214. Sayı: "Boş Çuval Ayakta Durmaz"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBoş Çuval Ayakta Durmaz
İnsan

Eskiden “çuval yarışı” dediğimiz bir oyunumuz vardı. Şimdilerde de bazı belediye ve okullarda yapıldığını görüyoruz. Malumunuz olduğu üzere çocuklar birer çuvalın içine girer ve zıplayarak ilerlemeye çalışırlar ve hedefe ulaşmaya gayret ederlerdi. Çuval, içine giren çocukla adeta hayat bulur, dik durur ve hareket kazanırdı. Çocuklar da çuvala girmekle adım aralıkları azalır, adım atamazlar; çözümü zıplayarak ilerlemekte bulurlardı. Aslında çuval yarışı, daralan adım aralığına bedel yeni bir strateji belirleme ve hedefe ulaşmanın arayışını öğrendikleri bir eğitimdi.Evet, çuvalı ayakta tutan çocuklardı. Peki, çocukları ayakta tutan neydi/nedir?Burada devreye, yazının başlığına ve derginin kapağına aldığımız “boş çuval ayakta durmaz” cümlesinin manası giriyor. Bu cümlenin birkaç manası ve kullanım alanı var. Öncelikle dosya konumuz ve editör yazımızın muhtevasına bakan kısmını söyleyelim: “Bir insanın kabiliyeti olmadıkça, kendini geliştirmedikçe düzgün bir iş yapamaz.”Kabiliyet Allah vergisi. Fakat bunun keşfetmek eğitimin, izhar etmek/açığa çıkarmak ise kişinin gayretine bağlıdır. Siz çuvala toprak, taş, buğday, un da koyarak ayakta tutabilirsiniz. Zira çuval buna kabildir. İnsan da ayakta durmak için maddi ve manevi birikime ihtiyaç duyar ki, mezkûr cümlenin bir manası da bunu ifade eder:“İçinde değer veya bilgi olmayan bir şey uzun süre var olamaz veya ayakta kalamaz.”Çuval yarışı ile strateji ve taktik öğrettiğimiz çocukların diri tuttukları çuvalla attıkları adımları desteklemek, ancak talim ve terbiye ile mümkün olacaktır. Bu da insanın kabil olduğu marifetullah, muhabbetullah ve iman-ı billah ile temellendirilmelidir ki bir üst paragrafta yazdığımız cümleyi şekillendirmiş olsun. Yani, geleceğimizi şekillendirmesini ümit ettiğimiz çocuklarımız ve gençlerimiz -bu manada uzun ömürlü olmaları için- değer ve bilgiyle donanmış olsun.2024-25 Eğitim ve Öğretim Dönemine başladığımız bu dönemde eğitimde ciddi adımların atılmaya gayret edildiğini görerek biz de dergi kametince katkımızı sunmak ve konuya dikkat çekmek istedik. Binaenaleyh başlıktaki cümlenin yerine göre kazandığı şu cümleleri de sizlerle paylaşmak isterim.1. Bilgi ve Beceri EksikliğiBir insanın bilgi, beceri veya tecrübe eksikliği varsa, uzun vadede muvaffak olması ve itibar kazanması zordur. Bu durumda “boş çuval” benzetmesi, bilgi veya beceriden mahrum kişiyi temsil eder.2. Maddi YetersizlikMaddi imkanları olmayan bir kişi, temel ihtiyaçlarını karşılayamaz ve hayatını sürdürmekte zorlanır. Ki bu cümlenin bir manası da karnı doymayan kişi çalışmazdır. Bu durumda “boş çuval” benzetmesi, maddi imkansızlığı temsil eder.3. Manevi BoşlukManevi değerlere sahip olmayan, ahlaki açıdan zayıf olan bir kişi toplumda itibar kazanamaz ve uzun süreli ilişkiler kuramaz. Dahası, bu boşluktan sebep kendisi ve etrafı için problem olabilir. Bu durumda “boş çuval” benzetmesi, manevi boşluğu temsil eder.Evet, kıymetli dostlar! Çuvallarımız buğdayla, unla dolarken çocuklarımız da değer ve bilgi ile donansın. Donansın ki istikbalimizin ve istiklalimizin teminatı olarak şükrümüze vesile olsunlar.

Metin UÇAR 01 Eylül
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

BursaBursa’nın en eski adının Prusa olduğu bilinmektedir. Pontus Kralı Mithridatis’in mağlûp edilmesinden sonra Romalıların eline geçmiştir. Roma İmparatorluğu ikiye bölününce Bursa, Doğu Roma tarafında kalmıştır. Şehir ilk olarak 1080 senesinde Süleyman Şah tarafından fethedilerek, İslam toprağı olmuştur. Ancak bu ilk fetihten sonra 1097’de tekrardan Bizanslıların eline geçti. Bursa’yı kalıcı olarak fetheden ise Orhan Gazi olmuştur. Orhan Gazi, 6 Nisan 1326’da fethettiği Bursa’yı Osmanlı Devleti’nin başkenti yapmıştır. Şehir teslim alınırken yağma yapılmaması, şehre zarar verilmemesi ve isteyen kişilerin şehri terk etmesine izin verilmesi konusunda anlaşıldı. Ayrıca Bursa tekfuru, Orhan Gazi’ye 30 bin altın savaş tazminatı verecekti. Orhan Gazi, fethin ardından Bursa’da gümüş sikke bastırdı ve bir külliye inşa ettirdi. Daha sonra hızla gelişen şehrin sembolü olan Ulu Cami, Sultan Yıldırım Bayezid zamanında 1399’da yaptırıldı. Bursa, Osmanlı Devleti’nin İstanbul ve Edirne ile birlikte üç büyük merkezinden biriydi. Bursa Sarayı, 1600’lü yıllara kadar, buraya gelen Padişahlar tarafından kullanılmaktaydı. Sultan 2. Bayezid döneminde yaklaşık 37 bin kişinin yaşadığı Bursa’nın nüfusu, 1573’te 60 bini geçmiştir. Schiltberger’e göre şehir, ipek ticaret ve endüstrisinin milletlerarası bir merkezi durumundaydı. Baharat, şeker, boya, sabun gibi ticaret malları Suriye ve Mısır’dan Bursa’ya taşınıyordu. Sultan 1. Murad’ın yaptırdığı Hudâvendigâr Camii ve Külliyesi, Yıldırım Bayezid zamanında inşa edilen Ulucami ve Yıldırım Bayezid Külliyesi, Yeşilcami ve Külliyesi, 2. Murad’ın Murâdiye Külliyesi, Alâeddin Camii, Şehâdet veya Kale Camii, Timurtaş Paşa Camii ve Emîr Sultan Camii Bursa’daki önde gelen tarihî yapılardandır.2 Eylül 1925 Tekke, zâviye ve türbelerin kapatılması içinhükümet kararnamesi yayınlandıİslâm medeniyetinin temel kurumlarından olan cami, medrese ve tekke Asr-ı Saâdet’te Mescid-i Nebevî çatısı altında bir arada bulunuyorlardı. Mescid-i Nebevî’deki ilmî, içtimaî, askerî işlevler tarihî süreç içerisinde bağımsız kurumlar haline gelmiştir. İlk tekkenin nerede ve ne zaman kurulduğu konusunda farklı fikirler ileri sürülmüştür. Hâce Abdullah-ı Herevî’nin Tabakâtü’s-sûfiyye’sine ve Ab­dur­rah­man-ı Câmî’nin Ne­fe­hâtü’l-üns’üne göre ilk tekke 700’lü yıllarda, Filistin’in Remle beldesinde inşa edilmiştir. Osmanlı Devleti’nde bir tarikatın merkez tekkesine âsitâne denirken, küçük tekkeler zâviye adıyla anılmaktaydılar. Şeyhülislâmlığın denetimi altında yüzyıllarca serbestçe faaliyet gösteren tekkelerin kapatılmasına 2 Eylül 1925 tarihinde çıkarılan Bakanlar Kurulu kararnamesi ile karar verilmiştir. Bu kararname üzerine 30 Kasım 1925’te çıkarılan 677 sayılı kanun ile tekke, zâviye ve türbeler kapatılmıştır. Bu kanunda 1990 senesinde yapılan değişiklikle Kültür Bakanlığının onayı doğrultusunda kapalı olan türbeler açılabilmektedir. 9 Eylül 1570 Lefkoşe’nin fethiLefkoşe, Kıbrıs Adası’nın Beşparmak (Girne) dağlarıyla Karlıdağ (Trodos) arasında bulunan Mesarya (Mesaoria) ovasının ortasında yer almaktadır. Kanlıdere (Pedias) ırmağının iki tarafında denizden 150 metre yükseklikte kurulmuştur. Şehrin etrafı, temelleri 13. yüzyılda Lusignan hânedanı zamanında atılan, fakat 1567 yılında yıkılarak yeniden inşa edilen surlarla çevrilidir. Osmanlılar, 1570 yılı Temmuz’unda Kıbrıs’ı almak için harekete geçtiklerinde fazla bir direnişle karşılaşmadılar. Kendilerini köle yerine koyan ve vergi oranlarını yükselten Venedikliler’den kurtulmak isteyen Lefkoşe sakinleri, Osmanlıları fiilen desteklemişlerdi. Buna rağmen muhtemelen 25 Temmuz’da Lefkoşe önlerine gelen Osmanlı ordusu, uzun müddet devam eden şiddetli bir kuşatmadan sonra ancak 9 Eylül’de şehri alabildi. Fetihten sonra burası yeni oluşturulan Kıbrıs eyaletinin idare merkezi yapıldı.22 Eylül 1858 Mülkiye memurları içinVazife ve Salahiyet Kanunu çıkarıldıSultan Abdülmecid döneminde, mülkî idare sistemi yeniden düzenlenmiştir. Bu konuda öncelikle eyaletlerde valinin etrafında mahallî meclisler teşkil edilmiştir. Ayrıca meclislerde gayrimüslimlere de temsil hakkı tanınmıştır. Mülkiye memurları için ilk defa 22 Eylül 1858’de vazife ve salâhiyet kanunu çıkarıldı. Adliye teşkilâtında da önemli yenilikler yapıldı. Tanzimat’tan önce mevcut olan şer‘î mahkeme, cemaat ve konsolosluk mahkemelerinin yanı sıra bir de nizamiye mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemelere Müslüman ve gayrimüslim üyelerin tayin edilmesi esası getirildi. Yeni kurulan Adliye teşkilâtı, Adliye Nezâreti’ne bağlanmıştır. Eskiden beri var olan şer‘î mahkemeler, Şeyhülislâmın faaliyet sahası içinde bırakılmıştır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiİsmail Haniye Şehit Oldu Siz İse Kaybedeceksiniz
İnsan

İsmail Haniye’ler gibi kendi kanını ve canını, evlatlarının kanını ve canını, Filistinlilerin kanı ve canından ayrı tutmayan nicelerini şehit etseniz de kaybedeceksiniz… HAMAS’ı yok ediyoruz bahanesiyle bütün Filistin halkını da yok etseniz, velev ki Filistin’de hiç kimseyi sağ bırakmasanız bile siz kaybedeceksiniz…Kazanamayacaksınız…Kaybettiniz! Kaybediyorsunuz! Kaybedeceksiniz! …Hak-batıl mücadelesinin nihai kazananı siz olmayacaksınız…Kâinatın Efendisi’nin (sav) Ebu Kubeys dağı eteklerine çı­kıp Hakk’ı ilan etmesiyle birlik­te, o an kaybettiniz…Hz. Bilal’e kızgın çöl kumlarında işkence yaptığınızda, Hz. Sümeyye’yi vahşice şehit ettiğinizde, Mekkeli Müslümanları boykotla açlık ve yokluğa mahkûm ettiğinizde, hepsini yerini yurdunu terk etmek üzere Mekke’den hicret etmek zorunda bıraktığınızda; kazandığınızı, kazanacağınızı, galip geleceğinizi zannettiniz… Kaybettiniz…Hakk’ın karşısında hangi coğrafyada ne sıfatla çıktığınız bir anlam ifade etmedi. Dün Mekke müşrikleriydiniz. Sonra Haçlılar oldunuz. Bugün ise Siyonist- Evanjelist olarak tezahür ediyorsunuz.Her kim olursanız, tarihin han­gi zaman ve mekânında ne ad ve sıfatla anılıyorsanız anı­lın. “Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mah­kûm­dur. (İsra, 81)” ayeti nazil ol­du­ğunda hepiniz kaybettiniz… Kaybetmeye mah­kûm edil­diniz… Kaybetmeye mah­kûm­sunuz…İslam’ın daha henüz ilk dönemlerinde (638 yılında) Hz. Ömer adalet ve teminatıyla Kudüs’ü fethettiğinde, Kudüs’ü de geri dönülmez şekilde kaybettiniz…Hepiniz birleşip, haçlılar olarak geldiniz, 1099’da Kudüs’ü aldınız, herkesi kılıçtan geçirdiniz, ilelebet sizde kalacağını zannettiniz, Kudüs’ü kan gölüne çevirdiniz, akıttığınız kanlar atlarınızın dizlerine kadar varmıştı, herkesi öldürerek galip olduğunuzu, galip kalacağınızı düşündünüz. Herkesi öldürseniz de Kudüs sizin olmadı, size kalmadı… 100 yıl sürmedi geçici sahipliğiniz. Selahaddin-i Eyyubi, 1187 yılında kapınıza dayandı. 20 Ey­lül’de başlattığı kuşatmaya an­cak 2 Ekim’e kadar dayana­bildiniz; kaybettiniz, yüz yıl sürmedi... İsra Suresi 81’e iman edenlerin gözünde zaten yıkılıp gitmeye mahkûm olduğunuzu idrak edemediniz. Kudüs’ü ele geçirmeyi defalarca, defalarca Haçlı Seferleri ile denediniz. Kaybettiniz, perişan oldunuz… Yüzyıllar sonra, 1917 yılında Kudüs’ü bir defa daha ele geçirdiniz. Hatta henüz Kudüs’ü ele geçirmeden Balfour Dek­la­ras­yo­nu’nu yayınladınız. Kudüs ve çevresini, Filistin’i birbirinize ikram edecek, bu topraklarda kimin devlet kuracağına karar verecek, birbirinize toprak vaat edecek, bahşedecek! kadar özgüvenliydiniz. Kudüs ve Filistin topraklarının geleceğine ilişkin fütursuzca tasarrufta bulunabileceğinizi tereddütsüzce kani idiniz... Galip geldiğinizi zannettiniz… Yüzyılı aşkındır da hala daha o zan ile hareket ediyorsunuz…Fütursuzluğunuz ve galip olduğunuz zannınız, deklarasyonlar ve birbirinize vaatler ile de sınırlı kalmadı. 1947’de BM’de toplanıp kendi kendinize Filistin topraklarını Araplar ve Yahudiler arasında taksim ettiniz paylaştırdınız… O topraklarda söz hakkınız olduğunu zannettiniz…Nihayet 15 Mayıs 1948’de İsrail devletini ilan ettiniz. O güne Nakba Günü yani büyük felaket dedik. 800 bin kişiyi göç ettirdiniz. Bu göçün sonucunda bugün 10 milyon Filistinlinin 6 milyonu Filistin toprakları dışında mülteci olarak yaşıyor hale geldi. Siz o gün, yüzbinlerce Filistinliyi yerlerinden yurtlarından ettiğinizde galip geldiğinizi zannettiniz… Ama Filistinli nüfusunu göçlerle azaltsanız da henüz tam istediğiniz sonuca gelemediniz… Araplarla savaştınız… Arapları yendiniz… İşgal topraklarınızı genişlettiniz… 1967’de doğu Kudüs’ü de işgal ettiğinizde Kudüs’ün tamamı elinize geçti… Yine yüzbinlerce insanı yine yerinden yurdundan ederek NAKSA (gerileme) gününü yaşattınız… O gün bu gündür bütün dünya 1967 sınırları öncesine dönmenizi yüksek sesle tekrar ediyor olsa da bütün dünyayı karşınıza alarak direndiniz… Kimsenin sizleri 1967 sınırları öncesine döndürememesinden cesaret aldınız… Kimsenin karşınıza çıkmıyor olmasından şımardınız… Dünyanın gözü önünde defalarca uluslararası hukuku ve uluslararası sistemi, ortak insanlık değerlerini ayaklar altına aldınız. BM kararlarını defalarca yok saydınız… Kendinizin mutlak güç ve mutlak galip olduğu “zannı” içerisinde, şuursuz bir zafer sarhoşluğuyla savruluyorsunuz… Ama konu­mu­nuz sureta… Hakikatte kay­­bediyorsunuz… Arap devletlerini pes ettirdiniz, liderlerini sindirdiniz, İslam dünyasını hareket edemez hale getirdiniz… Sizler için her şeyin yolunda gittiğini zannediyordunuz. Kazanmış olmamanız için hiçbir sebep yok gibiydi… Karşınıza 1973’ten sonra artık kimse çıkmaya cesaret de edemiyordu… Hatta en büyük düşmanınız olan Mısır devlet başkanı bile gelip İsrail meclisinde “Toprağınız İsrail Fırat'tan Nil'e Kadar" “yazısı altında 1977’de “barış!” adına konuşma yapmıştı… Sizin için daha ne olsundu… Ta ki…Ta ki ellerinde taşlarla çocuklar tankların karşısına dikilene kadar… Taş atan çocukları vurdunuz… öldürdünüz… kollarını taşlarla kırdınız… Çocuk katili oldunuz… Arafat’ın “küçük generallerim” dediği taş atan çocuklara galip gelemediniz… Arafat şüpheli şekilde hayatını kaybetti… Şüpheli şekilde hayatını kaybetmeyen niceleri oldu… Plajlarda top oynayan çocukları uçaklar açıkça füzelerle vurdunuz… Evlerinin önünde oynayan çocukları vurdunuz… Okula giden çocukları yolda yürürken vurdunuz… Babasının arkasına sığınmış Muhammed Durra’yı vurdunuz… Hepsi bütün dünyanın gözleri önünde oldu… Çocukları öldürerek dünyaya ne kadar güçlü bir devlet olduğunuzu gösteriyordunuz… Siz çok güçlüydünüz… Kimse size bir şey diyemezdi… Ama kaybediyordunuz… kaybettiniz… kaybedeceksiniz..Siz bunları on yıllarca yaparken ortada Filistin Devleti yoktu… 1987 yılında Filistin Devleti bağımsızlığını ilan etti… 2012 yılında BM’de gözlemci devlet statüsü elde etti.. 2015 yılında Filistin Bayrağı BM önünde törenle göndere çekildi… Pek çok devlet Filistin’in bağımsızlığını tanıdı, tanımaya devam ediyor… Engel olamadınız... Nehirden denize tam bağımsız Filistin Devleti’nin bir gün tahakkuk etmesine de engel olamayacaksınız… Kaybettiniz… Kaybedeceksiniz…Onlarca yıldır hunharca, vahşice, çocuk - kadın katlettiniz. Mutlak galibiyetin buradan geçtiğini zannettiniz… Bu zan size kaybettirdi… Artık geri dönüşü olmayan bir kayıp içerisindesiniz…Siz, on yıllarca Filistinlilere zul­mederken henüz HAMAS yok­tu… Kassam Tugayları da yok­tu… 7 Ekim’den sonra HA­MAS’ı bahane ederek vahşilik ve saldırganlığınızı kesintisiz “soy­kırıma” dönüştürdünüz… Kü­resel ölçekte ve uluslararası sistemde sesi çıkanların yalnızlığını, gücü olanların sessizliğini, kendi gücünüzden zannediyorsunuz… Tüm dünyanın sizi engelleyecek, durduracak adım atmamasını sizin zaferinizin bir sonucu olarak görüyorsunuz… Arap liderlerine “çıkarlarınızı korumak istiyorsanız tek bir şey yapmalısınız; sessiz kalın” tehdidinin yeterli olacağını düşünüyorsunuz… Oysa ki Arap liderlerine ve İslam Dünyasına rağmen kaybedeceksiniz… Sizin kaybınız ya da zaferiniz ne öldürdüklerinize ne de korkutup sindirdiklerinize endeksli… Siz, Arap ve İslam Dünyası­na rağmen kaybediyorsunuz… On­lara rağmen kaybetmeye de­vam edeceksiniz…Sizin karşınızda, ölümü kaybetmek olarak görenler değil, Bakara 154’e iman edenler bulunduğunu idrak edemiyorsunuz. Sizin karşınızda azlık- çokluk hesabı yapanlar değil, Bakara 249-250’ye iman edenler olduğunu kabul edemiyorsunuz ya da bilmiyorsunuz… Öldürseniz de kaybedeceksiniz, kalabalık olsanız da kaybedeceksiniz…Şeyh Ahmed Yasin’i, şehit etseniz, İsmail Haniye bir adım öne çıkacak, İsmail Haniye’yi şehit etseniz, Yahya Sinvar bir adım öne çıkacak, onu da şehit etseniz bir başkası çıkacak… Kaybedeceksiniz…İsmail Haniye’ler gibi kendi kanını ve canını, evlatlarının kanını ve canını, Filistinlilerin kanı ve canından ayrı tutmayan nicelerini şehit etseniz de kaybedeceksiniz… HAMAS’ı yok ediyoruz bahanesiyle bütün Filistin halkını da yok etseniz, velev ki Filistin’de hiç kimseyi sağ bırakmasanız bile siz kaybedeceksiniz…Kaybediyorsunuz…Kaybettiniz…Çünkü “Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur. (İsra, 81)”

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Eylül
Konu resmiEğitim Sistemimizin Sorunları ve Çözüm Önerileri
Eğitim

