221. Sayı: "Ahlak Krizi ve Çözüm Yolları"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiAhlak Krizi ve Çözüm Yolları
İnsan

İnsanlık, var olduğu günden bu yana dini ve ahlaki değerler etrafında şekillendi. İnsanın şerefini yücelten, toplumu bir arada tutan ve adaleti tesis eden bu değerler, insan kaynaklı olarak, modern çağın hızına ayak uyduramaz hale geldi. Teknoloji çağının getirdiği kolaylıklar, aynı zamanda ahlaki boşluklar da doğurdu. Bilgiye ulaşmak kolaylaştı, ancak bilgelik kayboldu. Dahası, teknoloji insanı birebir yakalayıp günahı cazip hale getirdi; ekranların arkasında sahte kimlikler, kolay erişilebilen kötülükler ve vicdanı körelten bir sanal gerçeklik inşa edildi. İnsanlar, benliklerini maddi kazanımlara, tüketim kültürüne ve sahte başarı tanımlarına feda ederken, hakikat ve adalet pusulasını kaybetti. İşte tam da bu noktada, dünyayı ve ülkemizi sar/s/an ahlak kriziyle yüzleşmek zorundayız.Bugün yaşanan ahlaki çöküşün ardında, şahsi ve toplumsal pek çok sebep var. Kendi menfaatini merkeze alan benmerkezcilik, paylaşmayı ve dayanışmayı ikinci plana itti. Medyanın ve popüler kültürün sunduğu sığ ve sahte değerler, hakiki olanı unutturdu. Kapitalizmin doymak bilmeyen iştahı, insanları tüketmeye, daha fazlasını istemeye, fakat hiçbir şeyden tatmin olmamaya yöneltti. Ve maalesef, kapitalizm ve tüketim kültürünün etkisiyle, insanlar giderek maneviyatlarından uzaklaşıyor. Başarı, yalnızca maddi kazançla ölçülüyor; insan ilişkileri hatta evlilikler bile birer ticari anlaşma haline geliyor. Oysa gerçek kazanç, insanın vicdanını kaybetmeden yaşayabilmesidir. İşte tam da bu sebeple, ahlaki değerlerin unutulmasına asla izin verilmemelidir.Peki, çözüm? Ahlaki yozlaşma, ancak fertlerin vicdanlarını ve toplumsal bilinci yeniden inşa etmeleriyle aşılabilir. İslam, ahlakı imanın bir tezahürü olarak ele alır. Hz. Peygamber (sav), “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyerek, ahlakın dinin en temel unsuru olduğunu vurgulamıştır. Kur’an ve Sünnet-i Seniyye, insanlara her daim adalet, dürüstlük, merhamet ve sorumluluk gibi vazgeçilmez düsturları hatırlatır.Ahlakı yeniden inşa etmek için eğitim sisteminden aile yapısına, medya araçlarından toplumu şuurlandırma çalışmalarına kadar her alanda ciddi adımlar atmak gerekmektedir. Değerler eğitimi, ezberletilen kuru bilgilerden ibaret olmamalı, insanın karakterini şekillendiren bir rehber haline gelmelidir. Aile, ahlaki eğitimin ilk durağıdır. Çocuklar, doğruluğu, adaleti ve vicdanı önce evlerinde öğrenmelidir. Bunun için de öncelikle ebeveynlerin ahlakı sağlam olmalıdır. Medya ve sosyal platformlarda popüler kültürün dayattığı yozlaşmayı değil, erdemi, sorumluluğu ve hakikati öne çıkaracak çalışmalar yapılmalıdır.Unutmayalım ki bir toplumun gerçek yükselişi, ekonomik ya da teknolojik gelişmişliğiyle değil, ahlaki değerlerini ne derece yaşattığıyla ölçülür. Ahlak, insan ruhunun özü, toplumların temel harcıdır. Eğer bu harcı sağlam tutabilirsek, insanlık adaletin, huzurun ve hakikatin yeniden hüküm süreceği bir geleceğe yürüyebilir.Yoksa yok oluş kaçınılmazdır! 

Metin UÇAR 01 Nisan
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Bulgaristan Sofya’daki Osmanlı Komiserliği93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Os­man­lı-Rus Savaşı sonucunda imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti’ne bağlı Bulgaristan Prensliği kurulmuştur. Bulgaristan, Osmanlı Devleti’ne bağlı olduğu için de Bulgar başkenti Sofya’ya bir Osmanlı Komiserliği kurulmuştur. Buna karşılık İstanbul’da da Bulgaristan Kapıkethüdalığı teşekkül etmiştir. Bu kapıkethüdalığı aracılığıyla Bulgarlar, başkent İstanbul ve Padişah ile olan münasebetlerini devam ettirmişlerdir. Bulgaristan, her ne kadar özerkliğini kazansa da Osmanlı toprağıydı. Bu yüzden Bulgar hükümetinin bakanları, Osmanlı arşivlerinde müdür olarak nitelendirilmişlerdir. Hatta Bulgar başbakanından başmüdür olarak bahsedilmektedir. Bulgaristan’daki Os­manlı Komiserliğinin resmî mesai yoğun­luğunun büyük kısmını camiler, vakıf malları ve Müslüman ahalinin hukukunun muhafazası oluşturmuştur. Bulgaristan Prens­liği kurulması sürecinde birçok Türk şehid olmuş, birçoğu da yerinden edilmiştir. Buna rağmen halen Bulgaristan’da hatırı sayılır miktarda Türk nüfusu vardı. Yine 93 Harbi sırasında evlerini terk etmiş bir kısım Türkler de evlerine dönmek istiyorlardı. Komiserlik bu konularla da ilgilenmiştir. Tayin edilecek komiserlerin Müslüman olmaları, mirî, vakıf ve şahıs arazisine ait emlâk sorunlarını çözüme kavuşturabilecek kabiliyette bulunmaları ve devrin genel siyasetine vakıf olmaları gibi özellikleri üzerlerinde taşımalarına dikkat edilmiştir. Komiserliğin faaliyette bulunduğu 30 yıllık süre boyunca 9 farklı komiser görev yapmıştır. İlk komiser Pertev Efendi, 9-11 Kasım 1878 tarihlerinde Sofya’ya ulaşarak görevine başlamıştı.1 Nisan 1535Kanunî komutasındaki Osmanlı OrdusuAzerbaycan’a Doğru Harekete GeçtiIrakeyn Seferine çıkan Kanunî Sultan Süleyman, Van Kalesinde sıkışan Ulama Paşa’nın yardım istekleri üzerine 1 Nisan 1535’te yönünü Azerbaycan’a çevirdi. Bunu haber alan İran Şahı Tahmasb ise Van kuşatmasını kaldırıp geri çekilmiştir. Şehrizol bölgesinde ilerleyen Osmanlı ordusu bu bölgedeki birçok kaleyi ele geçirdi; yöredeki bazı namlı aşiret beyleri de Osmanlı hâkimiyetini kabul etti. Buradaki önemli kalelerden Gülgûn zapt edildi. Osmanlı ordusu harekâta devam ederek 30 Haziran’da Merâga ve Ucân üzerinden Tebriz yakınlarındaki Sâdâbâd’a ulaştı. Kanunî, Diyarbekir Beylerbeyi Mehmed Paşa ile birlikte 3 Temmuz’da ikinci defa Tebriz’e girdi. On beş gün kadar burada kaldıktan sonra İsfahan’dan Sultâniye’ye geldiği haber alınan Tahmasb’ın üzerine yürümek için 20 Temmuz’da harekete geçti. Başsız Kümbet adlı mevkide Şah Tahmasb’ın kardeşi Sâm Mirza’nın itaat arz ettiği ve Kızılözen Nehrinden ötesinin ona verildiği duyuruldu. Osmanlı kuvvetleri Dergezîn’e kadar ilerlediyse de Tahmasb’ın izine rastlanmadı ve Tebriz’e geri dönüldü.2 Nisan 1845Bezmiâlem Vakıf Gureba Hastanesi Hizmete AçıldıVakıf Gureba Hastanesi, İstanbul’un nüfusunun artmasıyla birlikte mevcut hastanelerin ihtiyacı karşılayamaması üzerine Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Vâlide Sultan tarafından yaptırılmıştır. Resmî adı Bezmiâlem Gureba-yı Müslimîn Hastanesiydi. Yanındaki cami ve çeşme ile birlikte 200 yataklı bir erkek hastanesi olarak yaptırılmıştır. Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın bu hastaneden sonra 1850’de Mekke’de yapımına karar verdiği ikinci Gureba Hastanesi, torunu Sultan II. Abdülhamid tarafından tamamlanmıştır. Hastanede biri bulaşıcı hastalıklar için ayrılmış on iki koğuş, bir eczane ve hekimler için iki, müdürle eczacı ve cerrahlar için birer tane olmak üzere beş oda, hamam, mutfak ve çamaşırhane bulunuyordu. Cümle kapısı üzerindeki tarih kitâbesi zamanın ünlü şairlerinden Zîver Paşa’ya aittir.25 Nisan 1541Gelibolulu Tarihçi Âlî Mustafa Efendi DoğduTarihçi, şair, çok sayıda eser vermiş bir Osmanlı müellifi olan Âlî Mustafa Efendi 25 Nisan 1541’de Gelibolu’da dünyaya gelmiştir. İlk eseri Mihr ü Mâh’ı sunduğu Şehzade Selim’e (Sultan 2. Selim) divan kâtibi oldu. Çeşitli vilayetlerde divan kâtipliği yaptıktan sonra, defterdarlık ve son olarak Cidde Sancak beyliği yapmıştır. İrili ufaklı mensur ve manzum altmışa yakın eserin sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Yazılış yılı bakımından ilk tarih kitabı olan Nâdirü’l-Mehârib (telifi: 1567-1569), Şehzade Selim ile Şehzade Bayezid arasındaki Konya Savaşı’nı (1559) ve Selim’in tahta çıkışına kadarki olayları anlatır. Yazdığı Heft Meclis de Kanûnî’nin Zigetvar Seferi ve vefatı ile Sultan 2. Selim’in cülûsunu anlatmaktadır. Gürcistan ve Şirvan Seferi ile Kars Kalesi inşaatı sırasında serdar adına yazdığı mektuplar ve bu devreye ait hadiselerin tasvirini Nusretnâme adlı eserinde toplamıştır. Âlî’nin en önemli ve hacimli eseri Künhü’l-Ahbâr’ıdır. Cidde sancak beyi iken 1600’de vefat etmiştir. 

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiElfida
İtikad

Ey canımızın cevheri, ey gönüllerimizin şifası! Canımız, ömrümüz, her şeyimiz sana feda olsun! Senin isminle dolan her kalp, cennetin kokusunu duyar; senin yolunda geçen her an, rahmet denizine düşen bir damla olur. Senin aşkına düşen her gönül, hakikati bulmuş, senin yolunda yürüyen her kul, kurtuluşa ermiştir.Fida, feda kelimesinin eski ve asıl söylenişi olduğu beyan ediliyor lügatte. Fuzulinin Gazellerinden birisinde şöyle geçiyor:Cânımın cevheri ol la’l-i güherbâra fidâ Ömrümün hâsılı ol şîve-i reftâra fidâ(Canımın özü, o inciler yağdıran dudağa/sözlere feda olsun / Ömrümün elde ettiğim ne varsa, o yürüyüş tarzına/yoluna feda olsun.)Biz de manasından mülhem bunu Efendimiz (sav) için şöyle gördük: Ey âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili! Gözlerimizin nuru, gönüllerimizin şifası, yollarımızın rehberi! Senin varlığın, kâinatın en güzel mücevheri, en kıymetli hazinesidir. Senin adın anıldığında diller bal kesilir, gönüller aydınlanır, ruhlar huzur bulur.Senin aşkın, gönülleri yakıp geçen bir ateş; senin sevgin, çöl ortasında susuz kalan bir yolcunun bulduğu hayat pınarı gibidir. Senin nurlu yüzüne hasret, dünya sürgününün en ağır yüküdür. Senin yürüyüşün, cennete açılan bir kapı, sesin göklerin en güzel nağmesi gibidir. Ömrümüzün en tatlı anı, senin yolunda geçen zamandır. Senin hikmetin, bir damla rahmetle bile gönülleri coşturur, adaletin en karanlık gecelerde bile bir ışık olur.Ey Habîbullah! Canımın cevheri, lâyıkıyla senin aşkına feda olsun! Çünkü senin sevgine erişmek, dünyadaki tüm servetlerden, tüm mücevherlerden daha kıymetlidir. Senin bir tebessümüne mazhar olmak, bir damla rahmetine nail olmak, ömrümüzün en büyük sermayesidir. Senin güzel ahlâkın, insanlığa örnek; senin sabrın, en zor anlarda bir sığınak; senin şefkatin, tüm varlıklar için bir merhamet denizidir.Bizler, senin gölgeni arayan, senin izinden yürüyen, senin kapına yüz süren mahzun gönülleriz. Senin aşkınla yanar, senin ümmetin olmanın şerefini taşırız. Ey Nebî! Adını anarken titreyen dillerimiz, sevdanla tutuşan kalplerimiz şahittir: Ömrümüzün özü, en kıymetli servetimiz, sana ve senin güzel ahlâkına feda olsun! Senin yolunda yürümek, karanlık geceleri nura çevirmek, susuz ruhlara ab-ı hayat olmak gibidir. Senin rehberliğin olmadan yollar şaşar, gönüller kaybolur, diller hakikati unutmaya yüz tutar.Ey Sevgili! Senin ümmetin olmak en büyük bahtiyarlık, seni tanımak en güzel nasiptir. Senin nurunla aydınlanan yollar, haktan ve hakikatten başka bir yere varmaz. Öyleyse bizlere de Efendimiz (sav)’in yolunda sabit kılınmayı, ahlâkıyla ahlâklanmayı ve mahşer günü şefaatine nail olmayı nasip eyle Ya Rab! İlahi, Habibinin (sav) lütfu olmadan bizler yolda kalır, senin sevginden uzak, bir taş parçası gibi hissiz oluruz.Ya Resulallah! Senin izinde geçen her nefes, bize cennetin kapılarını aralayacaktır. Her anımızı senin hatıranla süslemek, her adımımızı senin izinde atmak en büyük şerefimizdir. Senin güzel sözlerin, gönüllerimize işleyen en kıymetli mücevher, senin ahlâkın, insanlığın yolunu aydınlatan en parlak yıldızdır.Ey canımızın cevheri, ey gönüllerimizin şifası! Canımız, ömrümüz, her şeyimiz sana feda olsun! Senin isminle dolan her kalp, cennetin kokusunu duyar; senin yolunda geçen her an, rahmet denizine düşen bir damla olur. Senin aşkına düşen her gönül, hakikati bulmuş, senin yolunda yürüyen her kul, kurtuluşa ermiştir.Senin ümmetin olmak, şereflilerin en büyüğüdür. Senin yolunda olmak, en güzel nasiptir. Öyleyse Rabbim bizlere, her nefeste, her sözde, her adımda seni anmayı ve senin izinden yürümeyi nasip eylesin.

