
Bir atasözü şöyle der: “Dik duran başağa aldanma. Ya henüz olgunlaşmamıştır ya da içi boştur.” Ve devam eder: “Başak ne kadar doluysa, o kadar eğilir.” Gerçekten bir şey taşıyan, taşıdığı yükün farkındadır. Kendisini öne çıkarma ihtiyacı hissetmez. Hakikatin ağırlığını bilen, hafif görünmek istemez. Zira gerçek büyüklük; gösterişle, kibirle değil; tevazu, vakar ve alçakgönüllülükle anlaşılır.Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bir mektubunda kendini “çürüyüp gitmiş bir çekirdek” olarak tarif eder. Bu sadece bir tevazu ifadesi değil, aynı zamanda bir hakikat duruşudur. Çünkü meyve veren bir ağaç, çekirdeğin toprağa düşüp çürümesiyle başlar. O çekirdek kabuğunu kırmadan, enaniyetini bırakmadan yeşeremez. O hâlde insan da hakikate vasıta olmak istiyorsa, önce kendi iddiasından ve benliğinden vazgeçmelidir. Hakikate yer açmak için önce “ben” duvarını yıkmalıdır.Eğer sen de hakikatin taşıyıcısı olmak istiyorsan, çekirdek gibi düşünmelisin. Kabuklarını kırmadan, içindeki “ben” sesini susturmadan meyveye dönüşemezsin. Benlik, hakikatin önüne perde olur. O perde kalkmadan, tohum çatlamadan hakikatle temas kurulamaz. Tevazu bu yüzden sadece alçakgönüllülük değil; benliğini geri çekerek hakikate alan açmaktır.Tıpkı kuru bir asma çubuğu gibi… Ne sesi çıkar ne de şekliyle dikkat çeker. Ama üzüm salkımları onun üzerinden sarkar. O sahip değil, taşıyıcıdır. Kendini göstermeye çalışmaz, meyveye hizmet eder. Hakikat onun üzerinden geçer, o da bundan şeref duyar. Çünkü bilir ki kıymet, taşıdığında değil; taşıdığına yer açtığında artar. Gerçek yücelik de kendini ortaya koymakla değil, hakikate yer açmakla başlar. Ve insan, kendi hiçliğini idrak ettiği ölçüde hakikatin sonsuzluğunu görebilir.Başta ne demiştik? Dik duran başağa aldanma! Zira kibir, çoğu zaman küçüklüğün kamuflajıdır. Her insanda görünme, bilinme arzusu vardır. Ama bu arzunun mahiyeti, insanın kemaline göre şekillenir. Kişi eğer bulunduğu makamdan daha düşük bir liyakate sahipse, oraya erişmek için olduğundan büyük görünmeye çalışır. Bu çaba kibri doğurur. Fakat kişi gerçekten o makamdan daha kıymetliyse, tevazu gösterir. Eğilir, haddini bilir ve böylece daha da büyür.O hâlde hatırlayalım: Gerçekten yüksek olan, yükselmeye çalışmaz. Çünkü bilir ki; yücelik, tevazuyla başlar. Ve insan, Hakk’ın huzurunda ne kadar eğiliyorsa, işte o kadar yücelir. Çünkü kıymet gösterişle değil, sükûnetle fark edilir. Ve hakikat, dik duran boşluklarda değil; eğilmiş kalplerin toprağında kök salar.Biz de bu ay dergimizde tevazuya dikkat çekerek, biraz olsun benlik kabuğumuzu kırmaya, kalbimize çeki düzen vermeye niyet ettik. Zira biliyoruz ki, gerçekten meyve vermek istiyorsak, önce toprakla yüzleşmemiz gerekir.

Sultan Muhammed TuğrulBüyük Selçuklu Devletinin kurucusu ve ilk sultanı olan Tuğrul Bey’in tam adı Muhammed Tuğrul’dur. Tuğrul Bey, günümüzde Kazakistan sınırları içinde bulunan Cend şehrinde 995 senesinde dünyaya gelmiştir. Babası Mikâil, Müslüman olmayan Türklerle savaşırken şehit düştü. Bu sebeple onu ve abisi Çağrı Bey’i, dedesi Selçuk Bey büyütmüştür. Nişabur’da 1038’de Tuğrul Bey adına “Melikü’l-mülûk” unvanıyla hutbe okundu. Gazneliler’e karşı 23 Mayıs 1040’ta Dandanakan Savaşını kazanan Tuğrul Bey, Büyük Selçuklu Sultanı olarak ilan edildi. Merdâvîc, Taberistan, Hemedan, Dînever, İsfahan, Erzurum ve Tebriz’i fethetti. Abbasî Halifesi Kaim-Biemrillâh’ın davetiyle 1055’te kalabalık bir ordunun başında Bağdat’a girdi. Buradaki Şii Büveyhî işgaline son verdi. İslam dünyasını Şii tehlikesinden kurtardı. Bir yıldan fazla kaldığı Bağdad’da bir cami, kendisi için saray, beyleri için konaklar ve askerleri için kışlalar ve çarşı yaptırdı. Burada bir şehir (Medînetü Tuğrul Bey) inşa ettirdiği kaydedilir. Kaynaklar Tuğrul Bey’i kan dökmekten hoşlanmayan, merhametli, asil davranışlı, kusur ve hataları bağışlayan, sabırlı, kibirden uzak, cömert, dürüst ve dindar bir hükümdar olarak tanıtır. 4 Eylül 1063’te günümüzde İran sınırları içinde yer alan Rey şehrinde vefat etti. Tuğrul Kulesi diye anılan türbesine defnedildi. Çocuğu olmadığı için yerine abisi Çağrı Bey’in oğlu Alparslan tahta geçmiştir.20 Ağustos 1899Hattat Abdullah Hamdi Bey vefat ettiİstanbul’un Kuruçeşme semtinde 1832 senesinde dünyaya gelen Abdullah Hamdi Bey, Sultan 2. Mahmud’un Istabl-ı Âmire Müdürü Mehmed Bey’in oğludur. Hattat Hafız Mehmed Efendi’den sülüs ve nesih yazıları ile ilgili eğitimleri aldı. Bundan sonra Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin talebesi olmuştur. On sekiz yaşına gelince Sadâret Mektûbî Kalemi’nde memuriyete başladı. Sultan 2. Abdülhamid’in iradesiyle 1877’de Menşe-i Küttâb-ı Askerî yazı hocalığına atanmıştır. Daha sonra ona, bizzat Padişah tarafından “Reisülhattatîn” ünvanı verilmiştir. Bu unvan verilince bir Şifâ-i Şerîf yazması istendi. Birçok talebe yetiştirdi ve başta Hırka-i Şerif Camii olmak üzere pek çok camide yazılar yazdı. Mahmudpaşa’daki Hacı Küçük Camii’nin kapı üstü ile yanındaki çeşmenin yazıları ona aittir. 20 Ağustos 1899’da vefat etti, kabri Eyüp Sultan Türbesine yakındır.24 Ağustos 1422Osmanlı ordusunca İstanbul surlarına saldırı düzenlendiSultan 2. Murad komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından 1422’de İstanbul kuşatılmıştır. Bu kuşatmaya Emîr Sultan Hazretleri de katıldı. Kuşatmanın tarihini yazan Bizans tarihçisi Ioannec Kananoc, Emîr Sultan’ın 500 kadar dervişiyle birlikte büyük bir debdebeyle Padişahın ordugâhına geldiğini anlatır. Hücum vakti olarak belirlenen 24 Ağustos Pazartesi günü öğleden bir saat sonra Emir Sultan, dervişlerinin başında at üstünde kılıç ve kalkanıyla surlara yaklaşıp kılıcını çekerek üç kere salladıktan sonra hücuma geçmiş, bu işaret üzerine Türk ordusu taarruza kalkmıştır. Bu kuşatma 50 günden fazla devam etmesine rağmen bir sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine Sultan 2. Murad, şehri kuşatmaya devam edecek bir kuvvet bırakarak Edirne’ye gitmiştir. 23 Ağustos 1597Yeni Cami’nin temeli atıldıSultan 3. Mehmed’in annesi Safiye Vâlide Sultan, İstanbul Limanı girişinde bir caminin inşasını Hassa başmimarı Dâvud Ağa’dan istemiştir. Bunun üzerine Davud Ağa hazırlıklara başlamış ve 10 Muharrem’e denk gelen 23 Ağustos 1597 günü caminin temeli atılmıştır. Temelde su çıkması üzerine Dâvud Ağa burada uzun kazıklar çaktırıp bunları birbirine bağlayarak temeli üzerlerine oturtmuştur. Daha sonra Rodos’tan taş getirtmiştir. İnşaat, Eylül 1598’de yerden yaklaşık 75 cm yükseldiği sırada Davud Ağa vefat etti. Ardından Dalgıç Ahmed Ağa yapıyı birinci sıra pencere üstüne yükseltti. Ancak bu sefer de Sultan 3. Mehmed vefat edince Safiye Sultan’ın valide sultanlığı bittiği ve eski saraya gönderildiği için cami inşaatı yarıda kaldı. Hatice Turhan Valide Sultan 1660’taki büyük İstanbul yangını sonrası Mimarbaşı Meremetçi Mustafa Ağa’ya caminin inşaatını tamamlaması talimatını verdi. Bunun üzerine yeniden başlayan inşaat 1665’te tamamlandı.

Her yaz aynı hâl. Duman kokusu. Çocuk ağlaması. Gökyüzüne yükselen siyah çizgiler. Bir yangın çıkıyor, sonra biri daha. Derken rüzgâr yön değiştiriyor, ateş büyüyor. “Yangın mevsimi geldi” diyorlar. Sanki bir takvim yaprağıymış gibi. Oysa biz gayet iyi biliyoruz ki; bu yangınlar kendiliğinden çıkmıyor.Bazen bir izmarit. Bazen söndürülmemiş bir mangal. Bazen bir cam şişe. Bazen de içinde hiç vicdan kalmamış birinin mel’un eli.Ormanlar eskiden de yanardı elbette. Ama bugün çoğu orman, ihmalle, kasıtla, açgözlülükle yanıyor. Pikniğe gidip arkasında kıvılcım bırakıp gelen biziz. Yanmayan yeri arsa gören biziz. Zira ormanlar yanmadan değer kazanmıyor kimileri için; çünkü ağaç gövdelerinde değil, metrekare hesaplarında geziniyor gözler. Ve sonra sosyal medyada üzülüyormuş gibi yapan yine biziz.Paris İklim Anlaşması? Evet, Türkiye de imzaladı. 2053 hedefi koydu. Güzel. Ama kâğıt korumuyor ağacı. Hedefler, yangına su dökemez. Ağaçların gövdesini sarmış alevleri, sadece imza değil, iman, emanet şuuru, gerçek bir samimiyet söndürebilir.İşin en acı tarafı şu: Bir yandan “iklim değişikliği” diyoruz, bir yandan kömür santrali ruhsatı veriyoruz. Temiz enerji konuşurken, ormana dozer sokuyoruz. Yeşil diyoruz ama en büyük projelerle doğayı delik deşik ediyoruz. Şehirleri kurarken doğadan aldıklarımızı telafi etmeden geçiyoruz, sonra da bu eksikliği yine doğayı tüketerek kapatmaya çalışıyoruz. Çünkü biz ormanı hâlâ bir “arsa ihtimali” olarak görüyoruz. Ağaçları “devlet malı” deyip sorumluluğu atıyor, ilgilenmiyoruz. Doğayı kendimizden ayrı bir şey sanıyoruz. Oysa doğa biziz. Orman yanınca sadece bir ağaç değil, bizim geleceğimiz, havada soluduğumuz temiz nefes, toprağın altındaki su, bize benzeyen binlerce canlı ve çocukların rüyası yanıyor.Sonra karbondioksit artıyor. İklim dengesizleşiyor. Kuraklık başlıyor. Mahsul azalıyor. Fiyatlar artıyor. Hastalıklar çoğalıyor. Ve biz, hâlâ “yangın mevsimi geldi” diyoruz.Kardeşim mesele mevsim değil. Mesele biziz.Bu yüzden sadece suyla değil, şuurla söndürmeliyiz bu yangınları. Sadece söndürmekle de değil… “Yangın çıkmasın” diye düşünmeliyiz. Önlem almalıyız. Planlamalıyız. Eğit/il/meliyiz. Denetle/n/meliyiz. Ve en çok da doğayla “dost” olmayı öğrenmeliyiz.Ormanlar da konuşur: Rüzgârla. Kuş sesiyle. Bazen yaprak hışırtısıyla. Ama biz çoğu zaman yalnızca yandıklarında duyarız onları.Keşke bir gün, ormanlar yanmadan önce de sevilebilse. Farkındalığımız artsa.Keşke çocuklar bir ağacı önce çizerek değil, kucaklayarak tanısa. Keşke göğü delmeye çalışan beton tabutlar değil de, gölge veren bir ağaç büyüse evimizin önünde.Çünkü bu mesele sadece çevre meselesi değil. Bir insanlık meselesi. Ve biz ne zaman doğaya merhametle bakmayı öğrenirsek, belki o zaman gökyüzüne artık duman değil, huzur yükselir.