Türk Eğitim Sisteminin nasıl olması gerektiği yüz yıldan fazladır tartışıla gelen bir konu. Lakin henüz tüm toplumu kapsayıcı ve üzerinde anlaşılan bir eğitim modeli oluşturabilmiş değiliz. Belki de istenilen neticeyi alamamamızın nedeni, eğitim sistemini salt okullardan ya da müfredattan ibaret gördüğümüzdendir. Oysa eğitim sisteminin sağlıktan istihdama kadar birçok kurumla bağlantısı var. Örneğin okulların sağlık, temizlik ve güvenlik gibi destek hizmetleri ihtiyaçlarının karşılanması, ancak başka bakanlıklarla çözülebilecek bir meseledir. Yine okumuş gençlerin iş bulabilmesi, ülkenin istihdam politikalarıyla bağlantılıdır. Cerrahi müdahalelerle iyileşebilecek yaralarımız, maalesef yıllarca pansuman tedavileriyle çözülmeye çalışıldı. Topyekûn problemleri çözme noktasında proaktif bir anlayışla her ne şart altında olursa olsun risk alarak eğitimin yaralarına neşter atmamızın vakti geldi sanırım. Yirmi milyona yakın öğrencisi olan bir ülkede elbette eğitimin sorunsuz olmasını beklemek safderunluk olur. Mesele, sorunlar yumağını en asgariye indirebilmek meselesidir. Topu öğrenciye ya da öğretmene yükleme yerine, vizyoner bir eğitim sistemi oluşturarak sorumluluğu herkesin paylaşması gerekir. Millî Eğitim Bakanlığının son dönemde başlattığı “Bir Milyon Öğretmen, Bir Milyon Fikir” içerisinde eğitim sisteminin sorunlarını ve çözüm önerilerini barındıran önemli bir projedir. Bir asırdır tartışılan eğitim sistemi ile ilgili birçok konudan iki önemli görüşü masaya yatırmak isterim. Meşrutiyet döneminin Maarif Bakanı olan Emrullah Efendinin tez olarak ortaya koyduğu “Tuba Ağacı Nazariyesi’ne” karşılık düşünür Satı Beyin, tabandan tavana bir eğitimi benimseyen antitezini irdelememiz yerinde olacaktır. Günümüze kadar bu iki görüşü benimseyenlerle birlikte ikisini sentezleyerek eğitimin bütün kademeleriyle orantılı olarak ilgilenilmesi gerektiğini ortaya koyan eğitimcilerimiz de yok değil. İlk Bakanımız Emrullah Efendi’nin sözünü bir hatırlayalım. “İlim yukarıdan başlar. Fakat ben bu nazariyeyi söylediğim vakit mekâtib-i ibtidâiyeyi (İlköğretim okulu) yapmayacağım, mekâtib-i ibtidaiyeye ehemmiyet vermeyeceğim demedim. En ziyade oraya ehemmiyet vereceğim. Mekâtib-i ibtidâiye içindir ki ben yukarıdan başlıyorum. Evet, şecere-i marifet şecere-i tûbâ gibidir. Onun kökü yukarıdadır. Bugün tarih tetkik olunsun, bütün fünûn meydana konsun; acaba ilm-i beşer nasıl terakki etmiştir.” Eğitimin sorunlarına bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşılmalı, ancak asıl yara neredeyse çözümünde orada saklı olduğu da unutulmamalıdır. Bir vücudun azalarına benzeyen eğitim sistemimizi, üniversitelerimizden; üniversitelerimizde diğer öğretim kademelerinden bağımsız düşünemeyiz. Zannımca kökü yukarıda, meyvesi aşağıda olan yani cennetteki tuba ağacına benzetilen bu görüş yabana atılamayacak kadar önemlidir. Eğitimin kalitesine etki eden tüm aktörleri (bina, öğrenci, idareci, veli, araç-gereç, program vs.) unsurları bir araya getirmiş olsanız dahi başroldeki öğretmenin niteliği artmıyorsa istenilen sonuca ulaşamayız. Öğretmenleri yetiştirecek elit bir kadro olmadığı takdirde tabandan/ilkokuldan başlamanın da bir anlamı olmayacaktır. Bu nedenle evvela işe öğretmen yetiştiren eğitim fakültelerinden başlamamız gerekecektir. Bu noktada yapısal değişikliklerle birlikte derslerin niteliği, hocaların keyfiyeti son derece önemlidir. İşin mütehassısı olan hocaların yetiştirmiş oldu­ğu öğrenciler ileride öğretmen ola­cak ve onlar da görev yaptık­ları eğitim kademelerinde arzu edilen öğrencileri yetiştireceklerdir. İyi bir hoca, iyi bir öğrenci; iyi öğrencilerde iyi bir gelecek olacaktır bizler için. Emrullah Efendinin bu nazariyesini kabullenmemiz okul öncesini, ilkokulu, ortaokulu veya liseyi ihmal etmemiz anlamına da gelmemelidir. Yalnız çözüm adresini göstermesi açısından Tûbâ Ağacı Nazariyesi dikkate alınması gereken bir görüştür. Yükseköğretimin bütün bölümlerinde bir paradigma değişikliğine gitmekle bu işe öncelik vermemiz yerinde olacaktır. 1. “Allah size kesinlikle görev­leri ehil ve layık olanlara vermenizi, insanlar arasında bir yargılama yaptığınızda adaletle yargılama yapmanızı em­rediyor… (Nisa, 58)” Eğitim sorunlarımızın en başına “liyakat ve adalet” kelimesini koydum. Zira ülkeler için tüm felaketlerin kaynağı bu iki kavramdır. Kölelikte ve siyah-beyaz ayrımında ısrar eden ABD 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar vasat bir ülke olarak kaldı. Osmanlı Devleti, son dönemdeki çağı okuyamayan politikalarıyla 20. yüzyılın başına kadar ancak dayanabildi. Yalnız, birçok ülke acıdan ders çıkarmayı bildi. Çin ve Japonya disiplinli çalışma politikalarıyla dünyanın süper devletleri arasına girmeyi başardı. İki dünya savaşına katılan, tanklarla dümdüz edilen Almanya, “Alman ekonomi mucizesinin babası” Ludwig Erhard liderliğindeki hükûmet tarafından sürdürülen düşük enflasyon ve hızlı endüstriyel büyüme sayesinde Avrupa’nın en güçlü devletleri arasında yer aldı. Amerika Birleşik Devletleri başka devletlere karşı acımasız olsa da kendi ülkesinde uyguladığı demokrasi ve insan hakları ile beraberinde ithal ettiği beyin takımıyla dünyanın süper gücü olmayı başardı. Her alanda atılım gerçekleştiren ülkeler, gelişmişliklerini kurmuş oldukları demokrasiye, sağladıkları özgürlüklere, adalete ve bunları uygulayan liyakat sahibi yöneticilere borçludurlar. Devlet işlerinde belirli yeterliliğe sahip olmayanların kümelenmesi, terfilerin kişilerin rengine göre yapılması, devlet mekanizmasının zayıflaması­nın ötesinde çöküşüne bile yol açabilir. Liyakatin olup olma­dı­ğı sebep-sonuç ilişkisiyle anlaşılabilir. Misal, eğitim ya da ekonomi çıktılarının parlak olmaması, uygulanan sistemin yanlışlığıyla birlikte doldurulan liyakatsiz kadrolardan kaynaklanmaktadır. Çürük domatesler sağlamları bozduğu gibi belirli kademelere getirilen niteliksiz kişiler de zamanla işine bağlı nitelikli insanların şevkini kırar. Bir yerlere gelmenin torpille olabileceği izlenimine kapılan nitelikli kişiler, zamanla kendilerini geliştirme işini bırakarak belirli makamlara gelmek için adam bulma yolunu tercih etmek zorunda kalırlar. O yüzden eğitim politikasına yön veren insanların en başta liyakati ve adaleti merkeze alarak eğitim sistemi oluşturmaları gerekir. 2. Eğitim Sistemindeki Sorunları Çözme Komisyonu/Kurulu (ESSÇK)Toplumun tüm kesimleri, devletin tüm kurumları eğitimle doğrudan ya da dolaylı bir ilintiye sahip olduğuna göre çözümün daha üst konumdaki bir birim tarafından yürütülmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyim. O halde “bu işte hangi kurumlar, hangi faktörler devreye girecek, neticede belirlenen sorunların çözümünü bir elden kim/kimler yürütecek?” sorusuna bir cevap verilmesi gerekir. Başkanlık sistemine göre eğitim ofislerimiz olsa da Cumhurbaşkanlığı nezdinde uzmanlardan müteşekkil, “Eğitim Sis­temindeki Sorunları Çözme Ko­misyonu/Kurulu (ESSÇK)” oluşturulmalı, oluşturulan komisyon marifetiyle toplumun tüm aktörlerinden (akademisyen, idareci, öğretmen, öğrenci, veli, vb.) gelen sorunlar ve çözüm önerileri bir havuzda toplanmalıdır. Bu konuda diğer ülkelerin eğitim sistemleri de didik didik edilmeli, başarılı yönleri ele alındıktan sonra her bir sorunun çözümüne adım adım geçilmelidir. Bu komisyonun/kurulun kimlerden oluşacağı, nasıl ve ne şekilde çalışacağı ile ilgili usul ve esaslar/yönergeler oluşturulmalıdır. Bu yöntemle belki de sorunlarımızın üzerine kaplumbağa hızıyla gidilmiş olacak, ancak ilânihaye hedefe rotayı şaşırmadan emin adımlarla ulaşılması sağlanacaktır.3. Değerler EğitimiOsmanlı devletinin son zamanlarında Ahmet Cevdet Paşa (19. asırda yaşamış önemli bir devlet adamı, hukukçu, tarihçi, şair) tarafından hazırlanan “Mecelle” (Medeni hukuk) ülkemizde 1926 yılına kadar mevcudiyetini korumuş, hatta Lübnan, Suriye, Irak gibi ülkelerde uzun bir süre daha varlığını sürdürebilmiştir. Osmanlı’da şer’i mahkemelerde hukuki bir dayanak olarak kabul edilen Mecelle’de öyle bir cümle var ki yaralarımıza bir deva niteliğinde. Bu yüzden üçüncü yapılması gereken adım olarak değerler eğitimini koydum. Sabık kanunda geçen, “Def-i mefasid celb-i me­­na­­fiden evladır” (Zararı yok et­mek, fayda sağlamaktan iyidir, ter­cih edilir). sözü alelade söylenmiş bir söz değildir. Hukuki bir terim olarak da nitelendirebileceğimiz bu ifadede kadim bir devletin hayat tecrübesini görebiliyoruz. Aynı anda fayda ve zarar mukayesesi yapmak ve gerektiğinde önceliğimizi belirlemek için bu cümlenin gölgesine rahatlıkla sığınabiliriz. Şayet herhangi bir durum karşısında aralarında bir illiyet bağı yoksa o takdirde fayda ve zararı ayrıca değerlendirmek gerekir. Mecelledeki bu kaidenin iz düşümlerini hayatın her safhasında görebilmemiz mümkün. Kapıyı kapatmadan sobayı yakmanın kime ne faydası olabilir? Önce kapıyı kapatmak, sonrasında sobayı yakmak en isabetli davranış olsa gerek. Mecelle ile ilgili kaidenin eğitim paradigmamıza da yansıtılabileceği kanaatindeyim. Önceki Milli Eğitim Bakanlarımızdan Ziya Selçuk’un bir televizyon programında anlattığı sözlere kulak verdikten sonra konuşmasından hareketle meseleyi izah etmeye çalışalım. Sayın Bakan özetle şöyle diyordu:“Bu toplumun genleriyle oynamaya kalkışmayın. Eğer genlerini bozarsanız bir daha düzeltemezsiniz. Öğretmen ve öğrenci arasında bir tartışmadan dolayı veli soluğu okulda alıyor. Koridorda gördüğü öğretmene başlıyor hakaretler yağdırmaya. Öğretmenimizde gayet kibar bir şekilde diyor ki “Beyefendi siz çocuğunuzun bana ne dediğini duysanız bana hak verirsiniz. Bana öyle küfürler etti ki ben bir öğretmen olarak müdahale etmek zorunda kaldım. Yani sözlü olarak uyardım.” Veli bunun üzerine öğretmenimize dönerek,“Sen ne öğretmenisin?” diye sorar.“Matematik öğretmeniyim.” cevabını alınca,“O zaman git öğretmenliğini yap diğer şeylere karışma.” der.Bakan bunun üzerine kendi kanaatini söylemekten geri durmaz. “Allah aşkına bir öğretmenin işi sadece matematik anlatmak mıdır? Fen anlatmak mıdır…?”Son derece yerinde bir tespit. Veli, öğretmen, öğrenci ve yönetici algılarımızı yeniden gözden geçirmemiz icap ediyor. Velilerimizin çocuklarının davranışlarından ziyade sadece akademik başarılarına yoğunlaşmış olmalarını bir tehlike işareti olarak kabul edebiliriz. Okullarda denetim sonrası yapmış olduğum toplantılarda öğretmenlerimizin sıkça dillendirdikleri bir konu var. “Hocam velimize çocuğunun on tane olumsuz davranışını bunun yanında matematiğinin de kötü olduğunu belirttiğimde velimizin on yanlış yerine ilgilendiği tek hususun matematik dersi olduğudur.” Bu misal bazı insanların, insana insan odaklı bakmadıklarını, çocuklarının ruh ve mana kökleriyle at terbiyecisi kadar bile ilgilenmediklerini göstermektedir. Üstad Bediüzzaman’ın “Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder.” sözü imdadımıza yetişir. Eğitim sistemimize katkı sunan bu perspektifle eşyanın başkalaşması bambaşka bir şeydir. Picasso’nun yapmış olduğu bir tablo sanat cihetiyle milyonlarca dolar ettiği halde, kullanılan malzeme cihetiyle 5-10 liradır. Sanat değeri olan bir testi antikacılar çarşısında yüksek bir fiyata müşteri bulduğu halde, hurdacılar çarşısına düştüğünde gayet düşük bir fiyata satılmaktadır. Testiye madde cihetiyle bakıldığında kıymeti düşer. Aynen bu misal gibi insan da Allah’ın bir sanatıdır. İsimlerinin tecelligâhıdır. Et ve kemikten çok öte bir şeydir. Şairin, “Bu âdem dedikleri el ayakla başta değil / Âdem manaya derler suret ile kaş değil.” dediği gibi, insanın sevgi, merhamet, aşk, adalet, akıl ve beden itibariyle de göz, kulak, dil ve sair azalarının sanatça pek çok çok yönü bulunmaktadır. Varsın başkaları insan denen sanatın posasıyla ilgilene dursun, eğitimciler olarak bizler, antikacılar çarşısındaki sanatkârlar gibi insan denen varlığın posasından evvel ruhuyla ilgilenmemiz gerekmektedir. İnsana insan odaklı baktığımızda şaşı bakıştan, öğrencileri test makinası olarak gören anlayışlardan kurtulabiliriz. Öğrencilerimizin ruhsal/duyuşsal, psiko-motor, bilişsel ve diğer bütün gelişim alanlarına hitap etmemizle ancak sağlam nesiller yetiştirebiliriz. Çocuklarımızın sadece bilişsel yönlerini beslemekle belki akademik olarak birtakım başarılar sağlamamız mümkün, ancak onların asosyal olmalarından, ruhsal ve duyuşsal problemler yaşamasından kurtulmamız mümkün değildir. Sadece bir alanla yoğunlaşmanız asıl fotoğrafı kaçırmanıza sebep olabilir. Yaşanmış şöyle bir olay anlatılır: “Amerika-Meksika sınırında görevli bir polis, motosikletinin arkasında kum torbası olan ve Meksika’ya geçmek isteyen birini görmüş, motosikleti kullanan kişiden şüphelenince sormuş: “Ne var o kum torbasında?”“Sadece kum var efendim.”“Dök bakalım bir bakayım!”Adam torbayı indirmiş ve torbayı yere dökmüş. Görevli polis memuru, bakmış evet aynen adamın dediği gibi sadece kum. Gel zaman git zaman bu motosikletli kişi sürekli Amerika-Meksika arası gidip geliyor ve kum torbası sürekli motosiklette ve her seferinde memur kontrol ediyor; sonra bir şey bulamadığı için sinir oluyor ama yapacak bir şey yok. Günlerden bir gün bu memur emekliye ayrılıyor ve Meksika’da yaşamaya başlıyor ve bir gün bir kafede otururken birde ne görsün, sürekli sınırdan motosikletinin arkasında kum torbası ile geçen o şahıs. Onu yanına buyur ediyor ve başlıyor konuşmaya:“Yıllarca o sınırda görev yaptım, sürekli gelip gittin motosikletle. Hep şüphe ettim o kum torbasından fakat bir şey bulamadım. Ben şimdi görevli bir polis değilim, sen de o işi yapan biri değilsin. Şimdi söyle bakalım ne kaçırıyordun o sınırdan?” Adam hafif bir gülümseme ile cevap vermiş: Motosiklet.Bizler de la-teşbih kum torbası mesabesinde olan dersler, sınavlar, testler, derken motosiklet değerinde olan çocuklarımızın kişilik özelliklerini, davranışlarını, ruhsal ve duyuşsal yönlerini kaçırıyoruz. Eğitimdeki önceliklerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Ahmet Cevdet Paşanın Mecelledeki ifadesini bir daha hatırlayalım. “Def-i mefasid celb-i menafiden evladır.” Kötülüğü, zararlı şeyleri bertaraf etmek, menfaatli şeylerden önce gelir. Virüsten korunmak hastane yapmaktan nasıl önce geliyorsa çocuklarımızın birtakım değerlerle mü­ceh­hez olması da bilişsel gelişim­lerinden önce gelir. Cemiyetin hastalıklı bünyesi birer virüstür. Tedavi edilmezse ortada ne başarı kalır ne de sağlam bir nesil. Öğrencilerimizin asosyal olmaları, davranış problemleri yaşamaları, arkadaşlık ilişkilerinde menfaatin ön plana çıkması, okuluna ya da çevresine zarar vermesi, büyük-küçük tanımaması, narsist bir karaktere bürünmesi, mesuliyet duygusu taşımaması, milletine, devletine karşı aidiyet duygusun uzak olması ve bir takım ahlaki zafiyetler gibi virüslere karşı öncelikli olarak bir savunma mekanizması geliştirmemiz icap edecektir. Aksi halde yetiştirdiğimiz her bir fert toplumun başına bir bomba olup patlayacaktır. Nice iyi eğitim almış akademisyenin, bürokratın, avukatın, doktorun ya da başka bir meslek mensubunun karakter/ahlak eğitimden yoksun olduğuna şahit oluyoruz. Bu tipler sadece kendi geleceklerini değil, toplumunda geleceğini karartmaktadırlar. Aslında değerler eğitimi, programlarımızda/müfredatımızda örtük/açık olarak verilmiş durumda. Milli ve manevi değerlerine bağlı bir toplum inşa etmek istiyorsak değerlerimizin nasıl, niçin, ne şekilde, ne zaman ve ne kadar verileceğinin planlanmasını doğ­ru yapmak gerekir. Bu değer­lerin sadece kitabi bilgilerle sınırlı olmaması, yaşayarak/yaşatarak verilmesi son derece önemlidir. Devir eski devir değildir. Öğretim metotlarımızı yeniden tasarlamak, çağın ihtiyaç ve imkanlarına göre yeniden düzenlemek icap edecektir. İstanbul’un fethini, Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşını, Sütçü İmamı, Nene Hatunu, ya da başka olay ve şahsiyetleri anlatıyorsak öncelikle o yerlere gezi yapmamız gerekir. Şayet bu mümkün değilse dijital ortamlara aktardığımız filmleri telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda “Arttırılmış gerçeklik” diye tabir edilen programları akıllı gözlük marifetiyle seyretmemiz pekâlâ mümkün olabilir. Bugün artık pazarlamada, alışverişte, turizmde, inşaatta, emlakta, sinemada uygulanan bu ve benzeri programların eğitimde daha sık kullanılması gerekir. Bunları uygulamak için illaki eğitim sistemimizin değişmesini beklememize de gerek yok. Kendi çabalarımızla, derslerimizi proaktif bir bakış açısıyla işlememiz mümkün. Örneğin üçgenin iç açıları, dikdörtgenin çevresi, dünyanın dönüşü, iklimlerin özellikleri gibi farklı ders konularımızı da bu tür programlarla zenginleştirebiliriz. Bugün dünyada Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) sonuçlarından dolayı eğitimde öncü olarak kabul edilen Finlandiya’daki eğitim sistemine baktığımızda, Finli öğrencilerin elde ettiği bu başarının arkasındaki eğitim sisteminde öne çıkan dört ana faktörü görüyoruz. Bunlar “(1) öğretmen yetiştirme programı, (2) geleneksel okul yaşamı, (3) kültürel olarak öğretmenlik mesleğine bakış ve (4) hizmet içi öğretmen eğitimi.”1 Bu başlıkla­rı irdelemek ve Türkiye’deki eğitim sistemiyle karşılaştırmak ayrı bir yazı konusu. Ancak geleneksel okul yaşamı başlığı ile ilgili birkaç misal vermek isterim. Yine aynı araştırmadan bir kesit: “Bu düzenleme içinde, öğrenci evinden okula giderken özel bir üniforma giymemekte, okula girişte elbiselerini askılara asmakta, ayakkabılarını çıkarıp çoraplarıyla veya terlikleriyle sınıflara girmektedirler (Malaty, 2006). 15-25 arası öğrenciden oluşan sınıflar öğretim için uygun araç, gereç ve teknolojinin yansıra, öğrencilerin ellerini yıkamaları için lavabonun da bulunduğu oldukça sıcak ve temiz mekânlardır (Sahlberg, 2007). Öğretmenler için de belli bir giyinme biçimi olmayıp tamamen serbesttir. Öğretmenin öğrenciye karşı fiziksel ceza uygulaması hatta bağırması Fin eğitim sisteminde rastlanılmayan sıra dışı olaylardır (Malaty, 2006). Zorunlu temel eğitim boyunca, değerlendirme adına herhangi bir ulusal sınav veya yılsonu sınavı olmayıp, öğrenciler öğretmenin hazırladığı sorularla değerlendirilmektedir (Sahlberg, 2007). Bu yüzden öğretimin odağında öğrencileri test sınavlarına hazırlamaktan ziyade tamamen öğrenme vardır. (Berry & Sahlberg, 2006). Öğrencilerin farklı yeteneklerini ortaya koymalarını sağlamak amacıyla müzik, resim, beden eğitimi dersleri ve okulda özel olarak ayrılmış atölyelerde ağaç ve materyal işleme dersleri verilmektedir.”Yine aynı ülke ile ilgili başka bir araştırmanın bahsimizle alakalı kısmına bakalım. “Okullar birbirleriyle rekabet etmemektedir. Rekabet yerine dayanışma vardır... Okul alanı içerisinde her yerde internet bağlantısı mevcuttur ve müdür tarafından kontrol edilmektedir. Öğretmen, öğrenci serbestçe kullanmaktadır. Öğrencilerin yüzlerini gösteren fotoğraf çekilmesi ve paylaşılması yasaktır... Öğretmenler günde dört saat­lerini ders anlatmaya, haftada iki saatlerini ise kendilerinin mesleki gelişimlerine ayırmaktadırlar. Günde sadece dört saat ders yapılmaktadır. Finli öğrencilere öğrenimlerinin ilk altı yılında hiçbir şekilde not verilmemekte ve sekizinci sınıfın sonuna kadar not verme zorunluluğu bulunmamaktadır. Öğrencilere 15 yaşlarına kadar test uygulanmamakta ve öğrenciler 16 yaşlarında iken ülke genelinde sınava girmektedirler… Finlandiya’da okullarda yemekhanelerde günün menüsü, içerdiği besin miktarı ve kalorisi yemekhane panosuna mutlaka yazılmaktadır. Burada ilginç olan; tabaklarda kalan yiyeceklerin döküldüğü yerde, duvara asılan bilgi notlarında, çöpe dökülen yiyeceklerin gün gün gramajları da yazılmaktadır… Finlandiya’da kültürel değerlerin korunması için bu derslere özel önem verilmektedir. Örneğin, ev ekonomisi dersinde kız ve erkek öğrenciler hep birlikte geleneksel tarhana çorbası yapmaktadırlar. Değişecek yeni öğretim programlarında bu derslerin seçmeli değil, zorunlu olacağı vurgulanmaktadır.” 2Dolayısıyla ilkokulda test sınav­larını ötelemeleri, onun ye­ri­ne daha çok ifade ve beceri derslerine ağırlık vermeleri, ders yükünün az olması, uygula­ma­ya dönük eğitim vermeleri, öğ­renmeyi sadece dört duvarla sınırlı tutmamaları, öğretmenlerin öğrencileriyle birlikte örf ve adetlerine uygun geleneksel faaliyetlere katılmaları Finlandiya’nın akademik başarısını değil düşürmek, daha da arttırdığı ortadadır. Hâsılı algı yönetimiyle hayattaki önceliklerimizin değiştiği bu dünyada, bizler eğitimciler olarak gerçek önceliklerimizi belirleyecek ve oluşan bu algıya (sadece sınava, teste) teslim olmayacağız. 4. Ülkemizin Öğretmen İhtiyacı Kadar Eğitim Fakülteleri AçmakBugün doksandan fazla olan eğitim fakültelerinde okuyan on binlerce öğrencimizin ihtiyaç fazlası olduğunu biliyoruz. Üstelik, zamanında mesleki formasyonu olmayan, alakasız bölümlerden alınan mezunların öğretmen yapılması, eğitimdeki kalite sorununu ve öğretmenlerin niteliğini de tartışılır duruma getirmiştir. Eğitim fakültelerinde bile ihtiyaçtan fazla öğretmen dururken bölüm haricindeki mezunlardan öğretmen alınması hem adalet ilkesine hem de mesleğin saygınlığına gölge düşürmektedir. Bu tür uygulamalar geride kalmış olsa da olumsuz neticeleri yıllarca sürmüştür. Aslında ne kadar öğretmene ihtiyacımızın olduğu Milli Eğitim Bakanlığımızın veri tabanında mevcuttur. Yüksek Öğretim Kurumuyla koordineli olarak çalışıldığında işlemi küçük fakat neticesi büyük olan bu önemli konu çok kısa sürede kökünden çözülebilecektir. Her alan mezunun kendi alanında hizmet vermesiyle hem öğretmenlerimizin istihdamı sağlanmış hem de ülkemizin insan kaynağı zayi edilmemiş olur. 5. Öğretmen Yetiştirecek Olan Akademik Kadronun Ni­te­likli Olmasıİhtiyaç kadar eğitim fakültesi açıldıktan sonra önemli bir konu da personelin yeterliliği konusudur. Fakültede kadro oluşturulurken ince eleyip sık dokumak gerekir. Eğitim alanında eserler telif etmiş, bizzat teorik bilgilerini alanda uygulama kabiliyeti bulabilmiş, donanımlı, alan bilgisine sahip, dünyadaki eğitimle ilgili gelişmeleri okuyabilen, yabancı dile hâkim, pedagojik formasyonu olan ve aynı zamanda sağlam bir karakter yapısına sahip kişiler tercih edilmelidir. Tûbâ ağacı nazariyesinin başarıya ulaşabilmesi ancak böyle bir adımla mümkün olabilir. Dijital çağda öğrencilerin gerisinde kalan öğretim görevlileriyle arzu edilen öğrencileri yetiştiremeyiz. Öğreticiler yetkin bir kadrodan oluşmuyorsa havanda su dövüyoruz demektir. Yayımlanan bir makale konuya şöyle değinmektedir: “Ankara’da toplanan bir öğrenci kongresinde; öğrenciler eğitim sisteminin hiçbir işe yaramadığından, öğretmenlerin iyi eğitilmediğinden, idealist olmadıklarından, kitap okumadıklarından, çoğunun çağı yakalayamamış olduğundan şikâyet etmektedir.” 