Selahaddin Apar 01 Nisan
Konu resmiKınalızâde ve Kınalızâde ve
Tarih

Kınalızâde Ali Efendi veya daha çok bilinen diğer bir ifadeyle sadece Kınalızâde, 1510’da Isparta’da dünyaya gelmiş, 1572’de Edirne’de hayatını kaybetmiştir. Eğitimine Isparta’da başlamış, İstanbul medreselerinde devam etmiştir. Eğitimini müteakip Edirne, Bursa, Kütahya ile İstanbul’un Sahn-ı Seman, Haseki, Süleymaniye gibi meşhur medreselerinde müderrislik yapmıştır. Şam, Kahire, Halep, Bursa, Edirne ve İstanbul Kadılıkları görevlerinde bulunmuştur. En nihayet Anadolu Kazaskerliği görevine getirilmiştir. Kınalızâde’yi asıl tanınır ve kalıcı kılan, doğudan batıya bugün hala adından söz ettiren ise bu görevlerinin dışında 1564 yılında Şam kadılığı görevinde iken kaleme aldığı Ahlâk-ı Alâî adlı eserdir. Eser sonraki yıllar boyunca yazılan ahlak kitaplarına kaynaklık teşkil etmiş, medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.Kendisi de bu kitabı yazarken Aristo’dan, İmam-ı Gazali’den, Nasiruddun Tusi’nin Ahlak-ı Nasıri, Celâlüddîn Devvânî'nin Ahlâk-ı Celâlî, Hüseyin Vâız’ın Ahlak-ı Hü­seyni eserlerinden istifade etmiştir. Ken­disinden önce yazılan ahlak kitaplarının Arapça olduğu göz önüne alındığında Kınalızade’nin eserinin Türkçe olması önemli bir hususiyettir. Nitekim Kınalızâde de eserin, ahlak üzerine Türkçe bir eser verme arzusunun bir tezahürü olarak ortaya çık­tı­ğından bahsetmektedir. Kitabını ta­mam­ladıktan sonra da kitabın kalplerde daha çok tesir edeceğine olan ümidini ifade etmiştir. Bir ahlak felsefesi kitabı olan Ahlâk-ı Alâî bir mukaddime ile üç bölümden müteşekkildir. Mukaddime bölümünde Amelî (pratik) ve Nazari (teorik) Hikmetler olarak nitelendirdiği ahlakı bir ilim olarak tavsif etmektedir. Ahlakın ilmi mahiyetinin olduğu üzerinden hareket önemli bir hususiyettir. Hikmetin ne anlama geldiğini anlattıktan sonra ahlak ilmini elde etmenin faydalarından bahsetmektedir. Ahlak ilmi elde edilerek güzel ahlaka ulaşılabileceğini belirtir. Güzel ahlakın ise dünya ve ahirete ilişkin faydalarını ayetlere de atıflar yaparak anlatmaktadır. “Bunlardan anlaşıldı ki, Ahlâk ilmi, tıbb-i rûhânîdir” der. Yani ruhi hastalıkların çareleri ile ilişkilendirmektedir. Burada ruhiden kastı ise insanın nefsidir. Ahlak ilmiyle kötü ahlakın silinip iyi ahlakın yerleştirilebileceğini, ahlak zaten iyi ise bu durumda da geliştirilebileceğini belirtir.İnsanın doğuşundaki fıtratının ne olduğuna ilişkin görüşleri de irdelemektedir. Bu noktada şöyle bir çıkarımda bulunmaktadır. “Filozofların ekserisinin görüşü ise şu şekildedir: İnsan nefsi, yaratılışında ne sırf hayır, ne de sırf şer üzeredir? Bilâkis iki tarafa da istidadı vardır. Eğer iyi ahlâka sevkedecek bir yardımcı mürşid bulursa ve Allah’ın razı olduğu ahlâkı kazanır ve güzel amelleri işlerse, mesut ve kemâl sahibi olur. Böyle yapmayıp da rezîl kişilerin yakını olup, müstehcen, çirkin amelleri işlerse; kötü ve düşük olur, hüsrana yuvarlanır.”Mukaddimenin devamında Allah’ı tanımak için insanı tanımak bağlamında ruhun hususiyetlerini geniş şekilde ele almıştır. Mukaddime’sinin sonunda da insanın, âlemdeki varlıkların en mükemmeli ve en şereflisi olduğunun açıklanmasının gerekliliğini vurgulamaktadır. İnsan, hayvan ve nebatın cismani özelliklerinden başlayarak insanın kâinattaki konumunu anlatmıştır. Mukaddime’den sonraki Birinci Bölümü oluşturan birinci kitap 236 sayfa olup; Ahlak İlmi’ni ele almaktadır. Fert olarak insanların ahlakından bahsetmektedir. Hangi ameller ahlakidir alınmalıdır, hangi ameller çirkindir kaçınılmalıdır üzerinde durduğu hususlardır. Burada öne çıkan kavramlar “faziletler” ve “reziletler”dir.Faziletlerin asıllarının dört huy olduğunu; hikmet, adalet, iffet ve şecaat olduğunu, bunlar üzerinde itidalli olmanın fazilet olduğunu, ifrat ve tefrite düşmenin ise rezilet olduğunu belirtir. Bu dört huyunda nevilerini tafsilatıyla anlatmıştır. Kınalızâde de reziletlerin cinsi de dörttür. Bunlar faziletlerin zıtlarıdır. Hikmet’in zıddı cehâlet, şecaatin zıddı korkaklık, iffetin zıddı iffetsizlik, adaletin zıddı ise zulümdür. Her faziletin zıddı sonsuzdur. Kınalızâde, “Bizi doğru yola ilet (Fatiha/6)” ayeti kerimesindeki doğru yolun itidal olan yol olduğunu ifade etmektedir. “Bu yolu iman, ahlâk ve âmel neşesi içinde kazanan kişi, Âhiret neşesini elde eder. Ahlâk ve âmelde itidâle riayetin bir örneği sırattır. Kıldan ince, kılıçtan keskin olarak vasıflandırılmış olan sırat ki, ayakları cehennem üzerine uzatılmış. Kim ki bu dünyada iken ahlâk ve âmele itidâl üzere riayet etmişse, süratle esen rüzgâr ve bir anda parıldayan şimşek hızıyla bunu aşar. İtidâl haddinden ifrat veya tefrite yönelenler, sıratı geçemezler. Demek ki, insanın tahsil ettiği bir huy, iktisab ettiği bir âmel, kendisinin peşini, tesir yönünden bu dünyada bırakmadığı gibi ahirette de bırakmayacak” demiştir.Her bir iyiyi tafsilatıyla ele aldığı noktada Adalet bahsine geldiğinde bir tenbihte bulunmaktadır. “Adalet, evvelâ şahsın zatına, sıfatına, kuvvet ve uzuvlarına taallûk eder. İkinci olarak ehline (çoluğuna, çocuğuna, ailesine) kendi maiyetinde çalışanlara, ortaklarına, akrabasına, gözetimi altında bulunanlara taallûk eder. O halde adaletle muttasıf olan bir şahıs ilk önce kendisi ve sıfatında kuvvet ve âzâsında adalete riayet etmelidir. Her kuvvetin niçin yaratıldığını, her uzvun hangi hareket için halkedildiğini bilip, o yolda kullanması gerekir. Bunları Allah’ın yarattığı istikametten değiştirip, aklen ve şer’an yasaklanmış yerlerde kullanmaması lâzımdır. Bedenî ve ruhi kuvvetleri mabudumuzun rızasını celbedecek, ve fazileti kazanacak yolda sarfetmeli. Hakk’ın rızasına uymayan ve rezîleti celbeden yerlerde sarfetmemeli.” Ahlak İlmini anlattığı Birinci Kitabı oluşturan birinci bölümün son kısmında da şöyle demektedir. “Belli oldu ki, her çirkin huyun ilâcı, onun zararlarını, çirkinliğini ve yasaklığını bildiren ayet ve hadisleri; hakimlerin ve âlimlerin haberlerini hatırlayıp, zıddı olan faziletin faydalarını, hakkında gelen ayet, hadis ve hikmetli sözleri düşünmekle gerçekleşir. Amel cihetinden ilâcı ise bundan kaçınmak yolunda idman ve sabırdır. Zıddı olan ameli elde edip, onu benimsemektir, yapmaktır. Bu yol ile ahlâkı değiştirip fazilet kazanmak, bilginlerin ve hakimlerin tavsiye ettiği yoldur.”Kitabın İkinci bölümü 127 sayfa olup aile ahlâkına (ilm-i tedbîr-i menzil) ilişkindir. Kınalızâde bu bölümde ailenin kuruluşu, aile reisinin görevleri, aile fertlerinin hak, vazife ve mesuliyetleri, aile ekonomisi, malın kazanılması, sarf edilmesi, iktisat hakkında bilgi vermekte, ailede terbiye usullerini anlatmaktadır. Hususen çocuk terbiyesi üzerinde önemle durmaktadır. Çocuklara örnek ahlak kahramanlarından bahsetmenin çocuklardaki iyi duyguları geliştireceğini ifade etmektedir. Bu bölümde üzerinde durduğu konulardan birisi de sevgidir. Sevginin mahiyetinden, sebeplerinden, derecelerinden ve sonuçlarından bahsetmektedir.Kitabın üçüncü bölümü olan üçüncü kitap 52 sayfa olup devlet ahlakına (İlm-i tedbiri’l-medîne) dairdir. Siyaset ve devlet başkanı hakkında genel bilgi ile adaletin şartları, devlet başkanlarının özellikleri, devlet adamlarının seçimi, halka yapılacak muamelelere ilişkin ahlaki çerçeveyi anlatmaktadır.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Nisan
Konu resmiGüzel Ahlakın Kaynağı
İnsan

Güzel ahlakın başlıca sebepleri arasında şun­ları sayabiliriz:1. Din ve İman: Güzel ahlakın en temel kaynağı din ve imandır. Allah’a ve ahirete inanan insan, sürekli Allah’ın huzurunda olduğunu ve yaptıklarından bir gün mutlaka hesaba çekileceğini bilir. İmanının kuvvetine göre elini harama uzatamaz, yalan söylemekten çekinir, Allah’ın huzurunda edebe uymayan hareketlerden kaçınır ve salih amel işleyebilmek için çaba sarf eder.2. Esmâ’ül Hüsnâ: Güzel ahlak, Allah’ın güzel isimlerinin tecellileridir. Mesela, Allah’ın Rahman ve Rahîm isimleri insanda merhamet ve şefkat şeklinde görünmektedir. Anne ve babalarımızın kalbini Rabbimiz, bizim için büyük bir şefkat ve merhametle donatmıştır. Anne ve babalarımız birer şefkat kahramanıdır. Rabbimiz, anne ve babalarımızın şefkatli ve merhametli elleriyle bizi terbiye etmektedir.Bir güneş ve güneşe karşı tutulmuş bir ayna düşünelim. Üzerindeki parlama kendisinden olabilir mi? Ayna, sadece karşısındaki nesneyi yansıttığı için aynadaki görüntü ona ait olamaz, karşısındaki nesneye aittir.İşte bu örnekte olduğu gibi, bütün varlıklar da birer ayna gibidir. Varlıklarda gördüğümüz, beğendiğimiz sanatlar ve güzellikler hepsi Allah’tandır. Güneşin ışığının ve renklerinin aynada yansıması gibi, Allah da varlıklar üzerinde o çok sevdiğimiz güzellikleri ve iyilikleri yaratmaktadır. Bizi çok sevdiğini bu şekilde göstermekte, kendini bizlere bu şekilde tanıtmaktadır.3. Allah Sevgisi: Allah’ı seven, O’nun razı olduğu işleri yapmaya ve razı olmayacağı işlerden de uzak durmaya yönelir. Bu durum, güzel ahlakın oluşmasına ve gelişmesine ve­sile olur. Mesela, Rabbimiz evliliği meşru kılmış fakat nikâhsız birliktelikleri yasaklamıştır. Allah’a muhabbetle gönülden bağlı birisi, bu helal-haram sınırlarına riayet etmek için gayret gösterecektir.4. Allah’a İbadet Etmek: İnsanı menhiyattan ve günahlardan sakındıran takvadır. Takva ise ibadetle elde edilir. “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki takvaya eresiniz.” ayeti buna işaret etmektedir.Kabirde ilk hesaba çekileceğimiz amel olan namaz, Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmeye alıştırır, çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Şu âyet-i kerîme bunu açıkça ortaya koyar: “Ey Resûlüm! Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı hakkıyla eda et! Şüphe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar. (Namaz kılarak) Allah’ı zikretmek ise, elbette (her şeyden) en büyük olandır. Ve Allah, ne yaparsanız bilir.”5. Sünnet-i Seniyyeye İttiba: Kur’ân-ı Kerim, iyiliği emredip kötülüğe karşı çıkmayı, adaleti, hakkı ve hakikati savunmayı, şefkat ve merhameti, doğruluğu, yani güzel ahlaklı olmayı emretmiştir. Bu ahlakî değerleri bizzat hayatında tatbik eden Peygamber Efendimiz (sav) hepimize güzel bir örnek olmuştur.6. Her Amelin Bir Karşılığının Olması: İnsan, her işlediği amelinden sorumludur. Her amelin hem bu dünyada hem ahirette bir karşılığı vardır. İyilik eden iyilik bulur, kötülük eden bunun karşılığını görür. Özellikle ahiret inancı çerçevesinde sevap-günah düşüncesi, insanı iyiliğe, hayra, güzel ahlaklı olmaya sevk etmektedir.Sonuç olarak, güzel ahlakın kaynağı; din, iman, Allah’ın güzel isimleri, Allah’ı sevmek ve O’na ibadet etmekle beraber, amellerin mutlaka bir karşılığının olması ve Sevgili Peygamberimizin (sav) sünnetine uymaktır.

Ali CİRİT 01 Nisan
Konu resmiBirisi “Ahlâk” mı Dedi?
İnsan

Güzel ahlakın temeli, Allah’a ve ahiret gününe imandır.Ahlak Krizi ve Altında Yatan Temel Unsur Kendini güçlü hisseden ve “her istediğimi yaparım” diyen bir anlayış sürdükçe, bu kriz sona ermez. Evet, günümüz ahlak krizi, tüm dünyayı sarmış durumda. Bunun temel sebebi ise, “gücü yeten yetene” anlayışının hâkim olması gibi görünüyor. Üstelik bu yeni bir durum da değil. Dünyada söz sahibi olanlara baktığımızda, gücün odaklandığı yerlerin belirleyici olduğunu görüyoruz. Yani, kuvvet kimdeyse hak (!) da onda, söz de. Peki, böyle bir düzende ahlaktan nasıl söz edilebilir? Çünkü ahlakın kurallarını bile bu “güçlüler” yazıyor, ne garip! İstediklerini iyi ahlak sahibi olarak gösterirken, istediklerini ahlaksız, halk düşmanı, hatta “terörist” ilan edebiliyorlar. Bu terimler bazen yerlerini “yobaz”, “gerici”, “bozguncu”, “âsi” gibi sıfatlara bırakıyor. Hatta dünyayı taraftarlarına “cennet” yaparken, düşman ilan ettikleri için “cehenneme” çevirebiliyorlar. Bu güç sahipleri, zayıfların haklarını çeşitli oyunlarla ellerinden alıyor, gerçek sahiplerini köleleştiriyor, hizmetçiye dönüştürüyor ya da acımasızca katlediyorlar. Tüm bunları, kendilerini kimseye hesap vermek zorunda hissetmedikleri için yapıyor olmalılar. Geçtiğimiz 500 yıl boyunca sömürgecilik zihniyeti işte bu anlayış üzerine kurulu oldu. Güç ellerinde olunca, kim hesap soracak ki? Ne demişler, “Kork! Allah’tan korkmayandan.”İlk denizaşırı köle ticaretini 1450’lerde Portekiz başlattı. Tabii ki diğer “medeni” (!) komşuları bu kutsal (!) yolculukta onu yalnız bırakmadı. İspanya, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda hızla dünyayı hayasızca paylaştılar ve kanını emdiler. Vicdan sahibi biri çıkıp da “Ne yapıyorsunuz, buna hakkınız yok” demedi. Tam aksine, birbiriyle yarışa girdiler. Yalnızca Afrika’dan köleleştirilen insanların sayısı 30 milyon civarında tahmin ediliyor. Sadece Fransa, 2 milyon insanı özgürlüğünden mahrum bırakıp kendine hizmetkâr yaptı. 30 köle verip, 1 at aldıkları bile oldu. Yani insanı insan olarak görmediler; değerini parayla, malla ölçtüler. İşte onların ahlak anlayışı! 20. yüzyılın başlarında, işgal ettikleri Afrika topraklarında her istediklerini yaparken, utanmadan “1 mermiyle 3 Afrikalı öldürme” yarışları düzenlediler. Hatta bunu fotoğrafladılar da! Yeterince kauçuk toplayamıyor diye 5 yaşındaki çocukların el ve ayaklarını çaprazlama kestiren bir Avrupa (!) kralının askerleri, ibret-i âlem (!) olsun diye bu kestikleri uzuvları ana babalarına teslim ettiler. Bugün bile Fransa, 14 Afrika ülkesinde hak iddia etmeye devam ediyor. İşte Batı medeniyetinin insaf anlayışı! Talan ettikleri topraklarda asırlarca kan döktüler. Sonuç mu? Dünya tarihine iki büyük kara leke olan iki dünya savaşını yazdılar. Yetmedi, insanlığı atom bombasıyla tanıştırdılar. Bugünkü devamcıları ise, küçücük ve ordusu bile bulunmayan Gazze’yi bombalamakta, keskin nişancıları ateşkes dinlemeden zulme devam etmekte. Belki 100 bin insanı katlettiler, 2 milyonu evsiz, yiyeceksiz, susuz ve ilaçsız bıraktılar. Bununla da yetinmeye niyetleri yok; Gazze toprakları üzerindeki projelerini utanmadan paylaşmaktalar. Batı medeniyetinin temellerine baktığımızda, Roma İmparatorluğu’nda nüfusun üçte ikisinin kölelerden oluştuğunu unutmamak gerek. Üstelik bu kölelerin hiçbir hakkı yoktu; efendileri onları öldürdüğünde bile herhangi bir cezai yaptırım uygulanmıyordu. Çünkü bedava iş gücü, efendilerinin kolayca zenginleşmesini sağlıyordu. Bugün Afrika’nın çoğu bölgesi, topraklarından fışkıran zenginliğin çalındığının farkına bile varmadan açlık ve susuzluk içinde kıvranıyor. Gıda ve ilaç yokluğundan dolayı, mesela Somali’de ortalama yaşam süresi 49 yıl. Ama Afrika’nın kaynaklarını sömürenler 100 yılı rahatlıkla devirebiliyor! Hani Doğu Cephesinde Yeni Bir Şey Yok diye bir savaş romanları var ya... Asıl Batı cephesinde, yani Batı medeni­ye­tinde, 3 bin yıldır yeni bir şey yok; İs­la­mi­yet’ten nasiplendikleri hariç! İslamiyet demişken… Batı’nın işgalini, bizim “fetih” anlayışımızla karıştırmayalım! Fetih, ilâ-yı kelimetullah için yapılır. Mecbur kalmadan silah kullanılmaz, silahsız birine silahla müdahale edilmez. Fetihte amaç, insanların gönlünü kazanmaktır; topraklarını, madenlerini yağmalamak değil! Balkanlar, Osmanlı’nın bu ahlak anlayışına en güzel örneklerle doludur. Osmanlı, fethettiği topraklardan aldığı vergiden fazlasını imar faaliyetlerine harcamış ve bugün bile ayakta olan eserler bırakmıştır. Hicaz’a her yıl Surre Alayları ile yardımlar göndermiş, Hicaz Demiryolu ile Hac ibadetini kolaylaştırmıştır. Sömürgecilikte ise durum tam tersidir. Toprakların yeraltı ve yerüstü kaynakları sömürülür, halk köleleştirilir, isyan edenler vahşice katledilir. Bu listeye Batı’nın yanı sıra Çin ve Rusya gibi ülkeleri de rahatlıkla ekleyebiliriz. Özetle, ahlaki kavramların en güzeli, yine İs­la­miyet ve Müslümanlarla birlikte anılmalı­dır. Müslümanların eksikleri olsa da, insani tavırları her zaman üstün gelmektedir. Nitekim Gazze’de yaşananlar, son bir buçuk yılda dünya çapındaki ihtida vakalarını büyük oranda artırmıştır. Batı’daki vicdan sahibi insanları kastetmiyorum. Ancak bizden olup da Batı’ya hayranlık besleyenler şu gerçeği bilmeli: Nezaketleri, insan sevgileri ve insancıl duyguları çoğu zaman “sarı saçlı ve mavi gözlü” kendi insanları içindir! Tarafsız olması gereken ve annelik şefkati beklenen bir gazetecinin, kucağında çocuğu olan bir mülteciye çelme takıp yere düşürdüğünü hatırlayalım. Bunları unutmayalım! Ama kin tutmak için değil, kime hayranlık duyduğumuzu bilmek için. Ve unutmayalım: Güzel ahlakın temeli, Allah’a ve ahiret gününe imandır.Nebiyy-i Zîşân’ın buyurduğu gibi: “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” Rabbim bizi Kur’an ahlakıyla donatsın ve hidayeti hak edenlere nasip etsin!