İslam Dünyasının sorunları içerisinde, bütün İslam dünyasının üzerinde uzlaşabildiği tek konu Mescid-i Aksa olmuştur. Bu uzlaşı ilk etapta İKÖ/İİT sonucunu vermiştir. Şimdi bunu birkaç adım daha ileriye taşıma, bu konu üzerinden başlayarak ittihad etme, yüzyıllık ideali İttihad-ı İslam’ı tesis etme zamanıdır. 20-22 Haziran tarihleri arasında İstanbul’da İslam İşbirliği Teşkilatı’nın önemli toplantı ve programlarına ev sahipliği yaptı. 20 Haziran Cuma günü İİT Gençlik Forumu, 21-22 Haziran tarihlerinde de “Dönüşen Dünyada İslam İşbirliği Teşkilatı” temasıyla İİT Dışişleri Bakanları Konseyi 51. Oturumu gerçekleştirildi. Bu toplantılara 1976, 1991 ve 2004’te ev sahipliği yapan Türkiye’nin yıllar sonra böyle kritik bir dönemde tekrar ev sahipliği yapması ve bu toplantının tarihinin en geniş katılımlı toplantılarından birisi olması oldukça önemlidir. 1976 yılında ülkemiz böyle önemli bir toplantıya ev sahipliği yaptığı halde, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün toplantıya gelmeyerek sadece mesaj göndermekle yetinmesi, o dönem Başbakan Yardımcısı olan Erbakan’ın yaptığı konuşmalardaki İslam Birliği ifadelerinin dönemin gazetelerince tahfif edilerek yaklaşılması, günümüzde yapılan toplantılar göz önüne alındığında ülkemiz siyasetinin nereden nereye geldiğini gösteren unutulmuş diğer ayrıntılardır.21-22 Haziran 2025 toplantısının İran-İsrail savaşının devam ettiği günlere tekabül etmesi ayrı bir önem arz ediyordu. Toplantının devam ettiği günlerde, ne bir gün önce ne bir gün sonra, programın tam da ortasında 21 Haziran’ı 22 Haziran’a bağlayan gece ABD’nin de İran’ı doğrudan vurarak savaşa dâhil olması da şüphesiz ki bir tesadüf değildir.İslam Üst Kimliği Tekrar HatırlatıldıToplantı her ne kadar İİT’nin çalışma mekanizmaları içerisindeki toplantılar olsa da toplantıda farklı ve yeni olan çok önemli husus İİT’nin unuttuğu bazı varoluşsal hususların tekrar hatırlatılmasıydı.Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam İşbirliği Teşkilatı Gençlik Forumunda yaptığı konuşmada “….Müslümanlar olarak daha fazla vakit kaybetmeden imanımıza ve inancımıza yakışır şekilde birlik ve beraberlik içinde uhuvvet bilinciyle hareket etmemiz şarttır her fırsatta şu gerçeği birbirimize hatırlatmamız gerektiğine inanıyorum vahdet olmadan rahmet olmaz ……… biz bu kimliklerimizden öte unutmayın önce Müslümanız Müslümanlık hepimizin en üst kimliğidir Asya’dan Avrupa’ya Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar nerede yaşarsak yaşayalım ortak paydamız din-i mübin-i İslam’dır…. Sizlerden bir vücudun azaları gibi hareket etmenizi bekliyorum...” demiştir.Cumhurbaşkanı Erdoğan Dışişleri Bakanları Konseyi 51. Oturumu toplantısında yaptığı konuşmada da “Her birimiz ‘la ilahe illallah Muhammedur Resulullah’ diyoruz söz konusu ortak davalarımız ortak çıkarlarımız olunca farklılıkları bir yana koyup kenetlenmek boynumuzun borcudur…… saflarımızı daha da sıkılaştırmaya birbirimize karşı hoşgörü sınırlarımızı daha da genişletmeye ihtiyacımız var Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) şu emrini bilhassa bugünlerde kendimize rehber edinmeliyiz: iki birden, üç ikiden, dörtte üçten iyidir ittifak ediniz……. Hucurat suresinin 10. ayetinde Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: ‘Müminler ancak kardeştirler öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.’ Bunun için önce kendi içimizdeki ihtilafları çözeceğiz……Çok kutuplu dünyada 2 milyarlık İslam aleminin tek başına bir kutup haline gelmesi şarttır. İslam dünyasının çok daha büyük rol oynayacağı ancak aynı zamanda daha fazla sorumluluk üstleneceği bir dönemin arifesindeyiz… İsrail’in Filistin’de olduğu gibi Suriye, Lübnan ve İran’daki haydutluklarını durdurmak için daha fazla dayanışma sergilememiz şart…” sözleriyle İslam inancı perspektifiyle bir birlik çerçevesi çizmiştir. Pek çok mütefekkir İslam Dünyasının bir araya gelmesi için gayret gösterip bu inançla mefkure inşa etmeye katkı sunmuşlardır. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi güçlü bir siyasetçinin bu ideali yüksek sesle dile getirmesi tarih önünde çok kıymetlidir. Tekrar hatırlanmalıdır ki Birleşik Avrupa fikrini yüksek sesle dile dile getiren de 1946 yılında Zürih Üniversitesinde Curchill olmuştur.Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da yaptığı konuşmasında “… biz ümmeti bir bütün olarak görüyoruz… içinden geçilmekte olan çalkantılı dönemde İslam hepimizin acilen ihtiyaç duyduğu gerekli rehberliği sağlamaktadır. Kur’an-ı Kerim’de Al-i İmran suresinde bize şöyle buyurulur: ‘Ey müminler hepiniz birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin.’ Bu anlayışla teşkilatımız bir diyalog platformu olmanın ötesinde üye devletlerin politikalarının eş güdümünü sağlamada ve fikir birliği oluşturmada önemli bir işlev görmektedirİit’nin Varoluş Amacı: İslam Birliği, Mescid-i Aksa ve KudüsDışişleri Bakanı Hakan Fidan toplantıda yaptığı konuşmada “Kudüs’ün sahiplenilmesi İslam işbirliği teşkilatının varoluş nedenidir…” sözleriyle bu gerçeği üye ülkelere tekrar hatırlatmıştır.Bugünkü adıyla İİT daha önceki adıyla İslam Konferansı Örgütü’nün (İKÖ) kuruluş ve varoluş sebebi Mescid-i Aksa ve Kudüs’tür. 21 Ağustos 1969’da Avusturyalı Yahudi Michael Denis Rohan tarafından Mescid-i Aksa’da çıkarılan yangın İslam Dünyasında büyük tepkiye neden olmuştur. Suudi Arabistan ve Fas’ın öncülüğünde başlayan girişimle İslam Zirvesi toplanması kararlaştırılmıştır. Fas Kralı tarafından bütün Müslüman ülkelere gönderilen şu mektupla toplantı daveti yapılmıştır.“Hepimizin, inandığımız İslâm birliği anlayışına ve bütün dünyadaki Müslümanların, özellikle El-Aksa Mescidi’ne karşı girişilen çirkin suikast üzerine, devlet ya da hükûmet başkanlarının toplanmaları yolundaki isteklerine uyarak ve 8-9 Eylül 1969 tarihlerinde Rabat’ta toplanan İran, Malezya, Nijer, Pakistan, Suudi Arabistan, Somali ve Fas temsilcilerinden meydana gelen hazırlık komitesinin tavsiyesini göz önüne alarak sizi 22-24 Eylül 1969 tarihleri arasında, krallığımızın başkenti Rabat’ta, El-Aksa Mescidinin uğradığı felâketi ve Kudüs şehri sorunundaki tutumlarımızı birleştirmek için yapılacak İslâm zirve toplantısına katılmaya davet ediyoruz…”Davet Mektubunda da net olarak görüldüğü üzere “İslam Birliği” vurgusu ile başlamakta, “Mescid-i Aksa” ve “Kudüs” konusunda tutumları birleştirmekten ve zirveden “İslam Zirvesi” olarak bahsedilmektedir. Hepimizin inandığı İslam Birliği ifadesi, İslam Dünyasının dağılma süreci ile eş zamanlı olarak ortaya çıkan ve “İttihad-ı İslam” olarak kavramsallaşan ve bugün itibariyle yüzyılı aşan arayıştır.İİT Zaman İçerisinde Varoluş Amacından KoptuMescid-i Aksa konusunda bir refleks ürünü olarak ortaya çıkan, İslam Birliği’ne olan inancı teyid eden İKÖ/İİT oluşumu zaman içerisinde varoluşsal amacından uzaklaştığı görülmektedir. İKÖ’nün kurulması somut bir adım ve sonuca dönük bir adım iken, sonraki süreçte aynı hız ve aynı irade sürdürülememiştir. İlgisi azalmış, toplantı süreçleri azalmış, sonuç bildirilerinde kınama standartlaşmıştır. İİT’nin 56 yıllık tarihindeki 15 olağan zirve, 7 olağanüstü zirve bunun en net göstergesidir. İKÖ/İİT, 1973 Yom Kippur Savaşı’ndan 4 ay sonra zirve toplantısı yapmıştır. 1987 yılında başlayan Birinci İntifada gibi bir hadiseden ise 4 yıl sonra 1991’de toplanmıştır. 7 Ekim’den sonraki ilk zirve toplantısını ancak Arap Birliği’yle de birlikte olmak üzere 11 Kasım’da yapabilmiştir. 11 Kasım’daki olağanüstü zirve toplantısından sonra İİT’nin 15. Olağan Zirve Toplantısı 04-05 Mayıs 2024 tarihinde Gambiya’da gerçekleştirilmiştir. Burada Türkiye’nin dönem Başkanı olduğu 2016 – 2019 döneminde olağanüstü bir olağan toplantı ile en aktif dönemlerinden birini geçirdiğini belirtmek gerekmektedir. 2017’de Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasından sonra konu İİT ve Arap Birliği tarafından BM gündemine getirilmiş ve ABD’nin tehditlerine rağmen ABD aleyhine karar çıkmıştır.Geçen 56 yıl içerisinde kendi kurumsal yapısını, alt birimlerini hem genişletmiş hem derinleştirmiştir. İİT bugün; izcilikten medyaya, emlaktan vergiye, helal gıda akreditasyonundan spor federasyonuna farklı farklı konularda 21 bağlı kuruluşa sahiptir. İİT bugün; haber ajanslarından kalkınma bankasına, gıda güvenliğinden kadın kalkınma örgütüne 10 farklı alanda 10 uzmanlık kurumuna sahip. İİT’nin bugün, üniversiteleri bulunuyor. İİT’nin bir tanesi Kudüs konusunda olmak üzere 7 farklı konuda daimî komitesi söz konusu. Ayrıca İnsan Hakları Konseyi de bulunmaktadır. İslam Adalet Divanı kurulmuşsa da hayata geçirilememiştir. İİT’nin Beyin Ölümü Gerçekleşti mi?7 Ekim şüphesiz ki Dünya tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. İsrail’in soykırımcı olduğu artık tartışmasızdır. Dünya üzerinde her dinden her milletten insanlar İsrail’e tepkilerini göstermektedirler. Uluslararası toplum ve aktörler İsrail’i durdurmak için somut adımlar atmamakta, atamamaktadır.Burada ilk adım atması gereken kuruluş İİT’dir. İİT’nin varoluş ve kuruluş amacı bu meseledir. Sürecin soykırıma dönüştüğü ve kesintisiz devam ettiği bu aşamada bütün gözler de doğal olarak İİT’ye çevrilmiştir. Müslümanların beklentisi de ilk olarak İİT’nin çözüm için adım atmasına yönelik olmuştur. Ancak İİT’nin bu süreçteki tutumu Müslümanlar açısından hayal kırıklığıdır. İİT bugün yaşananlar karşısında somut sonuç üretmeyecekse ne zaman harekete geçecektir. Bu durum İİT’nin kamuoyunda yüksek sesle sorgulanmasına neden olmuştur. 2019’da Fransa Cumhurbaşkanı Macron “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” demişti. İİT açısından henüz “beyin ölümü gerçekleşti” demek için erken, ancak “gerçekleşti mi?” olarak sormanın tam zamanı. Aslında bu süreçte en önemli dönüm noktalarından birisinin de İKÖ/İİT’nin kuruluşuna ön ayak olan ülkeler de dâhil olmak üzere İsrail’le normalleşme adı altında varoluşsal meseleden kopmalarıdır. Mescid-i Aksa İslam Dünyasının Refleksli Sinir UcudurYeri gelmişken şu hususu not olarak iliştirmek gerekmektedir. İslam Dünyasının şu an bir şey yapamıyor/yapmıyor olması ilanihaye yapmayacağı/yapamayacağı anlamına gelmiyor. 1969 İKÖ’nün kurulması bir refleksin ürünüdür. Bu hareket, İİT ve İslam Dünyasının bu konuda refleks üretebilme imkân ve potansiyelini göstermektedir. Bugün İslam Dünyasının tek Eksiği İSLAM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI GÜVENLİK KONSEYİ’nin olmamasıdır.Bugün itibariyle İİT ülkeleri, 1970’ler, 1980’ler, 1990 şartlarından çok ilerdedir. 57 üyesiyle BM’den sonra en büyük örgüttür. İİT üyesi ülkeler dünya ham petrol rezervinin yüzde 66’sına ve doğal gaz rezervinin de yüzde 60’ına sahip durumdadır. İİT ülkelerinin dünya üretimindeki payı yüzde 10,6, ihracatındaki payı yüzde 10,1, doğrudan yabancı yatırımlarındaki payı yüzde 11,3’tür. Dünya enerji ve lojistik güzergahlarının neredeyse tamamı Müslüman ülkelerinin kontrolündedir. Dünya enerji ve ticaret jeopolitiğinin kalbi İslam Dünyasındadır. Nitekim İİT Gençlik Forumunda Cumhurbaşkanı Erdoğan bu hususa da dikkat çekerek “… bakınız bugün nüfusu neredeyse 2 milyarı bulan İslam aleminin en temel sorunu imkânsızlık değil vahdet eksikliğidir Allah’a hamdolsun her şeyimiz var; insan gücümüz, ekonomik kapasitemiz, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımız var, stratejik önemi yüksek coğrafyalarımız güçlü savunma sanayimiz var. Tüm bunlara rağmen hak ettiğimiz yerde değilsek bunun sebebi bellidir…” demiştir.Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da Dışişleri Bakanları toplantısında “Dünya nüfusunun dörtte birini temsil eden muazzam kaynaklara sahip bir bloğun parçası olan İslam ülkeleri...” ifadeleriyle İslam dünyasının potansiyeline dikkat çekmiştir.İslam Dünyasının sorunları içerisinde, bütün İslam dünyasının üzerinde uzlaşabildiği tek konu Mescid-i Aksa olmuştur. Bu uzlaşı ilk etapta İKÖ/İİT sonucunu vermiştir. Şimdi bunu birkaç adım daha ileriye taşıma, bu konu üzerinden başlayarak ittihad etme, yüzyıllık ideali İttihad-ı İslam’ı tesis etme zamanıdır. İslam Dünyasında İttihad-ı İslam inşası başlamalıYarın Değil Hemen Şimdi!..

