”e sahip eder.Bizdeki şu ünsiyet hissi, garib bir latife. Yaraşırı/değeri enisi iktiza eder, bulunca da aradaki münasebet dostluk olur. Aşina olduğun dostla kuracağın bu dostluk, “Allah için olunuz.” düsturuna sahip değilse fani olur, yeri gelir gafletle zehir olur. Hem ekseriyetle kısır kalır. Dostluk, eğer “Allah adına, Allah için olursa” el-Veli ismi tecelli eder, Habibullah sırrı anlaşılır, Ebubekircesine (ra) ibka olur. “Dost istersen Allah yeter.” dedirtir. Dünyevî menfaate ve fenaya mahkûm kalmaz. Tüm ahlaki değerlerimizin menbaı olan Kur’ân ve Sünnet nimetleri ruhumuza, kalbimize, aklımıza ve tüm latifelerimize ihsan edilmiş. Hamden lillah!Şehrî değer: İstanbulAynı kökten gelen şu şöhretli üç kelimeye hasr-ı nazar edebilir miyiz? Şehir, Teşhir, Meşher / Tanınmış, Herkese gösterme, Sergi yeriEvet, Dersaadet tanınmıştır. Elbette ki saadet kapısı olmuştur. Hem de İslam olarak Müslüman gönüllerce. Zira teberrüken milyarlarca kalbe tohum misali belde muhabbeti düşüren, bu güzide şehri “değer”leştiren kelam Sahibü’s-Seyf Efendimizin (asm) mübarek dilindeki kılıç parıltısı taşıyan sözdür: “Konstantiniyye mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden emir ne güzel emirdir! Ve o asker, ne güzel askerdir!” Risaletteki hitabın tesirini hissedebilene ve hakiki tanıyarak saadet kapısından girebilene ne mutlu!Evet, bu medine-i kebire, Sani’i nazara veren İslam medeniyetinin en ince sanatlarıyla tezyin edilmiş, tefekküre sevk eden şehir sathında bir teşhirgâha dönüşmüştür. Mabedlerimiz bunun en büyük şahidi olmuştur. Gök kubbelerinin altında yapılan omuzlarda/kalblerde birliği sağlayan ibadetlerle kulluğun zevki idrak edilmiştir. Yatayda zemin sathına yayılarak ubudiyetin neşrini seslenen çil kubbelerin yanı sıra, elif misali ezanlarıyla yerden semaya yükselen kalem minareler adeta ikiliği kaldırıp tevhid yazmış, cihetlerin kesretinden azade olarak uluhiyetin sırlarına kapı aralamıştır. Böylelikle İslam akaidinin şehre vurulmuş mührü, yedi düvele ilan edilmiştir. Toprak, hava vs. unsurlarla kalbine gölge etmeyip maddeden geçip Şehrin Sahibini bulabilene ne mutlu!Evet, hem İslambol zaman katarlarından seyirle günümüze ulaşan bir meşher olmuştur. Bu hakikati dile getiren Şairlerin Üstadına binler tebrik: “Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! / Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler.” Bu öyle bir sergi ki belki de kıyamete kadar sürecektir. Kimi ayaküstü kimi mesken tutarak misafir olmuş. Her gelen adeta imanını, ubudiyetini, ahlakını ve bunların maddi kıyafetlerini dokumuş. Bu, asırlardır süregelmiş. Aşkla, şevkle, ümidle… Taştan, topraktan, ahşaptan… Bazen suyun üzerine bazen kâğıdın üzerine… Sani-i Zülcelal’in sanatı olan şehrin güzelliğiyle ilhamını ilahi sanattan alan insan sanatı mezc olunca üç kıta arasında 72 millet seyre koyulmuş. Canlı ve donuk manzaralarını seyredenlerin nazarları kalbdeki imani tefekkürle ya cana can katmış ya da küfür ve dalaletin gafletiyle kalpleri paslandırmış. İstiridye ve yılanın ağzına düşen nisan yağmuru misali; birinde inci, diğerinde zehir. Barika-i hakikat… Cemalin cilvesinin tazeleştiğini, güzelleştiğini görebilen, hakikat nuru yüzlerine yansıyan bahtiyarlara selam olsun!Değer içinde değer var!Büyüklerimiz “Edeble gelen lütufla gider.” demişler. Hatt-ı Kur’ân ile meskenlerimize ta’lik ettiğimiz bu adabı yetim bırakmamalı, hanelerimize girerken tatbik etmeliyiz. Şehir hanelerimizde de aynı adab ve erkân titizliğini göstermeliyiz. Mekânın manevi ruhunu incitmemeliyiz. Büyük ve küçük âlem arasındaki adab-ı muaşeretin fihristindeki bu ilk maddeye fiilimizle en güzel hüsn-i misalleri vermeliyiz.Bizim şehr-i İstanbul isimli bu büyük hanemizin kapısı “Eyyub Sultan”dır. İlk bu kapıyı çalarız. Aksi takdirde kanaatimizce, “Evlere kapılarından giriniz.” düsturuna zıt hareket edilmiş olur. Büyük bir nurdan ve feyizden mahrum kalınır.İşte evvela o kapıyı çalıyoruz…Dış avluda bir nefeslenmelik… Dahilden hariçten hâzır ziyaretçiler güzel bir niyet etrafında tek vücud olmuşlar: Rabbimizin sevgili kulu, Habibullah’ın (asm) mihmandarı Ebu Eyyub El-Ensari’nin (ra) huzurunda Rabbimize niyaz ve iltica. Çocukluğumuzun Anadolu’daki türbe ziyaretlerinde aldığımız aynı enfes koku ve yeşilin aynı tonu bizi karşılıyor. Bir farkla: Bu geniş oda, sakal-ı şerif ve kadem-i şerif ile şereflenmiş. Huzurda kalışın uzamasını istememize rağmen insan seline kapılıp yürür vaziyette ediyoruz dualarımızı. Çoğu zaman olduğu gibi. Lakin dualarımıza, iç bahçedeki çınar ağacının altında devam ediyoruz. İçeriden kalan ağız tadımızla uzun uzadıya… Biz şuuruyla. İman ve ittihad çekirdeği üzerine bina ederek. Ehl-i imanın selametini gözeterek. Müşterek duamıza hususi listemizdeki isim silsilemizi gıyabi niyetiyle ekleyerek. Salavat ve tahiyyatlarla tezyin ederek. Fatihalarımızla mühürleyip manen Mescid-i Nebevi dualarına irsal ederek. Zamanın gergefinden asr-ı saadet dualarına yol bularak…Saadet asrının ruhunu taşıyan bu mekâna gelirken, bir yandan bedenlerimiz Kur’ân yazısının yevmi hayata atılmış imzaları olan kitabelerin arasındaki tarihi yollardan geçer, diğer yandan ruhumuz şeairin ve telkin ettiği haşir akidesinin manevi havasını kalbe ve latifelere çeker. Adeta Eyyub Sultan’ın huzurunda içtimaa hazırlanırız. Eşikte, daha dış kapıda kitabelerin şekli ve telkin ettikleri maneviyat farklılaşır. Artık mabede yaraşır bir tarz hakimdir. Ubudiyete yönelik ayet ve hadisler mübarek caminin her tarafında arz-ı endam eder. Kalb kulağımıza adeta, “Kur’an-ı Kerim Mekke’de nazil oldu, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözünü fısıldar, ilham eder. Yazının ve yazmanın hakikatini, daha bir başka idrak ederiz. İşte duamızın akabinde, gözlerimizin ardı sıra gönüllerimiz tekrar Kur’ân hattını takibe koyulur: Tefekkür eşliğinde… Hakikat ballarını şehir hanesinin kalbinden derler. Mescidin içerisine kadar bu hattan ilerleriz. İçeride artık taş kitabeler değil de duvarlardaki kağıtla mürekkebin ahenkle kucaklaştığı levhalar bizi karşılar. Bunlar, adeta ubudiyet yolunun işaret levhalarıdır. Dışarıdan içeriye girer girmez manevi hava farkı yaşayan bizlerin mescide intibakınızı kolaylaştırır, çabuklaştırır. Temaşa süresinin ardından gözlerimiz secde yerine sabitlenir, ellerimiz semaya namaz duası için açılır. Dilimizdeki sessiz ve aheste tesbihat eşliğinde mescid kapısına yürürüz, “Rabbim! Günahımı affet, lütuf kapılarını benim için aç.” duasını dilimizden kalbimize dökerek dışarı adım atarız. Az sonra doyumsuz tefekkürün tadı bizleri avludaki kabirlere ve başını cami-i şerife dayayan kabristana cezbeder. Aklımıza belde-i mübarekin Fatih’i gelir. Az ötedeki ismi kendisiyle beraber anılan semtte ikâmet/istirahat etmektedir. Sonra naaş-ı şerifi keşfeden fethin ve Fatih’in hocası Akşemseddin Hazretleri gelir aklımıza. Göynük’te hâlâ hizmet mekânını beklemektedir. Evvela onlara Fatihalar göndeririz. Şimdi fetihle birlikte Konstantiniye’yi İstanbul’a dönüştüren; sanatıyla, Müslüman yaşayışıyla ve tebliğiyle ahirete irtihal etmiş olan ecdad ile baş başa kalmışızdır. Belli ki daha ilk günden Kutlu Ev Sahibinin (ra) etrafına toplanmış, çember oluşturmuşlar. Onunla haşredilmek istercesine mahşeri beklemekteler. Aklımıza “hazine” kelimesi düşer. “Mevtî hazine”. Rabıta-i mevte vesile… Muhasebeye sevk eden muazzam bir “haşrî akaid hazinesi”. İsmi şanı duyulmamış, duyulsa da unutulmaya yüz tutmuş olan, binlercesinin her biri ayrı bir hayat hikâyesine sahip komşulardır onlar. Misafir kim, ev sahibi kim? Başucu hüviyet-taşlarında zamanından izler nakşedilmiş, duyulmaz ve görülmez olmuş, tevhidin ve uhuvvetin manevi nefesiyle “değer” kazanmış kabir ehlinin arasında tefekküri seyahate başlarız. Şehrin tantanasından debdebesinden ırak kabristanı, İslam harfli kabirleri mesken tutan kediler eşliğinde gezeriz. Rahim zikrinin zakirleri, adeta ecdada vefa göstermekte ve hatt-ı Kur’ân-ı takdir etmektedirler. Elbette bu seyahat bizim için müzelik bir seyir değildir. “… ölümü çok hatırlayın.” hadisinin tatbikatıdır. Gözümüz yorulmaz, hafızamıza nisyan marazı düşmez. Suretler için kimseden müsaade almayız. Dillerimizden Fatihalarımızı ve rahmet dualarımızı düşürmeyiz. Felsefenin çıkasıca tek gözüyle talim ve terbiye gören ve onca maddi külfetle baharlarda bu mekâna mesirelik ziyaret yapan Avrupalıların kulakları çınlasın!