3 Böyle vahim bir durumun neticesinin ne olduğunu ise yine hocanın ağzından dinleyelim. “Ülkemizde üni­ver­site sınavlarına giren öğren­ci­ler­den sıfır puan alanların sayısı geometrik olarak artmış ve 2003 yılında yüz bine ulaşmıştır. Uluslararası bir değerlendirmede ülkemizin çocukları analitikte 36. okuma ve anlamada 34. fende 34. ve problem çözmede 34. sırada olup, en sonda gelmektedir. Bugün çok acı bir gerçektir ki; ilkokulların 7. ve 8. sınıflarında halen okuma yazmayı öğretemediğimiz çocuklarımız vardır.” Bu söz Benjamin Bloom’un sözünün doğruluğunu hatırlatır bize. “Öğrenemeyen öğrenci yoktur, öğretemeyen öğretmen vardır.” Elbet­te ki bu görüşü hem öğrencilerin (niteliği, yeteneği, hazır bulunuşluğu, çevresi, okulun fiziki mekânı vesaire) hem öğretmenlerin (yetiştiği ortam, aldığı eğitim, alan bilgisi, pedagojik formasyon vb) bir takım ön şartlarından bağımsız düşünemeyiz. Ancak yine de tam öğrenmeye vurgu yapan Bloom’un sözü, içinde hakikati barındıran ve içimizi acıtan bir ifadedir. Neticeyi salt öğretmen yetiştiren öğretim kadromuza bağlamak da doğru değildir. Elbette bunun başka birçok bileşenlerinin olduğunu da biliyoruz. Fakat asıl omurgayı, üniversitelerdeki elit kadro oluşturmaktadır. Öğretim elemanlarında bulunması gereken vasıfların neler olduğu sadece hamasi ya da afaki sözlerle değil, bizzat bilimsel analizler yapıldıktan sonra oluşturulacak belirtke tablolarıyla belirlenmelidir. Stan­dartlar belirlenirken başta üni­versite hocaları olmak üzere okullardaki öğretmenlerimizin, idarecilerimizin ve toplumun farklı kesimlerinin görüşlerinin alınması, çalıştayların yapılması nesnellik açısından önemli bir fayda sağlayacaktır. Eğitim fakültesinde olması gereken öğretim kadrosu prototipinin birkaç özelliğini şöyle sıralayabiliriz:1) Öğretim elemanının kendi branşı ile ilgili alan bilgisine sahip olması, 2) Yabancı dil bilmesi, 3) Yurt dışı deneyimi, 4) Öğretmenlik yapmış olması, 5) Teknoloji kullanması 6) Araştırma tekniklerindeki bilgi düzeyi 7) Ölçme ve değerlendirme yeterliliği Niteliği arttıracak bir diğer husus da ders veren üniversite hocalarımızın gerek kendi fakültelerinde gerekse diğer üniversitelerle mesleki paylaşımlar yapabilecekleri platformlar oluşturulmasına imkân sağlanmalıdır. Öz değerlendirme, akran değerlendirilmesi gibi ölçeklerle yapılan doğrular ya da hatalar gözden geçirilmelidir. Eğitim fakültesi hocalarının mesleki deneyimlerini arttıracak seminerler, konferanslar, sempozyumlar, projeler, çalıştaylar düzenlenmelidir. Fakülteler arası bilgi paylaşımı için ortak bir internet sitesi oluşturulmalı, üniversitelerde öğretim elamanlarının doktora yapması özendirilmelidir. 6) Üniversitelerimizde Teorik Eğitimden Ziyada Pratik Eğitime Ağırlık VerilmesiÖğretmen adaylarının hizmet öncesi almış oldukları eğitimin önemli bir kısmının teoriye dayalı olduğunu ve bu bilgilerin sınıf ortamında uygulama kabiliyetlerinin zayıf olduğu da bilinen bir gerçek. Bu konuda yayımlanmış birçok bilimsel makaleler/eserler bizi doğrulamaktadır. Kendi üniversite hayatımda yaşadığım bir olayı anlatmak isterim. 1997 yılında bilgisayar dersimiz vardı. Hocamız bizi bilgisayar odasına götürdü. Fakat odada sadece bir bilgisayar vardı. Sobanın etrafında toplanır gibi toplandık bilgisayarın başına. Elimizi vurduğumuzda yanacağımız hissiyatla bilgisayarın nasıl açıldığını ve kapandığını öğrenmekten başka bir şey yapamadık. Bu çarpıcı misaller şimdi olmasa da bizim kuşak böylesi durumları fazlasıyla yaşadı. Öğretim görevlilerimiz, ders sunumlarında anlatım ve soru cevap yöntemlerinin dışındaki metotların birçoğu kullanmamaktadır. Öğretmen adaylarının araziye yönelik (okullarda yapılan uygulamalı eğitim) pratiğe dönüş çalışmaları Milli Eğitim Bakanlığı ile Yüksek Öğretim Kurumu arasında yapılacak olan protokollerde açıkça belirtilmelidir. En iyi öğrenme metodu yaparak yaşayarak olduğu için öğretmen adaylarımız hem köylerde hem şehirlerde belirlenen okullarımızda daha fazla derslere girmeleri sağlanmalıdır. Tabi bu işlemler yapılırken öğretmen adaylarımızın gelişi güzel herhangi bir sınıfa girmeleri değil de mesleki donanımıyla, deneyimiyle rüştünü ispatlamış, teknolojiye açık mentor/lider öğretmenlerin sınıfları seçilmelidir. Zira dikkat edilmediği takdirde daha mesleğin başında öğretmenlerimizin öğrendiği yanlış bir yöntem bütün hayatını etkileyecektir. Hizmet öncesinde derse giren aday öğretmenler için danışman öğretmenler tarafından performans değerlendirmesi objektif olarak yapılmalı ve bu notlar mesleğe seçileceği zamanda dikkate alınmalıdır. Üniversitelerde ma­teryal kullanımı ile ilgili ders sayılarının artırılması gerekir. Bugün okullarımızda en büyük eksikliklerden biri de budur. Derslerin ekseriyetle materyal kullanmadan sözlü olarak anlatılması çocuklarımızın öğrenmelerini sınırlamaktadır. Öğret­menlerin kültürel, sportif ve sanatsal açıdan da yetiştirilmeleri son derece önemlidir. Yüksek Öğretim Kurulu tarafından güncellenen ve 2018-2019 eğitim-öğretim yılında uygulanmış olan öğretmen yetiştirme lisans programlarını önemli bir adım olarak değerlendirebiliriz. Bu programların içeriğinde eğitim fakültesi öğrencilerinin öğrenimleri boyunca göreceği dersler mevcut. Belki programda uygulamalı derslere daha fazla ağırlık verilmesini bir öneri olarak söyleyebiliriz. Ancak bu konu ile ilgili öneri ya da eleştiri getirmek program uzmanlarının işi olduğu için bu meseleyi onlara havale ediyoruz.7) Eğitim Fakültesi Binalarının Öğrenci Merkezli Öğrenme Anlayışına Uygun TasarlanmasıFakülte binaları beton yığınından ibaret olmamalı. İnsan gibi tasarlanmalı, gözü, kulağı ve hissiyatı olmalıdır. Binalarda öğrencilerin yaşam alanları, öğrenme alanları, kütüphaneler, laboratuvarlar, sosyal ve sportif tesisler, çok amaçlı salonlar, atölyeler, teknoloji odaları, materyal odaları, dersin özelliğine göre oluşturulmuş sınıflar vb. yerler estetik kaygı güdülerek ilgili bölümlerin özelliğine göre oluşturulmalıdır. Binaların yapımında dünyada kabul görmüş tip projelerden faydalanılarak belirli bir standardizasyon sağlanmalıdır. Belirlenen bir tip projesini her yerde uygulamak yerine pilot çalışması ile birlikte binanın kullanılabilirliği test edildikten sonra ülke çapında yaygınlaştırılmaya gidilmelidir. Üzülerek söylemeliyim ki bazı eğitim fakültelerine çokça para harcandığı halde normal bir apartman dairesinden farksız. Oysa bu okullar öğrencilerimizin akademik yönüne hitap ettiği gibi sosyal, psikomotor, duyuşsal yönlerine de hitap edecek şekilde olmalıdır. Fiziki mekânlar öğrencilerimizin öğrenmelerine katkı sunacak, örgütsel iklim oluşturabilecek ve araştırma yapmalarına imkân verecek şekilde mutlaka mühendisler ve eğitimcilerimizin iş birliği ile tasarlanmalıdır. 8) Öğretmenlerin Mesleğe Başladıktan Sonra Hizmet İçi Eğitim Faaliyetlerine KatılmasıYukarıda Finlandiya’daki eğitim sisteminde Finli öğrencilerin elde ettiği başarının arkasındaki eğitim sisteminde öne çıkan dört ana faktörden bahsetmiştik. Bunlardan hizmet içi eğitim, mesleklerine bağlı ve motivasyonları yüksek Finli öğretmenler için bir zorunluluktan ziyade kendilerini geliştirmek için bir fırsat ve sahip oldukları bir hak olarak algılanmaktadır (Sahlberg, 2007). Her üniversitede açılan yaz okulu veya yaz üniversitesi eliyle ulusal ve bölgesel düzeyde sürekli olarak ilk ve orta öğrenim öğretmenlerine hizmet içi kurslar vermektedir (Malaty, 2006).Bizde ise öğretmen adaylarımızın hizmet içi eğitimleri mesleğe başladıktan sonra yapılmaktadır. Yaz kursları düzenleyen üniversitelerimiz olmakla birlikte yeterli değildir. Öğretmenliğin ilk adımı olan üniversitelerde yaz tatillerinde ya da dönem aralarında -özellikle yabancı dil eğitimi ile ilgili- hizmet içi kursları düzenlenmelidir. Bu kurslar hem öğretmen adaylarının bilgi düzeylerini artıracak hem de sosyal becerilerine katkı sağlayacaktır. Öğretmen arkadaşımızın alanıyla ilgili ülkemizde ve dünyadaki gelişmeleri takip etmesi, çağı yakalayan yöntem ve tekniklerin peşinde koşması, düzenlenecek olan hizmet içi faaliyetlere katılmaları son derece önemlidir. Okullarımızda sene sonu ve sene başı yapılan seminer çalışmalarından istenen neticeyi aldığımızı söyleyemeyiz. Özellikle sene başı seminer çalışmalarında her sınıf kendi zümreleriyle mesleki paylaşım yoluna gitmelidir. Türkiye şartları dikkate alındığında -herkes için olmasa bile- en azından ildeki zümre başkanlarından oluşan öğretmenlerimizi yurt dışına göndererek oradaki sınıf etkinliklerini görmelerini ve edindikleri bilgi ve becerileri bulundukları ildeki arkadaşlarıyla paylaşmaları eğitim sistemimize mutlaka bir katkı sağlayacaktır. Bu sayede hiçbir artısı olmayan ve bu yüzden zümre başkanı olmak istemeyen öğretmenlerimizi de ödüllendirmiş oluruz. Öğretmenlerimizin yetiştirilme­sinde en büyük payı şüphesiz bulundukları okul ortamı oluşturmaktadır. Bu okul iklimin oluşturulmasında ise idarecilerimizin etkisi son derece önemlidir. Okul müdürü/idarecileri bir lokomotif görevi üstlenerek personelleri arasında iş birliği ve koordinasyonu sağlamalı ve onların bilgi, beceri ve yeteneklerinin ortaya çıkması için çaba sarf etmelidirler. Ülkemizde öğretmenlerimizin mesleki ve şahsi gelişimlerine katkı sağlamak için düzenlenen hizmet içi eğitim faaliyetleri ilk defa 1960 yılında yapılmıştır. 1993 yılından itibaren de mahalli olarak da hizmet içi faaliyetleri tertip edilmiştir. Aday öğretmenlerimiz ise temel ve hazırlayıcı eğitimi aldıktan sonra alana/okullara gönderilirler. Son derece önemli olan bu eğitimlerden ve başka düzenlenen hizmet içi kurslarından niçin arzu dilen sonuçları alamıyoruz. Tespit ettiğim hususları şöyle sıralayabiliriz:1- Hizmet içi eğitimdeki konuların hayattan, çocuğun dünyasından kopuk olması, öğretilen bilgilerin okullarda uygulama şansının çok az olması, bu yüzden temel eğitim ve hazırlayıcı eğitim derslerinin günün şartlarına göre yenilenmesi, 2- Hizmet içi faaliyetlerini veren personelin, gerekli bilgi ve donanıma sahip olmayışı,3- Hizmet içi faaliyetlerinin plan­­lanmasının genelde kurum­da­­ki memurlara havale edil­mesi,4- Hizmet içi eğitim kursları için ayrılan yerlerin fiziki yetersiz­liği,5- Hizmet içi eğitim kursu verilen yerde derse uygun araç-gereç yetersizliği (projeksiyon, akıllı tahta, bilgisayar, materyal, yeni müfredatta kullanılan araç-gereç vb.) Bir keresinde bir ilimizde görev yaparken aday öğretmenlerimize konu olarak sınıflarımızda, yeni programda kullanılan araç-gereçleri anlatmıştım. Ancak ne tuhaftır ki ders yaptığımız yerde bırakın kullandığımız öğretim materyallerini, dersimi anlatacak bilgisayarımız dahi yoktu. 6- Kursiyerlere verilecek derslerin düzenli olarak takibinin ve planlamasının yapılmaması, 7- Eğitilecek personelin fazlalığı,8- Derse uygun öğretim elema­nının seçiminde gereken özenin gösterilmemesi, (öğretim elama­nı görevlendirilirken vereceği dersle ilgili bilgisi, uzmanlığı, sertifikası vs. dikkate alınmalı.)9- Hizmet içi eğitimde örgütlenme ve koordinasyon yetersizliği,10- Adaylarca hizmet içi eğitimin gerekliliğine inanılmaması ve bundan daha korkunç olanı da hizmet içi eğitim kurslarını veren personelinde gittikçe bu düşünceye kapılmış olması, 11- Temel ve hazırlayıcı eğitimlerden sonra yapılan sınavların hazırlanması, yapılması ve değerlendirilmesine kadarki tüm aşamalarda yeterli ciddiyetin gösterilmediği, Bakanımız Yusuf Tekin tarafından 2025 yılında uygulamaya konulacak olan Milli Eğitim Akademisi aday öğretmen yetiştirilmesi açısından son derece önemlidir. Bu konu ayrı bir değerlendirme gerektirdiğinden bu kadarıyla yetinelim. 9) Öğretmen Vasıflarına Sahip Olabilecek Öğrencilerin Açılacak Olan Öğretmen Liselerine Sonrasında Üniversitedeki Eğitim Fa­kül­telerine YönlendirilmesiMalumunuz lise türlerinin azaltılması yönünde 2014 yılında Anadolu Öğretmen Liseleri Fen Liselerine, Sosyal Bilimler Liselerine ve Anadolu Liselerine dönüştürüldü. Bugün bir milyon öğretmeni, yirmi milyon öğrencisi ve eğitimin dolaylı etkisiyle 83 milyonu ilgilendiren bir ülkede öğretmenlik mesleğinin ilk giriş kapısı olan ve kökü 1838 yılına kadar dayanan bu okullarımızın tekrar açılmasını, hatta tıpkı Fen Liseleri gibi puanla öğrenci almasını faydalı görenlerdenim. Elbette bu okullarımızın geçmişteki niteliği tartışılabilir. Ancak ortaokulda yapılan doğru yönlendirmelerle öğretmen liselerine gelen bir öğrenci burada dört yıl boyunca mesleği ile ilgili edinmiş olduğu kazanımlarını üniversiteye gittiğinde de sürdürmesi donanımlı bir öğretmen olarak yetişmesine katkı sunacaktır. Zira öğretmenlik tıpkı doktorluk/pilotluk/terzilik/tornacılık vesaire meslekler gibi ayrı bir ihtisas gerektirmektedir. Bugün nasıl imam hatipler ya da teknik liseler bir meslek kabul edildiği için açılmışsa aynı şekilde öğretmen liseleri de bir meslek olarak yeniden açılmalıdır.        10) Öğretmen Yetiştirme ProgramıÖğretmen yetiştirme programları, program uzmanlarının derinlemesine tahlil edebilecekleri sayfalar dolusu yazı gerektiren bir konudur. Fakat kısa da olsa bazı değerlendirmelerde bulun­makta fayda var. Öğretmen yetiştirme programları, ağırlıklı olarak üniversitede Eğitim Fakültelerindeki okutulan lisans programlarını esas almaktadır. Millî Eğitim Bakanlığı ile üniversitelerin programları farklı olsa da Talim ve Terbiye Kurulunca yayımlanan okullardaki ders programlarının öğretmen yetiştirme programı içerisinde de değerlendirilmesi gerekir. Üniversitelerimizde, okullarımız­da okutulan derslerin programları inceletilme­lidir. Ders programlarına hâkim ol­mak öğretmenin yetiştiril­me­sinde ve yetiştirmesinde, mesleğini layıkıyla yapmasında önemli bir faktördür. Okullarımızda gördüğümüz önemli bir aksaklık ders programlarının öğretmenlerimiz tarafından yeterince irdelenmediğidir. Yaptığımız toplantılarda öğretmen arkadaşlarımızın bizlere sorun olarak söyledikleri, öğretim programlarından ziyade ders kitaplarının içeriği, ders saatlerinin azlığı, fazlalığı, okullarının fiziki durumları, ders araç-gereçleri gibi konuların olmasıdır. Oysa öğretmenlerimizin daha çok ders programlardaki kazanımlar, amaçlar, öğrenme alanları, alt öğrenme alanları, ünite konuları, temalar ve ölçme değerlendirme ile ilgili bölümlerin öğrencilerimizin duyuşsal, bilişsel ve psikomotor becerilerine uygun olup olmadığı sorularını sormaları gerekirdi. Zira ders planı ve ders kitaplarından ziyade öğretmen için asıl kaynak öğretim programlarıdır. Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu İzleme Değerlendirme Başkanlığının 2020 yılında yapmış olduğu öğretim programlarını değerlendirme raporu aslında öğretim programlarının yeterince irdelenmediği iddiamızı doğrular niteliktedir. Araştırmanın temel amacında, 2018-2019 eğitim ve öğretim yılından itibaren tüm sınıf düzeylerinde uygulamaya konulan ilköğretim kademesinde 16, ortaöğretim kademesinde 15 olmak üzere toplam 31 dersin öğretim programının araştırılması vardır. 12 ilde resmî okullarda görev yapan ve ilgili öğretim programları değerlendirilen 25.006 öğretmenin görüşüne başvurulmuştur.4 Sizleri 361 sayfa olarak hazırlanan bu rapordaki istatistiki bilgilere boğacak değilim. Arzu eden eğitimcilerimiz bakanlığımızın ilgili sayfasında bunu daha detaylı bir şekilde inceleyebilirler. Ancak raporda tüm dersler için programla ilgili tespit edilen hususlar, içerikten ziyade programı etkileyen dış unsurlardan oluşmaktadır. Misal, Beden Eğitimi ve Oyun Dersi Öğretim Programı ile ilgili öğretmenlerimizin yaptığı değerlendirme bölümünün sonuç kısmı şöyle: “Öğretmenlerin tüm maddelere yönelik olumsuz görüş örnekleri incelendiğinde öğretmenlerin genel bir değerlendirmede bulunduğu ya da örneklerini kazanım bazında gerekçeli sundukları görülmektedir. Olumsuz görüşler incelendiğinde öğretmenlerin doğrudan öğretim programı ile ilgili sundukları görüşlerin az olduğu, programın eğitim durumları ögesi kapsamında öğrenciyi etkileme gücüne sahip olan resmî öğretim programı dışındaki değişkenlere sıklıkla değindikleri görülmektedir. Eğitim ve öğretim sürecinin bütünsel olarak ele alınması gerekliliği dikkate alındığında fiziksel donanımların yetersizliği noktasında öğretmenlerin özellikle spor salonu, materyal eksikliği konularını programın diğer temel ögelerine yönelik hususlardan daha fazla vurguladıkları söylenebilir. Sonuç olarak öğretmenlerin Beden Eğitimi ve Oyun Dersi Öğretim Programı’na yönelik görüşlerinin genel anlamda olumlu olduğu yani öğretim programını açık, anlaşılır, uygulanabilir, programın sınırlılıklarını net ve bütünsel yapısını uygun buldukları ancak programdan kazanım çıkarma veya programa kazanım ekleme yapılmasına ilişkin görüşlere daha az katıldıkları söylenebilir.” Eğitimcilerimizin özellikle ders programının içeriği ile ilgili bir hizmet içine ihtiyaçlarının olduğu anlaşılmaktadır. Öğretmenlerimizin programlardaki kazanımların uygun olup olmadığını ya da yeni kazanımlar ekleyebilecek bir yeterliliğe sahip olmalarını sağlayabildiğimiz takdirde daha iyi eğitilmiş öğrenciler yetiştirmiş olacağız. 11) Kimliği Olmayan Okul BinalarıBundan yarım asır önce her ilimizin kendisine has bazı mimari özellikleri olurdu. Binalar, köprüler, camiler, pazar yerleri bir farklılık arz ederdi. Oysa şimdi evlerimiz, alış- veriş merkezlerimiz, yaşam tarzlarımız, yemeklerimiz, giyimlerimiz, mü­zi­ğimiz hatta kaldırım taşla­rı­mız bile hep aynı. Eskiden farklı şehirler görmenin heyeca­nını yaşardım. Bugün o hissiyatımdan eser yok. Alış-veriş merkezleri, rezidanslı binalar, yükselen gökdelenler huzur vermiyor bana. Estetikten uzak, kibrit kutusu gibi yükselen binalar midemi bulandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Gittiğim şehirlerde kendimi tabiatın kucağına yahut da tarihi mekânlara atmamın sebebi hep bu bulantı hali. Kafesi andıran ucube evler şehrin dokusunu bozmakla kalmayıp insanın yapısını da bozmaktadır. Winston Churchill’in daha ikinci dünya savaşı sıralarında söylediği, “Biz binaları biçimlendiriyoruz, sonra onlar da bizi biçimlendiriyor.” sözüne karşı nörologların, sosyologların, psikologların söyleyecek bir şeyleri olmalı. Doğru düzgün havayı soluyamadığımız, güneşi göremediğimiz peşi sıra ve üst üste dizilmiş, yeşilden uzak, komşuluk ilişkilerinin olmadığı bu evlerin ruhsal yapımızda nasıl yaralar açtığının henüz farkında değiliz. Metropol şehirlerde kaybolan, yalnızlığın pençesine düşen, kimliğinden uzaklaşan yığınla insan, bir duman gibi dağılıp gitmekteler. Şehirler bir milletin karakteridir. Çarpık bir şehrin armağanı çarpık insanlardır. Modernite, değerlerin külleş­mesi demek değildir. New York’ta, Chicago’da, Londra’da, Floransa’da, Dubai’de, Roma’da ve diğer önemli şehirlerde modern mimariyle klasik mimarinin iç içe olduğunu görüyoruz. Bizim de geçmişte övünülecek tarzda eserlerimiz yok değildi. Selçuklu da inşa edilen külli­ye­leri, camileri, türbeleri ve di­ğer eserleri Anadolu irfanının kendine has birer kimliğidir. Osmanlı’da, Sultanahmet Camisini, Selimiye Camisini, Topkapı Sarayını, Galata Kulesini, hamamları, kervansarayları, köprüleri, sebilleri, türbeleri, şadırvanları ve medreseleri Türk-İslam mimarisinin en güzel örnekleri olarak kabul edebiliriz. Ancak amacım geçmişimizin iftiharla dolu eserlerini anlatmaktan çok binalarımızın karakterimize; karakterimizin de binalarımıza nasıl yansıdığını gösterebilmektir. Savaş meydanlarına has, yıkık- dökük, estetikten uzak mekânlar aslında bize o yerin insan profilinin resmini çizer. Okul binalarımızı insan karak­terinden, özelde ise öğrenci ba­şarısından bağımsız düşüneme­yiz. Öğrenme ve öğretme sürecine uygun binalar inşa edilmelidir. Ülkemizde özel okulların açılma şartları, derslikleri tavan ve taban özellikleri, merdiven genişliği, pencereleri, laboratuvarları, kapıları, öğretmen odaları, idareci, büro ve arşiv odaları, çok amaçlı salonu, kütüphanesi, kantini, spor salonu, bahçe ve tuvaletlerine kadar her bir bölüm ilgili mevzuatlarında ayrıntılı olarak belirlenmiştir. Devlete bağlı resmi okul binalarımızda da bazı mevzuat değişiklikleriyle birlikte belirli bir standardizasyon yakalanmış durumda. Bugün Millî Eğitim Bakanlığı Kurum Açma, Kapatma ve Ad Verme Yönetmeliği baz alınarak Yatırımlar ve Tesisler Dairesi Başkanlığının belirlemiş olduğu Tip projelere göre okullarımız yapılmış olmakla birlikte bazı eksikliklerimizin olduğunu söylememiz gerekir. Birkaç soruna ve çözüm önerilerimize bakalım: a) Binaların kimliği: Bazı yerlerde okul binaları Osmanlı/Selçuklu mimarisi örnek alınarak yapılmış olsa da yeterli değildir. Deprem ülkesi olarak okul binalarımızın tek katlı ya da en fazla iki katlı yapılması gerekir. Böyle binalar hem öğrencilerin tehlike anında