Tevazu; kendisini başkalarından büyük görmemek, avam-ı nasla da iç içe olabilmek, samimi sohbetler kurabilmek, mevkisi ne olursa olsun sürekli saygı ve hürmet beklentisi içerisinde olmamak gibi ifadelerle anlatılabilir.Fakat bazı mevkilerin hususiyeti gereği, kişinin ağırlığını muhafaza etmesi de gerekir. Mesela devlet idarecileri, bürokratlar, komutanlar; kendi astlarına bir mesafe koymalıdırlar ki bu da bahsedilen ölçü çerçevesindedir. Fakat aynı mesafeyi avam-ı nasa ya da kendi aile ve akrabalarına koymak istemeleri uygun düşmez, ciddi bir soğukluğa yol açar.Ticari hayatta da satıcı pozisyonunda kim olursa olsun, müşteriye karşı tevazu ile davranmalıdır. Ülkemizde sıkça karşılaştığımız bir durum şudur: İşverenler, müşterisiyle muhatap olduklarında, onlardan da yanında çalıştırdığı kimselerin kendilerine olan davranışı gibi bir tutum beklemekte; yani müşterisine de patronuymuş gibi muamele etmektedir. Bu ise son derece yanlış ve kaba bir davranıştır.Müşteri, müşterisi olduğu kurumda kiminle muhatap olduğuna değil; alacağı hizmete ve göreceği muameleye bakar. Dolayısıyla işveren veya üst kademe yöneticileri, müşterileriyle muhatap olacaklarsa, “kendisini herhangi bir satıcı” olarak konumlandırmalıdır. Hatta “müşteri temsilcisi” denilen personelden daha tavizkâr davranırlarsa, bu defa müşteriyi şımartmış olurlar. Bu da müşterinin her defasında temsilcileri atlayıp doğrudan işverene ulaşmaya çalışmasına yol açar ki, bu durum çalışanı küstüren ve yönetim işlerini aksatan bir hataya dönüşebilir.Müşteri, her zaman resmi muamele görmekten de hoşlanmaz. Bir süre sonra mümkünse ismiyle hitap görmek, kendini “özel” hissetmek isteyecektir. Bu da satıcının mütevazı davranışlarıyla doğrudan ilgilidir.Demek ki tevazu, genelde içtimai hayatımızda; özelde ise ticari hayatımızda bize müspet geri dönüşü olacak son derece kıymetli ahlaki bir kavramdır.

Tevazu, bugünün dünyasında en sessiz ama en kıymetli meziyetlerden biri. Göz önünde olmak, övülmek, parmakla gösterilmek neredeyse bir ihtiyaç gibi yaşanıyor. Ama insanın büyüklüğü, ne kadar övüldüğünde değil, övülmeye ne kadar ihtiyacı olmadığında saklı. Çünkü asıl büyüklük, kendini büyük görmemekte. Madem öyle buyurun nefisle yapılan bir ikazı dinleyelim:Ey nefsim! Şöhrete tutkun, alkışla beslenen, görünmekle yetinmeyip üstün görünmeyi marifet sayan zavallı nefsim… Dur artık. Kendini merkeze koyarak kurduğun dünyanda her şeyi kendi etrafında döndürdüğünü sanıyorsun. Sana verilen nimetleri –ilim, makam, para, övgü– kendinden sanıyor, sahipleniyor, gurura sarılıp “ben” diye öne çıkıyorsun. Oysa sen, şerbet tulumbacıkları olan üzümleri taşıyan kuru çubuk kadar bile değilsin. Çünkü o çubuk, meyvenin sahibi olduğunu iddia etmez. Ama sen, sana verilenleri kendi kabiliyetinle kazanmış gibi sahipleniyorsun.Eğer gerçekten sana düşen bir şey varsa, o da övünmek değil, utanmaktır.Şöhret değil, tevazudur senin hissen.Alkış değil, istiğfar; üstünlük taslamak değil, hicapla susmaktır.Tevazu, basit bir “alçakgönüllülük” hali değildir. Hak karşısında hiçliğini bilmektir. Maldan, makamdan, ilimden pay almış olabilirsin. Ama bu, senden mahrum olanlara karşı bir üstünlük sebebi değildir. Hatta belki de senin eline verildi, çünkü sen en muhtaç, en fakir, en acizdin. Bir şairin dediği gibi: “Mâl ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi / Bir muhalif yel eser, savurur harman gibi.”Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Sana tabi olan müminlere alçak gönüllü davran.” (Şuarâ, 215) “Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler…” (Furkân, 63)Peygamber Efendimiz de hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Allah bana şöyle emretti: O kadar mütevazı olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin, kimse kimseye zulmetmesin.” (Müslim, Cennet 64) “Kim Allah rızası için tevazu gösterirse, Allah da onu o nispette yükseltir.” (İbn Hanbel, III, 76)Tevazu, sadece az konuşmak, mahcup görünmek değildir. Gerçek tevazu, içinden geçen kibir kıvılcımlarını bile susturabilmektir. Yusuf-ı Esbat Hazretleri ne güzel söyler: “Sabah dışarı çıktığında kimi görsen, kendinden üstün bil. Sana hak bir söz söylenirse kabul et. Seni övene de, kötüleyene de aynı mesafede dur.” İdris Aleyhisselâm da der ki: “Akıllı kişinin mertebesi yükseldikçe, tevazuu da artar.”Tevazu toprak gibidir. Ayaklar altındadır ama üstünde nice çiçekler yetişir. Şöhret, kibir, benlik; hepsi geçicidir. Kalıcı olan, kalpte yer eden tevazu ve hiçlik hâlidir. Ayette buyrulur: “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyenlere veririz.” (Kasas, 83)Ne güzel söylemiş şair: “Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât / Mütevazı olanı rahmet-i Rahmân büyütür.” Yani bir tohum, toprağa düşmeden, yani alçalmadan, çürümeden ve yok olmadan filiz veremez, büyüyemez, meyveye duramaz. Aynı şekilde, bir insan da tevazu göstermeden, nefsini kırmadan, alçakgönüllü olmadan gerçek anlamda Allah’ın rahmetine, bereketine ve manevi yükselişine ulaşamaz. Çünkü Rahman olan Allah, kibirli olanı değil; kendi küçüklüğünü bilen, haddini tanıyan, sessiz ve saygıyla yürüyen kulunu büyütür, yüceltir.Hz. Peygamber (sav) Medine’de devletin başıydı, ama evinde halı yoktu. Ganimetler akarken o, hurma hasırı üzerinde uyuyordu. Sahabe de öyleydi. Zengin de oldular ama yine mütevazı yaşadılar. Çünkü şunu iyi biliyorlardı: Asıl zenginlik, sahip olduklarında değil; Allah katındaki kıymetindedir. Ve o kıymet, tevazuyla ölçülür.O hâlde ey nefsim…Bir çarık kadar bile sadakat gösteremiyorsan, bir kuru çubuk kadar sahiplenmeyen bir duruşun yoksa; neye güveniyorsun?Kendini büyütme. Büyümen gereken tek yer, başını secdeye koyduğundaki hâlindir.Çünkü kıymetin, maddede değil, seni var edene ne kadar razı olduğundadır.

Takva kalbimize yerleşince gönlümüz iyiliklerin merkezi haline gelir; riya, kibir, gurur gibi kötü duygulardan bizi arındırır. Takva dilimize yansıyınca sözlerimiz doğru ve güzel olur; gıybet, yalan, dedikodu ve iftira gibi günahlardan bizi uzak tutar. Takva zihnimize yön verince davranışlarımız nezaket ve zarafete, merhamet ve adalete, ülfet ve muhabbete dönüşür. Zulüm, haksızlık ve şiddet gibi dünyamızı karartan kötülükler hayatımızda yer bulamaz.Takva, menhiyâttan ve günahlardan ictinâb etmek ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrât kazanmaktır.1 Takva, Allah’tan hakkıyla sakınmaktır. İyiliğe yönelmek kötülükten uzak durmaktır. Her türlü günahtan ve haramdan kaçınmaktır. Rabbimizin her an bizi görüp gözettiği, yaptığımız her şeyden haberdar olduğu şuuruyla hareket etmektir. Ölümü, yeniden dirilişi, hesabı, cennet ve cehennemi unutmadan yaşamaktır. Dinimiz İslam, yeme içmeden söz ve davranışa, giyim kuşamdan ticaret ve alışverişe kadar hayatın her alanında belli ölçüler koymuştur. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de bunları haber vermiş, Sevgili Peygamberimiz (sav) ise yaşayarak bizlere öğretmiştir. Bu ölçülere riayet etmeye takva sahibi olmak diyoruz.Takva kalbimize yerleşince gönlümüz iyiliklerin merkezi haline gelir; riya, kibir, gurur gibi kötü duygulardan bizi arındırır. Takva dilimize yansıyınca sözlerimiz doğru ve güzel olur; gıybet, yalan, dedikodu ve iftira gibi günahlardan bizi uzak tutar. Takva zihnimize yön verince davranışlarımız nezaket ve zarafete, merhamet ve adalete, ülfet ve muhabbete dönüşür. Zulüm, haksızlık ve şiddet gibi dünyamızı karartan kötülükler hayatımızda yer bulamaz.Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek bir elbise ile (giyinip süsleneceğiniz) bir süs elbisesi indirdik. Bir de takva elbisesi ki, bu (hepsinden) daha hayırlıdır. Bu (maddî ve manevi elbiseler), Allah’ın ayetlerindendir; ta ki ibret alsınlar.”2Tesettüre riayet ederek giyim kuşamda takva kendini gösterince bedenimizin hürmetini koruruz. Zira kadın erkek her insanın beden mahremiyeti vardır. Dinimiz İslam, bu mahremiyetin zarar görmemesi için; bedenimizin örtülmesi gereken yerlerini örtmemizi, başkalarına teşhir etmememizi emretmiştir. Uzuvları belli eden dar ya da açık elbise giymek, Rabbimizin emaneti olan bedenin saygınlığını ihlal etmektir. Unutulmamalıdır ki, tesettür her şeyden önce Allah’ın bir emridir, şahsî bir tercih değildir. Tesettür müminin süsüdür, fıtrî bir ihtiyaçtır. Özellikle kadınların kendisini koruyacağı bir siperi ve kalesi hükmündedir. Allah Resulü (sav) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “Allah halîmdir, hayâ sahibidir, kusurları örtendir. Hayâyı ve örtünmeyi sever.”Takva; nişan, düğün merasimlerimize yansıdığında yuvalarımız huzur, mutluluk ve muhabbet üzere inşa edilir. Eşler olarak takva dairesinde yaşadığımızda evimizin bir hane-i saadet olmasının temelleri atılmış olur. Buna, karşılıklı anlayış, hürmet ve muhabbet duyguları da eklenince ailemiz küçük bir cennetimiz olabilir.İslamiyet, meşru dairede düğünlerde eğlenmeye müsaade etmiştir. Ancak, içkinin tüketildiği, mahremiyet sınırlarının ihlal edildiği bir düğün eğlencesi dinimizde yoktur ve İslam ahlakına uygun değildir. Ayrıca evlilik için yapılan gereğinden fazla harcamalar, hem evlenen çiftlerin hem de ailelerin maddi ve manevi birçok sıkıntıya düşmelerine sebep olmaktadır. Bu da gençlerimizin ya hiç evlenmemelerine ya da evliliklerini geciktirmelerine yol açmaktadır. Peygamber Efendimiz (sav)’in bu husustaki uyarısı gayet açıktır: “En bereketli nikâh, külfeti en az olandır.”3İnsandan beklenen Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda bir hayat sürmektir. Ne var ki insan bazen, bilerek veya bilmeyerek günaha sürüklenir. Zira o, hem iyiye hem de kötüye meyilli yaratılmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına lütfettiği tövbe ise günahlardan kurtulmak için bir rahmet ve umut kapısıdır.Günahları örten, çok affedici ve bağışlayıcı olan Rabbimiz bizleri tövbeye davet ediyor: “Ey müminler, hep birlikte Allah’a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!”4 Öyleyse haydi geliniz, samimiyetle “Tevvâb” olan Rabbimize yönelelim. Günahlarımızdan, hata ve kusurlarımızdan pişmanlık gözyaşlarıyla Allah’tan mağfiret dileyelim. Dilimizle işlediğimiz yalan, gıybet ve kötü sözler için tövbe edelim. Harama uzanan ellerimiz, günaha giden ayaklarımız için bağışlanma dileyelim. Gözümüzü, kulağımızı haramdan sakınamadığımız için istiğfar edelim. Kalbimizi kaplayan kin, haset, kibir, gurur ve bencillik gibi kötü hasletler için tövbe edelim. Ömrümüzü sâlih amellerle bereketlendiremediğimiz için bıkmadan, usanmadan tövbe ve istiğfar edelim. Çünkü Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! (Samimi bir tevbe olan) Tevbe-i Nasûh ile Allah’a tevbe edin! Olur ki Rabbiniz, sizin kötülüklerinizi örter ve Allah, peygamberi ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı bir günde, sizi altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyar! Onların nuru önlerinde ve sağlarında koşar (da): “Rabbimiz! Nurumuzu bize tamamla ve bize mağfiret eyle! Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla gücü yetensin!” derler.”51- Kastamonu Lâhikası, s. 193.2- A’râf, 7/26.3- İbn Hanbel, VI, 83.4- Nûr, 24/31.5- Tahrîm, 66/8.