İbtida defnedilenlerden başlayarak uzayıp giden kabristanın ince, zarif tarihi koridorlarındaki ziyaretimiz, yukarılarda asrî kabirlerin görünmesiyle limoni tat vermeye başlar. Artık göz yoran, ruha yük olan, tefekkürü kat’ eden, taşlardaki hakikatlerin lezzetlerini körelten Latin harfleri etrafa saçılmakta, manevi havamız gri renkli bulutlarla kaplanmaktadır. Biraz daha yukarıya çıkıldıkça aynı nakaratı görürüz. Duralım der, ismi dahi bize Fransız olan tepeyi bitiş noktası kabul ederiz. Muhasebemiz yerini mukayeseye bırakır. Şehrin en manevi ve mübarek yeşiline daldığımız Eyyüb Sultan’ın mana semtinden, şehrin yüzeyindeki maviliğe ve dünyevi koşuşturmalara uzaktan bakarız. Manzara, mekânı olduğu gibi şimdiki zamanı da teşhir etmektedir. Hem-hal olduğumuz hadisteki hakikatin ilk iki kelimesi gelir hatırımıza: “Lezzetleri acılaştıran…” Aslında bitiş noktasında hâl diliyle mütalaa ettiğimiz ders budur. “Ölmeden önce ölmenin” değ/er’ini derk etmek ne güzel! Sonrası tele/frik: “Bunu bizim hizmetimize veren Allah her türlü kusur ve noksanlıktan uzaktır. …”Asla!Ey şehr-i İstanbul, sen kendin başlı başına bir değersin. İçinde değerler manzumesi gizlidir. Daha kapında şehrin en güzel yakışanı, şehrin sultanı bir değer olarak bizi karşılar. Ecdadımızın tarih şeridine tarih düşerek kaydettiği, İslamiyet’in ab-ı hayatı olan imani hakikatleriyle beslediği İslam yazısı bir değer… Adım başı huzura yakışan ve yaklaştıran dua adabıyla/biz şuuruyla/kollanmasıyla bir değer… Yaratılışındaki/inşa ve imarındaki manzaralarınla maddeden manaya kapı açan tefekkür bir değer… Mabed değer/ubudiyet değer… Bunlarla daha kapıda karşılaşırız. İçerisi tam bir meşher, tam bir teşhirgâh. Bu şehirde, kâinatı bir şehir olarak yaratarak isim ve sıfatlarını teşhir ettiği sanatlarında gösteren Kâinat Sultanın rızası vardır. Nebevî fetih müjdesinden bu aşikârdır. Manevi cihadı kendine şiar edinen her mümin için aynı müjdenin süresi manevi fethin beklenmesiyle dolmuş değildir. Bu fetihte iman ve ittihad-ı İslam en büyük vesiledir. Aynen öyle de Kur’ân ve sünnet düsturları üzerine kurulan, İslami ve imani rükünlerini ab-ı hayat olarak ihtiva eden değerlerin ihyası da müessir olacaktır.Ama asla, değer içinde değerler az değil!Şübhesiz Rıdvan Beyatına katılan, Allah Resulünü Medine’de misafir eden, doksan küsur yaşlarında İslam ordusuyla İstanbul üzerine çıktığı cihadda hastalanarak ayağının bastığı en uç noktaya defnedilmek isteyen bu büyük sahabe, ümmete yol gösterici parlak bir yıldız olmuştur. İstanbul’a akın akın gelen ümmetin kalbine Kâinatın Güneşi’nden (asm) aldığı iman nurunu yansıtmıştır. Rehber-i Ekber’in (asm) sünnet-i seniyesini günümüze kadar ihya ederek Medine’den İstanbul’a mana hattı tesis etmiştir. Şehrin dört bir köşesine yakışan, vazifeleri irşad olan ayrı ayrı şahsî değer’lerin rahlesine Mürşid-i Ekmel’in tedrisini taşımıştır. Kumandan-ı Azam’ın (asm) komutasında, (talebesine keşfen yerini gösterdiği gibi) manen fethin yolunu da gösteren/gösterecek odur. Değ/erini ondan alanlardır.İşte…Anadolu’nun Boğaz’la omuz başı olan serhatinde, Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri. Açtığı Hüdai yolu hâlâ selametli. “Ya Rabbi! Kıyamete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir.” diyerek, sevenlerine yaptığı duasıyla sanki duadan bir Hüdai abası dokumakta. Karşı tepecikteki Beşiktaşlı Yahya Efendi’nin gönüllerde tefekkürle yeşerttiği manevi tevhid asması hâlâ aynı tazelikte, kuru dallardaki ballı tulumbacıklar üzerinden tefekkürün manasını talim ediyor. Merkez Efendi şehrin merkezinde ismine layık tek kelimelik tevhid dersiyle vazifesine devam etmekte. Hocası Sümbül Efendi’nin vaazlarıyla Ayasofya Cami-i Kebiri ve Fatih’in kubbelerinde yankılanan sesi ve hitabetindeki gül kokusu günümüze ulaşmakta. Makbul duasıyla Zeyrek yokuşundaki tenha bir harabeye çekilen Mehmed Emin Tokadî Hazretleri vakt-i saatinde yapmış olduğu duayla, ziyaretçilerine cehennem ateşinden koruyan zırhlar örerek adeta ubudiyet dersi vermekte. İslam olmuş taze bir şehri Müslüman hayatına hazırlamak için dünyanın dört yanına yayılan sahabe misillü, Selçuklunun payitahtından Osmanlı payitahtına kopup gelen Ebu’l-Vefa Hazretleri, Allah Resulünün ashabına ve tebliğine olan ihlaslı bağı ve vefasıyla ders vermekte.Her biri nübüvvet bahçesinin bir gülü. Aynı koku, aynı ses, aynı eda… Sadece şahıs mı?Değil, tabi ki! Mekânda da temerküz eder değer. Eğer Müslüman olduysa bir şehir, her şeyi ile olur. Doğrudan doğruya Kur’ân’dan aldığı ilhamı asrın idrakine söyletir. Mesela şehrin damarlarındaki şifayı, susamış tenlere taşıyan çeşmeler değer olur. Her köşe başında taştan alınlarındaki hat ile sessiz hatib olur, haykırarak tevhid dersi verir: “… Rableri onlara tertemiz bir içecek (Cennet şarâbı) içirmiştir.” Bazen de bu ders haşr olur: “Orada katkısı zencefil olan (Cennet şarâbı dolu) bir kadehten de içirilirler.” Allah Resulünün sünnet-i seniyeyesine ittibaya çağırır: “Malın en hayırlısı hayra harcananıdır.”Hem mesela şehre serpilmiş olan, hafıza kuvvesi kütüphaneler ilmin farziyetini ihtar eder, ta’limi hayatın içinde canlı tutar. Yanı başındaki hamamlar temizliğin imandan olduğunu hatırlatır, adab-ı muaşereti gözeten imarıyla en büyük dairede hayayı muhafaza eder. Ya Müslümanca hayatın hususi dairesi meskenlere ne demeli? İç bahçeli, cumbalı, “Edeb ya hu” ile düğülmüş kapı tokmakları bulunan bu evlerin arasındaki dar sokaklar, bizi tesettür ayetini tefekkür ettirerek gezdirir. İslâmbolî bir eda ile fikir ve hislerimize asrı saadet mahremiyeti aşılar. İstanbul biz, biz İstanbul oluruz.Nasıl Rabbimizi tanımak için kendimizi okuyorsak, kâinatın en güzel şehirlerinden olan İstanbul’u da öyle okuruz.Kendimiz gibi.Tefekkür binamızı iman rükünleri üzerine tesis ederekten.Bazen yakından bazen uzaktan… Mesafeler mâni olmaksızın gezeriz. İman gözüyle, tefekkür mesleğiyle… O an perdeler kalkıverir. Seyahatimiz bedene münhasır kalmaz, ruhen de başlar. Öyle ki zaman da kendinden geçer. Ta şehrin ihtidasına değin ulaşır.Gezeriz…Bizim gezmemiz hani biraz da Mevlana’ca olur. Hazret bir gün saatçinin önünden geçerken, saat tık tıklarındaki ahenk ve intizamdan ruhu cûşa gelip olduğu yere çakılır, semah ilk o an başlar. Adeta insan-ı ekberin nizamı, fiilen ve halen şahsında vücud bulur. İbrahim Hakkı Hazretlerinin sema’da bulduğunu, yanı başındaki saatçide bulur. Nizamın sahibinin huzurunda baş yana düşer, kalb tevhid nuruyla dolar.İşte bu tevhid dersini ruhumuza nakşettiği için İslâmbol’un semalarında ve simalarında gezmeye “değer” deriz.Yıldız yıldız, çiçek çiçek…Hele aylardan şehr-i Ramazan ise daha çok “değer” deriz. İki mübarek bir arada… Gelsin Yasinler, gelsin Fatihalar… Okunsun dillerde ve gönüllerde salavatlar… Tilavetle manevi ziyafet sofrası kurulsun. Eğlence ve yemek kültürüne hasredilmekle asr-ı saadet ruhuyla irtibatı kesilmiş olan yaralı şehr-i Ramazan neşe bulsun, şehr-i İstanbul rıza-yı ilahi musafahasıyla kucaklaşsın.Hem çocuklarımızla beraberce… Allah ve Peygamber muhabbetini aşılamak için fırsat bilerekten doyasıya gezmeye “değer” deriz. Onları, evvela bir cuma saati Eyyub Sultan’ın huzuruna çıkararak ardından Haliç gerdanlığına dizilen incilerin -sahabe Efendilerimizin- ellerini manen Fatihalarla öptürerek. Çocukluk saatlerini yeşilin en güzel tonu bir renkle ve misk-i anber kokusuyla tezyin ederek. Sonrası Allah Kerim.Senelerin müruruyla fark ederiz ki bu “değer”li şehrin tanınması, idrak edilmesi, sevilmesi, gezilmesi dahi başlı başına bir “değer” olmuş. “Değer”i nasib edene şükran hissi ile dolar taşarız. Peygamber (asm) emaneti biliriz. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye kardeş biliriz. Kalbimizde yaşattığımız surrelerimizi, mana kervanlarımızla şükür nişanesi olarak sunarız.Ey şehir! Sen, ey Peygamber (asm) müjdesiyle değer olan güzel Şehir! El-Müzeyyen isminin tecellisiyle ziynetlenen “değer”lerine sahip çıkmakla kalbimiz imanca takviye oluyor. Tevhid binasında omuz omuza veren tuğlalar misali bizi bir ve beraber kılıyor, ittihadımıza vesile oluyor. Fethin ve Fatih kalbinin manevi mimarı, Hocamız Ak Şems’in Sultan Mehmed’in şahsında yaptığı niyazına ruh u canımızla binler “Âmiiin!” diyoruz:“Allah iman selâmeti versin.”