İsmail ERDOĞAN 01 Nisan
Konu resmiAhlak Krizine Şifa: Nebevî Rehber
İnsan

İnsanlık, günümüz dünyasında bir ahlak krizinin girdabında çırpınıyor. Menfaatin merhamete, bencilliğin fedakârlığa, kibrin tevazua galebe çaldığı bir çağda, ruhlarımız bir sükûn ve selamet limanı arıyor. İşte tam da böyle bir zamanda, yeniden dirilişin anahtarı ve en güzel örnek olan Peygamber Efendimiz (sav)’in ahlakı imdadımıza yetişiyor.Efendimizin hayatı, ahlakın sadece teorik bir kavram olmadığını, bizzat yaşanarak insanı kemale erdiren bir rehber olduğunu gösterir. Onun doğruluğu, sabrı, merhameti, affediciliği ve tevazuu, bizlere yaşadığımız koyu ahlak buhranının karanlığında yol gösteren bir kandildir. O hâlde, sünnet-i seniyyeden istifadeyle, buhran içinde kıvranan çağımıza bir reçete sunmaya çalışalım…1. İman ve İbadetAhlakın temel taşı, sağlam bir iman ve ihlasla yapılan ibadetlerdir. İman, insanı kötülüklerden alıkoyan, onu dürüstlüğe ve adalete yönelten bir güçtür. Peygamber Efendimiz (sav), her şeyin başının iman olduğunu vurgulamış, ibadetlerle ruhu arındırmayı nasihat etmiştir. Namaz, oruç, zekât ve diğer ibadetler, insanın kalbini arındırarak ahlaki kemale ulaşmasını sağlar. Bugünün insanı da, ahlaki çöküntüden kurtulmak için imanını güçlendirmeli, ibadetlerini ihlasla yerine getirmelidir. Çünkü iman ve ibadetsiz ahlak, rotasız gemiye benzer. Bir yere kadar götürür belki, fakat nihayetinde cehennem limanına taşır.2. Doğruluk ve GüvenAhlaki çöküşün temel sebeplerinden biri, insanın doğruluktan sapması ve güvenin zedelenmesidir. Hâlbuki Peygamber Efendimiz, daha peygamber olmadan önce bile ‘el-Emin’ olarak anılmış, en zor zamanlarda bile doğru sözlülükten ayrılmamıştır. Bugünün insanı da ancak doğrulukla itibar kazanabilir, ancak güvenle toplumunu inşa edebilir. Öyleyse, her sözümüzde, her işimizde ve her adımımızda doğruluğu kendimize şiar edinmeliyiz.3. Merhamet ve ŞefkatKalplerin katılaştığı, insanların birbirine yabancılaştığı bir dünyada merhamet, en büyük şifa kaynağıdır. Peygamber Efendimizin merhameti, yalnızca insanlara değil, hayvanlara, bitkilere ve tüm mahlûkata şamil bir rahmettir. Onun, kendisini taşlayan Taif halkına “olur ki içlerinde iman edenler olur” diyerek beddua etmeyip onlar için dua edişi, merhametin ne denli büyük bir erdem olduğunu bizlere öğretmektedir. Günümüz insanı da, içinde yaşadığı toplumun ıslahını istiyorsa, kalbinde merhamete yer açmalı, sevgi ve hoşgörüyü elden bırakmamalıdır.4. Sabır ve MetanetZorluklar karşısında ümitsizliğe düşen, en ufak sıkıntıda sarsılan insan, ancak sabır ve metaneti kuşanarak istikametini bulabilir. Efendimiz (sav), en çetin imtihanlarda bile sabrını kaybetmemiş, insanlara daima umut ve metanet aşılamıştır. Hakkı savunurken maruz kaldığı eziyetlere, yokluklara, zulümlere karşı gösterdiği sabır, her insan için bir ibret vesikasıdır. Öyleyse, bugünün insanı da hayatın imtihanlarına karşı sabır zırhını kuşanmalı, metaneti elden bırakmamalıdır. İlk kavşakta havlu atmamalıdır. Hakta sebat etmek, sabrı sadece musibette değil taat ve ibadette de göstermek, her şartta olman gereken gibi kalabilmek önemlidir…5. Tevazu ve FedakârlıkBugün insanlar, kibir ve bencilliğin karanlığında kaybolmuşken, Nebevî ahlakın ışığında tevazuu ve fedakârlığı öğrenmelidir. Peygamber Efendimiz, bir kral gibi değil, ümmetinin hizmetkârı gibi yaşamış; zengin-fakir, güçlü-zayıf ayrımı yapmaksızın herkesle aynı sofraya oturmuş, insanların gönlünü incitmemek için büyük bir hassasiyet göstermiştir. Öyleyse, insan ancak nefsini terbiye ederek, başkaları için yaşamanın erdemini idrak ederek buhranlardan kurtulabilir.6. Affedicilik ve HoşgörüKin ve intikam duygusuyla yanıp tutuşan bir toplumun huzur bulması imkânsızdır. Peygamber Efendimiz (sav), affetmeyi ve hoşgörüyü hayatının merkezine koymuş; en büyük düşmanlarını dahi bağışlamıştır. Mekke’nin fethinde, yıllarca kendisine zulmeden insanlara sergilediği bağışlayıcı tavır, bizler için büyük bir ibret ve ders niteliğindedir. Eğer huzur ve barış içinde yaşamak istiyorsak, nefret yerine affı, kin yerine hoşgörüyü kuşanmalıyız.7. Çalışkanlık ve İstikametAhlak buhranından kurtulmanın yollarından biri de tembellikten sıyrılarak çalışkanlığı ve azmi hayatımıza nakşetmektir. Peygamber Efendimiz (sav), daima çalışkan olmuş, ümmetine de helal rızık peşinde koşmayı öğütlemiştir. Temiz kazanç, dürüst ticaret, adil yönetim, insanın hem ahlaken hem de maddeten yükselmesine vesile olur.Neticede; bugünün insanı, ahlak krizinden çıkış yolunu modern ideolojilerde ya da geçici tatminlerde aramaktan vazgeçmelidir. Çünkü kalıcı huzur ve ahlaki diriliş, ancak Nebevî ahlaka yönelmekle mümkündür. Doğruluk, merhamet, sabır, tevazu, affedicilik ve çalışkanlık gibi Peygamber Efendimizin sünnetinde vücut bulan bu hasletler, her çağda insanlığın kurtuluş reçetesidir.Onun ahlakına sarılmak, yalnızca şahsi huzuru değil, toplumdaki barışı da temin eder. Öyleyse, ahlakın buhranına sürüklenmiş gönüllerimizi, Efendimizin ahlak pınarından kana kana içerek diriltmeli; ahlakı yalnızca bir söz değil, bir hayat tarzı haline getirmeliyiz.

Münib SAİD 01 Nisan
Konu resmiHutbe-i Şamiye: Ahlaki Çöküş ve Kurtuluş Yolları
Risale-i Nur

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Şam’daki Emevî Camii’nde irad ettiği meşhur Hutbe-i Şamiye, sadece dönemin Müslüman toplumlarına değil, aynı zamanda geleceğin İslam ve insan dünyasına da hitap eden bir nasihatler manzumesidir. O, bu hutbesinde İslam ümmetinin maruz kaldığı derin sosyal ve ahlaki buhranlara dikkat çekmiş, çözüm yollarını ise Kur’ân’ın nurani bilgileri ışığında sunmuştur. Hutbe, İslam’ın, tarih boyunca medeniyetin ve adaletin temel taşı olduğunu, ancak toplumun yaşadığı bazı ahlaki hastalıkların İslam dünyasını gerilettiğini vurgulamaktadır.Günümüz dünyasında toplumların karşı karşıya kaldığı büyük imtihanlardan biri de yine ahlaki değerlerin erozyona uğramış olmasıdır. Hutbeye göre, bu zamanda ahlaki bozulma ve toplumdaki sosyal ve kültürel bozulmanın altı temel sebebi vardır:1. Ümitsizlik: Toplumların ruhuna yerleşen ümitsizlik, şahısların gelecekten beklentilerini yitirmesine ve hareketsizliğe sürüklenmesine sebep olmuştur.2. Doğruluk ve adaletin kaybolması: Toplumların sosyal ve siyasal yapılarında doğruluğun kaybolması, adaletsizliğin yayılmasına yol açmıştır.3. Düşmanlığın ve nefretin artması: İnsanlar arasındaki bağların zayıflaması, kötü düşünceler ve ihtilafların yaygınlaşmasına sebep olmuştur.4. Toplumsal bağların zayıflaması: İnanan insanlar arasındaki manevi rabıtaların unutulması, toplumun birlik ve beraberliğini tehdit etmiştir.5. Baskı ve zulmün yayılması: Zorbalık ve istibdat, insanlığın vicdanını ve hürriyetini tehdit eden bir hastalık haline gelmiştir.6. Bencil ve çıkarcı hayat anlayışının yaygınlaşması: Toplumdaki dayanışmanın zayıflaması, şahısların sadece kendi çıkarlarını düşünmelerine sebep olmuştur.Hutbede, bu derin ahlaki krizlerden kurtuluş çözümleri de verilmiştir. Kur’an ve Sünnet-i Seniyyeden istifade ve tarihi çıkarımlar üzerinden yapılan değerlendirme neticesinde bizlere bu hastalıkların ilacı şu şekilde sunulmaktadır:1. Geleceğe dair umut beslemek: Allah’ın rahmetine olan güvenimizi kaybetmemeliyiz. İslami değerlere sımsıkı sarıldığımızda gelecek bizler için daha parlak olacaktır. Tarih boyunca umut, toplumların yeniden inşası için en güçlü itici kuvvet olmuştur. Umutsuzluk, insanı atalete ve karamsarlığa sürüklerken, Allah’ın sonsuz kudretinden ümidini kesmeyen, umut ışığıyla hareket eden toplumlar ayakta kalabilmiş ve her zaman medeniyetin inşasında öncü olmuşlardır.2. Doğruluk ve adaletin tesis edilmesi: Toplumun temeli, gerçekleri söylemek ve adaleti sağlamak üzerine inşa edilme­li­dir. Doğruluk, İslâmiyet’in hayat-ı ic­ti­mâi­ye­sinde ukde-i hayatiyesidir. Adaletin sağlanamadığı toplumlarda çöküş kaçınılmazdır. Hukukun üstünlüğü ve hakkaniyetin tesisi, toplumun huzur ve refahının anahtarıdır.3. Sevgi ve muhabbeti yaymak: Adavet ve nefret yerine, İslam kardeşliği çerçevesinde sevgi ve dayanışma esas alınmalıdır. Sevgi, insanları bir araya getiren en güçlü bağlardan biridir. Nefret ve düşmanlık, toplumları ayrıştırırken, sevgi birlikteliği pekiştirir ve kardeşliği güçlendirir.4. Toplum bağlarını kuvvetlendirmek: İnananlar arasındaki manevi bağların kuvvetlendirilmesi, toplumun birlik ve beraberliğini sağlayacaktır. Bunun yanı sıra, şûra ve istişare anlayışı, toplumun gelişimi ve ortak akıl ile hareket etmesi açısından büyük önem arz etmektedir. Kur’an’daki ‘Ve emruhum şûrâ beynehum’ (Onların işleri aralarında istişare iledir) emri, toplumların huzur ve adalet içinde yönetilmesi için temel bir ilkedir.5. Zulme ve baskıya karşı durmak: Haksız­lığa boyun eğmemek, hak ve hukukun savunucusu olmak gereklidir. Tarih, zalimlerin zulmü karşısında sessiz kalan toplumların nasıl yok olduğunu ve haksızlığa karşı direnenlerin ise tarihe iz bıraktığını göstermektedir.6. Toplumsal faydayı ön planda tutmak: Şahsi çıkarlar yerine, toplumun genel refahını sağlamak için fedakârlık yapmak esastır. İslamiyet, sadece şahsi çıkarlar peşinde koşmayı değil, toplumda dayanışmayı, yardımlaşmayı ve paylaşmayı teşvik eder. Ne yazık ki, ecnebîlerden aldığımız menfi seciyeler, şahsi menfaati yücelten ve toplumun genel maslahatını göz ardı eden bir zihniyet hâline gelmiştir. “Ben susuzluktan ölsem, yağmur bir daha hiç yağmasın.” anlayışı, bencilliğin, menfaatperestliğin ve sadece dünyaya odaklanmanın bir tezahürüdür.Oysa hakiki milliyet şuuru, fertlerin yalnızca kendi menfaatlerini düşünmek yerine, milletinin yükselmesi için çalışmasını gerektirir. “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir.” hakikati gereğince, fertlerin şahsi çıkarlarını aşarak toplumun menfaatini gözetmesi gerekir. Ancak günümüzde, “nefsî! nefsî!” anlayışıyla hareket eden insanlar, bin kişiyi bir kişiye indirgemekte ve toplumu zayıflatmaktadır. Gerçek kurtuluş, ferdî bencillikten sıyrılıp, milletin ve ümmetin ortak menfaatini gözeterek hareket etmektir. İşte bu şuurla hareket eden toplumlar, birlik ve dayanışma içinde yükselirler ve hakiki saadete ulaşırlar.Tarih boyunca İslam medeniyetleri, İslami ahlaki değerlere sahip çıktıklarında yükselmiş, bu değerlerden uzaklaştıklarında ise zayıflamışlardır. İslam ümmetinin parlak devirleri, doğruluk, adalet, ilim, muhabbet ve dayanışma üzerine inşa edilmiştir. Ancak, bu değerlerden uzaklaşan toplumlar, yozlaşma, ihtilaf ve çöküş ile karşılaşmıştır. Bu yüzden, bugün bizlere düşen en büyük vazife, bu köklü mirası ihya etmek, toplumsal dayanışmayı artırmak ve geleceğe güçlü bir medeniyet inşa etmektir.İslam kardeşliğini, doğruluğu ve adaleti reh­ber edinerek, ümmet bilincini yeniden can­landırmalıyız. Bunun için her bireyin, kendi nefsinden başlayarak, çevresine doğruluk, şefkat ve merhametle yaklaşması gerekir. Adaletin, hakikatin ve şûranın hâkim olduğu bir toplumda, birlik ve beraberlik kuvvetlenir, insanlar arasındaki güven yeniden inşa edilir.Bu büyük dava, sadece sözle değil, fiili mücadele ile gerçekleşmelidir. İlmin, hikmetin ve adaletin hâkim olduğu bir toplum inşa etmek, her Müslümanın en temel gayesi olmalıdır. Fert olarak doğruluk ve istikamet sahibi olmak, cemiyet hayatında muhabbeti ve kardeşliği teşvik etmek, maddi ve manevi dayanışma ruhunu güçlendirmek, İslam medeniyetinin yeniden yükselişi için vazgeçilmezdir.İşte bu çizilen yol haritası, ahlaki çöküşten kurtuluş ve hakiki bir medeniyetin yeniden inşası için bize de rehberlik edecek, ümmetin birlik ve dirilişini sağlayacak en büyük düsturlardan biri olacaktır.Bizim burada dikkat çektiğimiz Hutbe-i Şamiye, daha detaylı incelenmeyi ve günümüz problemlerinin çözümüne yapacağı katkı cihetiyle muhatap alınmayı sonuna kadar hak ediyor. 

