218. Sayı: "Birlik ve Beraberliğe Muhtacız ve Mecburuz"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBirbirinizle Çekişmeyin
İnsan

Kışın bu soğuk atmosferinde üç ayların gelişiyle manevi sımsıcak bir iklime giriş yaptık. Sadece mevsim şartları değil, dünyanın genel havasındaki problemlerle yaralı olarak, özellikle Müslüman coğrafyada yaşanan sıkıntıların hepimizi paraladığı, üzdüğü şu zamanda üç ayların manevi iklimi hepimize iyi gelecek ümidindeyim.Zira 24 Temmuz 2020’de Ayasofya’nın cami olarak yeniden açılması ve müminleri kuşatmasıyla başlayan sevincimiz ve ümidimiz, 8 Aralık 2024’te Şam’ın zalimlerin zulmünden kurtuluşa yelken açmasıyla daha da kuvvetlendi. Şimdi gözler, Bilad-ı Şam içinde kalan ve özgürlüğü bütün dünyanın barış ve selametine kapı açacak olan Kudüs’e dikildi. Zira Kudüs’e giden yol, Şam’dan geçmektedir…Bütün bunlar olurken bize bakan ve üzerimize vazife bir şey vardır ki o da birlik ve beraberliğimize kuvvet verecek hali kuşanmaktır.“Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir” diyen Bediüzzaman Hazretleri, “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.” diyerek sorumluluğumuza dikkat çekmiştir.Ehl-i gaflet ve dünya, hatta dalalette gidenler rekabetsiz ittifak edebildikleri halde, ehl-i hak, ashab-ı diyanet neden ihtilaf ediyorlar sualine karşı da; dalalet ehli her ne kadar yanlışta olsa da haksız davalarında gösterdikleri ihlas ve samimiyet, birlik ve beraberliğe verdikleri kuvvetin onları muvaffakıyete taşıdığını; zira ihlas ile kim ne isterse Allah’ın vereceğini; bizde ise Allah’a itimatla diğerine ihtiyaç hissetmemek, belki enaniyet ve hodgamlık devreye girerse kendini haklı, karşı tarafı haksız görmekle araya ihtilaf ve rekabetin gireceğini, bunun da ihlası kaçırmakla beraberliğimizi zir ü zeber edeceğini söylemektedir.Rabbimiz Enfal 46’da “Allah’a ve Resulüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin, sonra içinize korku düşer de (size heybet veren) rüzgârınız (kuvvetiniz) gider.” buyurmaktadır. Demem o ki bu kutlu yürüyüşte hem ülkemizde hem de inşallah tüm Müslümanlar olarak Kur’an ve Sünnet etrafında bir ve beraber olarak Kudüs’ün kurtuluşunu da bütün dünyanın selamete erdiğini de hep beraber görebiliriz, ömrümüz varsa…Evet, bütün insanlık tarihi boyunca ittifak ve ihtilaflar belirlemiştir ahval-i alemi. Bütün idareler iradelerini bunun üzerine teksif etmiştir. Devletler buna para harcamış, insanlar bu uğurda canlarından geçmişlerdir. Çünkü birlik ve beraberlik medeni-i bittab olan insanın fıtratında vardır.Geliniz, koca Sultan Yavuz’a kulak kesilelim ve bir de onun o güçlü sesiyle söyleyelim:“Milletimde ihtilâf u tefrika endîşesi Gûşe-i kabrimde hattâ bî-karâr eyler beni İttihâd oldu hücûm-ı hasmı def’e çâremiz İttihâd etmezse millet dâğdâr eyler beni.”

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Elhamra SarayıElhamra Sarayı’nın geçmişi 9. yüzyıla kadar gitmektedir. Granada’yı da içine alan İlbîre (Elvira) bölgesindeki Müslümanların lideri Sevvâr bin Hamdûn el-Kaysî, savunma maksadıyla Medînetülhamrâ adlı bir kale inşa ettirmiştir. Bu kale XI. yüzyılın ortalarında terk edilmiş bir halde iken, 1052-1056 yılları arasında genişletildi ve yıkık yerleri tamir ettirildi. Nasrîler Devleti’nin kurucusu Galib-Billâh Muhammed bin Yusuf, 1238’de idare merkezi olarak Gırnata’yı seçmiştir. Burada Elhamra Kalesinin bulunduğu yerde bir saltanat şehri kurulması talimatını vermiştir. Bu şümullü proje, ilerleyen zaman içerisinde birtakım köklü değişikliklere de uğrayarak çeşitli kısımları başka başka emîrler tarafından yaptırılmak suretiyle 150 yılı aşkın bir müddet zarfında tamamlanmıştır. Son şeklini ise 15. yüzyılın ilk yıllarında almıştır. Elhamra’nın bugün ayakta kalan bölümlerinin en büyük kısmı I. Yûsuf (1333-1354) ve Ganî-Billâh 5. Muhammed (1354-1359, 1362-1391) tarafından inşa ettirilmiştir. Elhamra, Kastilya Krallığı’nın 1491’de başlattığı sıkı muhasara sonucu 3 Ocak 1492 tarihinde son Nasrî emîri Ebû Abdullah Muhammed bin Ali tarafından Gırnata şehriyle birlikte İspanyollara teslim edilinceye kadar geçirdiği iki asırlık tarihi boyunca hiç düşman istilâsına uğramamıştır. Elhamra Sarayı’nın göz alıcı tezyinatı açık mekânlarda yalnız alçı, kapalı mekânlarda ise alçı ile karışık çinilerle meydana getirilmiştir. Genel süsleme malzemesi büyük ölçüde mermer kullanımıyla takviye edilmiştir.3 Ocak 1501Ali Şir Nevaî vefat ettiAslen bir Uygur kabilesinden olan Ali Şir Nevaî, 9 Şubat 1441’de Herat’ta dünyaya gelmiştir. Babasıyla birlikte Babür Han’ın himayesine girdiler ve Meşhed’e gittiler. Burada İmam Rıza Medresesinde eğitim görmüştür. Ali Şîr Nevâî manzum ve mensur eserleriyle sadece Çağatay edebiyatının değil bütün Türk edebiyatının önde gelen simalarındandır. Türkçe eserlerinde Nevâî ve Farsça şiirlerinde Fânî olmak üzere iki mahlası vardır. Ali Şîr’e tesir edenlerin başında İran’ın büyük mutasavvıflarından Abdurrahman-ı Cami Hazretleri gelmektedir. Molla Cami’ye olan hayranlığı ve fikirlerine duyduğu hürmetten dolayı, onun mensup olduğu Nakşibendiye tarikatına intisap etmiştir. Herat’ta 3 Ocak 1501’de vefat etti. Kudsiyye Camii yanında kendisinin yaptırdığı türbeye defnedildi.22 Ocak 1952Gençlik Rehberi mahkemesinin ilk duruşması yapıldıBediüzzaman Saîd Nursî Hazretleri’nin Gençlik Rehberi adlı eserinden dolayı, hakkında İstanbul’da bir dava açılmıştır. Davanın açılma sebebi, Gençlik Rehberi’nin genç bir Nur talebesi tarafından gizlice bastırılmasıdır. İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesince 163. maddeye istinaden açılan davanın ilk duruşması 22 Ocak 1952 günü, günümüzde Büyük Postane olarak bilinen ve o günlerde İstanbul Adliyesi olarak kullanılan binada görülmüştür. Bir buçuk ay devam eden yargılamadan sonra 5 Mart 1952 günü, üçüncü duruşma görülmüştür. Bediüzzaman Hazretleri hakkında mahkeme heyeti oybirliği ile beraat kararı vermiştir.27 Ocak 1901Alman Çeşmesi açıldıAlman İmparatoru 2. Wilhelm, 19 Kasım 1898’de, Sultan 2. Abdülhamid’i İstanbul’da ziyaret etmiştir. Bu ziyaret, onun İstanbul’a ikinci gelişiydi. İkinci ziyareti anısına Sultanahmed Meydanına bir çeşme yaptırmak istemiştir. Sultan 2. Abdülhamid’in de ona­yıyla, çeşmenin inşaatına başlanmıştır. Çeşmenin bütün parçaları Almanya’da imal edilmiştir. Daha sonra parçalar, İstanbul’a getirilerek birleştirilmiştir. Kubbeyi taşıyan kemerlerin iç tarafında Mehmed İzzet Efendi’nin sülüs hattıyla imparatorun zi­yaret yılı olan 1316’yı gösteren, Ahmed Muhtar Efendi’nin sekiz beyitlik manzum tarihi bulunmaktadır. Çeşmenin inşaatının tamamlanmasının ardından 27 Ocak 1901 günü açılışı yapılmıştır. Ayrıca su haznesinin ortasında bulunan tunç bir levha üzerinde kabartma harflerle Almanca olarak yazılan metinde, çeşmenin Kayser II. Wilhelm’in 1898 yılı sonbaharında Osmanlıların hükümdarını ziyaretinin “şükran hâtırası” olarak yaptırıldığı belirtilmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiSuriye’de Geçmişin Muhasebesi–Geleceğin İnşası: Tarih Geri Dönüyor
Kültür ve Medeniyet

8 Aralık 2024 tarihinde, tarihin dönüm noktalarından, kırılma anlarından birisine daha şahitlik ettik. Suriye’de Beşar Esad’ın devrilmesi sadece Suriye’nin değil, bölgenin geleceğini de bütünüyle değiştirecek. Bütün kamuoyunda bundan sonra bölgenin muhtemel geleceği konuşuluyor, değerlendiriliyor. Elbette muhtemel geleceğin konuşulması normal ve doğal. Ancak bütün bu zor süreçte şahıstan uluslararası kuruluşlara kadar her kademede, herkesin ve her kesimin tarih ve insanlık önünde vicdani bir imtihanı da oldu. Nitekim Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 22 Aralık’ta Suriye’ye gerçekleştirdiği ziyaret esnasında Türkiye’nin süreç boyunca sergilediği tutumu “Bugün, Türkiye olarak tarihin doğru tarafında yer almış olmanın haklı gururunu yaşıyoruz” ifadeleriyle özetledi.Şimdi Geçmişi Muhasebe ZamanıBundan 8 yıl önce Halep ağır bir yıkım ve saldırı altındayken bu derginin kapağında ve kapağın ardındaki satırlarında, “Halep İçin Varız, Çünkü Biz İnsanız” diye haykırıyor, feryad ediyor, isyan ediyor ve ilan ediyorduk. O günlerde “Bugün Halep’te yaşananların değerlendirilme düzeyinin mikyası, mukayesesi, muhakemesi “insan olma” veya “insanlıktan çıkma” arasında, üçüncü alternatifi olmayan iki seçenekle sınırlıdır. Yeryüzünde yaşayan ve haberdar olan herkesin bu iki seçenekten birinde mecburi bir konumlanması söz konusudur” diyorduk.Bundan 8 yıl önce bu derginin satırlarında, “Mefkuresini arayan Coğrafya” başlığı altında “Bugün Suriye’den Avrupa’ya iltica et­mek için yola çıkanlarla, dünün Bosna Her­sek’inde yollara düşenlerin hikâyesi, bu­gün Halep’e düşen bombalarla dünün Saray­bosna’sına atılan mermiler, hep aynı savru­luşun tezahürü…” olduğuna dikkat çekiyordukBundan 6 yıl önce bu derginin satırlarında “İttihad-ı İslam’ın Yolu Aylan Bebeklerin Hayatta Kalmasından Geçer” ifadeleriyle kendimizin de parçası olduğumuz İslam dünyasını sigaya çekiyorduk.Bundan 6 yıl önce bu derginin satırlarında, Batı’nın Suriye’de Ortadoğu’da İslam Dünyasında kurduğu tezgaha karşı öfkemizi “Kendi ürettikleri terör örgütlerine İslam coğrafyasının kadınlarını, çocuklarını hem de İslam’ın asla tasvip etmediği en vahşi metotlarla İslam adınaymış gibi öldürten ve milyonlarcasını yerinden yurdundan ettiren, mülteci konumuna dü­şürten, kendi ürettikleri terör örgütlerinden kaçan Aylan be­beklerin boğulmalarına aldırış etmeyen, Ümran bebeklere içi sızlamayan, kendi sınırlarına dikenli teller çeken…” ifadeleriyle dile getiriyor idik.Bundan 4 yıl önce bu derginin satırlarında, “Cesedi kıyıya vurmuş Aylan bebekleri, üzerine bomba yağmış yüzü kan revan içerisinde kalmış Ümran bebekleri zerre kadar umursamayarak insanlıktan iyice sıyrılmış, hissiyatını, insafını ve merhametini kaybetmiş, çığırından çıkmış şekilde hunharca coğrafyaları kan gölüne çeviren uluslararası sistem…” diyorduk.Bundan 3 yıl önce “Suriye’de ne işimiz var?” ifadeleriyle, hakikati arama derdinde olmayan muarız sorulara karşı, yine bu derginin kapağı altında tepki, itiraz ve izahlarımızı “…ve şöyle cevaplayalım “Mesele Suriye değil, sen hala anlamadın mı?” ifadeleriyle dile getiriyorduk.Bundan 2 yıl önce, Bolu Belediye Başkanı ve Zafer Partisi Genel Başkanı tarafından yükseltilen mülteci karşıtı söylemlere, Suriyelileri geri göndermeyi tahayyül, tasavvur ve taahhüt eden zihniyete karşı bu derginin satırlarında itirazımızı “Zabıtlara geçsin, itiraz ediyoruz” diyerek tarihe not düşmüş idik.Bundan 2 yıl önce İstanbul Üsküdar’daki bir sokakta bir grup, 17 yaşındaki Suriyeli bir gencin etrafını çevirmişler, gence yönelik sarf ettikleri sözlere karşılık 17 yaşındaki Suriyeli genç “Ben bir insanım” cevabını vermiş, biz de bu derginin satırlarında o genç ile birlikte “Ben bir insanım” demiştik.Ne çok şey yaşandı, ne çok şeye tanıklık ettik, kulaklarımız neler işitti, gözlerimiz neler gördü. Ne sözler duyduk, kalbimiz ne çok ağrıdı ve ağladı. Tarih bireyden uluslararası kuruluşlara kadar; herkesin, her grubun, fraksiyonun, kurumun, kuruluşun, devletin durduğu yeri yazdı. Herkes ve her kesim bu süreçte tarihe notunu düştü. Nice yazılarımız ve bu kapak altındaki diğer yazarların nice yazılarıyla İrfan Mektebi dergisi ve okur camiası, elinden geldiğince, gücü yettiğince ve sesi çıktığınca hakkın, vicdanın insanlığın yanında olma mücadelesi verdi.Şimdi, Geleceği İnşa Etme Zamanıİslam Dünyası olarak yüzyılı aşkındır; siyasi, iktisadi, coğrafi, idari, fikri, dini, içtimai bir buhran, bir kriz içerisindeyiz. Topyekûn olarak kavrulduğumuz, savrulduğumuz, bu­nal­dığımız, feryad ettiğimiz, ızdırabını çek­tiğimiz bu buhran içerisinde yüzyılı aşkın­dır da bir çıkış yolu arıyoruz. Ortadoğu bölgesinde geçmişte yaşanan, geçmişte başlayıp halen devam eden, günümüzde yeni ortaya çıkan çatışmalara bakarak bu çatışmaların nasıl sona erdirileceğinin sorgulamasını yapıyoruz. Bunca acı, sancı ve kayıplar içerisinde zafer olarak değerlendirebileceğimiz bir hadiseye, bir gelişmeye on yıllardır muntazır idik.Süreç henüz sona ermemişken, süreç sona ermiş gibi yapılan değerlendirmelerin ne kadar nakıs olduğunu da son hadise bir defa daha göstermiş oldu. Hadisatın akışı içerisinde yer alır­ken, sadece basına yansıyan an­lık haberleri, günlük, haftalık ay­lık ve yıllık olayları esas alarak; toplumsal ve siyasi dinamikleri, aktörleri, geçmişi, tarihi verileri hesaba ve kıyasa katmadan gele­ceği analiz etmenin ne derece yanlış olabileceğinin en çarpıcı örneğini yaşadık. Medyada “Özgür Suriye’de ilk Cuma namazı Emevi Camiinde kılındı” haberleri yüz sene önceki bir başka hadiseyi tahattur ettiriyor. Bundan yüz yıl önce Şam’da Cami-i Emevi’de içinde yüzden fazla ulemanın bulunduğu on bin kişiye Bediüzzaman’ın irad ettiği hutbede; “İstikbal, yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak… Ölsün yeis…. bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mâzi düşmüş…” sözlerini tekrar hatırlatıyor.1800’lü yıllarda yaşamış olan İngiliz tarihçi John Acton, vefatından sonra 1906 yılında yayınlanan Lectures on Modern History adlı eserinde, “Tarih, bizi yalnız başka za­manların uygunsuz etkisinden değil, kendi zamanımızın uygunsuz etkisinden, çevrenin tiranlığından ve soluk aldığımız havanın basıncından da kurtaran şey olmalıdır” der.Coğrafyanın asıl sahipleri, kabaca yüzyılı aşkın önce kaybettikleri coğrafyaya geri dönüyorlar. Tarihte bir defa olanın bir defa daha olabileceğinin emareleri görünüyor. Tarihte birden fazla vaki olan hiç şüphesiz ki bir defa tahakkuk edebilir ve Allah’ın izniyle edecektir. Coğrafyanın asli unsurlarının bütün bileşenleriyle bu arayışları bazı çevreler tarafından hep Neo-Osmanlıcılık anlayışı olarak nitelendirildi. Bu söylem üzerinden, zımnen itiraz, alenen itham edildi, hatta tahfif edildi, kategorize edildi, ütopik addedildi ve gösterildi. Oysaki Neo-Osmanlıcılık veya başka bir kavram, her ne olarak ifade edilirse edilsin, coğrafyanın asıl sahipleri ve asli unsurları dönüyorlar ve tarihi geri döndürüyorlar. Coğrafyanın asıl sahipleri, bütün Ortadoğu coğrafyasında bin yıldır birlikte yaşayan tüm unsurlardır. Lübnan Başbakanı Mikati’nin 18 Aralık 2024 tarihli Türkiye ziyaretindeki basın toplantısında ifade ettiği “Ancak şunu öğrendik, önce Allah’a, daha sonra Lübnan’ın dostlarına ve özellikle de Türkiye’ye güvenmemiz gerektiğini öğrendik” sözleri bu dönüşün en net tezahürlerinden birisidir. Yalnızca Suriyeliler değil, Lübnanlılar da coğrafyalarına geri dönüyorlar.ABD Başkanı Carter döneminde, Başkanın ulusal güvenlik danışmanlığını yapmış olan, Başkan Obama tarafından ise en önemli 10 Amerikalı düşünürden birisi olarak nitelendirilen Zbigniew Brzezinski; ABD’de 1997’de yayınlanan ve daha sonra Türkçeye de tercüme edilmiş olan Büyük Satranç Tahtası kitabının daha hemen başında komplo teorileri üretmeye imkân vermeyecek kadar açıklıkta, herhangi bir saklama ihtiyacı da hissetmeden şu ifadeleri kullanmaktadır. “Avrasya’ya hükmetmeye muktedir, dolayısıyla Amerika’ya da meydan okuyabilecek Avrasyalı bir rakibin ortaya çıkmaması zorunludur. Bu nedenle kapsamlı ve bütünleşmiş Avrasya Jeo-stratejisini oluşturmak bu kitabın amacıdır.” Bu ifadelerinden he­men önceki satırlarda ise, “Av­rasya’yı kontrol edenin dünyayı kontrol edeceği varsayımına” atıf­ta bulunmakta ve kuvvetle vur­gulamaktadır. Bu coğrafyada “ABD’nin ye­­­ri­­­ni Türkiye’nin alabileceği” ifa­deleri de yine Brzezinski’nin 2012 yı­lında Hürriyet’ten Cansu Çam­­lıbel’e verdiği röportajda yer almıştır.Bu coğrafyada kendi kalbine ve ruhuna hükmeden, coğrafyadakilerin kalplerine ve ruhlarına hitap eden, kalplere ve ruhlara dokunan, kalplere ve ruhlara zulüm ile eziyet etmeyen, Coğrafyaya öncülük eder. Coğrafyanın ana aktörü olan Türkiye, Su­ri­ye’de hadiselerin patlak vermesinden itibaren kalbini bozmadan, ruhunu insanlık ve vicdandan sıyırmadan sabırla ve sebatla insanlık mücadelesi verdi. İnsanlık ve vicdan mücadelesinin öncüsü oldu. Tarihte olduğu gibi, merhamet medeniyetinin temsilcisi ve taşıyıcısının bu çağda da kendisi olduğunu ispat etti. Şimdi de yeni döneme ilişkin olarak tarihten aldığı ilham ile fakat çağın format ve formasyonuna uygun şekilde bölgede yine var olmaya devam edecektir. Nitekim Türkiye’nin Özgür Suriye’ye yeni ve ilk atanan maslahatgüzarı Burhan Köroğlu’nun “Suriye ile Osmanlı dönemindekine benzer bir ilişkiye sahip olacağımızı da ben takdir ediyorum” ifadeleri oldukça önemli işaretler içermektedir.Hem bizzat kendileri hem de kurdukları eli kanlı örgütler ile bölgeyi kan ve gözyaşı uçurumuna sürükleyen, bu coğrafyanın ne tarihi ne güncel bir bileşeni olamamış, olmamış, fersah fersah uzaklardan gelmiş olan bölge dışı Batılı aktörler bölgeden çekilmek zorunda ve bölgedeki yerel uzantıları ve taşeronları da er geç tasfiye edilmek durumunda kalacaklardır. Devrim sonrası oluşan boşluktan istifade ederek İsrail’in Suriye’de işgal faaliyetine girmesi de bugüne taalluk eden bir husustur. İsrail’in bugün bazı yerleri işgal edebiliyor olması İsrail’in mutlak galip ve muzaffer olduğu anlamına gelmeyecektir. İsrail’e ilişkin Ortadoğu’daki tüm süreç henüz nihayete ermiş bir süreç değildir. Günlük, anlık değişken vakalar üzerinden nihayete ermiş gibi hüküm çıkarmak nakıstır. İsrail’in Ortadoğu’daki süreci nihai noktaya ulaştığında, bugün Su­ri­ye’de işgal ettiği yerleri İsrail terk etmiş olacak­tır. Bu husus da tarihe bir not olarak buraya iliştirilmiş olsun. Nitekim MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 22 Aralık’taki konuşmasında “Şam’a göz diken Tel Aviv’in Osmanlı tokadı yiyeceğini” “Şam fethedildiyse Kudüs’ün fethinin de yakın olduğunu” ifade etmesi gelecek sürecin emareleridir.Coğrafyanın asıl sahiplerinin, yani Or­ta­do­ğu’nun kendisinin kap­­­samlı ve bütünleşmiş bir jeo strateji oluşturmasının etki ala­nının sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmayacağı, Afrika’yı da içine alan ve iç içe geçmiş mü­te­­dahil daireler halinde Bosna Hersek’ten Karabağ’a, Af­ga­nis­tan’dan Yemen’e, Orta As­ya’dan Kafkasya’ya, Mısır’dan Ko­so­va’ya bir etki düzeyi oluştu­ra­ca­ğı, bununla birlikte bütün bu coğrafyaların kesişim alanında yer alan Türkiye’nin coğrafya ve tarihten gelen mirasla bunun inşasının odak noktası olacağına daha kuvvetle inanma, çalışma ve ümitvar olma zamanı…Ümitvar idik…Ümitvarız…Ümitvar olacağız…Tarih geri dönüyor…Tarihe geri dönüyoruz…