çabucak tahliye olmasını sağlar, hem de nöbetçi öğretmenlerimizin işini kolaylaştırır. b) Binaların fiziki yapısı: Bitmiş binaların tabanında, tavanında, elektrik ve su tesisatlarında, ısınma sisteminde vb. bölümlerinde bazı sorunların görülmesi gerekli hassasiyetin gösterilmediğinin bir işaretidir. Binaların yapım sürecinden bitim aşamasına kadar kontrol ve denetimlerinin düzenli bir şekilde yapılması gerekir. c) Binaların zamanında bitirilmesi: Bina yapımının ya da onarımının bazen okulların eğitim-öğretimi yılı içinde yapılmasından dolayı öğrencilerimizin sıkıntılar yaşadığı, eğitimlerini başka okullarda yapmak zorunda kaldıkları bilinen bir vakıa. O nedenle yatırım programına alınan okul binalarının belirlenen takvim yılı içerisinde onaylanarak gereği için Milli Eğitim Müdürlüklerine gönderilmesi gerekir. d) Binaların çok yönlü olmaması: Okullarımızda dersliklerin haricinde spor salonu, çocukların üstlerini değişebileceği spor odaları, müsamere salonu, çok amaçlı salon, laboratuvar, kütüphane, mescit, teknoloji sınıfları, revir, kantin, yemekhane gibi birimlerin olması çocuklarımızın çok yönlü yetişmesini sağlar. Bazı okullarımızda ne yazık ki daha fazla derslik için yukarıda zikrettiğimiz bölümler feda edilebilmektedir. e) Estetik kaygı: Okul binalarında güvenliği üst düzeyde tuttuktan sonra konforlu oluşuna, eğitim standartlarına uygun olarak yapılmasına dikkat edilmesi gerekir. Labirent şeklinde koridorlar, gelişi güzel dizilmiş sınıflar, sınıfları bölen kolanlar, estetikten yoksun duvarlar, odalar hâsılı beton kütlesinden başka bir şey ifade etmeyen binalar içimizi her geçen gün daha da acıtmaktadır.f) Sıcak su tesisatının yeterli olmaması: Bazı okullarımızın tuvalet ve lavabolarında sıcak su tesisatı bulunmamaktadır. Bu da özellikle kışın çocuklarımız için önemli bir sağlık sorunu. Lokman Hekimin özetle dediği gibi, sıcak su ölümden gayri her şeye iyi gelir. g) Okulun müştemilatı: Okulun bahçeleri öğrencilerin rahatça hareket edebileceği, koşup oynayabileceği kadar geniş olmalıdır. Bahçe içerisinde oto­park alanı, öğretmenlerin otu­rabileceği kamelyalar, öğren­ci­lerin oynayacağı basketbol, vo­leybol sahaları gibi vesaire bölümlerin yapılması gerekmektedir.h) Renk deyip geçmeyin: Bazı okullarımızın iç ve dış boya seçimlerinin doğru yapıldığını söyleyemeyiz. Renkler insanların ruh sağlığına etki ettiğine göre boya seçilirken canlı renkler tercih edilmelidir. ı) Okulun yerleşkesi: Binalar mümkün olduğu kadar ısı ve ışık alacak şekilde dizayn edilmeli, ayrıca çocukların zararlı alışkanlıkları edinebilme ihtima­li olan yerlere yapılmamalıdır. i) Binalarda ses yalıtımının yeterli olmaması: Binalar yapılırken akustik konforuna dikkat edilmelidir. Koridorda öğrencilerin, sınıfta ise öğretmenin sesi yankılanmamalı, konuşulanlar iyi anlaşılmalıdır. Bitişik sınıflar birbirlerinin seslerini duymamalıdır. Yetkin mühendislerimiz tarafından sesin kaç desibelde olması ince hesaplarla yapılmalı, binanın tavan, taban ve duvarlarında ses yutucu malzemeler kullanılmalıdır. j) Engelli öğrencilerin durumları dikkate alınmalı: Binanın giriş kısmında rampa olmalıdır. Asansör yoksa binanın dışında dersliklere ulaştıracak engelli asansör bu da mümkün değilse engelli erişimini sağlayan taşıma ve iletme sistemi olmalıdır. k) İhata duvarı: Duvarın olmaması hem mahremiyetin ihlali hem de önemli bir güvenlik sorunu olarak karşımıza çıkar. Okullarımızda yaşanan bazı olumsuzluklar bu durumdan kaynaklanmaktadır. l) Yangınlara karşı binanın yapısındaki eksiklikler: İkinci çıkış kapısı, yangın merdiveni, yangın algılama/uyarı sistemle­ri ve yangın tüpleri olmayan okul­larımıza/kurumlarımıza bun­la­rın acilen yapılması gerekir. m) Okulun elbisesi olmalı: Niçin böyle bir başlık koyduğumu sorabilirsiniz. Bana göre okulun elbisesi ağaçlardır. Yeşilin olmadığı bir okulda doğa ve içinde yaşayan canlıların sevgisini veremeyiz. 12) “A, B, C, D, E” HARFLERİNİ ALFABEDEN ÇIKARASIM GELİYORArzu edilen amaca ulaşmada bir araç olarak kullanılan test odaklı ölçme aracı eğitim sistemimizin başköşesine oturmuş durumda. Beş şık üzerine bina edilen bir eğitim anlayışıyla karşı karşıyayız. 1. sınıftan üniversiteye kadar bütün kademeleri kara delik gibi içine çeken bu ölçme aracı, farkında olmadan bir biçme aracına dönüşüveriyor. Gayretlerimiz çocuklarımızın test çözme maharetlerini artırabilecek çareler üretebilmekten geçiyor. Anlı, şanlı okullarımız bile çok test çözdürmekle övünüp duruyorlar. Test çözme işinin diğer yöntemleri/ uygulamaları eğitim sahnesinden silmesine göz yumulmamalıdır. Drama, yaparak yaşayarak, örnek olay incelemesi, deney, benzetim/simülasyon, beyin fırtınası gibi yöntemleri kullanabilen öğretmenlerimizin sayısını arttırmamız gerekir. Test çözmenin başarı getireceği yüzeysel bir gerçeği yansıttığı için veliler de haklı olarak öğretmenlerimizden çocuklarına bu yöntemle eğitim vermelerini daha çok arzu etmekteler. Teste yönelişin bir diğer sebebini hazırlanmasının basit olmasına ve sonuç odaklı olmasına bağlayabiliriz. Oysa eğitimde asıl olan süreçtir. Salt testlerle öğrencileri değerlendirmenin açtığı tahribatları/sonuçları birkaç maddeyle izah etmeye çalışalım. a) At gibi yarıştırılan öğrenci­ler: Test yöntemiyle verilen eği­timi bir boks yahut bir güreş müsabakasına benzetebiliriz. Birilerinin başarısızlığı üzerine bina edilen ve birbirlerini yenmeye çalışan öğrencilerimizin arkadaşlıklar kurması, dostluklar edinmesi oldukça zor gözüküyor. Bu rekabetçi yapının felsefesinde başkasını yok sayan bir anlayış hâkim. Çocukluğunu yaşayamayan, test makinesine dönüştürülen nesillerde kişilik bozuklukları (narsist- nihilist) kaçınılmazdır. Elemeye dayalı test yöntemi futbol ligi gibi birilerini yukarı doğru taşırken, bir başkasını da küme düşmeye zorlamaktadır. Bu işin kazananı yok. Kaybedeni ise güzel ülkemin insanları. Öğrencilerimizi kendi kıymet ölçüsünde değerlendirdiğimiz takdirde hiçbir çocuğumuz israf edilmemiş olacaktır. Misal, Matematikte iptidai derecede olan bir lise öğrencisi sanatta, sporda yahut herhangi bir el becerisinde pekâlâ başarılı olabilir. Bir çocuğumuz akademik açıdan Aziz Sancar misali Nobel kimya ödülünü kazanabilme potansiyeline sahipken, bir başkası Rıza Kayaalp gibi dünya güreş şampiyonasında altın madalya alarak al bayrağımızı göndere çekebilir. Mesele balığın suda yüzmesi, kuşun havada uçmasıdır. Yerlerini değiştirirseniz ne havada uçan kuş bulabilirsiniz ne de denizde yüzen balık.b) Hayata dokunmayan nesiller: Okulun asli görevi öğrencilerimizi hayata hazırlamaktır. Hayata dokunmayan, günlük işlerinde bile işe yaramayan test odaklı çalışmalar öğrencilerimizin zihin yapısını sınırlamaktadır. Ayakları üzerinde duramayan, karşılaştık­la­rı problemler karşısında bo­ca­layan çocuklarımızdan hep şikâyet eder dururuz oysa şi­kâ­yet edilmesi gereken bizleriz aslında. Yıllarca tevarüs etmiş bir gelenekle onların kafalarını teorik bilgilerle doldurduk ve dolduruyoruz. Öğrenilen bil­gileri gerekçeleştiremedik. Tür­kiye’de en fazla bor minareli nerede bulunur sorusunu bilen öğrencimizi alkışlatırken borun ne işe yaradığını, nerede kullanıldığını, nasıl bir madde olduğunu sorgulatmadık bile. Öğrencilerimize karşılaştığı bir problem karşısında ilgili yerlere şikâyet dilekçesi yazmasını söylüyoruz da dilekçeyi bizzat yazdırarak yetkiliye vermesinin yollarını açamadık. Ebeveyn olarak çocuklarımızın mahalle­de arkadaşlarıyla oynamasına, marketten bir ekmek almasına bile izin vermiyoruz. Güya bu şekilde davranarak onları korumuş oluyoruz! Çocuklarımızın hayata dokunmasını istiyorsak telefona, teste, televizyona, bilgisayara az dokundurmamız gerekir. Teori, uygulama ile birleşirse bir anlam ifade eder. Aksi takdirde havanda su dövmeye devam ederiz. c) Sınırlanan gelişim alanları: Sınırlı bir ölçekle sınırsız diye­bileceğimiz istidatlara sahip olan çocuklarımızı değerlendir­mek pek adil gözükmüyor. Testlerde yüzde yüz başarılı olan birçok öğrencinin hayat okulunda sınıfta kaldığını biliyoruz. Çoktan seçmeli sorular umumiyetle çocuklarımızın bil­­­­gi ve kavram düzeyindeki bi­­­­liş­­­sel gelişim alanlarına katkı sunar. Duyuşsal/ruhsal ve psi­­ko­motor gelişim alanlarını test­­lerle ölçmek mümkün değil. Elbette ki dünyanın her ül­­ke­sinde uygulanan çoktan seç­­meli test yönteminin ülkemiz­de yapılmasını eleştirecek değilim. Benim derdim başka. Dozunu iyi ayarlamak ve başka kriterleri de dikkate almak şartıyla yapılmasında herhangi bir sakınca yok. Amerika’da üniversiteye girişte standart bir test uygulanmakla birlikte başka ölçütlerinde (Mülakat, portföy, özgeçmiş, kompozisyon, şimdiye kadar edindiği kazanımlar vb.) dikkate alındığını biliyoruz. Yalnız bizde yeteneğe dayalı bazı bölümler hariç eğitimin tüm kademelerinde standart çoktan seçmeli testler uygulanmaktadır. Bunun en önemli sebeplerinden birisi diğer değerlendirme ölçütlerine göre daha güvenilir olmasıdır. Bu kaygı yanlış olmamakla birlikte neye göre daha güvenilir sorusunu da cevaplamamız gerekecektir. Çocuklarımızın girişimciliğini, azmini, coşkusunu, farkındalığını, estetik duygusunu, analitik düşünmesini, hitabetini, fikir üretme yeteneğini ve diğer yönlerini testlerle nasıl ölçeceğiz? Bir diğer husus alternatif ölçme ve değerlendirme yöntemlerinin (performans ödevleri, ürün seçki dosyası/portfolyo, gösteri, drama, kavram haritası vs.) öğretmenlerce fazla tercih edilmemesinin sebebi öğrenci yerleştirmelerinde işe yaramaması, uygulama kabiliyetinin yeterince olmaması, hazırlanmasının daha zor ve zaman alıcı olmasıdır. Haddizatında bu tür değerlendirmeler amacına uygun, nesnel, tarafsız ve önceden belirlenmiş bir kritere göre yapıldığı takdirde iyi sonuçlar alınacağı muhtemeldir. Örneğin mülakatlarda soruların ve güçlük derecelerinin önceden belirlenmesi, her bir adayın kendi sorusunu kendisinin kurayla çekmesi, sınavın kameralar önünde şeffaf bir şekilde yapılması, adil bir değerlendirmenin en önemli göstergelerinden biridir. Eğitim kademelerine yapılan yerleştirmelerde çoktan seçmeli sınavların tercih edilmesinin bir diğer önemli sebebi de ilkokuldan itibaren doğru düzgün bir yönlendirme yapılmamasından öğrencilerin zorunlu olarak üniversite kapısına mahkûm edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Basketbola, güreşe, resme, müziğe ya da el becerilerine yatkın öğrenciler ilkokuldan itibaren doğru yapılan bir yönlendirmeyle üniversite de istedikleri bölümde okumalarının önü açılmalıdır Bunun için müstakil okul türleri ilkokuldan itibaren yapılmalıdır. Mesela spor okulu, müzik okulu, tiyatro okulu, teknik okullar gibi (motor okulu, kaporta, tornacılık okulu vesaire…).d) Kalıcı olmayan öğrenmeler: Öğrenmenin kalıcılığı yaparak-yaşayarak, deney, gezi, gözlem gibi yöntemlerle ancak mümkün olabilir. Dersleri seyretmekle onlara dokunmak ayrı şeylerdir. Testlerle ancak dersin dışına nüfuz etmiş olursunuz. İçine girmek ancak uygulamakla mümkün olabilir. Salt teoride kalan öğrenmeler yüzünden öğrencilerimiz inovatif düşünememekte ve elde ettikleri bilgileri yapılandıramamaktadır. Entelektüel fakirlik/sığlık yaşamamızın sebeplerinden biri de budur. ABD’nin eski başkanı Obama, “Bilgisayarda oyun oynayın. Ancak iki oyun oynarsanız, üçüncü oyunu siz yazın. Sürekli oyun oynarsanız, yarın Amerika’yı var eden değerlerden uzaklaşmış olursunuz” diyerek önemli bir gerçeğin altını çizer.e) Morga dönüşen okullar: Testlerle bunalan öğrencilerimizi okula çekecek aktiviteler yaptırmamız gerekli. Sanatsal ve sportif faaliyetler çocuklarımızın ruh ve beden sağlığı için son derece önemidir. Okullarımızda kurslara bir alternatif olarak uygulanan Destekleme ve Yetiştirme Kurslarında sınav kaygısından dolayı daha çok, Matematik, Türkçe, Fen Bilimleri gibi ana dersler yer almakta. Ancak unutulmamalı ki spor ve sanatla bu kursları desteklemez isek okullarımızı cazibe merkezi haline getiremeyiz. f) Aileden koparılan çocuklar: Okullarımızda yapılan etkinliklerin/testlerin evlere de taşındığını görüyoruz. Ev ödevi şeklinde verilen testler çocuklarımızın aile ile olan irtibatını kesmiş durumda. Çocuklarımızla oturup doyasıya sohbet edemiyor, bir yerlere gidip onlarla yeterince vakit geçiremiyoruz. Sadece ebeveyn olarak bu durumdan yakınanlar bizler de değiliz. Çocuklarımızda ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Arkadaş edinemiyor, dostluklar kuramıyorlar. Ev, okul ve kurs üçgeninde hapsedilmiş durumdalar. Onların zamanlarından çalmanın hayatlarından, geleceklerinden çalmak olduğunu anlamamız gerekir. Bir ara ortaokula giden çocuğumun öğretmeni günde en az yüz soru çözmesi için ha bire mesajlar gönderip duruyordu. Şüphesiz ki iyi niyetle yapılan bu davranışla öğretmenimiz aslında çocuklarımızın ailesiyle vakit geçirmesini engellendiğinin farkında değildi. Bu yanlış yöntemi baz aldığımızda, öğrencimizin her soruya bir dakika ayırdığını düşünürsek 1 ders için günde 1,5 saat, diğer branş öğretmenlerinin derslerini de hesaba kattığınızda oğlumun okuldan geldikten sonra uyumadan sabaha kadar ders çalışması gerekecektir. Hafta içi, hafta sonu her daim testle meşgul olan öğrenciler belki bu yöntem sayesinde istedikleri Fen Lisesine yahut üniversiteye girmiş olacaklar, ancak bu çocuklarımızın toplumdan, aileden bağını koparan asosyal bir varlığa dönüşmesine engel olunamayacaktır. Öğretmenlerimizin de bu durumdan memnun olduklarını sanmıyorum. Lakin mevcut gerçekler başka bir alternatif bırakmıyor gibi gözüküyor. 13) Öğrencilerimize dağıtılan kitaplar: Yıllar önce öğrencilerimize ilk defa bedava kitap dağıtıldığında yazdığım makaleler de bunu desteklemiş, bir sosyal devletin yapması gereken bir görev olarak görmüştüm. Şimdi de aynı yerdeyim. Ancak gelinen noktada bazı sıkıntıları da söylemek zorundayız. Maalesef okullarımızın bir kısmında özellikle de lise kademesinde devletimizin bedava dağıttığı ders kitaplarının okutulmadığını, yerine velilere aldırılan test kitaplarının kullanıldığını biliyoruz. Şayet kullanılmayacaksa tonlarca kitabın israf edilmesi için kitap dağıtım işine son vermeliyiz. Eğer kullanılacaksa da ders kitapların haricindeki kaynak kitapları yasaklamamız gerekir. Gerçi bunla ilgili zaman zaman birtakım genelgeler çıkarılmakta. Ancak yeterli değildir. Takibinin yapılması ve yasağı delenlere karşı ciddi yaptırımların olması şart. Çarşı pazarlarımız testlerden geçilmiyor. Devasa bir test ekonomisi oluşmuş durumda. Kimsenin kültür kitaplarını alıp okuduğu falan yok. İşte bir gösterge:5 “UNESCO’nun araştırması­na gö­re, Türkiye kitap okuma­da dünya ülkeleri arasında 86. sırada. Kitap okuma oranı Av­ru­pa’ da %21 iken, Türkiye’de %0,01 sevi­yesindedir. Yılda 6 saat (günde bir dakika) kitap okuduklarını söyleyen katılımcılar, ihtiyaç listesinde kitaba 235. sırada yer vermektedir.” 14) Günlük ders saat sayısının fazla oluşu: Anaokulu için günde aralıksız 50 dakika olmak üzere 6 etkinlik saati, bir ders saati süresi 40 dakika olmak üzere ilkokullarda 6, ortaokullarda 7, liselerde de 8 ders saati yapılmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Finlandiya gibi ülkelerde ilkokullarda günde 4 ders saati yapılmaktadır. Pedagojik açıdan ders saat sayısının bütün kademelerde azaltılması gerekir. Özellikle de anaokulu ve ilkokullarda. Anaokulunda 4-5 yaşındaki bir çocuğu aralıksız 50 dakika olmak üzere 6 saat sınıfta tutmak pedagojik açıdan uygun değildir. Okula bir istek ve aşkla başlayan minik çocuklarımızı uzun bir süre okulda tutmak, belli bir zaman sonra yılgınlığa sebep olmaktadır. Bunu çocuğu olan veliler gayet iyi bilirler. Oğlum ana okula başlamadan evvel büyük bir istekle okula gitmek istemişti. Aylar öncesinden bana boyama kitapları ve çanta aldırtmıştı. Her gün evin içerisinde sırtında çantayla “Baba okul ne zaman açılacak?” diye gezip durdu. Oysa okulun başladığı daha ikinci hafta okula gitmek istemediğini söyledi. Haksızda sayılmazdı. Zira oğlum oyun olarak gördüğü anaokulunda sınıftan dışarı çıkmıyor, altı saate boyunca bol bol kes, kopyala, yapıştır etkinliği yapıyordu. Günlük ders saatini arttırmak eğitim-öğretimde başarıyı getirmediği gibi daha da gerileteceğini düşünüyorum. Zamanı etkili ve verimli kullanmalıyız. Dünyanın geldiği noktada ders sayısını arttırmak, “mış” gibi yapmaktan öteye geçmez. İlk­okul öğrencilerimize 4 ders saati tadında bir eğitimdir. Bunun dışındaki vakitler sosyal, sportif ve kültürel faaliyetlere ayrılmalıdır. Bu azmış gibi görünen eğitim çocuklarımızın okula gelişlerini motive etmekle kalmayacak uzun vadede başarıyla birlikte beden ve ruhsal sağlığına da katkı sunacaktır. 15) Taşımalı eğitimdeki aksaklıklar: Millî Eğitim Bakanlığı hakkında 2018 yılı Sayıştay Denetim Raporunda;6 “Eğitimde etkinliği ve eğitime tahsis edilen kaynakların kullanımında verimliliği sağlamak amacıyla önceliğin pansiyonlara verilmesi gerekirken, doluluk düzeyi düşük olan pansiyonların mevcut kapasitesinden yararlanılması yerine ağırlığın taşımalı eğitime verildiği” belirtilmiştir. Millî Eğitim Bakanlığı Taşıma Yoluyla Eğitime Erişim Yönetmeliğinin 6. Maddesinin 1/e bendinde, “İklimi ve ulaşım şartları taşımaya elverişsiz olan veya taşınması ekonomik olmayan yerleşim birimlerindeki ilköğretim ve ortaöğretim okul/kurumlarında öğrenim görmekte olan öğrencileri, öncelikle yatılı bölge ortaokulları ve pansiyonlu okullara yerleştirdikten sonra, taşıma kapsamına alınacak diğer öğrencilerin planlamasının yapılması gerekmektedir.” Ancak mevcut uygulamada pansiyonların doluluk oranlarının düşük olduğunu görüyoruz. Gerçi pansiyonlarda ya da yatılı bölge okullarında çocukların sevgi ihtiyaçlarının ne derece karşılanabildiği ayrı bir tartışma konusudur. Taşımalı eğitimde mali giderlerinin etkin ve verimli kullanılmadığını yine bizzat Sayıştay başkanlığının raporlarında görüyoruz. “Taşıma kapsamına alınan öğrenci sayısının yüksek düzeylere ulaştığı ve bu amaçla yapılan harcamaların da sürekli artış gösterdiği görülmektedir. 2013 yılında 825.090 olan taşıma, 2016 yılında 1.411.016; 2017 yılında bu sayı 1.324.904, 2018’de ise 1.338.672 olarak gerçekleşmiştir. Taşımalı eğitim için yapılan (yemek dâhil) toplam ödeme tutarı ise 2013 yılında 962.668.969 TL iken; 2016 yılında 2.100.510.746,00 TL, 2017 yılında 2.136.916.391,73 TL, 2018 yılında da 2.514.916.621,29 TL’ye yükselmiştir.” Hem Millî Eğitim Bakanlığının hem de Sayıştay başkanlığının raporları doğrultusunda öğrencilerin öncelikle pansiyonlara yerleştirilmesi ve taşımalı eğitime duyulan ihtiyacın azaltılması hususunda merkez ve taşra teşkilatları ile yazışmalar yaptığı gereken bilgilendirmelerin yapıldığı görülmüştür. 2020 yılı verilerine göre taşımalı eğitimden faydalanan öğrenci sayılarında bir düşme olmadığı aksine daha da artmıştır. En azından bazı yerler için taşımalı eğitim yerine taşıma yapılan okula öğretmen alınması hem öğretmen istihdamına faydası olacak hem de öğrenciler yol zahmetinden kurtularak kendi köylerindeki okula gitmiş olacaklar. Ayrıca bu yöntemle köyden kente göçlerde bir şekilde azalmış olacaktır. 16) Yabancı dil öğretimindeki yanlışlarımız: Bu başlı başına ayrı bir yazım konusudur. 17) Meslek liselerinin yenilen­mesi: Gittiğim denetimlerde gör­düğümüz bir husus da meslek liselerinde yeterince öğrenci bulunmamasıdır. Bunun se­bep­leri üzerinde durulmalı ve ge­rekli tedbirler alınmalıdır. İhtiyaçtan fazla açılan meslek liseleri birleştirilmeli, kullanıl­mayan bölümler aktif hale getirilmeli, döner sermaye kapsamında atölye, laboratuvarlar ile makine ve teçhizatın özel sektörle birlikte kullanılması, lise mezunlarına iş imkânı sağ­lanması, üniversite sınavına gi­rişte fazla puan verilmesi, kurum müdürlerinin meslek lisesi me­zunlarından olması gibi pek çok önlem meslek liselerinin da­ha canlı olmasını sağlayacaktır. İnsanın olduğu yerde sorunların olması gayet tabidir. Kuşkusuz daha başka nice sorunlarımız vardır fakat önemli olan bunları milimize edebilmektir. Belki her bir sorunu derinlemesine değerlendirmemiz tuğla kalınlığında bir kitap yazmamızı gerektirir. Millî Eğitim Bakanlığı 2018 Yılı Sayıştay Denetim raporunu esas alarak hiçbir yorum yapmadan birkaç sorunu da maddeler halinde sunmakla yazımızı bitirelim. 18) İç kontrol sisteminin yeterli ve etkili düzeyde kurulamamış olması 19) Engelli bireylerin destek eğitim hizmetlerinin yürütülmesinde etkin işleyen bir kontrol sistemi kurulamaması nedeniyle bu amaçla tahsis edilen kaynakların etkili ve verimli kullanılamaması 20) Bakanlık teftiş sisteminin istikrarlı bir yapı ve işleyişe kavuşturulamaması 21) Türkiye Maarif Vakfı Denetim Kurulunda, kanun ile öngörülmesine rağmen Millî Eğitim Bakanlığı ve Hazine ve Maliye Bakanlığı Temsilcilerine yer verilmemesi 22) Yasal olarak sadece zorunlu ve istisnai hallerde değiştirilebilecek yurtdışı eğitim planlarının geçerli gerekçelere dayanmaksızın defalarca değiştirilmesi sonucu eğitim sürelerinin ve maliyetlerin önemli ölçüde artması 23) Yurtdışında lisansüstü eğitim gören öğrencilere yapılan ödemelerde yasal ilke ve sınırlamalara uyulmaması 1- Necatibey Eğitim Fakültesi Elektronik Fen ve Matematik Eğitimi Dergisi (EFMED) Cilt 3, Sayı 2, Aralık 2009, sayfa 238-248, Yrd. Doç. Dr. Ali ERASLAN2- Bütün öğrencilerin okulu Finlandiya okulları, Ayşenur ÖZDEMİR3- Öğretmen Yetiştirmede Kalite Sorunları 2005, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Hüseyin Hüsnü Tekışık4- Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu İzleme Değerlendirme Başkanlığı, Öğretim programlarını değerlendirme raporu, 2020 yılı, 5- UNESCO (2016). 25/11/2016 tarihinde http://www.uis.unesco.org adresinden erişilmiştir.6- T.C Sayıştay Başkanlığı 2018 Yılı Faaliyet Raporu, sayfa 11,12, 24,25,26