Hikmet Düzgün 01 Nisan
Konu resmiDavetkâr Bir Ahlakın Mümessili Olmak
İnsan

“Biz ahlâk-ı İslâmiyenin vehakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler.”Kaldırımlarında insanların yürüdüğü bir caddede belli bir hızda giden araçların şoförleri, o insanlardan herhangi birinin her an yola atlayabileceğini düşünüyor olsaydı acaba araçlarını hangi hızda kullanırdı? Ya da tedirginlikten bir an olsun kurtulabilir miydi? O insanların, canlarına mâl olabilecek bu hareketi yapmamalarının gerekçesi/nedeni nedir? Aslında şoförlerin sözünü ettiğimiz o yolda sabit hızda ve olabildiğince emin olarak araç kullanmalarına imkân veren şey, insanlardaki yaşama arzusu ya da ölme korkusudur. Kısacası bu tür trafik ortamlarının gerek araç kullanıcıları gerekse yayalar açısından en büyük güvenlik önlemi insanın içine konmuş olan güçlü bir duygudan başka bir şey değildir. Kısacası yaratılış, fıtrat yani ahlak.Hulk (yaratma) kelimesinden türetilen ahlak kelimesinin, insanın mükemmelen yaratılmasına dair detayların incelenmesi ile daha geniş bir zaviyeden ele alınabileceği kanaatindeyim. Çünkü ahlak dendiğinde çoğunlukla insanların erdem, fazilet veya seciyelerine ilişkin bazı değerlerin anlaşılması, bu kelimenin şümullü doğasından mahrum olmamıza sebep olmaktadır. Zira ahlak, insanın yaratılışındaki mükemmelliğin kuşatıcı boyutlarını görebilmemizi mümkün kılacak bir gerçekliği beyan etmektedir.İster adalet, ister temizlik, isterseniz yönetim deyin (bu arada buradaki kalemler o kadar çok ki, sadece üçü üzerinden örneklem geliştirmeye çalışıyorum), bunların tamamı ahlak kavramı ile olan özdeşlik ya da yakınlıkları nispetinde ideal olanı ikame etme gücüne malik kılınmıştır. Bu kavramın yokluğunun insanlara neler söylettiğine bakar mısınız? Adaletsiz birine ahlaksız deriz. Pis, iğrenç birine ahlaksız deriz. Yönetimde objektif olmayan veya kayırmacı tutumlarla bunu yapan birine ahlaksız deriz. Aslında burada birisine ahlaksız derken, kolektif bilincimizin muradı şudur: yaratılışındaki optimum dengeyi ve hadd-i vasatı aşmış kimse. İnsanın artı ve eksi yönündeki tüm aşırılıkları ahlaksızlıktır. Ahlak, yaratılıştaki ilâhî sınırların içinde olabilme iradesini gösterebilme durumudur. Şüphesiz bunlara karışan bazı toplumsal kurallar da vardır. Ama onlarda dahi yani geleneksel alışkanlıkların bile “ahlak” kavramı içinde mütalaa edilmesi gizli bir zaruret, yazısız bir antlaşmadır.Anlatmaya çalıştıklarımın sadece dinî bir zeminden beslenmesi gerektiğine dair hiçbir şey zikretmediğimin altını çizerim. Çünkü ahlak denilen Rahmanî kavram, dini de içine alan büyük ve âlemşümul bir zeminde yaşar. Bunun örnekleri de saymakla bitmez. Bugün İslâmiyet ile formel olarak bir ilgileri olmayan onca millet, ahlâkî duruşlarıyla imrenilecek seviyededir. Aslında burada şu da söylenebilir, markası İslâm olmasa da kökeni İslâm olan birçok güzel halleri vardır insanların. Belki de o halleriyle hak din olan İslâm’a yaklaşabilecek ve ihtida edebileceklerdir.İslâmiyetsiz imanın sebeb-i necat olmaması gibi, imansız İslamiyet’in de sebeb-i necat olmaması hakikatinden hareket edecek olursak, ahlakın da uhrevî bir netice vermesi ancak İslâm’la ilişkisine bağlıdır. Ahlakları memduh (övülmüş) olan milletlere, mazhar oldukları ahlakın, kendileri için bir nevi tebliğ ve davet özelliği taşıdığını da gözden kaçırmamalıyız. Yani, ehil ve yetkin kimselerce yapılan bir davetin kabul görmesinde sözünü ettiğimiz milletler hidayete bir nebze daha yakın ve elyaktır (daha layıktır).Ahlak, bağımsız bir mühr-i Rahmanîdir. Yaratması en güzel olan Rabbimiz, bizi fıtraten o kadar mükemmel bir mahiyet ve surette yaratmıştır ki, bu ahlak, İslamiyet’i bir din olarak kabul edebilme kolaylığını bünyesinde saklar.Bu cihetle baktığımızda, toplumumuzun röntgen sonuçları ne yazık ki ciddi bir vahamet arz etmektedir. Hak dinin en büyük özellik ve ispatı, hatta davet yönünü güçlendirici unsuru, bir hayranlık duygusu uyandırabilme gücüdür. Konuya ilişkin olarak birisi ferde diğeri de topluma dair iki örnek sunmak istiyorum. Fransız komünist partisi sekreteri ve materyalist düşüncenin güçlü savunucularından ve hatta Lenin’in bütün kitap ve düşünceleri yok olsa onları tekrar tek başına yazabilecek bir birikime sahip olan Roger Garaudy, kurşuna dizme mangasında görevli bir Cezayirli askerin, “ben silahsız birine ateş etmem” diyerek komutanının emrine boyun eğmemesinden etkilenerek İslam’ı araştırma ihtiyacı duyar ve 1983 senesinde Müslüman olduğunu bütün dünyaya ilan eder. Burada Roger Garaudy doğrudan bir davet ve tebliğ almamış ama bir ahlaka şahit olmuştur. Bu öyle bir ahlak ki, bir hayatı temelinden sarsıp, sorgulanmasına ve o hayatın menzil, mecra ve membaını değiştirmeye sebep olmuştur. Bugün belki de Müslümanların en büyük en evvel ve en zaruri ihtiyacı, ahlaklarıyla gıpta uyandırarak dolaylı da­vet­ler yapamamalarıdır. Bugün hâlâ konuş­maktan başka tebliğ yolu olmayan aciz insanlar seviyesindeyiz. Konuşması gereken, ahlak ve etvâr (tavırlar ve duruş) olmalıdır.Vereceğim ikinci örnekte ise; kendi halinde ticaretle meşgul olan kanaat sahibi bir tüccar, kumaş ticareti için Endonezya’ya gelir ve işini burada devam ettirir. Kendisinin olmadığı bir günde çalışanı 5 akçelik kumaşı 10 akçeye satar. Çalışan iyi bir kâr elde eder. Daha sonra dükkân sahibi gelir ve günlük hasılata bakar. Çalışanına paranın fazla olduğunu söyler. Çalışanı ise 5 akçelik kumaşı 10 akçeye sattığını söyler. Tüccarda “5 akçe­lik kumaşı 10 akçeye nasıl satarsın?” diyerek çı­kışır. Derhal malı satın alan kişinin bulunmasını ister. Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür görmez helallik ister ve fazla parayı kendisine uzatır. Müşteri böyle bir durumla ilk defa karşılaştığı için şaşırır. Olay kısa sürede dilden dile dolaşır. Çok geçmeden dönemin sultanına kadar gitmiştir. Sonunda Sultan kumaş tüccarını sarayına çağırır. Sultan tüccara, “Sizin daha önce yaptığınız bu davranışı ne duyduk ne işittik. Bunun aslı nedir?” diye sorar. Tüccar, “Ben bir Müslümanım. İslam dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmiştir. Dolayısıyla kazancıma haram girmiştir. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.” der. Sultan, “İslam nedir, Müslümanlık nedir?” gibi peş peşe sorular sorar. Tüccar soruları birer birer cevaplar. Sultan kısa bir süre sonra İslam’ı kabul eder. Kısa bir süre sonra da mensup olduğu halk da onunla beraber Müslüman olur. (ifa.org.tr)Gördüğünüz gibi bugün yaklaşık 300 milyonluk nüfusu ile dünyanın en büyük İslam ülkesi olan Endonezya, 5 akçelik bir kumaş sebebiyle Müslüman olmuştur.Satırlarımı Bediüzzaman Hz.lerinin (ks) şu ifadesi ile tamamlamak istiyorum:“Biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler.”Es’selam Alâ Men’ittebea’l Hüda

Ahmet EFENDİ 01 Nisan
Konu resmiNamaz ve Ahlak İlişkisi
İbadet

Namaz, İslam’ın en temel ibadetlerinden biridir ve Müslüman bir şahsın hayatında büyük bir öneme sahiptir. Yüce Allah, namazı bizlere hem bedeni hem de manevi bir temizlenme vesilesi olarak farz kılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de Ankebût Suresi 45. ayette namazın insanı kötülüklerden ve çirkin işlerden alıkoyduğu belirtilmiştir. Bu ayet, namazın ahlakla olan doğrudan bağını ortaya açıkça koymaktadır.Namazın Manevi ve Ahlaki EtkisiNamaz, sadece bir beden hareketleri bütünü değil, aynı zamanda insanın ruhunu eğiten ve ahlakını olgunlaştıran bir ibadettir. Namaz kılan kişi, Allah’ın huzurunda olduğunu bilir ve bu bilme onun günlük hayatındaki davranışlarına da yansır. Kişi, namaz sayesinde dürüstlük, alçakgönüllülük, sabır ve merhamet gibi ahlaki değerleri benimser. Çünkü namaz, insanı Allah’ı anmaya ve O’na teslim olmaya yönlendirir. Ancak, namazın karakter gelişimi üzerinde somut bir etkisi olması için kişinin namazı yalnızca hareketlerini yapması değil, aynı zamanda şekil ve mana bağını kavramak, namazın verdiği ahlakı yaşamak ve onu doğru ve düzenli kılmak anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de “Namaz kılan müminin en temel özellikleri, namaza devam edip (Me’âric, 23) şartlarına riayet ederek namazlarını korumasıdır (Me’âric, 34).” ifadeleri yer almaktadır.Namazın Kötülüklerden AlıkoymasıNamaz, bir disiplin ve sorumluluk şuuru oluşturur. Günün belirli vakitlerinde Allah’a yönelmek, insanın kendisini sürekli kontrol etmesine vesile olur. Beş vakit namaz, kişiyi dünyevi meşguliyetlerin içinde kaybolmaktan alıkoyarak manevi bir denge sağlar. Böylece insan, yalan söylemekten, gıybet etmekten, haksızlık yapmaktan ve kötü alışkanlıklardan uzak durmaya çalışır. Ayrıca, namazı muhafaza etmek, onu dünyevi kaygılardan uzak tutmayı da sağlar.Allahu Ekber CümlesiEzan ve namazdaki “Allahu Ekber” ifadesi, insanı tek bir güce yönlendirerek dünyevi kaygılardan arındıran, korku ve endişelerden muhafaza eden güçlü bir anlam taşır. Bu yönelme, insana sarsılmaz bir güven duygusu kazandırır ve hayatın getirdiği zorluklara karşı metanetli olmayı öğretir. Allah’ı en büyük kabul eden bir insan, başka hiçbir gücün karşısında eğilmez. Dünyevi otoritelerin baskısı, geçici güçlerin cazibesi ve maddi çıkarların aldatıcılığı karşısında dik durabilir. Bu şuur, insanı özgürleştirir; korku, kaygı ve çaresizlikten uzaklaştırarak şerefli bir hayat sürmesine imkân tanır. Kişi, ilahi kudrete yönelerek, kendisini dünyevi güçlerin tahakkümünden kurtarır ve yalnızca Yaratıcısına kul olur. Bu, insanın kişilik bütünlüğünü korumasına ve bağımsız bir iradeye sahip olmasına vesile olur.Namaz ve İnsanın Karakter İnşasıNamaz, insanın karakterini şekillendiren önemli bir unsurdur. Sürekli olarak Allah’ın huzurunda olduğunu bilen bir kişi, hayatını daha şuurlu ve sorumlu bir şekilde yaşamaya gayret eder. Namaz, sabır ve irade eğitimidir; düzenli kılındığında insanın hayatında istikrar ve disiplin sağlar. Bu düzen, ahlaki değerlerin korunmasına ve güçlenmesine katkıda bulunur. Namaz kılan kişi, hesap gününün sahibinin Allah olduğunun bilincine sahip olduğu için, kendisini hesaba çekme ve vicdanını sorgulama alışkanlığı kazanır. Bu durum, insanın sorumluluk bilincini geliştirirken, aynı zamanda vicdanını da güçlendirir.Namazın Zaman ve Çalışma Disiplinine KatkısıNamaz, kişinin zaman yönetimini ve düzen anlayışını güçlendiren bir ibadettir. Günün belli vakitlerinde namaz kılmak, insanın hayatını belirli bir tertip içinde sürdürmesine yardımcı olur. “Şüphesiz ki namaz, inananlar üzerine vakitli olarak farz kılınmıştır.” (Nisâ, 4/103). Namaz, bireyi dağınıklıktan ve düzensizlikten uzaklaştırarak, vakti en verimli şekilde kullanmaya sevk eder. Namaz vaktinde Allah'a yönelmek, kişinin günlük hayatını disiplinli hale getirir ve zamanını boşa harcamaktan kaçınmasını sağlar.İslam toplumlarında hayatın ritmi ve düzeni büyük ölçüde beş vakit namaz tarafından belirlenir. Sabah namazıyla erken kalkma alışkanlığı kazanan Müslüman, gününü bereketli bir şekilde değerlendirme imkânına sahip olur. Öğle ve ikindi namazları, iş ve gündelik meşguliyetlerin içinde bir durak­lama ve manevi tazelenme fırsatı sunar. Akşam ve yatsı namazları ise, kişinin gün içinde yaptığı muhasebeyi gözden geçirerek huzurlu bir şekilde istirahate çekilmesine vesile olur.Murata Sachiko ve William Chittick’e göre, “Günümüzde bile inananları namaz kılmak üzere toplamak için yapılan namaz çağrısıyla insan, bu düzenin farkına varır.” (İslâm’ın Vizyonu, s. 66). Ezan, Müslümanlara zamanı hatırlatarak, günlerini anlamlı kılmaları için bir çağrı vazifesi görür. Namaz ile belirlenen bu düzen, bireyin hem dünyevi hem de uhrevi hayatına olumlu katkılar sağlayarak, zamanını bilinçli kullanmasına vesile olur.Namazın Toplum ve Ahlaki Değerlerin Korunmasına EtkisiNamaz, insanın iffetini korumasına, ahlaki ve topluluk düzenine bağlı kalmasına katkı sağlar. Kur’an-ı Kerim’de, “Namaz kılanların iffetlerini korudukları gibi nikâh yoluyla meşru şekilde sahip oldukları dışında isteklerini frenledikleri” (Mü’minûn, 23/5-6) be­lir­­tilmiştir. Bu ayet, namazın ahlaki ve top­lum­sal düzenin korunmasına sağladığı katkıyı gösterir. Ahmet Hamdi Akseki, “Top­lumlar edep ve hayâ değerlerini kaybederlerse toplumsal düzen ve birliğin sağlanması mümkün değildir. İnsanları olumsuz huy ve alışkanlıklardan alıkoymak hususunda edep ve hayânın etkisi, binlerce polisin etkisinden kuvvetlidir.” (Ahlâk Dersleri, s. 169-170) diyerek bu hususa vurgu yapmaktadır.Cemaatle Namazın Toplumsal Birliğe ve Muhabbete KatkısıCemaatle kılınan namaz, yalnızca şahsi bir ibadet olmanın ötesinde, toplum içinde birlik ve kardeşlik duygularını güçlendiren önemli bir unsurdur. Müslümanların aynı safta yan yana durarak Allah’a yönelmeleri, aralarındaki ayrılıkları ve farklılıkları ortadan kaldırarak kardeşlik bağlarını kuvvetlendirir. Cemaatle kılınan namaz, bireyler arasında sevgi, saygı ve dayanışmayı artırarak, toplumsal huzurun temellerini sağlamlaştırır.Namaz saflarında zengin-fakir, genç-yaşlı, farklı kültür ve meşreplerden gelen insanlar bir araya gelir ve aynı Allah’a kulluk eder. Bu durum, toplumdaki sosyal sınıf ayrımlarını yumuşatarak, herkesin eşit ve değerli olduğunu hatırlatır. Peygamber Efendimiz (sav), cemaatle namazın bireysel namazdan yirmi yedi kat daha faziletli olduğunu bildirmiştir. Bu fazilet, sadece sevap yönüyle değil, aynı zamanda Müslümanlar arasındaki kaynaşmayı ve karşılıklı sevgiyi artırması yönüyle de büyük bir önem taşımaktadır.Namazın Tövbe, Sabır ve Yardımlaşma Gücünü GeliştirmesiNamaz, kişinin tövbe şuurunu güçlendirir. İnsan, namaz esnasında Allah’tan bağışlanma dileyerek kendini hesaba çekme alışkanlığı kazanır. Namaz aynı zamanda sabrı ve irade gücünü artırır. “Namaz ve sabırla Allah’tan yardım dileyin.” (Bakara, 2/45). Kişinin kendisini kontrol etme kabiliyetini geliştiren namaz, aynı zamanda insanları yardımlaşmaya teşvik eder. “Vay o namaz kılanların hâline ki, insanlara yapılacak en ufak bir iyiliği menediyorlar.” (Mâ’ûn, 107/5-7). Böylece namaz, hem insanın kendi iç dünyasında olgunlaşmasını hem de toplum içindeki dayanışmasına kuvvet verir.SonuçNamaz ve ahlak arasında güçlü bir bağ vardır. Namaz, sadece kişinin Rabbi ile olan ilişkisini güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda kişiyi toplum hayatında da erdemli bir insan haline getirir. Allah’ı anmak, kötülüklerden sakınmak ve güzel ahlak sahibi olmak, namazın insana kazandırdığı en önemli değerlerdendir. Bu nedenle, namazı hakkıyla eda eden bir mümin, hem kendi iç dünyasında huzura kavuşur hem de çevresine olumlu etkiler bırakır. Böylece namaz, ahlaklı bir toplumun temel taşlarından biri olur.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Nisan
Konu resmiÜsve-i Hasene: “Değer”lere Değer Katan Kaynak
İnsan

