Kendini önemseyen, bencil, dünya onun etrafında dönüyor zanneden, ben merkezli, içe kapanık ama şikayetleri dışa dönük bir hayat yaşıyoruz. Çoğu kimse bir şeylerden, birilerinden şikayetçi, fakat kimse dönüp kendine bakmıyor. Karşılaştığı olumsuz durumlara karşı ise şu cümle insanı karşılıyor ve diyor ki: Ne ekersen onu biçersin…Bu deyimin çıkış sebebi için şöyle bir rivayet var. Zamanında bir köylünün tarlasına başka birisi zarar vermiş. Bu duruma üzülen adam, civarın danışılan ve hürmet edilen kişisine gidip durumu anlatmış. O da adama “ne ekersen onu biçersin” diyerek geri göndermiş.Başka bir rivayette de -farklı versiyonları olsa da- şöyle bir hikâye anlatılır: Bir fırıncı tereyağını yakındaki bir çiftlikten almaktadır. Son aldığı tereyağından şüphelenir ve eksik gramajlı olduğu şikayetiyle kadıya müracaat eder. Kadının huzuruna çağrılan çiftçi kendisine sorulan “Nasıl tartıyorsun?” sualine, basit bir tartım var, onunla tartıyorum der. “Kiloların mı eksik?” sorusuna ise “Ben kilo kullanmam efendim. Fırıncı benden tereyağı alır, ben de ondan ekmek. Teraziye fırıncıdan aldığım üç tane kiloluk ekmek koyarım. Tereyağında eksik varsa, benden değil, fırıncıdandır” diye cevap verir.Babasıyla dağa gelen çocuk içinden geldiği gibi bağırır. Fakat aynı ses tekrar kendisine döner. “Kim var orada?” der. Aynı şekilde cevap alır. Ne dese, aynıyla karşılık bulur. Babasına “Ne oluyor baba, bu nedir?” diye sorduğunda babasının verdiği cevap “Sensin oğlum!” olur.Çocuklarımıza kızıyor muyuz zaman zaman. Evet. Halbuki onlar biziz. Zira çocuklar sözlerimize değil, elimize/yaptıklarımıza bakarlar. “Tereyağı eksik” dediğimizde, aslında söylediğimiz “ekmek eksik” cümlesidir. Karşıdan gelen sesten gücendiysek, aslında dağdaki yankı gibi o ses bizizdir. Güceniklik kendimizedir. Tarlamız taşlanmışsa, o taşlar başkasının tarlasına attığımız taşlardan başkası değildir.Şimdilerde elma tohumu eken adamın armut beklemesi gibi çalışmadan muvaffak olmayı arzu eden öğrenci, saygı göstermeden itibar görme sevdalısı vatandaş, hizmette geri ücrette ileri tiplerle sık karşılaşıyoruz. Halbuki tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz. Cüz-i iradeyi sarf etmeden imanın kalbe ilka olmadığı bir kulluk ve imtihan dünyasında bizim ne yapıp yapmadıklarımız da nasıl yapıp yapmadığımız da önemlidir. Sonuçlar esas itibariyle bize göre şekilleniyor. Eğer bunu fark etmezsek sadece sebepleri eleştirir, onları haksız buluruz ama kendimiz de psikolojik sıkıntı çeker, sonuç alamamakla ceza görürüz -dünyada-.“Ne ekersen onu biçersin” sadece olumsuzluk için söylenecek bir söz değil. Dağda bağıran çocuğa babası izah eder meseleyi ve buna “yankı” denildiğini, ne derse onun da onu söyleyeceğini anlatır. Ardından da “Sen ne kadar güzelsin” diye bağırır ve aynı sözü işitir. Havaya ekilen hayırlı ve güzel sözler, büyüyerek kendisine geri döner. Hem iyilikler bulaşıcıdır ve her iyilik başka bir iyiliği doğurur. İnsan hayra da şerre de kabildir. Mesele şu ki kendisine verilen cüzi iradesini hangi yönde kullanacaktır. Hayat da toprak gibidir. Ne ekersen sana onu verir. Tohumdan elma ağacı çıkıyorsa elbette toprağa elma tohumunu ekmişsindir.Onun için etrafımızı yargılamadan, suçlamadan önce kendi elimizle/amelimizle dikip/yaptıklarımıza bakalım. Hem telafisi kolay olur hem de fazladan özür dilemek zorunda kalmayız.
Karakeçili AşiretiSultan 2. Abdülhamid’in öz hemşehrilerim dediği Karakeçili aşireti, Anadolu’daki Türk oymaklarından biridir. Karakeçili oymağının bir kolu Urfa’da yaşamaktayken, bir kolu Eskişehir taraflarına göç ederek o bölgede yurt tutmuşlardır. Karakeçililer, Oğuz asıllıdırlar ve Uluyörük topluluğuna mensupturlar. Uluyörük Türkleri ise üç kola ayrılmaktadır. Karakeçililer, bu üç koldan biri olan Yüzdepâre’dendir. Otuz üç kışlakta oturan Karakeçililer, çiftçilikle uğraşırlardı. Yazın ise yaylaya giderek hayvanlarını otlatırlar ve dinlenerek hasat zamanına hazırlanırlardı. Oymağın toplam nüfusunun 1500’lü yıllarda 11 bini geçtiği tahmin edilmektedir. Karakeçililer’in önemli bir kısmı, günümüzde Eskişehir’in merkezinde ve Seyitgazi İlçesindeki yirminin üzerinde köyde ikamet etmektedirler. Aşiretin mensupları her sene Eylül ayında, aileleriyle birlikte Söğüt’te toplanırlardı. Burada Ertuğrul Gazi’nin türbesini ziyaret ederlerdi. Ziyaret sırasında ziyafetler verir, şenlikler düzenlerlerdi. Sultan 2. Abdülhamid döneminden itibaren Karakeçili aşiretinin Söğüt şenlikleri, devletin de müdahil olduğu törenlere dönüştü. Sultan’ın emriyle devlet görevlileri ile mülkî ve askerî erkânın katılımıyla düzenlenen törende konuşmalar yapılırdı ve Osmanlı askerî bandosu marşlar çalardı. Osmanlı Devleti’nin son dönemine kadar bu törenler bu şekilde icra edilmiştir. Sultan 2. Abdülhamid’in Karakeçili aşiretine ilgisi bu törenlerle sınırlı değildi. Aşiret mensubu gençlerden oluşturduğu 200 kişilik mızraklı bölük, “Söğüt Maiyet Bölüğü” adıyla isimlendirilmişti. Cuma selâmlığı ve devlet törenlerinde bu bölük hazır bulunurdu. Bölüğün kumandanı Mehmed Efendi ve bölükten bir nefer, Sultan’ın yattığı odanın önünde yatarlar ve yakın korumalık yaparlardı. Abdülhamid Han, Alman İmparatoruna bu bölüğün mensuplarını “akrabalarım” diyerek tanıtmıştır.2 Ekim 1730Sultan 1. Mahmud tahta çıktıSultan 1. Mahmud, Sultan 2. Mustafa’nın oğlu olarak, 2 Ağustos 1696’da Edirne’de dünyaya gelmiştir. Edirne’de geçen çocukluk yıllarında Şeyhülislam Seyyid Feyzullah Efendi’nin oğlu İbrahim Efendi’den ilk eğitimini almıştır. Şehzadelik döneminde kuyumculuk sanatıyla uğraşmıştır. Amcası Sultan 3. Ahmed’in tahttan çekilmesi üzerine 2 Ekim 1730’da Osmanlı tahtına çıkmıştır. Saltanatının ilk yıllarında doğuda ciddî başarılar elde etmiştir. Gence, Tiflis, Revan, Şirvan, Şemâhî ve Dağıstan dolayları Osmanlı toprağı olmuştur. Dönemindeki bir diğer önemli savaş 1737-1739 yılları arasında Rusya ve Avusturya ile yapılan savaşlardır. Bu savaşların galibi Osmanlı Devleti olmuş ve düşman geri çekilmiştir. Dindar, zeki, bilgili, yumuşak huylu, hamiyetli, barış sever, âdil ve vakur bir padişah olarak vasıflandırılan Sultan I. Mahmud, 13 Aralık 1754 günü Cuma namazından dönerken Topkapı Sarayı’nın Demirkapı girişinde vefat etmiştir. Ayasofya, Fâtih ve Süleymaniye camileriyle Galata Sarayı’nda kütüphaneler yaptırarak giderleri için Vidin ve Semendire’de köyler vakfetmiş, taşradan toplattığı değerli yazmalarla sarayda âtıl vaziyette duran eserleri buralara koydurmuştur.16 Ekim 1577Şeyhülislam Hâmid Efendi vefat ettiÇivizade Damadı Hâmid Efendi, 1494’te Konya’da dünyaya gelmiştir. Babası Beyşehir kadısıydı. Yirmili yaşlarının başında İstanbul’a geldi. Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi, Sâdî Efendi ve Aşçızâde Hasan Efendi’den ders aldı. Bursa’da Molla Hüsrev ve Bayezid Paşa, Kütahya’da Germiyanoğlu, yine Bursa’da Ahmed Paşa medreselerinde müderrislik yaptı. İstanbul’da Davud Paşa Medresesi müderrisliği yaparken Şeyhülislâm Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi’nin kızıyla evlendi. Mısır ve İstanbul kadılıkları yaptı. Rumeli Kazaskerliğine 1557’de atandı ve on seneye yakın bu görevi ifa etti. Şeyhülislam Ebussuud Efendi vefat edince 1574 senesinde Şeyhülislamlığa atandı. Vefat ettiği 16 Ekim 1577’ye kadar bu görevde kaldı. En meşhur eseri Fetevâ-yı Hâmidiye’dir. Eyüpsultan’da Mihrişah Valide Sultan Türbesinin karşısına defnedilmiştir.24 Ekim 1607Celalî asilerinden Canbolatoğlu mağlup olduSultan 1. Ahmed’in tahta çıkmasının ardından en çok uğraştığı konulardan birisi, Celalî isyanlarıydı. Asilerden birisi Canbolatoğlu Ali Paşa’ydı. Canbolatoğlu, Lübnan’da Dürzî şeyhi Ma‘noğlu Fahreddin’le birleşerek güçlenmiş ve Trablusşam Emiri Seyfoğlu Yusuf’u mağlûp ederek nüfuzunu Adana taraflarına yaymış, hatta kendisine bağlı bir ordu kurup adına sikke dahi kestirmişti. Sultan 1. Ahmed’in sadrazamlığa getirdiği Kuyucu Murad Paşa’nın komutasındaki Osmanlı ordusu, Canbolatoğlu’nun 30 bin tüfekli asi ordusunu Oruç Ovasında 24 Ekim 1607 günü mağlup ve perişan etmiştir. Canbolatoğlu, Kuyucu Murad Paşa’nın elinden kaçarak İstanbul’da Padişaha sığınmıştır. Padişah, onu affederek, Belgrad Valisi yapsa da yine rahat durmamış ve halka zulmetmiştir. Bunun üzerine Padişah fermanıyla idam edilmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, İslam dünyasında önemli bir yere sahip olan bir alimdir. Ancak yaşadığı asrın gerektirdiği şartlar bakımından diğer alimlerden ayrılmıştır. Onu diğer alimlerden ayıran, farklı kılan ve öne çıkaran birçok hususiyet vardır. Bunların tamamını incelemek bir kitap konusudur. Ancak belli başlı bazı özellikler bize göre şunlardır:İlmî Yönü ve Derinlikli Analizleri: Bediüzzaman Hz. İslâm ilimlerine derinlemesine vakıf bir âlimdir. Kendisi henüz çok erken yaşlarda icazetini almış, üstün zekâsı sebebiyle hocaları ona “zamanın eşsizi” anlamına gelen Bediüzzaman demişlerdir.1 Eserlerinde görüleceği üzere farklı bakış açısı ve derin analiz gücü vardı. Getirdiği deliller, metin tahlili, bakış açısı, üslubu çok farklıydı.Üstün bir ezber kuvvetine sahiptir. Örneğin; Üstad Hazretleri 1892 yılında Siirt’e, Molla Fethullah Efendi’nin yanına gitmiştir. Burada hocası ile şöyle bir hatırası geçmiştir; Molla Fethullah, Said Nursi Hazretleri’ nin geçen sene “Suyutî” okuduğunu o halde bu sene ise “Molla Cami” okuması gerektiğini söyler. O ise bu kitapların hepsini bitirdiğini ifade eder. Bunun üzerine Molla Fethullah hangi kitabı sorduysa okuduğunu söyler. Hocası hayretler içerisinde kalır ve duyduklarına inanamaz. Kitaplardan sorular sorarak Bediüzzaman’ı imtihan eder; verilen tüm cevaplar doğru, eksiksiz ve tatmin edicidir. Molla Fethullah, Nursi’nin zekâda harika olduğunu itiraf ederek bu sefer de ezberini imtihana tâbi tutar. Makamat-ı Harîriye’den birkaç satırı, iki defa okumak suretiyle ezberlemesini ister. Bunun üzerine Nursi, bir sayfasını bir defa okumak suretiyle ezberler. Molla Fethullah; “Bir kimse de zekâ ile ezberin ileri derecede bir araya gelmesi nadirdir.” cümleleriyle şaşkınlığını izhar eder. Çok ilginçtir ki, bu konuşmaları dinleyen ve Said Nursi’nin geçen sene hocası olan Molla Ali Suran, artık kendilerinden ders almaya başlamıştır.Subki’nin yüz civarı eserden istifade ederek Fıkıh Usulüne dair yazdığı iki ciltlik eseri “Cem’ü’l-Cevâmi” kitabını, günde iki saat meşgul olmakla bir haftada ezberlemiştir. Bunun üzerine Molla Fethullah kitabın üzerine“قَدْ جَمَعَ فٖي حِفْظِهٖ جَمْعَ الْجَوَامِعِ جَمٖيعَهُ فِي الْجُمُعَةِ”yani “Cem’ü’l-Cevâmi’ kitabının tamamını bir haftada hıfzında cemetmiştir (ezberlemiştir)” notunu düşer. Said Nursi ise bu hatırasını kitabın üzerinde yazdığı şu not ile kaydetmiştir; “اِنّٖى جَمْعَتُ جَمْعَ الْجَوَامِعِ جَمٖيعَهُ فِي الْجُمُعَةِ” yani “Cem’ü’l-Cevâmi’ kitabının tamamını bir haftada hıfzımda cemettim (ezberledim)”2Çok Yönlü Bir Alimdir: Kur’ an, hadis, fıkıh gibi İslamî ilimlerde geniş bir bilgi birikimine sahiptir. Ayrıca çağının ictimaî, felsefi ve ilmi meselelerini de İslamî bakış açısıyla ele alarak derin analizler yapmıştır. Bediüzzaman Hazretleri tefsir, kelam, mantık ilimlerinde müstakil eserler yazmış; ancak aynı zat bütün bunlara rağmen zamanın ne büyük ilmi heyeti olan, devletin resmi kurumu “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye”ye hadis alimi olarak kabul edilmiştir. Bu onun her ilimde ne kadar derunî bilgi sahibi olduğunu bizlere göstermektedir.Modern Zamanlara Uyarlaması: Bediüzzaman’ın öne çıkan bir diğer yönü, öğrendiği klasik bilgileri modern dünyanın sorunlarına cevap verecek tarzda geliştirmesidir. Modern çağda ortaya çıkan problemleri görebilmiş, nakil ve akıldan kopmadan klasik eserlerden de istifade ederek yepyeni bir üslup, delil ve dil geliştirmiştir. Bu, onu çağının ötesinde bir düşünür haline getirmiştir.Onun zamanı iyi analiz etmesine bir diğer örnek ise, değişen zamanın eğitim sisteminde gereken ihtiyacı görmesidir. Buna göre Doğu’da, dinî ve fennî ilimlerin bir arada okutulduğu hem akla hem kalbe hitap eden bir eğitim hareketi başlatmak istemiştir. Bu projesiyle mektep-medrese-tekkeyi bir çatı altında birleştirerek bir üniversite kuracak, Müslümanları ilmen ve fikren batı karşısında üstün duruma getirecek bir eğitimi tesis edecekti. Farklı İslam coğrafyalarından talebeler alıp bu vesile ile Müslümanları menfi milliyetçilikten kurtaracak, ittihad-ı İslam’ı sağlayacaktı. Bu üniversitesi için temel atsa da gelişen bazı hadiseler sebebiyle tamamlayamadı.Mücadele ve Sosyal Yönü: Bediüzzaman, İslamî değerleri yaymak ve savunmak için yazdığı eserlerde sıklıkla çağrılar yapmış, insanları İslam’ın mesajıyla buluşturmayı amaçlamıştır. Ancak o eserleri yazarak köşesine çekilmemiş; bizzat sahada aktif olarak çalışmıştır. İslâm’ı yaymak ve yaşamak adına bir cemaat tesis etmiş ve bu cemaati harika bir surette yönetmiştir. Türkiye’nin dört bir yanındaki bu insan topluluklarını harika bir surette takip etmiştir. Halen toplumun asayişini bozmayan, dini ve manevi değerlerine bağlı, devletini seven birçok genç onun tesis ettiği topluluğun içerisinde yetişmektedir. Özetle Bediüzzaman, sadece teorik düzeyde değil, aynı zamanda pratikte de büyük bir hizmet anlayışına sahipti. Özellikle eğitim ve öğretim faaliyetleriyle ön plana çıkmış, genç nesillerin yetişmesine önem vermiştir.Eserlerinin Kapsamı ve Etkisi: Bediüzzaman’ın eserleri geniş bir yelpazede İslamî ilimlerden sosyal ve siyasi meselelere kadar pek çok konuyu ele almıştır. Bu eserlerin etkisi, onun İslam dünyasındaki ve özellikle Türkiye’deki düşünce hayatına olan katkılarıyla görülebilir.Zulme Karşı Duruşu: Bediüzzaman, yaşadığı dönemde baskılara ve zulme maruz kalmış, ancak inancından ve düşüncelerinden taviz vermemiştir. Bu direniş ve sabır, onu diğer alimlerden ayıran önemli bir özellik olabilir. Zira onun yaşadığı dönemde alimler ve fikir adamları susturulmuş, baskılanmış hatta asılmıştır. Bu sebeple birkaç isim dışında birçok ilim insanı ya inzivaya çekilmiş ya da gurbete gitmiştir. Ancak o, hiçbir şekilde mücadelesinden vazgeçmemiş, gerçekleşmiş ve gerçekleşmemiş birçok suikast teşebbüsüne rağmen davasını anlatmaya devam etmiştir.1- Hayrat Vakfı, Bediüzzaman ve Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 642- Age.