İstanbul bir vefa şehridir. Bir yanda kendini mesken tutmuş olan sakinler, uhrevi neşenin hâkim olduğu kabristanlarda istirahatle haşri beklemektedir. Diğer yanda dünya misafirliğini kendi toprağı üstünde geçirenler, Peygamber muştusunun bereketiyle muhafaza altındadır. Bu eman, müslim-gayrimüslim havasını teneffüs eden yevmî ve ömrî her misafir için böyledir. Tehlikeler karşısında dua silahıyla sadece yerle gök arasındakiler değil, yerin altıdakiler dahi teyakkuza geçer.Ebubekir Sami Paşa, şimdi Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Eğriboz adasında doğdu. 1813 senesinde yine son vazife yeri olan Eğriboz’da vefat etti. Osmanlının köklü bir vezir ailesinden gelen Paşa, memleketin farklı yerlerinde vezirlik ve valilik de olmak üzere devlet vazifelerinde bulundu.“Sarığı güzel” lakabıyla tanındı, ağırlıklı olarak tasavvufi mahiyette şiirler kaleme aldı. Nabi’nin hikemî tarzını takip ederek şiir rahlesinde ilahi aşkı ve ahlaki vasıfları ders verdi. Şiirlerini topladığı divanının yazma eser kütüphanelerinde birçok nüshası bulunmaktadır.Maarifperver şairin yazımıza mevzubahis olan gazeli, İstanbul üzerine dokuz beyitlik bir medhiyedir. GazelBakılsa merdüm-i ʻayn-ı cihândır İstanbul Nazarda matmah-ı pîr ü cüvândır İstanbul (Merdüm: Göz bebeği /Matmah: Göz dikilen yer)“İstanbul, (hakikat nazarıyla) bakılsa cihanın (üzerine titrenecek olan) göz bebeğidir. Hem genç-ihtiyar herkesin nazarını diktiği yerdir.” Gözbebeği üzerine niçin titrenir? Onu hassasiyetle muhafaza etme sebebi nedir? Biraz tefekkür ettiğimizde, göz nimetini ihsan eden Rabbimizin, güneşin ışıklarını gözbebeği vasıtasıyla aldırmayı takdir ettiğini anlarız. Karanlığa mahkûm olmayan bir vücud için gözbebeği, üzerine titrenen bir siyah noktadır.Eğer mevzubahis olan şairse işler değişir. Gözbebeği bazen, kalbden kalbe yol bulan muhabbet başta olmak üzere, hissi ışıkların alındığı geçiş güzergâhı oluverir. Buradan kalbe intikal eden şahıslar, “gözbebeğim” hitabına mazhar olur. Onların gözüyle görülür, onların hatırına sevilir. Bu hitab, umumi olarak ve halife-i arz vasfı gözetilerek “insan” için istimal edilir: Şeyh Galibce, “Merdüm-i dîde-i ekvân”. Evet, insan âlemlerin gözbebeğidir. Şems-i Ezelinin nurları, ışıkları bu gözbebeğine yansıyacak, isim ve sıfatların nurani haytlarıyla kalben âlemlerin hakikatinin idrak edildiği görme gerçekleşecektir. Dua ve istiaze damlasıyla gözbebeğini muhafaza edebilene!“Cihan, Kâinat” ismi verilen insan-ı ekberin kalbine aynı hakikat nurlarını alan gözbebeği, İstanbul’dur. Hem bu alış, manzara manzara-hadise hadise gerçekleşir. Burada akla mübarek beldelerle mukayese gelebilir. “Tarihin gözleri var, surlarda delik delik” mısraının merceğiyle bakıldığında, İstanbul isimli göz bebeğinin Hicaz’a hizmet ettiği görülür. Zira iki nurani beldenin asr-ı saadetten yansıyan ışıkları, nurları, en güzel gözbebeğimiz İstanbul’dan kalbimize yansımaktadır. Dersaadette, asr-ı saadetin siluetini görebilene.Elbette ki genç-ihtiyar herkes gözünü İstanbul’a diker. Matmah kelimesi tamah ile olan bağından dolayı nazarları menfi sulara sürükleyecek olur. Zira İstanbul, nazarları keskinleştirir. Kıldan ince, kılıçtan keskin. İhtar, nebevî ikazda gizli: “Gençlerinizin en iyisi, ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir. İhtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzeyenlerdir.” Kılavuz yapabilene. * * *Gunûde pister-i râhatda cümle sükkânı Misâfirine de cây-ı emândır İstanbul (Gunûde: Uyumuş / Pister-i râhat: Rahat döşeği)“Cümle sakinlerini rahat döşeğinde (koynunda) uyumuşken, İstanbul misafirlerine emniyet yeridir.”İstanbul bir vefa şehridir. Bir yanda kendini mesken tutmuş olan sakinler, uhrevi neşenin hâkim olduğu kabristanlarda istirahatle haşri beklemektedir. Diğer yanda dünya misafirliğini kendi toprağı üstünde geçirenler, Peygamber muştusunun bereketiyle muhafaza altındadır. Bu eman, müslim-gayrimüslim havasını teneffüs eden yevmî ve ömrî her misafir için böyledir. Tehlikeler karşısında dua silahıyla sadece yerle gök arasındakiler değil, yerin altıdakiler dahi teyakkuza geçer.Nisyan ve isyan perdesi altında cüz-i ihtiyarı ile İstanbul sarayını kendisine zindan etmeyene.* * *Mürekkeb ebr-i füyûzâtdan sirişt-i gülü Güzîde menbaʻ-ı ʻilm ü beyândır İstanbul (Ebr-i füyûzât: Feyizler bulutu / Sirişt-i gül: Gülün yaratılışı, fıtratı / Güzîde: Seçilmiş, mümtaz)“İstanbul, seçilmiş bir ilim ve beyân kaynağıdır. Bu şehrin (suffa ehli) güllerinin yaratılışı, feyiz bulutlarından (yağdırılan rahmetten) mürekkebdir.” Kur’ân medeniyeti İstanbul’da öyle bir tesis edilmiştir ki şehir adeta Kur’ânî ilim pınarı olmuştur. Yetişen Peygamber gülleri, kalblerine düşen Rahmanî feyizlerle gonca açmış, miskler saçmıştır. Bu dün de böyledir, bugün de böyledir. Zira Kur’ân talebeleri hem Allah kelamını mütalaa ve ta’lim etmektedir hem de Kâinat kitabının bu en güzel sahifesinde Sanatkârını tefekkürle tevhidi okumaktadır. Manevi rehber Hazret-i Eyyub (ra) ise, bulanık zihin ve kalbleri sünnet-i şerifenin nurlarıyla hâlâ irşad etmektedir.Rabbimizi bize tarif eden üç büyük tarif ediciyi, şehirden kalbe terkib edebilene.* * *Nukûş-ı âyinesi revnak-ı bahâr verir Masûn-ı rahne-i bâd-ı hazândır İstanbul (Revnak-ı bahâr: Baharın güzelliği, parlaklığı / Masûn: Korunmuş, mahfûz / Rahne: Yarık, zarar)“İstanbul, hazan yelinin zararlarından korunmuştur. (O ancak gönüllere) âyinesinin nakışlarıyla bahâr parlaklığı verir.”İstanbul ümidsizlik yurdu değildir. Orada güz yelleri dahi rahmet esintisi taşır. Bırakın bedenleri kurutmayı, ahireti nazarlara vererek kalbî asmaları yeşertir. Tefekkürle ballı teselli tulumbacıkları tattırır. İstanbul ayinesinde nevbahar yelleriyle, önce gri bulutlar dağılır. Kudret kalemiyle, bahara yaraşır ilahi nakışlar nakşedilir. Şehrin maddi-manevi muhteşem güzellikleri, cemali ziyadeleştiren manzaralarla yenilenir, Cemâl-i Zü’l-celâl ile kalblere iman nakşedilir. Korku ve ümid arasında, şehrin mevsimlerinde hakikati tefekkür edebilene…* * *Sevâd Hind ü ʻAcem’den gelir temettuʻ içün Metâf-ı zümre-i sûdâ-gerândır İstanbul (Sevâd: Irak, (mâl-ı kesîr) / Temettu’: Kâr, kazanma / Metâf: Tavaf edilen yer / Sûdâ-ger: Tüccâr)“İstanbul; Irak, Hind ve İran’dan kâr için gelen tüccarların dönüp durduğu yerdir.”İstanbul ticaret merkezidir. En zengin memleketlerin en mahir tüccarları, kâr elde edebilmek için orada tavaf edip dururlarken manevi ticaret nasıl akla gelmez? Akın akın Anadolu’dan, şark ve garptan gelen ilim ve irfan ehli nasıl akla gelmez? Manevi kazançtan dahi geçerek rıza-yı ilahiyi asıl maksad yapmış Mürşidlerin, irşad ve tebliğleriyle şehrin manaya muhtaç muhitlerinde tavafları nasıl akla gelmez? Nasıl, nasıl?Kalb ehlinin “rıza çarşısı”ndan, maziden atiye manevi kâr akar’ı olan selamlarını işitebilene…* * *Kırâʻat ehline sad-gıbta eylemekde hezâr Güşâde bir kafes-i bülbülândır İstanbul (Hezâr: Bülbül)“İstanbul’daki kırâ’at ehline bülbül dahi yüz gıbta eyler. Ki burası sanki bülbüllerin kafesinin açılmış olduğu bir yerdir.”İstanbul, sanki kapısı açılmış da içerisindekiler etrafa dağılmış bir bülbül kafesidir. “Sesinizi güzelleştirmek suretiyle Kur’ân okuyuşunuzu süsleyiniz.” emrine imtisal eden, Gül (asm) hasretiyle bağrı yanık bülbüllerin sadaları, yedi tepe üzerinden semaya yükselen minarelerde beş makamla ezan olarak duyulur. Mabedin kubbeleri altında ve kabirlere çevrilmeyen hanelerin ıssız köşelerinde, her harfi vaktin eşrefine göre değişen tilavetle, kıraatle sessizce duyulur. Gül bahçesinin mahremiyet örülü merasimlerinde beste eşliğinde güfte olarak, aminler eşliğinde mevlid olarak duyulur. Hilkatçe bülbüller, Gül (asm) aşkı ile dolarak-sesini ihlasla yoğurarak tekâmül eden beşerin bülbüllerine imrenirler.Şehrin maddi ve manevi simasına terennümleriyle nakşolan bülbüllerin nazını ve niyazını çözebilene…* * *Cerîha-i siteme hâk-i pâyı merhemdir Müdâm melce’-i dermân-degândır İstanbul (Müdâm: Devamlı, ara vermeksizin / Melce’: Sığınak, penâh / Dermân-degân: Dermân veren)“İstanbul, (fetihten bu yana) devamlı olarak bir derman veren sığınaktır. Onun ayak toprağı, zulm yarasına merhemdir.”İstanbul, sığınaktır. Derdi olan sığınır. Sığınan dermanını bulur. Her derdin dermanını yaradan, onun toprağını sınırlarından içeriye adım atılır atılmaz yaralara merhem eyler. Bu derman, daha fethin ilk günü, maddiyat hekimi olduğu gibi maneviyat hekimi de olan Akşemseddin ve talebesinin sur kapısından ayak basmasıyla, iman eczahanesinden taze İslam şehrinin toprağına karılmıştır. İlk pansuman, fetihten önce Osmanlı sarığı arzulayan gayrimüslim ahalinin yaralı latifelerine adalet eliyle yapılmıştır. Başım alıp hangi yere gideyim diyen, derdini söylemeyen dermansızlara…* * *Mühenned-sân-ı kadîmin mesâhasınca hele Bahâ-yı bâğ-ı İrem’den girândır İstanbul (Mühenned-sân: Hintli gibi / Mesâha: Yeri ölçme ilmi / Girân: Ağır, değerli)“İstanbul (mütehassıs) eski Hintlilerin yer ölçümünce, (Cennet’ten nişane taşıyan) İrem bağlarından daha kıymetli bir yerdir (topraktır).”