 “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”Hadis-i ŞerifHazret-i Ali Efendimize (kv) bir kadın geldi. “Çocuğum dama çıkmış ve su oluğunun başına kaymış.” dedi. Çağırdığı zaman gelmeyecek olmasından, aldırış etmeyeceği zaman da yere düşeceğinden korkuyordu. Aklı ermediği için tehlikede bulunduğunu çocuk anlayacak durumda değildi. Allah’ın Arslanı buyurdu: “Başka bir çocuğu dama çıkar. Senin çocuğun onu görsün. O zaman oluğun üstünden dama doğru gelir. Çünkü cins kendi cinsini sever ve çeker.” Kadın dama başka bir çocuk çıkardı. Kendi çocuğu ona döndü ve güzelce yanına geldi. Tehlikeli yerden uzaklaştı. Aşağıya düşmekten kurtuldu.Her ne kadar eğitimciler pedegojik olarak mercek tutsa da, Mevlânâ Hazretleri anlattığı bu kısacık hikâyeyi bir hakikatin üzerine bina etmektedir: Peygamberler insanları o oluk benzeri tehlikelerden kurtarmak için insan olarak gönderilmiştir. “Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsini sevdiğim cinsine çeker.” darb-ı meseline de dikkatleri çekercesine… Aynı hakikati asrımız penceresinden şerh edecek olursak, Mevlânâ Hazretlerine “Ho­cam” hitabında bulunan Üstad Nursi Haz­retlerinin nurâni ifadeleri zihin perde­mi­zin üzerinde belirir: Resûl-ü Ekrem Aley­hissalâtü Vesselâm hem beşerdir, beşeriyet i‘tibâriyle beşer gibi muâmele eder. Hem Resûl'dür, risâlet i‘tibâriyle Cenâb-ı Hakk’ın tercümanıdır, elçisidir.Bu iki muhterem ağızdan gönüllerimize nakl olunan nazarın menbaı, dayandığı ila­hi ferman ise şudur: De ki: “Ben de ancak, sizin gibi bir insanım; (şu var ki) bana, İlâ­hınızın ancak tek bir İlâh olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, o hâlde sâlih amel işlesin ve Rabbine kulluk etmekte (riyakârlığa girerek) hiçbir kimseyi ortak koşmasın! (Kehf, 110)Evet, Ebu Hüreyre ve emsali mübarek şahıslardan teşekkül olunan ashab-ı suffanın hocası onlara kâinattaki birliği ders vermedi mi? Bu birliğin Bir’den zuhur ettiğini göstermedi mi? Suffa ehli, sütün bereketlenmesi benzeri, hemen her gün bir mucizesine şahit olup imanlarına iman katmadılar mı? Zerre nedir, küre nedir? Uzak kürelerden gelircesine billurlaşan nebevi derslerden hem kendilerini hem içinde yaşadıkları şu kâinatı tam manasıyla tanımadılar mı? Zira O Hâce-i Kâinattı.Hem, sadece imanı te’kid eden dersler ve mucizeler gibi risalete bakan cihet değildi muhatabiyeti… Ef’aliyle, ahvaliyle, etvarıyla beşer olarak, beşer gibi yaşadı. Yedi, içti, uyu­du. Soğuk ve elem çekti. Bu cihetlerden ola­ğan­üstülükler verilmedi. Ta ki ef’aliyle üm­metine imam olsun. Etvarıyla rehber olsun. Umum harekâtıyla ders versin. Eğer böyle olmazsa idi, bizzat her bir cihetçe imam olamazdı. Zira O, Mürşid-i Mutlaktı.Bu iki cihetten gerek risalet gerek beşeriyet noktasından insan kıymetini buldu. Hem iman hakikatleri hem bunların insanın maneviyatındaki tecessümü olan ahlaki hakikatlerde (ki dost ve düşmanın ittifakıyla Efendimiz zirvedir) kemal mertebesine sahip olanlar yeryüzünün yarı sahasında onun tek bayrağı altında toplandı. 1350 sene boyunca onun saltanat-ı manevisi altında yer aldı.Biraz tefekkür edilecek olunursa, ortaya ilk atıldığında cesaretle tek başına mücadeleye başlayan zatı yanı başımızda bulacağız. Zira O Üstad-ı Küll’dü.Bu üç ism-i Nebiden çıkarırız ki, afaki (dışımızdaki) tüm delilleri ondan talim ettiğimiz gibi enfüsi (kendimizdeki) delilleri de ondan öğrendik. O zat şems gibi zatını, zatı ile ziyalandırarak göstermektedir. Bütün ahlak-ı hamidenin en yüksekleri kendinde toplanmaktadır. Bütün âlem buna şahit… Tüm bu güzel ve yüksek hasletler sahip olduğu iman kuvvetini doğrular. Ciddiyetindeki mükemmelliği, metaneti ve güvenilirliği sadece birkaçı… Evet, yaprakların yeşilliği, çiçeklerin taravet ve güzelliği ve semerelerin tazeliği ağacının canlı ve hayatlı olduğuna sadık şahidlerdir.İşte öyle de bu kuvvetli iman der ki: O, bütün ahlak-ı hamidenin en ekmeli’dir.Ve bu iman ahlak burcunda, kendi kendine söylemeyen şu Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettirilen, dersini Üstâd-ı Ezelisinden alan öylece ders veren zatın; Hulukuhu’l-Kur’an, Maden-i Kemâlât, Muallim-i Ah­lak-ı Âliye olduğunu da bize ders verir.Ez-cümle:Peygamberimiz Efendimizin (asm) risaleti ve beşeriyeti arasındaki ince örtü kaldırılıp nükteler anlaşılmadan ve onun güzel ahlakı ile imanı arasındaki sıkı irtibat idrak edilmeden ahlaki değerlerin ayakları yere sağlam basmaz. Zira, her bir ahlaki değerin onun en güzel örnek oluşundan aslan payı hissesi bulunmaktadır. Peygamberimiz namaza kalktığı zaman şöyle dua ederdi:“Allah’ım! Beni güzel ahlaka eriştir. Senden başka güzel ahlaka eriştirecek yoktur. Kötü ahlakı benden uzaklaştır. Senden başka kötü ahlakı benden uzaklaştıracak yoktur. Âmin!” Aşık Yunus neyler iki cihânı sensiz,Sen Hak Peygambersin şeksiz gümânsızSana uymayanlar gider imânsızAdı güzel kendi güzel Muhammed (sav.)

İbrahim SARITAŞ 01 Nisan
Konu resmiKüresel Girdap
İnsan

Bir milletin kimliği, diniyle, diliyle, inancıyla, kültürüyle var olur. Bizler, bu değerleri koruyup geleceğe taşırsak, küreselleşmenin gölgesi altında kaybolmayız. Zaman, devasa bir nehir gibi dur durak bilmeden akıyor ve gittiği her yere yeni izler, yeni değişimler bırakıyor. Küreselleşme adı verilen dev dalga ise, kültürleri yakınlaştırıp hatta birleştirirken aynı zamanda farklılıkları yok eden bir girdaba dönüşmektedir. Binlerce yılın emeğiyle inşa edilen milli ve manevi değerler, bir çırpıda bu selin içinde kaybolma tehlikesiyle karşı karşıyadır.Eskiden, bir annenin ninnisinde, dedenin anlattığı masallarda yaşayan geleneklerimiz, şimdi ekranların soğuk yansımasına bırakılmış durumda. Bizi biz yapan, ruhumuza işleyen o ince hakikatli ve hikmetli sözler, gönül bağlarımızı sıkı sıkıya tutan manevi değerler, maalesef modern dünyanın hızlı tüketim döngüsü içinde zayıflamaktadır. Küreselleşme, bizlere yenilikler sunduğu kadar, benliğimizi de eritmeye çalışan bir akım haline gelmiştir. Ve evet, dünyanın her köşesinden farklı kültürel unsurlar hayatımıza girerken, özümüzü unutma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Elbette değişim kaçınılmazdır; ancak mesele, değişimle birlikte yok olup gitmemektir. Kendi köklerimize tutunarak, geleneklerimizi unutmayarak küreselleşmenin getirdiği olumsuzluklara karşı koyabiliriz. Yerli ve milli değerlerimizi korumanın en güçlü yolu, özünü yok etmeden onu günümüz şartlarına uygun bir şekilde yeniden işleyip, yaşatmaktan geçer. Unutulmamalıdır ki bir milletin gücü, geçmişinden gelen mirası geleceğe nasıl taşıdığı ile ölçülür.Gençlerimize milli kimliğimizin değerini anlatmalı, onlara atalarımızdan kalan mirası taşımanın bir sorumluluk olduğunu hatırlatmalıyız. Bu, sadece okullarda tarih ve edebiyat dersleri ile değil, aile içindeki sohbetlerle, sanata ve edebiyata verilen destekle, yerli üretimin teşvikiyle de yapılmalıdır. Kütüphanelerimizde yerli yazarların kitapları okunmalı, tiyatrolarımızda kendi hikayelerimiz anlatılmalı, dizi ve filmlerimizde kendi kahramanlarımız yer almalıdır. Bunun yanı sıra, sosyal medyanın etkisini de göz ardı etmemeliyiz. Gençlerimizi milli ve manevi değerleri dijital platformlarda da yaşatmaya teşvik etmeli, bu alanlarda mutlaka kendi hikayelerimizi anlatan içeriklerin üretilmesini sağlamalıyız.Kendi kültürünü koruyamayan toplumlar, zamanla köksüzleşir ve başka kültürlerin gölgesinde silikleşir. Dinimiz, ahlakımız, geleneklerimiz, örf ve adetlerimiz, bizi biz yapan en önemli unsurlardır. Ramazan sofralarımız, bayram ziyaretlerimiz, düğün ve cenaze merasimlerimiz, halk müziğimiz ve el sanatlarımız hatta mezar taşlarımız sadece nostaljik birer hatıra olmamalı, her nesilde yeniden canlandırılmalıdır. Bu değerleri yaşatmak, yalnızca geçmişe sadakat göstermek değil, aynı zamanda geleceğe sağlam köprüler kurmak anlamına gelecektir.Bir milletin kimliği, diniyle, diliyle, inancıyla, kültürüyle var olur. Bizler, bu değerleri koruyup geleceğe taşırsak, küreselleşmenin gölgesi altında kaybolmayız. Kendi köklerinden beslenen bir çınar, ne kadar sert rüzgarlar eserse essin, dimdik ayakta kalmayı bilir. Küreselleşmeye kapılarımızı tamamen kapatmadan, onun içinde kendimize özgü bir duruş sergilemeli ve milli kimliğimizi koruyarak dünya sahnesinde var olmalıyız.O halde, bizler de tıpkı bir çınar gibi köklerimize sahip çıkalım; küreselleşmenin değil, kendi medeniyetimizin içinde yeşeren şanlı tarihimizin bir parçası olalım. Kendi hikayelerimizi anlatalım, kendi sanatımızı yaşatalım, kendi değerlerimize sahip çıkalım. Ancak bu şekilde hem geçmişimize sadık kalır hem de geleceğimizi güvence altına alabiliriz.

Hayati Güral 01 Nisan
Konu resmiKüreselleşme ve Değer Erozyonu
İnsan

Küreselleşme denilen olgu ile dünyanın ta­mamında birbirine benzeyen şehirler ve birbirine benzer şekilde yaşayan insanlar üretilmeye çalışılmaktadır. Küreselleşme kavramı ilk olarak The Economist dergisi tarafından 4 Kasım 1959 tarihinde kullanılmıştır. Dünyanın bir küresel köy olarak nitelendirilmesi ise McLuhan’ın 1962’de “Global Village” ifadesini kullanması ile gerçekleşmiştir. Ancak Bediüzzaman Hazretleri, bu kullanımdan çok önce, 1920’li yıllarda Mesnevî-i Nûriye adlı risalesinde dünyayı bir köye benzetmişti. Dünyayı köye dönüştürenin ise medeniyet-i sef îhe olduğunu ifade etmişti. Aslında burada kullanılan medeniyet-i sef îhe kavramı, tam da küreselleşmenin dünyaya yaydığı anlayışı anlatmaktadır. Küreselleşme denilen olgu ile dünyanın ta­mamında birbirine benzeyen şehirler ve birbirine benzer şekilde yaşayan insanlar üretilmeye çalışılmaktadır. Farklı olanı ezen, yok eden küresel bir din anlayışı ve yaşantı ortaya çıkarılmaktadır. Hangi dinden olursa olsun, Hristiyan gibi yılbaşı, Cadılar Bayramı, Paskalya ve Sevgililer Günü kutlamak normalleştirilmektedir. Sanki bu Hristiyan adetleri tüm insanlığın ortak değerleri gibi lanse edilmektedir. Buna karşılık İslâmiyet’in Ramazan ve Kurban bayramlarının içi boşaltılmakta ve otellerde geçirilen tatil günlerine dönüştürülmektedir. Yine benzer şekilde mübarek gecelerin olmadığı, bunların sonradan uydurulduğu gibi iddialarla bu geceler de ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Zulme uğramış Yahudilerin her türlü şımarıklıkları normal ve Filistinlilere yaptıkları zulümler hakmış gibi gösterilmektedir. Hollywood’da çekilen onca film ve dizi ile masum ve “mazlum Yahudi” imajı herkesin beynine kazınmaktadır. Küreselleşme ile herkesin ortak bir ahlaki seviyede olması istenmektedir. Buna göre kimi ahlaksızlıklar normal görülecektir. Batılı iyice tasvir etmekten kaçınarak burada bu konuya örnek vermeyeceğim ama zaten filmlerle, dizilerle, sosyal medya uygulamalarıyla bu konuda ne kadar çalışma yapıldığı ve büyük oranda da başarılı olunduğu görülmektedir. Eskiden asla tasvip edilmeyen birçok davranış günümüzde ehl-i iman arasında bile normal görülür hâle gelmiştir. Yine benzer şekilde kadınların örtünmesini engelleyemeyen küresel komiteler, bunun yerine tesettürün içini boşaltmak için uğraşmaktadırlar. Böylece adı Müslüman, her türlü günahı normal görür, yılbaşı kutlar ama aynı zamanda dinî bayramları da göstermelik kutlar, haremlik-selamlığa dikkat etmez, dünya Müslümanlarının dertleri umurunda olmaz, karnını tıka basa doldurma ve mal biriktirme derdinde olur, yıl boyu tatil programı yapar, tebliğe gerek görmez, herkesin her şeyi bildiğini düşünür ve böylece tam da Batı’nın istediği, suya sabuna dokunmayan Müslüman tipine dönüşenler ortaya çıkmaktadır. Küreselleşme olgusundan etkilenen İslâm şehirleri, Batı şehirlerinin kötü birer taklidi olarak ruhsuz alanlara dönüşmektedir. Eskiden İslâm şehirlerinin siluetlerini belirleyen ana unsurlar minareler ve kubbeler iken günümüzde bunların yerini gökdelenler almış durumdadır. Eski Türk-İslâm tipi evler çok büyük oranda ortadan kalkmış, kültürümüzle ve medeniyetimizle ilgisi olmayan bina cepheleriyle her yer donatılmıştır. Üstelik Batı’nın kapitalist anlayışıyla ortaya çıkan ve insanı sadece dünya için yaşamaya sevk eden bu anlayış, tüm İslâm şehirlerini esir almıştır. Her bir İslâm şehri, birer küçük New York yapılmaya çalışılmaktadır. Dünyanın her yerinde birbirine benzeyen binalar, yollar, kıyafetler, yemek kültürü ve aynı olaylara benzer şekilde bakış gibi kendini gösteren ortak küresel medeniyet her yeri sarmış durumdadır. Vicdan istismarcılarını mevzu dışı bırakarak ifade ediyorum ki; insanların birbirine yabancılaştığı, kimsenin birbirine güvenmediği, yardım etmediği, her şeyin para ile yapıldığı, her şeye para yönünden bakıldığı ve gönüllülük diye bir kavramın yavaş yavaş akıllardan uzaklaştığı bir sonuç ortaya çıkıyor. Çünkü bize dayatılan hayat tarzı, sonuçta buna yol açıyor. Hâlbuki İslâm sadece ibadetlerimizi düzenlemiyor, aynı zamanda tüm hayatımızı organize ediyor. Zaten bunlar birbirinden ayrı konular değildir. Ayrıldığı zaman, günümüzdeki tuhaf durum ortaya çıkıyor. Yıllar önce bu konudaki garipliği anlatan bir yazar, aslında acı bir gerçeği dile getirmişti: Hiçbir şeyi İslâm’a göre olmayan memleketimizin insanının, sadece cenaze işlemleri İslâm’a göre yapılmaktadır. Her alanda her yeri sarmış küresel moda ve yaşamı bırakıp, topyekûn İslâm’a, medeniyetimize ve aslımıza dönmek zorundayız. Aksi takdirde yeni nesillerimizi medeniyetimiz açısından tamamen kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz. Çocuklarımızın ve gençlerimizin kıyafetleriyle, ta­vırlarıyla, davranışlarıyla, bakış açılarıyla birer Batılı gibi olmamalarını istiyorsak, mü­ca­delemiz her sahaya yayılmalıdır. Anlattıklarımızı fiillerimizle desteklemeliyiz. Söylediklerimizi uygulamalarımızla göstermeliyiz. Şikâyete değil, çalışmaya ve mücadeleye ihtiyacımız var.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiKadim Bir Ahlak Kitabı: Kutadgu Bilig
Kültür ve Medeniyet