Necati İLMEN 01 Eylül
Konu resmiİdeal Okul İklimi İnşası
Eğitim

Eğitim, insanın dönüşümünü sağlayan güçlü bir iksirdir ve bu iksirin damıtıldığı yerler okullardır. Okullar, sadece bilgi aktarma merkezleri değil, aynı zamanda karakter inşasının da gerçekleştiği önemli alanlardır. Bu sebeple, nasıl bir toplum hayal ediyorsak, okulları da bu hayal doğrultusunda şekillendirmeliyiz. Okullar, toplumun aynasıdır; toplumsal değerler, okullarda nesilden nesile aktarılır ve öğrencilerin geleceğe dair perspektifleri burada biçimlenir.Rekabetin Ötesinde Bir Eğitim İklimi Rekabetin ön plana çıktığı eğitim sistemleri, dayanışma ve birlik duygularını zayıflatır. Bu tür bir iklimde yetişen bireyler, toplumsal adaletsizliklerin artmasına neden olabilir. Oysa eğitim, toplumsal adalet, merhamet, dayanışma gibi değerlerin kök saldığı bir zemin olmalıdır. Eğitimdeki rekabet yerine, öğrencilerin birlikte büyüyebileceği, birbirini destekleyebileceği bir atmosfer inşa edilmelidir.Yöneticilerin Rolü Okul yöneticileri, eğitimde dönüşümün en önemli aktörleridir. Onlar, sadece idari görevleri yerine getirmekle kalmayıp, aynı zamanda ahlaki liderlik de yapmalıdırlar. Yöneticiler, kendi davranışlarıyla öğretmenlere ve öğrencilere örnek olmalı, merhamet, adalet, çalışkanlık gibi değerleri okul iklimine taşımalıdırlar. Okulda adaletin, sevginin ve şefkatin hâkim olduğu bir atmosfer, öğrencilerin ve öğretmenlerin en iyi şekilde gelişmelerine imkân tanır.Öğretmenlerin ve Ailelerin İşbirliği İdeal okul ikliminde, öğretmenler ve aileler, çocukların en iyi şekilde yetişmesi için dayanışma içinde olmalıdır. Öğretmenler, öğrencilerini evlat gibi görüp onların gelişimine özen göstermelidir. Aileler ise okulda başlayan eğitimi evde tamamlayarak çocukların eğitim sürecine aktif katkıda bulunmalıdır. Bu işbirliği, öğrencilerin hem akademik hem de ahlaki gelişimlerine büyük katkı sağlayacaktır.Öğrencilerin Karakter Gelişimi İdeal bir okul ikliminde yetişen öğrenciler, sadece akademik başarıya odaklanmazlar. Aynı zamanda toplumsal sorumluluk bilinci, paylaşma, yardımlaşma ve merhamet gibi erdemleri de içselleştirirler. Bu erdemlerle donanmış bireyler, gelecekte topluma daha büyük katkılar sağlayacak, daha adil ve merhametli bir dünya inşa edeceklerdir.Kalpleri ve Zihinleri Birleştiren Eğitim Eğitimde dönüşüm, sadece bilgi aktarımıyla sınırlı kalmamalıdır. Kalpleri ve zihinleri birleştiren bir eğitim iklimi, toplumun da dönüşümünü sağlayacak en önemli faktördür. Bu iklimin inşasında, tüm eğitim paydaşlarına büyük sorumluluklar düşmektedir. Ancak böyle bir iklimde yetişen nesiller, dünyayı bulduklarından daha iyi bir yer haline getirebilirler.

İdris Topçuoğlu 01 Eylül
Konu resmiHer Eğitim, Eğitim midir?
Eğitim

Her şeyi okul veya çocuğumuzu gönderdiğimiz eğitim kurumu versin diye de bekliyoruz; zamanın babaları çok meşgul ve anaları da iş hayatında şimdi. Halbuki eğitim kurumlarının verdiğinin çoğu, sadece bilgiden ibaret. Çünkü, eğitim büyük oranda 7 yaşında, kısmen de 11 yaşında tamamlanmış olur diyen, eğitim uzmanlarıdır. Yani, karakteri meydana getirecek eğitim bu yaşlardan evvel verilenlerdir.“En çok görüştüğünüz 5 kişinin ortalamasısınız.”Eğitim insan davranışlarında meydana gelen müsbet değişimlerdir.Sonucunda gözle görünür bir değişiklik meydana gelmemişse sarfedilen çabayı eğitim olarak değerlendirmez eğitimciler. Ona sadece bilgi depolama denilebilir. Bu da insanı, bir kayıt cihazından öteye götürmez.Ya da malumatfuruş yapar.Sırf başkalarına anlatmak, bilgili görünmek için okumak ve malumat sahibi olmaya çalışmak, çoğu yerde hoş karşılanmaz, kişinin samimiyetini sorgulatır.Öyle olmalı ki alınan eğitim, yolu aydınlatacak ışık olmalı, pusula olmalı, hatta yeni bir yol olmalı.Müslüman için, dünyasına veya ahiretine faydası olmalı.Birkaç sene evvelinden bir haber hatırımda kalmış: “Lüks araçların kapısını 20 saniyede açma eğitimini almaları için üyelerini Romanya’ya gönderen çete, nihayet çökertildi.”Buyur, buradan yak!Peki, eğitim sistemleri/kurumları, fertlere ve topluma ne vermeli?Bazan öyle oluyor ki; toplum olarak ve dolayısıyla da toplumun en küçük yapı taşı ve ilk eğitim kurumu olarak çocuklarımızı yetiştirirken onlara seçenek hakkı sunmuyoruz. Toplumun ve eğitim sisteminin dayattığı şekilde, ilkokul birinci sınıftan itibaren “test çöz, ezberle, sınav kazan, yen, ez geç ve toplumda sözüm ona kabul gören mesleklerden birine sahip ol…” dayatması ile yetiştiriyoruz geleceğin evlatlarını. Her şeyi okul veya çocuğumuzu gönderdiğimiz eğitim kurumu versin diye de bekliyoruz; zamanın babaları çok meşgul ve anaları da iş hayatında şimdi. Halbuki eğitim kurumlarının verdiğinin çoğu, sadece bilgiden ibaret. Çünkü, eğitim büyük oranda 7 yaşında, kısmen de 11 yaşında tamamlanmış olur diyen, eğitim uzmanlarıdır. Yani, karakteri meydana getirecek eğitim bu yaşlardan evvel verilenlerdir.Öyle ise, ailedeki eğitim ciddiye alınmalıdır. Baba ve anne vazifelerini iyi bilmeli; baba disiplin, güven ve otoritenin merkezi olurken; anne, sevgi şefkat ve merhametin ailedeki vücut bulmuş hali olmalıdır. Hele hele birbiriyle yarışır duruma düşmemeli, rolleri karıştırmamalıdırlar.Bütün davranışlar olduğu gibi, toplumun çimentosu olan sevgi (muhabbet) ve saygı (hürmet) de ailede öğrenilir. Baba sevgiyi, anne büyüklere saygıyı öğretir. Babasına saygı duymayı öğrenmeden büyümüş olan çocuk, nerdeyse hiçbir büyüğe saygı duymaz desek, zannedersem abartmış olmayız.Ya da bazan oluyor ki; ülkenin eğitim sistemi, tek tip insan yetiştirme üzerine kurulmuş oluyor.Bu da yeni nesillerin ufkunun kapanmasına, çok dar alanda çırpınıp durmalarına, emsallerinden geri kalınmasına, ondan sonra da kendisi gibi düşünmeyen akrabalarını, arkadaşlarını bile bir kaşık suda boğulacak düşmanlar olarak görmeye başlamasına sebebiyet veriyor.Bu şekilde, kuru taklitçi ve belki de aşağılık kompleksi içerisinde kendi toplumunu küçümse­yen nesiller meydana gelebilmek­tedir.Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Vicdanın ziyası ulum-u diniye­dir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” demiştir.Yani, okullarda sadece fenni veya sadece dini eğitim verilmesinin sakıncalarını teşhis etmiş ve taassuptan da tabiat fikr-i küfrisinden de kurtulmanın yo­lunu göstermiştir. Çünkü insanın hem aklının hem kalbinin ve diğer duygularının eğitime ve tatmin edilmeye ihtiyacı vardır.Dolayısıyla her bir fert hem dini hem fenni ilimlerle eğitilmelidir.İbni Haldun’a çocuk eğitimine kaç yaşında başlanması gerektiği sorulduğunda, “Onlara bir şey anlatmayın, siz yapın; onlar zaten sizin arkanızdan gelecektir” tavsiyesinde bulunmuştur.Üstad Bediüzzaman, “İnsanın birinci derecede muallimi validesidir” dedikten sonra, “Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o manevi derslerinden aldığımı yakinen görüyorum.” der. (Lem’alar, Yirmi Dördüncü Lem’a)Çocukların fıtratı taklit etmek üzerine olduğu için, çevresinden gördükleri hemen her şeyi anında ve severek taklit eder, arkasından da büyüklerinin takdirini beklerler.Peki, toplumları değiştirecek ve dönüştürecek eğitim nasıl olmalıdır? Dikta rejimlerde toplumu dönüştürmek isteyenler, katı ve keskin kurallar getirir ve en ağır cezalar koyarak, kimsenin gözünün yaşına bakmaksızın tatbik ederler. Bir korku imparatorluğu kurup, halkın birbirini ihbar etmesi için de ne gerekirse yaparlar.İleriki zamanlarda da “Ne yapa­lım, başka türlü yeni sistemi tesis etmemiz mümkün olmayacaktı” diye kendilerini savunurken de aslında bazı şeyleri itiraf etmiş olurlar.Peygamber Efendimiz (sav) ise, vahşi ve âdetlerine mutaassıp, sürekli birbiriyle mücadele için­de, tarih boyunca hiç devlet ku­ra­­mamış bir kavme gönderilmiş ve yirmi üç sene gibi bir zaman zarfında onları zamanının en medeni milletleriyle yarışır hale getirmiştir. Hatta çölden başka bir yer görmemiş o bedevi­leri, o milletlere muallim ve mürşit yapmıştır.Peki, o zamanın şartlarında buna nasıl muvaffak olabilmiştir?Bilindiği üzere, peygamberlik ilk Mekke devrinden gelmiştir. Buradayken gelen ayet ve sureler, iman, ahlak ve kısmen ibadet üzerineydi. Yasaklar ve haram ayetleri, Müslümanların temel esasları sevip benimsedikten sonra Medine devrinde nazil olmuştur. Mesela, içkinin haram olması, üç aşamada olmuştur. Çünkü, şarap, o zamanki cahiliye toplumlarının vazgeçilmez alışkanlıkları arasındaydı ve bir kerede yasaklanması, onlara ağır gelebilirdi.Önce, müskiratta insanlara bazı faydalar da olmakla beraber, zararın daha fazla olduğu hatır­latıldı.Daha sonra, sarhoş iken namaz kıldıran sahabenin ayeti yanlış okuması üzerine kavga çıkmış ve “İçkili iken namaza yaklaşmayın!” ayeti nazil olmuştu.Bu süreç esnasında Müslümanların arasında sarhoşluk veren içeceklerin yasak olması gerektiğine dair konuşmalar gerçekleşiyor ve beklentiler meydana geliyordu.Nihayetinde de kesinlikle yasak olduğuna dair ayet nazil olunca, hiçbir Müslüman tereddüt etmedi ve karşı çıkmadı. Hatta bu ayetin nazil olduğunun kendilerine tebliğ edildiği esnada şarap içmekte olanlar, ağızlarındakini bile boşalttıkları ve evlerinde bulunan küpleri hemen sokaklara döktükleri kayıtlarda mevcuttur.İslamiyet’e baktığımızda görürüz ki Kur’an peyderpey nazil olmuştur. Yani bütün bir kitap olarak değil, ihtiyaca ve yaşanan olaylara göre ayet-ayet, sure-sure gönderilmiştir. Böylelikle hem öğrenilip hazmedilmesi hem de eski bâtıl hayat tarzının terk edilip yerine yenisinin konulması, insan fıtratını zorlamadan gerçekleşmiştir. İnen her vahyin müfessiri ve -kendi hayatında- ilk uygulayıcısı da bizzat Resul-i Ekrem (sav) olmuştur.İslamiyet, bütün toplumu ve toplumları topyekûn eğitmiştir.Öyle ki, esas mevzularda okula bile mecbur bırakmamıştır.Ömer Seyfettin, “Bu millet âlim değildir fakat ariftir. Bu irfanı sayesinde pek çok şeyi okumuşlardan daha iyi sezer, fark eder ve bilir” diyerek bu hususu çok güzel bir şekilde dile getirmiştir.“Dağdaki çoban” diye küçük görülen insanımız, okumuş da orman bekçisi olmuş çoğu kimsenin pabucunu dama atar.İnsanımızın kalbindeki merhamet, cömertlik, misafirperverlik ve fedakârlık hissi, maalesef şimdiki okullarla olacak bir şey değildir. Bilakis okullar, manevi değerlerden uzak, sadece rahata ve zenginliğe teşvik eden kurumlar haline getirilmiştir.Dışardan bakanların içini ısıtan davranışlarımızın kaynağı İslamiyet, mayası imanlı ceddimizin yaşantısıdır.Hasılı eğitim, yaşanılan ortamdır.“Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” atalar sözü ve “Kişi arkadaşının dini üzeredir” Hadis-i Şerifi de bize yol gösterici olmaktadır. Nice gençler vardır ki; dindar bir ailede yetişmiş olduğu halde, lise ve üniversite ortamında veya gurbette iken büyük fikri ve yaşantı değişimlerine uğrayabilmektedir. Dolayısıyla, ailelerin çocuklarının arkadaşları hususunda son derece hassas olmaları elzemdir.Yine psikologların dediği üzere, çocuklar ergenlik yaşına kadar sizin, ondan sonra arkadaşlarınındır.Büyükler için de geçerli bir tecrübi ifadeyle, ne kadar kabiliyetli olursanız olun, kendinizi en üst seviyelerde de görseniz, en çok görüştüğünüz beş kişinin ortalamasısınız.Dolayısıyla gerek kendimiz gerekse çocuklarımızın düzenli olarak bir arada olduğu kimseleri çok iyi seçmemiz belki de en mühim vazifemizdir.Öğrencilikte de iş hayatında da başarılı olmanın anahtarı burada gizlidir. Mümkünse, kendimizden da­ha iyi, daha takva, daha çalışkan, daha başarılı kimselerle yakın temasta olmak, onlara benzemenin en kestirme yoludur, vesselam!