Saltanatı boyunca hiçbir başarıyı kendi nefsi nefsine vermemişti. Hilafeti getirdi ama kibirlenmedi. Şehirler fethetti ama önce nefsini zapt etti. Tahtta oturdu ama hizmetkârlığı elden bırakmadı. Yavuz Sultan Selim, sekiz yıllık kısa saltanatına asırlık işler sığdırmış bir padişahtır. Doğu’ya yönelmiş, hilafeti Osmanlı’ya taşımış, İslam beldelerini bir sancak altında toplamış, ticaret yollarını kontrol altına almış, içerideki ve dışarıdaki tehditleri bertaraf etmiştir. Ancak onu asıl büyük yapan, kazandığı zaferler değil, tevazu, hizmete adanmışlık ve bir kul olarak taşıdığı edeptir.Henüz şehzade iken Trabzon’da devlet tecrübesi kazanmış, halkla iç içe yaşamış, sorumluluktan kaçmamıştır. Gürcü akınları karşısında merkezden izin beklememiş, kendi kararıyla sefere çıkmış, halkın huzurunu öncelemiştir. Devletin bekası için elini taşın altına koymuş bir genç şehzade olarak, halkın sevgisini ve güvenini daha o yıllarda kazanmıştır.Tahta geçtiğinde ilk iş olarak içerideki fitneleri temizlemiş, ardından gözünü Doğu’ya çevirmiştir. Zira Anadolu’yu karıştıran Şah İsmail’e karşı birliğin sağlanması gerekiyordu. Çaldıran Seferi’nde orduda huzursuzluk baş gösterdiğinde, çadırına ok atanlara aldırmadan çıktı karşılarına: “Karılarının koynunu özleyenler geri dönsün, er olan peşimden gelsin. Ben tek başıma da giderim.” Bu söz sadece bir meydan okuma değil, bir liderin kararlılığıydı. Yürüdü ve peşinden bir orduyu değil, bir inancı sürükledi.Memlükler üzerine yürüdüğünde mesele artık yalnız bir savaş değil, İslam dünyasının birliğiydi. Ridaniye Seferinde Sina Çölü’nden geçerken gösterdiği bir hareket, onun iç dünyasını açığa vuruyordu. Herkes at üstündeyken Yavuz aniden inmişti. Paşalar da şaşkınlıkla atlarından indi. Nedenini sordular. “Önümüzde, fahr-i kainat Resulullah efendimiz Hazret-i Muhammed yürümekteyken, at üstünde gitmekten haya ederim” dedi.Savaş kazanıldı. Mısır alındı. Mutlak Osmanlı galibiyetiyle sonlanan savaştan sonra Yavuz Sultan Selim görkemli bir şekilde Kahire’ye girdi. Ertesi gün Cuma hutbesi okundu. Hatip, zaferin şanına yaraşır bir şekilde seslendi: “Hâkimü’l-Haremeyn iş-Şerifeyn” – Mukaddes beldelerin hâkimi.” Fakat Yavuz bu unvana razı olmadı. “Hayır,” dedi, “Ben onların hâkimi değilim. Ancak hadimi yani hizmetçisiyim.”O günden sonra tarihe “Hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn”, yani Mekke ve Medine’ nin hizmetkârı olarak geçti. Bunu göstermek için sarığının üstüne süpürge biçiminde sorguç taktı. Çünkü ona göre yöneticilik; oturulan koltukla değil, yüklenilen sorumlulukla ölçülürdü.Bu tavrı, Peygamber Efendimizin şu sözünün ete kemiğe bürünmüş hâliydi: “Seyyidü’l-kavmi hâdimühüm” – Kavmin efendisi, onlara en çok hizmet edendir. Yavuz, bu hadisi sadece duymamış, iliklerine kadar yaşamıştı.Zorlu Mısır Seferi tamamlanmış, Yavuz Sultan Selim Han ordusuyla birlikte dönüş yoluna koyulmuştu. Bu, sadece Osmanlı tarihinin en uzun seferi değil; aynı zamanda İslam coğrafyasının birliğini yeniden kuran bir yürüyüştü. Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz artık Osmanlı sancağı altında birleşmişti. Hilafet, İstanbul’a taşınmış; kutsal emanetler, ümmetin yeni merkezine doğru yola çıkmıştı.Koca Cihangir, bu sefer için Konstantiniyye’den ayrılmasının üzerinden 2 yıl gibi bir süre geçtikten sonra geri dönüyordu. O artık yalnızca Osmanlı’nın padişahı değil, tüm Müslümanların Halifesiydi. Girdiği her savaşta adalet aramış, çıktığı her yolda ümmetin birliğini gaye edinmişti. Ve şimdi, seferden dönerken topraklarını da neredeyse iki katına çıkararak dönüyordu.Halk, bu büyük zaferin heyecanıyla günlerdir hazırlık yapmaktaydı. Şehir süslenmiş, meydanlar donatılmış, her sokak Yavuz’u karşılamaya hazırlanmıştı. Onlarca top atışı, mehterin marşı, çiçekler, dualar, iltifatlar... Cihan Padişahı şanına yaraşır bir şekilde karşılanacaktı. Zira bu, sadece bir padişahın değil; aynı zamanda hilafetin, birlik ruhunun, İslam’ın izzetli duruşunun dönüş günüydü.Fakat Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a yaklaştığında vakit gündüzdü. Halkın kendisine büyük bir karşılama hazırladığını haber alınca, yanında bulunan Hasan Can’a şöyle dedi: “Hava kararsın, sokaklar boşalsın... Ondan sonra Konstantiniyye’ye girelim. Fâni insanların alkışları ve iltifatları, nefsimize gurur verip bizi yere sermesin!”Ve gece olana kadar bekledi. Gösterişin değil vakarın, şatafatın değil sadeliğin yanında durdu. Ardından şehre sessizce girdi. Ne mehter çaldı ne boru. Onun için asıl zafer; kendini alkışlatmak değil, nefsini bastırabilmekti. Zira hakikat şu ki, ne kadar büyük olursan ol, Rabbine kullukta tevazu göstermezsen, yeryüzünde iz bırakmazsın.Sade yaşar, gösterişten hoşlanmaz, devlet malını israf etmezdi. Oğlu Süleyman’ı bir gün süslü elbiseler içinde görünce: “Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?” demişti.Her öğününde tek çeşit yemek yer, tahta kap kullanırdı. Gözleri kitap okumaktan zayıflamış, mercek kullanır olmuştu. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilir, Selimî mahlasıyla şiir yazardı. Gecesini üçe bölerdi: bir kısmında uyur, bir kısmında ibadet eder, bir kısmında okurdu.Saltanatı boyunca hiçbir başarıyı kendi nefsi nefsine vermemişti. Hilafeti getirdi ama kibirlenmedi. Şehirler fethetti ama önce nefsini zapt etti. Tahtta oturdu ama hizmetkârlığı elden bırakmadı. Bugün adını sokaklara, meydanlara veriyoruz. Ama asıl mirası, Kur’an ve Sünnete bağlılığı, gösterişten uzak, sadelikle yoğrulmuş asil tevazuudur. Mekke ve Medine’nin hizmetkârı olmak, yalnızca bir unvan değil; bir duruş, bir ahlâk, bir kulluk biçimidir.

Yavuz Sultan Selim Han, Osmanlı sultanları arasında hem cesaretiyle hem de dindarlığıyla temayüz etmiş büyük bir hükümdardı. Ömrünü, Allah’ın kelamını yüceltmeye, İslam diyarlarını birleştirmeye ve adaleti hâkim kılmaya adamıştı. Lakin her fâni gibi onun da ömrü sınırlıydı. Hayatının son günlerine geldiğinde, ağır bir hastalığa yakalanmış, yatağa düşmüştü. Artık hükümdar değil bir kul olarak, Rabbinin huzuruna hazırlanıyordu.Yanından hiç ayrılmayan, en mahrem vakitlerinde bile yanında bulunan sadık dostu ve hekimi Hasan Can da o sırada başucundaydı. Sultan, gözlerini çevirdi ve dostuna sordu:— Hasan, beni nasıl görüyorsun?Hasan Can, padişahın halini anlamıştı. Sözlerini ölçerek, kalbini kırmadan ama hakikatten de şaşmadan cevap verdi:— Sultanım... Allah Teâlâ’ya kavuşma zamanıdır. Artık O’na yönelmenin vaktidir.Bu sözler üzerine Yavuz’un gözlerinde derin bir ifade belirdi. O, zaten yıllar boyunca her adımını bu şuurla atmıştı. Gözlerini Hasan Can’a dikerek şöyle dedi:— Ya Hasan... Bunca zamandır sen bizi kiminle sanırsın?Bu söz, sıradan bir öfke yahut sitem cümlesi değildi. Bilâkis, hayatı boyunca her an Allah’a yönelmiş, her nefeste ahireti düşünen bir sultanın incelikli bir cevabıydı. Yavuz, Allah’ı sadece son nefeste değil, her nefesinde hatırında tutmuştu. Hasan Can ise bu derinliğe vâkıf bir dosttu. Hemen toparlanarak saygıyla ve mahcubiyetle cevap verdi:— Sultanım... Hiçbir zaman sizin için öyle düşünmedim ve düşünmem. Ancak bu an, diğerlerinden çok farklı. Şimdiki hâlinizle evvelki hâliniz arasında bir fark olduğu için size hatırlatmak istedim.Tam o anda, Yavuz Sultan Selim Han'ın dudaklarından son bir kelime döküldü. O, bütün bir ömrün, bütün bir devletin, bütün bir inancın özünü fısıldadı:— Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah...Ve böylece, sultanlık tahtından, ebedi âlemin kapısına yürüdü. Dünya hükümdarlığını geride bırakıp, ebedî sultanın huzuruna şehadetle kavuştu.

Tevazunun iman ile olan bağına nazaran…Naçizane arar durur şu eğitimci… Hani değer adını verdiği kalıplarla insanı inşa edecek ya! Hani inşa ettiği insan ile toplumu huzura kavuşturacak ya! Lakin bilmez ki değerleri derlerken, değerleri konduracağı şu insan adlı sanatlı eserin doğru kaynaktan okumasını yapmamaktadır. Yaratıcısını tanımamaktadır. Hem ona kulak vermemektedir. Oysa “Yapan bilir, bilen konuşur.” Aksi: Tanınmayan bir yaratıcı ve insan muamması… “Değerler kuramı”ymış. Kim demiş, olsa olsa “değerler cerbezesi”.Ona kulak vermeden, gönderdiği rehberin ayağı tozuna iz sürmeden değer diye ortaya bir şeyler hırpıtlamışsın ne fayda eder?Bundan sebeptir ki değerler yapılandırırken O’nunla bağ kurulmaksızın mümin kalemler kımıldanmaz, ağızlar açılmaz. İmani olan bu bağ kurulunca da manevi semamızın yıldızları olan onlar, yüzler değer. Mesela şu tevazu…Nereden, nasıl girdi hayatımıza…Diğer birçok nurani değerin aşılandığı vakitler gibi onu da hatırlıyor muyuz?Biraz dikkat edersek tanışma yerini ve vaktini kestirebileceğiz.Evet…Besmele’nin hakikatiyle tanıştığımızda hayatımıza o erken yaşlarda iki zıd girmişti: mütevazi ve mağrur. Alçakgönüllü ve gururlu deyip geçivermiştik elimizdeki lügate bakıp. Tabi seneler sonra fark ettik, Üstadımızın kullandığı kelimelerin farklı bağlamlarda kavrama dönüştüğünü ve ardındaki koca bir maveraya açıldığını. Bir şeyin ötesi, gerisi manası verilen şu mavera kelimesine kısa bir nazar edelim: Akla adeta komşu şehrin limanını besleyen geri plandaki geniş ovanın uçsuz bucaksız ticaret sermayesi tarlalarını, ziraatını koca bir arka planını getiriyor. Ya da Necip Fazıl’ın şuurundan manevi ufuklara kanat açılıyor:Sırtımı uykuda dürtüyor bir el;Fırla yatağından koşar adım gel!O bir minicik zar, kabuğunu del!Seni çağıran var, ta maveradan!İşte Üstad Hazretleri de daha Nur Denizi’nin kıyısında mütevazi ve mağrur kelimelerinin maverasında bizi rahmet ve kudret sıfatına sahip Rabbimiz ve acz ve fakr iki kanadı olan kulluğumuzla buluşturuyor.Mesele, “İnsanda büyüklüğün mikyâsı küçüklüktür, yani tevazudur.” hakikati ile daha bir başka mana ifade ediyor. İnsan kendindeki bu iki özellik üzerinden kulluğunu idrak ederek tevazukârane Rabbinin ismini aldığında gururdan ve kibirden kurtuluyor. Büyük bir kuvvet elde ediliyor. Rahmet hazinesi kendine açılıyor. Koca şehrin ahalisini cebren sevk eden küçük bir asker misali… Mahviyetkâr olarak toprağa düşüp kocaman ağacı başında taşıyan minicik bir tohum misali… Rabbisinin katında halife-i arz makamına kadar çıkan/büyüyen insan…Mikyas: Küçüklük… Aczini fakrını bilmekle Onun ismini almak.Yanlış anlaşılmasın, der ya Hazret-i Üstad...Fakrını halka gösterip dilencilik vaziyeti alma bahsinde.Burada duralım. Tevazukâr bir tavır asla kibirlenen, büyüklenen insanlara karşı gösterilmemelidir. Onlara karşı eğilip bükülen büyük ziyan eder. Rabbimiz, Nur’dan hakikatleri serbestiyetle umûm beşere envâr-ı hidâyet ve tedavi-yi kulûb eylesin! Nurların Müellifi, hizmet hattında hakikatleri neşr ederken -tebliğde rehberi olan Allah Resulü Aleyhissalatu Vesselam gibi- kendisine sıkıntı veren mütekebbirlere karşı zerre miktar taviz vermemiştir. Eğilmemiştir. Küçülmemiştir. Bilakis…Cihad meydanında eteklerini yerde sürüyerek kibre karşı duran ashabı hatırlatırcasına yaptığı şu ikaz, maddi ve manevi cihadda hatırlarımızdan çıkarılmamalıdır:“Evet, bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana ve Risâle-i Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedafü vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek, büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezile olur.”Mukaddem şair, kendinden asırlar sonraki bu söze ne güzel de tercüman oluyor:Bu âlem-i fânîde ne mîr ü ne gedâyuzA’lâlara a’lâlanuruz pestile pestüz(Fani dünyada bey de değil köle de değiliz. Lakin büyüklük yapana büyükleniriz, zayıf olanla da biriz.)Allah’ım!Bize, hakkı hak bilip ittiba etmeyi, batılı da batıl bilip sakınmayı nasib eyle!