Şair de elbette kelam tartısına çeker. İstanbul’u Hintlilerin baha-biçer geometrik ölçümünden farklı tartan Sami Efendinin asırdaşı Şair Nedim gibi… Önce, kefenin bir gözüne Farisilerin tüm mülkünü diğerine İstanbul’un bir taşını koyar. Sonra, kefelere iki kabuklu (Karadeniz ve Marmara) istiridyenin arasındaki eşsiz inciyi ve dünyayı aydınlatan güneşi taşır:Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır / Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdırBir gevher-i yekpare iki bahr arasında / Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdırTartıda hile yapmayan kadir-şinaslara…* * *Sümüvv-i menzileti tâ semâdadır Sâmî Hümâ-yı saltanata âşyândır İstanbul(Sümüvv-i menzilet: Derecesinin yüksekliği /Aşyân: Yuva)“İstanbul’un derecesinin yüksekliği semadadır. Sami (bil ki bundan dolayı) saltanat Hümâ’sının yuvasıdır.” Kâinatın Sultanı Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin na’ti babında, “Vassâfun senün Allah’dur / Yâ nice medh eylesün Emrahî” der şair. Dünya ve ahiret saltanatının Payitahtı, Allah Resulünün fem-i mübarekinden dökülen kelam incisiyle yüksek dereceler kazanmış iken, Nebevî medhin yanınca ilişen dilimiz affola.* * *“Sizler yardım görüp düşmanlarınıza galip gelecek, ganimetler elde edecek ve birçok beldeler fethedeceksiniz. Sizden kim bu vakte erişirse Allah’tan korksun, marufu emredip münkerden nehy etsin. Kim bile bile benim adıma yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizi, Fiten, 70)
“(Allah’ın) nimetlerine şükrediciydi. (Allah da) onu seçmiş ve onu dosdoğru bir yola hidayet etmişti.” (Nahl,121).İnsan cennet için yaratıldığından, fıtratı gereği her şeyin en iyisini, en özelini, en güzelini, en şerefli ve en kalitelisini, ebedi ve kalıcı olarak ister. Şeref, saygınlık, zenginlik, asalet ve kemal sahibi seçkin biri olmayı ciddi arzular. Takıntı ve komplekslerinden kurtularak üstünlük, zenginlik, istiğna ve itminan ile kendini gerçekleştirmek için çabalar. Eğer yolunu kaybetmezse, insan-ı kâmil olma dediğimiz bu yolculuğunda insana, Kur’ân ayetleri şaşmaz bir rehber, koruyucu bir melek, Rahmani bir mürşid, her hususta yolunu tenvir eden bir güneş olacaktır. Bu cihetten, “Kur’an bir zenginliktir ki ondan sonra fakirlik olmaz ve ondan başka zenginlik de yoktur.” (Heysemî, VII, 158) hadisi oldukça manidardır.İnsanlık tarihinin en üstün ve en mümtazları hiç şüphesiz peygamberlerdir. Bu, her iki cihanda da böyledir. Onların sahip oldukları şeref, üstünlük, asalet, imtiyaz, izzet ve şerefe nail ve hissedar olmak için hiç şüphesiz onlara benzemek ve tabi olmak gerekir. Peki, onlara benzemek, Allah’ın övgü, sevgi ve rızasına mazhariyet, seçkinlik ve şeref sahibi olmak nasıl olur?Bu sual Kur’ân-ı Kerim’de pek çok ayette cevabını bulmuştur. Evet, seçkin ve üstün olmak, diğer insanlardan pozitif ayrışmak, şeref ve itminanla müstağni ve aziz olmak, sonu fakirlik ve mahrumiyet olmayan bir zenginlik, ebedi ve daimî makam ve mevki, emniyet ve nusret kazanmanın yolu ayetlerle gösterilmiştir.Peygamber Efendimiz (sav), “Allah peygamberlerine ne emrettiyse, müminlere de onu emretmiştir.” (Müslim, Zekât, 65) buyurmuştur. O halde biz Müminler Allah’ın emirlerine ne ölçüde itaat edersek, Allah’ın peygamberlerine verdiği nimetlerden o ölçüde istifade eder, peygamberlerin mazhar olduğu müjdelere, hissemiz miktarınca biz de mazhar oluruz sonucuna varabiliriz.Hz. İbrahim hakkında, “Onun nimetlerine şükrediciydi. (Allah da) onu (peygamberliğe) seçmiş ve onu dosdoğru bir yola hidâyet etmişti.” (Nahl, 121) ayetinde beyan edilen “seçkin ve sırat-ı müstakim ehli olmak” için “İbrahimî” yani Hanif ve Halil olmak gerekir. Gerçek kurtuluşa ermek ve iki cihan saadeti isteyenler; Mu’minun Suresinin, “Mü’minûn (o müminler) muhakkak kurtuluşa ermiştir.” diye başlayan ilk on ayetine mazhar ve masadak olmaya ciddi gayret etmelidir. İnsanlardan pozitif ayrışıp seçkin ve istikametli olmak isteyen “Ancak namaz kılanlar müstesna” diye başlayan Mearic Suresinin 22-35. ayetlerinin sıddıkı olmak için dua etmelidir. Yine takva (ki üstünlük ancak takvayı elde etmekle olur), tezekkür, tedebbürün onunla elde edileceği ifade edilen ve Kur’ân-ı Kerimde 16 yerde vurgulanan “ulu’l-elbab” olmak insanlar için gerçek şeref, itminan ve zenginliktir.Yine seçkin, üstün ve asla zarar etmeyecek kazançlı bir ticaret yapanların bir özelliğinin de “şükreden kullar” olduğu vurgulanmaktadır. “Onlar ki, kendilerine yeryüzünde imkân (iktidar) verdiğimiz takdirde (gaflete dalmazlar ve) namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten men’ ederler. (Bütün) işlerin sonu ise Allah’a âiddir.” (Hacc, 41) ayetinde seçkin ve asil, üstün ve ayrıcalıklı, büyük ve lider olanların tarifi yapılmıştır.Vakıa suresinde hayır ve kazanç elde etme, hakiki zenginlik ve saadeti kazanmanın “Sabikun” olmakla ve bu sıfatı kazanmakla elde edileceği vurgulanmıştır. “(Allah) buyurdu ki: “Ey Mûsâ! Şübhesiz ki ben gönderdiklerimle (sana vahyettiklerimle) ve (seninle) konuşmamla seni insanların üzerine seçtim. Artık (lütfumdan) sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!” (A’râf, 144) ayetinde beyan edildiği gibi seçkin ve imtiyazlı olmak isteyenler, Allah’ın Kelamına anlayışlı bir muhatap olmak isteyenler, Allah’ın taksimine razı olmalı, kadere rıza, kazaya teslimle tevekkül ehli olmalıdır. Ayrıca şükür mesleğinde ileri giden, hakiki manasıyla, makbul birer “şükreden kul” olmalıdır.Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Ancak bu kadarı maksadımızı anlatmaya kâfidir. Demek “Kerem” sıfatı ve “Kerîm” ismi gereği verdiği bir nimeti geri almayan, ebedi ve daimî olarak ikram eden Rabbimizin katında emniyet, nusret, cennet, şeref, seçkinlik, üstünlük ve imtiyaz istiyorsak Kerim Kitabımıza sıkı sıkıya temessük edip sarılmalıyız. Her bir ayet-i kerime aklımıza akıl, şuurumuza şuur, idrakimize idrak, hayatımıza hayat, ruhumuza ruh, kalbimizde daimî parlayan hidayet güneşi ve nur çeşmesi olmalıdır. En yüksek hedeflere, en büyük makamlara, tükenmez saadet hazinelerine, selam, rahmet, bereket, emniyet, asalet, nur ve üstünlüğe ulaşmanın ancak Kur’ân-ı Kerim’in ardına düşüp onun ayetlerinin sıddîki olmakla, onun boyasıyla boyanmakla, kendimizi ciddi gayret ve fedakârlıkla Kur’ân’a nispet etmekle mümkün olduğunu idrak etmeliyiz. İftihar, adanmışlık, minnet ve niyaz ile bunu elde etmeye talip olmalıyız. Bizi Kur’ân’ın nur ve ahlakından uzaklaştıracak her şeyden beri durmalıyız.
Gücün kaynağı Kadîr-i külli şey’ olan Allah’a iman ve ona itimatla elde edilebilen bir şey. Elinde kılıç olan değil, kalbinde gerçek manada iman olan kişi güçlüdür. Dün önüme elden geçirmem gereken bir yazı geldi. Yazıda, Peygamber Efendimiz ile Gavres lakablı, Gatafan kabilesinin reisi Dü’rus bin Hâris arasında geçen hadise anlatılıyordu. Cabir ibni Abdullah (ra)’tan gelen rivayette, bir fırsatını bulan Gavres, ağaç altında istirahat eden Efendimiz (sav)’e yaklaşmış, ağaçta asılı kılıcı kınından çıkararak “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” demişti. Gavres’in elinde kılıcı tuttuğu anı hayal ettim ve bunun bana çok tanıdık geldiğini hissettim. Hatırlarsınız belki, He Man diye bir çizgi film vardı. Bu He Man denilen sarı oğlan, elindeki kılıcı havaya kaldırıyor ve “Gölgelerin gücü adına” diyor, o anda bir şeyler oluyor ve güçlü bir karaktere dönüşüyordu; yanındaki titrek de heybetli bir aslana.Sonra Thor isimli film kahramanı geldi zihnime. Onda da bir çekiç vardı. Bilmem hangi yıldızda dövülmüş, şu olmuş bu olmuş… Neticede bu çekiç, elemanı güçlü kılan şey olarak servis ediliyordu.Benzer şekilde Kaptan Amerika hücum etti bu kez zihnime. Onun elinde de bir kalkan vardı. Kalkanı yapan adam ölünce, karışımdaki formül de kaybolduğundan benzeri olmayan ama elemanı güçlü kılan şey olarak o gösteriliyordu bu kez de…Bunun gibi pek çok kahraman adı altında karakterin dünyalarımıza servis edildiğini gördüm. Ortak noktaları neydi? Ellerindeki güç kaynağı olarak gösterilen şeyler olmadığında sıradan adamlara dönüşmeleri.Gavres’te de öyle bir durum vardı. Elinde kılıç olduğu haldeyken özgüven kazanmış, kendisine vehmi bir cesaret gelmiş ve “Seni benim elimden kim kurtaracak?” demişti. Resme göre elinde kılıç olan avantajlı, güçlü; kılıçsız olan ise dezavantajlı ve güçsüz gözüküyordu.Bu vehmî resmi Allah Resulü (sav) bozmuş, Gavres’e cevap olarak tek kelime söylemişti: “Allah!”