İsmail ERDOĞAN 01 Eylül
Konu resmiEğitim Okuldan mı İbaret?
Eğitim

 “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır, aldanmıştır.”(el-’Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 323)Eğitim veya bir diğer adıyla tedrîsât, gelişmek, dünyada söz sahibi olmak ve halkına müreffeh bir hayat sunmak isteyen her ülkenin birinci meselesidir. Şehirleri mamur, işsizlik oranı az, devlet sistemi âdil, ehliyete ve liyâkate özen gösteren bir yönetim isteniyorsa bir numaralı gündem, her dâim eğitim olmalıdır. Eğitim, her şart ve durumda en son feda edilecek bir meseledir. Geçtiğimiz yıllarda tüm dünyayı kasıp kavuran ve adına ‘korona’ denilen bir salgın hastalıkla yüz yüze geldik. Bu hastalığın yayılmaması için insanların birbirinden uzak durması gerekiyor denildi. Böyle bir durumda bile feda edilecek ilk şey, eğitim olmamalı. Eğitimin en önemli şartı, yüz yüze olmasıdır. Çünkü hoca, talebesine tüm bildiklerinin özünü anlatır. Bir anlamda ilmin anahtarını verir. Talebe, bu anahtarla ilmin içine girer. Kapasitesine ve kabiliyetine göre alabileceğini alır. Hoca, ses tonuyla, mimikleriyle, öğrencilerinin derse olan ilgisiyle, anlatımını geliştirir. Farklı öğretim metodları uygular. Uzaktan eğitimde ise sadece robot gibi tekdüze bir eğitim uygulanabilir. Bu hususu uzaktan eğitimi deneyen veya uygulayan herkes hissetmiştir. Hatta sınıf mevcudunun az olmasıyla birlikte eğitimcilerin, özellikle kabiliyetli öğrencilerle birebir ilgilenmesi, kaliteyi çok üst seviyelere çıkaracaktır. Tabi, buradan eğitim videoları seyretmeyelim, uzaktan eğitim tamamen kalksın gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Burada eğitimin sadece uzaktan olmasının sakıncalarını anlatmaya çalıştım. Uzaktan eğitim de eğitim sürecinin bir bölümünü oluşturabilir. Ama asıl omurga yüz yüze eğitimle meydana gelmelidir. Eğitimin bir diğer şartı okutulan dersin içeriğinin kalitesi ve uygulanan öğretim metodlarıdır. Gereksiz bilgilerle doldurulmamış, önemli konularda herkesin bilmesi gereken temel konuların öğretildiği ve kitap okumaya ve kendini geliştirmeye teşvik eden ders içerikleri ilk aşamada beklenendir. Dersler işlenirken sınıflar ilerledikçe her bir derste daha derinlemesine uzmanlaşma sağlanır. Tüm bunlar dünyanın her yerinde uygulanan temel sistemlerdir. Ama eğitim aynı zamanda bir şuur verme aracıdır. Günümüzde değerler eğitimi diye adlandırılan dersler, olmazsa olmazlar arasında olmalıdır. Yani sadece robot gibi, bilgisayar gibi, işin teknik kısmının anlatılmasıyla eğitim verilmiş olmaz. Okula, üniversiteye giden bir çocuk veya genç, dinini, imanını, insanlığını, edebini öğrenmelidir. Öğretim üyesi, öğretmen ve hocaların dikkatli bir şekilde seçilmesi gerekir. Eğitimcilik, sadece maddî sebeplerle seçilmemeli. Bu işlerde, gerçekten yeni nesilleri maddî ve manevî ilimlerde yetiştirmek ve örnek olmak isteyenler çalışmalılar. Aynı zamanda öğretmenler ve öğretim üyeleri, kendilerini devamlı yetiştirmeli ve geliştirmelidirler. Bu şekilde dünyaya öncülük edecek yeni nesillerin yetişmesinde pay sahibi olabileceklerdir. Hadîs-i Şerîf’te de ifade edildiği üzere, “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” Bu Hadis’ten anlayabildiğimiz üzere, eğitim sadece okulda alınmaz. Sonuçta her gün okula gidilmiyor. Ayrıca insan hayatının tamamı da okulda geçmiyor. Devamlı yeni ve faydalı şeyler öğrenmeye ve öğretmeye odaklanmak zorundayız. Öğreneceğiz, öğreteceğiz, anlatacağız, dinleyeceğiz, okuyacağız, okutacağız, yazacağız. Bu şekilde hayatımızın tamamına ilmi yayacağız. Bu sayede iki günümüzü birbirine eşit hale getirmeyeceğiz. Hakikaten ilim tahsil edenler farkına varmaktadırlar ki; bir insanın ömrü faydalı ilimlerin tamamını tahsil etmeye yetmez. Hatta sadece bir ilme tam anlamıyla sahip olabilmek için bile bir insan ömrü azdır. O sebeple bir insanın tüm ömrü faydalı ve gerekli ilimleri tahsille geçirilebilir. Ben bilmem gereken her şeyi biliyorum, daha fazlasına gerek yok gibi düşünceler, insanların kabiliyetlerini öldürür. Onları tembelleştirir, bilmediği konularda konuşmasına sebep olur. İlim tahsil eden bir kimse anlar ki; bilmediği çok şey var. Ancak ilimle uğraşmayanlar, çok şey bildiklerini zannederler. Bir keresinde doktora tezim için bir yabancı profesörle konuşmam gerekmişti. Bu hoca ile beni bir müze müdürü görüştürecekti. Müze müdürü, yabancı hoca ile ilgili olarak bana dedi ki; “Hocam! Bunlar bizimkilere benzemez. Bilmedikleri ve alanları olmayan konularda konuşmazlar. Sorularını ona göre hazırla.” Gerçekten de o yabancı profesörün yanına gittiğimde, bilmediği ve alanı olmayan konularda kesinlikle konuşmadı. Bu yönü benim için örnek oldu. Etrafımızda dinî konularda hiç tahsili ve bilgisi olmadığı halde kendini hoca zannedenleri görürüz. Atarlar, tutarlar, ahkâm keserler. Bu halleri, ilim öğrenmemeleri ile kitap okumamalarından dolayı ve bilmediklerini bilmemelerinden kaynaklanır. Fennî ilimler, matematik ilimleri, sos­yal ilimler veya dinî ilimlerden hangisi olursa olsun, hayat boyu tahsile devam edilmesi gerekir. Elbette ki; bazı ilimler vardır ki, ömür boyu devamlı tahsil edilmesi gerekir. Bunların başında iman ilmi gelir. Diğer ilim dallarına bakacak olursak, kendilerini geliştirenler, okuyanlar, araştıranlar, yeni şeyler bulurlar, keşfederler. Yeni buluşlar da toplumları geliştirir. Hatta mazlum coğrafyaları zalimlerin elinden kurtarmak için teknolojimizi geliştirmemiz, fizikte dünyada ön sıralara gelmemiz gerekir. Sözüne değer verdiğim işinin ehli bir büyüğümüze geçenlerde Filistin meselesinde ne yapılabileceğini sormuşlar. Cevaben demiş ki: “Gidin, teorik fizikte doktora yapın. Konunun başladığı yer burası. Güçsüz olduğunuz zaman, kabiliyetiniz olmadığı zaman, yeterli miktarda caydırıcılık üretmediğiniz zaman, toprağınızı da çalarlar, rejiminize de müdahale ederler…” Fatih Sultan Mehmed, o zamana kadar yapılmış en büyük topları döktürerek, İstanbul surlarını geçmeyi başarmıştır. Hatta gemileri karadan yürütmüştür. İstanbul’u, döneminin teknolojik seviyesinin üstüne çıkarak fethetmiştir. Demek ki; gelişmek için devamlı ilim tahsili gerekir. Bu da sadece okulla yetinildiğinde gerçekleşmez. İman doktoru olmamız yönündeki nasihati göz önüne aldığımızda, şunu anlarız ki; bir iki risale okumakla iman doktoru olunmaz. Devamlı okuma, yazma, ezberleme, mütalaa, kendini yetiştirme ile ancak iman doktoru olunabilir. Yani az da olsa devamlı bir ilim tahsili süreci ile yetişme sağlanır. Okul örneğinde olduğu gibi, sadece medresede iman ilmi tahsil etmek yetmez. Evde de tahsile devam etmek lazımdır. Yoksa beklenen ve gereken yetişme seviyesine ulaşılamaz. Hem madden hem manen iki günümüz eşit olmayacak. Müs­lümanların dünyaya hükmet­tikleri dönemde böyleydi. Boş boş oturmak, gereksiz ve boş ko­nularda çene çalmak ve mey­lü’r-rahat, bizim en büyük düşmanlarımızdır. Gazze’yi kur­tar­mak istiyorsak, yeni nesil­lerin imanlarını kurtarmak istiyorsak, dünyaya huzur ve adalet getirmek ve mazlumlara ümit olmak istiyorsak, bu işler ilimsiz, eğitimsiz olmaz. Eğitim ve ilim de sadece okulla yetinilerek elde edilemez.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiİşi Kolay Kılandır, Öğretmen
Eğitim

Şüphesiz ki hayatımızın öyle anlarında öyle kesişmeler yaşarız ki, yollarımız öylesine kesişir ki bazı insanlarla, bu kesişmelerin kaçınılmaz olarak kurtulamayacağımız etkileri vardır. Öğretmen, işte bu etkiye çoğunlukla sahip olan kişidir. Rehberliğine hemen her konuda ihtiyaç duyduğumuz, varlığı bizim için bir umut olan ve çaresiz ve çözümsüz kaldığımızda “öğretmenimiz bir yolunu bulur” diye hep aklımıza gelen bin bir gizem yüklediğimiz o insan.Neredeyse herkesin yolu kesişmiştir bir okul ve bir öğretmen ile. Ama bu kesişmeden kaç kişi iflah ve ıslah olarak çıkmıştır. İflah olmak kurtulmak, ıslah olmak da salih ve iyi insan olmak demektir. Kurtulmak ile kastettiğim şey; kaç kişinin hayatı kurtulmuştur. Kaç kişi hayata doğru bir giriş yapmış ve dengeli, düzenli ve dürüst bir yaşamı tesis edebilmiştir. Farkındaysanız başarılı olmaktan bahsetmiyorum. Hayata doğru bir giriş, dengeli, düzenli ve dürüst bir yaşamdan bahsediyorum. Çünkü bu niteliklerle bezenmiş bir hayata ulaşmış bir insan hem iflah olmuş hem de ıslah olmuş bir insandır. Gerçekten ilginç olan ise, bir okul ve bir öğretmenin tüm hayatı etkileyebilecek bir konumda ve rolde olmasıdır. Söz konusu okul bir mezrada olabileceği gibi büyük bir şehrin seçkin bir muhitinde de olabilir. İkisi arasında birisi aleyhine ya da diğerinin lehine haksız bir rekabete sebep olabileceklerini hissettiren bir görüntüden bahsetmek çok da tuhaf olmaz. Birisi diğerine göre çok daha büyük avantajlar ve fırsatlar sunabilme potansiyeline sahip olabilir. Elbette ki okul ve okula dair tüm enstrümantal süreç araçsal bir süreçtir. Yani kaliteli sınıf, konforlu sıralar, laboratuvarlar, spor salonları, bilgisayar atölyeleri vs.… Peki, mezradaki bir okul ile arasında orantısız bir üstünlük olan bu okul, son kertede hep kazanan taraf mı olur? İşte bundan o kadar emin olamıyoruz. Çünkü tüm bu denklemi alt üst edecek bir unsur var; öğretmen.Evet, bu yazımızda hayatları değiştiren, karakterleri inşa ya da imha eden, etkisi ölünceye kadar sürebilen, bazen kutsal bazen lanetli bir konumda andığımız, çoğu zaman sorgulanamaz, sorgulanması teklif dahi edilemez, cennetin de cehennemin de sebebi olabilecek olan öğretmenden bahsedeceğiz.Şüphesiz ki hayatımızın öyle anlarında öyle kesişmeler yaşarız ki, yollarımız öylesine kesişir ki bazı insanlarla, bu kesişmelerin kaçınılmaz olarak kurtulamayacağımız etkileri var­dır. Öğretmen, işte bu etkiye çoğunlukla sahip olan kişidir. Reh­berliğine hemen her konuda ihtiyaç duyduğumuz, varlığı bi­zim için bir umut olan ve çaresiz ve çözümsüz kaldığımızda “öğretmenimiz bir yolunu bulur” diye hep ak­lı­mıza gelen bin bir gizem yüklediğimiz o insan.Zaten iyi insanlar. Zaten kaliteli insanlar. Zaten adanmış ve yetkin insanlar. Onlar hakkında böyle hissediyoruz. Belki bazı özelliklerini sadece hatırlamak amacıyla tekrar etmeye çalışalım derim.• Öğretmen, her şeyden evvel içtenlik ve samimiyet abidesi, içi dışı bir olduğu için doğal olarak etkili bir karaktere sahip olan bir ilham kaynağıdır.• Severken de kızarken de gerçek bir insan olarak bu duyguları yaşadığı için her anında her halinde hep öğreten insandır.• Öğrencisinin endişe, korku veya yetersizlik durumlarına gerçek bir şefkat ile yaklaştığı için, öğrencisi, en zor anında bile öğretmeninin kapısını çalabileceğini bilir. Çünkü o, yargılamaya değil, anlamaya çalışan insandır.• Korktuğumuz bir sevgili, bir dost olur mu ya da dosttan veya sevgiliden korkulur mu? Korku, aklın devre dışı kalması ve insanın tüm kabiliyetlerinin donmasıdır. Öğretmen, hayatımızdaki tüm anlamsız korkuların celladıdır. O varsa korku yoktur.• Dışladığımız, yargıladığımız ve etiketlediğimiz hiçbir insanda ıslah edici bir etki oluşturmamız mümkün değildir. Öğretmen, tüm bu ilkel refleksleri hayatından çıkardığından, öğrencisi için her zaman güvenli bir liman olan kişidir.• Bittiğini düşünen için umut, karanlıkta kaldığını düşünene nur, öksüz ya da yetime ana-baba olan kişidir öğretmen.• Öğrencisini önce insan olarak görebilen kişidir öğretmen ve bu bakış açısı öğretmene, öğrencisini kazanma imkânı veren bir ruh katar.• Öğretmen, şimdilik zayıf ve çelimsiz olan öğrencisinin ellerine baktığında, onların yarının dünyasında güçlü bir pençe olarak amacına ulaşabildiklerini görerek, o elleri tutmanın yarını etkilemek ve yarına şekil vermek anlamına geldiğini bilen kişidir.• Öğrencisindeki tüm renk, maharet ve zenginliği görmeye niyet etmiş bir öğretmen, hiçbir öğrencisini puan ve notlara feda etmez. Çünkü öğretmen, öğrencisinin her sayıdan daha büyük ve daha önemli olduğunu bilir.• Öğretmen, varlığı ile heyecan verici, karakteri ile ilham ve cesaret verici ve yaptığı rehberlik ile bir peygamber sorumluluğu içinde yaşayan kişidir.• Öğrencilerin aklın sınırlarını zorlayan ve tahammül edilmesi neredeyse imkânsız bir çok durumuna aklın sınırlarını aşan bir sabır ve dirayet ile yaklaşmayı bilen ve en hararetli ateşin yanında bile soğukkanlılığını koruyan kişidir, öğretmen.• Öğrencilerinin başarılı olma konusundaki azimlerinin bir gün kendisini geçeceğini bilen ve hâlâ öğretebilmek için her daim öğrenmeye ara vermeyen kişidir, öğretmen.• Yüreklerdeki çığlıkları işitebilen, gözlerde saklı fersiz umutların kâşifi ve önemsiz ve değersiz olduğuna inanmak üzere olan öğrencisini uçurumun ke­narından kurtaran insandır, öğretmen.• Öğrencilerinin damarlarında aşk olup akan, beyinlerinde me­rak olup dolanan ve kalplerin­de bir sevgi ritmi ile coşan insandır, öğretmen.Sözlerime kıymetli eğitimci ve yazar Recep Şükrü Apuhan’ın şu satırları ile son verirken 2024-2025 Eğitim ve Öğretim Yılının tüm memleketimize ve eğitim ve öğretimin tüm paydaşlarına hayırlar, feyizler ve nurlar getirmesini Âlim-i Külli Şey olan Rabbimden niyaz ediyorum.“Bütün haklarını kanunun en üst ceza sınırından yana kullanan bir hâkimin karşısında olmayı kim ister? Teknoloji harikası teşhis ve tedavi araçları ile donatılmış ama hekimlerinin, hastalanmalarında kusurlu buldukları hastalarını ölüme terk ettikleri bir hastanede tedavi olmayı kim tercih eder? Hepimizin merhamete, şefkate ve sevgiye ihtiyacı vardır. İnsanlığın dün de bunlara ihtiyacı vardı yarın da bunlara ihtiyacı olacaktır. Hayatı yaşanılır yapan, ampullerden yayılan ışıktan önce gönüllerden yayılan ışıktır. İlkinin olmadığı zamanlarda insanlar yaşayabilmişlerdir ama ikincisinin yokluğunda hiç kimse ve hiçbir şey yaşayamaz. Gönül ışıkları söndüğünde üzerimize çökecek karanlığın altından kimse sağ çıkamaz.”Es’selam Alâ Men’ittebea’l Hüda

Ahmet EFENDİ 01 Eylül
Konu resmiMektebe Eş“değer” Ne Ola ki?
Eğitim

Bin ders-i ma’ârif okunur her varakındaYâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem(Ziya Paşa)Kelâm-ı Mektebİsm-i mekândır. Kitabet (yazı) talim olunan mahalle denir. Sıkça duyduğumuz sıbyan mekteblerinde kitabet ve ilim talimi bir aradadır. Eğer sadece ilim talimgâhı mevzubahis ise kullanılan isim “medrese” olmaktadır.Kamus-ı Türkî’de şu ifade yer almaktadır: “Etfâl (çocuklar) ve şebânın (gençlerin) tahsil-i ilm için devam ettikleri bina ve daire, daru’l-talim, daru’l-tedris” Bu kelime dinimizin ilme, hususen yazıya vermiş olduğu ehemmiyeti gösterir. Cumhuriyet devrinde kullanılmaya başlayan, Fransızca ekol kelimesine benzetilerek yapılan, okul kelimesinde ise yazı ve ilimle olan bu kuvvetli bağın silindiğine şahit olmaktayız. İsimlerin sirayeti göz önünde bulunulduğunda sahipliğimizin ve himmetimizin hangisinde olacağı aşikârdır.Dolayısıyla “mekteb”in madden (lafzi olarak kullanım yönüyle) ve manen (bahsettiğimiz İslami ve imani hassasiyet yönüyle) dirilişi oldukça mühimdir. Âlemi bir mekteb olarak gören nazara sahip iman ehli için her şeyden öte bir vazifedir.Suffa!..En güzel, en müşahhas bir örnek.Model mekteb…İslam medeniyetinin talimhanelerinin tümünün ruhuna sinen manevi nefes.Zamanlar başkalaşsa da şahıslar ve mekânlar değişse de kaybolmayan renk.Saadet asrının gençlerine şekil veren ilk hendese.Kıraat ve kitabetin mukaddemesi.Koca bir iman tedrisatına maya olmuş fihriste.Elbette ki Mescid-i Nebevi’nin bir köşeciğinde tahsis edilmiş olan bu güzide mekân unutulursa onunla olan manevi rabıtalar kesilirse hangi “okul” olursa olsun netice akim kalır. Mahsul “tek gözlü deha şeridinden” öteye gidemez.Nerede gökteki yıldızlar misali yön gösteren, Kur’ân ve sünnetle yaşadığı zamana ve gelen asırlara pusula olmuş suffa ehli? Nerede dinsiz felsefi bakışlarla baş ve kalb gözü bunalmış çağdaş ekol dâhileri? Eldeki teknoloji ve imkânlar, metotlar ne kadar terakki etse de insanı hakiki insan (halife-i arz) yapan kazanımları ölçen Medine kumpası olmazsa… Netice: Sukut-u hayale demir atmak.Hayat MektebiHayatı veren Hay, mekteblerimizi ihya için bize nur ve kuvvet ihsan buyursun.Yeryüzünü mescid, hayatı mekteb yapmış bir dinin mensublarıyız.Her bir varlıktan, yerdeki hayvandan ve bitkiden dahi zerreden gökteki yıldızlara tevhid dersi okunur, kalbler yaldızlanır.Bahardan ve mezaristandan haşre servi endamlı kapılar açılır. Dünya imtihanı ahiret dersiyle manasını bulur. Kalb, kuvvet ve teselli elde eder.Her söz, her davranış, her tavır ve her halden risalete / nübüvvete pencereler, fırsatlar açılır. Sünnet-i seniyye dersiyle hayatlar hayat bulur. Kalbin ayakları izde gider.İman nazarıyla vazifedar birer abd olan mevcudat, abd-i mükerreme ubudiyet dersini telkin eder. Yeryüzü mescidi abdiyet talimiyle şenlenir. Kalbler cûş u hurûşta…Küçük HanelerUnutulmamalı! İhmal edilmemeli! Şuurlu ve programlı olarak irfan mektebine dönüşmeli! Anne kucağıyla ilk mektebi yaşayan aile meyveleri, iman derslerinin tefekküri ikliminde olgunlaşmalıdır. Dış eşiğe atılacak adımlardan evvel, rahmet hazinesi Besmele’nin sırlarıyla donanmalıdır.Hanelerdeki talim, kapıdaki hayatı da nurani edasıyla biçimlendirmelidir. Günahların paratoneri, hasenatın pınarı olmalıdır. Eller, maddeten uzaklaşsa da aile mektebinin muhabbeti ve hürmetiyle manen kenetlenmelidir. Gözler, bu mektebin tahsilinden geçenlere ufuklarda suffayı gözletmelidir. Hayatı mektebe çeviren ilk bakışlar sunmalıdır.Hasılı,Mektebe eşdeğer ne ola ki? Suffadan hisse ile küçük büyük bütün şu âlem ola! Başta hanelerimiz ola!Rabbimiz bizi,رَبِّ زِدْنٖى عِلْمًا وَفَهْمًا وَاَلْحِقْنٖى بِالصَّالِحٖينَ “Rabbim ilmimi, anlayışımı artır; beni salihler arasına kat!” duasına nail eylesin. Âmin!