Akrebiyet … sırf vehbîdir, kesbî değil; incizâbdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbûbiyettir. Yol kısadır, fakat çok metîn ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acâib ve hârikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez.(Sözler, Sayfa 167)Akrebiyet, Allah’ın kula yakın olması anlamına gelmektedir. Akreb kelimesi ise lügatte en/daha yakın manasındadır. Bedîüzzaman Hazretleri, Ashâb-ı Kirâm’a manevî makam olarak niçin yetişilemeyeceğini anlattığı 27. Söz’ün Zeyli’nde akrebiyet-kurbiyet meselesini açığa kavuşturmuştur. Burada bu iki terim arasındaki farka değinmeyeceğim. Bu mevzuu mütalaa ederken fark ettiğim bir hususu anlatmaya çalışacağım. Akrebiyet, Cenâb-ı Hakk’ın kula yaklaşmasıdır. Cenâb-ı Hakk’ın nasib etmesiyle kişi, kısa zamanda büyük manevî makamları geçer. Kurbiyetteki gibi uzun müddet çalışma ve gayret gerekmez. Akrebiyetin nasib olabilmesi için kişi ne yapmalıdır? Ya da kimlere nasib olur? Bu soruları düşünürken Asr-ı Saâdet’te yaşanan bazı olayların bu meseleyi aydınlatabileceği aklıma geldi. Mesela önce Müslüman olup daha sonra baskılara dayanamayıp mürted olanların varlığı bilinmektedir. Ya da Resûlullah’dan (asm) sonra peygamberliğini iddia eden yalancıların peşinden gidenler, daha sonra tekrar tövbe edip İslâmiyet’e döndüklerinde eski manevî makamlarını elde edemeyecekleri belli olan bir gerçekliktir. Sahâbelerin sahip oldukları erişilmez makam, akrebiyet ile elde edilebiliyordu. Bu makam için ne büyük bir ilim ne de çok fazla ibadet etmek gerekliydi. Resûlullah’ın (asm) sohbetinde bir saat durmaları sahâbe olmaları için yetiyordu. Üzerlerinde akrebiyetin sırrı öyle bir tecelli ediyordu ki; onlardan sonra gelenler yıllarca ilim tahsil etseler ve ibadet etseler de onların makamlarına ulaşamaz. Ancak Ashâb-ı Kirâm’ın akrebiyet sırrıyla elde ettikleri makamlarını koruyabilmeleri için bir şart vardır. O da sadakattir.Davalarında sadakat göstermeleri şartıyla Ashâb-ı Kirâm, halis, gölgesiz, metin ve çok yüksek manevî makamlarını koruyabiliyorlardı. Elbette ki İslâmiyet sadece sadakatle olmuyor. Kulluk görevlerinin de yerine getirilmesi gerekir. Yani feraizi yerine getirip, kebairden kaçınmak, cihad zamanı cihada gitmek ve İslâm’ın gelişmesi için çalışmak gerekir. Bunlar aynı zamanda tüm Müslümanların özellikleridir. İşte burada vehbî bir makamı korumanın en önemli göstergesi öne çıkıyor. Maddî zorluklar, dünyevî eğlencelere düşkünlük, beklenilen bir kısım menfaatlerin gerçekleşmemesi gibi sebeplerle davasına olan sadakatini bozanlar, vehbî olarak elde ettikleri manevî makamları kaybediyorlar. Mesela önce Peygamber Efendimize (asm) iman edip, daha sonra ailevî baskılarla mürted olanlar bulunmaktadır. Yine Miraç meselesini aklına sığıştıramayıp imanlarını kaybedenler de olmuştur. Hz. Ebu Bekir’e (ra) “Sıddîk” lakabının verilmesi, Resûlullah’a (asm) olan sınırsız sadakat ve teslimiyeti sebebiyleydi. Mirac’ı daha Resûlullah’dan (asm) duymadan, “O söylüyorsa doğrudur!” demek, herkese nasip olmaz. Üstelik o zamanlarda uçak, uzay mekiği gibi teknolojik aletler de yoktu. Bu devirde yaşayan bir insana mantıken anlatsanız inanabilir. Çünkü semada ne olduğunu, uzay boşluğunu, galaksileri az çok bilir. Ama o devirde Arabistan’da yaşayanlar sadece gördükleri gökyüzünü biliyorlardı. Diğer konularda çok da bilgi sahibi değillerdi. Hz. Ebu Bekir’i (ra) hicret arkadaşı ve Resulullah’ın (asm) ilk halifesi yapan işte hayatı boyunca gösterdiği sadakatinin yüksekliğidir. Aynı şekilde Hz. Aişe’ye (ra) de “Sıddîka” ünvanı verilmiştir. Peygamber Efendimizden (asm) 2210 Hadîs rivayet etmiştir. Ve bu rivayet ettiği hadislerin çoğunu bizzat Resulullah’tan (asm) nakletmiştir. Bu açıdan İslâm dininin tesisinde önemli rolleri olmuştur. Bir seferinde hayatında Uhud Gazvesi’nden daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını Resulullah’a (asm) sormuştu. Şöyle bir cevap aldı: “Tâif dönüşünde bir ara başımı yukarı kaldırdım, beni gölgelendiren bir bulutun içinde Cebrâil’i gördüm. Cebrâil istediğim takdirde Mekkelileri helâk edecek meleğin emrime verileceğini söyledi, melek de yanıma geldi. Bunun üzerine ben hayır dedim. Ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnız O’na kulluk eden ve kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler meydana getirmesini arzu ederim. (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)” Böyle birçok mühim hakikati ve dersi biz Hz. Aişe’den (ra) öğreniyoruz. Peygamber Efendimize (asm) -aynı babası gibi- sadakatinin yüksekliğinden dolayı kimseye nasip olmayan şeyler, ona nasip oldu. Resûlullah (asm), vefat etmeden önce diğer hanımlarından izin alarak Hz. Aişe’nin (ra) odasına geçti. Mübarek başı Hz. Aişe’nin (ra) kucağında iken ahirete irtihal eyledi. Ardından bu odada defnedildi. Yani bugün Medine’de ziyaret ettiğimiz ve Resûlullah’ın (asm) kabrinin olduğu yer, aslında Hz. Aişe’nin (ra) odasıydı. Bedîüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nûr’u ilk telif etmeye başladığı dönemlerden itibaren etrafında olan ve iman ve Kur’ân hizmetinde ortaya konulan düsturlara riayet eden talebelerinin sadakatlerini, Lâhikalar adı verilen risâlelerdeki mektuplarından anlamak mümkündür. Onları, günümüzde iman davasındaki kahramanlıkları ile yad ediyorsak, Üstadlarına ve davalarına olan sadakatleri sebebiyledir. Makam-mevki, maddî menfaat, insanların ilgisi, rahat ve zengin yaşam gibi dünyevî bütün saadetleri ellerinin tersiyle itmişlerdi. İlk Risâle-i Nûr talebelerinin mektupları dikkatlice okunduğunda önemli bir husus fark edilmektedir. Kısa zamanda daha Risâle-i Nûr’dan birkaç risaleyi okumakla, Bedîüzzaman Hazretlerinin manevî şahsiyetini ve Risâle-i Nûr’un asrımıza ne kadar uygun ve önemli bir tefsir olduğunu anlamışlardı. Bedîüzzaman Hazretlerini, mektuplarda öyle bir anlatıyorlar, Risâle-i Nûr’dan elde ettikleri iman dersleriyle öyle bir iman-ı tahkîkî elde ediyorlardı ki; onları hiçbir şey davalarından vaz geçiremiyordu. Ama tabi ki Asr-ı Saâdet’te de olduğu gibi bazı meseleleri bahane edip davasında sebat edemeyenler de oluyordu. İşte bunlar vehbî olarak verilen manevî makamlarını kaybettiler. Aynı hususlar günümüz için de geçerlidir. Akrebiyetin sırrını korumak isteyen, davasında sebat etsin. Risâle-i Nûr’a ve Üstâdlarına sadakat göstersin. Şahs-ı manevînin dışına çıkmamak, ortak hareket etmek, yapılan imanî hizmetlere destek çıkmak ana düstur olmalıdır. Üstadımız Bedîüzzaman Hazretlerinin Hayru’l-halefi Ahmed Hüsrev Efendi Üstadımıza gösterilmesi gereken sadakat de akrebiyetin getireceği maneviyatı muhafaza etmeyi sağladı ve sağlıyor.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Yirmi Birinci Lem’ada, yani İhlas Risalesi’nde altını çizdiği temel düsturlardan iki tanesi vardır ki, bu iki ilke hem manevî hizmetin hem de samimi ihlâsın mihenk taşlarıdır.Birincisi, iman hizmetinde makam hiyerarşisi yoktur; kardeşlik esastır. İnsanların ilim, idrak, zekâ, mevki veya ifade kabiliyeti gibi farklılıkları, bu hizmette üstünlük vesilesi değil; bir araya geldiklerinde birbirini tamamlayan rahmet vesilesidir. Çünkü bu hizmet, şahsî gösterişe değil, cemaat ruhuyla yapılan kulluğa dayanır. Tıpkı namazda cemaat safında olduğu gibi: En önde bir imam bulunur ama geride duran herkes aynı safta, aynı kıbleye yönelmiş, aynı niyetle Allah’a yönelmiştir. Kimse secdeye giderken “benim zekâm daha yüksek, önümdeki geri çekilsin” demez. Herkes omuz omuza, birliğin huzurunu ve tevazuunu yaşar. İşte Nur hizmeti de böyledir. Kimse kimseye tepeden bakmaz, üstünlük iddia etmez. Çünkü bu yolda rıza-i İlahi için yürünür; şahsî kariyer veya mevki için değil.İkinci temel ilke ise teşrik-i mesai sırrıyla ilgilidir. Yani, her bir fert kendi emeğiyle yalnız kendisi için değil, tüm cemaat için çalışır. Ortada bir “manevî havuz” vardır; herkes emeğini, duasını, gayretini bu havuza koyar. Bu havuzda biriken sevap, feyiz ve bereket, ihlâs şartıyla çalışan herkesin istifadesine açılır. Ancak bir kişi çıkıp da “Ben daha çok çalıştım, en öne geçmeliyim, daha çok görünmeliyim, ismim önde olmalı” derse; bu “tefâvuk” değil, “takaddüm”dür. Bu tavır, ortak havuzu kendi kabına çekmek isteyen bir hodfuruşluktur. Ve bu hal, hizmetin ruhuna aykırıdır. Çünkü hizmeti kendi nefsi için kullanan, yalnız başına kalır. O havuzdan değil hepsini, belki az olan nasibini bile kaybeder.Bu iki düstur —kardeşlik ruhu ve ortak hizmet şuuru— ihlâsı muhafaza etmenin anahtarıdır. Bu prensiplere bağlı kalındığında hem şahsî istikamet korunur hem de cemaat ruhu sağlamlaşır. Aksi takdirde, hizmetler şahsileştikçe manevî bereket azalır; samimiyet yerini gösterişe, tevazu yerini enaniyete bırakır. Ve o zaman, değil feyizli neticeler almak; belki mevcut kazanımlar da zayi olur.Bu nedenle Yirmi Birinci Lem’a, sadece bir ihlas dersi değil, aynı zamanda cemaatle yapılan her manevî hizmetin temel ahlâk esaslarını sunan bir pusuladır. Bu pusulayı kaybeden, yönünü de kaybeder.