İster küçükler için olsun ister büyükler için, sinema dünyası insanlara vehmî bir güç yükleme peşinde hep. Psikoloji bunu özgüven adı altına enaniyeti pohpohlamakla yaparken, film sektöründeki felsefi anlayış da maddeleştirerek, tabiata bir güç atfedip insanı da onunla etkileşime sokarak yapıyor (hulk, örümcek adam, ninja kaplumbağalar…).Askeri kafa da olayı bilgisayar oyunu havasında yorulmayan, ihtiyaç duymayan, hatta ölmeyen askerler üretme derdine düşmüş durumda. Sanayi ise robotlarla bu işi nasıl çözerim arayışında.Nihayetinde hep bir güç arayışı var.Halbuki bu güç her insana o kadar yakın ki. Fakat formül piyasada dayatılan gibi değil, tam tersi. Yani güç, kendinde bunu vehmetmekle değil, Allah’a karşı son derece aciz olduğunu bilmekle elde edilebiliyor.Yani güç, gücün kaynağı Kadîr-i külli şey’ olan Allah’a iman ve ona itimatla elde edilebilen bir şey. Elinde kılıç olan değil, kalbinde gerçek manada iman olan kişi güçlüdür. Ne gölgelerin, ne kılıcın, ne bombanın, ne tankın herhangi bir gücü yoktur. Bunlar ancak fiili bir dua olur ve Allah dilerse, hikmeti iktiza ederse onlar üzerinden kudretin tesiri görülebilir.Hatırlayın! Zahiren kudretli gözüken Firavun karşısında maddi olarak sadece bir asası olan Musa (as), o asayı denize vurduğunda deniz ikiye ayrılmış, kendileri için selametli bir yola dönerken, Firavun ve askerlerinin sonu olmuştu.Musa (as) asasını denize vururken gölgelerin gücü adına dememiş, kendinde bir güç vehmetmemiş, Peygamber Efendimiz (sav) gibi “Allah” demişti, “Allah’ın adıyla” demişti.Bu manada kendimize bakmamız ve sinema, psikoloji, askeriye, sanayi vb.nin üzerimizde oluşturduğu güce dair olumsuz anlayışlar varsa bunları düzeltmeli, tek ve gerçek güç sahibinin Allah olduğunu bilerek ona iman ve itimatla güç kazanabileceğimizi ve her türlü zorluğun üstesinden gelebileceğimizi kalbimizde ve kafamızda yerleştirmeliyiz…
Ehl-i sünnete göre Allah zamandan, mekândan, cisimden ve yaratılmışlara benzemekten münezzehtir. Ona ne bir mekân isnad edilebilir ne de o cisimlendirilebilir. “Allah’ın gökte” olduğu ifade edilirken, Allah’ın göklerdeki hükümranlığına atıf yapılmıştır. Allah’ın gökte olduğunu yahut yerde olduğunu ifade eden ayetler hem göklerde hem de yerde tek ilahın olduğuna, her iki yerdeki mahlukatın ona ibadet ettiği vurgulanmıştır. Bu tartışmalara sebep olan konular genellikle Allah’ın haberi sıfatları dediğimiz; “Allah’ın arşa istivası (göğe oturması)”, “yüz” (vech), “göz” (ayn), “el” (yed), “parmak” (işba’), “ayak” (kadem, ricl) gibi ifadelerdir. Haberi sıfatların bir kısmı sadece Kur’ân’da, bir kısmı Kur’ân ve hadislerde müşterek olarak, bir kısmı da sadece hadislerde bulunmaktadır.Alimler arasında “Haberi sıfatlar, olduğu gibi bırakılmalı mı, yoksa bunlara uygun manalar verilmeli midir?” konusu tartışılmıştır. Bazıları, bunların olduğu gibi bırakılması (zahirî anlamda alınması), diğerleri ise bunlara uygun anlamlar verilmesi (tevil edilmesi) gerektiği görüşündeydiler. Bu yollardan birincisine “Tefvîz Yolu”, ikincisine “Tevil Yolu” denilmiştir.1 İlk dönem uleması dediğimiz selef-i salihin, dönemin şartlarını da göz önünde bulundurarak Kur’an ve hadis metinlerinde ekseriyetle tevil yoluna gitmemişler, “bilâ keyf ve’l-ma’na/ mahiyet ve keyfiyeti bilinmeden” yorumsuz bırakmışlar, olduğu gibi kabul etmişlerdir. Selef, sayıları çok delâletleri açık olduğu için, Allah’ı noksanlık ve teşbihten tenzih eden ayetlerle amel edip Allah’ın yaratılanlara benzemesinin mümkün olmadığına hükmetmişlerdir. Selefe göre, bu ayetlerin imtihan için indirilmiş olması da mümkündür. Bundan dolayı bu ayetlerde tevakkuf etmek (duraklamak) ve bunların Allah’ın sözleri olduğuna inanmak vaciptir.2 Malik b. Enes, kendisine “istivâ” dan sorulunca, “İstivâ malum, keyfiyeti meçhuldür. Ona inanmak vaciptir. Ondan sormak bid’attir.”3 demiştir. Onun bu sözleri Selefin haberî sıfatlar konusundaki görüşü için bir kalıp halini almıştır. Ahmed b. Hanbel, Süfyân es-Sevrî, Davud b. Ali b. Isfehanî , İshak b. Râhûyenin de bu görüşte oldukları belirtilmektedir.4İlerleyen dönemlerde kelam ilminin yaygınlaşması ve tefsirde dirayet ekolünün (ayetlerin diğer akli, lugavî ve edebi ilimlerden istifade edilerek incelenmesi) başlamasıyla birlikte alimler, “yüz, el, gelmek, oturmak” gibi ifadelerden Allah’ın münezzeh olduğunu, bunların muhakkak yorumlanması gerektiğini ifade etmişlerdir. Sonraki dönem âlimleri ise, selefin aksine haberi sıfatların tevil edilmesi yoluna gitmişlerdir. Onlara göre Kur’ân insanlara anlamaları için indirilmiştir. Kur’ân’da bulunan müteşâbihler de ancak tevil yolu ile anlaşılabilir. Bu yüzden de tevil yoluna gidilmesi zorunlu görülmüştür.5 “اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا “Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var?”6 ayetinde Cenâb-ı Hak insanlara, Kur’ân’ı düşünmelerini emrediyor. Eğer o anlaşılamayacak bir şey olsaydı, düşünülmesi emredilmezdi.Diğer bir ayette de “اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا فٖيهِ اخْتِلَافاً كَثٖيراً” “Hâlâ Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı.”7 buyurulmaktadır. Burada Kur’an’da ihtilafın olmadığını anlamaları için insanlardan Kur’an’ı düşünmeleri istenmektedir. Eğer o insanların anlamayacakları bir şey olsaydı bu doğru olmazdı. O halde sıfatullah meselesinde, özellikle haberî sıfatlar hususunda yapılacak en doğru iş, Kur’ân’ın bütünündeki ispat ve tenzih unsurlarını birlikte mütalaa ederek tevile gitmek olmalıdır. Aksi takdirde teşbih ve tecsime (benzetme ve cisim vermeye) düşme tehlikesi vardır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine göre, Allah’ın haberi sıfatlarının bu tarz anlatılmasının sebebi insanların Allah’ın bazı sıfatlarının hakikî manasını kavramaktan aciz olmalarıdır. Kur’ân böyle sıfatları mecazi ifadelerle, yani insanların alışmış olduğu, insanlarca malum olan ve bilinen lafızlarla zihinlere yaklaştırmak gayesiyle bu şekilde anlatmıştır. Anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Hazretlerinin bu konu hakkındaki görüşü de tevil yapılması gerektiği yönündedir.8Burada tevil ehlinin, özellikle son dönem sünnî kelamcıların yaptıkları yorumlara örnek olması bakımından bu sıfatların bir kısmı üzerinde durmak istiyorum:Ayn: Göz manasını ifade eden “ayn” kelimesi “hirâset/koruma- gözetme” olarak yorumlamaktadır.9 Çünkü korumak, bilme ve gözetmenin bir sonucudur. İnsan da esasen önem verdiği ve arzu duyduğu şeye yoğun olarak bakar ve onu korur.Vech: Lügat itibariyle yüz organına isim olan bu lafzın söz konusu anlamda Allah’a isnâdı câiz değildir. Bu yüzdendir ki önde gelen bazı kelamcı müfessirler vech kelimesini “zât” olarak te’vil etmişlerdir. Razi’ye göre “insanın en fazla görünen organı yüzüdür ve insan yüzü sayesinde tanınmaktadır. Ayrıca insanın akıl, idrâk düşünce ve hislerinin bulunduğu yer, başı ve bunların görüntü yerleri ise yüzüdür. Bu sebepledir ki vech ile zât kastedilmiştir.10 Nitekim Türkçede de “Senin yüzünden bu işler başıma geldi” denir ve bu sözle insanın, yalnızca yüzü değil bütün varlığı kastedilir.11 Bedîüzzaman Hazretleri, “كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ” yani “Her şey helâk olup gidicidir, ancak onun vechi müstesna”12 ayetinde geçen “vech” sıfâtını Allah’ın Zâtı, Vücudu, Bekâ’sı, Sermediyeti ve Vahdâniyeti olarak tevil etmiştir.Yed: Hem insanın bir uzvu olan el hem de nimet, kuvvet, mülk ve inayet manalarına gelmektedir. Ancak son dönem ehl-i sünnet kelâm âlimleri bu lafzı yerine göre “kudret” ve “nimet” olarak tevil etmişlerdir.13 Söz konusu anlayışa göre sözgelimi, يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْدٖيهِمْ “Allah’ın eli onların elinin üstündedir.”14 ayeti, “Allah’ın kudreti onların kudretinin üstündedir” şeklinde bir mana ifade etmiş olur.