Bugün elinde olanlar, dünden hazırlamış oldukların; yarın sahip olacakların da bugünden yapacaklarının neticesi olacaktır; istisnalar hariç.Hem dünya hem ahirette…İnsana ancak çalıştığının karşılığı verilecektir. Kimse daha fazlasını beklememeli; beklerse sukut-u hayâle uğrama ihtimali büyüktür. Fakat, elde ederse de ancak lütf-u ilahidir diye şükretmeli. Bu durum istisnaî olduğu için, üzerinde durmaya lüzum yoktur. Akıllı insan buna bel bağlamaz. Elde edecekleri, gayretiyle, dikkatiyle, yani talebindeki samimiyetiyle alakalıdır elbette. Samimi ve ciddi olan, talebinden vazgeçmez ve sebeplere müracaat etmeye devam eder. Bunun göstergesi de gevşemeden elinden gelenleri yapmak, daha iyi bilenlerle istişare etmek, farklı zaman ve usullerde yeniden teşebbüs etmek, vs. Hayat boyu insan çok değişik düşünceli insanlarla karşılaşıyor. Lise yıllarındayken bir arkadaşımız, ille de büyük bir şehre gitmek istediğini söyleyip duruyordu. Sebebini ise şöyle açıklıyordu: “Varlıklı olup, çocuğu olmayan bazı kimseler, evlat edinip miraslarını bırakıyorlarmış.” Ne kadar garip bir hayal değil mi? Halbuki, iş bulup çalışması durumunda zengin olma ihtimali, önceki ihtimalden çok daha büyük. Fakat çalışmadan hazıra konmak da çok kimsenin garip bir beklentisi. Define arayıcıları gibi. Bulan yok mu, var elbet. Fakat define aramak için dedektör imalatı yapanlar, bulanlardan çok daha zengin! Öbür taraftan, o defineciler, o gayreti bir inşaatta, bağda veya bahçede sadece yevmiyeci olarak sarf etseler, muhtemel ki daha fazla kazançları olacaktır. Piyango ve diğer talih oyunlarına sermayesinin yarısını verenler, bir koyup yüzbinlerce lira almayı bekleyenler, az değil. Sonrası da ömür boyu pişmanlık halbuki. Peki, “O arkadaşım ne yaptı ve şimdiki durumu nasıl?” derseniz, şöyle:Evet, bir zaman büyük bir şehre gitti. Öyle zengin bir aile bulabildi mi? Hayır! Değişik işlerde çalıştı. İyi para kazandığı zamanlar da oldu. Fakat kazancını günübirlik tükettiği için, müsrif bir insan olarak bilindi. Hatta yakınlarına borç bile taktı. Neden böyle oldu? Çünkü, beyaz atlı prens, bir gün muhakkak(!) geleceği için elde bir şey tutmaya hiç lüzum yoktu. Bu ve benzeri ham hayal ve beklentiler, kısacık ömrümüzü boş ve manasız kılıyor. Yani elimize verilen ömür sermayesi, tarafımızdan ve bilfiil işletilmelidir. Şahsımıza has bir kurtarıcı gelmeyecektir ve beklemek nafiledir. Kendi hayatımızın kumandanı biziz ve öyle kalmamız gerekiyor vesselam. Fakat, insanlığa gönderilmiş kurtarıcıları iyi tanımamız ve takip etmemiz menfaatimize olacaktır. Ve varislerini de. Mahşer günkü hesapta, bir avukatımız olmayacak. Kur’an ve Resul-i Ekrem müstesna. O ihtimale de kuru bir ümitle bağlanmak hata olur. Yani, hayattayken Kur’an’la alakadar olmamış, okumamış, kendine hayat düsturu yapmamış, haramlar ve farzlar, belirleyici unsur olmamış; Peygamberi bilmemiş, sünnetini ciddiye almamış bir Müslümanın, mahşerde Kur’an’ın ve Peygamberin şefaatini umması, tam bir hayaldir. Halkımız arasındaki deyimle, “Ne yaparsan elinle, o gelecek seninle”.Her halükârda Allah’tan ümit kesmek caiz olmaz; fakat, her türlü gayretsizliğiyle beraber, “Kimseye kötülüğüm yok(!), kalbim temiz, zaten Allah da ‘Bana her şeyle gel, yeter ki kul hakkıyla gelme’ demiyor mu?-Bu arada, kırk senedir bu ayeti de bir türlü bulabilmiş değilim-, gibi düşüncelerin hakim olduğu, sayısı küçümsenmeyecek insanımız var. Hatta kendine “ateist” diyen bir sinema oyuncusu, “Eğer bir tanrı varsa (hâşâ), beni cennetine koyması lazım; çünkü sanatımla kullarına çok hizmet ettim” gibi bir martavalla ortaya çıkmıştı. Bu da işin zirve noktası olsa gerek. Hiç çalışmadan, sırf okula gelip gitmekle, arkadaşlarıyla oyun oynamakla, boş sohbetlerde bulunup şakalar yapmakla mezun olabilen kimseyi duydunuz mu? Derslerini asgari şekilde öğrenecek ve gerekli puanı alması gerekecektir. Aksi takdirde öğretmenlerinden duyacağı tek söz, şu olacaktır. “Otur; sıfır!”Hem Dünya hem Ahiret hayatınız için, hepinize dolu dolu bir hayat temenni ediyorum.
Bir kutu, içinde belki yüzden fazla irili ufaklı parça… Ahşap ayaklar, suntalar, poşetler dolusu vida, her biri farklı bir işe yarayan plastik parçalar… Ve bir define haritasını andıran plan… Belki bir masa olacak belki kitaplık. Belki de kocaman bir dolap… Az çok eli tornavida tutan herkesin altından kolayca kalkabileceği bir iş… Alan da memnun satan da… Tabi “armut piş ağzıma düş” diye hayata bakmayanlar için.Günümüz insanı -şehirlisi köylüsü kalmadı artık- fena halde alıştı demonte olarak tanımlanan bu tarz eşyaları almaya. Ya da alıştırıldı diyelim. Fena da olmadı aslında. Belki en güzel tarafı da insanın kendi emeğini işin içine katmış olması. İçinizde bunu tecrübe edenleriniz mutlaka vardır, hangimiz başarılı bir montaj sonrası ev ahalisinin takdirkar bakışları altında yüzümüzde bir tebessümle şöyle bir geriden bakıp mutlu olmadık? Bir masa, bir dolap veya başka bir ev eşyasına sahip olduğumuz için değildi bu mutluluk. Elimizin emeği ile ortaya bir şeyler çıkarabilmiş olmanın verdiği bir hazdan bahsediyoruz. Tıpkı bin parçalık bir “puzzle” bitirmekte olduğu gibi. Parçaları bir araya getirirken usule/plana uygun davranılmazsa bir dünya para vererek alınan her ne ise günün sonunda belki de çöp tenekesinin kenarına bırakmak zorunda kalınabilir, bu riski de göz ardı etmemek lazım. Becerememenin getirdiği mutsuzluk ve sinir hali de cabası.Gözüme çarpan bir tiyatro afişinde “Parçaların bütününden fazlasıdır hayat.” diye yazıyordu. Ne kadar da doğru bir söz! Parça parça gelen mutluluk… İnsan, hayatı boyunca pek çok parçaları bir araya getirerek bir şeyler ortaya koymak mecburiyetinde kalıyor. Başarı, aile, dostluklar, itibar, güven… Misallerini çoğaltabileceğimiz bu ve bunun gibi mefhumlar öyle birdenbire olmuyor. Her bir adım, her bir çaba parça parça bir araya gelerek o muhteşem tabloyu oluşturuyor. Yılları alan bir emek mevzubahis. Öğrenci, esnaf, bilim adamı, siyasetçi, ev hanımı… Hayatın herhangi bir yerinde bir vazife ile bulunan insanın arkasındaki emeği, çabayı görmek ve takdir etmek durumundayız. Sadece dünya değil ahirete dair olan şeyler de esasında bu dünyada önümüzde “demonte” olarak duruyor. Allah sağlık vermiş, konuşan bir dil vermiş, onu idrak edebilecek bir akıl vermiş. O halde bu parçaları usulüne uygun birleştiren aklı başında bir kişi iki dünyada onu mutlu edecek “salih amel” adlı eseri meydana getirmiş olur. Ahiretin tarlası olan dünyadayken cenneti parça parça inşa eder. Dünyayı da cennete çevirir. Bunları yaparken hissettiği o manevi haz daha büyük saadetin habercisidir adeta.Allah mal vermiş, ilim vermiş, itibar vermiş… Etrafında bunlara muhtaç insanları görecek göz, onu harekete geçirecek vicdan ve iradeyi de vermiş. Bir de gözü, iradeyi, malı, ilmi, itibarı nerede ve nasıl kullanacağını açıkça beyan eden bir kitabı da insanın başucuna koymuş. İnsan bu nimetler için de bir ücret ödemiş değildir. Ücreti onu yerli yerinde kullanmaktan ibarettir. Bir ihsandır, bir hediyedir, bir tuhfedir. Dünya ise tuhfetü’l-insan (insana verilen bir hediye)… Tuhfetü’l-insan… İlk bakışta yazma eserler kütüphanesinde bulunan âsâr-ı atîkadan bir kitap ismi gibi gelebilir belki. Bu isimde bir kitap var mıdır bilmiyorum ancak edebiyatımızda “tuhfe” ismiyle anılan kitaplar bir gelenek olarak varlık gösterir. Lami Çelebi’nin Tuhfe-i Lami’î adlı eseri, İsmail Hakkı Bursevi’nin iki tuhfesi: Tuhfe-i Vesimiyye ve Tuhfe-i Aliyye, Avnî’nin Tuhfetü’l-Hükkâm’ı, Sadi Şirazi’nin Tuhfe-i Dostân Şerh-i Bostân’ı, Hacı Ali Bey’in Tuhfetü’l-Hüccac’ı, Kâtip Çelebi’nin son yazdığı ve Müteferrika matbaasının ilk bastığı eser olarak Tuhfetü’l-Kibar… Bu eserler ya birisine hediye olarak ithaf edildiği için bu isimle anılmış veya eserin müellifine nispetle “onun armağanı” manasında bu isim tercih edilmiştir. Mesela Rûznâmçeci İbrahim Efendi Kethüdâsı Hacı Ali Bey’ in telif etmiş olduğu Tuhfetü’l-Hüccac, hacı adaylarına bir hediye nevindendir. Onların hac ibadetini nasıl yerine getireceği, hangi güzergahı izleyecekleri ve yol üzerinde hangi menzillere uğrayacağı bu eserle ortaya konulmuştur. Bu eseri okuyan birisinin rahat bir seyahat yapıp ibadetlerini eksiksizce yerine getirmesi mümkündür.Ezcümle, Rahman olan Rabbimizin bizlere hediye olarak verdiği kerim kitabımız Kur’an ve yine okumasını bilene kitab-ı kebir-i kâinat bir kılavuzdur. Emr ve nehy-i ilahi insanın fıtratı için en uygun plandır. Plana muvafık hareket insana iki dünya saadeti verir. Bu aynı zamanda fıtrata uygun bir harekettir. Plana sadık kalmayan kendine zulmetmiş olur. İşe yaramaz bir yığın olmaktan öteye geçemez. Vesselam…
Bir adam telaşlı bir şekilde Mescid-i Nebevî’ye girdi ve gür sesiyle Peygamberimize “Ey Allah’ın Resulü, kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. Ashâb-ı kiram, ona susmasını işaret ettiyse de o, aynı soruyu sesini alçaltmadan üç defa tekrarladı. Resul-i Ekrem (sav), önce namazı kıldırdı, sonra da “Kıyametin ne zaman kopacağını soran kişi nerede?” diye sordu. Adam, “Benim, Ya Resûlallah” diye cevap verdi. Peygamberimiz, şu sarsıcı soruyu sordu: “Peki sen kıyamet için ne hazırladın?”Soruyu soran kişi bu defa “Benim çok fazla amelim yok. Fakat ben, Allah ve Resul’ünü gerçekten çok seviyorum” deyince, Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: “Kişi sevdiğiyle beraberdir, sen de sevdiğinle beraber olacaksın.”1Bugün hutbede tekrar duydum bu hadis-i şerifteki o sarsıcı suali ve birkaç açıdan sarsıldım.Öncelikle, hakikat şu ki ömür bir sermayedir ve hızla tükenip gidiyor. Ve ben de bu sorunun muhatabıyım: “Peki ben kıyamet için ne hazırladım?”Tam burada bahsi geçen gerçeğe yol bulan şu hikâyeyi hatırladım. Adam çarşıda ava avaz bağırıyordu, “Sermayesi eriyip giden şu adama yardım edecek kimse yok mu?” diye… Zira adam buz satıyordu, hava sıcaktı ve buzlar eriyordu. O da telaşla sermayesini nakde döndürme derdindeydi.Bunu gören Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri, yere çöktü ve başını iki elinin arasına alıp kalakaldı. Etrafındakiler ne olduğunu sorduğunda, dikkatleri buz satan adama çevirdi ve şöyle dedi:Şu buz satan adamın sözleri beni sarstı. Bütün dengemi bozdu. Bakın! Elindeki sermaye sıcak karşısında eriyip gidiyor ve o da sermayesini değerlendirme telaşıyla koşuşturup bağırıp çağırıyor. Yaz biz? Bizim sermayemiz de ömrümüz değil mi? Zaman karşısında hızla tükenip gitmiyor mu? Peki, biz ne yapıyoruz? Sermayemiz hakkında şu adamın telaşının kaçta kaçı hangimizde var?Alın size sarsıcı bir soru daha!İkinci olarak, sorulan soru sarstı beni. Kıyamet ne zaman kopacak? Ve verilmesi gereken cevap! Şu açıdan sarsıcı: Her soru sadece karşıdakinden gelen cevaba matuf değildir. Cevabın öznesi her zaman karşı taraf değildir; bilakis çoğu zaman sorandır. Birisine “Nasılsınız?” demenin bile edebinden bahsedilmiştir. Alacağın cevap karşısında sana düşeni yapabilecek olup olmamakla ilişkilendirilmiştir. Elbette bu, şehir hayatının ve modernitenin getirdiği soğuk ilişkiler moduna taşınmamalıdır.Fakat bir işçi patrona soruyorsa kendi yükümlülüğünün de farkında olmalı ki üzerine düşende açığa düşmesin. Aynısı patron için de geçerlidir; işçisine muhatap olduğunda öznesi olduğu konudan hariç tutmamalıdır kendisini/sorusunu/sorgusunu. Ve dahi milletten devlete, devletten millete her alanda geçerlidir sorma ve cevap ilişkisi.Zalimliğiyle meşhur olan Haccac evinden çıktığında bir kısım protestocularla karşılaşmıştı. Ellerindeki taşları birbirine vuran insanlar, “Hazret-i Ömer’in adaletini istiyoruz” diyorlardı. Buna mukabil Haccac, yerden iki taş aldı ve birbirine vurarak “Hazret-i Ömer’in halkını istiyorum” diye karşılık vermişti.Hadi şimdi öncelikle kendimize dönelim ve soruları önce kendimize soralım. Modern dünyanın kalplerimize taşıdığı haddini bilmez özgürlük ve eleştiri kültürünü önce kendimiz ve sınırlarımız için ortaya koyalım.Bunlara karşı mıyım? Hayır! Ölçüsü belli olacak şekilde hem insani hem de İslamidir, özgürlük de eleştiri de. Fakat burada sarsıcılık, her meseleden önce, önceliği kendimize/nefsimize verebilmek olmalıdır. Böylelikle her meselede çözüm daha kolay olacaktır. Mesela trafikte yanlış yaptınız ve size tepki gösteren adama siz mülayemetle karşılık verdiniz; problem çözüldü. Fakat aynı tonda karşı geldiniz, sonu nereye gider Allah bilir.Ve en baştaki hadisin sonunda geçen, şu kısa ömürde az ameline rağmen teraziyi dengeleyen ve nezd-i Peygamberîde karşılık bulan Allah ve Resulünü sevmek beyanı. Haydi, şu hadis-i şerifi hatırlayıp bitirelim ve kendimize gelelim.Ebû Hüreyre’nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.”2Selamünaleyküm!1- Buhârî, Edeb, 962- Müslim, İman, 93
İsra Suresi 14. ayette “Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin.” buyrulmaktadır. Ve bu her insana söylenecektir. Yani her insanın bir kitabı vardır. Kendi yazmıştır.Bir program vesilesiyle dört gün boyunca Ankara’daydık. “Tam Bana Göre” ismiyle bir festival icra ediliyordu. Burada olma sebebimiz, bünyemizdeki dergilerimizi ve kültür insanlarımızı okurlarla buluşturmaktı.Dikkatleri kültüre ve kültürel çalışmalara çekmek.Bunları yaparken de insandan, hakikatten, hayattan bahisle insanın inşa sürecinde karşılaşacağı detayları muhabbet ortamında dillendirmek, seslendirmek, hissettirmek… Programlarımızı yaptığımız yerin adı: Duvardibi Söyleşi Alanı. Sebebi ise İstanbul Fatih’teki sur dibi çay eşliği muhabbetini ve sıcaklığını buraya taşımak…Perşembe öğlen rahmetli Mehmet Doğan’ı misafir etmiştik. Kültür ve Dil üzerine konuştuk. Akşam başka bir arkadaşı misafir ettik. Süreçte güzel pek çok cümle kuruldu ama bende en kalıcı ve bu yazıyı yazmama sebep olan, her insan yazardır bağlamındaki konuşmalardı.Yaşamanın aslında yazmak olduğuna dair cümleydi. Nasıl mı?İsra Suresi 14. ayette “Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin.” buyrulmaktadır. Ve bu her insana söylenecektir. Yani her insanın bir kitabı vardır. Kendi yazmıştır.Şaşırdınız mı?Ben hiç kitap yazmadım mı diyorsunuz… Eğer öyleyse yanılıyorsunuz. Çünkü yaşamak, yazmak demektir. İbretli bir hikâye anlatılır. Behlül Dânâ Hazretleri kan ter içinde yoldan geçerken orada bulunanlar sorarlar: “Hayırdır, ne bu halin, uzun yoldan geliyor gibisin?” Behlül cevap verir: “Evde ateş kalmamış, ben de bi koşu cehenneme gidip alayım, dedim.”Behlül’ün bu haline alışık da olsa soranlar, şaşkınlık ve merakla sormaya devam ederler; “E, bulabildin mi bari?” Behlül gayet sakin tavırla, kıvama gelmiş halde bekleşenlere şu ibretli cevabı verir: “Cehennemde ateş yokmuş. Herkes kendi ateşini kendi getiriyormuş dünyadan.”İnsan yaşarken bir taraftan da hal ve hareketleri, konuşmaları vs. her şey yazılır. İyi de olsa yazılır, kötü de olsa. Ecel gelip hesap kapandıktan sonra muhasebe günü geldiğinde herkesin defteri önüne açılır.Ve denilir ki, “Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin.”Telif, tadil, tashih, editörlük süreçleri bitmiş ve iki kapak arasına alınmış olarak herkesin önüne bir kitap getirilir. Bu, herkesin hayatı boyunca kendi tercihleriyle yazdığı kendi kitabıdır.Yazmak büyük bir sorumluluktur. Zira yazmak yaşamaktır. Eğer böyle olmazsa gün gelir karşısına şu sual çıkacaktır: “Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?”1Yaşamak, muhtevası ve istikameti bilinmezse daha büyük bir sorumluluktur. Çünkü zerresi eksik kalmadan her şey günü geldiğinde sorulacaktır. Ancak yaşam rehberi ve yaşam koçu bilinirse her şey daha kolay ve problemlerin üstesinden gelmek daha rahat olacaktır.Yaşam rehberi ve koçu güncel kelimeler olduğu için kullandım, yoksa içi -kelime bağlamında- boş şeyler; bunların karşılığı olarak bize fayda sağlayacak olan şeyler ise Kur’ân ve Sünnet-i Seniyedir.İşte böyle dostlar… Hepimizin kendi hayatıyla yazdığı bir kitabı var ve hesabı da sorulacak.1- Saff Suresi, 2