Mevlânâ Hazretlerinin Mesnevîsi sadece bir şiir kitabı değildir. O, insan ruhunu yoğuran, kalpten kalbe köprü kuran büyük bir hikmet hazinesidir. İçinde geçen kıssalar ise, hakikatin ete kemiğe bürünmüş hâlleridir. Hz. Mevlânâ, çoğu zaman doğrudan bir fikir vermek yerine, bir hikâye anlatır. Çünkü insan, fikri duymazdan gelebilir ama bir yaşanmışlığa kayıtsız kalamaz.Ayaz’ın hikâyesi de böyledir. Çok anlatılmış, çok yazılmıştır. Ama her dönemde yeniden anlatılmayı hak edecek kadar derin ve insanidir. Çünkü bu hikâye, bir çobanın saraya yükselmesinin değil, saraya yükselmiş bir insanın çobanlığını unutmamasının hikâyesidir.Gazneli Sultan Mahmud’un en sadık adamıydı Ayaz. Saraya geldiğinde üstünde posttan bir elbise, ayağında yıpranmış bir çift çarık vardı. Gün geldi, sarayın en muteber isimlerinden biri oldu. Ama o çarıkla postu hiçbir zaman unutmadı. Sarayda bir odaya astı onları. Kapısını kilitledi. Her gün odaya girer, bir süre sessizce oturur, kendi kendine seslenirdi: “Ey Ayaz, sen bunlarla geldin. Şimdi neye güveniyorsun? Sakın kibirlenme, sakın kendini büyük görme.”Bu mahrem odada altın sakladığını düşünen kıskançlar, padişaha gidip şikâyet ettiler. “Ayaz sizden aldığı altınları gizli gizli biriktiriyor. Odaya kimseyi sokmuyor,” dediler. Sultan Mahmud güldü. “Gece o odaya girin,” dedi, “İçeride ne bulursanız sizin olsun. Ama sonra gelip bana anlatın.”Kapıyı kırıp girdiler. Gördükleri sadece bir çift çarık ve yıpranmış bir giysiydi. Ne altın vardı ne mücevher. Belki yere gömmüştür diye toprağı kazdılar. Yine bir şey çıkmadı. Mahcup bir şekilde padişaha döndüler. Sultan Mahmud sessizce dinledi. Sonra şöyle dedi: “O çarıklar onun hatırlamak için tuttuğu aynadır. Kim ki geçmişini unutur, geleceği de karanlık olur.”Bir gün Sultan Mahmud Ayaz’a bizzat sordu: “Niçin bu çarığı saklıyorsun?” Ayaz başını eğdi: “Sarayınıza bu postla geldim. Siz bana değer verdiniz. Ama aslımı unutmamak için her gün odaya girip kendime derim ki: ‘Sen busun Ayaz. Hiçbir makam, seni sen yapan aslına perde olmamalı.’ Böylece nefsimi terbiye ederim.”Tevazu, işte tam da budur. Kim olduğunu bilmek, ama bu bilgiyi başkalarını küçültmek için değil, kendini fazla büyütmemek için taşımak.Hz. Âdem topraktan yaratıldı malum, şeytan ise ateşten. Ama kibirlenip secde etmeyen şeytan oldu. Ateşten yaratılmış olmaktan bahisle kibrini büyütüp topraktan yaratılan Âdem (as)’dan üstün gördü kendini. Topraktan gelen tevazu, Allah’a yakınlaştırdı; ateşten gelen kibir ise uzaklaştırdı. Kıymet, neyle yaratıldığında değil, nasıl durduğundadır. Tevazu, seni yukarı çıkaran bir merdivendir. Kibir ise ayağının altındaki boşluktur.Ayaz’ın hikâyesi burada bitmiyor. Ayaz’ı çekemeyip beyler bir gün padişaha dediler ki: “Ona neden otuz kişinin maaşını veriyorsunuz?” Sultan cevap vermedi. Günler sonra ava çıktılar. Uzakta bir kervan gördüler. Sultan beylerinden birine, “Git, nereden geliyor öğren,” dedi. Dönen, “Rey şehrinden,” dedi. Bir diğerine, “Peki nereye gidiyor?” dedi. “Yemen’e.”Sırasıyla tam otuz beyi gönderdi. Her biri ya eksik bilgi getirdi ya da sorular karşısında sustu kaldı.Son olarak Ayaz’a döndü. Ayaz başını eğdi, saygıyla konuştu: “Efendim, siz sormadan öğrenmem gerektiğini düşündüm. Kervan Rey’den geliyor, Yemen’e gidiyor. Şu kadar deve, şu kadar at, şu kadar katır, yükleri bunlar… Kervanda şu kadar kişi var, bunlardan şu kadarı silahlı...”Sultan, beylerine döndü: “İşte bu yüzden Ayaz’a otuz kişinin ücretini veriyorum. Çünkü o, tek başına otuz kişinin işini yapıyor. Hatta fazlasını.”Hz. Mevlânâ bu kıssayı Mesnevi’de anlatırken asıl meseleye odaklanır: Asalet soyda değil, hâlde gizlidir. Tevazu, sadece bir ahlak değil, bir dirayet, bir duruş meselesidir.Şeyh Edebali, Osman Gazi’ye şu sözü söylediğinde tarihe not düşüyordu: “Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.”Ayaz bunu unutmadı. Unutmadığı için büyüdü. Büyüdüğü hâlde küçülmedi. Küçülmediği için kıymetli kaldı.Bir insanı büyüten şey malı, makamı, elbisesi değildir. Büyüten, çarığını unutmamasıdır.Ve bazen, bir çarık bütün bir insanın hikmetle dolu hayatını taşıyabilir.

“Övünmek yok!” buyurdu Efendimiz (sav)… Alemlere rahmet olarak gönderildi, kâinat onun hürmetine yaratıldı. En yüce makama sahipti. Ama her fırsatta “Ben Resullerin efendisiyim, ama bu bir övünç değil” dedi. “Ben ilk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul olunacak olanım, ama bununla övünmüyorum” buyurdu. Çünkü onun nazarında büyüklük, büyüklüğünü bilmek değil, büyüklüğü taşıyacak kadar alçakgönüllü olabilmekti.Ashâbı, Hazret-i İbrahim’in “Halil” oluşuna, Mûsâ’nın “Kelimullah” oluşuna hayranlıkla bakarken, Efendimiz (asm) onların bu hayretini doğruladı ama ardından kendi makamını da saydı. Lakin her ifadenin ardından şu sözü tekrar etti: “Lâ fahra – övünmek yok!” * * *Bir gün büyükçe bir yemek kabı getirildi, sahabe etrafına toplandı. Sahabe çoğalınca Efendimiz (asm) diz çöktü. Bir bedevî hayretle sordu: “Bu nasıl oturuş?”Cevap kısa ve netti: “Allah beni izzetli bir kul yaptı, inatçı bir zorba değil.” Ve ardından buyurdu: “Yemeği ortasından değil, kenarından yiyin ki bereketli olsun.” İşte onun oturuşu da yemesi de eğitimdi. * * *Bir gün biri, yürürken Güneş’ten korumak için üzerine örtü tuttu. Peygamber Efendimiz (asm) örtüyü fark etti. Başını kaldırıp baktı, sonra örtüyü yere serdi ve şöyle dedi: “Ben de sizin gibi bir insanım.”İnsanlar O’nu (asm) işaret eder, gösterir, överdi. Ama O (asm) şöyle ikaz ederdi: “Bir kimsenin parmakla gösterilmesi, onun için başlı başına bir imtihandır.”“İyi olsa da mı, ey Allah’ın Resulü?” diye sorulduğunda ise cevabı netti: “İyi olsa da… Allah’ın korudukları hariç.” * * *Bir seferde koyun kesilecekti; ashab görev paylaşımı yapmıştı. Kimisi kesmeyi, kimisi yüzmeyi, kimisi pişirmeyi üstlenmişti. Efendimiz (asm): “O hâlde odun toplamayı da ben üstleneyim” buyurdu.Sahabe razı olmadı: “Siz yorulmayın, biz hallederiz” dediklerinde, O’nun (asm) cevabı çok anlamlıydı: “Sizin yapabileceğinizi biliyorum. Ama aranızda imtiyazlı olmak istemem. Çünkü Allah, kulunun arkadaşları arasında üstün olmasını sevmez.”* * *Mekke’nin fethi, onun hayatındaki en büyük zaferlerden biriydi. Ama o gün de kibirli yürümemişti. Aksine, devesinin üstünde o kadar mahviyetle eğilmişti ki, sakalı neredeyse semere değiyordu. O ânda dilinden dökülen söz sadece şuydu: “Ey Allah’ım! Gerçek hayat, yalnızca ahiret hayatıdır.”* * *Muâz bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken, Muâz atlıydı, Efendimiz (asm) yaya yürüyordu. Muâz edeben inmek istediğinde onu şöyle teskin etti: “Ben bu adımlarımın, Allah yolunda atılan adımlar olmasını diliyorum.”* * *Hazret-i Enes anlatır: “Çocukluk günlerimdi. Arkadaşlarımla oyun oynuyorduk. Birden Peygamber Efendimiz (asm) yanımıza geldi. Hiç tereddüt etmeden bize selâm verdi. Sonra elimi tuttu, beni bir yere göndermek istedi. Gitmeden önce elimden tutup bekledi, ben dönene kadar da bir duvarın gölgesine oturup beni bekledi.”Bize belki küçük gelen ama onun gönlünde ömür boyu yer eden bir andı bu. Efendimizin (asm) tevazuu, bir duruş değil bir yaklaşımdı.Hazret-i Enes’in bildirdiğine göre, “Peygamberimiz (asm) zaman zaman Ensâr’ı ziyarete giderdi. Evlerine vardığında önce çocuklara selâm verirdi. Başlarını okşar, onlara dua ederdi.”Selâm vermekle kalmaz, kalplerine dokunurdu. Çocukları küçük görmez, gönüllerini büyütürdü. İşte bu yüzden O’nun (asm) tevazuu; eğilip konuşmak değil, seviyeye inmeden sevgiyi ulaştırmaktı. Her hâliyle, her dokunuşuyla bir ahlâk dersiydi.O, sadece yetişkinlere değil, çocuklara da örnek olmayı görev sayardı. Çünkü O’nun (asm) nazarında muhatap, yaşa göre değil, kalbe göre değer taşırdı.* * *Peygamber Efendimizin (asm) hayatı, sadece minberde değil, evde de örnekti. O (asm), dışarıda olduğu gibi evin içinde de kibirden uzaktı, gösterişten uzaktı. Aile hayatında da en sade hâliyle yaşar, başkasının eline bakmaz, kendi işini kendi görürdü.Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya bir gün sordular: “Peygamber Efendimiz evinde ne yapardı?” Verdiği cevap çok netti: “Ailesinin hizmetinde bulunurdu. Namaz vakti gelince de namaza giderdi.” (Buhârî, Ezân 44)Evdeydi. Ama sadece evde bulunan biri olarak değil; evin yükünü omuzlayan, yırtığını diken, mutfağı paylaşan biri olarak. Hazreti Âişe’nin bir başka rivayetinden anlıyoruz ki, Allah Resulü evin içinde yeri geldiğinde:– Elbisesini kendi temizlerdi,– Koyunlarını sağardı,– Yırtığını kendi dikerdi,– Pabucunu tamir ederdi,– Evi süpürür, sofraya el uzatırdı,– Çarşıdan alışveriş yapar, aldıklarını kendi taşırdı.Bir defasında Ebû Hüreyre (ra), O’nun (asm) aldığı çamaşırları taşımak istemişti. Ama Resulullah (sav) buna müsaade etmedi. Ona şu ölçüyü verdi: “Bir kimsenin eşyasını kendisinin taşıması daha uygundur. Ancak taşımaktan âciz olursa, Müslüman kardeşi ona yardım eder.” (Heysemî, V, 122)* * *Peygamberlik kendisine verilmişti ama O (asm), o yüce makamın dahi ötesinde bir kıymet biliyordu: Cenâb-ı Hakk’a tam bir teslimiyetle bağlı bir kul olmak. Bu tercihi anlatan o kıymetli rivayet şöyle başlar:Bir gün Allah Resulü (asm), Cebrâil (as) ile oturmuş sohbet ediyordu. O esnada semadan bir melek indi. Cebrâil (as) o meleği tanıdı ve şöyle dedi: “Bu melek, dünyaya ilk kez iniyor.”Melek, Peygamber Efendimize (asm) şöyle seslendi: “Ya Muhammed (asm)! Beni sana Rabbin gönderdi. Diyor ki: ‘Melik bir peygamber mi olmak istersin, yoksa kul bir peygamber mi?’” Efendimiz, hemen Cebrâil (as)’a baktı. O da: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbine karşı mütevazı ol!” dedi.Bu sözün ardından Allah Resulü hiç tereddüt etmeden buyurdu: “Kul bir peygamber olmayı isterim.” (Ahmed, II, 231)O gün, sadece bir tercih yapılmadı. Aynı zamanda bütün ümmete, bütün zamanlara yetecek bir ölçü bırakıldı: Kulluk, insanın ulaşabileceği en şerefli makamdır. Bu yüzden kendisine aşırı saygı gösterilmek istendiğinde bile nazikçe ikaz ederdi: “Beni, hakkım olan derecenin üzerine çıkarmayın. Çünkü Allah beni Resul yapmadan önce kul kılmıştı.” (Heysemî, IX, 21)Efendimiz (asm) için büyük olmak; görünmek, yükselmek, parlamak değildi. Büyük olmak; kulluğunu unutmadan yürümekti. O (asm), yalnızca gönderilmiş bir peygamber değil, aynı zamanda Hakk’ın karşısında hakkıyla eğilmiş bir kuldu.