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ocak
Konu resmiSahibü’l-Hayrât Ve’l-Hasenât
İnsan

Bazen bir çeşmenin, bir caminin veya bir hamamın kitabesinde rastlarız sahibü’l-hayrat ve’l-hasenat ifadesine. Zira ecdadımızdan yadigâr kalan bu yapıların her biri bir hayır sahibine aittir. İnsanın ahirete götürebildiği tek sermayedir hayır ve hasenatlar. Bazen de bir mezar taşında rastlarız: Sahibü’l-hayrat ve’l-hasenat ragibü’l-cennat ved-derecat merhum ve mağfur el-hacc …… Paşa. İnsanın sahip olabileceği en büyük rütbelerdendir bu. Çünkü sonsuz kerem sahibi olan rabbimiz cömertleri sever. Dünyanın en cömert insanı olarak bilinen ve maalesef ki peygamber efendimize yetişemeden vefat eden Hatem-i Tai, bu güzel adeti sebebiyle Efendimizin (sav) takdir ettiği bir kişi olmuş. Yaşadığı dönemde evinin önünden sofralar eksik olmaz, etrafındakilere bolca ikram edermiş. Tek başına bir vakıf gibi hizmet ederek hayatını sürdürmüş.Vakıf; her şeyi devletten beklemeyen, almadan veren, karşılıksız yardım eden, önce insan diyen, yaratılanı yaratandan ötürü seven diğerkâm insanların bu dünyaya öğrettiği muhteşem bir sistem… Tarih boyunca pek çok farklı gaye ile kurulan vakıflar özellikle Türk-İslam dünyasında bir medeniyet inşa etmiş ve daha yaşanılır bir çevrenin oluşmasına, içtimai hayatta tesanüd ve ittifakın canlı kalmasına hizmet etmiş. Bugün hem devlet hem de sivil toplum kuruluşları eliyle yürütülen bu tarz faaliyetler tarihte ağırlıklı olarak o zamanın sivil toplum kuruluşları olan vakıflar aracılığı ile yürütülüyordu. Padişahlar, yüksek tabakadaki devlet adamları ve ailelerinin tesis ettikleri vakıflardan bir kısmı günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. “Vakıf” adı altında yapılan tüm hizmetlerin temelinde “sadaka-i cariye” yani kişinin ve­fa­tından sonra da hasenat kapısının kapanmaması niyeti yer almaktadır. Kimi zaman cami, çeşme, hamam, imârethane gibi kamuya hizmet eden yapıları meyve veren vakıflar kimi zaman da bekârların evlendirilmesi, mahkûmlara Kur’an-ı Kerim öğretilmesi ve onların hürriyetlerine kavuşmaları için dua edilmesi, hayvanların bakımı, sokakların temizliği, çeşme taslarının yıkanması gibi hizmetleri üstlenmişlerdir. Zorunlu değil de gönüllü olarak ve Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yapılan hizmetlerin ciddi bir kaliteye sahip olduğu söylenebilir. Fransız Şair Lamartine “Türkler kuşlara, köpeklere, velhâsıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan veya eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler.” demiş, el-hak doğrudur. Kervansarayların kapılarının bir devenin azami taşıyabileceği yükün geçebileceği genişlikte olduğu, eğer deve kapıdan içeri giremezse aşırı yükleyerek hayvana eziyet ettiği için sahibine ceza kesildiği rivayet edilir. “Merhamet edin ki size de merhamet edilsin.” ikazına uyan Hacı Mustafa Efendi de 1778 yılında sokak hayvanlarını doyurmak maksadıyla bir vakıf kurmuş ve vakfiyesine de “… ve yine hisar-ı mezkurda külle yevmin otuzar akçalık nan-ı aziz iştira olunub küllaba (köpeklere) eklettirile (yedirile)…” şartını koymuştur. Hem de bu hayrın günümüzde olduğu gibi bayat değil taze ekmeklerle yapılması takdire şayandır. Bugün Yunanistan’ın elinde olan Sakız Adası’nda kurulan bir başka vakıf sakız ağacı dikmeyi kendine vazife olarak kabul etmiş. Özellikle vakıf arazilerine dikilen ve vakfedilen ağaçlar o arazilerin de kıymetlerini yükseltmiş.Bugün duvarlarda amaçsız ve anlamsızca yazılmış bazı yazılar rahatsızlık edici boyutlara ulaşabiliyor. 1470 yılında Ebulfeth Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu vakıf da insanlara rahatsızlık veren bu yazıları ortadan kaldırma işini üstlenmiş ve vakfiyesine şu şart düşülmüştür: “Aklı başında dirayetli birisi vakfın mahi’n-nukuşu (yazıları silen kişi) olub her an cami, medrese, imaret hangisi olursa olsun duvarlarının temiz kalmasına dikkat edecek; yazı yazan, çizen veya pisleyen kendini bilmezlerin pisliklerini temizleyecektir.”Sadece Müslümanların değil bu topraklarda yaşamış gayrimüslimlerin de kurdukları vakıflar olmuştur. Zira Müslümanların kurduğu vakıflar da sadece Müslümanlara değil herkese hizmet etmektedir. Bu durum toplum hayatında yardımlaşmanın bir hayat tarzı haline geldiğini açıkça göstermektedir. Amasya’da 1860 yılında çeşmelerin tamiratını yapmak maksadıyla Magdis Kiregos adına kurulan vakıf bunlardan sadece birisidir. Bir diğeri de Nikola kızı adına kurulan ve zeytin yetiştiren, yetiştirdiği zeytinleri de Mevlevihane’ye hediye eden bir vakıftır. Zeytinyağının yemeklik dışında mekânların aydınlatılmasında kullanıldığı düşünülürse yapılan hizmetin ne kadar önemli olduğu anlaşılır.İsmail Zühdü Paşa bugün İstanbul Üniversitesi olarak hizmet veren Harbiye Nezareti binası, Dolmabahçe Sarayı, Mekteb-i Sultânî gibi pek çok eserin yapılmasına nezaret etmiş cömert, servet sahibi bir devlet adamı olarak 1885 yılında kurduğu vakfın şartnamesine “Harita-i mezkurede gösterildiği üzere yüz otuz iki kıtada cem’an altı bin otuz dört dönüm tarla ve çatır ve koru ve orman ve meradan her birini hasbeten lillah…” yazarak o dönemki hayırseverlerin çevre konusunda ne kadar bilinçli olduklarını göz önüne sermiştir. Vakfiyede ayrıca ormanın korunmasıyla ilgili ne gibi önlemlerin alınacağı da ayrıca belirtilmiş.Tarımın öneminin kendini hissettirdiği günümüzde ata tohumu bilinçli tarım yapan çiftçilerce makbuldür. Malın iyisinden anlayan tüketici de bazen pazarda alışveriş yaptığı köylüye “Tohumu yerli mi?” diye sormadan edemez. Bundan yaklaşık beş yüz yıl önce cins tohumları saklamak ve devamlılığını sağlamak üzere bir vakıf kurulduğu tarihi vesikalarda mevcut. Yarı şirket yarı vakıf olarak tesis edilen bu kuruluşta, kaliteli cins tohumların satışından elde edilen gelirin bir kısmı akar olarak vakfa aktarılmakta bir kısmı da hissedarlar arasında pay edilmekteydi.İstanbul’da kurulan vakıflardan biri de İstanbul’u İstanbul yapan şehrin manzarasını korumak üzere kurulmuş. 1903 yılında Mehmed Hayri Paşa, sahip olduğu arazileri o halde korunmaları şartıyla vakfetmiş. Üzerine baraka, gecekondu gibi yapıların kondurulmaması; ahaliye nefes aldıracak şekilde bahçe olarak kalmasını da vakfiyeye yazmış. Hatta bahçelerin içine havuz yapılması ve taşınabilir iskemle, kanepe gibi eşyaların temin edilmesini de şartnameye ekleyerek halkın istirahatine, şehrin güzelliğine hizmet etmiş. Buyurun size “çevre”, buyurun size “şehircilik”…Sultan 2. Bayezid Amasya’da kurduğu vakıf ile işte bu gibi afetlerin önüne geçecek çalışmaların yapılması, bu çalışmaların devamlılığının sağlanmasını arzu etmiş. Yeşilırmak Nehri üzerine kurulacak köprünün afetlerden zarar görmemesi için bir gözetleme memurunun tutulmasını; suların getirdiği kaya ve ağaçların bir taşkına sebep olmaması, köprüye zarar vermemesi için gereken tedbirleri almakla vazifelendirilmesini şart koşmuş. Safranbolulu Sadrazam İzzet Mehmet Paşa kurduğu vakfın gelirleri ile yaptırdığı çeşme, köprü ve su yollarının bakımlarının yapılmasını vasiyet etmiş, sadece şehri imar etmemiş ayrıca yaptırdığı caminin içine kurduğu yazma eserlerden oluşan bir kütüphane ile o şehrin ilim ve irfan yönüyle terakki etmesine de hizmet etmiştir.Adı geçen vakıflar insanlara ve çevreye hizmet maksadıyla kurulan vakıfların sadece bir kısmı… Tutulacak bir bahçıvanla bahçeleri güzelleştirmek, nehir kenarlarına söğüt dikmek, kaldırımları tamir etmek, zararlı haşerelerle mücadele etmek, afet sonrası onarım yapmak, güvercinlere yuva yapmak, göç edemeyen kuşların kışın bakımlarını üstlenmek, leylekleri korumak, göl temizliği yapmak, tarım alanlarını ıslah etmek, alt yapı hizmetleri sunmak, sokaklarda göze çarpan pisliklere kül dökerek bir nevi dezenfekte etmek… Saymakla bitirmek pek mümkün değil. Geniş gönüllü ecdat hizmet noktasında hiçbir detayı atlamadan kurulması mümkün her türlü vakfı kurmuş. Vakfa ait dükkân vb. yerlerle de bu işin devamlılığını sağlamış. Çevre temizliği / güzelliği bahsinden hareketle ecdadın sadece maddi temizlik / güzellik deği,l şehrin ve insanın manevi havasına da hizmet ettiğini görüyoruz. Yetimi korumak, talebeye destek olmak, sakal-ı şerifi ziyaret imkânı sağlamak, maddi durumu zayıf Müslümanları hacca göndermek, israfı önlemek… İzzettin Keykavus Tokat-Sivas arasında kurduğu bir hastanenin vakfiyesine çalışacak doktorların “hilm” ve “ilm” üzere olmalarını şart koşar: işinin ehli olduğu kadar güzel huylu ve hastalara karşı şefkatli…Medeniyetimiz taşların üst üste konulma­sıyla oluşturulan binalardan ibaret değil. Ecdadımız “önce insan” diyerek insanı “mer­dum-ı dide-i ekvan” (yaratılmışların gözbebeği) olarak görmüş ve insanca bir hayatın nasıl olması gerektiğini bütün âleme göstermiştir. Allah cümlesinden razı olsun.