İlmi ve hikmeti nihayetsiz olan, ezel ve ebed sultanı, alemlerin Rabbi olan Allah azze ve celle’nin her iradesi, tüm hikmet ve merhaleleriyle milimetrik bir imtihan perdesini daima üzerimizde tutuyor. Bize ne kadar âşikâr gibi gelse de dünyanın doğasını bir imtihan yeri kılan Rabbimiz, imtihanın olduğu mahalde birçok suali cevapsız bırakıyor. Mesela insan hasta olur, şifa bulmak için tedavi yolları arar, dua eder, dua alır; fevkalade bir gayret gösterir, neredeyse şifa için gerekli tüm maddi ve manevî süreci harfiyen işletir. İnsanın bu gayretleri her ne kadar yaşadığı dünyadaki bedensel varlığına dönük bir şifalanmayı ihtiva etse de Cenab-ı Hak, o kişiye o iyileşme gayretlerindeki ciddiyet ve samimiyeti münasebetiyle şehiden ölmeyi lütfeder. İnsanın matematiğinde ölüm genellikle hayatın zıddı olarak anlaşılmıştır. Hal böyle olunca yaşamak için çaba gösteren bir kimsenin ölmesi, çabasının tersi ile mukabele görmüş olarak kabul edilmektedir. Oysa derin bir tefekkür ve hikmet nazarıyla bakıldığında idrak edilir ki, ölüm ve hayat aynı kumaştan dokunan iki farklı tecelli, hayatın iki farklı tonu ve bir madalyonun iki yüzü gibi, hatta ikiz kardeşler gibi birbirinden ayırt edilmesi neredeyse imkânsız iki vakıadır. Bundan ötürü hayat isteyene bazen ölümün verilmesi, isteyenin bile hesabının çok ötesinde, dua edenin bile hayal edemeyeceği kadar büyük bir mukabele değeri taşıyan bir kabul şeklidir. Bu yazımıza bu kadar doğrudan bir giriş yapmamızın şüphesiz ki birtakım sebepleri var. Zira Rabbimizin organize ettiği yeryüzü imtihanını anlamanın önemli bir yolu gökyüzünün kurallarını da bilmeyi gerektiriyor.Tarih; hayatı, insanı ve insan ile hayat arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için tüm ömrünü feda etmiş nice ârif, nice kâmil ve nice bilge insanlarla doludur. Bazı ilim ehli, sa’y ve gayretlerini maddi dünyadaki keşif ve icatlara teksif etmiş bazıları da hikmet ve mananın peşine düşmüş, dünya hayatları boyunca o sırlı izleri takip etmişlerdir. Her iki cenah da şüphesiz ki kıymetli buluşlar, icatlar ve farkındalıklar ortaya çıkarmışlardır. İki evliyanın iki farklı coğrafya ya da alemde bulunmalarına rağmen irtibat kurmalarından daha az önemli değildir, telefon marifetiyle kurulan irtibatlar. Bir ehl-i kalbin kalp gözüyle uzaktaki bir tezahüre nâzır olmasından daha az önemli değildir, televizyonun icadı. Bazılarının bu mukayeseyi kıyas-ı maal fark (farklı benzetmeler) olarak görmesi muhtemeldir. Oysa dikkatlice bakıldığında anlaşılır ki; manevi olanın mahiyetini idrak etmemize yardım eden şey, o konuya çok benzeyen maddi keşiflerdir. Zira insan zihni benzetemeden algılayamaz. Dolayısıyla maddi dünyayı ilgilendiren keşif ve icatların, anlaşılması zor ve sırlı olan manevî alandaki tecellileri idrake vesile olması ya da onların idrakini kolaylaştırması onların da ciddi ve hatırlı işler olduğunu kabul etmeyi gerektirir.İnsan bir takım alet ve edevat ile mücehhez bir surette bu dünyaya gönderilmiş ve kendisine ilham verecek ve onu yaratılış amacına doğru sevk edecek bazı fıtrî eğilim ve yönelimlerle desteklenmiştir. Tabiri caiz ise insana sadece bir cep telefonu verilmiş ve kendisi bir sahraya terk edilmiş değildir. Bilakis kendisine verilen cep telefonunun hizmet vermesine yardım edecek baz istasyonları, uydu sistemleri ve operatörler hükmündeki bazı unsurlar da insan hayatına dahil edilmiştir. Kutsal metinler, peygamberler, mucizeler hükmündeki bu rehberlik hizmetleri, onları dikkate alıp yollarını ona göre tayin etmek isteyen insanları sahil-i selamet olan, sırat-ı müstakim olan menzile isal eylemiş, ulaştırmıştır.Özellikle manevi/anlama dair bir zafer olarak kabul edilebilecek olan bu farkındalık, yani dünyaya bazı kabiliyetlerle gönderilmiş olduğumuzun fark edilmesi, bu kabiliyetlerin ise sadece dünyevî bir amaca matuf olmadığının bilakis uzun ve ebedî bir menzille ilgili bir görevlendirmenin bir parçası olduğunun da anlaşılması gerçekten çok büyük bir lütuftur. Çünkü, çokları gönderilmiş oldukları bu dünyada biraz ikamet edince, dünya ile aralarında ifrat seviyesinde bir ünsiyet kurduklarından hem bu alemdeki vazifelerini unutuyorlar hem de sevk olundukları ebedî aleme dönük hazırlıklardan mahrum kalıyorlar. İnsanın semantik (anlamsal) olarak alışkanlık ve unutkanlık ile ilişkilendirilen fıtratı da gösteriyor ki, insan dünyaya çabucak alışıyor ve ebedî hayatı çabucak unutuyor. Bunun neticesinde ise peşin verilen bir gram lezzeti, vadedilen binler gram lezzete tercih ediyor.Eğer bir erdem olarak “cesaretten” bahsedecek olursak, bunu, savaşlarda gösterilen hamaset ya da bir isyanı göze almak olarak algılamak inanın kolay olandır. Esas cesaret, inandığınız hakikate sadık kalacak kadar cesur olmaktır. Yani, dünya fani, elimizden gidecek veya biz elimiz boş bu dünyadan gideceğiz. Bu evrensel bir gerçekliktir. Niye evrenseldir, çünkü bu hakikatin geçerli olmadığı tek bir milimetrekare alan ve yer yoktur. O halde bu gerçeğe uyacak bu gerçeğe sadık kalacak ve bu gerçeğe muvafık yaşayacak kadar cesur olmamız icap eder. Bazıları burada ihtiyacımız olan duygunun nasıl oluyor da cesaret olduğunu anlamakta zorlanabilir. Dünya, ona alışan ve onunla ifrat seviyesinde bağ kuran veya ona müptela olan bir insanı çok derin bir korkaklığa mahkûm eder. O da, dünya ve dünyaya ilişkin “nesne”lerin, maddenin, şöhretin, itibar, özgürlük ve zenginliğin kaybedilmesi korkusudur. İşte bunun için cesaret dedik. Bunlarla dengeli ve süreli bağ kuracak kadar cesur olmak, günün birinde kesinlikle elimizden çıkacaklarına dair inanç ve teslimiyeti oluşturacak kadar cesur olmak, tamamen bir gayb olan ebediyet ve ona dair hakikatlere ayan beyan gerçekmiş gibi inanacak kadar cesur olmak dedik.İnancımızın bize sunduğu konfor ve rahatlığı fark etmek, dünyanın salvolarına karşı bize güç verecektir. Zira bizim inancımızın, insan fıtratındaki her eğilim ve yönelime tatminkâr bir karşılık verebilme gücü vardır. Bizim inancımız her ne kadar gönlü esas alıp gayba iman merkezli bir inanç örgüsü tesis etmiş olsa da aklı asla devre dışı bırakmamış, onu da tatmin edecek hakikat ve izahlarla onu da doyurmuştur. Dünya, hikmetli ve gizemli bir beşeriyet yolculuğunun mühim bir istasyonudur. Konaklama yeri değildir. Dünyanın imar izni yoktur. İskân ruhsatı yoktur, orada daimî yerleşimci olmak imkânsızdır. Üstelik her gün, yüzbinlerce yolcunun geldiği bir o kadarının uğurlandığı bu devir daimin, her zerresi hikmet ve anlam olan alemde bir anlamının olmaması düşünülemez. Bundan dolayı, insanın vicdanına seslenen bir hakikat şu gerçeği her daim haykırır: “Ey insan nereye sevk olunuyorsun, bu gidiş nereye?” Öyleyse bu hakikatler bize şu dersleri veriyor ki; Dünya fanidir lakin bâki alemin anahtarını içinde gizler, onu bul ebedî saadetin kapısını büyük bir sürur ve selametle aç.Gideceğin yer ile ilgili korkunun sebebi, oraya önden/önceden ihtiyat akçesi (salih amel) göndermemendir; öyleyse varacağın yere senden önce varacak ve senin esenlik içinde olmana vesile olacak ameller yolla.Ham meyve nasıl ağaçtan zor koparılırsa, ham bir kul da bu dünya ağacından kolay kolay kopmak ve ayrılmak istemez; olgun meyve ise, olgunluğun muktezası olarak ağaçtan kendi düşer. Öyleyse ölümün hakikatini anlayan ârif insanlar gibi, daha ölüm gelmeden önce ölümün ardındaki alemin güzelliklerini fark et ve o özlemle yaşa.Yaşadığın hayattan daha lezzetlisinin ve daha güzelinin varlığından haberdar olmazsan, elindekini yitirmekten korkarsın, oysa elindekinden daha kıymettar, daha şirin ve ebedî bir lezzet ve saadet seni bekliyor, onun marifetini edinmeye çalış.Senin içindeki ebediyet arzusunu oraya koyan bir Zât’ı fark et ve bu arzuyu içine koyan kudretin o arzuya karşılık gelecek ebedî yurdu senin için yaratacağından şüphe etme.Hulasa, yeryüzündeki hiçbir inanç insana, ihtiyacı olan vicdani, manevî ve fıtrî rahatlığı sunamıyor. Bunun tek istisnası İslamiyet’tir. İslamiyet’in, dünyayı, hayatı ve ölümü tanımlama ve onu insana anlatma kabiliyeti belki de en büyük nimetimizdir. İnancımızın bize sunduğu bu manevî konfora karşılık bir ömür şükran içinde olmalıyız. Dünyanın geldiğimiz yer değil, geçtiğimiz yer olduğu bilinci ile yaşayıp, bu hayatın asıl rotasının ebedî bir menzil olduğunun idraki ile kulluk bilincimize büyük bir sadakat ve ondan daha büyük bir cesaret ile bağlı olmaya özen göstermeliyiz.Es’selam Alâ Men’ittebea’l Hüda
Önce şu hususu belirtmek istiyoruz. Gazze’ye yönelik barbarlığı tenkit edip lanetlerken, sadece “İsrail” kavramı üzerinden değil, “İsrail Devleti” veya “Siyonizm” kavramları üzerinden bunu gerçekleştirmemiz daha uygun olur diye vicdanımız ve hissiyatımız bize fısıldıyor. Zira “İsrail” tabiri Yakup Aleyhisselamın lakabıdır. Öyle olunca sadece “İsrail” kavramı üzerinden tenkit ve lanetlerimizi yürütmek, o Peygamberi Alişan’ın ruhaniyetini incitebilir diye bir düşünce akla düşebiliyor. Dikkat edersek bu hassasiyetimizde farklı bir manevi kazanç kapısı olabilir inşallah. Saniyen: Haşr Suresi 3-5. Ayet-i kerimeleri mealen şöyle: “Eğer Allah (yapılan antlaşmayı bozarak apaçık bir ihanet içine girmiş olmaları sebebiyle) onlara (Nadir oğullarına) o sürgünü yazmamış olsaydı, elbette onları Dünyada başka şekilde cezalandıracaktı. Ahirette de onlara ateş azabı var. Bu onların, Allah’a ve Resulüne karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah’a karşı gelirse bilsin ki Allah’ın cezalandırması pek çetindir. Hurma ağaçlarından herhangi bir şeyi kesmeniz veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah’ın izni iledir. Bu izin, yoldan çıkmış fasıkları rezil etmek içindir.” Ayet-i kerimeler, hainlik eden “Beni Nadir” yahudilerinin sürgünleriyle sonuçlanan kuşatmada, ceza olarak en sevdikleri mallarının telef edilmesi üzerine nazil olmuştur. Sahabe efendilerimizin bir kısmı, onların canını yakmak için ağaçların en iyisini keserken bir kısmı da iyileri bize kalsın düşüncesiyle değersiz olanlarını kesmişlerdi. Cenab-ı Hak bu ayetlerde, Ashab-ı Kiramın her birinin ayrı bir incelik ve güzellik taşıyan bu içtihatlarını takdir ve tahsin buyurarak, bazı tereddütlere bağlı yaşanan sıkıntıyı ortadan kaldırmış, aynı zamanda ehl-i İslam’ı taltif ve teselli etmiştir. Evet! Normalde ağaçların kesilmesini Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam yasaklamıştır. Ama burada farklı bir durum söz konusu. Kalelerinin sağlamlığına ve evlerinin muhkem oluşuna güvenen yahudi kabilesini, kuşatma fazla uzamadan teslime mecbur bırakmak maslahatına binaen ağaçların kesilmesine müsaade edilmiş oluyor. Bu hadise, “Harb hiledir” hadis-i şerifinin fiili bir numunesi olarak da değerlendirilebilir. Bu hadis-i şerife örnek teşkil edecek İslam tarihinde çok örnek hadiseler vardır. Fetva kitaplarından birinde şöyle bir fetva görmüştük. “Eğer düşman, kendini korumak amacıyla Müslüman esirleri öne sürerse, şayet düşmana karşı başarı elde etmek için Müslüman esirleri gözden çıkarmaktan başka çare kalmamış olursa, Müslüman esirlere karşı silah kullanılabilir.” Allahu Teala ehl-i imanı böyle durumlarla karşılaştırmasın; ama karşılaşıldığında böyle bir açık kapı olduğunu da unutmamak gerekiyor. Ayet-i kerime aynı zamanda kıyamete kadar, bertaraf edilmesi gereken düşmanı dize getirmek için ortaya konulabilecek farklı stratejiler hakkında ehl-i İslam’ı bilgilendirmekte, onlara yol göstermektedir. Bu vesileyle kaleme alınmış güzel bir açıklamayı da paylaşmış olalım. “Savaşa Katılmak İstiyor musun?” Hayber kalelerine sığınan yahudiler, yiyecek ve içecek stokları ile Peygamber Efendimizin gitmesini bekliyordu.Hayber kaleleri sağlam, yüksek bir yerdeydi.Ok atsan sana geri dönüyordu.Taş atsan yetişmiyordu.Bağırsan sesin yetişmezdi.Hayber yıkılmıyordu.Hayber fethedilmiyordu.Günlerce bekledi, İslam ordusu.Ama yahudiler kalelerinden çıkmıyordu.Müslümanların stoğu tükenmek üzere, kuvve-i maneviyeleri zayıflama sürecine evrilmek üzereydi.Günlerce beklediler. Ama nafile!Bu uzun bekleyişten sonra Peygamber Efendimiz bir strateji geliştirdi.Hurma ağaçları kesilecekti.Hayber yahudilerinin ekonomisi birer birer kesilecekti.Servetleri devrilecekti.Gelecekleri köklerinden kazınacaktı.Zira yahudi için para, servet, zenginlik her şeydi.Ağaçlar kesildikçe yahudiler kahroluyordu.Ağaçlar kesildikten sonra burada kalmanın da bir anlamı kalmayacaktı.Anlaşma yoluna gittiler ve taşıyabilecekleri kadar yükle yahudilerin başkenti Hayber’i terk ettiler. Sen de Hayber savaşına katılmak istiyorsan bir ağaç da sen kes!Sen de bugün sövsen sesin yahudiye ulaşmaz!Taş atsan İsrail’e ulaşmaz!Ok atsan Tel Aviv’e yetişmez.Ama sen de Peygamber Efendimizin (sav) stratejisini yapabilirsin!Al eline baltayı, kes yahudilerin ağaçlarını!Nasıl mı?Evine giren her yahudi malı bir ağaçtır.Kullandığın her yahudi malı deterjan bir ağaçtır.İçtiğin her kola bir ağaçtır.İçtiğin her yahudi malı sular bir ağaçtır.Kolalar, Pepsiler, Fantalar, Damlalar, Hacı Şakirler, Ariel matikler, Algidalar, Max, Danoneler birer ağaçtır.Hayber savaşına katılmak istiyor musun?Öyleyse al eline boykot baltasını kes Yahudilerin ağaçlarını!“Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa mutlaka karşılığını bulur,” diyor Rabbimiz!Hatta boykotumuzu, indirim cazibesini kullanarak boykot ürünlerini göstere göstere tercih ve tervice devam eden alışveriş merkezlerine de yaygınlaştırmamız gerekir. Mecbur kalmadıkça gitmeyelim. “Zalime ve zulme (ve zulme destek verene) azıcık meylederseniz, size ateş dokunur” mealindeki ayet-i kerimenin tehdidini unutmayalım.