İbrahim SARITAŞ 01 Eylül
Konu resmiEn Büyük Muallim
Eğitim

Sevgili Peygamberimiz (sav), en büyük bir muallim ve en güzel bir rehberdi. O’nun (sav) eğitimiyle yetişen sahabeler, güzel ahlâkta ve fazilette insanlık âleminin birer yıldızı olmuşlar ve Efendimizin (sav) peygamberliğine birer delil teşkil etmişlerdir.Enbiyadan sonra en yüksek makam, Peygamber Efendimizin (sav) yetiştirdiği sahabeye aittir. Çünkü iman, ibadet ve ahlakta en mümtaz şahsiyetler onlardır. Hem sahâbeler, ekseriyet-i mutlaka itibâriyle kemâlât-ı insaniyenin en a‘lâ derecesindedirler.1Mesela, Mus’ab bin Umeyr, Mekkeli varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Okuma-yazma bilir, güzel giyinir, kibar ve nazik konuşurdu. Peygamberimiz (sav), Mus’ab bin Umeyr’i İslam’ı öğretmesi için Medine’ye muallim olarak görevlendirdi. Hazret-i Mus’ab, Medine’de Esad bin Zürâre’nin evine yerleşti. Onunla birlikte planlı, programlı öyle güzel çalışmalar yaptı ki, bir yıl sonra Mekke’ye geldiğinde Resulullah’a üç aile hariç bütün Medine’ye iman nurunun yayıldığını müjdeledi. Resulullah (sav), insanlara tam bir ihlasla yaklaşır, muhataplarına Allah’ın rızasını gözeterek hitap ederdi. Mesela, tebliğ için gittiği Tâif’te İslam’ı anlattı. Tâif halkını imana davet etti. Fakat onlar dinlemediler. Alay ettiler ve hakaretle karşılık verdiler. Hatta daha da ileri gidip Peygamber Efendimizi (sav) ve beraberindeki Hazret-i Zeyd’i taşlattılar. Bunca kötü muameleye karşılık yine de beddua etmeyen Sevgili Peygamberimiz (sav), o müşriklerin nesillerinden Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayan ve yalnızca Allah’a ibadet eden bir nesil meydana getirmesi için Cenâb-ı Hakk’a dua ediyordu. Ardından Peygamber Efendimiz (sav) ve Hazret-i Zeyd (ra), yaralı olarak bir bağa sığındılar. Orada kendilerine üzüm getiren Addas isimli Hristiyan bir köle ile yakından ilgilenen Resulullah (sav), Addas’ın hidayetine vesile oldu. Hidayet güneşi olan Allah Resulü (sav) aynı zamanda sevgi ve şefkat deryasıydı. Yetişkinler gibi çocuklar da bundan hissedardı. On yaşından itibaren Peygamber Efendimize (sav) hizmet etmiş büyük sahabi Enes bin Malik, küçük yaşına rağmen Sevgili Peygamberimizin (sav) sırdaşıydı. Onun Zâyid bin Süheyl adında üç yaşında küçük bir kardeşi vardı. Zâyid’in serçeye benzeyen minik bir kuşu vardı. Peygamber Efendimiz (sav) küçük Zâyid’e takılmak için küçük kuşun sahibi anlamında Ebu Umeyr (Umeyr’in babası) diye seslenirdi. Onu görünce de, “Ebu Umeyr, küçük kuş ne yapıyor?’ diye kuşunu sorardı.Bir gün yine Peygamber Efendimiz (sav), Enes’e kardeşi Zâyid’i sordu. Hazret-i Enes, “Kuşu öldü, Zâyid çok üzgün” dedi. Efendimiz hemen küçük Zâyid’in yanına gitti, onu teselli etti. Küçük Zâyid Efendimizin göğsüne başını koydu ve “küçük kuş öldü, o öldü” diyerek ağlamaya başladı. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz Zâyid’i o kadar çok teselli edip okşadı ve sevdi ki, çocuk üzüntüsünü unuttu, rahatladı ve gülmeye başladı. İşte peygamberlik vazifesinin o ağır yükü altındayken bile Resul-i Kibriya Efendimiz (sav), çocukları dahi ihmal etmez, onlara değer verir, gönüllerini alırdı.Öte yandan Hz. Peygamber (sav), Medine’ye hicretinin ardından Mescid-i Nebevî’yi inşa ettirirken ailesine ait odaların yanı sıra mescidin güney tarafına düşen giriş kısmında kimsesiz, fakir sahâbîlerin barınması için bir gölgelik yaptırmıştı. Burada kalanlara Ashâb-ı Suffe deniyordu. Ashâb-ı Suffe’nin eğitim ve öğretim işleriyle bizzat ilgilenen Resul-i Ekrem (sav), Suffe’de dersler veriyordu. Ayrıca onlara yazı yazmayı ve Kur’ân okumayı öğretmek üzere Ubâde bin Sâmit gibi hocalar tayin etmişti. Ebû Hüreyre, diğer sahâbîlerin neden kendisi kadar hadis rivayet etmediklerini soranlara; muhacirler çarşıda ticaretle, Ensar da malları ve mülkleriyle meşgulken ehl-i Suffe’den biri olarak Resûlullah’ın yanından ayrılmadığını, diğer sahâbîlerin bulunmadığı meclislere katılıp onların duymadığı hadisleri duyup ezberlediğini söylemiştir.2 İşte Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav), peygamberlik vazifesi gereği İslam’ın herkese ulaşması için büyük bir gayret göstermiştir. Tüm insanlığa numune-i imtisal olacak sahabeler yetiştirmiştir. “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz”3 buyurmuştur.1- Sözler, s. 164.2- Buhârî, Büyûʿ, 1.3- Buhârî, c. 4, s. 189.

Ali CİRİT 01 Eylül
Konu resmiNe Kadar Zeki Olursan Ol, Çalışman Lazım*
İnsan

Bilmeye kendinizden başlayın. Allah herkesi farklı yetenekte yaratmış. Milyonlarca, milyarlarca insan, her birinin kabiliyeti farklı; birinin işte atıyorum Matematiği çok iyi, ötekinin Fiziği çok iyi, öteki Kimyada muhteşem… Öteki adama Allah bir kabiliyet vermiş; konuşuyor adam, döktürüyor ya… hitabeti çok güçlü. Herkesin kabiliyeti farklı, kabiliyetini bul, onun üstünde yoğunlaş. O alanda parla, bir numara ol, en iyi ol… her zaman değer görürsün!Hayat mücadele… kendini kontrol etmeyi sağlaman lazım önce. Eğer bunu başaramıyorsan, kendine faydası olmayın başkasına da faydası olmaz. Benim çocuklar artık duya duya ezberledi; “Aptalın herkese zararı vardır, en başta kendisine.” Neyse, bilgi değerlidir. Ama bizde, hani böyle lisede falan hava atarlar “Ben çalışmadan A aldım falan”. İyi halt etmiş. Ben çok zekiyim demek istiyor: Çalışmadım ama gene de 8 aldım falan; yani bir sopa olacak “küt” diye döveceksin. Elinden gelsin, bu çok kötü bir şey, çalışmadan not aldım demenin, çok zekilik taslamanın hiçbir faydası yok. Çok zeki olsan bile çalışmıyorsan, ben onu şeye benzetiyorum, V6 8 litre motorum var, dehşet Turbo charger 700 beygir güç. Çok zeki ya! Ama içinde gram yakıt yok. Çöp saksı olarak kullan hiçbir işe yaramaz. İçeriye yakıt koyman lazım, yakıt! Sen ne kadar zeki olursan ol, çalışman lazım, çalışmadan yok. Ben bunu öğrencilerime de söylüyorum; çalışmadan kopya çektin, chatGPT’de ödev harmanladın, bilmem ne… A aldım, iyi bir okuldan da mezun oluyorsun. Çocuk çok iyi ya, ortalaması da 3,5. Tamam, hemen çağırırız. Mülakat odasına girersiniz. Bizde mülakat komiteleri vardır. Ben göreve geldiğimde değiştirdim, mülakat tek kişiyle yapılmaz. Benim birime bir kişi alacağım, ben mühendis alacağım, ben mülakatı beğendim, beğenmedim… böyle bir şey yok. Sen, senin birimine almıyorsun onu, bu kurum oraya alıyor değil mi? O adamla çalışacak diğer mühendisler, müdürler de gelir. 4-5 kişi beraberce tartarlar. Böyle subjektif şeye yer yok. Adaylar çağrılır, niye bu pozisyonu hak ettiğini anlatır, sunumlarını yaparlar, backgroundları, aldıkları dersleri, projelerini sunarlar. Herkes çıktıktan sonra jüri notunu verir; en yüksek notu alan, alınır; bu kadar… Şimdi sen çalışmadan not aldın, bir şekilde diploma da aldın; bizim mülakat odasına kadar gelirsin, bir iki soru sorarlar, bakarlar “tın”, içeride bir şey yok. Teşekkür ederler, öbür kapıdan gönderirler; o kadar. Bilmeyen adama ne iş vereceğim ki; adam bilmiyor, yapamaz… Peki, kısa yoldan köşe dönmek gibi bir hastalık ne yazık ki var. Böyle bir şey yok. Bak en altta ne yazmışım; “Bedava peynir fare kapanında olur.” Atasözümüz ya, atalarımız boşuna söylememişler bunu. “Kısa yoldan, terlemeden büyük zenginliklere nasıl ulaşırsın?” Ya kanunsuz, herkesin zararına bir iş yaparsın, mesela uyuşturucu satarsın Allah korusun, o da devlet yakalar, canını okur. Ya babandan miras kalmıştır. Ha bu tamam, Niye? Onun bedelini baban ödemiştir senin adına. Ama ona da sahip çıkmak için yine çalışman lazım. Neyse, kısa yoldan bedava bir şey yok kardeşim. TEI Genel Müdürü Prof. Dr. Mahmut F. AKŞİT*  “Gençlerle Hasbihal” etkinliği kapsamında İTÜ Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde öğrencilerle yaptığı sohbetten bkz. https://www.youtube.com/watch?v=W-wpHgKZa5E&t=1145s

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiDinsiz Bir Milletin Payidar Olabileceğine İnanmıyoruz*
Risale-i Nur

Dinsiz bir cemiyetin, bir milletin payidar olabileceğine inanmıyoruz. En ileri milletlerin dahi din ile siyaset ve dünya işlerini birbirinden ayırdıktan sonra, ne derece dinlerine bağlı kaldıklarını biliyoruz. Bugünkü seviye ile asil milletimize taassub isnadı reva görülemez. Türk milleti Müslümandır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır. Hâlbuki mekteblerde din dersi olmayınca, evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar, bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrûm edilmemek icab eder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık, vicdan hürriyetine uygundur denilmez. Bu itibarla orta mekteblerimize dîn dersleri koymak, yerinde bir tedbir olacaktır.Dinsiz bir cemiyetin, bir milletin payidar olabileceğine inanmıyoruz. En ileri milletlerin dahi din ile siyaset ve dünya işlerini birbirinden ayırdıktan sonra, ne derece dinlerine bağlı kaldıklarını biliyoruz. Bugünkü seviye ile asil milletimize taassub isnadı reva görülemez. Milletimiz dinine sımsıkı bağlı olduğu kadar, umumiyetle dini en temiz duygularla benimsemektedir. İslâmlık, milletimizin vicdanında en musaffâ seviyesini bulmuştur. Müslümanlığı ve onun esaslarını, farîzâlarını ve kaidelerini kifayetle telkin edip öğretecek öğretmenlerimizin yetiştirilmesine ayrıca gayret sarf edilecektir.*Adnan Menderes (KONYA NUTKU)

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiŞemseddin Sivasî’nin Bir Na’t-i Şerifi: Şefâ’at Yâ Resûlallâh
Kültür ve Medeniyet

1520 senesinde Zile’de doğmuştur. Asıl adı Ah­med’dir. Esmerliğinden dolayı kendisine Kara Şems denilmiştir. Şems-i Tebrizi ve Ak Şemseddin ile birlikte üç Şems’ten biridir. Halvetiyye tarikatının Şemsiyye kolunun kurucusu olan Şeyh, Sivas’taki Meydan Camiine vaiz olmak üzere davet edilmiş, ailesi ve talebelerinden bir kısmıyla birlikte bu kadim şehre göçmüştür. Kendisi için hususi yaptırılan dergâha yerleşip zahiri ve batıni ilimlerle talebelerini yetiştirmiştir. Vefatında Meydan Camisi’nde 60 bine varan cemaatin katıldığı bir namazla caminin kuzeyine defnedilmiştir. Dış kapıya birkaç adım mesafedeki bu yer, hayattayken camiye gelip gittikçe biraz durup dua ettiği yerdir. Şu hadise, Kara Şems’in Peygamberimizin sünnetine olan samimi bağlılığını en güzel şekilde göstermektedir. Eğri seferine gitmekteyken Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri İstanbul’da kendini karşılayıp elini öper. İhtiyar haliyle sefere katılmasının sebebini sorar. O ise şimdiye kadar cihad-ı ekber yaparak Peygamberimizin sünnetine ittiba ettiğini, lakin cihad-ı asğara katılamadığını, bu yolda da onun sünnetine uymak arzusunda olduğunu söyler.Aşağıdaki na’t-i şerif, kırka yakın manzum ve mensur eseri bulunan ve eserlerini irşad gaye­siyle kaleme alan Şeyh Sivasi’nin Peygamberimize olan muhabbet ve bağlılığını göstermesi açısından ehemmiyet arz etmektedir. Der Na’t-ı Şerîf Hazret-i Resûl-i Ekrem ve Nebiyyi Muhterem Sallallahü Te’âlâ ‘Aleyhi VesellemKapuna geldi ‘âsîler şefâ’at yâ Resûlallâh Suçını bildi kâsîler şefâ’at yâ Resûlallâh (Kâsî: Katı, sert, duygusuz, hissiz (Kasvet: Sert ve katı olmak))“Yâ Resulallah, senin şefaat kapına ne asiler ne kalbsizler geldi de elleri boş dönmedi. (Bu acize de) şefaat eyler misin?”Ey kalbim! Bilmez misin o Enbiyalar Şahının şefaati ümmetinden büyük günah işleyenler içindir. Böyleyken niçin ye’se düşersin? Bakmaz mısın, görmez misin cahiliye kasavetinden imanın letafetine yüzünü çeviren kalbleri? O Şefi’-i Müznibinin şefaatiyle şekavetten saadete dönüşen koca bir asrı… Sana da yer var o şefaat sancağı altında, unutma! Kendini ırak sanma.Kapıyı abdce çalmak gerek, ye’si-kasaveti atmak gerek. * * *Kapundan özge yok kapum tapundan özge yok tapum Bu dem geldüm bilüb suçum şefâ’at yâ Resûlallâh (Tapu: Huzur, kat)“Yâ Resulallah, senin kapından daha iyi kapı senin huzurundan daha güzel huzur mu bulunurmuş? Suçlarımı itiraf edip sana geldim. (Geri çevirmeyip) şefaat eyler misin?”Ey kalbim! Arama! Doğduğunda “Ümmeti!” nidasının sahibinden başka yönelinecek kapı yok. O değil midir şefaati ilk kabul edilecek olan? Rahman’ın katında izin almış olan şefaat hakkının sahibi? Arayıp durma başka kapılar, tapular. Senin yerin, yurdun orası. Salavatlara sarılı gül kokulu dilekçeler gönder. Henüz dünyada iken kevserin Cennet-âsâ serinliğini hisset. Başını taştan taşa vurmamak gerek, huzura usulünce çıkmak gerek.* * *Garîk-i bahr-i isyânam harîk-i nâr-ı hicrânam Fakîram zâr u giryânam şefâ’at yâ Resûlallâh (Garîk: Bir şeye içinde kaybolacak derecede dalmış olan (Gark: Boğulmak) / Harîk: Yangın (Hark: Yanmak))“Yâ Resulallah, isyan denizine öyle daldım, ayrılığından öyle yandım ki bu fakir halimle inleyip gözyaşı dökmekteyim. (Tükenmişe hazinenden) şefaat eyler misin?”Ey kalbim! Ne çok karanlıklar verir gözün bebeğine bu isyan dumanı. Hem dışta da göz gözü görmez olur adeta. Arayan, koşturan dizlerin ise bağı çözülür. Kıyamet günü provası dünyada iken yaşanır. Sessiz harflerle de olsun tevhid kelamını dillendirdin mi? Samimiyetle… Korkma o vakit! Şefaat hazineleri ardına kadar açıktır sana! Yeter ki hazinenin sahibini görüver!Dalmaktan, yanmaktan çıkmak gerek; rahmetin hazinelerine vahdette koşmak gerek.* * *Yolum sed eyledi ağyâr kılub gurbetde işim zârElim tut lutf ile kurtar şefâ’at yâ Resûlallâh“Yâ Resulallah, gayrilerin yolumu kestiği şu gurbette inim inim inlemekteyim. Lutfet elimden tut! (Şu kesretten kurtararak) şefaat eyler misin?”Ey kalbim! Bilirsin her yolun bir kesicisi, kat’edeni vardır. Vahdet yolunun da o kezâ… Ucu gurbette olan binler yollara sapmak vardır. Gurbetlere düşmek vardır. İhtimaaal… Her ezan ardı şefaat kıblesini gösteren bir pusulaya sahiptir, unutur musun? Makam-ı Mahmud’u arzulayarak şefaat sahilinden uzanan ele kulaç­lar atmaz mısın? Bitmesin mi şu âh u enîn? Haydi, duamız şefaat meyvesi versin. “Yolu, nere çıkar?” hesap etmek gerek; uzanan eli vesile ile tutmak gerek.* * *Ne itdüm ise ben itdüm yanıldum nefse zulm itdüm Henüz cürmüm bilüm geldüm şefâ’at yâ Resûlallâh “Yâ Resulallah, en büyük düşmanıma uydum, kendime ettim. İtirafla huzuruna geldim, (affıma) şefaat eyler misin?”Ey kalbim! Ahhh şu itiraf!... Nasıl da şef, çift eyler af isteyeni. Gücün takatin kalmadığı, günah yükünün belleri büktüğü anda affa vesile olacak şefaatçiyi nasıl da çağırır. “Dil, kendine günah reddiyesi yazsa ne olur?” dememeli, haddin bilip af arzusuyla şefaate kapı aramalı. Boyun ölçüsün almak gerek, cürmü kabahati itiraf gerek.* * *Ne ilmüm var ne a’mâlim perîşân cümle ahvâlim Tolu vesvâsla bâlim şefâ’at yâ Resûlallâh (Bâl: Kalp, gönül)“Yâ Resulallah, bende benim olan bir şey yok, hiçteyim. Vesveseli kalbime, (siperim olup) şefaat eyler misin?”Ey kalbim! Bilmez misin “ben” diyenler helak olmuştur? Bu günahların, isyanların dar ve isli sokaklarında neyine güvenirsin? Hayat şeridinin duvarlarına vesveselerle bezeli binler imdat yazsan da sana yetişir bir kul ve yol bulamazsın. Unutma kendisine has duasını sana saklayan bir Rehberin, bir Şefi’in var. Sözlerinle ve fiilinle dilekçeni ona yaz. Benliği, varlığı atmak gerek; havuzda bir damla olmak gerek.* * *Çû geldüm ben sefîhâne nazar kıl sen hakîmâneVasiyyet kılan ihvâna şefâ’at yâ Resûlallâh “Yâ Resulallah, huzuruna sefih gibi gelene hikmetle nazar eylersin. Vasiyet kılan kardeşlerime de şefaat eyler misin?”Ey kalbim! Bir sen değil, dua ister senin gibiler kulluk recasıyla şefaat için. Sadece sana ve senin için değildir, elden tutmak. Bizi biz eden her bizlik değerinin hatırına, duvardaki sırt sırta vermiş tuğlalardan kenetlenmiş bir tuğla olmak hatırına, yâr için ihvan için de bir teveccüh almaz mısın? Dilini benden bize kırıp yumuşatmaz mısın? İşi tekliğe vurmamak gerek, benden bize uhuvvetle dönmek gerek. * * *Bu Şemsî abd-ı âbıkdur ne etsen âna lâyıkdurVelî yolunda sâdıkdur şefâat yâ Resûlallâh (Âbık: Kaçan)“Yâ Resulallah, bu Şemsî senin huzurundan kaçmış bir köledir. Ne yapsan ona layıktır. Lakin yolunda sadıktır. Dünya ve ahirette şefaat yâ Rasulallah!”Ey kalbim! Hem bilirsin ki doğru olanlara doğruluklarının fayda vereceği gün vardır… Allah doğru kimseleri sadâkatleriyle mükafatlandırır. Ah şu sadakat! Sevgilinin (asm) şefaatinin reçetesi… Sadık ol! Sadık ol! Sadık ol!* * *Bir Hadis:“Ezanı işittiğiniz zaman, müezzinin söylediklerinin aynısını siz de söyleyin. Sonra bana salavat getirin. Çünkü bir kimse bana bir defa salavat getirirse Allah buna karşılık ona on defa salat eder. Daha sonra benim için Allah’tan vesileyi isteyin. Çünkü vesile, Cennette Allah’ın kullarından bir tek kuluna layık olan bir makamdır. O kulun ben olacağımı umuyorum. Benim için vesileyi isteyen kimseye şefaatim vacip olur.” (Müslim, Salât, 11)