Tarık ÇELİK 01 Ocak
Konu resmiBir Olmadan “Biz” Olamayız
İnsan

 “Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar; hâlbuki Allah, kâfirler hoşlanmasa da nûrunu tamamlayıcıdır!”(Saf Suresi 8)Alem, her zerresi, her hücresi, her santimetrekaresi ile tevhidin hükümferma olduğu mûti’ yani itaatkâr bir tecelligâhtır. Kâinatın maliki ve halikı olan Cenab-ı Zü’l-Celal ve Tekaddes hazretleri kudret-i mutlakasını ve nâm-ı pâk-i Sübhanisini her an her yerde, varlıkta ve yoklukta, evvelde ve ahirde izhar eyler ve gösterir. Her an bir şan ve tecelli ile bin bir zuhuratı ile tıpkı bir kalp atışı gibi alemde O’nun azametli ve parlak ef’âli arz-ı endam eder. Alemde câri olan bu hükm-i ilâhî bir meydan-ı imtihan olan küre-i arzda da aynen berdevamdır. Allah Azze, Celle ve Teâlâ hazretlerinin mevcudiyetinin mutlakiyyeti misüllü, vahdeti yani birliği de mutlaktır. Rabbimizin, alemde, değil bir müdahaleye, bir şirkin hasis ve sinsi bir fikrine dahi tahammülü yoktur. Tabiri caiz ise izzet ve azamet-i ilâhiye’nin tevhidden daha büyük bir davası ve iddiası yoktur. Hal böyle olunca, bir imtihan meydanı olan dünyanın da bu tevhidin ilan ve ikrarına bir bayrak olmasını murad eden Hak Teâlâ, kendine halife kıldığı insanın, bu yolda yani tevhid yolunda ömrünü sarf etmesini emretmiştir.İnsanın, dünyadaki tüm faaliyetlerini ekmel manada ve son kertede medeniyet inşası manası ile mütalaa edecek olursak, Rabbimiz, insan marifetiyle ihdas edilen tüm hayatların (şehirlerin, medeniyetlerin, kültürlerin) tevhide bayraklık etmesini diğer bir ifade ile insanın tüm eylem ve söylemlerinin tevhide yani Allah’ın (cc) birliğine işaret etmesini istiyor. Birlik istiyor. Vahdet istiyor. İttifak istiyor. Ve bunu kendine halife kıldığı şuurlu insandan istiyor. Bunun bizim gaza kültürümüzde “i’lâ-ı kelimetullah” (Allah’ın [cc] namını yüceltmek) şeklinde kurumsal ve alemşümul bir mahiyet kazandığını hatırlamakta fayda vardır. İnancımızın esası Rabbimizin en heybetli iddiası olan tevhidin yani birliğin bugün Müslüman hayatının gerek şahsi gerekse ictimai boyutunda büyük noksanları olduğu vahim bir vaziyettir. Bireysel manada bir mümin, içi dışı bir mahiyette güçlü bir karakter ortaya koymakta zorlanmaktadır. Dünya hayatının vartaları, şeytanın desiseleri ve insanın zafiyetleri ile bu birlik ve bütünlük ekmel manada inşa edilememektedir. Durum böyle olunca her kademede bulunan Müslüman insanlar bu ikircikli tutumları sebebiyle ne tam olarak hizmet edebilmekte ne de ilham verici ve hayranlık uyandırıcı bir kişilik ile örnek olabilmektedirler. Tevhid, en şanlı bayraktır, bununla birlikte o bayrağın bayraktarlığını yapacak olan bireylerin (erlerin) de, kendi içlerinde ve hayatlarında tevhidi tesis etmeleri gerekmektedir.Bunun anlamı şu olmak gerektir; İslam ve iman içselleştirilmelidir. Sadece sureten de­ğil sireten de İslam olmalıyız. Sadece fotoğ­raf çektirirken değil, en tenhada inancımızın gereğini sadece Allah (cc) rızası için yaparken de İslam olmalıyız. Özellikle tek şahidin Allah (cc) olduğu ortamlarda ne kadar Müslümanca davranabilirsek Hak katındaki makbuliyetimiz ve dolayısıyla tev­hide dair bir şeyleri söyleyebilmek ve ona temsilci olabilmek gibi liyakatlerimiz hakiki bir mahiyet kazanacaktır. İslam adına mesaj vermenin daha ötesinde İslam’ın canlı kartviziti ve dalgalanan bayrağı olabilmeye gayret göstermeliyiz. Öyle ki, bizi gören insanların aklına evvela Allah (cc), din, iman ve Peygamber (as) gelmelidir. Daha ağzımızı açmadan, o ağzın Hak için açılacağından her muhatabımız emin olmalıdır. Bu bütünlük içinde ferdan ferda inkişaf etmeli, hem toplumsal seviyede hem de ulusal seviyede ve nihayetinde İslam ümmeti seviyesinde birlik ve beraberliği hak eden bir keyfiyet kazanmalıyız.Modernitenin özellikle Müslüman profili üzerinde oluşturmaya çalıştığı tahribat ve bu kişiliğin hayata ve çağa mesaj verebilme potansiyelini yok etmeye çalışan menhus niyeti karşısında çok müteyakkız yani uyanık olmalıyız. Bizim en derin psikolojik dehlizlerimize girip şeytani bir kurgu ile özümüze hasar verip kendi çelişkilerinin mahcubiyeti sebebiyle yüksek sesle mesaj veremeyen insanlara dönüşmemizi hedefleyen bu zalim akıl karşısında ancak kolektif bir şuur ve dayanışma ile baş edebiliriz. Zira biliriz ki Allah’ın rahmeti topluluk/cemaat üzerindedir. Hele ki bu cemaat yüce bir ideale ve ulvi bir amaca dönük sâfi bir kalple örgütlenirse muvaffakiyet kaçınılmazdır.Bugün İslam toplumlarının içinden geçtik­leri dejenerasyon/bozulma sürecinin en temel sorunlarından bir tanesi, ümmetin bireyselleşmiş diğer bir ifade ile bencilleşmiş olmasıdır. Tıpkı batılılar gibi şahsi çıkar ve menfaatinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen ve bizi biz yapan en mübarek ve nurânî yanımız olan Allah rızası için bir şeyle yapma güdümüzü yok ederek, şahsi kazançtan başka hiçbir odağı olamayan ve sonunda bu yıkıcı süreç sebebiyle yalnızlaşıp kendisinden başka hiçbir kimseye güvenemeyen bir insan tipinin ortaya çıkmasıdır.Oysa biz tarih boyunca ben’lerin biz’e dönüştüğü her evrede yüksek bir karakter ve emsalsiz bir ahlak ve seciye ortaya koymuş ve sırf bundan dolayı düşmanlarında bile hayranlık uyandırmış necip bir millet, ulvi bir ümmettik.İslam’ın en büyük iddiası olan tevhidin, bugün en büyük odağımız olmasını temin etmek durumundayız. Dünyanın her yerindeki Müslümanların kardeş olduklarını ve “Bismillah” gibi, “Es’selamu Aleyküm” gibi tılsımlı kelimelerle bu kardeşliğin hemen tezahür ettiğini ve tıpkı bunun gibi tüm Müslüman şehirlerin de birbirine kardeş olduklarını iyice hatırlamaya ihtiyacımız var. Bilmeliyiz ki, Bağdat’da, Halep’te, Gazze’de, Semerkant’ta, Jakarta’da ve daha nice şehir­de kardeşlerimiz var. Bazıları çok güçlü, bazıları çok zengin, bazıları çok imanlı, bazıları çok akıllı, bazıları çok başarılı, bazıları çok cesur ve bazıları fakir ve güçsüz. Ama hepimiz kardeşiz. Sevinçlerimizin de acılarımızın da ümmet seviyesinde hissedilmesi ve yaşanması en büyük idealimiz olmalı.Sözlerimi, kalpten âmin diyeceğinizi umduğum bir dua ile tamamlamak istiyorum.“Allah’ım! Bizleri affet, kusurlarımızı bağışla, bizi kendine kul kabul et. Müslümanlar olarak bu kadar büyük ve bereketli bir aile olduğumuzu unuttuğumuz için bize affediciliğinle muamele et. Bizlere dünyanın her bir köşesindeki Müslüman kardeşimizin sevinç ve acısında onların kalbinde olanı hissetme gücü ver. Bize kardeşliğimizi unutturma. Bizlerin, Peygamberimizin [as] birbirimize emaneti olduğunu hep hatırlat. Başta Mekke ve Medine olmak üzere, tüm İslam ülkelerine sadece kimlik kartlarımızla seyahat edebileceğimiz günleri yakınlaştır. Bizlere dünyada ve ahirette iyilik ver. Şüphesiz ki sen duaları işiten ve kabul edensin.” ÂminEs’selam Alâ Men’ittebea’l Hüdâ

Ahmet EFENDİ 01 Ocak
Konu resmiJttihad-ı Jslâm’ın Lüzum ve Ehemmiyeti
İnsan

Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihâd-ı İslam’dır.İttihad-ı İslam, âlem-i İslam’ı muhafaza eden bir sur hükmündedir. Bu zamanın en bü­yük farz vazifesi, ittihâd-ı İslam’dır.1 Zira Müslümanlar, düşmanların esaretinden, zulmünden kurtulmak, birbirlerine gere­ğince yardımcı olabilmek ve ihtiyaçlarını temin edebilmek için birleşmek mecburiyetindedirler. İttihadın faydaları hakkında Bediüzzaman Hazretleri şunları söyler:“Üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. İtti­had etseler, yüz on bir kıymetini alırlar. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi hakikî sırr-ı ihlâs ile on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuât-ı tarihiye şehadet ediyor. Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta her bir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevi kıymeti ve kuvvetleri vardır.”2Tarihte en bedevi, ilkel kavimler bile haricî düşmanların hücumu sırasında dâhilî düşmanlıkları unutup, ortak düşmana karşı ittifak ettikleri çokça görülmüştür. Müslüman milletlerin de, birbiri arkasında hücum vaziyetini alan hadsiz düşmanlarına karşı, küçük, cüz’i anlaşmazlıkları bırakıp, düşmanlarına karşı ortak bir tavır sergilemeleri gerekmektedir.Örneğin, “bedevî aşiretlerinden Hasenân aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öl­dürdükleri halde, Sipkan veya Hayderân aşi­reti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife eski adaveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti defedinceye kadar dâhilî adaveti hatırlarına getirmezlerdi.İşte ey müminler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesânüd ederek, el ele verip müdafaa vaz’iyeti almaya mecbur iken, onların hücumunu teshil etmek (kolaylaştırmak), onların harîm-i İslam’a girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâ­vet­­kâ­râne inâd, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?O düşman daireleri ehl-i dalâlet ve ilhâddan tut, ta ehl-i küfrün âlemine, ta dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen uhuvvet-i İslâmiye’dir.”3İttihadın Farklı YönleriMüslümanların ilmî, iktisadî, siyasî ve askerî yönden oluşturacakları ittifaklar, onları içinde bulundukları felaketlerden kurtaracak en mühim esaslardır. Bu yüzden bütün Müslümanlar, ferd ve toplum olarak bu birliği hedeflemeli, bu birliğe zarar verecek her türlü tutum ve davranıştan uzak durmalıdır.Birincisi: İlmî Yönden İttifakİslâm ülkeleri arasında ilmî bir ittifak kurulmalıdır. Zira bir zamanlar İslâm ülkeleri ilmî çalışmaların merkezi idi. Batı üniversitelerinde (İbn-i Sina gibi) Müslüman bilim adamlarının kitapları ders olarak okutuluyordu. Şimdi ise durum tam tersine dönmüştür. Bilim ve teknolojinin merkezi Batı olmuştur. Müslümanlar kendi aralarında kuracakları uluslararası üniversitelerle, araştırma geliştirme kurumlarıyla bilim ve teknoloji alanındaki eksiklikleri, problemleri tespit ederek ve makul çözümler üreterek mevcut hali tersine çevirebilirler.İkincisi: İktisadî Açıdan İttifakİslâm ülkeleri kendi aralarında iktisadî, ti­ca­rî ve ekonomik iş birlikleri kurmalıdır­lar. İslâm âlemi, 1. dünya savaşı sonrası batılı devletlerin sömürgesi haline gelmiştir. İslam ülkelerinin yer altı ve yer üstü zenginlikleri batılı devletler tarafından sömürülmüş; kendileri ise fakir bırakılmıştır. Batının bu­günkü zenginliğinin temelinde yaptıkları sömürge faaliyetleri vardır. Ziya Paşa bir şiirinde “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün viraneler gördüm.” demiştir. Öyleyse bizler eski sömürge düzeninin farklı versiyonlarına karşı sürekli uyanık olmalı ve (boykot gibi) göstereceğimiz tepkilerle bu işte ne kadar duyarlı ve kararlı olduğumuzu ifade etmeliyiz. Müslümanlar aslında yer altı ve yer üstü kaynakları yönünden büyük bir potansiyele sahiptirler. Örneğin dünya petrollerinin büyük bir kısmı Müslümanların elindedir. İslâm ülkelerinin kendi aralarında oluşturacağı iktisadî ortaklıklar, yapacakları anlaşmalar ve ticarî faaliyetler onları dışa bağımlılıktan kurtaracaktır. Örneğin, Türkiye-Libya arasında 2019 yılında imzalanan “Deniz Yetki Alanları Mutabakatı” çerçevesinde Akdeniz’deki çok büyük enerji rezervlerini keşfetme ve işletme adına tarihî bir adım atılmıştır.Üçüncüsü: Siyasî ve Askerî Yönden İttifak Bir zamanlar Müslümanlar dünya siyase­tinde söz sahibi idi. Hedefi ve maksadı ittihâd ve i’lâ-yı kelimetullâh olan Osmanlı Devleti bunun en güzel örneğidir. Müslüman devletlerin kendi aralarında oluşturacakları siyasî, askerî ittifaklar, onları yeniden hak ettikleri konumlarına kavuşturacaktır. Zira yakın zamanda yaşadığımız hadiseler bunu açıkça göstermektedir. Mesela, Azerbaycan’a sağladığımız askerî destek sayesinde Ermeni işgali altındaki Karabağ bölgesi 30 yıllık esaretten kurtarılmıştır. Libya’da BM tarafından meşru yönetim olarak tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni destekleyen Türkiye, Uluslararası aktörlere karşı önemli başarılar elde etmiştir. Somali ve Etiyopya arasındaki siyasî kriz Türkiye’nin arabuluculuğu ile son bulmuştur. En son Suriye’de 61 yıllık Baas rejimi devrilmiş, mazlum Suriye halkı özgürlüğüne kavuşmuş, başta Şam Emeviye Camii olmak üzere birçok şehirde hür ve serbest bir şekilde Cuma namazları kılınmıştır elhamdülillah.Bir asır evvel, Şam Emeviye Camii’nde okuduğu hutbede Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle demişti:“Ey bu Cami’deki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvânlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstatlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuz ile, biz biçare küçücük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz.Hususen ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünkü siz, bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstatlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet’in mücâhidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arap taifeleri, Cemâhîr-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserîsinde te’sîsine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşallah nesl-i ati görecek.”4“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifâde eden zâlimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ [Müminler ancak kardeştirler]5 kal’a-i kud­si­ye­si içine giriniz, tahassun ediniz. Yok­sa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hu­ku­ku­nu­­zu müdafaa edebilirsiniz.Malumdur ki iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir. Birini yukarı, birini aşağı indirir.İşte ey ehl-i iman! İhtirâslarınızdan ve hu­sû­met­kârâne tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner. Az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Ha­yat-ı ictimâiyenizle alâkanız varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُمْ بَعْضًا (Müminin diğer mümine karşı durumu, bir binanın tuğlaları gibidir ki, birbirlerini destekler.) düstur-u âlîyi düstur-u hayat yapınız! Sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.”6Rabbimizden niyazımız odur ki, tevhid dininin mensupları olarak bizleri, bir ve beraber eylesin. İttihad, ittifak, tesanüd, muhabbet ve uhuvvet içerisinde âlem-i İslam’a birlik ve beraberlik ihsan eylesin. Âmin.1- Mektubât, s. 475.2- Lem’alar, s. 168.3- Mektubât, s. 115.4- Mektubât, s. 458.5- Hucurât, 49/10.6- Mektubât, s. 115-116.