Ey kardeş dilini koru! Bil ki insanların yakasını yırtanın yakası yırtılır. Sakın ha! Din kardeşinin bir ayıbını gördüğün zaman nefsini unutayım deme! Bilakis sana gerekli olan bunu kendi ayıplarını hatırlamaya bir vesile yapmandır Çünkü tıynet-i beşer birdir. Başkalarında vaki olan bir şeyin senden de vaki olması çok mümkün ve muhtemeldir. Başkasını ayıplayan aslında kendinde olan ayıpların benzerleri ile onu ayıplamış olur. Haber de gelmiş ki; “din kardeşinin ayıbından dolayı onu ayıplayan, kendisi de o ayıbı irtikab etmedikçe ölmez.”Kişi ve Olayları Değerlendirme Hayatımıza Yön Verip İstikamet Kazandıracak Hikemî Sözlerden Bir DemetBil ki sana söz taşıyan, senden de taşır. Seni, sende olmayan vasıfla öven kimsenin, yerine göre sende olmayan vasıflarla seni kötülemesinden emin olamazsın. Yani böyle kimselere karşı dikkatli ve ihtiyatlı olmak gerekir. (Hasan-ı Basrî) Din kardeşinizin iyiliklerinin kötülüklerinden fazla olduğunu gördüğünüz zaman, onu iyilikle anın. Kötülüklerini de görmemezlikten gelin. (Maslahat icabı uyarmak gerektiğinde de bunu, kırıp dökmeden münasip bir üslupla yapın. Malum Allah Teâlâ hesap gününde kullarına iyilik kötülük muvazenesine göre muamele edecek. İyilikleri ağır gelirse, günahlarına bakmadan Onu cennetine alacak. “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız” buyurulmuş.)Sırf başkalarının sözüne dayanarak birini dost veya düşman edinen kimse, sabaha varmaz pişman olur. Zira başkalarını tenkit veya takdir durumlarının hakikate isabet etmesi nadirattandır. Bu takdir ve tenkit çoğunlukla, ön yargı ve hissiyatın tesiri altında vaki olmaktadır. (Şeddad bin Hâkim) Büyüklerden Ziyad Bin Kummî anlatıyor: “Semavi kitaplardan birinde şöyle bir ibare gördüm. Ey Âdem oğlu! Sana iki adet torba verildi; biri önünde diğeri arkanda. Arkandaki torbada kendi ayıpların, önündeki torbada başkalarının ayıpları var. Eğer arkandaki torbaya bakarsan, başkalarının ayıplarına bakmaktan seni alıkoyar. Hazret devam ederek şöyle diyor: “Biriniz kendi ayıplarını yakinen bildiği halde kendine kızmayı bırakır da başkalarını, zanni olarak bildiği ayıpları sebebiyle yerden yere vurursa bu, son derece insaf ve akıl dışı bir tutum olmaz mı!? Bişr-i Hafî de şöyle diyor: “Şaşarım o kim senin aklına ki, din kardeşini gıyabında çekiştirir dururda, yüz yüze gelince ona sevgi izhar eder ve ona övgüler düzer.” (Yüz yüze gelince içindeki kızgınlığı yansıtma cesaretini gösteremeyecek olan kişi, karşılaşmadan önce, içindeki kırgınlık haletiyle yaka paça olup o hali bertaraf ettikten sonra din kardeşine sevgi izharında bulunmalıdır. Yoksa mümine asla yakışmayan iki yüzlülük mezmumesinin vebali boynunda asılı kalır gider.) İsa Aleyhisselam’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Siz köle sahibi efendiler gibi insanların ayıplarına bakmayınız. Kendi kusurlarınıza bakınız. Zira siz kulsunuz. İnsanlar iki kısımdır: Mübtela olanlara (maddi- manevi zarar içinde olanlara) acıyınız. Afiyette olduğunuz için de Hak Teâlâ’ya şükrediniz. İmam-ı Mücahid, ne kadar güçlü gözükürse gözüksün her zalimin -er geç- hak ettiği cezaya uğratılacağını ifade için mecazi bir ifade olarak diyor ki: “Bir dağ bir dağa zulmetse, üzülmeden dağ yıkılır. Haksızlığa uğrayan kimse için iki yol var. Ya misilleme yoluyla bizzat karşılık vermek veya Allah’a havale etmek. Misliyle karşılık vermeye cevaz var ama bu yola girmekte de pek çok riskler var. Onlardan biri de misilleme yapayım derken haddi aşıp mazlum iken zalim derekesine yuvarlanmaktır. İşi Allah’a havale eden de zahiren işin peşini bırakmış ve zalime iyilik etmiş gözüküyor. Ama haddizatında daha ağır bir cezalandırmaya kapı açmış oluyor. Zira Allahu Teâlâ’nın cezalandırması daha çabuk ve daha şiddetlidir. Kanaatimizce en doğrusu, cezalandırmayı Allahu Teâlâ’ya bırakmak yerine, kendisi yüzünden din kardeşini cezalandırmamasını yüce Allah’tan istemektir. Bu suretle olur ki ‘Affedin, affedilmek istemez misiniz?’ mealindeki ayeti kerimenin müjdesine mazhar ve masadak oluruz.” Hazret devam ederek diyor ki: “Ey kardeş dilini koru! Bil ki insanların yakasını yırtanın yakası yırtılır. Sakın ha! Din kardeşinin bir ayıbını gördüğün zaman nefsini unutayım deme! Bilakis sana gerekli olan bunu kendi ayıplarını hatırlamaya bir vesile yapmandır Çünkü tıynet-i beşer birdir. Başkalarında vaki olan bir şeyin senden de vaki olması çok mümkün ve muhtemeldir. Başkasını ayıplayan aslında kendinde olan ayıpların benzerleri ile onu ayıplamış olur. Haber de gelmiş ki; “din kardeşinin ayıbından dolayı onu ayıplayan, kendisi de o ayıbı irtikab etmedikçe ölmez.” Rabbim bizi ayıplarına muttali kıldığı kullarından eylesin. Zekâ Geliştirme MetotlarıZekâ araştırmacısı Prof. James Flynn her çeşit zekânın geliştirilebileceğini söyler: “Beyin ve hafıza kasları, vücut kaslarına benzer. Antrenman yapılmazsa kaslar gelişmez. Beyin bilgi, sevgi, ilgi ile gelişir. Eğer anne-baba çocuğu birlikte eğitiyorsa antrenman daha verimlidir, çocuğa daha fazla tesir ederler, çocuğun kelime hazinesi genişler.” Beyin, öğrenme programlıdır. Beyni yaratan Allah, kitap göndermiş ve oku, buyurmuş. Her türlü bilgi beyni besler, bilgi beyin vitamindir. Öğretmen; zekâ çeşitlerini ve zekâyı geliştirme metotlarını bilirse hem zevkle ders anlatır hem de öğrencilerdeki zekâ gelişimini görür ve mutlu olur. Beyin, öğrenmeyi ödüllendirir. Besinlerin dil ve damakta lezzet bırakması gibi bilgiler zihinde çikolata tadı bırakır. Öğretmen uzmandır, öğrenmeyi zevkli hâle getirebilmelidir. Beyin ömür boyu öğrenir. Nasıl göz ömür boyu görür, ayak ömür boyu yürür. Öğrenmeyen beyin olmaz, duymayan kulak, yürümeyen ayak olmadığı gibi.Okumak, öğrenmek, araştırmak, projeler yapmak, yazmak, anlatmak, sohbet etmek, gezip görmek, seminer, konferans, panel vb. dinlemek beyin sporlarıdır.Beyin her gün öğrenir. Beyin için yaz, kış, tatil, cumartesi veya pazar yoktur. Nasıl midemizi her gün besinlerle besliyoruz, beynimizi de yeni bilgilerle beslemeliyiz.Beyin eğitimcisi ve milyonların öğretmeni Hz. Muhammed (sav) şöyle der:“İki günü eşit olan zarardadır.”Beyinde her gün yeni hücreler doğar, beyin öğrenilen bilgileri yeni hücrelere yükler ve bu hücreler beynin ilgili bölümüne yerleşirler.Öğrenme olmazsa yeni doğan hücreler sabun köpüğü gibi kaybolup gider. Bu sebeple beyinde hücre israfı yapılmış olur. Beyin nadasa bırakmaya gelmez. Faydalı bilgiler öğrenilmezse sosyal medya vasıtasıyla faydasız ve işe yaramaz bilgiler bombardımanına uğrarız. Buğday, arpa, yulaf, nohut, fasulye vb. faydalı bitkiler ekilmeyen tarla, dikenlerin istilasına uğradığı gibi.Beynin öğrenme sınırı ve yaşı yoktur. Beyin ömür boyu öğrenir.En başarılı ve en sevilen öğretmen Hz. Muhammed (sav) beynin kullanılması konusunda şu tavsiyede bulunur: “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.”Öğrenmeyi terk edenler beyinlerini nadasa bırakırlar. İleriki yaşlarda beyin öğrenmeyi terk ettiği için yeni doğan hücreleri kullanmaya kullanmaya zayıflar. Alzheimer veya bunama dediğimiz hastalığa yakalanma ihtimali artar. Beynimizi nadasa bırakmamalı, elden geldiğince faydalı bilgiler öğrenmeye, faydalı bilgiler anlatmaya, faydalı işler, projeler peşinde koşmaya devam etmeliyiz.Bugüne kadar 61 kitap yazdım, 90 kitap yazan Honore de Balzac’ı geçmek için uğraşıyorum.3765 konferans verdim, 5.000 konferans veren Prof. Orhan Kural’a yetişmeye çalışıyorum. İşleyen demir ışıldır. Akan sular pırıl pırıldır, durgun sular kurtlanır. (Beyin Gücünü Etkili Kullanma Sanatı, Ali Erkan Kavaklı, Prof. Sefa Saygılı, Ensar Neşriyat...)Yukarıdaki alıntı yazı, son zamanlarda en çok istifade ettiğimiz paylaşımlardan birisi. Şahsen 70’li yaşlar geride kaldığından, öğrenme sürecinin devam edip etmediği noktasında tereddütlerimiz vardı. Yazıyı okuduktan sonra bütün tereddütlerimiz ortadan kalktığı gibi öğrenme istek ve gayretimize daha bir canlılık geldi. “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” Hadis-i Şerif’i, ilk öğrendiğimiz ve en çok tekrar ettiğimiz Hadis-i Şeriflerden biri. Ama şu sözün ne kadar doğru olduğunu bu vesileyle bir kere daha ve daha iyi anladık. “Bilmek önemli; ama bildiğini değişik vesilelerle farklı şekillerde hatırlamak daha önemli.”Allah Resulü (sav) 20. asırda bir kitap muhtevasıyla açıklanan bir gerçeği, 14 asır önce veciz bir cümle ile ifade buyurmuş. Sadaka Rasulullah. Rabbim, O yüce Nebiyy-i zîşana hakiki ümmet olmayı bizlere de nasip ve müyesser eylesin. Âmin.
“Velezikrullahi ekber” Herhalde Allah’ın Zikri olan namaz, en büyük iştir. Kulun aczini ve ihtiyacatını Rabb-i Rahiminin huzurunda O’nun sonsuz kudret ve rahmetine arz edip, boynu bükük kalbi kırık bir halet içinde ihtiyaçlarını rahmeti sonsuzdan talep etmesi demek olan namaz, haddizatında en büyük ameldir. Veya kötülüklerden alıkoymakta en büyük faktördür, veyahut Allah’ın sizi anması sizin onu anmanızdan daha büyüktür. Elmalılı tefsirinde, Ankebut Sûresi 45. ayeti kerimesi açıklanırken, çok manidar hakikatlere işaret edildiğini gördük; bazı ilavelerle paylaşmak istedik. Mealen buyuruluyor ki: “Resulüm! Sana vahyedilen kitabı tilavet eyle! Yani vird ederek, devamlı surette, tekrar tekrar, güzel bir şekilde oku.” Yani o örümcek kafalı kafirlerin fitnelerine, ortalığı karıştırıp durmalarına karşı gam yemede; onlara karşı olmazsa da kendi aleminde, kendi başına evinde veya uygun bulduğun ortamlarda Kur’an’ı güzel güzel oku. Oku da zikr olunan peygamberlerin ve ümmetlerin ibret dolu hikayelerini teemmül et, düşün. Onun için “Onlara oku” buyrulmamış; mutlak surette “oku” manasına “ütlü/oku” buyurulmuştur. Buradaki inceliğe ayrıca dikkat etmek lazım. “Ekımi’s-salâh” yani namazı da devam üzere tadil-i erkanla, huzur ve huşu içinde eda eyle! “inne’s-salata” yani şüphe yok ki namaz insanı, fuhşiyattan; açık çirkinliklerden, edep dışı davranışlardan ve gayri meşru yola girmekten alıkoyar. “Ve’l-münker” Keza aklın ve şeriatın hoş görmediği uygunsuz hareketlerden, kötülük kapsamına giren her şeyden alıkoyar, uzaklaştırır, vazgeçirtir. Bir kere namaz içinde bunlar yapılmaz, yapılamaz. Bundan başka namaz hakikati, yani ne olduğu bilinerek bilinçli olarak eda olunan namaz, namaz dışında da insanı fena davranışlardan, uygunsuz iş ve hareketlerden alıkoyar. Sahihan namaza devam edildikçe, yani Allah’ın emrine, Resulullah’ın (sav) tavsiye ve tatbikatına uygun şekilde namaza devam edildiğinde salahat artar. Yani namaz düzgün ve dürüst olarak dosdoğru şekilde eda edilmeye devam edildiğinde, salih insan olmanın gerektirdiği güzel davranışlar, meziyet ve faziletler artar da artar. Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim bir namaz kılar da o namaz kendisini, fuhşiyat kapsamına giren davranışlardan ve nahoş şeylerden alıkoymazsa, kişi o namazıyla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey artırmış olmaz.” Abdullah bin Mesud (ra)da şöyle diyor: “Namazına itaat etmeyen kişiye kıldığı namaz, uzaklığı artırmaktan başka bir şey artırmış olmaz.” Namaza itaat, onu hududuna riayet ederek eda etmek; yani kabulüne ve kemaline engel olan şeylerden uzak tutmak suretiyle namazı hakkıyla kılmak demektir. Taha Sûresinde mealen: “Beni zikretmek için namaz kıl” buyruluyor. Demek ki namazın hikmeti, gayesi, Allah’ın zikredilmesidir. Allah’ın zikredilmesi ve bu sayede: “Beni zikredin ki ben de sizi (rahmetimle) yad edeyim” (2/152) ayet-i kerimesi müddeasınca Allah’ın anması şerefine nail olmaktır. Bu gerçeği bilenler ve düşünenler; yani Allah Teala’nın kendisini rahmetiyle yad ettiğini düşünenler, kendilerini her daim Rablerinin huzurunda onunla mülakat halinde bulunuyorlar gibi bir zevk ve manevi iştiyak içinde namazı kılarlar. “Velezikrullahi ekber” Herhalde Allah’ın Zikri olan namaz, en büyük iştir. Kulun aczini ve ihtiyacatını Rabb-i Rahiminin huzurunda O’nun sonsuz kudret ve rahmetine arz edip, boynu bükük kalbi kırık bir halet içinde ihtiyaçlarını rahmeti sonsuzdan talep etmesi demek olan namaz, haddizatında en büyük ameldir. Veya kötülüklerden alıkoymakta en büyük faktördür, veyahut Allah’ın sizi anması sizin onu anmanızdan daha büyüktür. Kul, Allah Teala’nın kendisini andığını düşündüğü zaman zerre kadar kötülükle anılmasını istemez. Bu düşünce ile buluşup hemhal olmakta insanı, kötülüğe yönelmekten alıkoyan etkili bir faktör olur. Düşünmeli ki Hak Teala mesela firavundan ve tabilerinden nasıl bahsediyor, peygamberleri ve inananları nasıl sitayişle yad ediyor. “Allah (cc) her an bir iştedir.” (Rahman Suresi ayet 29) ayet-i kerimesi uyarınca Mevla-yı Müteal, Zat-ı Akdesini zikreden kullarını rahmetiyle, tevfik ve inayetiyle yad ediyor. Bu gerçek de bizi zikrullaha daha bir gayretle yönelmeye teşvik ediyor.
Derin uykulardayım, uyandıran yok,Gözlerim semada, kirpikler fora,Çığlıklar var sanki kulaklarımda,Kimsesiz dört duvar arasındayım.Bir mum aydınlatıyor, hayal dünyamı,Almışım kalemi, mürekkebim yok,Ne yazsam nafile, ağlamıyorum,Bir nur aradım, bulamıyorum.İman nuru yetti, gördüm çareyi,Buldum bana beni vereni,Var olanda olan ulvi gayeyi,Anladım önüme mülkü sereni.Her şey benim artık, benimdir benim,Kâinat benim, benim kâinat.Bir bilsen ki ne kadar zenginim, Ömür yetmez gezmeye olsa da kanat. Dünyalar dolusu hayallerim var,Kâinat fışkırıyor fikirlerimde,Dolaşıp duruyorum sema ilinde,Yıldızlar topladım bak ceplerimde.Yıldızlar, kehkeşanlar tespih ipinde,Parmaklar dokunur zikir telinde,Devamı elbet zaman içinde, İbrahim’i bir nidayla cennet ilinde.İbrahim AYDIN
Lafla peynir gemisi yürümez.(Atasözü)Seneler önce…Bir nüktedan insan tanıdım. Onunla ilk karşılaşmamızdı. Karadenizlilerin kalabalık ve bereketli sofrasında bulunuyorduk. Bir vesileyle mecliste bahis Hoca Nasreddin’den açıldı. Birkaç fıkrasını anlattıktan sonra, latif bir nükteye işi getirdi. Anlattığı fıkraları, mutlaka yeri gelip de günlük hayatla bağlantılı bir durum ve mevzu söz konusu olduğunda, dillendirdiğini ifade etti. İlk etapta bu söylediği, zihnimde çok fazla bir şeyler canlandırmadı. Ne yani çocukluktan beri arkadaşlarımızla sıralanıp ardışık olarak anlattığımız çeşitli fıkraların gülmek ve keyif almaktan başka ne gayesi olabilirdi ki?12 sene gibi bir müddet sonraTanıdığım bu kıymetli insanla, 7/24 teşrik-i mesaide bulundum. Mucizat-ı Kur’âniye eserini yapmış olduğu harika mütalaayı, hayatına nasıl yansıttığını gördüm. Bahsettiğim hassasiyetinin de bundan kaynaklandığına şahit oldum. Bazen ayı bulan yoğunluktaki ilmi çalışmalarımızda anlattığı yer’li ve zamanlı fıkra ve hadiselerle ortamın nabzını tutuyor, bunların ucunu mutlaka bizden olan ve ihtiyacımızın bulunduğu hakikatlere bağlayarak süreci nurani derslere dönüştürüyordu. O zamanlarda,Gençlerin içinde bulunduğu mizahi yozlaşmayı da dikkate alarak, Nasreddin Hoca ile beraber kitaplaştırmaya varan yol yürüdük. Fıkraları asırlar öncesindeki tazeliğiyle günümüzün manevi sohbetlerinin sıcak ortamına taşıdık. İstedik ki gülme ayarlarımız normale dönsün. Komedya ile tahrip edilen gülmece-güldürmece sanatımız ihya olsun. Güzel bir niyetle tebessümî latifelerin ucu imanî hakikatlere bağlansın.Hoca’nın fıtratına sahip, îcâzı kendilerine şiar edinen nüktedan gençlerimizin, Kur’ân ve Sünnet’e bağlılıklarını kuvvetlendiren iman derslerinde, hakikatlere bir de bu latifelerle pencereler açması çok ehemmiyet taşımaktadır. Zira böylelikle menfi yönden gelen mizahi tazyikat ve tahribat karşısında elimizde paratonerlerimiz bulunacaktır.Nasreddin Hoca mı? Elbette salt kültür değil, imani bir tebessümle kucaklaşma…Şimdilerde…Meselenin sadece anlatmak ve yaşamaktan ibaret olmadığı görülmüştür.Evet, nüktelerin vakti zamanı ve hikmete binaen yapılması da ehemmiyet arz eder.Lakin, bir şey daha vardır ki değer kazanımında, taşınmasında, yerleştirilmesinde ve hayata aksettirilmesinde elzemdir.Mesele bir hadiseye dayanan tüm anlatmaları kendi perspektifi içerisinde ilgilendirir. İşin “Ya hayır konuş ya sus!” ve “Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.” gibi kelam incileriyle yakınlığı vardır. Dolayısıyla sünnet-i seniyyeye sahip çıkmak söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında, bir fıkra bir fıkra olduğu için, bir kıssa veya hikâye sadece kıssa veya hikâye olduğu için anlatılmamalıdır. Bunlar birer hakikate bağlı oldukça değer kazanır. Hakikatler de işin hikmet cihetine bakar. Tüm hikmetler Hakîm ismine isâl eder.Bize Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eliyle sunulan ömürlük iki kelamın -mana-yı ismi ve mana-yı harfinin- elimizdeki ayinesi, değer çıkmazında da işaret levhası olmaktadır. Tüm anlatımlardan değerler derlemektedir. Bu değerleri nurani meclislerde kalblerden kalblere taşımaktadır. Akıl ve kalb imtizacında fıtratlara yerleştirmektedir. Değeri değerden ibaret bırakmayıp (ki mana-yı ismide bırakmayıp) hayata yansıtmaktadır. Evet,Gelelim işin neticesine…Eğer bahsi geçen anlatmalar mana-yı ismide kalırsa iş lâf-ı güzaftan öteye gitmezse peynir gemisi de yürümeyecektir. Kelamın ucu selama bağlanamayacak, hedeflere ulaşılamayacaktır.Nafile: Değerlerle örülü insan inşasıymış…Nafile: Hitabetmiş…Nafile: Miş, miş de miş… Eğer ki mana-yı harfiye geçilse söz mücevherleri kalbleri süslemekle kalmayacak kıssadan değer kapılacak, kâmil fıtrata dokunan hedeflere doğru adım atılacaktır.Bir Beyit:Mana-yı ismiyi bir nebze anlatan bir meşhur mısra var ya: “Yaradılanı severim Yaradandan ötürü”… Bahisten hareketle uyarlıyor ve diyoruz ki “Anlatılanları severiz Yaradandan ötürü”. Muhibbi’nin dilinden ise başka bir terennüm:Dimezem sana dilâ mehveşde (ayyüzlüde) göz ü kaşa bakDest-i kudretle (kudret eliyle) anı nakş eyleyen nakkâşa bakEy gönül, sana nasıl güzel yüzlü sevgilinin gözüne kaşına bak diyebilirim. Kudret eliyle onu nakş eyleyen nakkâşa bak! (İsimden geç, Yaradanı hesabına bak!)Rabbimiz bizi,... اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ “...Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmain olur.” sırrına mazhar eylesin. Âmin!