Türklerin İslam’la şereflenmesinden sonra yazılan ilk eserlerdendir Kutadgu Bilig. 6645 beyitten oluşan bir manzumedir. “Mutluluk veren bilgi / devlet olma bilgisi” manasına gelen ismiyle Türk-İslam edebiyatında bir şaheser olarak çağlar ötesinden günümüze kadar ulaşmıştır. XI. yüzyıl Karahanlı Türklerinden Yusuf Has Hacib tarafından Doğu Karahanlı hükümdarı ve Kaşgar Prensi Tabgaç Uluğ Buğra Kara Han'a takdim edilmiştir. Bugün Türk diliyle ilgilenen pek çok araştırmacının ilgisini çekmekle birlikte ele aldığı mevzular cihetinden farklı alanlardaki çalışmalara da kaynaklık etmektedir. Türklerin kadim tarihinde telif edilen bu büyük eserin üç nüshası olduğu bilinmektedir. Bunlardan Uygur harfleri ile yazılmış olan ve Viyana nüshası olarak da bilinen nüsha 18. yüzyılda bir diplomat tarafından Sahaflar Çarşısı’nda bulunarak satın alınmıştır. 2. nüsha 1896’da Kahire’de ortaya çıkar. Kuran harfleriyle yazılan bu nüsha Mısır’da Hidiv Kütüphanesinde bulunmaktadır. Kuran harfleriyle yazılan bir diğer nüsha ise Fergana nüshasıdır. Müellif telif sebebini kendisi şöyle açıklar: “Kitabın adını Kutadgu Bilig koydum, okuyana kutlu olsun ve ona yol göstersin. Ben sözümü söyledim ve kitabı yazdım, bu kitap uzanıp her iki dünyayı tutan bir eldir. İnsan her iki dünyayı devletle elinde tutarsa mesut olur. Bu sözüm doğru ve dürüsttür.”Eserin ilk ilmî neşrini yapan Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig’in “kutlu olma bilgisi” anlamında olduğunu söyler. Maksudi Arsal’a göre ise Kutadgu Bilig’deki “kut”, “siyasî hakimiyet” demektir. Yabancı Türkologlardan G. Doerfer, “kut” tabirini açıklarken “insanın bir nevî otonom ruhî kudretidir ki, bilhassa hükümdar için gök ve yer tarafından desteklenmeye muhtaçtır.” ifadelerine yer verir.Kutadgu Bilig kimi çevrelerce Aristo felsefesinden izler taşıyan bir siyasetnamedir. Kimilerine göre siyasetname özelliğinin yanı sıra insani ve ahlaki öğütler içeren didaktik bir manzumedir. Bütün bu tanımlamalar dikkate alınarak değerlendirildiğinde Türklerin kadim medeniyetinde ahlak ve siyasete dair ortaya konulan fikirlerin bir özeti olduğu söylenebilir. Bir hikmet ve nasihat kitabı, bir ütopya…Bu hikmetli eser dört temel üzerine kurulmuştur: adalet, devlet, akıl, kanaat. Kitap boyunca bu dört ilkenin birbiriyle çatışmalarına şahit olur okuyucu. Aynı zamanda birbirini tamamlamalarına. Varlığın temelini oluşturan ve anasır-ı erbaa olarak bilinen “hava, su, toprak ve ateş” ne kadar mühimse fert ve cemiyet için “adalet, devlet, akıl, kanaat” de o kadar ehemmiyetlidir. Bu dört mefhum dört karakter üzerinden aktarılır: Kün Togdı, Ay Toldı, Ögdülmiş ve Odgurmuş. Bu karakterler sırasıyla “adalet, saadet kut, akıl ve akıbet”i temsil eder.Hikâye ana hatlarıyla şöyledir: Zamanın birinde Kün Togdı adında bilgili, faziletli, adil bir hükümdar vardır. Ay Toldı bu hükümdarın methini işitip ve onun yanında hizmet etmek ister ve bir şekilde hükümdarla tanışır. Hükümdar onun onu kendine vezir yapar. Bunda Ay Toldı’nın erdemli davranışlarının da tesiri vardır. Hükümdarla Ay Toldı hayat, devlet yönetimi, saadet, adalet hakkında sohbet ederler. Gün gelir Ay Toldı hastalanır ve ölür. Bu acı kayıptan sonra Hükümdar kendisine yardım edecek birini düşünür. Ay Toldı kadar bilgili ve faziletli bir insanın yine onun soyundan geleceğini düşünerek Ay Toldı’nın oğlu Ögdülmiş’i çağırır. Hükümdar onunla akıl, bilgi, cömertlik, beylik, adalet, siyaset hakkında konuşur. Bir zaman devlet işlerinin yürümesi için Ögdülmiş gibi bir yardımcıya daha ihtiyaç duyar ve Ögdülmiş’ten kendisine birisini bulmasını ister. O da züht hayatı yaşamakta olan arkadaşı Odgurmış’ı tavsiye eder. Kutadgu Bilig, temelde bu dört kişi arasında geçen alegorik bir eserdir.İslam ahlakı, ahlaki davranış, ailede ahlak gibi pek çok mevzu eserde ele alınmıştır. Eserin çok yerinde Peygamber efendimizin ahlak-ı hasenesi methedilmiştir. “İyi bir insan olmak, doğru sözlü olmak, yalan söylememek, merhametli olmak, liyakate önem vermek, inatçı olmamak, büyüklerin sözüne kıymet vermek ve onlara hürmet etmek” gibi güzel davranış biçimlerinin öne çıkarıldığı görülür. Hayatın kısa olması ve dünyanın faniliğine temas edilerek insanın kendini ahiret hayatına hazırlaması gerektiği vurgulanmıştır. Bu minvalde eserde geçen bazı ahlaki nasihatler şunlardır:v Boş söz konuşma, insanları çekiştirme; dedikoduya uyma, kendin de dedikodu yaparak fitne uyandırma.v Doğruluk bir sermayedir, tüm iyilikler bu sermayenin kârıdır. Bu kâr ile insan ölümsüz tadı bulmuştur. İnsan doğru olursa günü iyi olur. Günü iyi olursa ölümsüz mutluluğa kavuşur. Samimi insan ne der dinle. Ey dünyanın temeli, bu söze göre hareket et. Düşüncen ve sözlerin doğru, hareketin güvenilir olsun. Mutluluk ve bütün bu dünya nimetleri sana gelir. Doğru olursan günün kutlu olur.v İnsanların seçkini takva sahibi kişidir. O, bütün muhtaçlara ilaç ve devadır. Takva sahibi kişi, işinde tedbirli davranır. Yakışıksız işlere yaklaşmaz ve işin vaktini bilir.   v Yoluna girmiş işi bozan rüşvettir, olgunlaşan işi çiğ bırakan da rüşvettir.v Müslümanların işini gör, ihtiyaçlarına yar­dım et; Allah sana cennet verir, yerin başköşe olur.v Heva ve nefis canlanırsa gönül ölür, gönül ölürse ibadet ihmal edilir ey oğul.v Helal yiyen kimse Allah’a karşı günah işlemez; helal ye, yarın için azığın da helal olsun.     v Müslüman, Müslüman ile kardeştir; kardeşe karşı düşmanca davranma, onlarla her vakit iyi geçin.v Doğru ol, dürüst hareket et; doğruluk insanı mesut eder.  v Gönül, fazla kibir ve gurura kapılma. Bu dünyaya güven olmaz, sen ondan vazgeç. İyi kişileri kendine yakın tut. Kötülerden uzak dur, zararları dokunur. İşini aç gözlü kişilere bırakma, yemeğini nankör kişilere yedirme. İbadette gayretli ol, günahtan sakın. Ahirette sana ancak ibadetin faydası dokunur.v Ey kudretli devlet adamı, faydasız ve insana devamlı zarar veren şu üç şeydir: Biri kötü tabiatlı ve inatçı olmak, biri yalan söylemektir. Biri de insanları aşağılık eden cimriliktir. Bunların üçü de bilgisizlikten ileri gelir.v Başkalarına faydası dokunmayan kişi, ölü gibidir; ey mert yiğit, faydalı ol, ölü olma.v İnsanlık adını taşıyabilmek için iki şey gerekli: Biri merhametli olmak, diğeri de cömert olup mal dağıtmaktır.v Gönül sahibi kişi, verdiği sözü unutmaz; gönül sahibi olmayan kişi ise sözünü tutmaz. Gönül olmasa insan arkadaşını se­çe­­mez; aklı olmazsa işini yapamaz. Gönül­süz kişi kuru bir kalıptır, insan her işi gönülle yapar.