Ali CİRİT 01 Ocak
Konu resmiBirlik ve Beraberlige Muhtacız ve Mecburuz
İnsan

Uzakları Yakın Etme Sanatı, Ticaret!Toplumlar arasında askeri veya kültürel ilişkiler ne kadar kesintisiz ve yaygın olabilir ki? Halbuki ticaret, hayatın her yerinde ve her zamanındadır.Çünkü, kullandığımız günlük eşya, arabalar, makinalar, yapı malzemeleri, hatta yiyeceklerimiz, birer ticaret metaı haline gelmiştir. Çok eskilerden, “gaz, bez, tuz” dışardan alınır; diğer ihtiyaç maddelerini, her geniş aile kendisi üretir veya dağdan-ormandan toplardı.Yani, insanlar birbirine bu kadar muhtaç değildi.Günümüz haberleşmesinin uyduların da kullanıma girmesiyle çokça kolaylaşmış olması, ulaşım vasıtalarının çoğalması, yaygınlaşması ve geçmişe kıyasla çok sürat kaydetmiş olması, madencilik ve sanayinin gelişmesi ve kolaylaşması, milletler arası ticaretin de çok canlanması sonucunu doğurmuştur. Öyle ki, acil durumlarda hava kargoyla en uzak ülkedeki ihtiyaç malzemesi, 2 veya 3 günde istenilen adrese teslim edilebilmektedir.Yani, ticaret son derece kolaylaşmış ve sürat peyda etmiştir.Milletlerarası ticari ilişkilerin, önemini insanlık tarihi boyunca aralıksız sürdürdüğünü unutmamak gerekir. En şiddetli savaşlarda bile, azalma olmakla beraber devam etmiştir; çünkü, insan var olduğu müddetçe ihtiyaçları da devam edecektir.Muhatap olduğu ülkeye göre ticareti kolaylaştırıcı tedbirler almak, çoğu zaman devlet yönetimlerinin, hükümetlerin yetkisi dahi­lindedir. Nitekim, bugün Avrupa Birliği (AB) diye tanıdığımız 27 ayrı devlet, ilk birleş­me anlaşmasını ticaret odaklı yapmıştır (önce Avrupa Kömür ve Çelik Birliği, sonra Avrupa Ekonomik Topluluğu). Daha sonraki senelerde siyasi birlik haline de gelmiş ve aralardaki sınırları kaldırmıştır.Benzer oluşumları Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği (OPEC) ve BRICS’te de görebilmekteyiz.Bu birlikler, AB seviyesinde olmamakla beraber önemli kararları beraber alarak, ellerini güçlü hâle getirmişlerdir.İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)’nin ülkemiz dahil 57 üyesi vardır.Üye Devletler arasında iş birliğini ve dayanışmayı güçlendirmek ve İslam Dünyasının hak ve çıkarlarını korumak amacıyla 25 Eylül 1969 tarihinde Cidde/Suudi Arabistan merkezli kurulmuş bir teşkilattır. Fakat, sadece 3 yılda bir defa toplanmakta ve neredeyse sadece siyasi konularda görüş belirtmekte olması, pasif bir görüntü vermesine sebebiyet vermektedir. Maalesef bu teşkilatımız, şimdiye kadar siyasi konularda bile sadra şifa çareler üretememiştir. Hâl böyle olunca, dünya Müslümanlarının daha sıkı ilişki içerisine girmesi lazımdır ve mümkündür diyebiliriz.Şimdiden sonra yapılması gerekenleri 3 küçük başlık altında toplayabiliriz.Müslüman Ülkelere Düşen VazifelerYukarda da bahsettiğimiz gibi; daha çok iktisadi konularda ve daha yoğun ve kolaylaştırılmış iş birliklerine ihtiyaç vardır.Muhtelif İktisadi Birlikler meydana getirip, üyeleri arasında vize-seyahat kolaylığı sağlamak ve ticareti kolaylaştıracak imzalar atmak son derece zaruridir.Gümrük vergi duvarlarının indirilmesi, ser­best bölgelerin yaygınlaştırılması, ticari organizasyonların çoğaltılması, teşviklerin arttırılması bunlara ilave edilebilir.Ayrıca, her Müslüman ülke, kendi vatandaşlarına iş teknikleri ve ahlakı konusunda gerekli eğitimi vermeli, mevzuatına gerekli müeyyideleri koymalıdır. Çünkü, maalesef gerek Batı ülkeleri, gerekse Çinli veya Rus tüccarlarla işbirliği kurmak ve sürdürmek daha kolay ve güvenilir iken, şu anki Müslüman ülke tüccarlarının bir çoğu, muhatabına henüz gereken güveni verememiştir.Bu, gerek teknolojiden yeterince istifade etmemek (hâlâ web-sitesi, resmi e-mail adresi eksikliği), gerek zamanında geri bildirim yapmanın önemini kavramamış olmak, gerekse yeterince dürüst davranmamaları sebebiyledir.Dolayısıyla, Türk tüccarlar daha çok Avrupa, Amerika ve Çin’i tercih etmekteler.Ülke Olarak YapabileceklerimizTürkiye Devleti, inanç ve kültüre bakmaksızın ihracatı geliştirmek maksadıyla çok farklı faaliyetlere imza atmış ve değişik kurumlar meydana getirmiştir.Bu kurumlar, hem ihracat yapmak isteyen şirketlerimize yol göstermekte, hem vergi muafiyeti veya kolaylığı sağlamakta, hem de bazı masrafları karşılamaktadır. Bu masraflar, günümüzde ciddi rakamlara ulaşmıştır. Özellikle Afrika ülkeleri ile yapılacak işlerde verilmekte olan teşvik oranları daha yüksektir.Ancak, iş adamlarımızın yurtdışı seyahatlerinde karşılarına çıkan en mühim engel, ülkelerin vize uygulamalarıdır. Mesela, 1980 öncesinde Avrupa ülkeleri, vatandaşlarımızdan vize talep etmediği halde, 12 Eylül askeri darbesinden sonra vize koymuşlardır.Vize engelini aşmanın en kolay yolu ise, Yeşil Pasaport uygulamasıdır. Yeşil Pasaport, birçok dünya ülkesine vizesiz seyahat imkânı sağlıyor.Ancak, ülkemizde bu konuda çok garip bir uygulama var. On sene hizmetini dolduran bütün devlet memuru ve hatta ailesine bu hak tanınmakla beraber, tüccarlarımıza ancak belli bir ihracat tutarından sonra ve sınırlı sayıda Yeşil Pasaport verilmektedir.Oysa vize zorluğu, birçok girişimciye geri adım attıran bir unsurdur.Bu bariyer, daha hafif seviyelere çekilebilir.Tüccar ve Girişimcilerimize Düşen GörevlerBurada, tüccarlarımıza da çok iş düşmektedir.Tüccarlarımız, cesur olmalı ve hedefini büyütmelidir.İlk önce, ticareti sadece kendisi veya ailesinin ihtiyacı olduğu için değil, en temel ihtiyaç maddelerine ulaşamayan nice insanın yaşamakta olduğunu unutmayarak, himmetini âli tutmalıdır.Yani, “fazla malda gözüm yok” düşüncesi ile ileriye bakmayı bırakmak, şeytanın bir aldatmacasıdır ki; Müslümanlar son asırlarda bu yalancı kanaat ve tevekkül anlayışı yüzünden, dünya nimetlerini başkalarına kaptırmış ve zillete bile düşmüştür.Yani, “benim ihtiyacım yok ama, hâlâ ihtiyacı olan çok kimse var” kaidesiyle hareket etmeli, kendisine verilmiş olan kabiliyetlerin, sadece kendisi için olmadığının şuuruna da ermelidir.Ayrıca günümüzde dünyanın en uzak ülkesine, zengin veya fakir ülke olmasına bakmadan ihracat yapılabildiği hatırda tutulmalıdır. Bunun yolunu bulmak ise, atla deve değildir; çünkü zaten devam edegelen bir düzen vardır. Yapılması gereken, kendi seviyesinden daha üstte olanlarla temasa geçmek ve onları örnek almaktır.Ayrıca ülkemizin, Avrupa gibi dünyanın gelişmiş ülkeleri ile Afrika gibi geri kalmış ülkelerinin arasında olmasının avantajları çoktur. Türkiye gerek coğrafi olarak gerekse gelişmişlik seviyesinde iki bölge arasında olduğu için, hammadde ve teknoloji transferi için köprü görevi görebilmektedir. Çoğu tüccarımız, henüz bu avantajın da farkında değildir.Şurası da kabul edilmelidir ki;Her mevzunun müteşebbisin kendisi tarafından bilinmesi veya idare edilmesi mümkün değildir. Hiç kimse tek başına her konuyu mükemmelen bilemez ve yürütemez.Çünkü, “Her şeye elini uzatan, her şeyden mahrum kalır.”Ondan dolayı, yurtdışı firmalarla iş yapmak isteyen, kendi Dış Ticaret Birimini kurmalı, işi bilen birisini başına getirmeli; gerisine karışmamalıdır.Ayrıca, ticaret de bir ilim dalıdır. Hatta çok ilmi içinde barındırır. Bundan dolayı, bir tüccar, sadece kendi tecrübeleriyle yetinirse yerinde sayacak veya sürekli geriye gidecektir. Dolayısıyla, güncel bilgiye sahip akademisyen ve danışmanlarla çalışması kendi menfaatine olacaktır, vesselam!

İsmail ERDOĞAN 01 Ocak
Konu resmiİttihada Mecbur ve Mükellefiz
İnsan

Bugünün karmaşık ve tehlikelerle dolu dünyasında, Risale-i Nur’un bize ders verdiği hakikatler ışığında bir gerçeği daha net bir şekilde görüyoruz: İttihad, yani birlik ve beraberlik, Müslümanlar olarak hem ihtiyacımız hem de sorumluluğumuzdur. Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin eserlerinde dile getirdiği bu hakikat hem ferdî hem de ictimai hayatımız için hatırlanması ve uyulması gereken önemli bir rehberdir.Birlikteki Manevî KudretBediüzzaman’ın ifadeleri, birlik ve beraber­lik şuuru çerçevesinde şahs-ı manevinin ehem­miyetini ortaya koyar. Şahs-ı manevi yani aynı maksat ve niyetle bir arada olmak­tan ortaya çıkan güç, ferdî zayıflıkları bertaraf eden, şahısları bütünleştiren ve topluluğun manevi kuvvetini en üst seviyelere çıkaran bir anlayış ve yapıyı ifade eder. Bu birlik, sadece uhrevi kazançları müşterek bir emeğin neticesi olarak görmekle kalmaz; aynı zamanda ihlaslı kalplerin ortaya çıkardığı kuvveti de ihtar eder. Bu sebepledir ki Said Nursi Hazretleri, “Ben değil, Biz” anlayışını ön plana koyarak, şahs-ı maneviye dayalı bir çalışma sistemi kurmamızı şiddetle tavsiye eder.Ayet-i Kerimenin beyanıyla “Allah’a ve Resûlüne itâat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer de (size heybet veren) rüzgârınız (kuvvetiniz) gider.”1Zira şöyle bir gerçek daha vardır ki, ehl-i dalalet bu ittihadın olmaması, varsa bozulması için sürekli hileler ve planlar geliştirir. Küçük şeyleri büyüterek aramızda nifak tohumları ekmeye çalışırlar. Müslümanların alması gereken tavır nettir: “Ehl-i dalaletin bu planları karşısında şahs-ı maneviye kuvvet vermek, ittihadımızı muhafaza etmek.” Bizim asli vazifemiz budur.Birliğin GücüBirlik ve beraberlik ruhunu muhafaza etmek, Kur’an’ın hakikatleri ışığında, bir toplumun maddi ve manevi yükselişi için şarttır. Allah ve Resul’üne itaat, bu birliğin esasıdır. İhtilaflardan uzak, şefkat ve müsamaha ile donanmış bir toplum, iç huzurunu koruyarak dış tehditlere karşı direncini artırır. Her bir şahıs, bu şuuru kendi hayatında işleyerek toplumsal dayanışmanın sağlanmasına katkıda bulunabilir. Ayetin bize öğrettiği gibi, rüzgârı kaybetmemek için birlik şuuruyla hareket etmek olmazsa olmazdır.Tenkit ve Küsmenin TehlikesiBediüzzaman Hazretleri, ittihadımızın en mühim düşmanlarından birinin “tenkid” ol­duğunu ifade eder. Tenkid, çoğu zaman, şah­si enaniyete ve gurura dayanan bir tavrın ne­ti­cesidir. Birbirimizi küçük meselelerde ten­kit etmek, aslında davanın bütününü zaafa uğratan bir şaşkınlık halidir. Bu şekilde hareket etmek, çoğu zaman ehl-i dalaletin planlarına hizmet eder. Aynı şekilde küsme, gücenme gibi şahsi davranışlar da birlik şuuru ve hizmet idealini tehlikeye atar.Şayet bir kardeşimiz bize haksızlık yapmışsa, bu durumda dahi sabır ve hoşgörü devreye girmelidir: “Bir dirhem zarar için küsmekle kırk dirhem zararın gelmesine sebep olmamak” gerekir. Bu yüzden, nefsimizi susturup, hizmetteki şevkimizi muhafaza etmeliyiz.Mükellefiyetlerimiz ve VazifelerimizRisale-i Nurda, ittihadı muhafaza etmek için şu esaslara dikkat çekilir:1. Müsbet Hareket: Diğer kardeşlerinin meslek ve meşreplerine düşmanlık etmeksizin kendi yolumuzda sebat etmek.2. Hoşgörü ve Müsamaha: Herkes aynı meşrepte olmaz; bu farklılıklar şuurlu bir şekilde kabullenilmelidir.3. Teslimiyet ve İhlâs: Enaniyetimizi ve şahsi çıkarımızı bertaraf ederek şahs-ı maneviye dayalı bir hizmet anlayışını benimsemek.4. Meşveret: Problemler ortaya çıktığında istibdatla değil, şeri meşveretle meseleleri çözmek.İttihadı Koruyarak GeleceğeRisale-i Nur bize şunu ders vermektedir: Birlik ve beraberliğimizi muhafaza etmek, sadece bir tercih meselesi değil, zaru­ri bir mükellefiyettir. Bediüzzaman’ın ikaz­ları, bu­gün hem şahsi hem ictimai sorum­lulukları­mıza rehber olmalıdır. Bu anlayışla hareket ettiğimizde, önümüzdeki bütün engellerin üstesinden gelebilir, iman ve hizmet davamızı daha da ileriye taşıyabiliriz.1- Enfal, 46

Cihat Çaputçu 01 Ocak
Konu resmiOsmanlı Devleti’nin Birleştirici Rolü
Kültür ve Medeniyet