İbrahim SARITAŞ 01 Eylül
Konu resmiGizli Tehlike: Kibir
İtikad

 “Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerim(i anlamak)tan men edeceğim.” (Araf suresi 146) Bu demektir ki kibirli kimselerin kalpleri mühürlenecektir, neûzübillah. Tirmizi’de geçen bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Kibirden, hıyanet ve borçtan arınık bir halde ölen kimse cennete girer.” Müslim ve Tirmizi’nin rivayet ettiği başka bir hadis-i şerifte kibrin gerçek tanımını görüyoruz. Allah Resulü, “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez” buyurunca sahabe efendilerimiz, “Elbise ve ayakkabılarınızın güzel olması hoşumuza gidiyor; bu kibir olur mu ya Resulallah?” diye sorduklarında Allah Resulü, “Allah güzeldir, güzel olanı sever. Kibir, Hakk’ı kabul etmemek ve başkalarını tahkir etmektir (küçümsemektir)” buyurdu. Kibir hakkındaki şu söz ne kadar manidardır: “Kibirli kimse sarımsak yiyen kimseye benzer. Herkes ondan uzak durmaya çalışır. Dolayısıyla kibirli kişi kendini, kendi eliyle yalnızlığa mahkûm etmiş olur.” Şu söz de kibir ve gururun en ufak kırıntısına bile geçit vermemenin çaresine işaret ediyor gibi: “Kişi, kendisinden daha kötü bir insan olduğunu düşündüğü sürece kibir ve gururdan tam olarak arınmış olmaz.” Bu sözün İhya-i Ulûmiddin, Mektubat-ı Rabbani ve Ta­ri­kat-ı Muhammediye gibi muteber eserlerde uzun açıklaması var. Özeti şöyle:İnsanların geleceğini ve akıbet halini ancak yüce Allah bilir. Çok istisnai bazı durumlar ha­riç o kapı insanlara kapalı. Bugün itibariyle cehennem yolcusu gibi gözüken kimseler, yolunu ve yönünü (Allah’ın inayetiyle) değiştirerek cennet yolunun yolcusu olabilir. Bunun tam tersi de söz konusu olabilir. Bu gerçekler ışığında bütüncül bir bakış açısıyla insanları ve kendimizi değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda, hiç kimseyi kendimizden aşağıda görmeye mecalimizin kalmayacağını görürüz. (Rabbim encamımızı hayreylesin.)Kibir ile Vakar,                                     Tevazu ile ZilletKibir ile vakar, tevazu ile zillet arasında çok dikkat edilmesi gereken ince sınırlar vardır. Merhum Birgivi “Tarikat-ı Muhammediye” adlı meşhur eserinde bu meseleyi örneklerle vuzuha kavuşturmuş. Merhum diyor ki: “Tezellül (kişinin nefsini alçaltması) kalp hastalıklarından biridir. Mesela, ilim meclisine gelen (cahil) nalbantın birine, oradaki alimin hürmeten ayağa kalkıp yerini ona vermesi, ayrılacağı zaman kalkıp onun ayakkabısını düzeltmesi ve kalkıp arkasından kapıya kadar onu takip etmesi ve benzeri davranışlar caiz olmayan tezellül yani kendini küçük düşürmek kapsamına girer. Ama onun ihtiyacını karşılaması, güler yüz göstermesi, sualini sabırla, dikkatle ve yumuşaklıkla dinlemesi, davetine icabet etmesi, ihtiyacını karşılamaya gayret sarf etmesi, kendisini ondan hayırlı görmemesi, onu tahkir etmemesi (küçümsememesi) memduh olan tevazu kapsamına girer. Ebu Davud’un Abdullah Bin Ömer’den yaptığı bir rivayette Aleyhissatü Vesselam şöyle buyurmuşlardır:“(Meşru dairedeki bir düğüne veya) ziyafete gitmeyen kimse gerçekten Allah’a ve Resulüne asi olmuştur. Çağırılmadan dahil olan kimse de hırsız olarak girmiş, talancı olarak çıkmıştır.”Buna göre makam, mevki sahibi kimselere veya zengin kimselerin elindekilere tamah ederek, hediyeler bekleyerek onlara yaklaşmak, onlarla oturup kalkmak, hizmetlerine bakmak, gözlerine girmeye çalışmak… vesaire hep kötü hasleti olan tezellül kapsamına girer. Fakat evin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak, evin çöpünü süprüntüsünü ve her türlü atığını ilgili yerlerine dökmek, yemek yapmak, mutfak işlerinin her türlüsünde eşine yardımcı olmak, çarşıdan, pazardan eve öteberi taşımak, helal olmak ve toplum tarafından yadırganmamak kaydıyla değeri düşük elbise ve ayakkabı giymek, yamalı elbise giymek, yemek çanağını iyice sıyırmak, yere düşen ekmek ve ekmek kırıntılarını toplayıp yemek; yoksullarla oturmak, simit, limon, yeşillik… vesaire dahil şartlara göre küçük büyük, değerli değersiz her çeşit mal ve eşyanın alış verişini yapmak, şartların iktizasına göre mübah olan -ihtiyaca göre- inşaat işlerinin her kademesinde çalışmak, bağ bahçe sulamak, çobanlık, bekçilik, hamallık vesaire görevler yapmak; sırtında, elinde ve kucağında mal ve eşya veya çocuk taşımak, bisiklete binmek ve benzeri davranışlar tevazu hasretini besleyen memduh davranışlardır. Çünkü bütün bunları ve benzerlerini Efendimiz Aleyhissatü Vesselam ve sahabesi yapmışlardır. “Hüküm neticeye göredir” kai­de­si gereğince, her hükmün is­tis­nası olduğu gibi, kibir mezmumesinin de istisnası vardır. Başlıca üç yerde kibir ve tekeb­bü­rün cevazına geçit var. 1) Mü­te­kebbirlere karşı (onların bur­nunu yere sürtmek için). 2) Savaşta düşmana karşı (düşmanın kuvve-i maneviyesini altüst ederek başarıda avantaj sağlamak için). 3) Sadaka alırken (istiğna göstererek minnet veya eza tehlikesini bertaraf etmek için).Bir Hadis-i Şerif mealen şöyle: Allah’ın sevdiği tekebbür (kibirlenme) kişinin savaşta ve bir de sadaka anında gösterdiği kibirlenmedir. Muaz bir Cebel’den rivayet edilen bir hadis-i şerif de şöyle: “Temellük, yani sevgi gösterisinde, yalvarmada ve övgüler yağdırarak istekte bulunmada ileri gitmek, müminin ahlakından değildir. (Mümine yakışmaz.) Ancak ilim talebesi­nin hocasına karşı böyle nefsini alçaltması hali müstesnadır.” Bu­ra­dan şunu anlıyoruz ki ilim yol­cusu, ilmini artırmak için nef­sani mülahazalara hiç yüz ver­meden mümkün mertebe her imkân ve fırsatı sonuna kadar değerlendirmeye çalışmalıdır. Kibirden, Yılandan Akrepten Sakınır Gibi Sakınalım “Allah kibirlenenleri sevmez.” Meş­hur evliyadan Hatim el-Esam’a izafe edilen ve çokça ör­nekleri görülen ve duyulan şu söz ne kadar uyarıcıdır. “Kibir­li kimse, komşuları ve hizmetçileri arasında en zelil ve düşkün bir kimse haline gelmedikçe Allah onun canını almaz.” Yine “Büyük ve küçük abdest sıkıntısına maruz kalma sebebiyle iki büklüm hale gelmedikçe Allah onun canını almaz.” Bedîüzzaman Hazretleri bir misal ile kibirliyle tevazu sahibinin özetle şöyle bir muvazenesini yapıyor. Zengin ve itibarlı bir kişi bir ziyafet veriyor. Davetliler geliyor. Onlardan iki kişi var. Ki biri alçak gönüllü; içeri kabul edileyim de varsın yerim kapı girişine yakın uzak bir köşe olsun, bu bana yeter tavrı içerisinde. Diğeri mağrur, kibirli. İçeri girer; benim yerim baş köşe olmalı, daha aşağısı beni idare etmez havasında. Davet sahibi feraset sahibi bir insan. Onların durumunu anlıyor; mütevazı kişinin hali hoşuna gidiyor ve hoşnutluğunu ifade etmek üzere onu alıyor, baş köşeye oturtuyor. Mağrura gelince, onun o kibirli hali, ev sahibinin hoşuna gitmiyor ve hoşnutsuzluğunu ifade etmek üzere onu kapı girişinde bir yere oturtuyor. Bir hadis-i şerif var, “Allah (cc) kibirliyi alçaltır, alçak gönüllüleri yükseltir.” Kibir AlametleriKibir, son derece gizli ve tehlikeli bir kalp hastalığıdır. Hatta kişi kalbini, dikkatle kontrol altında bulundurmazsa, tevazu yapıyorum derken bile kibre düşebilir. Onun için, kibir zemimesinin değirmenine taşınan su mesabesindeki kibir belirtilerini iyice belleyip, söz ve davranışları o alametlerin mihengine vura vura hayata devam etmek, son derece önemli bir vazife olarak karşımıza çıkıyor. Başlıca kibir alametleri şunlardır: 1) İnsanların kendisine karşı say­gı­da kusur etmemeleri beklentisi içinde olmak; kendisi için ayağa kalkılmasını istemek, beklemek ve bundan hoşlanmak. Saygıda kusur edildiğinde bundan ciddi rahatsızlık ve hoşnutsuzluk haline girmek. Yerli yersiz her iltifattan hoşlanmak, hak etmediği iltifatlardan dahi memnuniyet duymak; hak etmediği iltifatlarda muhatabı uyarma yoluna gitmemek. İstemediği ve beklenti içinde olmadığı halde saygı ve iltifatlara muhatap olmak ise zarar vermez inşallah. 2) Kendisi ve başkası hakkında hayırlı ve faydalı olan ziyaretlerden dahi ısrarla geri durmak. Meşru ve makul mazerete binaen gitmemek bahsin haricinde kalır. 3) Yanında ve yakınında başkalarının, bahusus küçümse­di­ği kimselerin oturmasını ka­bul­len­­memek, bundan rahatsızlık duy­mak. 4) Hastaların ve engellilerin bu­lun­duğu meclise girmekten hoş­lanmamak 5) Evinde herhangi bir işe elini sürmemek. 6) Evine öteberi taşımaktan imtina etmek (çekinmek).7) Şartlar icap ettirdiği halde eski ve kalitesi düşük elbise giymekten kaçınmak. Ebu Da­vud’un rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif şöyle: “Eski ve yamalı elbise giymek imandandır.” Ancak şu var ki kamuoyunun haklı olarak yadırgadığı kıyafetle dolaşmak da doğru değildir. Böyle kimselerin şehadetinin kabul edilmeyeceğine dair Şafii mezhebinde bir hüküm bile olduğu ilgili kaynaklarda geçiyor. 8) İhtiyaç olduğu halde çarşıdan pazardan, kendisi ve çoluk çocuğu için basit ve değersiz görülen sabun, temizlik malzemeleri, ayna, tarak, soğan patates, yeşillik... vesaire alıp taşımaktan sıkılmak. 9) Meşru ve makul bir sebep olmadığı halde bazı kimselerle karşılaşmaktan, onlarla bir arada bulunmaktan ve oturup konuşmaktan sıkılmak. 10) Zenginlerin davetine gidip, fukaranın davetine icabet etmemek. 11) Arkadaşlarıyla ve akranlarıyla yaptığı münazaralarda haklı çıkmamaktan dolayı üzülmek; hakikatin başkası vasıtasıyla ortaya çıkmasından hoşnut olmamak, arkadaşını tebrik ve teşekkür etmeye yanaşmamak. Halbuki Bediüzzaman hazretlerinin dediği gibi kişi, hak ve hakikat başkasının elinde zahir olduğu zaman sevinmeli. Zira tartışmada haklı çıksa yeni bir şey öğrenmiş olmayacak. Başkası aracılığıyla hakikat ortaya çıksa, o takdirde yeni bir şey öğrenmiş, malumatına yeni bir bilgi ilave olmuş olacak. Bu ise hakikat noktasında, sevinmeyi gerektiren bir durumdur.12) Kendisinde olmayan bir nimet ve güzelliğin, özellikle küçük gördüğü kimselerde olmasını hazmedememek. Aslında dikkat edilirse haset duygusunun, çoğunlukla içindeki bir seyyiesini barındırdığını fark edebiliriz. Özellikle kendinden aşağı gördüğü kimseler hakkında bu olursa kibrin varlığına alamettir. 13) Mecliste kendisine değil de başkasına soru sorulmasından dolayı canı sıkılmak. Sorulan her soruya cevap verme kaydında ve derdinde olmak; gerektiğinde bilmiyorum diyememek, iyice bilmediği sorulara dahi cevap vermekte acele etmek. 14) İhtiyacı olduğu halde, bilmediği bir şeyi sorup öğrenme ortamı oluştuğunda, cahillikle suçlanma korkusuyla sormaktan imtina etmek. Böylece bilmediğini öğrenme fırsatını, itibar kaybı tevehhümüne feda etmek. 15) Camide saf düzenini sağlamaya yönelik uyarılar karşısında huysuzlanmak. Camide veya cemaatle namaz kılma ortamlarında liyakatli olsa dahi başkasının kendisine tercih edil­mesinden hoşlanmamak. 16) Haklı tenkitler karşısında hoşnutsuzluk izhar etmek, memnuniyetsizlik içine girmek. Hatta haksız eleştiriler karşısında fazla tepki verip, aşırı kızgınlık göstermek de kibre varan bir davranış olabilir. Bu davranışlar toplum içinde olursa riya olur. Hem toplum içinde hem yalnız iken olursa veya toplum içinde olmayıp yalnız iken olursa kibir olur. Cenab-ı Hak gizli açık bütün kibir alametlerinden kalıntılarından bizleri arındırsın.Kibir Zemimesinin TedavisiKlasik ahlak kitaplarımızda haset, kin, kibir, gıybet... gibi kötü huylar açıklandıktan sonra, bunlardan korunma ve kurtulma yollarına dair bir fasıl açılır. Ahlaka dair yazılan meşhur kaynaklarımızdan biri de Birgivi merhumun “Tarikat-ı Mu­hammediye” adlı eseridir. Orada kibrin tedavisine yönelik bir fasıl açılır. -Tabiri caizse- toptan ve perakende iki nevi tedaviden bahsedilir. Biz, ufak tefek bazı ilave ve kısaltmalarla toptan tedaviye bakacağız. Merhum diyor ki: Kula yakışan, hiç kimseye karşı kibir taslamamaktır. Şöyle ki o, bir cahile baktığı zaman, bu kişi cehaleti sebebiyle Allah’a asi olmuş; ben ise ilmime rağmen isyan ettim. Bu bakımdan o benden üstündür, der. Bir alime rastladığı zaman, benim bilmediklerimi bu alim kişi daha iyi bilir. Ben nasıl onun gibi olabilirim, diye düşünür. Kendisinden yaşça büyük birini gördüğü zaman, bunun benden önce Allah’a çok ibadet ve taati sebkat etmiştir; dolayısıyla hayırda ve Allah’ı hoşnut edecek salih amellerde benden öndedir, der. Yaşça kendisinden küçük birisiyle karşılaştığında, ben bundan önce, nice yıllar Allah’a asi oldum; onun gazabını celbedecek fenalıklar yaptım. Dolayısıyla kötülükte ondan çok öndeyim; değer ve kıymetce de ondan aşağı bir derekedeyim, düşüncesiyle buluşur. Kendisiyle akran birisiyle karşılaştığı zaman, ben kendi halimi ve kusurlarımı yakinen biliyorum; fakat onun halini bilmiyorum, bilsem de zanni bir bilgiyle biliyorum. Binaenaleyh kesin olarak bili­nen kötülükler ve sahipleri ise, muhtemel kötülüklerin sa­hip­le­rine göre aşağılanmaya daha layıktırlar, diye düşünür. Bir bidatçiyi veya kafiri düşündü­ğü zaman, gelecek bana tama­men kapalı. Mümkün ve muhtemeldir ki, şimdi küfür ve açık bidat üzere yaşayan kişi ömrünü İslamiyet’le ve Allah’ın razı olacağı bir kul hüviyetiyle kapatabilir, ben de onların şu anda üzerinde bulundukları hal üzere ömür defterimi kapatabilirim. Bu hal örnekleri çokça görülen gerçeklerden birisidir. Keza bir köpek veya herhangi yırtıcı, vahşi hayvanata baktığı zaman, bunların Allah’a isyanları yoktur; bu sebeple azarlanmazlar, ayıplanmazlar, azaba uğratılmazlar; ben ise sorumlu bir varlık olarak Allah’a isyan manası taşıyan çok kötülüklerin faili oldum. Dolayısıyla benim için çok mümkün ve muhtemeldir ki on­ların uzak tutuldukları mez­kûr badirelere uğratılayım, diye düşünür ve her halükârda himmet ve gayretini kendine çevirir, kendi ayıplarıyla meşgul olur ve akıbeti adına korku ve endişe taşıdığından başkasının ayıbıyla uğraşmaya vakit de mecal de bulamaz. Hadis-i Şerifte şöyle buyurulur: “Ne mutlu o kimseye ki, kendi ayıplarıyla meşgul olmak, onu başkalarının ayıplarıyla meşgul olmaktan alıkoymuştur.”Soru: Bidatçı ve fısk u fücur sahibi kimselere nasıl kızmayayım; halbuki öyle yapmakla emroldum. Kendi nefsimi onlardan aşağı tutarak nasıl onları, içinde bulundukları kötülükten menedeceğim?Cevap: Onlara hem buğz edeceksin hem de kendin için değil, Rabb-i Rahim’in için yapacaksın. Bununla beraber onların arasında kendini kurtulmuş, ikaz ve irşadına muhatap yaptığın kişileri ise helak olmuş bilmeyeceksin. Belki sana gizli kalmış olup gazab-ı İlahiyi celbeden nice günahlarını Allah’ın biliyor olması sebebiyle sana meçhul olan akıbetin adına korkman, uyardığın kişiler adına duyduğun korkudan daha fazla olmalı. Bu hal kesinlikle daha gerçekçi bir durumdur. Hayra davet ve kötülükten menetmek, şu misalin işaret ettiği halet-i ruhiye içinde olursa -inşallah- doğru çizgi bulunmuş olur. Bir efendi, sevgili evladının terbiyesini, hizmetçisine veya kölesine havale ediyor. Hizmetliye, terbiyenin gereği olan ikaz, ihtar, azarlama ve dövme gibi fiiller hususunda tam yetki veriliyor. Hizmetli de sırf efendisi öyle istediği ve de emrettiği için verilen yetkiye dayanarak çocuğu yerine göre uyarıyor, azarlıyor ve hatta gerektiğinde dövüyor. Bunu yaparken efendisinin emrini ve isteğini yerine getirdiğini düşünüyor; çocuğu yerine göre dövdüğü zamanlarda dahi kendisinin, Efendisi yanında daha değerli olduğunu asla düşünmüyor. Çocuğun, efendisi (çocuğun babası) yanında, kıyas kabul etmeyecek kadar değerli olduğu düşüncesinden zerre kadar sapmıyor. (Tarikat-ı Muhammediyye Tercümesi, Mütercim: Celal Yıldırım, s. 147)

Osman AKTAŞ 01 Eylül
Konu resmiOsmanlı Dönemi Kadın Hattatlar
Kültür ve Medeniyet

İslam medeniyeti ve Osmanlı kültürüne hat sanatıyla katkı sunan tüm hanım hocalarımıza minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz. Ruhları şad mekanları cennet olsun. Arap yazısın gelişmesi İslamiyet ile birlikte, Kur’an’ın nazil olması ve Peygamber Efendimizin kâtiplerinden her şeyi kaydetmelerini istemesi ile başlamıştır. Çeşitli aşamalardan geçerek gelişen Arap yazısı, Hat Sanatının oluşmasını sağlamıştır. Müslümanlar yaşadıkları me­kânları, hat eserleriyle süsle­miş­lerdir. İslâm tarihi boyunca, Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) teşviki ile tüm Müslümanlar okuma-yazmayı öğrenmişlerdir. Çok sayıda erkek hattat olduğu gibi, eser verecek derecede güzel yazı yazan kadın hattatların varlığı da bilinmektedir. Hz. Ömerin akrabası olan “Şifâ binti Abdullah” ilk kadın hattat olarak kabul edilmektedir. Harun Reşit devrinde de Seyyidetü’l-Ayişe isminde bir kadının gayet güzel ve celî eserleri olduğu bilinmektedir. İslam medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyalarda kadın hattatların bu sanata olan ilgisi kesintisiz devam etmiştir.Hat, Türk ruhunun sanat sahasında inkişafını en iyi yansıtan ince sanatlarımızdan biridir. Erkeklere münhasır bir sanat zannedilen hat sanatına İslamiyet’in ilk yıllarından itibaren, özellikle Osmanlı döneminde kadın hattatlar büyük ilgi göstermişlerdir. Ne yazık ki büyük çoğunluğunun yazdığı eserler ve mezarları kaybolmuş olsa da sabır emek, tevekkül ve incelikle yapılmış, ilahi kelamın sanata dönüştürüldüğü Kur’an-ı Kerim, Hilye-i Şerif, Elif Cüz, Delail-i Hayrat, Levha, Kıt’a, gibi az sayıdaki eserler günümüzde müze, kütüphane ve özel koleksiyonlardaki yerlerini almıştır. 18. yüzyıl Osmanlı döneminde hat sanatı erkek egemen bir meslekti. Ancak Fatma Tuti Hanım (Ö:1153-1740), Habibe Hanım (Ö:1181-1767), Hattat Mahmud Celaleddin’in hanımı Esma İbret Hanım (D:1194-1780), Şerife Aliyye Hanım (Ö:1221-1806), Fatma Hanım (Ö:1226-1811), Necibe Hanım (Ö:1227-1812), Şerife Ayşe Sıdıka Hanım (Ö:1241-1825), Şerife Fatma Fitnat Hanım (Ö:1250-1834), Hafize Hatice Hanım (Ö:1299-1881), Şerife Zehra (Ö:1263/1847) ve Şerife Ayşe Sıdıka Hanım adlı iki kız kardeş, Seyyid Mehmed Hasip Paşa’nın kızı olan Şerife Fatma Mevhibe Hanım (Ö:1273/1856), Sadrazam Ali Paşa’nın kızı ve tanınmış hattat Kazasker Mustafa İzzet’in talebesi olan Zahide Selma Hanım (Ö:1857-1895), hattat Şefik Bey’in küçük kızı Huriye Hanım (Ö:1330-1911), Hırka-i Şerif şeyhinin kerimesi Fatma Zehra hanım, Hatice Huriye Hanım, Meliha Sadullah hanım, Düriye Faik Hanım, Emine Behçet Namıka Hanım, Kastamonu’nun ünlü alim ve şairlerinden olan Baharzâde Hammami Mehmed Raşid Efendi’nin kızı olan Nesibe Feride Hanım (D:1253-1321 Ö:1837-1903) kız mekteplerinde de hüsn-i hat dersi veren kadın hattatlarımızdandır. Hattat Mustafa Halim Özyazı­cı’nın talebesi olan, Cumhuriyet devrinin ilk kadın hattatlarından Müşerref Çelebi Hanım (D:1915 Ö:2007) gibi hanımlar başarılı bir şekilde yetişmiş, hattatlığa büyük bir heves ile sarılarak kültür ve sanat dünyamıza değerli eserler kazandırmışlardır.Osmanlı İmparatorluğunda, sıb­­yan mekteplerinde, daha son­­ra İbtidai Mekteplerinin ders programlarında, “sülüs” hat dersinin bulunduğu bilin­mek­tedir. Orta öğretimin verildi­ği, Kız Rüştiyelerinde 1, 2, 3. ve 4. sınıflarda “Sülüs ve Rika” hat sanatının öğretildiği kay­naklardan anlaşılmaktadır. II. Abdülhamid Döneminde, İb­ti­dailer ile birlikte 6 senelik Kız Rüştiyelerinde 1316 (1899) yılında, haftalık ders saatleri ve ders isimleri incelendiğinde ikinci ve üçüncü senede iki saat, dördüncü, beşinci ve altıncı senelerde, birer saat Hüsn-ü Hat dersleri verildiği anlaşılmaktadır. 1889 yılında, bütün Kız ve Erkek Rüştiyelerinde haftada okutulacak ilim ve fen dersleri tablolarında, birinci, ikinci ve üçüncü senelerde, birer saat Hüsn-ü Hat dersleri verildiği anlaşılmaktadır.Kültür mirası olan hat sanatı günümüzde de gerek belediyelerin gerek Halk Eğitim Merkezlerinin gerekse hat hocalarının açtığı özel kurslara kadınların gösterdiği ilgi dikkat çekici şekilde artmakta, hat sanatına usta-çırak disipliniyle yeni eserler verme yolunda adımlar atılmaktadır. İslam medeniyeti ve Osmanlı kültürüne hat sanatıyla katkı sunan tüm hanım hocalarımıza minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz. Ruhları şad mekanları cennet olsun.

Mustafa YILMAZ 01 Eylül