“Namazını kıldıktan sonra, Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîm’in matbaha-i rahmetinden (rahmet mutfağından) ta‘yînâtını aramak, başkalara bâr (yük) olmamak için bizzat gitmek, güzeldir, mertliktir. O dahi bir ibadettir.”İslamiyet kişinin -helalinden kazanıp, kazandığını helale harcamak suretiyle- çalışmasını ister. “İnsan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur! ”1 ayeti buna işaret eder. Bununla birlikte dünyevî bir işte çalışmak, hiçbir zaman Allah’ın emirlerini yapmamaya mazeret olamaz. İşinden dolayı farz ibadetleri terk etmek yahut aksatmak veyahut işi sebebiyle günah işlemek çok yanlıştır. Zira yarın ahirette hesaba çekileceğiz. Allah’a karşı ne mazeret söyleyeceğiz? Ya Rabbi, çok işim vardı veya mecbur kaldım mı diyeceğiz? Hâlbuki bir Müslüman çalışırken de Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmelidir. Unutmayalım ki; Allah bizi kendisine iman ve ibadet etmemiz için yaratmıştır. Bu hakikat Zâriyat suresinde şöyle ifade edilmiştir:“(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım! (Ben) onlardan bir rızık istemiyorum; beni doyurmalarını da istemiyorum.Şüphesiz ki Rezzâk (çokça rızık veren), kuvvet sâhibi, Metîn (aslâ sarsılmaz) olan ancak Allah’tır.”2 Bu ayetlerin tefsirinde Bediüzzaman hazretleri şöyle der:“İnsan rızka çok mübtelâ (düşkün) olduğu için, rızka çalışmak bahanesini, ubudiyete (kulluğa) mâni’ tevehhüm edip (zannedip), kendine bir özür bulmamak için ayet-i kerime diyor ki: Sizler ubudiyet için halk olunmuşsunuz! Sizin netice-i hılkatiniz (yaratılışınızın neticesi) ubudiyettir! Rızka çalışmak ise emr-i İlâhî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlûkatımın ve rızıklarını deruhde ettiğim (üstlendiğim) nefislerinizin ve ıyâlinizin (ailenizin) ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, güya bana aittir. Sizler bana âid rızık ve it’âmı (beslemeyi) ihzar etmek (hazırlamak) için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzâk (rızkı veren) benim! Sizin ve müteallikatınız (sizinle alakalı) olan ibâdımın (kullarımın) rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz!”3 21. Söz Namaz Risalesi’nde ise bağında çalışan bir çiftçi misalinden yola çıkarak, çalışmanın ancak beş vakit namaz kılmak şartı ile ibadet sayılabileceği şöyle anlatılır:“Sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa’yin semeresi (çalışmanın neticesi), yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır (sınırlı) kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarf etsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhrevîyene ve zâd-ı ahiretine (ahiret azığına) ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:Birinci maden: Bütün bağındaki yetiştirdiğin çiçekli olsun, meyveli olsun her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile bir hisse alıyorsun.İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese [hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun] sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlûkatına veren bir tevziat (dağıtım) memuru nazarıyla kendine baksan...”45. Söz’de ise çalışmanın ibadet olması için namaz kılmak gerektiğine şu cümle ile işaret edilmiştir:Demek şu imtihan meydanı olan dünyada hem Allah’a ubudiyete hem de rızık için çalışmaya emredilmiştir. İbadete sabırla devam etmek, özellikle beş vakit namazı kılmak şartıyla rızka çalışmak ibadet kabul edilmiştir. Ancak bu çalışmanın meşru dairede, helalinden kazanıp yine helale harcamak şeklinde olması gerekmektedir.“Namazını kıldıktan sonra, Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîm’in matbaha-i rahmetinden (rahmet mutfağından) ta‘yînâtını aramak, başkalara bâr (yük) olmamak için bizzat gitmek, güzeldir, mertliktir. O dahi bir ibadettir.”51- Necm, 39.2- Zâriyat, 56-58.3- Lem‘alar, 28. Lem‘a, s. 309.4- Sözler, 21. Söz, s. 96.5- Sözler, 5. Söz, s. 9.
Manevî duygularının varlığının temelinde Üsküp’te geçen çocukluğu yatmaktadır. O yıllarda duyduğu ezan sesleri, yaşadığı İslamî ortam, onun içinde hep yaşamaya devam etmektedir. Yahya Kemal’in “Ezansız Semtler” adlı makalesi de manevî gurbetin farklı bir boyutunu ortaya koyar.Her gurbet acı verir insana. Ailenden, memleketinden veya kardeşlerinden uzaktaysan, hep bir tarafın eksik kalır ve bu halin ızdırabını dışarıdan belirtmesinden de içinde yaşarsın. Bu maddî gurbetin yanında bir de manevî gurbet vardır. Manevî gurbette olanlar, bazen böyle bir durumda olduklarının farkında değillerdir. Onlara bu farkındalığı ya birisi anlatacak ve hissettirecektir ya da yaşadıkları bazı olaylarla anlayacaklardır. Eğer çocukluklarında manevî iklimden hisselerini almışlarsa, zaman içinde bazı şahit oldukları manzaralar veya duydukları sesler de onlara manevî gurbette olduklarını anlama imkânı verecektir. Yahya Kemal, gençliğinden itibaren manevî gurbet yaşayanlardan birisidir. Çocukluğunda Üsküp’te yaşadığı manevî ortam, yıllar sonra ona gurbette olduğunu anlamasını sağlar. Aslında Üsküp’ün kardeşi Üsküdar’dadır. Ama manen Avrupa’dadır. Bir Ramazan akşamı oruç olmadığı için Üsküdar sokaklarında yalnız kalınca, çocukluğunda Üsküp’te aldığı manevî eğitim onu uyandırır. Şu mısralarla o iftar vaktinde yaşadıklarını anlatır:ATİK-VALİDE’DEN İNEN SOKAKTA (Nihad Sami Banarlı’ya)İftardan önce gittim Atik-Valide semtine,Kaç def’a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,Sessizdiler. Fakat Ramazan maneviyatıBir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızlarıAz çok yakından sezdiriyor top ve iftarı.Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün.Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,Bir nurlu neşe kapladı kerpiçten evleri.Ya Rab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz! Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz.Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamıHadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:“Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;Mademki böyle duygularım kaldı, çok şükür.” (1934)Bir Mimar Sinan eseri olan Atik Valide Külliyesinin bulunduğu semtte bir Ramazan günü yürümektedir. Herkes oruçludur ve iftara hazırlanmaktadırlar. Bir müddet sonra iftar vakti gelir ve sokaklarda kimse kalmaz. Herkes evinde orucun ve iftarın neşesi içindedir. Ancak Yahya Kemal oruç olmadığından dolayı iftar için bir hazırlığı olmadığı gibi, gidecek yeri de yoktur. Sokakta bir başına kalır. Ramazan’ın sevincine diğer Üsküdarlılar gibi ortak olamamıştır. Bunun ızdırabını içinde yaşar. Bedeni Üsküdar’dadır ama aslında yaşantı olarak ruhu Frenk memleketlerindedir. Sonra düşünür, oruç olmamamın, Ramazan’ın maneviyatını yaşayamamanın üzüntüsü vardır iç âleminde. Bu üzüntüyü duyuyor olması, hala manevî hissiyatının olduğunu ve tamamen uzaklaşmadığını anlamasını sağlar. Manevî duygularının varlığının temelinde Üsküp’te geçen çocukluğu yatmaktadır. O yıllarda duyduğu ezan sesleri, yaşadığı İslamî ortam, onun içinde hep yaşamaya devam etmektedir. Yahya Kemal’in “Ezansız Semtler” adlı makalesi de manevî gurbetin farklı bir boyutunu ortaya koyar. Yahya Kemal makalesinde şu cümlelerle ezansız semtte büyüyen çocukla, ezanlı semtte büyüyen çocuk arasındaki farkı ortaya koyar:“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköyü, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler? İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak Besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular. Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenîleşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.”Demek ki; çocukluk yıllarında gözümüze çarpan, kulağımıza gelen kimi görüntüler ve sesler, ömür boyu peşimizi bırakmıyor. Kulağımıza gelen ezan ve Kur’ân sesleri, evde namaz kılan büyüklerimiz, bayramlarda ve mübarek günlerde yakılan kandiller ve kutlama için atılan toplar, hep bilinçaltımızda bir medeniyetin izlerini bırakır. Eğer kişi, bu medeniyetten zaman içinde uzaklaşsa da gün gelir, geçmişte yaşadığı bir olay ona tekrardan hatırlatır. Ama ezansız bir semtte, İslamî görüntüler ve manevî ortamlar olmadan büyüyen bir çocuk, ileriki yaşlarda ancak kendisine sonradan anlatılanlarla ve onun kendi gayretleriyle böyle manevî ortamları ve anları hissedebilir. O yüzden yeni yetişen nesilleri manevî gurbetlerde bırakmamalıyız. Onlar, madden memleketlerinde yaşadıkları gibi, manen de memleketlerinde yaşamalılar. Vücutça Türkiye’de olup, ruhça Avrupa’da olmamalılar. Yahya Kemal “Ezansız Semtler” adlı makalesinin devamında, Büyükada’da bayram namazı kıldığı bir gün yaşadıklarını şöyle anlatır:“Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum. Bayramda, bayram namazına gitmeye niyetlendim. Fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’ nın mahalle içindeki sâkit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz, kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada, o saatte toplanan ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim, Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek dil, yekvücut olarak gördüm. O sabah, o, Müslümanlığa az aşina Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken, kapıda âyandan Reşid Akif Paşa durdu, bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: ‘Bu bayram namazında iki defa mesudum, hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudar ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!’ dedi. Hem geldiğimi hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hâdiseden pek samimî olarak mahzuzdular. O sabah gönlüm her zamankinden fazla açıktı.”Buradaki en ilginç cümle belki de “Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı?” ifadesidir. Yaşantımızı düzeltmeden, İslamî yaşantıya dönmeden sabah namazına da zor kalkarız. Bu durumu anlatan bir atasözü ise şöyledir: “Namazda gözü olmayanın, ezanda kulağı olmaz.” Aynı burada belirtilen hal gibi, Yahya Kemal, yaşantısı İslamî olmadığından sabah namazını kaçırmamak için sabaha kadar uyumaz. Sabah olunca abdestini alır, Büyükada’daki küçük bir camiye gider. Tanınan biri olduğu ve İslamî ortamlardan uzak duran biri olarak bilindiği için, onu camide görenler şaşırırlar. İki hamalın arasında oturduğunu belirterek; camiye girince makamın, rütbenin kapıda kaldığını anlatmaktadır. Daha sonra Peygamber Efendimizin (asm) adını duyunca ağlamaya başlar. Camiden çıkarken Reşid Akif Paşa, Yahya Kemal’in namaza gelişinden duyduğu sevinci belirtir. Bu makale, Tevhîd-i Efkâr Gazetesinde 23 Nisan 1922’de yayınlanmıştır. Gençliğinde Paris’e gidip, dinsizlik akımlarına muhatap olduğu halde, içindeki bazı duygular onu camiye yönlendirmektedir. Yani manevî gurbetin acısını yaşamaktadır. Biz de manevî gurbete çıkmayalım. Manevî gurbette olanlara, bu hallerini hatırlatalım. Çocuklarımıza, oluşturacağımız İslamî ortamlarla, küçük yaşlarda medeniyet tasavvurumuzu öğretelim. Ta ki hiçbir zaman İslam medeniyetini unutmasınlar.
“Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır;sana isabet eden her kötülük ise nefsindendir”Yaz tatilinde Konya’da yaşayan ağabeyime misafir olmuştum. Ağabeyim ilme düşkün bir insandı, çok kitap okurdu, büyük ve geniş bir kitaplığı vardı. Bir gün çay içerken aklıma takılan bir soruyu kendisine sordum:Âmentü’yü okurken diyoruz ki; hayır da şer de Allah’tandır, öyleyse şer işleyen insanların suçu ne? İnsanlar işledikleri günahlardan dolayı niçin sorumlu tutuluyor?Ağabeyim cevaben dedi ki: Hayırlar Allah’a, şerler ise nefse nispet edilir. Cenab-ı Hak, “Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır; sana isabet eden her kötülük ise nefsindendir”1 buyurmuştur. İstersen bu konuyu kitaptan okuyalım, daha güzel olur dedi ve okumaya başladı: Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mesuldür. Çünkü seyyiatı isteyen odur. Seyyiat, tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müthiş cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenatı isteyen ve iktiza eden rahmet-i İlâhiye ve îcâd eden (yaratan) kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak’tandır. İnsan yalnız duâ ile, iman ile, şuur ile, rızâ ile onlara sahip olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyedir.2Bu okuduklarını biraz açıklayabilir misin Ağabey?Elbette kardeşim. Şerri yaratmak şer değil; şerri işlemek şerdir. Mesela yağmur rahmettir, adeta rahmetin cisimleşmiş halidir. Hayatın devamı için gerekli olan suyun kaynağıdır. Pek çok faydaları vardır. Bilirsin bizim oralarda harman zamanı herkesin gözü gökyüzündedir. Hava bulutlanacak olursa yağmur yağabilir endişesiyle hemen harman toplanır, üstü örtülür, zarar görmeyecek şekilde gerekli tedbirler alınır. Tembelliğinden ve ihmalkârlığından dolayı yağmurdan zarar gören bir adam, yağmur zararlıdır, rahmet değildir diyemez. Çünkü Allah’ın yaratmasında şer ve çirkinlik yoktur. Allah, her şeyi hayır murad ederek yaratır. Peki ağabey, bazı insanların kullandıkları suç aletlerini üretenler de en az suçlular kadar sorumlu değil midir?Hayır değil. Örneğin çeşit çeşit bıçaklar yapan bir firma, bu bıçaklarla insanlar cinayet işlesin, birbirlerini öldürsün diye üretim yapmaz. Aslında insanlar Allah için kurban kessinler ya da yemek malzemelerini doğrasınlar veyahut hastalar kolayca ameliyat edilebilsin diye çeşit çeşit bıçaklar, kesici aletler yapılır. Yani üretimde amaç hayatı kolaylaştırmaktır, yaşamı daha konforlu hale getirmektir. Fakat kendi hür iradesiyle başkasına bıçakla zarar veren birisi, bu bıçak olmasaydı ben bu suçu işlemezdim diyemez yahut bıçak ustasını suçlayamaz.Ağabey! İnsanın hür iradesinden bahsettin. Hayır ve şer noktasında insan iradesinin rolü nedir?Sevgili kardeşim! İnsan, iradesini hayra sarf eder ve hayrın meydana gelmesine vesile olursa (yüz kişinin çalıştığı bir ticaret gemisinin dümencisi gibi) irade-i cüz’iyesiyle bu hayrın meydana gelmesindeki hissesi ancak yüzde birdir diyebiliriz. Bu hayrın ortaya çıkmasında dümencinin hissesi çok az olduğu için gururlanmaya hakkı yoktur. Diğer bütün iyilikleri, güzellikleri buna kıyas edebiliriz. Eğer insan iradesini şerre sarf eder ve şerrin meydana gelmesine sebep olursa (adeta görevini yapmayıp gemiyi batıran dümenci gibi) bütün sorumluluk ona ait olur.Neden şerlerde sorumluluk insana ait oluyor ağabey?Çünkü şerler ve günahlar tahribat nev’indendir. Her ne kadar şer olan fiiller de Allah tarafından yaratılıyor ise de bu yaratma insanın isteğine bağlı olduğu için mesuliyet de insana aittir. Bu yönüyle şer olan bir şeyi yaratmak şer değil; şerri kesbetmek şerdir. Ağabeyimle konuşurken zaman hızla akıp gitmişti. Bu güzel çay sohbetinin ardından yatsı namazını birlikte eda ettik. Allah kabul eylesin. Âmin.1- Nisa, 4/79.2- Tılsımlar, 26. Söz, s. 81.