Hem sığınılan, hem birleştiren, hem de güvenilen bir ülke olarak üzerimizdeki çamuru temizleyip atarak genetik kodlarımızda zaten var olan medeniyet tasavvurumuzu tekrardan yakalamak zorundayız. Bunları ne yazık ki yeni nesillerimize yeterince anlatamadık. Çünkü biz de bilmiyoruz. Bilmememizin sebebi de okumamamızdır. Önce okuyalım, sonra anlatalım. Hep beraber gelişelim, geliştirelim.Osmanlıların tarih sahnesine çıkmaları ve tanınmaları 13. yüzyıl içinde olmuştur. O dönemlerde Kayı Boyu olarak nitelendiriliyorlardı. Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Gazi, beyliği devlete çevirince Kayı Boyu’nun adı Osmanlılar oldu. Daha sonra da Devlet-i Âl-i Osmanî veya Devlet-i Aliyye olarak anılmaya başlandı. Osmanlı Devleti, daha kurulduğu günden itibaren Müslümanları birleştirmek ve Avrupa’dan toprak fethetmek derdine düşmüştür. Konumu da bu hedefine gayet uygun durumdaydı. Bir uç beyliği olarak Bizans’a akınlar yapan Osmanlılar, fethettikleri yeni topraklarla birlikte, diğer Anadolu beyliklerinin yanında itibar kazanmaktaydılar. Hatta bazı beylikler, neredeyse savaşmadan Osmanlı Beyliğine katılmışlardır. Bunlardan birisi Çanakkale, Balıkesir ve Bergama’da hüküm süren Karesioğulları Beyliğidir. Bu beylik, Orhan Gazi devrinde 1345 senesinde Osmanlılara katılmıştır. Karesioğullarının denizcilik teşkilatı vardı. Bu sebeple Osmanlılar için denizcilik açı­sından yeni bir dönem başlamıştır. Osman­lılarla ittifak yapan bir diğer beylik, Germiyanoğullarıdır. Bu beylik, Kütahya ve çevresinde kurulmuştu. Germiyanoğlu Beyi Süleyman Şah, kızı Devlet Hatun’u, Sultan 1. Murad’ın oğlu Şehzade Bayezid ile evlendirmek istedi. Sultan 1. Murad’ın da uygun görmesiyle düğün gerçekleşti. Germiyan Beyi, Osmanlılara çeyiz olarak Kütahya, Simav, Emet ve Tavşanlı’yı verdi. Böylece Osmanlı toprakları hem Bal­kan­lar’da hem de Anadolu’da gelişti. Her ne kadar 1402’deki Ankara Savaşı ile Osmanlılar, Bursa’ya kadar geri çekilseler de kısa zamanda toparlanarak, eski topraklarını geri aldılar. Osmanlı Devleti hem doğu hem de batı istikametinde yeni topraklar fethederek, bir anlamda İttihâd-ı İslâm’ı sağlamaya çalışıyordu. Abbasî Devletinden sonra birçok ülkeye bölünen İslâm dünyası, Osmanlı Devleti aracılığıyla tekrardan birleşmekteydi. Fatih Sultan Mehmed dönemini herkes, İstanbul’un fethiyle bilir. Ama İstanbul’dan sonra Fatih bir yandan Karadeniz’in kuzeyinde fetihler gerçekleştirirken, bir yandan İtalya’nın Otranto şehrini fethetmiştir. Her ne kadar Otranto daha sonradan elimizden çıksa da o devirdeki ecdadımızın ufkunu görmek açısından güzel bir örnektir. Yavuz Sultan Selim’in Suriye, Mısır ve Arabistan’ı fethi, artık Osmanlı Devleti’ni tam anlamıyla İslâm dünyasının lideri haline getirmiştir. Üç kıtada toprağı olan, dünyanın en kadim şehirlerini yöneten Osmanlıların, 1683 senesine değin neredeyse 350 sene ciddî bir yenilgileri bulunmamaktadır. Daha sonraki yüz yıl içinde en önemli toprak kaybı, 1783’te Kırım’ın Rusların eline geçmesidir. Osmanlı Devleti için gerileme dönemi diye adlandırılan 1700’lü yıllarda bile fetihler yapılmaktaydı. Bugün Osmanlı’nın dağılma dönemi diye adlandırdıkları Sultan 2. Abdülhamid dönemindeki topraklarımıza sahip olsaydık, dünya petrolünün %55’i bizim kontrolümüzde olacaktı. Dünya tarihinde bu kadar uzun zaman süper güç olmuş başka devlet yoktur.Osmanlı Devleti’nin bu kadar güçlü ve etkili olmasının sebebi neydi? Bu sorunun cevabı, ittifakta ve birleştirici olmakta yatmaktadır. Osmanlı Devleti, batıyı fethetme, İslâm dünyasını birleştirme ülküsü çerçevesinde ilerlemiştir. Osmanlı milletler sistemi adı verilen yönetim metoduyla hangi milletten olursa olsun, tüm Müslümanları tek çatı altında, tek bir isimle nitelendirmişlerdir. Müslüman bir kişinin milliyeti, Osmanlılar için “İslâm” idi. Ama Müslüman olmayan tüm toplulukları ırklarına ve mezheplerine kadar ayırmışlardır. Yani Katolik Rum, Ortodoks Ermeni, Süryani, Keldanî, Protestan vb. gibi ayrı ayrı nitelendirmelerle bölmüşlerdir. Bu sayede Müslümanlar ittifak ederken, diğerleri ayrışmıştır. Günümüzde başarılı olan tüm sistemlere bakıldığında Osmanlıların bu ittifak sistemini uyguladıklarını görebiliriz. Osmanlı Devleti’nin birleştirme ve ittifak eksenli sistemi Fransız İhtilaline kadar tıkır tıkır işlemekteydi. Ancak bu ihtilalin ifsadıyla Osmanlı’nın adil sistemi çökertilmeye çalışılmış ve bunda da kısmen başarılı olunmuştur. Osmanlı Devleti’nin sistemindeki açıkları tespit eden batılılar, bu zayıf yönlerden saldırmışlardır. Osmanlı Devleti tarafından toparlanmak ve toprak kayıplarını önlemek için bir kısım yenileşme adımları ve reformlar yapılmıştır. Batının sömürgecilik faaliyetleriyle elde ettiği sınırsız ekonomik güç ve insan kaynağı karşısında Osmanlı Devleti’nin çok uzun süre güçlü kalması zaten imkânsızdı. En zor zamanlarında bile Osmanlılar, sömürgecilik yapmadılar. Batının aldatma üzerine kurulu uluslararası ilişkiler siyasetine karşı dürüst siyaset yapmaya çalıştılar. Özellikle Sultan 2. Mahmud ve sonrası dönemde Osmanlı’ya bağlı milletleri bir arada tutmak için yapılan reformlar, ayrılığın daha da hızlanmasına yol açtı. Gayrimüslim milletler ayrılmasınlar diye vazgeçilen kadim sistemin yerine konulan millet nizamnameleri, yeni kurulacak devletlerin önünü açmıştır. Bu konudaki en bariz örnek Ermenilerdir. Ermeni Millet Nizamnamesine göre Ermeniler kendi aralarında seçimle belirledikleri bir meclis tarafından yönetileceklerdi. Bir nevi Osmanlı hakimiyeti altında kendini yöneten bir millet statüsü verilmiş oluyordu. Bu durum da Ermenilerin bağımsızlık talep etmelerinin önünü açmıştır. Üstelik böyle bir bağımsızlık talepleri daha önce hiç olmamıştı. Kısacası Osmanlılar, kadim sistemlerinin birleştirici rolüyle yıllarca birçok milleti bir arada tutmayı başarmışlardı. Ne zaman ki, iyi niyetle belki bazı ters giden işleri düzeltiriz diye eski sistemlerini değiştirdilerse, o zaman kaybettiler.Günümüze gelindiğinde Osmanlı Devleti’ nin manevî sınırlarının yeniden diriltilmesinin zamanının geldiği açıkça görülmektedir. Yüzyıllardır İslâm dünyasının siyasî merkezi olan İstanbul, yine aslî görevine geri dönmelidir. Müslüman ülkeler arasındaki sorunların çözülmesi, İslâm dünyasının kalkınmasına yönelik ortak çalışmalar yapılması, teknolojik ve iktisadî olarak gelişimin desteklenmesi, herhangi bir Müslüman ülkeye dışarıdan gelen bir tehdide karşı ortak tavır sergilenmesi ve gerekirse müdahale edilmesi gibi hususlarda öncü rol oynayan bir merkez konumuna tekrar gelmelidir. “Tarihi Çevir” adlı bir mehter marşımız var. Evet! Tarihi çevirip bakalım, Osmanlı ne yapmış? Topkapı Sarayı’nın girişine “Yâ vâliyete külli mazlum (tüm mazlumların sığınağı)” yazmışlar. Hakikaten dünyada kimin başı sıkışsa Osmanlılara başvurmuştur. İspanyolların katlettiği Endülüslüler, Alman İmparatorunun hapsettiği Fransa Kralı, Avusturyalıların zulmettiği Macarlar, Ruslardan kaçan İsveçliler, Polonyalılar, İngilizlerin zulmettiği Hindistan Müslümanları, Rusların zulmüne uğrayan Türkistanlılar, Hollandalıların zulmettiği Endonezyalı Müslümanlar ve bunlar gibi daha niceleri hep Osmanlı Devleti’ne sığındılar. Osmanlılardan yardım istediler. Anadolu toprakları, zulümden kaçan birçok millete ve soydaşımıza ev sahipliği yapıyor. Bunlar arasında Balkan Türklerini, Boşnakları, Çerkezleri, Kırım Tatarlarını, Türkistan Türklerini, Irak Kürtlerini, Türkmenleri ve Suriyelileri sayabiliriz. Hem sığınılan, hem birleştiren, hem de güvenilen bir ülke olarak üzerimizdeki çamuru temizleyip atarak genetik kodlarımızda zaten var olan medeniyet tasavvurumuzu tekrardan yakalamak zorundayız. Bunları ne yazık ki yeni nesillerimize yeterince anlatamadık. Çünkü biz de bilmiyoruz. Bilmememizin sebebi de okumamamızdır. Önce okuyalım, sonra anlatalım. Hep beraber gelişelim, geliştirelim.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiMumda Titreyen Işık, Yüreklere “Deger”
İnsan

“Bir mum diğer mumu tutuşturmaklaışığından bir şey kaybetmez.” (Hz. Mevlâna)Bir başka makamda da Hazret, “Mum olmak kolay değildir. Işık saçmak için önce yanmak gerek!” buyurur, üstadların hocasına yakışır bir lisanla.Aslında her iki sözünü “enfüs ve afak” kelimelerinin çerçevesinde değerlendirecek olursak şu zamanda en çok ihtiyacımız olan, hem vazifemiz olan değerlerin hazine sandığından iki mücevherle yüz yüze geliriz. Birincisi “iman”, ikincisi “ittihad”…Evet…Önce kendi kalbini yaktı yakanlar… Bunu aşk’la yaptı. Bu yangının harareti kalbi sarmaladı; latifelere muhabbet, iştiyak pompaladı. Alevinden, hârından hiçbir şey ek­siltme­den. Ta kulluk makamında Mah­bub-ı Eze­linin huzurunda huşu ile ubudiyete dur­duruncaya kadar. Hem bu öyle bir yanış ki her latifenin kömür karası sinir-uçlarında tevhid ve nübüvvetten nişanlar vardı. Kesretten vahdete uzanan çizgide tüm duygular vahdaniyet otağındaki kalbin sancağı altında bir oldu, birlik oldu. İnsan dahilde bütünü buldu, gönlün manevi semasına bu yanışın buhuruyla kelime-i tevhid yazıldı. Sonra kul Rehber-i Mutlakını (sav) buldu, onunla kemale erdi. Tüm bu bulmalar sese yansıdı, göze yansıdı. Şehadete büründü, kâinatı tek elden çıkan bir kitap gibi okuttu. Kalblere mahbub, akıllara muallim, ruhlara sultan, nefislere terbiyeci olanın (sav) dizleri dibinde, nübüvvet bahçesinin İbrahimî gül bahçesinde.Şimdi bu aşkî yanışın sızısıyla ney gibi inleyen her gönülden, âşık olunan Hüda’nın hasret kokusu gelir. Dünyadan, hatta Cennetten azade… “Seni gerek” terennümüyle. Hasılı meselin adı: “Bir yanışla insan içten içe nasıl tekâmül eder?”Evet…Enfüsde bu yanış var.Özde bu yanış.Gönülde hep bu yanış.Bu öyle bir yanış ki afaka sıçramakla tüm dünyayı nura gark etmeye namzed bir yakış vardır içerisinde. Habibullah makamında, “gökyüzünün yıldızları” tesmiyesinde mevzubahis olan, nurani alevlerin ve parıltıların ufukları kaplamasıdır. Aslolan nebevi usullerle inşa edilen Sünnet hattında, nurlu tevhidî kıvılcımların yüreklere düşmesidir. Elbette bu yakış kuvvetini Nurların Nuru olandan almaktadır. Bir zaafa uğrayacak kadar ince ve takatsiz değildir. Zira bir çakmak taşı gibi olan itikad -teşbihte hata olmaz- kesretten vahdete ulaştıran esma adedince kalın bir hayt, kuvvetli iman çizgisi oluşturmaktadır. Bu ipek letafetindeki ip, hariçteki kalb ve akılları tutuşturacak, imani duygu ve fikirlerde ittihadı sağlayacaktır.(Yeri gelmişken hatırlatalım: Mevlânâ Hazretleri bir gün saatçi dükkânı önünden geçmektedir. Saat tik taklarını duyar. Kâinatın ahengini, gökyüzündeki intizamı zamanın kadranında bulmuştur. Bu tik taklar eşliğinde ilk kez semâ’ dönmeye başlar. Halden anlayan saatçi de peşi sıra. Yananın peşi sıra tutuşmuştur bir kez.)Hiç bakmıyor muyuz, gönül çatılarına? Sıçramakla yayılan nurani alevler dünyanın beşte birini nasıl da nura gark etti. Gökyüzünden yağan rahmet katrelerinin doğumunda dahi kalblerdeki iman ateşi ve kalbden kalbe yaylım ateşi olan ittihadın sancısı vardır.Şefkat ve Tefekkür…Akıl ve duygulara bozuk felsefelerle birbirinden ayrılık prangalarının vurulduğu zamanda, Nur isminin tecellisiyle aşk’ın yerine ikame edilen ve çıkarılan maddi temelli manevi ihtilalleri söndüren nurani sağanak bulutları:Şefkat ve tefekkür…Biliriz ki maneviyat ve maddiyat birbirine zıt vasıflar taşımaktadır. Birisi kalınlaş­tık­ça diğeri incelir. Bu hakikate “yanış pen­ceresi”nden de bakmalıyız. Maddi yanışların ve yakışların olduğu yerde manevi yanıştan nasıl söz edebiliriz. Bakınız kalbin kapısı önüne rızk telaşesi konuldu, hürriyetler satın alındı. Nasıl ki Rezzak ismi ile irtibat kuruldu, o vakit te­vekkül kalbe dokundu. Mana maddeye hâ­kim oldu. Bakınız zalim boğazına bastı, ölüm korkusu sardı. Nasıl ki Aziz olana vasıl olundu tevhid galebe çaldı, o an izzet ve cesaret kapıda belirdi. Mana maddeye hâkim oldu.Bakınız menfaatler öne serildi, mal mülk hırsı ruhu kapladı. Nasıl ki Baki olanla ahirete itikad kuvvetlendi, işte himmet ve cömertlik hayat buldu. Mana maddeye hâkim…Tüm bu “nasıl”lar ve benzerleri öncesindeki vartaların neticesi olan taassublar, hileler, şüpheler şu zamanda ancak ve ancak akıl-kalb vahdetiyle giderilebilir. Kalbin semeresi şefkat ve aklın meyvesi tefekkürün kol kola hayata imzasıyla sonlandırılabilir.İşte şefkat ve tefekkürle imani yanış…Hem ittihad yolunda.Yâ İlâhî!Hamd sanadır. Şikâyetler sana yapılır. Ve yardım senden istenir. Güç ve kuvvet, ancak pek yüce ve pek büyük Allah’a aittir. (Musa Aleyhisselamın Kızıldeniz’i geçerken söylediği ve rivayet eden Sahabe Efendilerimizin terk etmediği söz.)

İbrahim SARITAŞ 01 Ocak
Konu resmiKubbede Görünen Biz
Kültür ve Medeniyet

Selimiye Camiine gittiğimizde o muhteşem kubbe bizi etkilemişti. Ters lale arayışı ve hikayesi ve kubbenin ihtişamı hakikaten harikuladeydi. Bu sabah bu ayrıntıları tekrar hatırladım. Zira içinde taşın geçtiği bir müzakeremiz oldu.Taş demişken, taş acayip bir ayrıntıdır. Dinden örfe, kültürden coğrafyaya, kitaptan binaya, değerden mezara çoğu yerde kendine yer bulmuş, hayatın temeline oturmuş bir güzelliktir. En çok araştırılacak ve ders alınacak önemli bir aynadır.Taşın müzakerede yer alması beni Selimiye Camiine, o da şu hikâyeye taşıdı:Bu arada hikâye deyip geçmeyin. Hikayeler bazen bir hakikatin ucunu yakalamak için önemli bir anahtardır. Neyse, hakikatini Allah bilir ama anlatılan ve aşağıda anlatacaklarıma destek verecek şöyle bir hikâye var. Efendim, bir gün Selimiye Camii’ne girenler, kubbenin altında bir Japon’un ayaklarını kıbleye doğru uzatmış sırtüstü yattığını görmüşler. Sadece gördüğüne tepki vermek -ki bu genel bir durum bizde çoğu zaman- hemen Japon’u, “Burası mukaddes bir yer. Bu şekilde yatmak bizim inançlarımıza göre saygısızlıktır. Lütfen oturun veya ayakta durun” diyerek uyarmışlar.Ancak, Japon gözlerini kubbeden ayırmadan şöyle sayıklıyormuş; “Bu imkânsız. Ben yılların mühendisiyim. Bu kubbe var olamaz. Hayal görüyorum. Bu kubbenin orada o şekilde durması fizik ve matematik kurallarına aykırı. Bu imkânsız, orada hiçbir şey yok, orada hiçbir şey yok…”Mimar Sinan’ın Selimiye Camii’nin kubbesini 31,25 metre çapındaki o genişliğe oturtmak için on üç bilinmeyenli bir denklemi matematiğin bilinen dört ana işleminden farklı beşinci bir işlem oluşturarak çözdüğü söylenir.Doğrudur, ortada bir matematik var.Ama bunun yanında bir de fıtri güzellik var…O da: Bir ustanın eline girip kemalat elde eden taşların, benliği bir tarafa bırakıp, diğer taşlarla omuz omuza verip hem böyle bir güzelliğin ortaya çıkmasına vesile olmak hem de aşağı düşmekten kurtulmak meylidir.Bu fıtri bir meyildir. Taşta olan bu birlikten kuvvet ve güzelliğin çıkma keyfiyeti, aslında her şeyde vardır. En olması gereken yer de insandır.Toplum da bir kubbe gibidir. Toplumları sükuttan kurtaran omuz omuza olmaktır. Omuz omuza olabilmek için de kişinin çıkıntılarından kurtulması gerekir. Bir ustanın elinde işlenmek gerekir. Ben değil, bizi öncelemek gerekir. Ki toplum, kubbe gibi sağlam ve muhteşem olabilsin.Bunlar zihnimde dönüp dururken kendimi ayaklarımı ne tarafa uzattığımı bilmeksizin sırt üstü yatmış ve adeta bir kubbe olmuş toplumumuzu izlerken buldum. “Bu olamaz” diyordum. “Bu biz olamayız.”Arkadaşın seslenmesiyle kendime geldim. Sonra kendime baktım. Ben de bu kubbenin bir taşıydım. Çıkıntılarım var mı, nelerdir diye sordum hızlıca kendime. Ya eksik yönlerim? Kubbenin ayakta kalabilmesi için fazlalıklarımın değil de olması gerekenlerin nerede olduğunun kısa bir muhasebesini yaşadım zihnen.Bir anda kendimi boşlukta bulduğumu hissettim. O refleksle bir yerlere tutunma ihtiyacı hissetmişim. İçimden kendime “Tam olmamışsın” diyordum. “Taş bile yontulmuş, kıvama gelmiş, omuz omuza vermiş, yüzyıllardır ayakta duran şu güzelliğe malzeme olmuşken sen hala olamamışsın” diyordum.Madem Baki’nin dediği gibi “Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”, o zaman hoş bir kubbe için boş işleri bırakmak ve gücün ve güzelliğin ortaya çıkacağı birlik ve beraberliğe kuvvet verecek kıvama yürümek lazım deyip, sabahki hissemi aldım.Bildim ki ben “olma”dan, biz olmaz!Selam olsun Sinan’a…