İstivâ: Sözlükte “karar kılmak, yükselmek, üstün olmak, denk olmak, dosdoğru varmak, doğrulmak, kastetmek, yönelmek ve istilâ etmek”15 anlamını ifade etmektedir. Allah’a isnadında “yönelmek, hükümrân olmak ve hükmetmek” gibi anlamlar ifade ederken, Allah’tan başka varlıklara isnâd edildiğinde ise olgunlaşmak, gelişmek, yukarı doğru dikilmek, doğrulmak, oturmak”, yerleşmek ve binmek manalarını ifade etmektedir. Söz konusu fiilin Allah’a isnadı daha ziyade (اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى) “Rahman Arş’a istiva etmiştir.”16 ayetinde tartışma konusu olmuştur. Ancak ehl-i sünnet kelamcıları, “arş’a istivâ”yı Allah’ın, “yarattığı bütün varlıklar üzerinde sonsuz bir saltanat ve hâkimiyetle işleri düzenleyip icrâ etmesi, hükmetmesi diye yorumlamışlardır.”17Selef ve halefin sahih görüşleri dışında, tarih içerisinde, “müşebbihe” ve “mücessime” olarak adlandırılan iki fırkanın mensupları da Allah’a nispet edilen bu haberleri insanın eli, gözü, parmağı gibi tasavvur etmişler, ehl-i sünnete ihtilaf etmişlerdir. Dikkat edilmesi gereken konu şu ki; selef âlimleri ile bunlar arasında bir benzerlik varmış gibi görünmektedir. Halbuki Selef-i Salihin bunları zâhirleri üzere bırakmış, tevile ve açıklamaya kalkışmamışlar, bu iki fırka gibi teşbih ve tecsime yani Allah’ı mahlûkatına benzetmeye ve cisim olarak görmeye de yeltenmemişlerdir. Onlara göre, “Allah’ın eli vardır ama bizim ellerimiz gibi değildir. “Yüce Allah Kendisine “el, yüz, göz...” gibi özellikleri nisbet ettiğine göre bunlar öylece kabul edilmelidir. Bunların mahiyetini ve hakikatini ancak kendisi bilir.18 demişlerdir.Her ne kadar selef alimleri yorum yapmama yolunu tercih etmişse de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin ortak kanaati bu gibi ifadelerin mecazi olarak kullanıldığı üzerinedir.1- el-Beyâzî, Kcmâlüddin, Îşârâtü’I-Merâm min İbârâti’l-İmâm, İst., 1949, 186-1872- Bkz. eş-Şehristânî, Abdulkerim, ei-Milel ve’n-Nihal, Beyrut, 1985, 92; es-Sâbûnî, Nureddin, el-Bidâye fî Usûü’d-Dîn, Tere. Bekir Topaloğlu, Ankara, 1979, s. 253- el-Gazâlî Ebû Hamid, el-İktisâd fi’l-İ’tikâd, Beyrut, 1983, s. 384- eş-Şehristânî, el-Milel, s. 935- er-Râzî, Esâsü’t-Takdîs, 2246- Muhammed, 47/247- Nisâ, 4/828- Said Nursi, İşârât’ül-İ’câz, Altınbaşak Yay., Isparta 2016, s. 139- Râzî, Mefâtîhu ‘l-gayb, XXII, s.5310- Râzî, Esâsu’t-takdîs, s. 15511- Muhsin Demirci, Kur’an’ının Ana Konuları, İfav Yay., İstanbul 2016, s. 5012- Kasas Sûresi, 28/8813- Zerkeşî, Burhan, II, 85; Suyûtî, İtkân, II, 1014- Fetih, 48/1015- Bağdâdî, Usûlu’d-dîn, s. 112; İsfahânî, Müfredat, s. 25116- Tahâ, 20/5.17- Elmahlı, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 2172.18- Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber, Ter. Hasan Basri Çantay, DİB Yay. Ankara, 1985, s. 8
Ey gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyyatıyla teshir edip taht-ı tasarrufu altında bulunduran Rabbi Rahimimiz! Ey zalimlere mühlet veren, ama onları asla unutmayan ve yakaladığında da elim azabıyla onları şiddetle yakalayan Rabbimiz! Sen kullarının başına gelenleri elbette görüyor ve nasıl bir imha savaşı ile karşı karşıya olduklarını biliyorsun. Şu anda Filistinli kardeşlerimiz için senin yardımından, rahmetinden ve nusretinden başka iltica edeceğimiz bir kapımız yok. Düşmanın olan bu zalimlerin elinden kurtulmaları için bîçare ve mazlum kardeşlerimize yardımını acilen gönder Allah’ım! Onların hile ve tuzaklarını başlarına, azabın ve gazabın olarak indir Allah’ım! Şu anda yolunda savaşan kullarının senden başka bir yardımcıları yok; senin silahın bütün kafirlerin silahından daha güçlüdür, senin mekrin bütün zalimlerin mekrinden daha şiddetlidir ve daha sağlamdır. Rabbimiz! Mümin kullarına şefkat ve merhametinle, düşmanlarına kahr-u celalinle muamele edensin. Rabbim! Dinini aziz kılmaya çalışanları sen aziz eyle! Onları zelil etmeye kalkışanları sen zelil eyle! Mazlum kullarının Kalbine iman nuruyla sekinet ver, sükûnet bahşeyle! Resullerini ve onlara iman edenleri üstün kıldığın gibi onların kalplerine de cesaret koy. Tam bir cesaret ve metanetle nihai hedeflerine erişinceye kadar cihada devam etmelerini müyesser eyle! Düşmanların gözlerinde heybetlerini arttır. Düşmanların kalbine de korku sal. Onları zulümlerinin karanlığında, firavunu ve kavmini boğup helak ettiğin gibi helak et! Ya Rabbi! Bu izzetli direnişte şehadet şerbetini içen kardeşlerimizin şehadetlerini kabul buyur! Yaralı olanların yaralarını Şafi ism-i şerifin ile şifaya kavuştur, onların acılarını tahfif eyle, kendilerine hissettirme Allah’ım! Hasta olan kullarına da şifa ihsan eyle! kulun Muhammed Mustafa’ya (sav) yetim ve öksüz kaldığında “Seni yetim bulup barındırmadık mı?” buyurduğun gibi anasız babasız kalan yetim ve öksüz yavrularımızı sen rahmetinle, merhametinle koru, onları himayene al, o garipleri kafirlerin eline düşürme Allah’ım! Yarabbi! Hanım kardeşlerimizin iffetlerini de sen muhafaza eyle! Hazret-i Meryem validemizi gayb hazinelerinden cennet taamlarıyla beslediğin gibi, açlık ve susuzluk çeken kardeşlerimizi de öyle “min haysü laa yahtesib” suretinde ummadıkları yerlerden rızıklandır Allah’ım! Eyyub Aleyhisselamın hastalığına şifa verdiğin ve susuzluğunu giderdiğin gibi bîçare mazlum kardeşlerimize de şifalar bahşeyle! Ab-ı hayat olacak sular ikram et! Habibin Muhammed Mustafa’yı (sav) Sevr de gizleyip düşmana göstermediğin gibi, o kardeşlerimizi de düşmana karşı gösterme Allah’ım! Senin rahmetinin şafağın, nusretinin acil olanına, lütfunun genişliğine, izzetinin gölgesine muhtacız. Bize ve kardeşlerimize merhamet et! Ey Rabbimiz! Kalbimiz bu zulümlere dayanamıyor. Kalplerimize güç ver, yakînimizi arttır. Marifetimizi ziyadeleştir! Zira biz, ne çekiyorsak yakînimizin ve marifetimizin azlığından çekiyoruz. Ya İlahena! Günahlarımızı affet! Bizler mazlum kullarına ulaşamıyoruz. İnanıyoruz ki dualarımız, hiçbir engele takılmadan sana ulaşacaktır. Senden asla umudumuzu kesmeyiz. Zira Sen Erhamürrahiminsin! Kudretinin de Rahmetinin de sonu-sınırı yoktur. Yarabbi! Kulun ve Resulün Muhammed Mustafa’ya (sav) iman edip tabi olanları nasıl üstün kılıp düşmanlarını zillete mahkûm ettiysen, Filistin’deki ve yeryüzünün herhangi yerinde olurlarsa olsunlar tüm zulme uğratılmış ve uğratılmakta olan kardeşlerimizi üstün kıl! Allah’ım! Bizi günahlarımız sebebiyle sonsuz ve sınırsız rahmetinden mahrum etme! Rabbimiz! Islahları mukadder değilse zalimleri helak eyle! Gözlerimize zalimlerin helak olacağı sabahları göster! Rahmetini gönder, gecelerimizi imanın nuruyla aydınlat, seher vakitlerinde huzuruna kabul etmekle bizleri şereflendir. Secdelerde yaptığımız duaları kabulüne karin eyleyerek manevi silah olarak zalimlerin başlarına bomba gibi yağdır Allah’ım! Bizleri de şartların iktizasına göre razı olacağın en makbul ve efdal cihad nevileriyle cihad etmeye muvaffak eyle! Ya Rabbi başta Hamas mücahitleri olmak üzere uğrunda cihad eden bütün Mücahedan-ı İslam’ı nusretine mazhar et, onları hıfz-ı emanınla muhafaza eyle! Bütün atışlarını tam bir isabetle neticelendir. Kıt imkanlarını en iyi şekilde değerlendirmelerini lütfundan fazlından İhsan eyle! Ya Rabbi! Kitab-ı Kerim’inde “Allah takva sahipleriyle beraberdir” buyurdun. Sen vaadinden asla hulfetmezsin. Biz biliyor ve inanıyoruz ki Gazzeli Mücahitler, Senin inayetinle takva vasfını bihakkın kuşanmış kahraman insanlardır. Yarabbi! Sen nimetini tamamlamayı seversin. Göklerde ve yerde olan gizli açık ordularınla İslam’a imdad eyle! Mütecaviz zalim kafirlerin kalbine korku sal, bütün plan ve tuzaklarını başlarına çevir Allah’ım! Ya Rabbena! Küfrün silahlarını birbirlerine karşı kullandır! Sen hayru’l-makirinsin. Düşmanın tuzağı dağları yerinden oynatacak kadar sağlam olsa da sen onları boşa çıkartmaya elbette kadir ve muktedirsin. Onların tuzaklarını başlarına geçir, ayaklarına dolandır Allah’ım! Akan kanlar hürmetine, masum yavrular hürmetine, açlık ve susuzluk içinde inleyen çaresizler hürmetine, acılar içinde kıvranan yaralılar hürmetine, aylar boyu oruçlu halde cihad eden yiğitler hürmetine, sana hayatını vakfeden adanmışlar hürmetine Gazzeli kardeşlerimize nasran-ı azize’yi, fethan-ı mübina’yı nasip eyle! Allah’ım! Seçkin İslam beldelerinden Gazze’yi, küresel küfür sisteminin ve küresel çetenin ebediyen boğulduğu yer kıl! Ya Rabbena! Gazze’de yaşananları ümmeti Muhammed’in kurtuluşunun başlangıcı yap! Ya Rabbi! Senin kudretin her şeyin üstündedir. Hazret-i Musa Aleyhisselam’ı boğmaya gelen kişileri nasıl boğarak helak ettiysen, Gazze’deki bir avuç kahraman mücahidler ordusunu boğmaya gelenleri de azametin, kudretin ve kibriyan hürmetine kendi tuzaklarında boğ, kendi ateşlerinde yak, kendi silahları ile kendilerini öldürt, kendi bombalarıyla onları paramparça et Allah’ım! Kassam tugaylarına maddi - manevi güç ve dirayet için, maddi- manevi rızıklarının, her türlü istek ve ihtiyaçlarının acilen karşılık görmesi için, Gazze halkının melekler, ebabiller ve mübarek ruhanîler ordusuyla korunmaları ve desteklenmeleri için, yaralıların ve hastaların acilen şifaya kavuşmaları ve afiyet bulmaları için, annesini, babasını, kardeşini, evladını, yakınlarını ve sevdiklerini kaybetmiş olanların kalplerinde tam bir sükûnet, huzur ve ferahlık hasıl olması için, tahkiki bir iman gücüne bağlı olarak sarsılmaz bir metanet ve cesaretle hayatlarına devam etmeleri için, esaret altında olanların bir an önce sağ salim hürriyetlerine ve sevdiklerine kavuşmaları için, 7/24 yaralıların ve hastaların sağlığına kavuşması için can siperane koşup koşuşturan fedakar doktorların ve sağlık çalışanlarının sıhhat ve afiyet içinde hizmetlerine devam etmeleri için, sıkıntı içindeki bütün ehl-i imanı, bahusus Gazze halkının açlıkla, susuzlukla ve soğukla olan imtihanlarının en kısa zamanda ortadan kalkması ve zulmün bir an önce son bulması için, ve nihayet kafirler gürûhuna karşı İslam mücahidlerinin parlak bir zafer ile zaferyab olmaları için ve bilhassa Allah rızası için el-Fatiha.