Kur’ân-ı Kerîm’in müminleri tanıttığı ayetlerden biri şöyledir: “Rahmân’ın has kulları o kimselerdir ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler…” (Furkân, 63)Bu ayet, bir müminin kalbî ve ahlâkî duruşunu yansıtan temel ilkelerden birini ortaya koyar. Tevazu, yürekten gelen bir alçakgönüllülüktür; makamla değil mahviyetle, bilgiyle değil kibirsizlikle ortaya çıkar. Sevgili Peygamberimiz (sav) de şöyle buyurur:“Kim Allah için huşûundan dolayı tevazu gösterirse, Allah onu kıyamet gününde yüceltir.” (İbn Mâce, Zühd, 16)Ancak bu yüksek faziletin bir sınırı, bir istisnası da vardır: Tevazu, hakikatin izzetine halel getirecek noktada gösterilmez.İşte bu noktada karşımıza, asrımızda tevazu ve izzetin en berrak ölçüsünü hayatına taşıyan bir isim çıkar: Bediüzzaman Said Nursî. O, hem nefsine karşı mutlak bir mahviyet içinde yaşamış, hem de dine ve imana saldıranlar karşısında izzet-i ilmiyye ve vakarından asla taviz vermemiştir.Tevazuda Haddini BilmekBediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur’daki konumunu anlatırken “Ben bir çekirdektim, çürüdüm” ifadesini kullanır. Bu söz, sathi sıradan bir mecaz gibi görünse de hakikatte derin bir irfanın, güçlü bir nefis terbiyesinin ve sağlam bir tevhid anlayışının izini taşır. Çünkü çekirdek, hayat potansiyelini taşıyan ama varlığını feda etmeden meyveye dönüşemeyen bir mahiyete sahiptir. Çekirdeğin çürümesi; şahsiyetin silinmesi değil, şahsiyetin ulvî bir hakikate zemin olma şuurudur. Bediüzzaman, kendi varlığını Risale-i Nur’un meyvelerine zemin kılmış; böylece nefsine herhangi bir pay çıkarmamış, tüm güzelliği Kur’ân’a ve onun feyzine vermiştir.Bu anlayışı bir başka yerde üzüm çubuğu benzetmesiyle de ifade eder. Kuru, şekilsiz, tatsız bir çubuk olan asma dalı, bağa tutunmuşsa en tatlı üzümleri verebilir. Ama dikkat edilirse, o çubukta ne renk vardır, ne tat, ne şekil. Bediüzzaman bu temsil ile şunu söyler:“Benim ilmim, şahsiyetim, meziyetim, bu meyvenin güzelliğine kaynaklık edemez. Lütuf, Allah’ındır. Ben kuru bir çubuktum; o güzel meyveler, Kur’ân güneşinin, iman toprağının, rahmet yağmurlarının eseridir.”Bu tavır, Kur’ân-ı Kerîm’in öğrettiği şu temel gerçeğin bir tezahürüdür: “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise Ganî ve Hamîd olandır.” (Fâtır, 15)Yani mümin, kendi varlığını öne çıkararak değil; hakikatin hizmetinde eriyerek yücelir. İşte Bediüzzaman, bu inceliği, kendisini yok saymakla değil; kendi varlığını tevhid hakikatine ayna kılmakla göstermiştir. O ayna, ne kadar saydam olursa, arkasındaki nur o kadar berrak görünür. Onun amacı da bu olmuştur: Kendini silikleştirerek Kur’ân’ı parlatmak.Buradaki tevazu, yapay bir alçakgönüllülük değil, nefsî varlıktan bütünüyle soyunarak, “ben”i eritip “hakikat”i öne sürmektir. Bu yönüyle, Risale-i Nur’da temsil edilen tevazu, klasik anlamda “başkalarının önünde eğilme” değil; “hakikat karşısında benliğini silme” şeklinde tezahür etmiştir.Nitekim Bediüzzaman bu yaklaşımıyla, kibirli tevazu gösterilerinin ya da riya karışmış mahviyet pozlarının çok ötesinde, sahici bir “mahviyet makamı”nı yaşar. Ve der ki:“Risale-i Nur’daki medâr-ı medih fıkralar, o nurani ağaca aittir. Benim hissem hiçbir cihette fahr olamaz. Belki yalnız ve yalnız şükürdür.”İşte bu yüzden, Bediüzzaman’ın çekirdek benzetmesi, bir tevazu mecazı olmaktan çok daha derindir; bu, bir tevhid metaforudur. O çekirdeğin yok olması, benliğin Allah’a tahsisini; o çubuğun meyve vermesi ise, kulun kendinden değil, Rabbinden gelen kudretle nurlanmasını anlatır.Dolayısıyla; Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı sadece şahsî bir ahlâk tercihi değil, İslâmî bir temsil ve ilmin izzetini muhafaza etme stratejisidir. Çünkü hakikat nefsin değil, ancak Hakk’ın hâkim olduğu bir zeminde parlar.Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı, Peygamber Efendimizin (sav) örnekliğinde kemâle eren gerçek tevazunun da ifadesidir. O Peygamber ki, hanımlarına yardım eder, hasır üzerinde uyur, aç kalır ama kimseyi küçük görmezdi. Sahip olduğu her nimeti Allah’ tan bilir ve insanlara karşı daima mütevazı davranırdı.Tevazunun Sınırı: Hakikatin İzzetiAncak tevazu, bir zillete dönüşmemelidir. Çünkü her fazilet, yerli yerince güzeldir. Mümin gerek şahsi gerek içtimai ilişkilerde alçakgönüllü olur; fakat dinine, değerlerine ve ilmine yönelen saldırılar karşısında vakur durur. İşte bu ölçüyü netleştiren tablolardan biri, yine Bediüzzaman’ın hayatındaki bir kıssadır:1. Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düşen Said Nursî, Kosturma’da ağır şartlarda esaret altındayken bir gün yüksek rütbeli bir Rus kumandanı, kampı ziyaret eder. Nursî, kumandan önünden birkaç kez geçtiği halde ayağa kalkmaz. Kumandan, bu davranış karşısında önce kızar, sonra öğrenince şaşırır. Neden ayağa kalkmadığını sorduğunda, Bediüzzaman şöyle cevap verir:“Ben bir mümin ve bir âlimim. İlmimin izzetini, küfrün başındaki bir zalime karşı çiğnetmem.”Bu söz, nefsî bir gururun değil; şahsî ilmin, İslâm’ın ve hakikatin vakarının müdafaasıdır. O an, sadece bir esir değil; Kur’ân ilminin haysiyeti konuşmuştur.Ayet şöyle der: “Muhammed, Allah’ın Resul’üdür. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı şiddetli, birbirlerine karşı ise merhametlidirler…” (Fetih, 29) Bediüzzaman’ın tavrı, bu ayetin hayata yansımasıdır: Dostlarına karşı merhamet ve mahviyet, zalime karşı vakur bir duruş.Müminin Yeryüzündeki Ağırlığı: Tevazu ile Vakar Arasındaki Dengeİslâm, bir yandan müminin ruhuna alçak gönüllü olmayı nakşederken, diğer yandan da izzetli durmayı emreder. Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah bana, mütevazı olmanızı ve birbirinize karşı övünmemenizi vahyetti.” (Müslim, Cennet, 64)Bu tevazu; insana değer verme, büyüklük iddiasından uzak durma, sahip olduklarının aslında bir emanet olduğunu bilme halidir. Fakat bu tevazu, hakikate düşman olanlara karşı suskunluk ve boyun eğme hâline dönüşemez.Bediüzzaman bunu net olarak ortaya koyar: “Bu zamanda, dinsizlik komitelerinin hücumları karşısında tevazu göstermek, büyük bir hıyanettir.”O hâlde, mümin hem “rahmânî bir tevazu” ile insanlara yaklaşacak; hem de “rahîmî bir izzet” ile hakkı savunacaktır.Tevazu Nerede Olur, Nerede Olmaz?Tevazu, Rabbine karşı kulluk bilinciyle eğilmek; insanlara karşı mahviyetle davranmaktır.İzzet, dine, hakikate ve ilme yönelen taarruzlar karşısında vakar ve kararlılıkla direnebilmektir.Tevazu, bir fazilettir; ancak izzetle desteklenmediğinde zillettir.İzzet, bir vakar ölçüsüdür; ancak tevazusuz bir izzet, kibir tehlikesine düşebilir.Bediüzzaman Hazretleri, bu dengeyi hem Risale-i Nur’da kalemle, hem de hayatında duruşla göstermiştir. Nefse karşı tevazu, hakikate karşı izzetle mücehhez bir hayat, işte hakiki müminin yoludur.“Gerçek büyüklük, tevazudadır. Gerçek şeref, izzettedir.”

Osmanlı Devleti sadece bir toprak hâkimiyeti değil, kalp medeniyetidir. Onun harcı kılıçla değil, dua ve tevazuyla karılmış; hedefi mülk değil, adalet olmuştur. Bu anlayış, kurucu ruh olan Şeyh Edebâlî’nin Osman Gazi’ye verdiği nasihatlerle daha ilk adımda kendini göstermiştir:“Ey Oğul! Beysin... Bundan sonra öfke bize, uysallık sana... Güceniklik bize, gönül almak sana... Adalet sana... Yumuşaklık sana... Kolaylık sana...”Bu sözler yalnızca bir nasihat değil, bir devletin karakter beyanıdır. Nitekim bu ruh, padişahtan esnafa, komutandan köylüye kadar tüm Osmanlı toplumunu kuşatmış; hâkim değil hadim olan bir anlayışın temelini atmıştır.Saraylarının ihtişamı, onların kibir nişanesi değil; sorumluluklarının azametidir. Bu yüzden Osmanlı sarayının kapısına, Kur’an’dan alınan şu ayet kazınmıştır:“Ye’vî ileyhi külli mazlûm” – Her mazlum, ona sığınır.Bu cümle, Osmanlı Devleti’nin kapı eşiğindeki karakter beyanıdır. Saraya giren bir elçi de adalet isteyen bir gariban da bu yazıyla karşılaşırdı. Mesaj açıktır: Bu devlet, zalimin değil, mazlumun yanındadır. Hâkimiyet iddiası değil, ilâhî adaletin hizmetkârlığı söz konusudur. Ve işte bu yüzden Osmanlı, bir imparatorluktan ziyade bir sığınak olmuştur.Fransız doktor A. Brayer yıllarca yaşadığı İstanbul’da Osmanlı cemiyetini gözlemlemiş ve hayranlığını şöyle ifade etmiştir: “Müslüman Türkler arasında hayânın bir neticesi olarak kibir ve gurur yok olmuştur. Osmanlı’nın yürüyüşünde vakar vardır, fakat asla azamet ve kibir yoktur.”Padişahlar bile bu hassasiyeti resmî gelenek hâline getirmiştir. Cuma selamlığına çıktıklarında çevrelerindeki askerler yüksek sesle, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye seslenirdi. Bu, bir tören değil; nefsin her an uyarılması gereken derin bir terbiyesiydi. Devletin en tepesindeki kişi bile, kendini hatırlatacak, haddini bildirecek bu cümleye kulak verirdi.Yavuz Sultan Selim, Mısır’dan dönüşte halkın zafer kutlaması yapacağını duyduğunda şöyle demişti:“Hava kararsın, sokaklar boşalsın. Zafer tâkları ve alkışlar, bizi nefsimize mağrur etmesin.”Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki: Büyük görünmekle büyüklük olmaz. Asıl büyüklük, eğildikçe belli olur. Ve secdeye yaklaşan baş, Arş’a daha çok yaklaşır.Bu anlayış sadece sultanlarda değil, taş ustasında, mimarında, vezirinde de kendini gösterir. Mimar Sinan, Selimiye gibi bir ihtişamın mimarıyken, kendi türbesini Süleymaniye’nin bir köşesine “güçsüz karınca” imzasıyla iliştirivermiştir. Çünkü Osmanlı’da başarı bir makam değil, bir emanettir.İşte bu yüzden Osmanlı, fethettiği topraklardan önce gönülleri ihya etti. Saray kapılarına “mazlum sığınır” diye yazdıysa, bu sadece temenni değil, toplumun omurgasıydı. Ve en yüksek makama gelen bile, hâl diliyle hep şunu fısıldardı:“Mağrur olma padişahım… Senden büyük Allah var!”

İbrahim Aleyhisselam, tevhid davası uğruna Nemrud’un ateşine atıldığında, ateş onu yakmadı. Kur’ân’ın ifadesiyle Cenâb-ı Hak ateşe: “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmetli ol” (Enbiyâ 69) emrini verdi. İşte o andan itibaren o yakıcı görünen ateş de yakmadı. Çünkü ateş, kör bir tabiatla değil; emre tâbi bir memurdur ve öyle de hareket ediyordu. Yakmaması emredildiğinde, yakma görevini derhâl terk etti.Fakat burada dikkat çeken bir ayrıntı var: Sadece İbrahim (as)’ın bedeni değil, üzerindeki gömleği de yanmadı. Risale-i Nur’un işaret ettiği gibi, bu sadece bir mucizeden ibaret değildir. Aynı zamanda zamanlar üstü bir davete işarettir. Ayetin manevi lisanıyla bir cephesiyle bize deniliyor ki: “Ey İbrahim’in yolunu takip edenler! Siz de onun gibi olun. Öyle bir elbise giyinin ki, bu dünyada da ahirette de sizi ateşten korusun.” İşte o elbisenin adı, takva elbisesidir. Ayet diğer bir cihetle de -diğer mucizelerde olduğu gibi- buradan yola çıkarak dünyevi ateşten korunacak elbiseler yapabilirsiniz de diyor…Takva, sadece bir ahlâk hali değil, imanın ateşe karşı giydiği bir zırhtır. Günah ateşinden, fitne ve fücur yangınından korunmanın en etkili çaresidir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle: “Takvâ, günahlardan kaçınmak ve menhiyâta karşı durmaktır. Bize lazım olan diğer şey ise amel-i sâlihtir ki o da emredilen hayırları işlemektir.” Bu zamanda ise, özellikle tahribatın arttığı, günahların cazip bir şekilde pazarlandığı, haramların kolayca ulaşılabilir hâle geldiği bir ortamda, takva öncelikli bir ibadet olmuştur, amel-i sâlihten önce gelmektedir. Zira binlerce günah bir anda karşımıza çıkabiliyor. İşte böyle bir zamanda bir tek günahı terk etmek, yüzlerce amel-i sâlihten daha kıymetli olabilir.Bugün bizlerin de İbrahim Aleyhisselâm gibi bir “hanîfen müslimen gömleği” yani takva gömleği giymesi gerekiyor. Bu gömlek; gösterişli cazibedar vitrinlerden alınan lüks ve pahalı bir marka değil, haramdan uzak durma, şüpheliden sakınma, helâli tercih etme kararlılığıdır. Alışverişten beslenmeye, medyadan sosyal ilişkilere kadar her alanda bu gömleği giymek gerekiyor. Çünkü içimizdeki inancı gölgeleyen/örten şey, çoğu zaman dışımızdaki cazibeler olmaktadır.Takva elbisesi, anlaşıldığı üzere şekilci bir örtü değil; ahlâkî bir duruştur. Hangi çağda olursa olsun, Allah’ın sınırlarını tanıma, haramdan sakınma ve günahın reklamına aldanmama hâlidir. Takva, sadece ne yaptığımızla değil, nelere bulaşmadığımızla da ilgilidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizin en hayırlılarınız, ahlâkı en güzel olanlarınızdır.” Ahlâk, sadece şahsi değil, toplum için de bir kalkandır. Özellikle gençler için bu elbise hem kimlik hem koruyucu bir kalkan gibidir. Çünkü unutulmamalıdır ki: Gencin süsü güzel ahlaktır. Gencin yüzünü aydınlatan en güçlü nur, iman ve takvadan doğan ahlâktır.Tahribatın, ahlâksızlığın ve şehevî fitnelerin fırtına gibi estiği bir çağdayız. Risale-i Nur’un ifadesiyle: “Madem her dakikada, şimdiki hayat tarzında yüz günah insana karşı geliyor. Elbette takva ile ve niyet-i ictinâb ile, yüz amel-i sâlih işlemiş hükmündedir.” O hâlde kendimizi, ailemizi ve neslimizi bu zamanın ateşinden korumanın yolu; en başta takvayı kuşanmak, sonra da iyilik, güzellik ve takva cihetinde birbirimize sahip çıkmaktır. Çünkü bu zamanda herkesin ateşle imtihanı var. Kimi haram bir lokmayla, kimi bir ekran görüntüsüyle, kimi bir sözle yanıyor. İbrahim (as) gibi, biz de ateşe karşı “imanlı bir duruş” sergilersek; o zaman ne dünyadaki ifsâd ateşi ne de ahiret ateşi bizi yakamaz. Çünkü üzerimizde artık yanmayan bir gömlek, salih amele zemin hazırlayan takva elbisesi vardır.