Münib SAİD 01 Ocak
Konu resmiKasîde-i Bürde
Tarih

Birincisi, Ka’b bin Züheyr’in yazdığı kasidedir. Resûlullah (sav) tarafından beğenilmiş ve Peygamber Efendimiz hırkasını çıkararak şaire giydirmiştir. Bu yüzden bu kaside “Kaside-i Bürde” olarak meşhur olmuştur. İstanbul Hırka-i Şerif Camii’nde sergilenen Hırka-i-Şerif, Ka’b bin Züheyr’e bu kasideye mukabil giydirilen hırkadır. Bürde; Arapların gece üzerlerine örttükleri, gündüz giyindikleri hırka veya elbisedir. Tarihte iki kaside, “Kaside-i Bürde” ismiyle anılmaktadır.Birincisi, Ka’b bin Züheyr’in yazdığı kasidedir. Resûlullah (sav) tarafından beğenilmiş ve Peygamber Efendimiz hırkasını çıkararak şaire giydirmiştir. Bu yüzden bu kaside “Kaside-i Bürde” olarak meşhur olmuştur. İstanbul Hırka-i Şerif Camii’nde sergilenen Hırka-i-Şerif, Ka’b bin Züheyr’e bu kasideye mukabil giydirilen hırkadır. Ka’b bin Züheyr (ra)Ka’b bin Züheyr (ra) Resûllullah (sav) Efendimizin şairlerinden... Yazıp huzurda okuduğu kasîdenin mükâfatı olarak Efendimizin (sav) hırka-i saadetine nâil olan bahtiyarlardan olup “Kasîde-i Bürde” diye anılan meşhur şiirin sâhibidir.Ka’b ve kardeşi Büceyr’in İslâm’la şereflenmeleri Mekke’nin fethinden sonra oldu. Şöyle ki: Ka’b ve kardeşi Büceyr, Peygamber Efendimizle (sav) görüşmek üzere Me­dine’ye doğru yola çıktılar. “Ebraku’l-Azzat” denilen yere geldiler. Bu mahal Medine’ye birkaç menzil mesafededir. Büceyr Medine’ye önceden gidip Peygamber Efendimizi (sav) görüp onu dinlemek istedi. Bu sebepten; Kâ’b’a, “Sen burada bekle, ben şu zata kadar gideyim. Söylediği şeyleri bir dinleyeyim.” dedi. Ka’b da “Haydi git o adamla buluş, ben burada bekleyeyim.” dedi. Büceyr yalnız başına Fahr-i Kâinat (sav) Efendimizin huzuruna vardı. İslâmiyet hakkında bilgiler alınca hemen Müslüman oldu.Büceyr’in Yazdığı MektupKa’b kardeşi Büceyr (ra)’in İslâm’la şereflendiğini işitince ona çok kızdı. Öfkesini şiire döktü. Ona bir mektup yazdı. Fahr-i Kâinat (sav) Efendimize ve İslâm’a çirkin sözlerle saldırıda bulundu. Mektubu okuyan Büceyr (ra) tahammül edemedi. Durumu iki cihan güneşi Efendimiz (sav)’e arz eyleyerek yazdığı şiiri okudu. Bunun üzerine Efendimiz: “Kâ’b’â kim rastlarsa onu öldürsün. Kanı şu andan itibaren mübah kılınmıştır.” buyurdu.1 Büceyr (ra) da ona bir mektup yazdı ve söylediklerine şiirle cevap verdi. Ona nasihat olarak ikaz edici ve korkutucu bir üslup kullandı: “Ey Kâ’b! Bâtıl, boş diye yerdiğin bu dinden daha gerçeği, daha sağlamı var mı sende? Kurtulmak istiyorsan putları bırak. Bir olan Allah’a yönel! O’na teslim ol!... Kıyamet günü Müslüman olup iman edenlerden başkası cehennem ateşinden kurtulmayacaktır.”Büceyr (ra) mektubun sonuna da şunları ilâve etti: “Resûlullah (sav)’ı hicvedip üzenlerin bazıları öldürüldü. Bir kısmı da başını alıp kaçtı. Eğer sen sağ kalmak istiyorsan acele Medine’ye gel. Resûlullah (sav) yaptığına pişman olup tevbe edenlerin hepsini kabul etti. Eğer dediğimi yapmazsan başının çaresine bak!”Ka’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr (ra)’in mek­tubunu alınca dünya başına yıkıldı. Ha­yatından korkmaya başladı. Nihayet kararını verdi ve Medine yolunu tuttu. Bir de şiir yazdı. Bu şiirinde tevbe edip Müslüman olduğunu bildiriyordu. Sevgili Peygamberimizi (sav) methediyordu. Af dilediğini dile getiriyordu. Medine’ye varınca Cüheynî kabilesinden bir dostunun evine gizlice gidip misafir oldu. Ertesi gün dostu onu sabah namazında Mescide götürdü. Devesini mescidin önüne çöktürüp içeri girdi.Kaside-i Bürdeİki Cihan Güneşi Efendimiz, etrafında halka halka oturan Ashab-ı Kiramla sohbet ediyordu. Yanına yaklaştı ve önüne oturdu. Kendini tanıtmadan Efendimize, “Yâ Resûlallah! Ka’b bin Züheyr yaptıklarına pişman ve Müslüman olarak senden eman dilemeye gelmiş bulunuyor. Ben onu, sana getirsem eman verir misiniz?” dedi. Sevgili Peygamberimiz, “Evet!” buyurdu. Bunun üzerine Ka’b bin Züheyr kelime-i şehadet getirdi. Efendimiz onu tanımıyordu. “Sen kimsin?” diye sordu. O da “Ben Ka’b bin Züheyr’im.” cevabını verdi. O sırada ashabdan biri ortaya atıldı. “Yâ Resûlallah! İzin ver de şu Allah düşmanının boynunu vurayım!” dedi.Peygamber Efendimiz (asm), “Bırak onu! O, şu âna kadar içinde bulunduğu durumdan pişmanlık duymuş ve Hakk’a dönmüş olarak gelmiştir.” buyurdu.2Rahmet Peygamberi Efendimiz, “Demek şu beyti söyleyen sensin ha!” buyurdu. Hz. Ebû Bekr (ra)’e dönerek: “Ey Ebû Bekir! Nasıl demişti?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir (ra) Kâ’b’ın o beytini okudu. Ka’b o beyti ben ancak şöyle söylemiştim dedi. Sevgili Peygamberimiz o beyitte kendisinden me’mun (güvenilir) kişi diye bahsedildiğini görünce “Evet! Vallahi me’mundur, emindir!” buyurdu. Sonra Ka’b bin Züheyr (ra) ayağa kalktı ve “Banet Suâdü = Sevgili Uzaklaştı” sözleriyle başlayan uzun kasîdesini okumaya başladı. Sevgili Peygamberimiz buna çok memnun oldu. Kasidesini çok beğendi. Hırkasını çıkarıp ona giydirdi. Bu sebepten Ka’b bin Züheyr’in kasidesi “Kaside-i Bürde” adı ile meşhur oldu. Bu kasidenin birçok şerhleri yapıldı. Her devirde Peygamber âşıkları ona şerhler yazdı.Hırka-i SaâdetResûlullah (sav) Efendimizin hediye ettiği bu hırka Ka’b bin Züheyr (ra)’in vefatından sonra vârislerinden Muaviye ibni Ebu Süfyan tarafından satın alındı. Halifeden halifeye miras kaldı. Emevilerden, Abbasilere ve nihayet Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır fethinden sonra İstanbul Topkapı Sarayına kadar geldi. Günümüze kadar korunan bu hırka “Hırka-i Saâdet” ismiyle meşhur oldu. Topkapı sarayında “Hırka-i Saâdet” odasında muhafaza edilmektedir.3 Kaside-i Bürde(Türkçe tercümesi kısaltılarak alınmıştır.)Sevdalı gönüllere şu dünya gerçekten darNerede o sâdık dost, hani nerde o diyar?En sonunda bulmuştum gönlümce bir nazlı yârBugün kalbim çok üzgün, gitti sevgilim SuâdKölesiyim ben onun, asla istemem âzâdOnun ağız suyundan dudakları ıslaktırO su, vadiden sızan sular kadar berraktırEsen kuzey rüzgârı serinletmiş apaktırO dudak İsa gibi ölüye hayat verirGülümseyince Suâd o an yüreğim erirAldım acı haberi, dostlarımı dolaştımElimden tutar diye nicesine ulaştımÜmit vermedi kimse, gerçekten buna şaştımBana söyledikleri “Bizden sana fayda yok”Nihayet anladım ki, sözde dostlarım pek çok! …Anasından her doğan, uzun yaşasa bile,Binecek tahta ata bekler zamanı geleÖmürdür çabuk geçer, günler savrulur yeleAyrılmak kaçınılmaz, ıssız kalır ocağıHer şey aslına döner, toprak ana kucağı…Haber geldi, Peygamber ceza verecek sanaBaş üstüne kararı, kanım helaldir onaBilirim Resulullah daima aftan yanaO kerem sahibidir sığınanı bağışlarBağışlanan bahtiyar, hayata yeni başlarHidayeti lütfeden sana Kur’ân’ı verdiHikmetle, öğütlerle hakikati gösterdiSayende bunca insan zulmetten nura erdiN’olur ya Resulallah, biraz mühlet ver banaHakkımda yalan haber uçuranlar çok sanaResul’ün huzuruna ben isteğimle gittimSağ elimle elini tutarak biat ettimİşte o an kendimi en bahtiyar hissettimSöz onun, meydan onun, kapalı cümle kapıAçıktır insanlığa onun kurduğu yapı.............Şüphe yok Resulullah aydınlatan bir nurdurOnunla aydınlanmak bulunmaz bir huzurdurÜmmetinden sayılmak başlıca bir gururdurGerçi Hint işi kılıç değerlidir, pek çokturO Allah’ın kılıcı, onun gibisi yokturKureyş’ten bir topluluk kutsal Mekke şehrindeSeçmişlerdi İslam’ı putperestlik devrindeMüşrikler hayat hakkı vermedi evlerindePeygamber buyurdu ki artık burdan gidinizPeyderpey Medine’ye kalkıp hicret edinizNurdan bir kervan gibi çekilip gitti onlarÖnlerine çıkacak düşmanla çarpışanlarYalnız güçsüz, silahsız, mecalsizdi kalanlarEn sonunda müşrikler her taraftan sarıldıSabreyle kutlu Kâbe, şirkin beli kırıldıKahraman muhacirin başı dik, gayet vakûrSanarsın ki zırhını Davud Peygamber dokurKuşanmış silahını dilinde tevhid okurBekle İran ve Bizans sıra size gelecekAllah’ın va’di haktır, fetih gerçekleşecekAttıkları her okun hedefini bulması Mutlu etmez onları düşmanın vurulmasıSavaştan beklenen şey, barışın kurulmasıHedef Hakk’ın rızası, başka gaye gütmezlerMağlup olsalar bile pek fazla üzülmezlerBeyaz develer gibi yürürken gayet eminÜrpermekte görenler, titremektedir zeminGerektiğinde serttir, yerine göre nermînAshâbın tekbirlerle meydana çıkışınıGören siyah düşmanın seyreyle kaçışınıNe ürküntü ne korku ölüm denizlerindenGalibiyet sevinci okunur yüzlerindenYürüyecek nesiller onların izlerindenArkadan vurulmanın hesabı ağır olurYiğitler ya göğsünden ya alnından vurulur.4Bediüzzaman Hazretleri Kaside-i Bür­de’de ifadesini bulan bir mucizeyi şöyle nakleder: “İmâm-ı Beyhakî ve İmam-ı ibn-i Adiyy gibi bazı mühim imamlar, Hazret-i Enes ibn-i Mâlik’ten haber veriyorlar ki, Enes demiş: “Bir ihtiyâre kadının bir tek oğlu vardı. Birden vefat etti. O sâliha kadın çok müteessir oldu. Dedi: ‘Ya Rab! Senin rızan için Resûl-i Ekrem (sav)’e biati ve hizmeti için hicret edip buraya geldim. Benim hayatımda istirahatimi temin ede­cek tek evlâdcığımı, o Resûlün hürmetine bağışla.’” Enes (ra) der: “O ölmüş adam kalktı. Bizimle yemek yedi.” İşte şu hâdise-i acîbeye işaret ve ifade eden İmâm-ı Busîrî’nin Kasîde-i Bürde’de şu fıkradır: لَوْ نَاسَبَتْ قَدْرَهُٓ اٰيَاتُهُ عِظَمًا ۞اَحْيَي اسْمُهُ ٖحينَ يُدْعٰي دَارِسَ الرِّمَمِ Yani “Eğer alâmetleri, onun kadrine muvafık derecesinde azametini ve makuliyetini gösterse idiler, değil yeni ölmüşler, belki onun ismiyle çürümüş kemikler de ihya edilebilirdi.”51- İbn-i Kesîr, Sîre, 3:705; Mevahibü’l-Ledünniye, 1:221.2- Sîre, 4:146-147; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:700-705; Uyunü’l-Eser, 2:209-212.3- Tahsin Öz, Hırkâ-i Saadet Dairesi ve Emânât-ı Mukaddese, s. 23.4- İslâmî Edebiyatta Şaheserler, Prof. Dr. Mahmut Kaya, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul, 20185- Zülfikar Risalesi, s. 284.