Hafızamın bir köşesinde beklettiğim iki sualin cevabını vereceğim bu yazımda. Birincisi sual şu: “Peygamberler gelmeseydi daha iyi olmaz mıydı? Öyle ya, bir sürü sorumluluk beraberinde geliyor.”Önce öğretmensiz bir okul hayali kurdum. Aklıma geldi, duruverdim: Okul demek sorumluluk demek, gelişme demek, olgunlaşma demek, hakkını verenler için gıpta edilen kişi olmak demek. Öğretmensiz olsa, bu güzel neticeler olur mu hiç? Benzer bir durumu işyerleriyle alakalı olarak da düşündüm. Mesela on kişilik küçük bir iş yeri diyelim. Bir İş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanı bulundurur. Ta ki, işçilere yol yordam göstersin. İnsanlar yanlış yaparak ağır bedeller ödemesin. Can ve mal kaybı olmasın. Hayalimi biraz daha geniş bir alana çevirdim. Hayvanlar âlemine baktım. Her bir hayvan çeşidinde bir baş gördüm. Aslanlarda, kurtlarda, kazlarda, fillerde… Hepsinde mutlaka bir lider, bir rehber, bir yol gösterici var. Karıncalarda bir emir, arılarda bir kraliçe bulunur. Elbette, hayvanlar âlemini bile başıboş bırakmayan Rahman, insanları nebisiz / peygambersiz bırakmayacak. Sonra şu sorumluluktan şikâyet edenleri hiç anlayamıyorum; “Peygamberler gelince bir sürü sorumluluk beraberinde geliyor” diyorlar ya! Diyorlar da niçin bardağın boş tarafına bakıyorlar? Bakın bakalım, bize getirdikleri sorumluluklar zararımıza mı, faydamıza mı? Öğrenci isen elbette sorumlulukların olacak. Okulun ve sınıfın kurallarına uyacaksın. Memur isen yine işyerinde sorumlulukların olacaktır. Mesaiye dikkat edeceksin. Amirin emirlerini yerine getireceksin… Asker isen, emredileni yapacaksın. Gece nöbeti tutacaksın. Gündüzünde gerektiğinde bulaşığı yıkayacaksın. Bazen de cephede harp vaziyeti alacaksın. Hatta emredildiğinde, ölümüne savaşacaksın… Nasıl bir insan olarak bir vatandaş olarak bunları yapman gerekiyor, bir kul olarak da sana emredilenleri yapmakla sorumlusun.Hem peygamberlerin bize getirdiği emirler ve yasaklar, kötü bir şey midir? Mesela yalan söylememek, gıybet etmemek, alay etmemek, sözünde durmak, hırsızlık yapmamak, haksız şekilde birilerinin malını yememek, kumar oynamamak, zina etmemek, aklı gideren içkiyi içmemek gibi bir sürü çok güzel emir ve yasaklar var. Bir toplumda bunlara yaygın olarak uyulsa dünya bir cennete dönmez mi? Tüm bunlardan hangisi yanlıştır? Bir de bunlara uyulmadığı toplumları bir düşünür müsünüz? Ne huzur var ne rahat… Sorumluluklarımız elbette yapılmasını istenen ve istenmeyen ahlaki davranışlardan ibaret değildir. Manevi hayatımızın korunması için, kul olduğumuzu unutmamamız için, her daim Allah’ın yardımına muhtaç olduğumuzu hatırlatan namazı düşünelim mesela. Bu ibadet zor bir sorumluluk mudur? Toklukla unuttuğumuz acizliğimizi bize hatırlatan, fakirlerin halini anlamamızı sağlayan, bir çeşit perhiz olan oruç mesela. Zor bir sorumluluk mudur? Yoksa bu ibadetler hem güzel bir eğitim hem de kolay değil midir?İkinci sual ise şu: “İnsanın ne önemi var ki Allah onunla konuşsun? Onun için bir peygamber göndersin?”İlginç… Lakin bir o kadar da cevabı güzel sualler…Öncelikle şunu söylemek gerekir ki insanın iki yönü, iki özelliği var. Birincisi; acizliğini, fakirliğini ve çaresizliğini dillendirir. Evet insan acizdir, gözle görülemeyen bir mikroba bile yenilir, hasta olur, hatta ölür. Dünyaya çarpacak bir meteor karşısında eli kolu bağlı bir çaresizdir. Fakirdir, çünkü her elinde olmayana muhtaçtır. Teneffüs etmek için havaya muhtaçtır. Susamışlığını gidermek için suya, açlığını gidermek için gıdalara muhtaçtır. Giyinmek için giyeceklere, seyahat etmek için bineklere ihtiyacı vardır. Zayıftır, varlık âleminde kendi varlığını ve hayatını tek başına devam ettirebilecek bir gücü yoktur. Belaları çoktur. Mikropların, trafik kazalarının, hastalıkların, depremlerin ve savaşların arasında efsunlanmış bir halde mutluluk arayan bir zavallıdır. Ecel cellâdına karşı çaresizdir ki kâinatta çabuk siliniverecek bir nokta, ölüverecek bir karınca gibidir. -İmansızların gözünde- sevdiklerini alıp götüren, yokluğa atan ölüm; yaşarken adeta mutfak ile tuvalet arasında mekik dokuyan zavallı varlığını ölüm hastalığında kavurur. Kendisini asılacak birisi, etrafındaki güzellikleri idam sehpasının süslenmesinden ibaret manzaralar olarak gösterir. Böylelikle dünyada sahipsiz, çaresiz, başıboş yaşayan canlı olmaktan öteye gidemez. İnsanın diğer yönü, diğer özelliği ise mükemmel yaratıldığını ve her şey emrine verilen mükemmel bir varlık olduğunu anlatır. Boy aynasına bakar mısınız? Hangi organınızda bir kusur bulabileceksiniz? Bir hayal edin. Gözünüzü başka bir yere takın. Yani gözümüz şurada olsa daha iyi olurdu diyebilir misiniz? Kulağımız şurada olsa idi, kollarımız şu uzunlukta olsa idi, gibi bir noksanlık bulabilir misiniz? Saydıklarımızla birlikte insan, “Biz insanı en güzel bir surette yarattık” ayetinin canlı bir ispatı değil midir?Çevrenize bakar mısınız? Nefes almamız için yaratılmış şu havaya, susuzluğumuz için yaratılmış olan şu suya, açlığımızı gidermek için yaratılmış çeşitli gıdalara… Harıl harıl çalışan suyu taşıyan şu bulutlara, bal yapan arıya, süt getiren mübarek hayvanlara, ipeği ören elsiz ve ayaksız böceğe, sırtında taşıyan ata, gemilerimizi taşıyan denize… Hepsi nasıl da biz insanın hizmetine verilmiş. İhtiyaçlarımızı gidermek için adeta yarışıyorlar.İnsanı bu kadar mükemmel yaratan ve her şeyi hizmetine veren bir kudret, onu başıboş bırakır mı? Elbette hayır… Risale-i Nur’dan 11. Söz’den ilhamen söyleyelim: “Her cemâl (güzellik) ve kemâl (mükemmellik) sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek ister. O sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher (sergi-fuar) açsın, içinde sergiler dizsin; ta nâsın (insanların) enzârında (bakışlarında) saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi sanatının harikalarını, hem kendi marifetinin garîbelerini izhar edip, göstersin. Ta, cemâl ve kemâl-i manevisini iki vecihle müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekâik aşinasıyla görsün; diğeri, gayrın nazarıyla baksın.”Hem Rabbimiz bir hadis-i kudside, “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım” buyuruyor. Yaratılma gayemiz bilinmek istemesidir, sevgisinin karşılık bulmasıdır, sevgisinin devam etmesini istemektir. Bunun için bütün hazinelerini gözler önüne, gönüller diyarına açmıştır. Yaratılmışlar içinde nefis ve kalp savaşına tabi tutulan tek varlık olan insanı elbette başıboş bırakılmayacaktır. Ya aşağıların aşağısı olan esfel-i safiline düşüp ebedi hazinelerinden mahrum kalacaktır. Ya da ebedi hazinelerde sergilenen nimetlerine kavuşarak a’la-yı illiyyine çıkacaktır. Bu da bir rehber nezaretinde olacaktır. Ebedi yolculuğunda refakat ettirilecek bir peygamberle olacaktır. Bu aynı zamanda insanların halis bir kulluğu tercih edenleriyle, ebedi bir tanışma ve bilişmesidir. Üstadca, “Ebedinin sadık dostu elbette ebedi olacaktır” hakikatinin gerçekleşmesidir. Çünkü insan ebede âşık olarak yaratılmıştır. Hem, “(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!” ayeti yaratılma gayemizin sadece kulluk olduğunu gösteriyor. Başımıza gelen her hadisedeki tavrımız itaat ve isyan olarak karşımıza dikilecektir. Bu kulluğu yapmak, her an kiminle olduğumuzu bilmekle olur. Zira biz her an onun huzurunda ve onunlayız. Her gün yüz bin kere kalbimizi çalıştıran birisi ile beraberiz. Vücudumuzda her saniye elli milyon hücrenin ölmesine bedel elli milyon hücreyi yerine ikame eden biriyle beraberiz. O bize şah damarımızdan daha yakın, fakat insan o yakını nefsinin gözü önüne yaklaştırdığı haz tuzaklarıyla göremez hale geliyor. Bu kulluğun alt sınırı olan, farzları yapmak ve büyük günahları işlememek ancak ilim yoluyla bu tuzaklardan kurtulmak ile mümkün olacaktır. İlim sahibi olmak, bilmek içinse öncelikle tefekkür etmeyi bilmek gerekir. Bildiklerimiz yeni bilgiler üretmemize yaramıyorsa, bilginin hamalı olduk demektir. Hâlbuki bizi, insanı bekleyen bilginin sultanı olmaktır. Bilginin sultanı olanların hedefi dünyada maddi ve manevi en güçlü devlete, saadete; ahiret yolunda da sonsuz bir rahmete talip olmaktır. Bu nedenle sağlıklı bir tefekkür için ilmin mertebelerinde ilerlemek lazımdır. Malum “Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar.” ayetinde ifade edildiği üzere bildikçe insan korkar. Sevgisini kaybetmekten, rahmetinden uzak kalmaktan, karşılık bulamamaktan korkar. Varlık sebebini kaybetmekten, var oluş gayesinden uzak düşmekten korkar. Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır. (Ahzâb, 21)
Yirmi Birinci Beyit: Bir başka “Lâ”… Varsa aklın re’y ü tedbîrinde noksân eylemeÇünki noksân eyledin takdîre bühtân eyleme (Lâ)Re’y: Görüş, kanaat, oy / Bühtân: İftira(Akıllı adamın hali başkadır. Bir şeyi seçerken veya bir şeye tedbir alırken tam yapar. Eğer noksanı olur da zarar görürse o zaman da kaderi suçlamaz.) Genç Kardeşim! Cenab-ı Hak Kâdir’dir, Kadîr’dir. Kâinatı bir düzen ve intizam içerisinde yaratmıştır. Her şeye bir ölçü koymuş, bir miktar tayin etmiştir. Buna tam olarak itikad edersek anlarız ki her şeyin dizgini O’nun elindedir. Hiçbir şey hiçbir şeye izni olmadan müdahale edemez. Nefislerin Terbiyecisi’nin (sav) “Belaya uğramaktan, küfre düşmekten, kötü kazadan ve düşmanı sevindirmekten Allah’a sığının.” terbiyesiyle tüm şer ve hayır ayırımını iyi yapmalıyız. Tüm şerlerin kaynağının nefis olduğunun şuuruyla kadere iftira yollarını kapamalıyız. Elbette, “Sadakte ya Resulallah!” söyleyeceğiz. “‘Sana isâbet eden her iyilik Allah’tandır; sana isâbet eden her kötülük ise nefsindendir.’ İlahi fermanını ders veren nebevi kelamını hayat-ı yevmiyemize ser-levha yapıyoruz. Cüz-i irademizi rıza-yı İlahi doğrultusunda sarf etmeklikle hayır kapılarının açılması için hem kavli hem fiili dualarımızı yerine getiriyoruz. Ömür deryasının dalgalarında ihtiyarımız neticesinde alabora olmak tehlikesi bulunan her bir kusurlu halimiz dolayısıyla Rabbimizden şikâyet etmiyor, nefis ve şeytanımızı O’na şikâyet ediyoruz. Kadere olan itimadımızı, ellerimizle yaptıklarımızın rüzgârıyla sarsmıyor; bilakis aldığımız ihtiyatî tedbirlerle gençlik coşkularımıza çekidüzen veriyoruz.” demeliyiz. Sünnet-i seniyyenin kapısını sağlam bir kader itikadıyla aralamalıyız. Duâ, îmân, şuûr, rızâ ile gelir hasenat İftira etme sen kadere duâna katran katYirmi İkinci Beyit: Cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman, şiirlerinde Muhibbi mahlasını kullanmıştır. Divan şairleri arasında en çok şiir yazanıdır. Mülk-i dünyâ kimseye kalmaz sonu ber-bâd olurEy Muhibbî şöyle farzet kim Süleymân olmuşum (Muhibbi)(Şu üzerine fenâ mührü vurulan dünya mülkünün kime kaldığı görülmüş ki? Öyle zannedenin sonunu sorma gitsin. Hem farz edelim ki en büyük mülkün ve saltanatın sahibi olan Süleyman olsak ne çare…)Kâinata ibretle bakan kardeşim, sakın ha! Mâlikü’l-Mülk’ü unutma! Gördüğün ve görmediğin her mülkün gerçek sahibi, sonsuz rahmet hazinelerine sahip olan Rabbimizdir. Verdiği ve vermediği ancak imtihan vesilesidir. Ya rüzgâra bindirip gezdirir ya yerin yedi kat dibine indirir. Mülk sikkesinin üzerindeki fenâ mührünü iyi oku. Gönlünü ve gözünü baki hazinelere aç. Fani olandan geç, beka mülkünü seç. Hem şu suali başucu yap: Kendisi kendine malik olamayan, kendini idare edemeyen tüm bu dünya mülkünü nasıl evirip çevirebilir? Kalblerin Mahbubu (sav) şöyle buyurmaktadır: “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.” Elbette, genç kardeşim dirayetin manen alkışlara layıktır: “Sadakte, Ey Habibullah (sav)! Senin gibi kulluk makamını seçiyoruz. Sarının ve beyazın renkleriyle kalbimizin safiyetini bulandırmıyoruz. Fani mülkü sahibine bırakıyor; cefasını değil sefasını çekiyoruz. O yükün altında ezilmiyor, onu kendimize binek eyliyoruz. Dünyayı ahirete tarla bilmek şuuruyla Rabbimize nebevi dua ile el açıyoruz: “Allah’ım, beni bağışla, bana merhamet et, rızanı kazandıracak işler yaptır, bana afiyet ve hayırlı rızık ver.” Âmin, binler âmin.Bel bağlanma cadunun fani mülküneCihan tarlasının Mâliki’l-Mülkü varYirmi Üçüncü Beyit: Bir başka “Lâ Edrî”Her kârda âkıl gözetir semt-i suhûlet (Lâ)(Şu “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın…” düsturu yok mu… Elbette her akıllının her hâl ü kârda alamet-i farikasıdır.)Güzel kardeş! Hayatın zorlukları karşısında bazen koşan dizlerimizin bağı çözülür bazen sırılsıklam terler içinde kalırız. Lakin her zorluktan sonra kolaylıklarla yüz yüze geldiğimizde idrak ederiz ki Rabbimiz Bâsıt’dir. Daralan, ateş çemberine dönüşen şu dünyamızı bize nasıl da genişletiyor, serinletiyor. Ruhumuza nurani nefesli menfezler açıyor. Biz madem Rabbimizin ahlakıyla ahlaklanmayı şiar haline getiren gençleriz, o vakit kulak verelim Muallim-i Ahlâk-ı Âliye (sav) bize neyi ders veriyor: “Kolaylaştırın zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin! …” Zorluk değil, kolaylık peygamberi (sav)… Beşerin zora koşularak derbeder edildiği asırları suhuletin gölgesinde serinlettin. Elbette, “Sadakte ya Nebi! Sensiz zoru elimizin tersiyle kenarlara itiyoruz. Her işimizde kolayı işe koşuyoruz. Kendimiz tercihimizi bu yönde yaptığımız gibi ümmete da yardımcı oluyoruz.” deriz. Anlıyoruz ki “Kolaylığa kucak açılmayan yerde ondan uzaklık vardır.” Beşerin işinde kolayı seçmeyi onun sünnetinden bir nişan bilir, Rabbimizden kolaylaştıranlardan olmayı niyaz ederiz. Zor değil mi, zoru zorla zorlamaSuhulet eyle, beşeri horlama Yirmi Dördüncü beyit: Ziyâ Paşa’dan başka bir beyit…Bin ders-i maarif okunur her varakındaYa Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem (Ziyâ Paşa)Varak: Sayfa(Tevhidi ders veren sayfalarında şu kâinat kitabının mükemmel bir mektebden farkı var mıdır, Allah aşkına?)Genceciksin! Arkadaşım, kardeşim! Akılların Muallimi Efendimiz (sav) şu hadis-i kudsiyi dillendiriyor, marifetullaha müştak gönüllerimizin kulaklarına: “Ben bir gizli hazine idim, tanınmaya muhabbet ettim ve âlemi tanınmak için yarattım.” Her bir şey ya nokta, ya harf, ya kelime, ya satır, ya cümle, ya kaside… Rabbimizi isimleriyle tanıtan, akıl süzgecini kullanmakla tefekküre perde aralayan irfan dersi. Nûr isminin tecellisiyle kalbe yansıyan marifet nurları. Biliriz cehl işte tam da bu mihraktan uzaklıkla başlar. Koskoca kâinat, simsiyah cam parçaları ardından kapkara görünür. Bu hatarı sezen imanlı genç seslenir: “Gözümüz, kâinatı irfan mektebine çeviren Suffa ehlinin gençlerinin halkasında; kulaklarımız ve gönlümüz âlemi şevke getiren Hoca-yı Kâinat’ın (sav) muhteşem hutbesinin şevkinde.” Arzın ve semaların Rabbi bizi mekteb-i irfana talebe eylesin.Mekteb-i âleme nazar etmez misin hâlâDürbünlü hakikat dersleri talebe beklerYirmi Beşinci Beyit: “Kırk yıllık Kânî olur mu yani” sözü Şair Kânî’nin hayatından bir kesittir. Rivayettir ki Bükreş’te bulunduğu sırada bir Romen kızına âşık olur. Kız dinine bağlıdır ve kendisini Hıristiyanlığa davet eder. Kabul etmezse evlenmeyeceğini söyler. Cevap belli: “Kırk yıllık Kânî olur mu yani”Fark etmeyen insan ne demek olduğun eyvâhHayvân gelecektir yine hayvân gidecektir (Kânî)(Sen insanın manasını oku, surete takılma. Aksi hâlde gidişat hayvanî bir seyr-i süluktan ibaret kalacaktır.)