Tarık ÇELİK 01 Nisan
Konu resmiAshabın Dilinden: Resûlullah (sav)
İtikad

Alemlere rahmet ve insanlığın istikamet pusulası Efendimiz (sav) ile rivayet ettikleri hadis-i şerifler üzerinden sahabe-i kiramdan bazı zatlarla bir mülakat gerçekleştirdik. Efendimiz (sav)’i o mümtaz zatların (aleyhimüsselam) gözüyle görmeye dair bir deneme yaptık. Rabbim hatalarımızı affeylesin ve istifadeye medar kılsın. Amin.Hazret-i Aişe (ra) Ey müminlerin annesi! Bugün size, Peygamber Efendimiz (sav) ile olan hatıralarınız ve rivayet ettiğiniz hadis-i şerifler hakkında bazı sorular sormak istiyoruz. Efendimizin (sav) ahlakı nasıldı? Onu nasıl tanımlardınız? Onun ahlakını tanımlamak için tek bir cümle yeterlidir: “O’nun ahlakı Kur’an’dı.” (Müslim, Müsafirin, 139). O, Kur’an’ın emir ve yasaklarını eksiksiz şekilde hayatına taşıyan bir insandı. O’nun kadar güzel ahlaka sahip kimseyi görmedim. İnsanlarla nazik ve anlayışlı şekilde konuşurdu. Haksızlığa uğrasa bile öfkelenmez, adaletli davranırdı. Evinde nasıl biriydi? Eşlerine nasıl davranırdı? O, evinde sıradan bir insan gibi yaşardı. Kendini bizden üstün görmezdi. Kendi elbiselerini temizler, koyunlarını sağar, yırtığını yamar, pabucunu tamir eder, evi süpürür, devesini bağlayıp yemini verir, hizmetçi ile beraber yemek yer, onunla hamur yoğurur, çarşıdan aldıklarını kendisi taşırdı. (Buhârî, Edeb, 40). Ama en önemlisi, eşlerine karşı her zaman sevgi ve merhametle davranırdı. Peygamberimizin (sav) kadınlara ve aile hayatına verdiği önem hakkında neler söylersiniz? O, kadınlara her zaman çok değer verirdi. “Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” (İbn Mâce, Edeb, 3) buyurmuştur. Kadınları hor görmek bir cahiliye adetiydi. O, bu anlayışı değiştirdi ve kadını Allah’ın bir emaneti olarak gördü. Hazret-i Ebu Bekir (ra) Ey Sıddıkların Efendisi, Peygamber Efendimizin en yakın dostu ve İslam’ın ilk halifesi! Sizinle, Allah Resûlü (sav) hakkındaki hatıralarınızı ve rivayet ettiğiniz hadis-i şerifleri konuşmak istiyoruz. Siz, Peygamberimizin (sav) en yakın dostu ve sırdaşıydınız. Onunla geçirdiğiniz en unutulmaz anlardan biri hangisidir? Hayatımda en unutulmaz anlardan biri, hicret esnasında mağarada (Sevr Mağarası) yaşadıklarımızdır. Müşrikler bizi arıyordu ve mağaranın önüne kadar gelmişlerdi. Korktum ve dedim ki: “Ya Resûlallah! Onlardan biri başını eğse, bizi görecek!” Resûlullah (sav) bana döndü ve şu sözü söyledi: “Üzülme! Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe, 40) Bu söz, bana ve kıyamete kadar gelecek tüm müminlere en büyük teselli oldu. Allah’a güvenen kimse asla yalnız değildir. Rivayet ettiğiniz hadislerden biri sizin için en kıymetlisi hangisidir? Resûlullah (sav) buyurdu ki: “Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında ‘doğru/sıddîk’ olarak yazılır. Yalandan sakının! Çünkü yalan insanı kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler, yalan peşinde koşarsa Allah katında ‘yalancı/kezzâb’ olarak yazılır.” (Müslim, Birr, 105.) O, her zaman doğruluğu emrederdi. Ben de hayatım boyunca doğruluktan ayrılmamaya çalıştım. Bir gün şöyle buyurdu: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78) Bu söz, müminin pasif kalmaması gerektiğini, her zaman iyiliği emredip kötülükten sakındırması gerektiğini gösterir.    Siz Peygamberimize (sav) en yakın kişilerdendiniz. Ona olan sevginizi nasıl tarif edersiniz? Ben ona canımı feda etmeye her zaman hazırdım. Allah’a yemin ederim ki, hiçbir şeyi O’ndan (sav) daha çok sevmedim. Bir gün susuz kalmıştı, ona bir içecek verdim. O içtiğinde yüzüne baktım ve o an gözlerim yaşardı. Çünkü “O mutlu olduğunda ben de mutlu oluyordum.” Onun yokluğu benim için dünyadaki en büyük kayıptır. O vefat ettiğinde, insanlara şöyle dedim: “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki, Muhammed vefat etti. Ama kim Allah’a ibadet ediyorsa, bilsin ki Allah bakidir, asla ölmez!” (Buhârî, Megâzî, 83) Bu dünyada en büyük gerçek, Allah’a olan imanımızdır. Resûlullah (sav) bizi daima ona yönlendirdi. Ümmete vermek istediğiniz son bir mesajınız var mı? “Ey insanlar! Allah’tan sakının ve salih ameller işleyin. Dünya geçicidir, ahiret ise bakidir. Allah Resûlü’nün (sav) yolundan ayrılmayın. Çünkü O, bizi cennete götüren en doğru rehberdir.” Hazret-i Ömer (ra) Ey adaletin simgesi, İslam’ın ikinci halifesi, Resûlullah’ın (sav) en yakın dostlarından biri! Sizinle, Peygamber Efendimiz (sav) hakkındaki hatıralarınızı ve rivayet ettiğiniz hadis-i şerifleri konuşmak istiyoruz. Peygamber Efendimizin (sav) kişiliğini ve ahlakını nasıl tarif edersiniz? O’nun ahlakını tarif etmeye benim sözlerim yetmez. O, en dürüst, en merhametli, en adil insandı. Onu anlatırken şu hadis-i şerifini hatırlıyorum: “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 8) O, hayatı boyunca hep insanlara iyiliği, doğruluğu ve adaleti öğretti. O’nun en küçük hareketinde bile bir hikmet vardı. Onunla geçirdiğiniz en unutulmaz anlardan biri nedir? Bir gün Resûlullah (sav)’in evine gittim. Yanına vardığımda hasırın üzerine yatıyordu ve vücudunda hasırın izleri çıkmıştı. O’nun bu hâlini görünce ağladım. Bana, “Neden ağlıyorsun, ey Ömer?” diye sordu. Ben de “Kisra ve Kayser ipek döşeklerde yatıyor, tahtlarda oturuyor. Sen ise bu tavanı düşük odada kalıyorsun ve hasır da yan tarafına iz bırakmış!” dedim. (Buhârî, Libas 31) O bana şu cevabı verdi: “Ey Ömer! Dünya onların, ahiret ise bizim olsun istemez misin?” (Ahmed, II, 298) İşte, O’nun dünya malına bakışı böyleydi. Sadece Allah’ın rızasını istiyordu. Rivayet ettiğiniz hadislerden sizin için en önemli olanı hangisidir? Peygamber Efendimiz (sav) buyurdu ki: “Ameller niyetlere göredir. Herkesin niyeti ne ise, eline geçecek olan da odur.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1) Bu söz, her zaman kulağımda çınlar. Çünkü İslam’da asıl önemli olan, niyettir. Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan en küçük amel bile büyük bir değer taşır. Peygamberimizin (sav) adalet anlayışı hakkında ne söylersiniz? O, adaletin en güzel örneğiydi. Aişe’nin anlattığına öre bir gün, Mahzum kabilesinden hırsızlık yapan bir kadın için Üsame (ra)’ı Resûlullah’a (sav) göndermişlerdi. Efendi­miz (sav), “Allah’ın koyduğu cezalardan bi­ri­nin uygulanmaması için aracılık mı yapı­yorsun?” buyurduktan sonra kalkıp bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: “Sizden önceki kavimler, aralarında güçlü biri suç işlediğinde onu affeder, zayıf biri suç işlediğinde ise ona ceza verirdi. Allah’a yemin ederim ki, kızım Fatıma bile hırsızlık yapsaydı, ona da aynı cezayı verirdim.” (Buhârî, Enbiyâ, 54) O’nun adaleti, insanlar arasında ayrım yapmazdı. Bütün insanlara eşit muamele ederdi. Peygamberimizin (sav) en çok hangi yönü etkiledi sizi? Onun merhameti beni her zaman hayran bırakırdı. Bir gün, yanına esirler getirildi. İnsanlar, esirler arasındaki bir kadının bebeğini aradığını gördüler. Kadın, bebeğini bulunca onu sıkıca kucakladı ve emzirdi. Resûlullah (sav) bize dönerek dedi ki: “Bu kadın, bebeğini ateşe atar mı?” Biz de “Hayır, atmaz!” dedik. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah (sav) şöyle buyurdu: “İşte Allah’ın kullarına olan merhameti, bu kadının çocuğuna olan merhametinden daha fazladır.” (Buhârî, Edeb, 18) O, Allah’ın merhametini en güzel şekilde anlatan insandı. Ümmete vermek istediğiniz bir mesajınız var mı? Evet! Şunu asla unutmayın: “Biz izzet ve şerefi, ancak İslam’da bulduk. Eğer onu başka bir yerde ararsak, Allah bizi zillete düşürür.” Resûlullah’ın (sav) yolundan ayrılmayın. Onun sünnetine sımsıkı sarılın. Adaletten, doğruluktan ve merhametten asla vazgeçmeyin. Hazret-i Ali (ra) Ey ilmin kapısı, Allah Resulünün (sav) damadı, yiğitlerin en cesuru, Hz. Ali Efendimiz (ra)! Bugün sizden, Peygamber Efendimiz (sav) hakkında hatıralarınızı ve rivayet ettiğiniz hadis-i şerifleri dinlemek istiyoruz. Resûlullah’ın (sav) ahlakını ve ilme verdiği önemi nasıl tarif edersiniz? O, ahlakın zirvesindeydi. Onunla birlikte olduğum yıllar boyunca, kendisinde hiçbir kötülük görmedim. Allah Teâlâ, O’nun hakkında şöyle buyurdu: “Ve şüphesiz, sen büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4) O, her zaman dürüst, sabırlı ve cömertti. Aynı zamanda ilme çok büyük önem verirdi. Bana ve ümmete şu hadisiyle ilmin yolunu öğretti: “Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır. Kim ilim talep ederse, o kapıdan girsin.” (Kenzü’l-Ummal, c. 11, s. 600) Bu yüzden ben de hayatım boyunca ilmi öğrenmeye ve öğretmeye çalıştım.  Siz şecaat kahramanısınız. Peki, Resûlullah’ın (sav) cesareti nasıldı? O, cesaretin timsaliydi. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te her zaman en ön safta yer aldı. Onunla birlikte savaşa girdiğim her an, Allah’ın yardımıyla asla korku hissetmedim. Bir gün şöyle buyurdu: “Asıl pehlivan güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olan kimsedir.” (Müslim Birr, 106) Bu, bana en büyük ders oldu. Cesaret, sadece kılıç sallamak değil, nefsi terbiye etmekti. Merhameti nasıldı? Onun merhameti sınırsızdı. Bir gün şöyle buyurdu: “Bir kimse, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14/1917) O, sadece insanlara değil, hayvanlara bile merhamet ederdi. O’nun ümmete en önemli nasihatlerinden biri neydi? O, Cebrail Aleyhisselam’ın “İhsan nedir?” sualine şu cevabı vermişti: “İhsan Allah’ı görür gibi ibadet etmendir; çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” (Müslim, İman, 1) Bu söz, Allah’a olan bağlılığın en büyük ifadesidir. Eğer her an Allah’ın huzurunda olduğumuzu bilirsek, yanlış yapmaktan sakınırız. Onun sünnetini yaşamak isteyenler için tavsiyeleriniz nelerdir? Allah’tan başkasına ümit bağlamayınız. Günahlardan başka hiçbir şeyden korkmayınız. Bilmediğiniz konuda konuşmayınız. Ceha­let büyük düşmandır, ona yenilmeyiniz. Akıl üstünlüktür, onu sermaye edininiz. Halk ile düşman olmaktan sakınınız. İnsanın belası dilinin altındadır, onu koruyunuz. İlim insanın yaveridir, onu kuşanınız. Hayâ insanın perdesidir, onunla örtününüz. Ölümü hatırlamak kalbin cilasıdır, onu çok hatırlayınız.Ümmete vermek istediğiniz bir mesajınız var mı? Evet! Unutmayın ve dikkat edin: Amellerin en zoru şu dört haslettir: 1) Öfke anında karşındakini af fetmek 2) Darlık zamanında cömertlik yapmak 3) Yalnızken ve tenhalarda iffetli davranmak, günahtan korunmak 4) Korktuğu veya menfaat beklediği kişiye karşı hakikati söylemek.Resûlullah’ın (sav) izinden gidin, çünkü O’nun yolu cennete çıkan en selametli yoldur. Hazret-i Osman (ra) Ey haya timsali, İslam’ın üçüncü halifesi Hz. Osman Efendimiz (ra)! Bugün sizinle, Peygamber Efendimiz (sav) hakkındaki hatıralarınızı konuşmak istiyoruz. Resûlullah’ın (sav) ahlakını nasıl anlatırsınız? Özellikle haya konusunda O’nu kimse geçemezdi. Haya, O’nun en belirgin özelliklerinden biriydi ve bizlere de tavsiye ederdi: “İman yetmiş şubedir. En yükseği, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demek; en aşağısı ise eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” (Müslim, İman 58) Kendi haya anlayışı da öyle güçlüydü ki, bir gün ben yanına geldiğimde hemen toparlandı. Sahabeler, “Ya Resûlallah! Biz geldiğimizde böyle davranmıyorsunuz ama Osman geldiğinde neden böyle oldunuz?” diye sordular. O da şöyle buyurdu: “Osman çok hayâ sahibi birisidir. Ben istifimi hiç bozmadan önceki hâlimde iken içeri aldığım takdirde ihtiyacını arz etmeden gideceğinden korktum. Kendisinden meleklerin hayâ ettiği kimseden ben de hayâ etmeyeyim mi?” (Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 36) Bu söz, benim için en büyük şereftir. Resûlullah’tan (sav) duyduğunuz ve hiç unutmadığınız hadislerden biri nedir? “Sizin en hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğ­re­te­ni­nizdir.” (Tirmizi, Fedâilü’l-Kur’ân, 15) Bu hadis benim hayatıma yön verdi. Kur’an’a hizmet etmeyi kendime görev bil­dim. Hila­fetim döneminde Kur’an’ı tek mus­haf hâ­linde çoğaltıp ümmete dağıttım ki, Müslümanlar arasında ihtilaf çıkmasın. Resûlullah’ın (sav) cömertliği hakkında ne söylersiniz? O’nun cömertliği sınırsızdı. Sahabeler arasında hiçbir ayrım yapmaz, elinde ne varsa paylaşırdı. Bir gün şöyle buyurdu: “Cennetin ferah kapısı vardır. Bu kapıdan ancak çocukları sevindirenler girer.” (Kenzu’l-Um­mal, III, 170, h. no: 6008) Ben de O’nun yolundan giderek, Tebük Seferi’nde İslam ordusuna destek olmak için mallarımın büyük bir kısmını bağışladım. Resûlullah (sav) o gün şöyle buyurdu: “Bugünden sonra yapacakları Osman’a zarar vermez” (Tirmizî, Menâkıb, 19) Bu sözü, benim için en büyük dua ve müjdedir. O, her zaman sabırlıydı. En zor anlarında bile isyan etmez, şükrederdi. Uhud’da yaralandığında bile Allah’a hamdetti. Bir gün bize şu hadisi öğretti: “Müminin hâli ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64) Bu yüzden hayatım boyunca sabrı ve şükrü kendime düstur edindim. Ümmete vermek istediğiniz son bir mesajınız var mı? Evet! Bütün işlerin Allah’ın emri ile olduğunu bildiği hâlde, elden kaçırdığı bir şey için üzülene hayret ederim. Ölümü bildiği hâlde, (kahkahayla) gülene hayret ederim. Dünyanın geçici olduğunu bildiği hâlde; üstündekilere, dünya malına alâka gösterene hayret ederim. Öldükten sonra dirilecek insanların hesaba çekileceğini bildiği hâlde, mal biriktirene hayret ederim. Cehennemdeki ızdırâbı bildiği hâlde, günah işleyene hayret ederim. Cennet saadetini bildiği hâl­de, tembellik edip istirahat edene hayret ederim. Allah’ı bildiği hâlde, başkasını zikredene hayret ederim... Hazret-i Ebu Hureyre (ra) Ey en çok hadis rivayet eden sahabi, Re­sû­lul­lah’ın (sav) sadık dostu Hz. Ebu Hureyre (ra)! Bugün sizden, Peygamber Efendimiz (sav) hakkındaki hatıralarınızı ve rivayet ettiğiniz hadis-i şerifleri dinlemek istiyoruz. Resûlullah’ın (sav) sözlerini hatırlamak ve hatırlatmak benim için en büyük şereftir. Çünkü O buyurdu ki: “Sözümü işiten, onu güzelce anlayıp ezberleyen ve başkalarına ulaştıran kişinin Allah yüzünü ak etsin!” (Tirmizî, İlim, 7/2658) Buyurun, sorularınızı dinliyorum. Resûlullah’ın (sav) ahlakını nasıl tarif edersiniz? Hz. Ebu Hureyre (ra): O, insanların en gü­­­zeliydi. Hem sureti hem de sireti güzeldi. Onun ahlakı hakkında şunu söyledim: “Ben, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden daha güzel bir varlık görmedim. Sanki güneş mübarek yüzünde akıp giderdi.” (Tirmizî, Şemâil) Bir gün kendisine: “Ya Resûlallah, insanların en faziletlisi kimdir?” denildi. O da şöyle buyurdu: “Allah’tan en çok korkanlarıdır.” (Buhârî, Enbiya, 8) O, bizleri her zaman takvaya ve güzel ahlaka davet ederdi. Rivayet ettiğiniz hadislerden sizin için en kıymetlisi hangisidir? Peygamber Efendimiz (sav) buyurdu ki: “Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” (Buhârî, Rikak, 23) Bu hadis benim için çok kıymetlidir. Çünkü Resûlullah (sav), konuşmalarımıza dikkat etmemizi, güzel sözler söylememizi tavsiye ederdi. Resûlullah’ın (sav) ibadet anlayışını nasıl anlatırsınız? O, ibadetin zirvesindeydi. Gece kalkar, uzun uzun namaz kılardı. Bir gün bana şu hadisi öğretti: “Kulun Rabbine en yakın olduğu hal secde halidir. İşte bu sebeple secdede çok dua etmeye bakın!” (Müslim, Salât, 215) Ben de bu emrini tuttum ve secdede her zaman bol dua ettim. Peygamberimizin (sav) ümmete en önemli tavsiyelerinden biri neydi? O, ümmetine şu nasihati verdi: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sü­rece yolunuzu asla şaşırmazsınız: Bunlar, Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta, Kader, 3) Bu nasihat, bizim yolumuzu aydınlatan en büyük rehberdir. Ümmete vermek istediğiniz son bir mesajınız var mı? Evet! Şunu unutmayın: “Mümin kardeşinizin gözündeki çöpü görürsünüz de kendi gözünüzdeki merteği görmezsiniz.” Yine unutmayın ki; “Üç şey öleni (mezara kadar) takip eder; ikisi geri döner, biri kalır. Ailesi, malı ve ameli onu takip eder. Ailesi ve malı geri döner, ameli kalır.” (Müslim, Zühd, 5)

İhsan Yurt 01 Nisan
Konu resmiMısri’nin “… Anlar Bizi” Redifli Şiirine Nazire
Kültür ve Medeniyet

Yâ Rabbi! Bizi ve Risale-i Nûr talebelerini iki cihânda azîz ve mesûd eyle… Hüsn-i hâtimeye mazhar eyle… Şühedâ mertebesine vâsıl eyle… Hizmet-i îmâniye ve hizmet-i Kur’âniyede muvaffakiyet, muhabbet, ittifâk, tesânüd, mazhar-ı inâyet, mazhar-ı lütuf ihsân eyle… Hem ihlâs-ı etemm ile birlikte a’zamî cesâret ve gayret… a’zamî sabır ve metânet ihsân eyle… Amîn binlerle âmîn!Malatyalıdır. 17. Asırda yaşamıştır. Mı­sır’ da bulunduğu sürede Ezher Ca­mi­sinde il­mi faaliyetlerde bulunmuştur. Mahlası olan Mısri ismi oradan ya­digardır. Birçok şe­­hir­ler gezmiş, ge­zer­ken de tasavvufi yön­den kendisini ye­tiştirmiştir. Halveti ta­ri­­­ka­­­tı­na intisab etmiştir. 37 yaşındayken Üm­mi Sinan tarafından kendisine hilafet verilmiştir. Hususen Bursa’da çok değerli ir­şad faaliyetlerinde bulunmuştur. Öm­rü­nün sonlarında yaklaşık 15 sene Limni Ada­sında sürgün hayatı yaşamış, çok sı­kın­tılar çekmiştir. “Cihân bâğında insan bir şecerdir gayriler yaprak / Nebiler meyvedir sen zübdesisin yâ Resûlallah” beytinde, nübüvvet kıstasıyla insanın yerini ta­yin eden Mısri merhum, 76 yaşında iken vefat etmiş ve rahmet-i Rahmana ka­vuş­tuğu yere defnedilmiştir. Beşerin gön­lünde ve hafızasında bıraktığı hoş seda asırlarca olduğu gibi günümüzde de manevi reçeteler sunmaya devam et­mek­tedir. Ardında Türkçe ve Arapça birçok eser­ler bırakan Hazret’in aşağıdaki şiirinin de yer aldığı ve 195 gazelden oluşan Divan’ı gerek tasavvufi cihetten gerek sanatını icrası cihetiyle önemli bir ye­re sahiptir. Nitekim biraz okunup te­fek­kür edildiğinde onun, Yunus Em­re’nin yolunu takip ettiği ve her­kesin anlayacağı bir dil ve üslubu kullandığı hemen müşahede edilecektir. Bir şairin şiirine başkası tarafından yazılan aynı redif ve kafiyedeki şiirlere nazire den­diğini biliyoruz. Aşağıda Niyazi-i Mıs­ri’ nin “biz” şuuruyla kaleme aldığı, uhuvvete ve Hakk’a hizmete ayna tutan şiiri yer almaktadır. Bu şiire günümüz hizmet pen­ceresinden bakılmış ve nazire yazılmıştır. Üsttekiler, Niyazi-i Mısri’ye ait; alttaki eğik yazı ile yazılanlar ise naziredir. Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan anlar biziİlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi Fasl-ı Gül’de mütefekkir olan anlar biziDers-i Nûrda gönlü bî-gümân olan anlar bizi* * *Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamazVech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi Şu denî dünyasına behlül olanlar anlamazYâr-i âlî uğruna giryân olan anlar bizi* * *Dünyâ vü ukbâyı ta’mir eylemekten geçmişizHer taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi Cennet ü tamuyu ta’kib eylemekten geçmişizTek hayattan sıyrılıp gülhân olan anlar bizi* * *Biz şol abdalız bıraktık eğnimizden şâlımızVarlığından soyunup üryân olan anlar bizi Biz ol tâlibiz ki attık sırtımızdan mülkümüzİktisattan övünüp zengân olan anlar bizi* * *Zâhidâ ayık dururken anlamazsın sen biziCür’ayı sâfî içüp mestân olan anlar bizi Gâfilâ gönül uyurken gözlemezsin sen biziKalbini pek berk tutup büryân olan anlar bizi* * *Ârifin her bir sözünü duymaya insân gerekBu cihânda sanmanız hayvân olan anlar bizi Hâdimin nur hizmetini görmeye nazar gerekO meyânda kurbiyet ihsân olan anlar bizi* * *Kahr u lûtfü şey’i vâhid bilmeyen çeker azabOl azabdan kurtulup sultân olan anlar bizi Hakk cemâli celâlinde görmemek ne ıztırabPerdelerden seyredip mihmân olan anlar bizi* * *Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugünKatre nice anlasın ummân olan anlar bizi Âhiyân biz sillemiz havza da vurduk bugünBen diyen ne anlasın ihvân olan anlar bizi* * *Halkı koyup lâ mekân ilinde menzil tutalıMısrıyâ şol canlara canân olan anlar bizi Cam kırığın tercihin koyub da elmâs alalıNâtıkâ kalb za’fına dermân olan anlar bizi * * *Dua:Yâ Rabbi! Bizi ve Risale-i Nûr talebelerini iki cihânda azîz ve mesûd eyle… Hüsn-i hâ­ti­meye mazhar eyle… Şühedâ mer­te­be­si­ne vâsıl eyle… Hizmet-i îmâniye ve hizmet-i Kur’âniyede mu­vaffakiyet, muhabbet, itti­fâk, tesânüd, maz­har-ı inâyet, mazhar-ı lütuf ihsân eyle… Hem ihlâs-ı etemm ile birlikte a’zamî cesâret ve gayret… a’zamî sabır ve metânet ihsân eyle… Âmîn binlerle âmîn!