Mustafa YANKIN 01 Ocak
Konu resmiSüleyman Çelebi’nin Mevlidinde Mi’râc
Kültür ve Medeniyet

Süleyman Çelebi, “Vesiletü’n-Necat” ismini verdiği Mevlid-i Şerifini 15. asrın başında kaleme almıştır. Kendisinin tek eseri olan bu güzide eserin telif sebebi gayet manidardır:Süleyman Çelebi, “Vesiletü’n-Necat” ismini verdiği Mevlid-i Şerifini 15. asrın başında kaleme almıştır. Kendisinin tek eseri olan bu güzide eserin telif sebebi gayet manidardır:Müellifin Bursa Ulucami’de imamlık yaptı­ğı yıllardır. Bir vaiz, kürsüde Bakara suresinin 285. ayetini izah ederken peygamberler arasında bir fark olmadığını dile getirir. Ona göre Fahr-i Kâinat Efendimizin (sav) Hazret-i İsa ve diğer peygamberlerden bir farkı yoktur, üstünlüğü de söz konusu değildir. Cemaat vaizle tartışır. Süleyman Çelebi de vaizin sözlerinden çok müteessir olur ve vaize hitaben, “Zira ol efdallığa elyak durur / Anı öyle bilmeyen ahmak durur.” beytini söyler. Ardından da 1409’da meşhur eserini yazar. Mevlid-i Şerif buram buram Peygamber sevgisi kokmaktadır. Habibullaha olan bağlılığı ve sadakati dile getirmektedir. Bundan dolayıdır ki asırlar boyu necib Türk milleti tarafından hüsn-i kabul görmüş, birlik ve beraberlik günlerinde uhuvvet duygularının kuvvetlenmesine vesile olmuştur. Türkçede ilk örneği Süleyman Çelebi’ye mi aittir tam bilinmez, lakin sonrasında yazılan 200’e yakın Mevlid metninin birçoğunda Vesiletü’n-Necat’ın büyük tesiri vardır. Eserin bestelenip mevlidhanlar tarafından okunmasıyla, Peygamber sevgisi üzerine teşekkül eden bir mevlid geleneğini ortaya çıkmıştır.Vesiletü’n Necat “tevhid, münacat, na’t, veladet, mi’râc-name, dua” gibi kısımlardan oluşmuştur. Aşağıda Peygamberimizin mi’râcını anlatan beyitler yer almaktadır. Söyleşirken Cebrâil ile kelâmGeldi Refref önüne verdi selâmAldı ol Şâh-ı cihânı ol zamânSidre’den götürdü ve gitti hemânBir fezâ oldu o demde rû-nümâNe mekân var ânda ne arz u semâKim ne hâlîdir ne mâlî ol mahalAkl u fikr etmez o hâli fehm ü hallRef’ olup ol Şâh’a yetmiş bin hicâbNûr-i tevhîd açdı vechinden nikâbHer birisinden geçerken ileruEmr olurdu yâ Muhammed gel beru (Refref: Peygamberimizin üzerine bindiği ve kendisiyle Rabbimizin huzuruna çıktığı binek / Sidre: Peygamberimizin Cebrail Aleyhisselam ile yükseldiği 7. kattaki makam. Sahabeler tarafından Sidre ile alakalı sorulan soruya Allah Resulü şu cevabı verir: “Altından pervanelerin onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allah’ı tesbih ettiğini gördüm.” / Fezâ: Uzay boşluğu / Rû-nümâ: Yüz gösteren / Hicâb: Perde / Nikâb: Örtü, peçe) “Peygamberimiz Sidre’de Hazret-i Cebrail ile konuşurken Refref geldi ve selam verdi. Sonra Sidre’den ayrıldılar. İşte o vakit tüm mekân, arz ve sama gözden kayboldu; feza yüz gösterdi. Her yer ne boştu ne de dolu… Öyle bir halde idi ki anlayış, akıl ve fikir etmekten uzaktı. Cihanın Padişahına 70 bin perde açıldı ve tevhid nuru yüzünden örtüyü kaldırdı. Her perde böylelikle geçilirken Rabbimizin davet eden emri duyuldu: Ya Muhammed (sav)! Beri gel!”Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin dilinde, aşk ile tevhid nuru güzergâhında yapılan ve perdeleri kaldıran bu seyahat, bu dönüş nev-i beşere münhasıran ne güzel yer etmektedir: Ezelden aşk ile biz yâne geldikHakikat şem’ine pervâne geldikTenezzül eyleyib vahdet ilindenBu kesret âlemin seyrâne geldik* * *Çün kamusunu görüp geçdi öteVardı erişdi ol ulu Hazret’eŞeş cihetden ol münezzeh Zü’l-CelâlBî-kem u keyf âna gösterdi cemâlZâten ol Sultân-ı mâzâgal basarEylemişdi Hakk’a tahsîs-i nazarÂşikâre gördü Rabbü’l-izzetiAhirette öyle görür ümmetiBî-hurûf u lafz u savt ol pâdişâhMustafâ’ya söyledi bî-iştibâhDedi kim matlûb u maksûdun benemSevdiğin cân ile ma’bûdun benemGece gündüz durmayub istediğinN’ola kim görsem cemâlin dediğinGel habîbim sana âşık olmuşamCümle halkı sana bende kılmışamNe murâdın var ise edem revâEyleyem bir derde bin türlü devâ (Mâzâgal basar: Necm suresi 17. ayetten iktibas: (O haşmetli makamda Muhammed’in) göz(ü) ne kaydı, ne de haddini aştı. /Bî-iş­ti­bâh: Şüphesiz / Revâ: Layık)“Peygamberimiz nitekim tüm perdelerden geçerek Cenab-ı Hakk’a vasıl oldu. Hak Teala öyle bir biçimde cemalini gösterdi ki: Altı cihetten, kemiyetten ve keyfiyetten münezzeh olarak. Zaten o Mâzâgal basar Sultanı tüm nazarını Hakk’a tahsis etmişti. Bu nazarla Rabbini aşikâre gördü. Hem Hak Teala öyle konuştu ki: Harfsiz, lafızsız, ses’siz… Şüphelerden azade… Dedi: Matlubun ve maksudun benim. Candan sevdiğin mabudun benim. Gece gündüz durmayıp istediğin, ne olur cemalini görsem dediğin benim. Gel Habibim, sana âşık olmuşum, cümle halkı sana köle kılmışım. Ne muradın varsa muratlarına layık edeyim. Bir derdine bin türlü deva eyleyim.”(قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى) olarak ifade edilen vuslat anında mükâleme ve müşahede… Büyük nimet! Allah Resulü buyuruyor:“Benim Cenab-ı Hak ile öyle anlarım olur ki onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vakıf olamaz.”* * *Mustafâ dedi Eyâ Rabb-i RahîmEy hatâ-pûş u atâsı çok KerîmOl zaîf ümmetlerim hâli n’olaHazretine nice anlar yol bulaGece gündüz işleri isyân kamuKorkarım ki yerleri ola tamuYâ İlâhî hazretinden hâcetimBu-durur kim ola makbûl ümmetimHak Teâlâ’dan erişdi bir nidâYâ Muhammed ben sana kıldım atâÜmmetini sana verdim ey HabîbCennetimi onlara kıldım nasîbYâ Habîbim nedir ol kim diledinBir avuç toprağa minnet eyledinBen sana âşık olunca ey ŞerîfSenin olmaz mı dü âlem ey LatîfZâtıma mir’ât edindim zâtınıBile yazdım adım ile adını (Hatâ-pûş: Hataları örten / Atâ: İhsan, ikram / Tamu: Cehennem / Mir’ât: Ayna) “Muhammed Mustafa (sav) dedi: Ey hataları örten, ihsan sahibi ve kerim olan Rabb-i Rahim’im! Zayıf ümmetimin hali ne olacak? Onlar sana nasıl yol bulacak? Gece gündüz hep işleri güçleri isyan. Korkarım ki yerleri Cehennem olacak. Ya İlahi! Yüce katından isteğim odur ki onları sen kabul edesin. Hak Teala’dan nida erişti, buyurdu: Ya Muhammed (sav)! Ben sana atâ kıldım. Ümmetini sana bağışladım. Cennetimi onlara nasib kıldım. Bu dileğin nedir ki sen bir avuç toprak kıymetinde bir şey diledin. Ey şerefli kulum! Ey latif kulum! Ben sana âşık olunca iki âlem senin olmaz mı? Zira zatıma ayna edindim zatını, adın ile bile yazdım ben adını.”Bir daha temaşa edelim mihrabın iki başındaki rû be rû Allah (cc) ve Muhammed (sav) lafızlarını. Gönül kulağıyla işitelim tekrar tekrar aşağıdaki beyitlerin manasını:Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kâim Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür daim Hak kıldı seni zatın mir’ât Yâ ResulallâhO mir’âttan göründü sûret-i zat Yâ Resulallâh* * *Hem dedi kim yâ Muhammed ben seniBilirim görmeğe doymazsın beniLîk dîn emri tamâm olmak içünÜmmetin de bana yol bulmak içünAvdet edip davet et kullarımıTâ gelüben göreler didârımıSen ki mi’râc eyleyüb etdin niyâzÜmmetin mi’râcını kıldım namâzHer kaçan kim bu namâzı kılalarCümle gök ehli sevâbın bulalarÇünki her türlü ibâdet bundadırHakk’a kurbiyetle vuslat bundadırSıdk ile beş vakt olundukça edâElli vaktin ecrin eyler Hak atâ(Avdet: Geri dönmek / Didâr: Güzel yüz / Kaçan: Ne zaman / Kurbiyet: Yakınlık)“Hak Teala hem buyurdu: Ya Muhammed (sav)! Ben bilirim ki sen beni görmeye doymazsın. Lakin peygamberlik vazifeni yerine getirmen, ümmetine bana ulaştıracak yolu göstermen için geri dön. Kullarımı davet et ki gelip onlar da didarımı görsünler. Sen nasıl mi’râc eyledin ve bana niyazda bulundun, ümmetinin mi’râcı da namazla olacaktır. Her ne zaman ki namaz kılarlar kendilerine gök ehlinin sevabı ulaşır. Çünkü her türlü ibadet namazda gizlidir. Hakka yakınlık ve kavuşma namazla mümkündür. Dosdoğru olarak beş vakit edâ eylendiğinde, o beş vaktin ecrini elli vakit namazın ecri gibi eylerim.”Gök ehlinin ibadeti… Ya nasıl? İşte yine Süleyman Çelebi’nin gönlünden kaleme, kalemden beyaz satırlara yansıyan ubudiyet tasviri:Gördü gök ehli ibadette kamu                                Her biri bir dürlü tâatte amûKim kıyâm içre kimi kılmış rükû                            Kimi Hakk’a secde kılmış bâ-huşûKim tahiyyâta oturmuştu müdâm                           Ol idi tâatleri her subh u şâmKimi takdîs u kimi temcîd okur                            Kimi tehlîl u kimi tahmîd okur* * *Mâ-hasal ol anda doksan bin kelâmSebk edip buldukda encâm u hitâmTarfetü’l-ayn içre ol Fahr-i cihânÜmmü Hânî evine geldi hemânHer ne vâki’ oldu ise serteserCümlesin ashâbına verdi haberDediler ey kıble-i İslam ü dînKutlu olsun sana mi’râc-ı güzînBiz kamumuz kullarız sen şâhsınGönlümüz içinde rûşen mâhsınÜmmetin olduğumuz devlet yeterHizmetin kıldığımız izzet yeter (Mâhasal: Hasılı, sözün kısası, netice / Sebk etmek: Önceden olmak, geçmek / Encâm: Son, nihayet / Tarfetülayn: Göz açıp kapa­yın­caya kadar, bir anda / Ümmü Hânî: Haz­ret-i Ali’nin ‘ra’ kız kardeşi)“Sözün kısası doksan bin kelamla mükâleme sona erdikten sonra, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz Ümmü Hânî’nin evine geldi. Her ne gerçekleştiyse baştanbaşa hepsini ashabına haber verdi. Onlar da ‘Ey İslam dininin kıblesi, seçkin mi’râcın sana kutlu olsun! Biz hepimiz senin gibi bir peygambere hizmetkârız. Gönüllerimizi aydınlatan gönül içindeki parlak ay sensin. Sana ümmet olmanın devleti ve hizmet etmenin şerefi bize yeter’ diyerek tebrik ettiler.”Evet, kayıtsız tasdik ile gelen sıddıkiyet makamı mi’râcın parlaklığıyla belirdi. Bu büyük mucize, sadece Sahabe Efendilerimiz değil şimdiye kadar gelen ve gelecek olan ümmetin imanına iman katacak, Ebu Bekir vasfını kalblere yerleştirecek sırlar taşıdı. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin mucizenin birinci derecede şahitlerinin sema ehli olduğuna işaret eden veciz ifadesi: Evet, şakk-ı kamer, nasıl ki bir mu’cize-i risâletidir. Nübüvvetini cin ve inse göster­di. Öyle de mi’râc dahi bir mu’cize-i ubû­di­yetidir. Habîbiyetini ervâh ve me­lâi­ke­ye gösterdi.* * *Bir Hadis:“(Mi’râc esnasında) Cennetin kapısında du­rup içeri baktım. Oraya girenler ekseriya fakirler idi. Zenginler de (hesap vermek için) mahpus idiler. Bunlardan cehennemlik olan­ların ise ateşe atılmaları emredilmişti. Ce­hennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin ekserisi kadınlardı.”

İbrahim SARITAŞ 01 Ocak
Konu resmiDünyevi İhtiraslardan Hakikate Siyasetsiz Bir Hizmet Anlayış
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretlerinin siyasetten çekilme kararı, onun düşünce dünyasında yaşadığı bir kırılmanın izlerini taşır. Hayatının bir döneminde, siyasetin dine ve ilme hizmet edeceğine inanarak bu alana bir adım atar. Ancak zamanla bu alanın kendisine uygun olmadığını ve beklentilerini karşılamadığını görür, siyasetten uzaklaşarak ruhunu sükûnete kavuşturacak başka bir yol aramaya yönelir.Sevgili Üstadımız, siyaset yoluyla dine ve topluma katkı sağlamanın, kendi deyimiyle “meşkûk ve müşkilâtlı” bir yol olduğunu fark eder. Siyasetin içerdiği belirsizlikler ve engeller, onun için hizmet yolunda bir tür çıkmaza dönüşür. Siyasetin sahası, değişken menfaatler ve hesapların çarpıştığı bir meydandır. Bu meydanda hem insanları bir arada tutmak hem de onları doğruya yönlendirmek, çoğu zaman imkânsız bir hale gelir. Bediüzzaman Hazretleri de bu karmaşa içinde, siyasetin kendi karakterine uygun olmadığını, böyle bir zamanda böyle bir alanda bulunmanın “fuzuli” bir iş olduğunu anlar. Çünkü güncel siyasetin tabiatındaki yalan ve aldatmanın, çıkar çatışmalarının varlığı ona ağır gelir.Bu noktada Hazreti Üstad, siyaset sahnesine çıkan bir kişinin iki yol arasında kaldığını dile getirir: Ya iktidarın tarafında olacak ya da muhalif bir duruş sergileyecektir. İktidar yanlısı olursa, topluma dair sorunları ifade edemeyecek; muhalif olursa, bu kez de karşı çıkmanın getireceği muhtelif riskler ve günahlarla yüzleşecektir. Bu iki seçenek arasında, her iki yol da vicdanen ağır bir yük olarak önüne çıkar. Muhalefetin gerektirdiği tehlikeli ve sonuçları belirsiz fiiller, onun maneviyatına, masumiyete olan inancına aykırı düşmektedir. Başkalarını tehlikeye atmamak, karışıklıklardan uzak durmak onun bu konuda aldığı temel tedbirlerden biridir.Üstad, bu ikilemden kurtulmanın en sağlıklı yolu olarak siyaseti ve dünya meselelerini tamamen terk etmeyi seçer. Bir zamanlar günlük gazeteleri takip eden, dünya gündemine dair sohbetlerde yer alan Eski Said, iç muhasebesiyle yüzleşir ve radikal bir karar alarak bu ilgisini bırakır. Onun bu tercihi, modern çağın fertlerine de bir mesaj niteliğindedir: Dünya karmaşasının içinde savrulmak yerine, kendine dönmek, derunî bir huzuru bulmak ve en büyük hileyi “hilesizlikte” bulmak. Sevgili Üstadımızın siyaseti terk etmesindeki bu “hilesizlik” ilkesi, sahici bir duruşun ve samimiyetin göstergesidir.Muazzez Üstad, siyaseti terk ederek kendisini ilim ve iman hizmetine adar. Siyasi çekişmelerin kısa vadeli ve belirsiz sonuçlarına kapılmak yerine, sonsuzluğa uzanan bir ideali yaşamaya ve yaşatmaya koyulur. Siyasetin güncel meselelerinden uzaklaşıp kalıcı hakikatleri aramanın, aslında kişinin en anlamlı direnişi olduğunu düşünür. Bu tavır, dünya meselelerine duyarsız olmak değildir. Aksine, dünya hırslarının ve çekişmelerinin ötesinde kalmayı başararak, hakikati ve samimiyeti muhafaza etmek anlamına gelir.Siyasetle arasına koyduğu mesafe, manevî hayatında bir derinleşme arayışının sonucudur. Kişinin, siyasetin yanıltıcı atmosferinden uzaklaşarak daha saf, daha temiz bir hizmet yoluna yönelmesi, ona göre çok daha anlamlı ve değerlidir. Bu nedenle, siyasete ve dünyevi meselelere olan ilgisini tamamen kesmiş, “bana ihtiyaç yok ki, beyhude karışayım” diyerek kendisini yalnızca kalıcı hizmetlere adamıştır.