İnsanı tanımak elzem, mütefekkir kardeşim! Hâlık-ı zülcelâl bak insanı ne güzel yaratmış. O ki Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri… O ki şu âlem-i kebirin bir misal-i musaggarı… O ki şu âlem sarayının seyircisi ve şu kâinat kitabının mütalaacısı ve şu saltanat-ı rububiyetin dellalı… O ki Cenab-ı Hakk’ın antika bir sanatı… O ki bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî… O ki bütün zihayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk… O ki kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahim ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zatın hadsiz tecelliyatına cami‘ geniş bir ayna… O ki Cenab-ı Hakk’ın esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar… O ki şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi… O ki infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcu... O ki haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi… O ki hikmetli mevcudatın belagatli bir lisan-ı natıkı… O ki kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı… O ki tesbih eden mahlukatın hayretli bir nazırı… O ki ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı… O ki imanın yümnüyle emanete layık, emin bir halife-i arz… O ki mevcûdât içinde en kıymetdarı. Şimdi gel, kulak tıka! Bu hakikatleri görme. Olmaz ki… Hakikatin En Parlak Siracı (sav) ne buyuruyor: “Kendini bilen Rabbini bilir.” buyuruyor. Elbette hakikat-perest her bir genç, “Sadakte ya Nebi!” diye seslenmelidir. “Beni insan yapan imanımı kuvvetlendirmek için, ‘Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku’ seslenişine bir de bu zaviyeden kulak vereceğim. İnsan kitabını da göz ve kalb pencerelerimden okuyacağım.” demelidir. Ne mutlu, insaniyet makamının burçları üzerinde iman sancağını diken gençlere!Akledip ins manasını okuyandır bahtiyarHayvani eşikten beşere geçendir bahtiyarYirmi Altıncı Beyit: Asıl adı Ahmed’dir. Konyalıdır. Kabri, vasiyeti üzerine Kubbe-i Hadra’nın yanı başında, Mevlânâ türbesinin güneybatısında cadde üzerindedir.Ravza-i bâğ-ı İrem’den bana yeğdir vatanım (Şem’î)Ravza: Bahçe(Âd’ın oğlu tarafından Cennete rekabet için kurulan İrem’in güzelliklerinin, sevgisi imandan hisse taşıyan öz-yurd yanında bir kıymeti mi olurmuş?)Gençlik hisleriyle coşmuş kardeşim! Dedik ya Rabbimiz Vedüd’dür. İşte vatan sevgisi de bu ismin bir tecellisidir. Maden-i Kemalat (sav) buyuruyor ki “Vatan sevgisi imandandır.” Bu sevginin kaynağını tespit etmek, neticelerini de anlamaya faydalı olur. Ezanların dinmediği, başların günde beş vakit huzur-ı İlahi’de secdeye gittiği, Allah kelamının gece-gündüz tilavet edildiği… Her köşesine İslam’ın mabetleriyle mühürler kazanmış bir vatan, kocaman bir dil olur ve adeta “Allah!” der. Bu haykırış öyle bir sesleniştir ki bulunduğu yeri bir merkez-i mihrakiye yapar dalga dalga âleme yayılır. İla-yı kelimetullahı gaye edinen civanları fetihlerden fetihlere koşturur. Sınırlara dayanan kirli vücutlara set olur, şehadet besteleriyle aşıkları maşukuna kavuşturur. Toprak parçası üzerinde yaşanan hakikat nurlarının, gönüllere rahmet katreleri olarak yağması ne güzel! Bedir ashabının kahramanlarına kahramanî vatan sevgisiyle teşbih edilen ecdadın torunları olan gençler olarak bu Rabbani muhabbetimizin dünya ve menfaat tozlarına temas etmesinden Rabbimize sığınırız. Bu sevginin mimarı Peygamberimize (sav) Çanakkale edasıyla sesleniriz: “Allah ve Resulü yoluna canlarımız feda olsun! Her biri Kur’ân ve Sünneti hâkim kılmak için dünyanın her bir yanına dağılan, oraları vatan edinen Yıldızlarına bizi kardeş kabul eder misin?” Rehberimizin şehirlerin anasına hicret esnasında yaptığı seslenişini asırlar ötesinden işittiren, hakiki vatan sevgisini ihsan buyuran Yüce Allah’a hamd olsun!Vatandır bu Hakk’ın mülkü manası boş değilİmandan uzak muhabbeti kalbe hoş değilYirmi Yedinci Beyit: Muhibbîden bir başka beyit… Dimezem sana dilâ mehveşde göz ü kaşa bakDest-i kudretle anı nakş eyleyen nakkâşa bak (Muhibbî)Dilâ: Ey gönül / Mehveş: Ay yüzlü sevgili(Ey gönül, kudret eliyle her şeyi güzel ve sanatlı yaratan Yaratıcımız varken, sana nasıl yaradılana bak derim?)Kardeşim benim, Yüce Rabbimiz “Külli şeyin Kadîr”dir. Hani söz ustası demiş ya “Yaratılanı severim, Yaradandan ötürü” diye… Onu şöyle de yapsak hani yanlış sayılmaz: “Yaratılana bak, Yaradandan ötürü” O vakit her sanatlı, intizamlı yaratılan şey üzerinde yüce sanatkârın kudret eli tefekkür edilecektir. Nasıl yazıya bakar da kâtibini, resme bakar da ressamını unutursun? Neuzübillah! Elbette ki bize her şey Rabbimizi hatırlatacak. Hatırlatacak ki mütemadiyen kendimizi O’nun huzurunda hissedelim, marziyatı nedir ne değildir peşine düşelim. Bir cenahı acz olan yaratılışımızın sevkiyle kudret-i ezeliye dayanalım. Tılsım-ı Kâinatın Miftahı (asm.): “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh. (Allah’tan gayrı güç ve kuvvet yoktur!)” buyurmaktadır. Bu virdle her imanlı genç cesaret dolu kalbiyle Rabbisinden başka güç ve otorite tanımaz: “Sadakte ya Resulullah, en sıkıntılı ve zor zamanlarımızda, zorlu düşmanlarımız karşısında yüreklerimiz senin bu kelamının sıcaklığıyla atar.” der. Yed-i kudret ile her muammayı hal ve keşfetmek bahtiyarlığına kavuşmuş gençlere selam olsun! Zerreden kürreye işleyen kudret eline bakİsimden geçerek gönlünde iman ateşi yak Yirmi Sekizinci Beyit: Mehmed Haşmet, nazire ve hiciv yönü kuvvetli olan divan şairlerindendir... Zâtında görür sûret-i noksân ü kusûrunÂyine-i ef’âline her kim nazar eyler (Haşmet) (Bir nazar eyle, şu fiillerinin ayinesine! Nasıl da kendindeki noksan ve kusurun yansımalarını ayan beyan göreceksin.)Genç kardeşim, Yüce Rabbimiz Kuddûs’dür. Her çeşit kusurdan münezzehtir. “Görenedir, köre ne!” demişler. Kâinat kitabı mütalaa edilirken ince bir tefekkürle Zat-ı Akdes’in tecellileri nazarlarımıza sunulacaktır. Beşerin ise öyle mi? Elbette değil. Her bir tarafında bin kusur... Her vakit Üveyse’l-Karani gibi rahmet dergâhında münacat etmelidir: “İlahî! Sen benim Rabbimsin, ben ise senin kulunum. Sen her şeyi yaratan Hâlık’sın ben ise senin tarafından yaratılmış olan mahlûkum. Sen herkese rızık veren Rezzâk’sın, ben ise rızkına muhtaç olan merzûkum. Sen mülkün gerçek sâhibi olan Mâlik’sin, ben ise kulun, kölen olan memlûküm. Sen kudreti daima üstün gelen Azîz’sin, ben ise sana karşı dâimâ zillet içinde olan zelilim. Sen hiçbir şeye muhtaç olmayan Ganî’sin, ben ise her zaman sana muhtaç olan fakirim. Sen hayatı ezelî ve ebedî olan Hayy’sın, ben ise ecel vakti gelince ölecek olan kimseyim. Sen hiç ölmeyecek olan Bâkî’sin, ben ise ölüp bu dünyadan gidecek olan fâniyim. Sen kullarına çok ikrâm eden Kerîm’sin ben ise basit ve hakîr olan cimriyim. Sen hudûdsuz iyilik eden Muhsin’sin, ben ise kötülük eden kimseyim.” Hem günahlarının bağışlanmasını, hatalarının affedilmesini, hastalıklarına şifâ verilmesini Rabbinden dilemelidir. O Zat-ı Kerim’in (sav), “Kendi kusurları ile meşgul olup insanların ayıbını görmeye fırsat bulamayan kimseye müjdeler olsun.” buyurmasıyla kendi onca kusuruyla, noksanıyla iştigal etmeli başkalarının mahrem sınırlarını işgal etmemelidir. Şu duaya ve münacata en ziyade muhtaç olduğumuz zamanda gençlerden bir dua ordusu teşekkül ederek yine Üveysçe sesleniriz, “Hasretindeyiz ya Resulullah! Öğrettiğin tarz ile biz de el açıp yalvarıyoruz: ‘Ey ezel ve ebed sultanı ve bütün güzel isimler ve yüce sıfatların sâhibi olan Hazret-i Allah! Ey kullarının bütün ihtiyaçlarına yeterli olan Kâfî! Ey bütün mahlûkâtını terbiye eden, besleyip büyüten Rab! Ey verdiği sözü yerine getiren Vâfî! Ey nihayetsiz rahmet ve mağfiret sâhibi olup, âhirette sâdece mü’minlere ni’met veren Rahîm! Ey bütün hastalıkların şifâsını veren Şâfî! Ey bol ikrâm ve cömerdlik sâhibi olan Kerîm! Ey sıhhat ve âfiyet veren Muâfî! Bizim bütün günahlarımızı affeyle. Her hastalığa karşı bize sıhhat ve âfiyet ver. Bizden ebedî olarak râzı ol. Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi!’” Rabbimiz bizi kusurunu görerek o kusurunu kusurluktan çıkaran, i‘tirâf ederek affa müstehak olan muhlis kullarından eylesin. Binler noksan kusurla ene demeGör İsm-i Kuddûs’ü hadsizlik etmeYirmi Dokuzuncu Beyit: Hem Niyazi hem Mısrî isimleri mahlasıdır. Asıl ismi Muhammed’ dir. Halvetiye tarikatına bağlı Mutasavvıf bir şair olup Yunus Emre’nin şiirde açmış olduğu yolu takip etmiştir. Birçok tasavvufi meseleyi halkın diliyle beyitlerinde suhuletle anlatmıştır. Sade bir Türkçe kullanan şair, Arapçanın kullanılmış olduğu birçok yerlerde uzun süre kalmış, eserlerinin mühim bir kısmını da Arapça kaleme almıştır. Kabri, ihtiyarlık senelerinde sürgün olarak bulunduğu Limni adasında bulunmaktadır. Günde bir taşı düştü yere binâ-yı ömrümünCan yatar gâfil hânesi oldu harâb bî-haber (Niyazi-i Mısrî)(Ah şu gaflet, ah şu nisyan! Bir kere sarmayadursun. Koca ömür, buz külçesi gibi erir de farkına vardırmaz.)Gençliğini nimet bilen kardeşim! Şu hayatımızın nevbaharında dillerden, “Yâ Baki, ente’l-Baki” nidası düşmemelidir. Her nefesin kıymeti, “huzur-ı İlahide şuuru” içerisinde değerlendirilmelidir. Nisyanın ve gafletin ömür dakikalarına taarruz ve tazyikatına fırsat verilmemelidir. Fani hayat dakikaları Baki’nin yolunda ibka edilmelidir. Gençlikten ihtiyarlığa kuvvetli bir imanın meyveleri saklanmalıdır. Zira Peygamber-i Zîşân’ımız Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmaktadır: “İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin kıymetini bil!” Elbette bileceğiz, bilmeliyiz. Hayatın baharındaki gencecik kalbler olarak, “Sadakte ya Nebi! Nuruna ve şefaatine ve beşere getirdiğin hediye-i hidayetine şimdiden talibiz. Biliyoruz ki bunlar ahir ömrümüzdeki; dermansız, hadsiz zannedilen derin yaralara güzel bir merhem ve tiryaktır. Karanlıklı yeisleri nurlu bir recaya çevirecektir.” diyeceğiz, demeliyiz. Ter ü taze gençlik bağının imanın nuruyla tenviri ne güzel! İman-ı billahın sırrıyla ya İlahî!İman teselli olmasaydı göz kan dolardıPir şöyle dursun civanlar baharda solardıOtuzuncu Beyit: Bir “Yunusça” daha…Aşksızlara verme öğüt öğüdünden alır değilAşksız adam hayvân olur hayvân öğüt bilir değil (Yunus Emre)(Nasihat edeceğini beşerden seç de öyle söyle! Kalbinde aşktan nasibi olmayana ne e/dersin?)Cevval genç! Biliriz hidayet Allah’tandır. O Hâdî’dir. Dilediğini doğru yola iletir. Bu, bazen milyonlarla baki meyveleri müminlere kazandıran nurani şecere-i tuba olan Kur’ân-ı Hakîm’in hikmetli derslerinden ve nasihatlerinden istifade ile bazen de Şems-i Hidayet’in (sav) nurlarından istifade ile olur. Kula düşen şöyle bir meyledivermek. Gerisi Allah Kerîm. Hidayet Güneşi Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, Kur’ân ve Sünnetin bu icrası için bak ne buyuruyor: “Din nasihattir.” İhtidasına şahitlik ettiğimiz binler nasihat-tanırın şevkiyle kalbimiz ihtizazda: “Sadakte, ey Cihanın Sultanı! Hidayet Vesilesi! Getirdiğin mukaddes Kitaba ve Sünnet-i Seniyyeye sahip çıkacağız. Muhtaç gönüllere hakikat derslerini, nasihatlerini ulaştıracağız. Hakikatin âlî hatırı için… Nasihatinize can u gönülden kulak verenler baş göz üzerine! Yüz çeviren kıymet-bilmezlerin boyunlarına inciler asmak ise: Allah muhafaza!” Cenab-ı Hak nasihatten hissemizi ziyade eylesin! Nasihata muhtaç vefalı kalblere kucak açNasihat-bilmezden İsa (as) gibi uzaklara kaça
Dr. İdris Tüzün tarafından kaleme alınan ve SÜEDA Basım Yayın’dan çıkan 2013 tarihli bu kitap iki kısımdan oluşmaktadır. İlk bölümde, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin kişiliği ve hizmeti, Risâle-i Nur’un bir tefsir ve kelam dersi oluşu ile birlikte zamanın dehşetli fitnelerine karşı yaptığı mücadeleler ve müceddidlik vasfı gibi konular ele alınmış. Ayrıca Risâle-i Nur’a talebe olmanın şartları ve Risâle-i Nur’un makbuliyetini gösteren manevi işaretler hakkında da bilgiler verilmiş.İkinci kısımda ise, “Risâle-i Nur’u daha iyi nasıl anlarız?” sorusuna cevaplar aranıyor. Risâle-i Nur eserlerinden en iyi şekilde istifade edebilmenin yolları en ince ayrıntılarına kadar sorgulanıyor. Risâle-i Nur’u anlamada manevi cihet bölümü en önemli bölüm olarak karşımıza çıkıyor. Risâle-i Nur’u bir de bu ölçülerle okumak için yeni ve gayrete getirici bir şevk hissediyorsunuz. Bu kitap, Risâleleri hem tekrar tekrar okumamıza hem de anlayıp istifade etmemize yardımcı olacak güzel bir eser olarak bizleri bekliyor.Kitap link: https://www.hayrat.com.tr/risale-i-nurun-mahiyeti-ve-istifade-yollari
Osmanlı kültüründe günlük yaşamı kolaylaştırmak için kullanılan hizmet taşlarının günümüze ulaşabilenleri çok az sayıdadır. Bu taşlar şimdiye kadar hak ettikleri ilgiyi pek görememiş, haklarında yapılan birkaç çalışma hariç bir literatür oluşturulmamıştır. Restore edilen cami, medrese vb. eserlerin bünyesinde yer alan bu taşların fonksiyonları bilinmediğinden, restorasyon öncesi bazen kasıtlı bazen de cehaletten olsa gerek sökülerek bir kenara atıldığı veya imhâ edildiği görülmektedir. Oysaki kültür hayatının devamı, ait olunan köklü medeniyetle bağın kopmadan ilerleyebilmesi geçmişle bağın koparılmamasına, geçmişteki güzelliklerin sahiplenilip korunmasına bağlıdır. Günümüzde bazı hizmet taşlarının günlük kullanımda elbette yeri bulunmamaktadır. Fakat eski değerlerimizi saklamak, korumak, tanıtmak ve gelecek kuşaklara aktarmak bizim insanlık görevimizdir. Bu taşların hangi amaca istinaden yerleştirildikleri, ne olduğu bilinirse, korunma şanslarının artacağı kanaatindeyiz.Namazgâh Kıble Taşı: Osmanlı zamanında, yakınında cami veya mescid bulunmayan şehir dışındaki alanlarda namaz kılmak için oluşturulan açık hava ibadetgâhlarının kıble tarafına dikilen üzerinde mihrap ayetleri bulunan mezar taşına benzer mermer veya küfekiden yapılan taşlardır.Abdest Teknesi: Abdest tekneleri, sade olduğu gibi, çoğunlukla üzerinde yapıldığı dönemin üslûbu olan zengin zarif süslemeler ile tezyin edilen; yaptıran hayır sahibinin bilgilerinin ve yapım tarihinin olduğu, değişik form ve türde, yekpâre mermer ve küfeki taşından oyularak, kare veya dikdörtgen şeklinde yapılan, üzerinde yine aynı cins taştan kapağı bulunan, genelde dört tarafında musluk bulunan, estetik ve kültürel değeri olan Osmanlı mimarîsinin önemli öğelerinden birisidir.Anı Taşı: Önemli bir yapının temelinin atılması, kullanıma alınması veya işletmeye açılması, tarihini ya da bir olayı hatırlatmak için yapılmış ve özel olarak tasarlanmış taşlardır. Köşe Taşı: İki yola cephe veren yapıların köşelerine yerleştirilen taşlardır. Bunlar dar dönüş yapan at arabalarının tekerlek millerinin bina köşesine çarparak zarar vermesini engellemek için yerleştirilmiş silindirik taşlardır. Aynı zamanda sadaka taşı olarak kullanılanlar da vardır. Mimar Sinan’ın Şehzâde Mehmed Camii’nin dış duvarının köşesine yerleştirdiği yeşil mermerden taşın aynı zamanda İstanbul’un merkezini işaret ettiği rivâyet edilir.Binek Taşı: Kadınlar, çocuklar, yaşlı, hasta ya da fiziksel durumlarından dolayı binek hayvanlarına binmekte zorluk çekenler için, bu zorluğu bertaraf etmek amacıyla yapılan yerden birkaç basamak yüksekliğinde olan, yerleşim yerlerindeki cadde ve sokak köşelerine, konak ve ev giriş kapılarının yanına ve gerek duyulan kimi yerlere konulan özel yapılmış taşlardır. Bu taşlar, uzun kaftan giyen devletlilere de ata binmek ve inmekte büyük kolaylık sağlardı.