Şu muhakkak ki, evde mutluluk varsa, bu mutluluk hayatın her safhasına mutlaka yansıyor. Ama evde mutluluk yoksa, başka yerde mutluluk aramak beyhudedir. Onun için mutluluk arayışına evden ve evlilik hayatından başlama gerekliliği, hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir gerçek. Aleyhissatü vesselam Efendimiz buyuruyor ki: “Evleniniz, şer’i bir mazeret olmadıkça boşamayınız. Çünkü Allah, zevklerine çok düşkün olup başkalarıyla evlenmek için hemen boşanan erkekler ile kadınları sevmez.”1 Başka bir hadis-i şerifte, “Kişi evlendiği vakit, muhakkak dinin yarısını ikmal etmiş olur. Kalan yarısında da Allah’tan ittika üzere olsun. (Allah korkusunu esas tutarak evlilik hayatına devam etsin”2 buyuruyor. Buradan anlaşılıyor ki evlenince mücadele bitmiyor. Ama nefis ve şeytanın gizli açık tuzaklarına karşı büyük bir avantaj elde edilmiş oluyor. Mücadelenin devam etmesi, olumsuzlukların ve bir kısım hoşnutsuzluk nedenlerinin var olmasını gerekli kıldığına göre, aile hayatındaki bazı olumsuzluklara bir de bu açıdan bakmak ve hoşa gitmeyen durumların, bir mücadele ortamının oluşmasına ve neticede manevi ilerlemeye bir fırsat olarak değerlendirmek lazım.Kur’an-ı Kerim’de, “Biz, bir çeşit yemeğe katlanamayacağız” diyen İsrailoğulları kınanıyor. Kur’an-ı Kerim’in asıl muhatapları biz olduğumuza göre, o ayet-i celileden bizim alacağımız dersler yok mu? Elbette, mümin bir eşe sahip olduğu halde hoşnutsuzluklardan kendini kurtaramayan, gözünü gönlünü yerli yerinde tutamayıp sağda solda dolaştıran her mümin, mezkûr ayet-i celilenin mana-yı işari yoluyla tehdit ve tenkidine muhatap olmaktan kurtulamaz. Bu konuda menkıbe kitaplarında da aydınlatıcı pek çok hikâye ve hadiseler var. Ezcümle eşinin eziyetlerine katlanmak sayesinde Kâbe-i Şerifi karşısında görerek namaz kılmak mertebesine erişen, yine eşinin cefalarına katlanmak suretiyle aslanlara odun yükünü taşıtan; huysuz olan hanımının vefatıyla da o harika halini kaybeden büyüklerimizin durumu ne kadar ibret vericidir.Mervidir. Güzel bir kadının, sureten çirkin gözüken kocasına karşı gösterdiği sevgi ve bağlılığa hayret eden ve bu hayretlerini meraklı sorulara dönüştüren kimselere verdiği cevap ne kadar anlamlıdır. Diyor ki; kocam benim gibi güzel bir eşe sahip olduğu için şükrederek, ben de kocamın bildiğiniz ve gördüğünüz durumuna sabrederek ahiretteki ebedi birlikteliğimiz için yatırım yapıyoruz.” Benzer durumda benzer sorulara muhatap olmuş başka bir kadının cevabı da düşündürücüdür; demiş ki: “Olabilir ki kocamın Allah katında makbul halleri ve değerli amelleri vardır. O sebeple onu benimle acil bir mükafat olarak ödüllendirmiş; beni de bazı hatalarım sebebiyle çirkin bulduğunuz kocamla bu dünyada acilen cezalandırmıştır. Onun için ben Rabbimin bu takdir ve taksimine bütün kalbimle razıyım.” Tebessüm ettiren bir muhavere ile ve bu muhavereye bağlı kısa bir yorumla mevzuu bitirelim. Boyu bosu ve endamı yerli yerinde bir genç, aksayan, bir gözü görmeyen ve güzel de olmayan bir hanımefendi ile evleniyor. Merakına yenik düşen birisi soruyor: - Sen eşini hiç görmeden onunla evlenmiş olmalısın.- Hayır, görerek evlendim.- Bir gözünün görmediğinden haberin var mıydı? - Evet vardı. - Peki dünyada, iki gözü de gören kadın mı kalmadı da gittin ona talip oldun? - Doğrusunu istersen, özellikle onu tercih ettim. - Neden? - Ayıp ve kusurlarımın yarısını görürse yarısını görmez diye- Ayağının aksamasına ne dersin? - Kavga edip de kaçtığım olursa yakalayamasın diye.- Ya güzel olmayışına ne dersin? - O kadar da uzatmayın. O kadar kusur kadı kızında da bulunur.Böyle bir hadise oldu veya olmadı, önemli değil. Ama ibret yüklü olduğunda şüphe yok. Ramuze’l-ehadis de şöyle bir Hadis-i Şerif var. “Eğer ben ve bütün peygamberlerle hamele-i arş Melekleri bir araya gelip dua etsek dahi Levh-i Mahfuzda yazılmış olan evliliği değiştiremeyiz.” Yani şer’î bir mazeret olmadıkça kurulu düzeni muhafaza etmek lazım. Bunun için evliliğe hoşgörü esasını olabildiğince egemen kılmak gerek. Bunun için de anlattığımız hikayedeki kahramanın bakışıyla hayata bakmalı, onun yaklaşım tarzıyla olayları değerlendirmeye gayret etmelidir…Olayların akışını değiştirmek için külfetlere katlanmaktan ziyade, başa gelen ve karşıya çıkan olayları kazanca dönüştürmeye yoğunlaşmanın daha akilane bir tutumdur. Bütün bu hadiseler ve hikayeler, aile hayatındaki hoşnutsuzlukları kazanca, dolayısıyla büyük çoğunluğun mutsuzluk sebebi gördükleri şeyleri mutluluğa basamak yapmanın yollarını aydınlatan manevi lambalar mesabesindedirler. Bunları hayatına egemen kılavuz kılabilenlere ne mutlu.Evlilikte Buğz OlmazDünyayı bir imtihan meydanı, olayları da birer imtihan sorusu olarak kabul etmek, imanın olmazsa olmaz gereklerindendir. Küçük, büyük (zahiri bakışa göre) iyi-kötü her şey imtihan gerçeğinin bir gereği ve neticesidir. Bunun istisnası da yoktur. Aranan bir şeyin her zaman bulunamamasını da imtihan gözüyle değerlendirmek gerekir. İmtihan olma noktasında, hastalıklarla ailevi hoşnutsuzluklar arasında hiçbir fark yoktur. Binaenaleyh ortaya konması gereken tavır ve tutumun da aşağı yukarı aynı olması gerekir. Fudayl bin İyaz Hazretlerinin şu sözü ne kadar manidardır: “Ben, eşimin huysuzluğu, evladımın itaatsizliği veya bineğimin serkeşliği durumu ile karşılaştığım zaman, hemen Rabbime asi olduğumu düşünür ve O’ndan mağfiret talep ederim.” Unutmamalı ki değişik doz ve miktarda olmak üzere bela, musibet ve sıkıntıların insana gelmesi, İslamiyet’in her sahada getirdiği güzelliklerin ortaya çıkmasına, sunduğu kazançların elde edilmesine ve önerdiği çarelerin uygulanmasına bir vesiledir. Mesela bela ve sıkıntılar, bazen yürekten samimi duaya, dolayısıyla “Ben Azimüşşan, gafil kalble yapılan duayı kabul etmem” hadis-i kutsisindeki ikaz-ı ilahiyye’ye muhatap olmaktan kurtulmaya bir vesile teşkil eder. Bu da bir hakikattir ki “bela ve sıkıntı ne kadar büyük olursa, mükafat da o nispette büyük olur” buyrulmuştur. Binaenaleyh çok mükafat hoşa gittiğine göre, ona eriştiren sebeplerden de en azından şikayetçi olmamak gerekir.Hadis-i Şerif’te, “Bir mümin erkek (eşi olan) bir mümin kadına buğz etmesin; çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” buyruluyor. Mümin bir eş, insan için ne büyük bir bahtiyarlık sebebidir ve bu bahtiyarlığın İnsanın bütün ruhunu doldurup hiçbir hasret ve mahrumiyet duygusuna meydan bırakmayacak boyutlarda olması gerekir. Bediüzzaman Hazretleri, “Müminin imanı Kâbe gibidir, hata ve kusurları da çakıl taşları mesabesindedir” diyor. Buna göre mümin olan eşin, Kâbe-i Şerif değerindeki imanını nazara almayıp da çakıl taşları hükmündeki hata ve kusurlarına takılıp kalmak, hakiki iman ile bağdaştırılamayacak bir durumdur. Hatta Mümin olan eşini gördüğü zaman, adeta Kabe’yi muazzamayı görmüş gibi heyecanlanarak, şu veya bu sebeple kalbinde, oluşmuş bütün olumsuz düşünce ve kanaatlere yol göstermek, olgun mümin olmanın bir gereğidir diyebiliriz. Rabbim bütün ehli imanı, iffet dairesinde yaşamasını kolaylaştıracak imkanlarla buluştursun. Aile hayatlarını da dahili harici bütün mazarratlardan muhafaza eylesin.1- Delilleriyle İslam Hukuku s. 2492- Nimet-i İslam, Münakehat ve Müfarakat Bölümü, Osmanlıca baskı, s. 5
Rabbimiz insandaki korku damarını işleterek onları günahlardan sakındırmaktadır. Bu da manevi yahut uhrevi hayatın muhafazasıdır haddi zatında. İnsanlar bu sayede Allah’ın azabından korkar, şeytana tabi olmaktan ve cehenneme düşmekten sakınır hale gelirler. ‘‘İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havfdır.’’ 1 Yani korku hissidir. Bu his, insanoğlunun her dem yanı başındadır. Küçücük bir mikroptan korktuğu gibi kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Sevgiyi kaybetmekten, terk edilmekten, yalnızlıktan korkar. Anlayacağınız korkularının sınırı yoktur. Ruhunda ebede uzanan korkular taşır insan. Pekâlâ, bu hissin insana verilmesinin gayesi nedir acaba?İlk olarak, bu hissin insana hayatın muhafazası için ihsan edildiğini ifade etmeliyiz. Cenâb-ı Hakk’ın bir nimeti olan korku hissi hayatı tahrip etmek için verilmemiştir. Korku birçok şeye karşı koruyucu bir kalkandır. Dolayısıyla korkulması gereken şeylerden korkmak, korkulmaması gereken şeylerden ise korkmamalıdır. Bir an bu hissin bizde olmadığını var sayalım, acaba ne olurdu? Kim bilir, belki çok yüksek katlardan aşağı atlamak gibi birçok riskli ve zararlı şeylere kolayca meyledebilir, hayatımızın son bulmasına sebep olabilirdik. İşte bu his vesilesiyle hayatı zora sokacak, fesada uğratacak kalkışmalara kolay kolay girmeyiz. Bediüzzaman Hazretlerinin “Arkadaş! Cenâb-ı Hakk’ın sıfât-ı ezeliye âleminde biri Celâlî, diğeri Cemâlî iki türlü tecellîsi vardır. Celâl ile Cemâl’in sıfât-ı ef‘âl âleminde tecellîsinden, lütuf ve kahır, hüsün ve heybet tezâhür eder. Sonra vicdana tecellî edince, recâ ve havf husûle gelir. Sonra irşâdın iktizâsındandır ki, havf ile recâ arasındaki muvâzene devamla muhâfaza edilsin ki, recâ ile doğru yollara sülûk edilsin. Havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ki, ne Allah’ın rahmetinden me’yûs olunsun ve ne de azabından emîn olunsun.” 2 ifadeleri ile anlaşılmaktadır ki Celali ve Cemali tecelliler insanın vicdanında korku ve ümit hissini husule getirmiştir. Ta ki ümitle doğru yola yöneliş olsun; korku ile de yanlış yollardan kaçış olsun. Böylece irşadın gereği olarak, korku ve ümit arasında bir denge meydana gelsin. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde bazen cehennem azabından bazen de geçmişte bazı helak edilen kavimlerden bahsederek sürekli insanları uyarmaktadır. İnsandaki bu korku damarını işleten bazı ayet-i kerimler şöyledir:“Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkup sakının! Yalnızca Müslimler/şirki terk ederek tevhitle Allah’a yönelen kullar olarak can verin.” 3 “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve şayet müminlerseniz faizi terk edin.” 4 Rabbimiz insandaki korku damarını işleterek onları günahlardan sakındırmaktadır. Bu da manevi yahut uhrevi hayatın muhafazasıdır haddi zatında. İnsanlar bu sayede Allah’ın azabından korkar, şeytana tabi olmaktan ve cehenneme düşmekten sakınır hale gelirler. Bu itibarla, asıl hayat olan uhrevi hayatın muhafazası için mühim bir histir korku. Kulun nefis ve vicdanı bu his vesilesiyle aklın hükümlerine itaat etmektedir. Bu terğib ve terhib ile yani ümit ve korku hisleri iledir.Gelelim korkunun birkaç faydasına…Korku hissi kişiyi doğru yola götürürKorku hissi ile kişi yanlış yollara gitmekten mahfuz kalır. Doğru yola, istikamet yoluna girer. Aşağıdaki alıntıda Resul-i Ekrem Efendimizin (sav) bu korku damarı ile beşeriyete nasıl doğru yolu açtığı ifade edilmektedir: “Arkadaş! O Zât-ı mürşid (asm), nev‘-i beşeri korkutmak için pek müdhiş hakîkatlerden bahsediyor. Ve insanları tebşîr etmek için kalbleri cezb ve akılları celb eden meselelerden haber veriyor. Bak, hakaik ve garâibi keşfetmek için insanlarda öyle bir şevk ve öyle bir merak var ki, garib bir hakîkati keşif yolunda canlarını fedâ ediyorlar…” 5Hem insan umumi bir nefrete maruz kalmamak için ister istemez doğru yolda bulur kendini. İstikamet dairesine girmeye mecbur hisseder. Kuran-ı Kerim’deki hususen kavimlerin helaki ile ilgili kıssaların insanı korkutarak yaptığı tam da budur.Korku gayrete getirir“Acaba hulfü’l-va‘d, hakkında muhâl olan bir zât, cennet gibi bir ücreti ve saadet i ebediye gibi bir hediyeyi sana va‘d etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazîfede seni istihdâm etse, sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla yarım yamalak hizmetinle onu va‘dinde ithâm ve hediyesini istihfâf etsen, pek şiddetli bir te’dîbe ve dehşetli bir ta‘zîbe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütûrsuz hizmet ettiğin halde, cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latîf bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?” 