İbrahim SARITAŞ 01 Nisan
Konu resmiMelekler ve Sorumluluk Bilinci
İtikad

Melekler bütün işlerimizi kaydederken bunu bilen bir iman yanlış yapar mı? Hadi nefsine yenik düştü de bir anda yaptı. Eğer iman, kendindeki adalet hissine yetecek kadar kuvvetli ise o iman sahibi ya helalleşecek veya tövbe edip nedamet duyacak da tekrar o yanlışı yapmayacaktır. Hem iman etmiş hakiki bir Müslüman’ın hareketleri, halkın yanında da Hak’la birlikteyken de aynı olmalıdır, değil mi? Bu hakikati, meleklere iman edenler iyi bilirler. Onlar, yalnızken bile yalnız olmadıklarının şuurundadırlar. Böylece en ücra köşelerde bile doğruluktan ayrılmayacak bir kuvvete, ahlaka sahip olurlar.Lisede okuduğum yıllardı. Bazı derslerde uygun ortamda ve uygun öğretmenlere soru soruyordum. Lakin bunu kendi dilimle değil de sınıf arkadaşlarımın diliyle yapıyordum. Önce öğretmen soruya cevap veriyor, sonra ben söz hakkı alarak açıklamalarda bulunuyordum. Bir gün teneffüste arkadaşım Sami ile birlikteydik. Aklıma meleklerin varlığını yine tüm sınıfa anlatabilecek aynı formül geldi. Az sonra Din Kültürü dersimiz vardı. Sami’ye, “Bu ders öğretmene ‘Hocam melekler var mı?’ diye sor.” dedim. “Tamam!” dedi. Hoca derse girince Sami soruyu soruverdi. Öğretmen de “Çocuklar! Biliyorsunuz melekler nurdan varlıklardır. Yemezler, içmezler. Cinsiyetleri yoktur. Allah ne emrederse onu yaparlar.” gibi bilindik açıklamalarda bulundu. Artık sıra bana gelmişti. Hocanın açıklamalarından sonra parmak kaldırdım. “Buyur evladım!” dedi. “Hocam bu konuda açıklama yapabilir miyim?” dedim. Öğretmen izin verdi. Anlatmaya başladım:“Hocam, dünyamıza bakıyoruz. Her yerde her yere münasip canlılar yaratılmış. Bunları her zaman gözümüzle görüyoruz. Hiçbir yer hayattan mahrum bırakılmamış. Bize göre hayatsız olması gereken yerler bile, hayatla ve hayat sahipleriyle doldurulmuştur. Mesela havada kuşlar, karada hayvanlar, denizde balıklar, sirkede sirke kurtları, tatlı sularda tatlı su balıkları, tuzlu sularda tuzlu su balıkları, kutuplarda penguenler, çöllerde develer yaratılmış. İki milyondan fazla türün yaşama ortamı farklı farklı kılınmış. Kimisi havada, kimisi suda, kimisi karada, kimisi sodalı gölde, kimisi asitli sularda, kimisi volkan bacalarında ve benzeri alanlarda yaşıyorlar. Gözümüzle göremediğimiz organizmalar kısmına ise mikroskobun bulunmasıyla ulaştık. Mikroskop bulunmadan önce bu mikroorganizmalar elbette vardı. Bizim göremememiz veya onları yok yapmaz. Kim bilir daha nice canlılar ve hayat alanları vardır. Arkadaşlar, şimdi size soruyorum: Ruhsuz bir insan, varlığını devam ettirebilir mi? Ölen birinde eksilen nedir? Hiçbir organında ve sisteminde bir eksiklik olmadığı halde neden ayağa kalkmaz? Beyin veya kalp ölümü denen süreç neyin eksikliğinde meydana gelir? Elbette ki her canlının hayatı ruh ile devam eder. Belki canlılık ruhun varlığı ile ortaya çıkabilir. Ruhsuz bir bedenin hücreleri, moleküllerine hatta atomlarına kadar parçalanır. Bu cansız gördüğümüz kâinatın mükemmel işleyişindeki bütünlük, ondaki ruhu/canı hükmünde olan meleklerden haber verir. Onlar şu âlemdeki düzende yansıyan ilahi isimleri anlayan, zikreden, öven, eserden eseri yapanı gören, kusursuz bir irade ve gücü dillendiren şahitlerdir. Hem biz melekleri, “Allah’ın kendilerine emrettiğine isyan etmeyen ve ne emir olunurlarsa yapan melekler vardır.” ayeti ile tanırız. Onlar, hizmetlerini kusursuz yaparlar. Fabrikanın işleyişini sağlayan bilgisayara yüklenen yazılıma benzerler; zira onlar varlıklara yüklenmiş ruhlardır, programlardır. Mesela yağmur damlasını indiren melek, o katrede icra edilen kudretin şahitliğini yapar ve bir daha kendisine sıra gelmez. Bunlar müvekkel melaike olarak isimlendirilirler. Gördüğümüz ve görmediğimiz her âlemde yaratılan her varlığın oluşunu, akışını ve sonucunu gören şahitlerdir. Vazifelerini bazen saniyelik bazen de milyarlar seneye tekabül edecek şekilde, Allah’ın izniyle, gerçekleştirirler. Bu esnada mahlukatta tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatlarına şahitlik ederler. Kâinatta Allah’ın iradesi ile vücut bulan her eserde; Rabbimizin büyüklüğünü tekbirle, kusursuz yaratmasını tespihle ve övgüye layık olduğunu hamd ile ilan ederler. Böylece o nimetlerin şükrünü eda ederler. Atomun en küçük parçasından tut, ta kâinatın en büyük yapısına kadar her an meydana gelen yaratmaları gören bu melekleri, Allah yaratmış ve icraatına şahitler yapmıştır.Kıymetli arkadaşlarım! Mesela çok zengin birisi bir gökdelen yaptırıyor. Her tarafını mükemmel bir mimari ile donatıyor. Her türlü teknolojiyi kullanıyor. Böyle bir gökdelenin bir dairesini kullanıma açıyor. Diğer taraflarını boş ve âtıl bırakıyor. Böyle bir yatırımı akıl kabul eder mi? Böyle yatırım yapan bir zengini, hiçbir akıl ve mantık sahibi elbette ki kabul etmez. Kâinat da bu gökdelene benzer. Küçük bir dairesi olan dünyamızın her köşesinin bin bir çeşit, belki milyon çeşit canlı ile doldurulmuş olduğunu bize bilim söylüyor. Her yerde o yere münasip bir canlı ile ortam şenlendirilmiş, güzelleştirilmiş ve hayatla şeref kazandırılmış olduğuna her insan şahit oluyor.Bu durum dünyanın bizim görebildiğimiz her noktasında gerçekleşiyor. Nasıl ki gören, koklayan, işiten, hareket eden, konuşan ve benzeri işleri yapan insanın vücudu yeryüzündeki maddelerden inşa edilmiştir. Öyle de ışıktan, ateşten, dumandan, karanlıktan, sesten vücutları inşa edilmiş canlılar da vardır diyebiliriz. Bizim göremememiz, ya göz zayıflığından -mikroorganizmaları bir dönem göremediğimiz gibi- ya o varlıkların çok hızlı olmasından ya da enerji boyutunda hayatları olduğu içindir. Dünyanın her yerinde her yerine uygun canlı, dünya maddelerinden yaratıldığı gibi uzayda uzayın ortamına uygun, uzay maddelerinden de hayat sahipleri yaratılmıştır. Oralar da onlarla doludur. Bunu mantıken de söyleyebiliriz.Her yerde ve her yere uygun canlı yaratılma kuralının kâinatın tamamı için geçerli olması zaruridir. Sonsuz kudretin, sanatın, teknolojinin ve hünerlerin sergilendiği bu âlemin her noktasını, her parçasını, her süsünü, her icraatını gören gözler vardır. İnsan bu güzelliklerin milyondan birini ancak fark edebilir. Demek diğer güzellikleri gören sayısız gözler, şuurlar, akıllar vardır. Bunların vazifesi, ‘Maşallah, Barekallah!’ demek, Yaratıcının büyüklüğünü ilan etmektir.”Meleklerin varlığını ispata yönelik konuşmam bitmişti. Söz hakkı verdiği için öğretmenime teşekkür ettim. O da konuyu şöyle toparladı: “Çocuklar, tam da arkadaşınızın anlattığı gibi melekler vardır. Hem de kâinatın her yerinde bulunmaktadır. Kendilerine ait vazifelerle kâinattaki yaratılışa ve hadiselere şahitlik etmektedirler. Bizim kendilerine has yaratılışa sahip olan melekleri görmeyişimiz, onların olmadıklarını ispat etmez. Arkadaşınıza ben de teşekkür ederim. Anlattıklarına katılıyorum.” Ben de böyle bir yolla sınıftaki arkadaşlarımı aydınlatma fırsatı lütfettiği için Allah’a şükrettiğimi söyledim.

Mehmed Gökcan 01 Nisan
Konu resmiBir Hikâyenin Düşündürdükleri
İnsan

Bir hükümdar, meclisinde bulunan bilgelere şöyle bir soru yöneltir: En değerli zaman, en önemli insan ve en kıymetli iş nedir? Bilgeler bu soruya farklı cevaplar verirler. Ama hiçbirinin cevabı ikna edici bulunmaz. En sonunda köyde yaşayan bir bilgeden bahsederler. Bu soruya en doğru cevabı onun verebileceğini söylerler. Yalnız bir mesele vardı: Bilge konuşursa köylülerle konuşur, şehirlilere pek yüz vermezdi.Hükümdar da mecburen köylü kıyafetine girerek köyün yolunu tutar. Yol boyunca havanın serin esintisini hisseder, yeşilin bin bir tonunu seyreder. Nihayet köyün girişine vardığında, rüzgârın savurduğu saman taneleri ve ahşap evlerden yükselen odun kokusu onu karşılar. Etrafta koşuşturan çocukların neşesi, köyün huzurlu atmosferini tamamlar. Hükümdar, Bilge’yi evinin önündeki bahçede çalışırken bulur. Yaşlı adam, elleriyle toprağı eşeleyerek sebzeleri havalandırmakta, güneşin altında terleyen alnını ara sıra koluyla silmektedir. Hükümdar selam verir, ancak bilge başını kaldırmadan işine devam eder. Hükümdar sabırla bekler ve sonunda meramını anlatır, sorularını sıralar. Bilge, yine sessizce çalışmaya devam eder, sanki sorular duyulmamış gibi… Derken, orman tarafından gelen hırıltılı bir soluklanma duyulur. Aniden, dalların arasından kanlar içinde bir adam çıkagelir. Üzerindeki yırtık giysiler, yüzündeki derin çizikler ve yorgun düşmüş adımları, adamın büyük bir sıkıntı içinde olduğunu göstermektedir. Hükümdar, şaşkınlıkla geri çekilirken, bilge hiç düşünmeden elindeki küreği bırakıp hızla yaralıya doğru ilerler. Hükümdardan da yardım ister. İkisi birlikte, adamı nazikçe yere yatırıp yaralarına bakarlar. Bilge, yanında taşıdığı otlardan bir merhem hazırlar, hükümdar ise su getirerek adamın dudaklarını ıslatır. Yaralarını sarıp sarmaladıktan sonra adamı bir ağacın gölgesine yatırırlar. Bir süre sonra, adamın derin solukları düzenli hale gelir, göz kapakları yavaşça aralanır. Yorgun ama minnettar bir ifadeyle başını hafifçe sallar ve tekrar gözlerini kapayarak dinlenmeye çekilir. Hükümdar, olup bitenleri izlerken içindeki merakı bastıramaz, bilgeye dönerek “Sorumun cevabını hâlâ bekliyorum.” deyince, bilge şu cevabı verir:“Sorularına cevap verildi ama sen farkında değilsin!”Hükümdar: “Nasıl yani?” deyince, bilge şu açıklamayı yapar:“En değerli zamanı sordun; en değerli zaman, içinde bulunduğun zaman dilimidir. Nitekim yaralı adama yardımcı olarak vakti bizzat kazanca dönüştürdüğümüz o an, en kıymetli zaman olmuştur. Zira nacak içinde bulunduğumuz zaman diliminde bir şeyler yapabiliyoruz. Geçmiş geçmiştir, gelecek ise henüz gelmemiştir. Onun için yok hükmündedir. Binaenaleyh en değerli zaman, bizzat içinde bulunduğun andır.En önemli kişi, yanında ve yakınında bulunan ve kendisine fiilen hizmet götürebildiğin kişidir. Bugün itibarıyla bize göre en önemli kişi, az önceki yaralı adam olmuştur. Çünkü yardım ederek zamanı değerlendirmemize vesile olan kişi, o olmuştur.En önemli iş de içinde bulunduğun zaman zarfında yapmış olduğun iştir. Nitekim sorularını takip eden zaman sürecinde yaptığımız iş, o yaralı adamın tedavisi ve bakımı olmuştur. Dolayısıyla bize nispetle en önemli iş, o yaralı adama yardımcı olmamız olmuştur.”Hükümdar, aldığı cevaptan memnun ve mutmain olmuş halde sarayına geri döner.Şimdi bu hikâyeyi birkaç örnekle değerlendirelim:- Bir öğretmen için en değerli zaman, derse girdiği ve sınıfta bulunduğu zamandır. En değerli kişiler, sınıfta olan öğrencilerdir. En kıymetli iş ise talebelerine ders içinde aktardığı bilgilerdir.- Bir doktor için en değerli saat, hastayı muayene etme anıdır. En kıymetli iş, o hastayı tedavi adına ortaya koyacağı performanstır. En önemli kişi ise doktora nispetle önüne gelen hastadır.- Bir esnaf için en önemli iş, müşterinin geldiği anda ona vereceği hizmettir. Çünkü müşteri memnuniyetini sağlayıp geleceğini teminat altına alabileceği zaman dilimi, müşteri ile karşı karşıya olduğu zaman dilimidir.- Bir baba için en değerli zaman, ailesiyle vakit geçirdiği andır. En önemli kişiler ailesinin fertleridir, en kıymetli iş ise onlara sevgisini, bilgisini ve desteğini sunmaktır.Bu tavsiyedeki muhteşem ölçüyü hayatımızın her alanına teşmil edebiliriz ve etmeliyiz de. Mesela namaz ibadetimize ve hatta namazın her bir bölümünü bu ölçüyü uyarlayabiliriz. Namazları bu ölçüye tabi olarak eda ettiğimiz zaman, namaz emanetini en iyi şekilde yerine getirmeye yaklaşmış, namazla ilgili müjdelere de olabildiğince yakınlaşmış oluruz inşallah. Namaz esnasında her bir hareketi şuurlu bir şekilde yerine getirdiğimizde, o anın en değerli zaman olduğunu idrak ederiz. Kıyamda dururken okuduğumuz ayetler, secdedeki teslimiyetimiz ve rükûdaki tevazumuz, o an en kıymetli ibadetler haline gelir. Namazın her rekâtında, her kelimesinde ve her hareketinde o ânın en değerli zaman olduğunu anlamak, ibadetimize daha büyük bir derinlik kazandırır. Bu bilinçle kılınan bir namaz, sadece bir vazife değil, ruhumuzu doyuran ve bizi manevî olarak yücelten bir ibadete dönüşür.Hasılı, herkes bu ölçüye göre hayatını daha kazançlı hale getirmenin yol ve çaresine yönelebilir. Toplum olarak bu düşünce ve anlayış çizgisinde hareket etmeyi yaygın hale getirdiğimizde, hayatın bir başka güzel olacağında hiç şüphe yoktur.

Osman AKTAŞ 01 Nisan
Konu resmiZerrin Başlık
Kültür ve Medeniyet

Türk mezar taşlarının birer sanat eseri olarak değer kazanması Selçuklular’la başlamış, daha sonra Selçuklular’la Osmanlılar arasında köprü niteliğinde olan Beylikler kültürü ile Osmanlılara geçmiştir. 15. yüzyıl sonrası Osmanlı mezar taşlarının en önemli örnekleri İstanbul, İznik, Bursa ve Edirne’de bulunmaktadır. İstanbul mezarlıklarında çok sayıda ve en güzel örneklerini gördüğümüz Osmanlı mezar taşları, kişinin kimliğinden başlayarak tarih, toplum hayatı, şehir, inanç, ölüm, meslekler, başlıklar, dil, edebiyat, ebced hesabıyla tarih düşürme, yazı, sembol, süsleme ve taş işçiliği gibi birçok özellikleri sebebiyle bize âidiyetini gösterir. Osmanlı sarayında Zülüf lü Ağalar ismiyle anılan, Has Oda ve Enderun talebeleri ile saray iç oğlanlarının, görev başında veya törenlerde Mevlevî sikkesi formunda, son derece süslü “Zerrin külâh” denilen, üzeri som altın sırma işlemeli, en iyi kalite keçeden yapılan ve iki yanından zülüfler dökülen zerrin için, adeta bir nevi “demir miğfer” yakıştırması yapılmaktadır. Lâle, sümbül vb. çiçek motifleriyle bezeli zerrin, insanı hayrete düşüren bir marifetin tezahürüdür. Özellikle zülüflü baltacıların tamamı bu serpuşu kullanmışlardır. Farsçada “zer” kelimesi “altın” anlamında, Zerrin ise “altından yapılmış, altın gibi sarı” anlamlarına gelmektedir. Bu başlıktaki süslemeler de altın iplikten yapıldığı için bu ismi almıştır. Mezar taşında da görüldüğü gibi bir de kulaklarının yanından “saç” inerdi. Eski mezarlıkları dolaşırken nadir de olsa zerrin külah şeklinde bir mezar taşına rastlanırsa bilinmelidir ki bu zat Enderun’da görev yapmış Zülüf lü ağalardan birisidir. Zerrin külah mezar taşları sınırlı sayıda ve sadece İstanbul’da bulunan mezarlık ve hazirelerde bulunmaktadır. Az sayıdaki örneklerin bulunduğu mezarlıklardan bazıları şunlardır: Ayazma Camii Haziresi, Murad Paşa Camii Haziresi, Eyüp Sultan Türbe Haziresi, İstanbul Deniz Müzesi, I. Abdülhamid Türbesi Haziresi, II. Bâyezid Türbesi Haziresi, Kadırga Sokullu Mehmed Paşa Camii Haziresi, Karacaahmed Mezarlığı, Zeynep Sultan Camii Haziresi.

Mustafa YILMAZ 01 Nisan