İbret Taşı: Edirne Adalet Kasrı’nın önünde iki taş vardır. Bunlardan biri, halkın dilekçelerini değerlendirilmek için üzerine bırakıldığı “Seng-i Hürmet” (Hürmet Taşı), diğeri ölüm cezasına çarptırılanların kellelerinin ibret olması için üzerinde sergilendiği “Seng-i İbret” (İbret Taşı). İstanbul Topkapı Sarayı birinci avluda cellat çeşmesinin önünde de “Seng-i İbret” (İbret Taşı) bulunmaktadır.Selam Taşı: Topkapı Sarayı’na Orta Kapı’dan (Babüsselam) içeri girince karşınıza çıkan alanın adı “İkinci Avlu”dur. Alanın solunda “Kubbealtı denilen Divân-ı Hümayun’un toplandığı daire bulunur. Orta Kapı’dan Kubbealtı’na doğru giderken yolun sağ tarafına dikilmiş üç işaret taşı göze çarpar. Kubbealtı’nda toplanacak divan üyeleri selâm taşları denilen bu taşların hizasına gelince, ilerde görülen Babüssaâde’ye doğru dönerler ve padişahın ikametgâhını temsil eden bu kapıyı saygıyla eğilerek selâmlarlardı. Yabancı devlet elçileri de kabulünden önce bu taşın hizasına geldiklerinde selâmlama yaparlardı.Mola Taşı: 40-50 yıl öncesine kadar ağır yükleri taşımak için “sırt hamalları” vardı. Güçlü kuvvetli bu kişiler sırtlarında “semer” denilen ve yükün sırtlarına düzgün olarak dağılmasını sağlayan, meşinden yapılmış ve içine saman doldurulmuş bir arkalık taşırlardı. Semer hamalın sırtındayken yük başkaları tarafından semere yüklenir, gittiği yerde benzer şekilde indirilirdi. Taşıma sırasında hamalın yükü indirip dinlenme imkânı yoktu. Özellikle yokuş yerlerde, hamalın semerindeki yükle birlikte üstüne oturarak bir süre nefeslenebileceği mola taşları düşünülmüştür. Bunlara “dinlenme taşı” veya “hamal taşı” da denir.Mesafe Taşı: İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bulunan üst kısmı kırık mermer taş, Emevîler döneminde Halife Abdülmelik bin Mervan tarafından hac ve ticaret yolları üzerine, iki merkez arasındaki uzaklığı belirlemek için dikilen mesafe taşlarından biridir. Osmanlı öncesine ait olmakla birlikte Osmanlı tarafından sahiplenilmiş ve kullanılmıştır.Sadaka Taşı: Sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın en güzel örneklerinden birisi olan Sadaka Taşları, insan onurunun incinmeden yardım almasını sağlayan eski yardımlaşma sistemlerinden biri olarak bilinmektedir. Cami, medrese, tekke, türbe, sıbyan mektebi, çeşme, mezarlık ve hazirelerde çeşitli boy, biçim ve türde genelde mermer ve granitten yapılan silindirik sütunlardır.Nişan Taşı: “Nişan taşı” veya “menzil taşı” olarak da bilinir. Vaktiyle Türk okçuluğunda uzun mesafe atışlarında rekor kıran okçunun hatırasını yaşatmak için okun düştüğü yere dikilen taş. Nişan/Menzil taşları çoğu kez yekpare mermerden sütun biçiminde yaptırılırdı. Bu anıt taşların üzerinde genellikle atıcının adı ve atış tarihî bulunurdu. Daha sonraki dönemlerde Top ve Tüfek atışlarında da nişan taşları dikilmiştir.Musalla Taşı: Camilerin avlusunda, masa şeklindeki taşa verilen isimdir. Cenaze namazı kılınmak üzere camiye getirilen tabut, bu taşın üzerine konulur. Büyük camilerde birkaç musalla taşı bulunabilmektedir. Yitik Taşı: Yitirilen eşyanın sahibine ulaştırılmasını kolaylaştırmak için yapılmıştır. Eşyası kaybolan önce buraya bakar buluntu kendisine aitse alır; aksi halde dokunmazdı. Yitik taşları geçmişte toplumsal güven duygusunun ne denli yüksek olduğunu göstermektedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin Şark’ta dünyayı teşrif etmesiyle Denizli’deki Melâmi Tarikati’nin Şeyhi olan Hacı Hasan Feyzi Efendi, şöyle müjde veriyordu: “Bugün Kürdistan’da büyük bir veli dünyaya geldi. Bu zât, zamanın sahibi, asrın vekilidir!”Şeyh Hacı Hasan Feyzi Efendi, vefatına yakın, halifesine hususi bir vasiyetini daha bildirir: “Ben, ahir zamanın vazifelisi büyük müceddidi bekliyorum. Onun vasfı şudur: Kendini beklenen kişi olarak tanıtırsa bil ki o değildir. Yok, ‘O makam bizden uzaktır.’ derse O’dur. Eğer senin sağlığında gelirse, vazifeye devam ederken O’na tâbi’ ol!” Nihayet Şeyh Hacı Hasan Feyzi Efendi 1887 yılında ruhunu Rahman’a teslim eder. Aradan yaklaşık altmış yıl geçmiştir. Şeyh Hacı Hasan Feyzi Efendi vefat ettiği gibi, onun iki nesil vekili de bu müjdeli haberle karşılaşamadan vefat etmiştir. Şeyh Hacı Hasan Feyzi’den üç nesil sonra, önceki şeyhiyle aynı isimde olan muallim Hasan Feyzi’ye, şeyhlikle birlikte bu vasiyet de devredilir: “Eğer siz O zatı teşhis ederseniz, O’na tâbi olun!”1943’te Bediüzzaman Hazretleri, altmış dört talebesiyle Denizli Hapishanesine getirilir. “Büyük bir âlim gelmiş!” haberi şehre yayılır. Hasan Feyzi, Bediüzzaman ile görüşmek ister; fakat Bediüzzaman hapishanedeyken görüşmeleri mümkün olmaz. Risale-i Nur’ları inceleyen mahkeme heyetinin zabıt kâtibi, Hasan Feyzi’nin mürididir. Kitapları bir bir Hasan Feyzi’ye getirir. Hasan Feyzi, Risale-i Nur’ları okudukça hakikate vukufiyeti artar. Risale-i Nur’dan okudukları, müjdeyi doğrulamaktadır. Ancak Said Nursî Hazretleriyle bizzat da görüşmek ister. Nihayet Üstad Hazretleri tahliye olduktan sonra kaldığı otelde onu ziyaret eder. Hasan Feyzi, Üstad’ı görünce heyecanlanır ve vasiyette tarif edilen zât olduğunu, tâbi olmak istediğini söyler. Bediüzzaman Hazretleri, “Yok kardeşim, ben o değilim, galiba sen yanlış geldin…Biz Kur’an’a, imana hizmet etmeye çalışıyoruz...” mealinde cevap verir. Oradan ayrılan Hasan Feyzi, murakabeye başlar. Şeyhinin söylediklerini hatırlar: “O zât geldiğinde şu şu vazifeleri yapmak ister. Fakat onlar içerisinde, iman her şeyden üstün olduğu için iman vazifesini esas alır.” Risaleleri düşünür. Her bir cümlesi, iman esaslarını şimdiye kadar görülmemiş bir tarzda ispat edip, ders vermektedir. Artık tam olarak tatmin olan Hasan Feyzi, Üstad’ın yanına gider ve ona intisap eder. Sonrasında müritlerini de toplayarak, “Tarikat dersimi ve şeyhliği bırakıyorum! Zamanın müceddidi buraya geldi, şimdi vazife onundur. Ben şeyhimin vasiyetine uyarak ona tabi oluyorum, tarikatta kalmak isteyen kendine şeyh bulsun. Benim arkamdan gelmek isteyenler, Bediüzzaman’a talebe olsunlar!” der. Bediüzzaman Hazretleri, Denizli hapsinden tahliye edildikten sonra bir buçuk ay Şehir Palas Otelinde ikamete mecbur edilmişti. Talebeleri evlerine dönmüşler ama Üstadın sürgün yeri belli olmadığı için Denizli’de tutuluyordu. Nihayet 31 Temmuz 1944 Perşembe günü bir komiser refakatinde Denizli’den Afyon’a hareket etmişti. Bu hareket esnasında Hasan Feyzi Efendi, Üstadına şu ayrılık şiirini takdim etmişti:“Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak,Yine fırkat, yine hasret, yine hüsran olacak.Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm,Çünkü hicran dolu kalbim yine hicran olacak.Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak.Nazarın erse garip başıma ey nur-u Hüda,Bugün artık bu hakîr bende de umman olacak.”1 (Kısaltılarak alınmıştır.) Artık Risale-i Nur Talebesi olan Hasan Feyzi Ağabey, dualarında hep Bediüzzaman Hazretlerinin yerine ölmeyi murat etmektedir. 1946’da Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ’da suikastla zehirlenir. Zaten yukarıdaki şiirinde “...Nezrim bu ki, canım sana kurban olacak, yani sana gelecek belalar bana gelsin. Sana hayatımı adak olarak takdim ediyorum.” demişti. Duası kabul olur. Üstad Hazretlerinin Emirdağ’da zehirlendiği aynı gün Hasan Feyzi Ağabey Denizli’de rahatsızlanır. Merhum Hafız Ali Ağabey gibi hakikat yolunda, 13 Kasım 1946’da Üstadına bedel şehîd olur. Mezarı Denizli Kabristanındadır. Denizli şehidi, İslamköylü Hafız Ali Efendi’ye yakındır. Yukarıdaki hadiseyi merhum Halil İbrahim Ağabey Bediüzzaman Hazretlerine yazdığı mektupta şöyle özetler:“Muhterem Efendim,Mesmuatıma nazaran, Denizli’de, bundan yetmiş seksen sene evvel büyük bir evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zât, bir gün talebelerine, ‘Bugün Kürdistan’da bir evliya dünyaya geldi.’ diye beşarette bulunmakla zât-ı devletlerini işaret buyurmuş. Bâdehu Denizli’ye başka başka perdelerle teşrifiniz, o zâtın ruhunu şâd ve i’zaz için olduğunu telâkki etmiştim. Ve az zaman sonra aynı isimde müteveffa Hasan Feyzi Efendinin Risale-i Nur’a hürmetle birinci Hasan Feyzi’ye imtisalen istikbal etmesi ve Nurlara taaşşukla idhal-i envar olması, bu kanaatimi kat kat ziyadeleştirdi. Şimdi de düşündüm: Birinci Hasan Feyzi’nin vefatından sonra Said yetişti. Ve namına baktığı ikinci Hasan Feyzi de vazifesini yaptı ve Nurlara gark olarak ve yerine bırakacağı çok Hasan Feyzi’leri de vazife başına dâvet edip hayata veda etti. Cenâb-ı Erhamürrâhimînden tazarru ve niyaz eylerim ki Risale-i Nur’a ve Üstadımıza bu Hasan Feyzi’nin acısını unutturacak daha çok Hasan Feyzi’ler ihsan buyursun. Ve onların başlarında Üstadımızı mesud ve bahtiyar ve muammer buyurmasını onun derya-yı rahmetinden, fazlından, inayetinden ve ihsanından, ikramından, in’âmından, eltâfından ümitvar olup görmekliğimizi tazarru ve niyaz eylerim.Günahkâr, âciz, kusurlu talebeniz Halil İbrahim”2 Hasan Feyzi Ağabey’in, zehirlenen Üstad’ın yerine vefat etmek istemesini Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda şöyle ifade etmiştir:“Pek çok alâkadar olduğum ve Risale-i Nur’un gayet ehemmiyetli bir merkezi ve az zamanda pek çok Nur işini gören Denizli Hüsrev’i ve gayet ciddî ve sadık rüfekaları, hususan hâkim-i âdil ve Muharrem ve Hafız Mustafa vesairenin namına bayram tebrikiyle, Hasan Feyzi’nin şiddetli ve tehlikeli hastalığını beyan eden bir mektubu, çok ehemmiyetli bir kardeşimiz olan Muharrem’den aldım. Kanaat-i kat’iyem geldi ki, Hasan Feyzi, aynen şehid Hafız Ali (rahmetullahi aleyh) gibi, benim musibetimin kısm-ı âzamını kendine alıp manevi bir fedakârlık eylemiş. Hafız Ali, benim bedelime birkaç emare ile berzaha gittiği gibi, bu Hasan Feyzi de aynı hastalığım zamanında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevafuku kuvvetli bir emaredir ki bana çok acıyan ve şefkat eden o kardeşimiz, manen hastalığımı kısmen kendine aldı. Bu dört cihetle tevafuk içinde yalnız bir fark var. Benimki zehirden, tesemmümden, onunki soğuktan gelmiştir. Elbette Hastalar Risalesi bizim bedelimize onu teselli edip iyadetü’l-mariz gibi keyfini sormuş ve hastalıktaki büyük sevaplar ve sıkıntılarını sürura kalbetmiş. Cenâb-ı Hak, şifa-i âcil ihsan eylesin. Âmin.”3 Bediüzzaman Hazretleri, Hasan Feyzi Ağabey’in kendisi yerine vefat etme hâdisesiyle alâkalı olarak bir mektubunda şunları ifade etmektedir:“Evvelen:(لِكُلِّ مُصٖيبَةٍ: اِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ) ‘Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: Muhakkak ki biz, Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz!’ derler.”4 Risale-i Nur’un kahramanlarından ve Hafız Ali’ nin makamına geçen merhum Hasan Feyzi’nin vefatı, Denizli’ye, Risale-i Nur dairesine ve bu memlekete ve âlem-i İslâma büyük bir zayiattır. Fakat kendisi, pek samimî ve hâlis ve fevkalâde beyanatıyla ve dersleriyle, inşaallah, kendi yerinde çok Hasan Feyzi’lerin yetişmesine bir zemin ihzar etmiş, sonra gitmiş. Aynen biraderzadem Abdurrahman gibi, bir iki senede on sene kadar Nurlara kıymetli hizmet etti. Güya o da Abdurrahman da çabuk dünyadan gideceğiz diye on senelik vazifeyi bir iki senede gördüler.Saniyen: Bu kahraman kardeşimizin, hayatta kaldığı gibi, defter-i hasenatına her birimiz, manevi kazançlarımızı, umumda olduğu gibi, hususî bir surette dahi o kardeşimize hediye etmeliyiz. Ben kendim, onu da Hafız Ali, Hafız Mehmed ve Savalı Ahmed ve Mehmed Zühtü’ nün beşincisi olarak evliya-yı azimenin has dairesinde, manevi kazançlarımı ona da bağışlamaya karar verdim. Hem, benim bedelime onun küçücük medrese-i Nuriyesi olan hanesindeki akrabasına ve Denizli ve civarındaki büyük medrese-i Nuriyedeki refiklerine ve talebelerine ve Nur şakirtlerine taziyemizi tebliğ edip deyiniz ki: Ben bütün ömrümde, bu derece, bir vefattan bu kadar müteessir olup ağlamamıştım.Hem size bundan evvel yazdığım mektuptaki şiddetli hiddetim ve dimağımdaki perişaniyet, şimdi tahakkuk etti ki o kahraman kardeşimizin vefatı gününden başlamış. Hatta o tesir, ihtiyarımı selb etmişti. Öleceğim diye hizmetçiye vasiyetimi söyledim. Demek, ikinci bir ruhum hükmünde Hasan Feyzi, benim bedelime ölmüş ve ölüyor. Hattâ onun vefat mektubu, bütün bütün âdetime muhalif, bir buçuk saat elimde iken açamıyordum. Her neyse... Bütün bu elîm acılara mukabil, inayet-i İlâhiye imdada geldi; hem kendimi, hem onu, hem Nurcuları mesrurane ruh u canımızla tâziye içinde tebrik ettim. Bin bârekâllah ve binler rahmetullah dedim, terhisini alkışladım. ........................“Ben dedim: Hadsiz şükür olsun ki, bir muallim terhis edildi, onun bedeline iki Hasan ve iki Mustafa ve üç muallim ve bir çalışkan muallim, vazifeleri içinde Denizli kahramanının vazifesini görüyorlar. İşte bu hal işaret eder ki, nasıl Hafız Ali gitti, Denizlili onun yerine geldi, acısını unutturdu; öyle de bir Hasan Feyzi gitti, yerine bir dârü’l-fünun gelecek, inşaallah acısını unutturacak. Umum kardeşlerime selâm.”5 Hasan Feyzi Efendi’nin yazmış olduğu naat-ı şerif çok uzun olduğu için kısaltarak aşağıya alıyoruz: Naatın başında şu ayet vardır: “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar; hâlbuki Allah, kâfirler hoşlanmasa da nurunu tamamlayıcıdır!”6 Ahmed yaratılmış o büyük Nur-u Ehad’den,Her zerrede nurdur, o ezelden, hem ebedden.Bir nur ki odur hem yüce, hem lâyetenâhi,Ol fahr-i cihan Hazret-i Mahbub-u İlâhî.Parlattı cihanı bu güzel nur-u Muhammed (sav)Halk olmasa, olmazdı bir zerre ve bir fert.Ol nuru ânın, her yeri, her zerreyi sarmış,Baştan başa her dem bu kesif zulmeti yarmış.Sönsün diye üflense, o derya gibi kaynar,Söndürmeye hem kimde acep zerre mecal var?Alnında yanan nur-u Muhammeddi Halîl’in,Yetmezdi gücü bakmaya her çeşm-i alîlin.Şakketti kamer, Fahr-i Beşer, ol Yüce Server,Her yerde ve her anda onun nuru muzaffer.İdraki olan kafile ayrıldı Kureyş’ten,Feyz almak için doğmuş olan şanlı güneşten.Ol kevser-i Ahmed’den içip her biri tas tas,Olmuştu o gün sanki mücellâ birer elmas.Ol başlara taç, derde ilâç, mürşid-i âlem,Eylerdi nazar bunlara nuruyla demâdem.Mahbubuna uyduk, hepimiz ümmeti olduk,Ağlatma yeter, et bizi handân, yine Ey nur-u Rabbânî!Ol Ravza-i Pâk-i Ahmedi (sav) göster bize bir dem,Artık olalım hep ona kurban, yine Ey nur-u Samedânî!İslam’a zafer ver bizi kurtar, bizi güldür,A’dâmızı et hâk ile yeksan, yine ey nur-u Furkanî!Her belde-i İslâm ile, olsun bu yeşil yurd,Tâ haşre kadar Cennet-i cânan, yine ey nur-u imanî!Ol Fahr-i Cihan, Âl-i Abâ hakkı için, yâ Rab.Hıfzet bizi âfât ve belâdan, yâ Nûra’l-Envâr, Bihakkı ismike’n-Nûr!71- Emirdağ Lahikası, c.1, s. 372,373. Osmanlıca Nüsha.2- Emirdağ Lahikası, c.2. s. 380.3- Emirdağ Lahikası, c. 2, s. 311.4- Bakara Sûresi, 156.5- Emirdağ Lahikası, c. 2, s. 339-342.6- Saf Sûresi, 8.7- Emirdağ Lahikası, c. 1. s. 221-239.