6Yukarıda yaptığımız alıntıdan açıkça anlaşılmaktadır ki korku hissi gayrete getirir. Ağır işlerde dahi insanın fütursuz bir tarzda hizmet etmesine vesile olur. Korku kişinin cesaret, şecaat ve heyecana vesiledir“Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret...Hem darb-ı mesel olmuş, keçi, kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder; boynuzuyla kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat... Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar. Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün burudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça her şeyi parçalar. Rus mujikleri buna şahittir. Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mu'cizeleri gösterebilir.” 7Bu cümlelerden açıkça anlaşılmaktadır ki korku hissi çaresizlik ve mecburiyet anında cesarete dönüşür. Kişiyi kahraman yapar. Birden şecaate getirir. Kapalı kapıları açar, mucizevi bir şekilde insanı başarıya taşır. Bu anlamda korku büyük bir güçtür insana. Bu hissi hayatı ağır, müşkil, elîm ve ıstıraplı bir şekle sokacak tarzda istimal etmemelidir. Hayatın muhafazası için adeta bir zırh yapmalıdır korkuyu! Özellikle ebedi hayatı kazandıracak şekilde kullanmalıdır.Rabbimiz korku hissini yerinde kullanmayı hepimize nasip eylesin. Âmin!1- Mektubat Mecmuası, c. 2, s. 2992- İşaratü’l-İcaz Mecmuası, s. 583- Âl-i İmran, 1024- Bakara, 2785- Mesnevi Mecmuası, s.236- Sözler Mecmuası, s.957- Sünuhat Risalesi
“Hasenâtı isteyen ve iktizâ eden rahmet-i İlâhiye; ve îcâd eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hakk’tandır. İnsan yalnız duâ ile, îmân ile, şuûr ile, rızâ ile onlara sâhib olur.” (Tılsımlar, 26. Söz, Sayfa 81)İşlediğimiz günahlarda payımız nedir diye düşündüğümüzde, cevap olarak bu günahın suçlusu tamamıyla benim diyebiliyor muyuz? Yoksa, falan kişi yüzünden işledim, şeytan zorladı veya nefsime engel olamadım gibi mazeretlere mi sığınıyoruz? Bunu daha ileri götürüp -hâşâ- kaderi suçlayanları da görmüşsünüzdür. Birçok meselede olduğu gibi işlenen bir günah sonucunda her insanda tezkiye-i nefis yani nefisini temize çıkarmaya bir meyil vardır. “Bunu yaptım ama sor niye yaptım?” cümlesini çok duyarız. Ya da daha ileri gidip yaptığı hatayı, hata olarak görmemeye kadar işi götürenlerle karşılaşabiliriz. Ama aslında işlediğimiz günahın bir numaralı failini ve sorumlusunu kendimiz olarak görmek zorundayız. Bu düşünce hem tevbe ve istiğfarın ilk aşamasıdır, hem de tam tamına hakikatin kendisidir. Çünkü karşısına çıkan günahı işlememek için insanın önünde her zaman bir seçenek vardır. İnsan, kendi hür iradesiyle günahı işlemeyi seçerse, elbette ki sorumluluk da kendisinde kalır. Buna karşılık işlediğimiz salih ameller ve hasenattaki hissemiz ne kadardır? Bir kişinin hidayetine vesile olduğumuzu düşünelim. Bir Hadîs-i Şerif’de geçen: “Vallahi senin vasıtanla Allah’ın bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için (en değerli) kızıl develerden daha hayırlıdır. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 34)” hükmünce hidayete vesile olmanın kıymeti ve ehemmiyeti çok büyüktür. Bu vesile sırasında belki binden fazla şartın bir araya gelmesi gerekir ki; hidayet gerçekleşsin. Bizim buradaki hissemiz binde birdir. Onu da Cenâb-ı Hak, müsaade ederse yapabiliriz. Hidayetine vesile olacağımız kişiyi öncelikle tanımamız gerekir. Onunla karşılaşmamız gerekir. Bizim sağlıklı olmamız ve gidip ona anlatabilmemiz gerekir. Hem onun hem bizim müsait bir vaktimiz olacak ki o kişi ile ilgilenebilelim. Başımıza öyle işler gelebilir ki, birine bir şeyler anlatmaya vakit bile bulamayabiliriz. Bu şekilde yüzlerce şart sayabiliriz. Demek ki; salih amelde ve hasenattaki hissemiz aslında sadece cüz-i ihtiyarîmizle yaptığımız bir seçimden ibarettir. Peki, önümüze hayır ve şer iki seçenek çıktığında hayrı tercih edebilmek, günaha girmemek ve salih ameli yapabilmek için nasıl bir donanıma sahip olmalıyız? Bunun için Bedîüzzaman Hazretleri dört aşamalı bir hazırlık sürecinden bahsediyor. Bu sürecin ilk aşamasında dua var. Dua, bir şeyin olmasını Allah’tan istemektir. Demek ki öncelikle hasenatı Cenab-ı Hak’tan istemek zorundayız. Her işin başı, önce istemekten geçiyor. Bir insandan bir şey istemek, çok kişilere ağır gelir. Fıtraten, mümkünse kendi işimizi kendimiz yapmak isteriz. Kimsenin minneti altına girmemek insanların genel tercihidir. Ama Allah’tan bir şey istediğimizde kalbimize bu hissiyat gelmez. Hatta Allah’tan bir şey istemek, bizi mutlu eder, huzur verir. Çünkü isteğimiz aynen yerine gelirse seviniriz. Yerine gelmezse, hayırlı olanın isteğimizin gerçekleşmemesinde olduğunu biliriz. Bunun gibi salih bir ameli yerine getirebilmeyi önce dua ile isteriz. Bu isteği illa ki kelimelere dökmemize gerek yoktur. Kalbimizden geçirmek de bazen yetebilir. Namaz vakti gelince namaz kılmayı şöyle bir kalbimizden geçirmemiz aslında bu salih amel için bir duadır. İkinci aşamada iman bulunur. İman, burada iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi hasenata ancak gerçek bir iman sahibinin yönelebileceğini ifade edebilir. Yani bir münafık, salih amele yönelmez. İkinci mana ise kişinin bir salih ameli işleyebilmesi için o amelin salih olduğuna dair bir inancı olması gerekir. Meselâ dişi misvaklamanın hasenattan olduğuna inanmayan birine, bu salih ameli işlemek nasip olmaz.Üçüncü aşamada şuûr vardır. Yani kişi hasenatı bilerek ve farkında olarak işler. Yerine getirdiği amelin salih bir amel olduğunun bilincindedir. Rastgele olarak veya öylesi işine geldiği için hasenat işlenmez. Mesela bir kişi yemek yerken sağ elini kullandığında, bunu Peygamber Efendimizin (asm) bir sünneti olduğu düşüncesiyle yerine getirirse salih amel olur, hasenata kaydedilir. Ama böyle bir bilinç ile yemez ise, sıradan bir amele dönüşebilir.Son olarak salih bir ameli işlediğimizde bunun neticesindeki beklentimiz Cenâb-ı Hakk’ın rızası olmak zorundadır. Başkalarını razı etmeyi hedefliyorsak, bu amel hasenattan sayılmaz. Razı edeceğimiz, rızasını kazanmayı ümit edeceğimiz tek makam Rabbülâlemin olacaktır. Üstad Hazretlerinin formüle ettiği bu dört aşamalı süreç yerine gelirse, salih amelleri işlemek bize nasip olabilir ve hasenat elde edebiliriz. Aksi takdirde ya hasenat nasip olmaz ya da işlediğimiz ameller, sıradan birer günlük faaliyete dönebilir. Veyahut normalde çok sevap getirmesi gereken çok ameller boşa gider.
Sancakların alemlerindeki özel yere gümüş muhafaza içinde birer küçük Mushaf takılması âdetti. Bu minik Mushaflar Sancak Kur’ân-ı ya da Sancak Mushaf’ı olarak adlandırılmıştır. Sancak, devlet geleneğini temsil eden önemli figürdür. Osmanlı sancaklarının başlangıçta ak, kara, al ve yeşil renkli olmak üzere sayılarının dört tane olduğu belirtilir. Bu sancaklardan “ak alem” denilen beyaz renkli asıl sancağın Selçuklu hükümdarı tarafından Osman Bey’e beyliğin kuruluş aşamasında gönderilmiş olduğu söylenir. Ak sancak İlhanlılar döneminden beri Anadolu’da imparatorluk ve egemenliğin simgesi olarak kullanılmıştır. Sancak sayısı Kânûnî Sultan Süleyman (1520-66) döneminde yediye çıkarılır. Bu sancaklardan biri beyaz, biri yeşil, ikisi kırmızı, biri alaca sarı, biri alaca kırmızı ve biri alaca yeşil renktedir. Saltanat sancağı gönderlerinin başı altın alemlidir. Sancakların üzerinde Besmele, Kelime-i Tevhîd, Fetih (Fetih sûresinin 1. âyeti “Şübhesiz ki biz sana, apaçık bir fetih ihsân ettik).” ve Zafer (Saff sûresinin 13. âyetinden bir bölüm “Allah’dan bir zafer ve yakın bir fetih vardır”) âyetleri yazılıdır. Bu sancaklar savaş sırasında açılır ve padişahın bulunduğu yerin arkasında dalgalanırlardı. Ak sancağı bizzat mîr-i alem götürür, diğerleri onun maiyetinde bulunan alemdarlar taşırdı. Bu sancakların alemlerindeki özel yere gümüş muhafaza içinde birer küçük Mushaf takılması âdetti. Bu minik Mushaflar Sancak Kur’ân-ı ya da Sancak Mushaf’ı olarak adlandırılmıştır. Mîr-i Alemin görevleri seferde ak alemin taşınması, padişah sancaklarının bakımı, mehterhânenin yönetimi ve sancakbeyleri için yapılan törenlerin yürütülmesidir. Aynı kişilere “emîrü’l-alem de denirdi. Alemdar, saltanat sancaklarından ak alemden başkasını taşımakla görevli kişilerin adıdır. Bunlar mîr-i aleme bağlı, güçlü kuvvetli ve gösterişli kişilerdir. Sancak Kur’ân’larının sayfaları çoklukla düzgün altıgen ya da sekizgen formda kesilmiştir. Bu sayfaların karşılıklı kenarları arası 40-50 mm dolayındadır. İnce ve hafif olmaları için çok ince aharlı kâğıda yazılırlar. Yazı olarak daha çok nesih gubarisi kullanılmıştır. Bulunabilen en ince kâğıda minicik harflerle yazılan sancak kuran yazımı esasen zordur. Okumak için yazılmadığından ve sanat göstermekte pek söz konusu olmadığı için sancak kuranı yazan hattatlar çoğunlukla tanınmamış, ünlü olmamış kişilerdir. Normal boy Kur’ân’ların yazımındaki sayfada satır sayısının tek olması serlevha sayfalarının özel ve zengin biçimde tezhiplenmesi yazıların çevresine cetvel denilen altın yaldız çerçeveler çizilmesi sayfa kenarlarına cüz, hizip ve aşere gülleri işlenmesi sûre başı ve hâtime tezhipleri gibi uygulamalar, sancak Kur’ân yazımında pek geçerli değildir. Saray için özel olarak yapılanlar dışında ciltleri de mütevâzidir. Kullanmak için yapılanlar genellikle gümüş, tombak, pirinç bir muhâfaza içinde korunurlar; bu muhâfazalar kazıma ve kalem işi süslemelerle sanatkârâne şekilde tezyîn edilmişlerdir. Günümüze ulaşabilmiş olanların pek çoğu XVI. ve XVII. yüzyıllara aittir. İmparatorluğun gerileme döneminde padişahların seferlere katılmaması nedeniyle sancak kullanımındaki azalmaya paralel olarak Sancak Kur’ân’ı da daha az yazılır olmuştur. Sancak Kur’ân’ları az bulunduğu için diğer boy kuranlara göre koleksiyon değerleri daha yüksektir. Bu geleneğin günümüzde Türk Deniz Kuvvetlerinin gemilerinde sürdüğü söylenebilir. Deniz kuvvetleri için yabancı bir devletten satın alınan gemiler teslim alınırken ve ülke içinde yapılanlar denize indirilirken en yüksek direğinin tepesine mutlaka küçük matbu bir Kur’ân-ı Kerîm yerleştirilmektedir.