Celal AKAR 01 Ocak
Konu resmiZamanın Harikasını Tanıma Yolculuğu
Risale-i Nur

Said Nursi, dostlarını ve öğrencilerini İslami kardeşlik bağıyla birleştirdiği gibi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesini koruma konusundaki çabasını da en yüksek seviyeye ulaştırmıştı. Bu gayretleri sayesinde ona “Bediüzzaman” unvanı verilmişti.Adım Gusti Sadewo. Başlarda yalnızca kitap okumayı çok seven bir gençtim. Türü ne olursa olsun, karşıma çıkan her kitabı büyük bir iştahla okurdum. Ancak bir gün, Al-Madinah Entegre Medresesi’nde lise eğitimime devam ederken, kader beni “Api Tauhid” isimli tarihi bir romanla buluşturdu. İlk başta bu kitabı sıkıcı bulacağımı düşündüm; hani şu, şüphelerle dolu felsefi fikirlerin zihne ağır geldiği türden kitaplar gibi. Fakat romanın ilk sayfalarını okuduğumda, küçük bir çocuk olan Said Nursi ile tanıştım. Ancak o, sıradan bir çocuk değildi. Kitabı okudukça, hayranlık ve sevgim her sayfada biraz daha büyüdü. Farkında olmadan bu sevgi, yüreğime derinlemesine kök saldı. Artık bu sevgi bir duygu olmanın ötesine geçmişti; dalları ve yapraklarıyla gökyüzüne uzanan koca bir ağaca dönüşmüştü. Bu ağaç, beni güneşin kavurucu sıcağından koruyan bir gölgelik, ruhumun yorgunluğunu dinlendirdiği bir sığınaktı. Okumaya devam ettikçe bu ağaç da değişim geçirdi. Artık bir ağaç değil, bana sevginin hakikatini ve bir kulun yolculuğunu öğreten bir medreseye dönüşmüştü. Bu medresenin müfredatı, kişinin nasıl büyüdüğünü, şüpheli ve haram olan şeylerden nasıl sakındığını, dini mücadelenin ateşini nasıl yaktığını ve istikamet çizgisini nasıl koruduğunu anlatıyordu. Said Nursi, dostlarını ve öğrencilerini İslami kardeşlik bağıyla birleştirdiği gibi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesini koruma konusundaki çabasını da en yüksek seviyeye ulaştırmıştı. Bu gayretleri sayesinde ona “Bediüzzaman” unvanı verilmişti. Artık o denizde sevgiyle boğulacak kadar derine dalmıştım. Peki, bir denize olan sevgimi nasıl dile getirebilirdim, eğer hâlâ kıyıda durup dalgalarından korkuyorsam? İşte bu düşünce beni bir gemi arayışına sürükledi; denizin derinliklerine dalmak ve sevgimi itiraf etmek için bir gemi. Gerekirse, denizin en dibine kadar dalmaya razıydım. Çünkü bu sevgiyi ifade etmenin başka bir yolu yoktu. Sonunda onu buldum! Beni bu denizde yüzdürecek gemiyi ve kürekleri... Gemiye “Risale-i Nur”, küreklere ise “Mektubat” adı­nı verdim. Bu gemiyi ve kürekleri almak için, mücadele yıllarımda biriktirdiğim parayı harcadım. O parayla başka şeyler yapabilirdim, ama tüm fedakârlıkları göze alarak bu aşk yolculuğu için harcadım. Denizi aşıp dalgaların arasında süzülmeye başladım. Geri döndüğümde, onun hi­kâ­yesini karşılaştığım herkese anlatmaya başladım. Hangi mekâna adım atsam, orada onun izlerini bırakıyordum. İnsanların beni deli ilan etmesine aldırmadım. Çünkü onun hakikatini anlatmak benim için her şeyden daha kıymetliydi. Eğer insanlar arasında bu sevgime karşı bir çare bulamazsam, tekrar tekrar o denize döner, onu defalarca keşfederdim. Zira artık o, yalnızca okuduğum bir kişi ya da bir hikâye değil, benim ruhuma kök salmış bir hakikat, bir hayat rehberiydi: Risale-i Nur.

Gusti Sadewo 01 Ocak
Konu resmiGören Göze Maşallah!
İnsan

Bir bahar günüydü. Köye dönerken yolda bağlara bahçelere hayran bir şekilde baktı. Yemyeşil ağaçlar, uçan kuşlar, kelebekler, kuzular… Harika bir manzara vardı. Dünyanın sihirli, meftun edici yönünü gördü.Basri…Doğuştan kördü. Günlerini evde geçirir, insanları seslerinden tanırdı. Annesinin yavrum seslenişi, babasını kullandığı kokusu ile onların varlıklarını tüm benliğiyle hissederdi.Meraklı mı meraklı bir çocuktu. İnsanlar konuştukça ağaçların rengini, yemyeşil yapraklarını duyardı. Rengarenk çiçekler açan farklı ağaçların daldan kolları ve elleri, meyvelerle dolardı: Kiraz, dut, armut, şeftali, erik, kayısı… Görmediği bu meyveleri hep mi hep merak ederdi. Babası eve bu meyvelerden getirdikçe avucunun içine alıp “Siz ağaçlarda nasıl asılı duruyorsunuz?” derdi.Günlerden bir gün evlerine bir haber geldi: “Anneannen öldü.” Öldü de ne demekti. Merakla dedesine sordu: “Ölmek de ne demek? Ölünce insan ne olur?” “Ölüm bir çeşit uykuya benzer.” dedi dedesi ve anlatmaya devam etti: “Bu uykudan ancak binlerce sene sonra uyanılır. Ölen insanlar, başkalarının kendileri için kazdığı çukura yatırılır, üzerini toprakla örtülür. Kıyametin kopmasına kadar beklerler. Aynen tohumun gömülüp de topraktan çıkması gibi kıyamet kopunca o insanlar da tekrar dirilirler, mahşer yerinde toplanırlar. Orada dünyada yaptıkları her şeyden hesaba çekilirler. O gün insanların iyilikleri ve kötülükleri tek tek gözleri önüne serilir. Sevabı ağır gelen Müslümanlar Cennete gider. Cennet öyle güzel bir yerdir ki, insan her ne isterse kendisine verilir. Cennete gidenler, sonsuza dek mutlu olurlar.” Dedesinin en son bahsettiği Cennet kelimesi bile mutlu olmasına yetmişti. “Ben de gidebilecek miyim?” diye titrek bir sesle sordu. Dedesi bu sorusunu cevapsız bırakmadı. Âlemlerin Efendisinin (asm) bir müjdesini söyledi: “Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğim zaman sabrederse gözlerine karşılık olarak cenneti veririm.” Bu müjde çok hoşuna gitti. Adeta sevinçten kanatlanmıştı. Meraklı olduğu kadar tefekkür dünyası da canlı bir çocuktu. Düşündü: İnsanlar ölecekmiş ve tekrar dirileceklermiş. Nasıl olur böyle bir şey?” Sonra kendine sordu: “Kaç yaşındayım? / On iki… Peki, daha önce neredeydim? / Yoktum, fakat var edildim. Yani yaratıldım… Madem on iki yıl önce yoktum, demek belli bir zaman sonra tekrar yok olacağım.” İşte bu son cümle bir bıçak yarası gibi içini sızlattı: “Tekrar yok olacağım. Hem de şu dünyanın güzelliklerini bile göremeden.” İşte o zaman dedesinin: “İnsanlar tekrar dirilecek.” sözü ona bir teselli ve bir umut oldu.Komşularından bir gün haber geldi. “Şehre bir göz doktoru gelmiş. Bazı körleri tedavi ediyormuş.” Ailesi bir umutla şehrin yoluna düşerek, “Allah’tan ümit kesilmez. Belki şifa buluruz.” dediler, dualar ettiler. Doktor muayeneden sonra “Çocuğunuzun gözüne bir perde inmiş. Ameliyatla düzelir. Normal çocuklar gibi görür” deyince ailecek çok sevindiler. O ise yerinde duramaz oldu, gözlerinin açılacak olmasından dolayı adeta sevincinden uçuyordu. Ameliyat günü geldi ve başarılı bir ameliyat geçirdi. Gözünden pansuman kalktığında ışık dolan gözüyle etrafına baktı. Önce her şey bembeyazdı. Sonra yavaş yavaş bir şeyler belirdi. Sevgili annesini, babasını ve kendisini ziyarete gelen insanların gülen bakışlarını gördü. Annesinin, babasının ve tanıdıklarının sesleriyle görüntülerini eşleştirdi. Hep beraber sevinç gözyaşlarına boğuldular.İçinde bulundukları gün bir bahar günüydü. Köye dönerken yolda bağlara bahçelere hayran bir şekilde baktı. Yemyeşil ağaçlar, uçan kuşlar, kelebekler, kuzular… Harika bir manzara vardı. Dünyanın sihirli, meftun edici yönünü gördü. Dünya hep böyle kalacak zannetti. Fakat bir zaman sonra “yaz geldi” dediler. Yazın sıcakları, ekinlerin sararması, kavunların ve karpuzların pazara inmesi ayrı bir zevkti. Daha sonra “sonbahar geldi.” dediler. Önce ağaçların o yemyeşil parlaklığının gittiğini gördü. Ağaçlar hasta bir insan gibi renkten renge girmeye başladı. Bazıları sararmaya, bazıları kahverengileşmeye, bazıları turuncu bir hal almaya başlarken bir kısmı da morarmaya başladı. Sonra ağaçlar yapraklarını dökmeye başladı. Kelebekler, sinekler, böcekler birer birer kayboldu. Ne oluyor demeye kalmadan sonbaharın hazin manzarasıyla karşılaştı. İçi kan ağladı. Derdini kimseye de açamadı. Bütün üzüntülerinin üstüne bir sabah bir de ne görsün! Her taraf bembeyaz kar ile kaplıydı. Ne ilkbahardan ne yazdan ne de sonbahardan hiçbir iz yoktu. Tepkisiz kalamadı, “Sanki dünya öldü de beyaz kefenini giydi. Sanki mevsimler bir kıyamet yaşadı da her şey yerle bir oldu.” diye düşündü. Günler günleri kovaladı. Karlar eridi. Yağmurlar yağdı. Etrafta garip şeyler olmaya başladı. Ağaçlar tekrar canlandı. Kuşlar yeniden cıvıldaşmaya, ovalarda kuzular yeniden koşuşmaya başladı. Sonbaharda ölen her şey tekrar canlanmaya başladı. Sevincinden uçacak gibi oldu. İçi içine sığmadı. Kafasındaki birçok sorunun cevabını buldu. “Ölmek, yok olmak demek değildir. Eğer ölmekle yok olunsa idi, sonbahardan sonra ilkbahar bir daha gelmemesi gerekirdi.” dedi kendi kendine. Anneannesini hatırladı. Ölmüştü fakat yok olmayacaktı. İlkbaharda bütün canlıların tekrar dirilmesi gibi tekrar dirilecekti. Dünya gözüyle görememişti fakat cennetin baharında hem görecek hem tekrar buluşacaktı. İnşallah.Bir arkadaşıyla duygularını paylaştı. Mutluluğunu ifade etti. “Allah, ilkbaharda dirilttiği her canlı ile insanları da dirilteceğini anlatıyor. Her bahar, tekrar dirilmeyi anlatan Rabbimizin bize gösterdiği güzel bir misaldir. Allah her şeye kadirdir. Bunu ilkbaharın tekrar yaratılmasından anlıyorum.” dedi. Onun bu açıklamaları dilden dile yayıldı. Köydeki herkesi şaşırttı. Öyle ya o güne kadar onun gibi düşünmemişlerdi. Hem baş gözü hem gönül gözü açık olan bu çocuğu tebrik ettiler. “Gören göze bin maşallah!” dediler. Köylülerin kendisine tebriklerini Allah’a şükür duyguları içerisinde kabul etti.

Mehmed Gökcan 01 Ocak
Konu resmiHattat Hüseyin Macid Ayral (1891-1961)
Kültür ve Medeniyet

Cumhuriyet döneminin ilk çeyreğinde hat sanatının hemen her türünde birbirinden güzel eserler veren Hüseyin Mâcid Ayral, dünyaya gözlerini Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, 11 Nisan 1891 tarihinde ailesinin Berlerbeyi’ndeki evinde açmıştır.Babası Şehremâneti Zıbhiye (Mezbaha) İdâ­resi Müdürü Zühdî Bey, annesi İffet Ha­nım’dır. Dedesi ise Beylerbeyili Kaymakam Siyâhî Ahmed Bey isminde askeri bir doktordur. Hayatı Osmanlı’nın son yılları ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul, Ankara ve Bağdat arasında geçmiştir. Azîze Hanım ile evli olan Mâcid Ayral’ın, bu evlilikten iki oğlu olmuştur. Ayral’ın tüm hayatına damga vuran güzel yazı yazma konusundaki merakı, on yaşlarında iken cami ve evlerdeki güzel yazılara ilgi duyarak başlamış, babası Zühdî Bey oğlundaki bu merak ve şevki görünce onu bu istikamete teşvik ederek yönlendirmiş ve dâima yakın desteğini göstermiştir. Aile ortamında gördüğü bu destek, yazıya olan ilgisini artırmış kabiliyetinin de bir neticesi olarak bu alanda ilerleyerek yükselmiştir.İlk öğrenimine Beylerbeyi’nde bulunan Ha­mîdiye Mektebi’nde başlayan Ayral, bu mek­tebin yazı hocalarından Şefik Bey’in (1815-1880) talebesi olan Ali Bey’den sülüs yazı meşk etmiştir. Daha sonra Beylerbeyi sâkin­lerinden aynı zamanda komşuları olan Enderûn-i Hümâyun Mektebi hat muallimi Ahmed Râkım Boran Efendi’nin (Ö.1940) talebesi olmuş, ondan da hüsn-i hat meşk etmiştir.İlk ve orta öğrenimini Beylerbeyi’ndeki okullarda tamamladıktan sonra Üsküdar İdâdisi’ne devam etmiştir. Son sınıfta iken sağlık sorunları sebebiyle bu okuldan ayrılmak zorunda kalmış, akabinde Bâbıâli’de Osmanlı hat sanatının son sanatkâr hocalarının bulunduğu Medresetü’l-Hattâtîn’e yazılmıştır. Burada Hulûsi Yazgan Efen­di’den (D.1869-Ö.1940) Ta’lîk, Tuğra­keş İsmâil Hakkı Altunbezer Bey’den (D.1873-Ö.1946) Celî Sülüs ve tuğra meşk ede­­rek kendisini geliştirmiştir. Hat tarihi­nin son yüzyılına imza atmış olan meşhur hattatların hocalık yaptığı ve yetiştiği Med­resetü’l-Hattâtîn, 1918 yılında on üç talebe ile ilk mezunlarını vermiş, 27 Kasım 1923 (17 Rebîulâhir 1342) günü ikinci icâzet törenini gerçekleştirmiştir. Süleymaniye’deki Evkāf-ı İslâmiye Müzesi bahçesinde gerçekleştirilen törende yirmi talebeye daha icâzet verildiğini Tevhîd-i Efkâr gazetesinin haberinden öğreniyoruz.Ayral daha sonra, İstanbul Polis Müdîriyet-i Umûmiyesi’nde sicil mümeyyizi olarak görev yapmıştır. Bu görevinden 1339’da (1920-1921) ayrılıp kendisine Bâbıâli Caddesi’nde bir yazıhane açmıştır. Aynı zamanda buraya gelen öğrencilere ders vermiş hem de sipariş verilen yazıları yazmıştır. Yazıhanesi zamanla sanat sohbetlerinin yapıldığı bir merkez halini almıştır. Harf inkılâbı ile Bâbıâli Caddesi’ndeki bu yazıhaneyi kapatmak durumunda kalan Ayral, Ankara’ya yerleşmiş, burada Ankara Vilâyeti Dâimî Encümeni Başkâtipliği yapmış, uzun yıllar bu görevde çalıştıktan sonra emekliliğini istemiştir.Emekli olduktan sonra tekrar İstanbul’a dönen Macid Ayral, Dr. Süheyl Ünver'in de tezhip ve minyatür dersi verdiği Topkapı Sarayı Nakışhanesi’nde haftada bir gün hat hocalığı görevinde bulunmuştur.Buradaki derslere devam ederken, 1955 yılında Irak Hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanan “1955 Bağdat Paktı” (Karşılıklı İş Birliği Antlaşması) kültür ve sanat alışverişi protokolü çerçevesinde Bağdat Güzel Sanatlar Akademisi’nde ders vermek için Bağdat’a davet edilmiştir (1956).İmzalanan protokol gereğince, Medresetü’l-Hattâtîn’den icâzetli (diplomalı) olarak hat branşında Mâcid Ayral, tezhib branşında Tahsin Aykutalp görev almıştır. Bağdat Güzel Sanatlar Akademisi’nde Irak’ta 1958 yılında gerçekleşen ihtilâlden sonra bir yıl daha ders vermeye devam etmiş, daha sonra oradaki sosyal-siyasal ortamın bozulması gibi nedenler ile 1959 Temmuz’unda Türkiye’ye kesin dönüş yapmıştır.Vefâtına kadar geçen sürede İstanbul’da Süheyl Ünver (1898-1986) ile Topkapı Sarayı Nakışhânesi’nde tezhip ve minyatür dersleri verdiği dönemlerdeki gibi haftada bir gün hat dersleri vermeye devam etmiş, sayısız talebe yetiştirmiştir. 17 Mart 1961’de Ramazan Bayramı arifesine gelen bir Cuma günü kalp krizi geçirerek vefat etmiş, Karacaahmet mezarlığına defnedilmiştir.Mâcid Ayral Osmanlı hat sanatının zirveye çıktığı bir dönemde eğitim almış ve yetişmiş, harf inkılâbı ile yazıya teveccühün azaldığı bir dönemde Hüsn-i Hat sanatının önemli temsilcilerinden birisi olmuştur. Nezaketi, kibarlığı ve şık giyimiyle tanınan üstadın ruhu şâd mekânı cennet olsun.Tekmil Kurtarıcı’nın “Hattat Hüseyin Mâ­cid Ayral ve Eserleri” isimli yüksek lisans te­zin­den faydalanılmıştır.

Mustafa YILMAZ 01 Ocak