Yamalı Cübbe, Derin GönülHazret-i Ömer (ra), hem sert mizacının ardında yumuşacık bir merhamet, hem de tevazu barındıran bir şahsiyetti. Yamalı elbise giyerdi. Sırtında su ve yiyecek taşır, yetim ve dulların ihtiyacına koşardı. Halife olduğu günlerde bile, geceleri Medine sokaklarında tek başına dolaşır, halkın dertlerini dinlerdi.Bir seferinde, hazret-i Ömer’in yanında otururken getirdiği yemeği onunla beraber yoksul ve kölelerin de yediğini gören Safvan bin Ümeyye’ye hitaben şöyle demişti: “Allah, köleleriyle birlikte yemek yemekten âr edenleri felâha erdirmez.”Arş’tan Duyulan SesHazret-i Ömer halifeliği sırasında bir gün Cârûd bin Muallâ ile birlikte yürürken, yaşlı bir hanım yolunu kesti. Bu kadın, Havle bint-i Sa’lebe idi. Zamanında Allah Resulü (sav)’e kocasından şikâyet etmiş, onun hakkında inen ayetlerle Mücadele Suresi başlamıştı.“Ömer!” diye seslendi kadim bir tanışıklığın hakkıyla. Hazret-i Ömer hemen durdu. Havle söze başladı: “Seni biz bir zamanlar ‘Ömercik’ olarak tanırdık. Sonra delikanlı oldun. Ardından da Müminlerin Emiri dedik. Şimdi Allah’tan kork, insanların işleriyle meşgul ol! Zira Allah’tan korkan kişi için uzak yakın olur. Ölümden korkan ise fırsatları kaçırmaz.”Bu sözler Hazret-i Ömer’in yüreğine işledi. Ağlamaya başladı. Yanındaki Cârûd dayanamadı: “Yeter be kadın! Müminlerin Emirini yordun!” dedi. Hazret-i Ömer ise hemen müdahale etti: “Bırak onu! Ne istiyorsa söylesin. Sen bu kadının kim olduğunu biliyor musun? Bu, şikâyetini Arş’tan duyurmuş bir kadındır. Vallahi, geceye kadar burada kalsam, namazımı kılar, yine döner ve onu dinlerim.”Hazret-i Ömer’in Allah korkusu ve tevazuu, yalnız dilinde değil, hayatının her ânında tezahür ederdi. İslâm ahlâkının numune şahsiyetlerinden biri oluşunun sırrı da işte bu gönül inceliğinde gizliydi.Gölgedeki HalifeHazret-i Ömer (ra)’ın tevazuu, Mevlânâ’nın anlattığı şu çarpıcı manzarada tecelli eder: Bir Rum elçisi, Medine’ye gelerek Halife Ömer’i arar. Ancak kimse ona gösterişli bir saraydan bahsetmez. Şaşkınlıkla, Halife’nin halk gibi yaşadığını ve bir kulübede kaldığını öğrenir. Bu sözler elçiyi derinden sarsar. Arayışa devam ederken, bir kadın ona: “İşte aradığın Halife, şu hurma ağacının gölgesinde uyuyor.” der.Elçi, kumlar üzerine uzanmış, silahsız, korumasız ve mütevazı bir adamla karşılaşır. Ancak bu sade manzara ona derin bir heybet hissi verir. Kendi kendine: “Ben nice krallar gördüm, ama hiçbirinde bu heybet yoktu. Bu hâl, O’na değil, O’nun bağlı olduğu kudrete ait.” diye hayret eder.Hazret-i Ömer uyanır, elçinin selamını alır ve onu yanına alarak sohbet eder. Öyle derin sözler söyler ki, elçi elçiliğini unutur. Gönlüne iman güneşi doğar, kelime-i şehadet getirerek Müslüman olur.Böylece, kumlar üstünde uyuyan bir Halife, bir kalbi fetheder. Asıl büyüklük; saraylarda değil, gölgede uyuyup kalpleri aydınlatmaktadır.Benden Daha İyi Köle mi Olurmuş!Ahnef bin Kays (ra), bazı ileri gelenlerle birlikte Hazret-i Ömer’i ziyarete gitmişti. Onu, elbisesinin eteklerini beline sıkıştırmış, koşar hâlde buldular. Hazret-i Ömer: “Gel de yardımcı ol. Devlete ait bir deve kaçtı. Bu malda halkın hakkı var.” dedi.İçlerinden biri: “Bir köleyi gönderseniz daha iyi olmaz mı?” deyince, Hazret-i Ömer: “Benden daha iyi köle mi olurmuş!” cevabını verir.İşte ulvî bir ahlâk, engin bir anlayış ve zirve bir tevazu örneği...Gerçek TevazuSelman (ra), Medâin valisi olduğu dönemde, Şam’dan Teymoğulları kabilesine mensup bir adam şehre geldi. Yanında bir yük incir taşıyordu. O sırada sokakta, sırtında sade bir elbise ve bir aba ile yürüyen Selman (ra)’ı gördü. Onu tanımayan bu yabancı, âdeta bir taşıyıcı zannederek seslendi: “Gel, şu yükü taşı!”Hazret-i Selman hiç tereddüt etmeden yaklaştı ve yükü omzuna aldı. Adamın peşinden yürümeye başladı. Yolda ilerlerken halktan bazıları Selman’ı tanıdı ve şaşkınlıkla adamı uyardılar: “Yükünü taşıyan kişi, Medâin valisidir!”Adam şaşırdı, mahcup oldu. Hemen dönüp: “Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dedi. Selman (ra) ise tebessüm ederek şu karşılığı verdi: “Zararı yok. Bu yükü evine kadar götürmeden sırtımdan indirmeyeceğim.” İşte gerçek tevazu, makamı omuzda değil kalpte taşımaktır.Benim Maaşım Bildiklerime Göredirİmam Ebû Yusuf, Halife Harun Reşid’in sorduğu bir meseleye: “Bilmiyorum.” deyince, biri bu duruma itiraz ederek “Maaş ve tahsisatınız varken bilmiyorum diyorsunuz!..” diyerek itiraz eder. İmam ise: “Maaşım bildiklerime göredir. Bilmediklerim için de verilecek olsa, hazine yetmezdi.” diyerek mukabelede bulunur.Gizlenen Sırrın Ayan OlmasıUlu Cami’nin açılışı için hazırlıklar tamamlanmıştı. Yıldırım Bayezid Han, Emir Sultan başta olmak üzere bütün âlim ve gönül sultanlarını davet etmişti. Kalabalık bir cemaat camide toplandı. Sultan da teşrif etti ve damadı Emir Sultan’a döndü: “Ey Emir! Buyur, bu caminin kapılarını sen aç, namazı da sen kıldır. Bu şeref sana aittir.” dedi.Ancak Emir Sultan, edep ve tevazuyla karşılık verdi: “Hayır Sultanım! Bu şeref, Şeyh Ebû Hamîdüddîn Hazretleri’ne aittir.”Sultan hayretle sordu: “Bu zat kim ola ki? Hiç duymadım.”Emir Sultan gülümsedi: “Sultanım, halk arasında Somuncu Baba diye bilinir. Cami inşaatı süresince işçilere ekmek dağıtan o mütevazı fırıncı, aslında büyük bir Allah dostudur.”Sultan bu teklifi memnuniyetle kabul etti. Emir Sultan ayağa kalkarak cemaate Somuncu Baba’yı tanıttı ve minbere davet etti. Somuncu Baba mahcup bir edayla: “Emirim, ne yaptın! Bizi ifşa ettin…” dedi ve hayâ içinde minbere çıktı.O gün Fâtiha Suresi’ni yedi farklı mana ile tefsir etti. Herkes hayranlıkla dinledi. Fakat artık sırrı açığa çıkmıştı. Bu yüzden çok geçmeden, talebesi Hacı Bayram-ı Velî’yi de yanına alarak Bursa’dan ayrıldı. Gizlenmiş bir dervişti; bilinince yerinde durmadı.Alkışa Değil, Hakk’a Yönelen Sultan1517 yılı Şubat’ında, Yavuz Sultan Selim Han Memlûk Sarayı’na muazzam bir merasimle girdi. Kahire halkı, merakla sokağa dökülmüş, pencerelere üşüşmüştü. Herkes bu güçlü padişahı görmeye can atıyordu. Zannediyorlardı ki; altınla bezeli kaftanlar giymiş, herkesin önünde yürüyecek, başındaki kavuk bile diğerlerinden farklı olacak. Ama Yavuz, hiç de bekledikleri gibi değildi. Cengâverlerinin arasında sade bir halde yürüyordu. Ne kavuk farklıydı ne kaftanı. Başını eğmiş, vakur ama mahcup bir edayla yürüyordu. Gözleri yerdeydi, kalbi Hak’ta…Yavuz, Mısır seferi dönüşünde gündüz vakti Üsküdar’a ulaştı. İstanbul halkı onu büyük bir coşkuyla karşılamak istiyordu. Lalasına döndü: “Hava kararsın, sokaklar boşalsın, herkes evine çekilsin. Fânilerin alkışı, zafer takları ve iltifatları, bizi nefsimize mağrur edip yere sermesin.”Zaferin ardından kendini alkışlara kaptırmayan bir kalp... Yavuz Sultan Selim, Sina Çölü’nde bir arslan; Kahire’de gözü yaşlı, şükür dolu bir mümin; Üsküdar’da ise iç dünyasına yönelen bir derviş gibiydi.Hasan Can’a, kalbindeki hissiyatı bir mısra ile fısıldadı: “Pâdişâh-ı âlem olmak, bir kuru kavga imiş / Bir velîye bende olmak, cümleden a’lâ imiş…”Sultanlık sarayda değil, teslimiyette aranır. Ve kimi zaman gerçek büyüklük, başı öne eğmekte saklıdır.Zaferle Gelen MahviyetKanije’de kazanılan o destansı zaferin haberi saraya ulaştığında, Sultan 3. Mehmed Han büyük bir memnuniyet duydu. Zaferin mimarı Tiryaki Hasan Paşa’yı vezirlikle taltif etti. Beraberinde kıymetli hediyelerle bir de hatt-ı hümayun gönderdi.Bu hatt-ı hümayun, Tiryaki Hasan Paşa tarafından ordunun huzurunda yüksek sesle okundu. Herkes onun bu büyük başarısından dolayı takdirle doluydu. Fakat Paşa’nın gönlünde bambaşka bir hal vardı. Zaferin sarhoşluğu değil, şükrün sükûneti okunuyordu yüzünde.Döndü ve çevresindekilere şöyle dedi: “Devletlü padişahımız, Kanije müdafaası gibi küçük bir hizmetimize karşılık vezirlik payesiyle hatt-ı hümayun göndermişler. Oysa biz sadece vazifemizi yerine getirdik. Devlet-i Aliyye’nin vezareti, bu ihtiyara mı kaldı? Cenâb-ı Hak devletimize ve milletimize zeval vermesin!”Sözleri, sadece bir paşanın mahviyeti değil, Osmanlı’nın ahlâk mirasıydı. Zaferle gelen en büyük makam, tevazua sığınan kalbin sessizliğidir.İhtişamın Gölgesindeki KarıncaOsmanlı’nın mimarî dehası Koca Mimar Sinan, yaptığı eserlerle çağlara damga vurdu. Fakat her başarısının ardında, sadece sanat değil, derin bir kulluk şuuru vardı. Tevazu onun şahsiyetinde bir süs değil, bir esas gibiydi.Süleymaniye Camii gibi kıyamete kadar ayakta kalması niyaz edilen bir şaheseri inşa ederken, bütün varlığıyla duaya, gayrete ve tevekküle sarıldı. Allah’ın lütfuyla eser tamamlandığında, görkemli kubbelerin altında adı değil, sadece izi vardı. Kendi türbesini dahi caminin köşesine mütevazı bir şekilde yerleştirdi. Sanki ömrünce hizmet ettiği mabedin eteğinde bir karınca gibi durmak istiyordu.Mühür ve kitabelerine “Ser-Mîmârân-ı Hâssa” unvanının yanına, “el-Fakîrü’l-Hakîr” ve “Mûr-i Nâtüvân” yani “güçsüz karınca” ifadelerini yazdı. En büyük eseri olan Selimiye Camii tamamlandığında, adının kitabeye yazılması teklif edildiğinde ise şöyle dedi: “Ben kim oluyorum ki Allah’ın evine ismimi koyayım!..”Koca Sinan, taşla yazdığı ihtişamın içine kibri hiç koymadı. Onun büyüklüğü, kendini küçük görebilme zarafetindeydi.Bir Hediyenin Ardındaki NezaketSultan Ahmed Han, gönülden bağlı olduğu üstadı Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri’ne kıymetli bir hediye göndermişti. Fakat Hüdai Hazretleri bu hediyeyi kabul etmedi. Sultan da aynı hediyeyi, bu kez devrin diğer büyüklerinden Abdülmecîd-i Sivâsî Hazretleri’ne takdim etti. O ise hediyeyi kabul buyurdu.Bir ziyaret esnasında Sultan, bu durumu ince bir ifadeyle gündeme getirdi: “Efendi Hazretleri! Bu hediyeyi evvelâ Hüdai Hazretleri’ne göndermiştim. Kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul ettiniz.”Sivâsî Hazretleri, sözün altında yatan inceliği sezdi ve tebessümle şu cevabı verdi: “Sultanım! Hüdai Hazretleri bir ankâdır ki, lâşeye tenezzül etmez!”Bu zarif cevaptan memnun kalan Sultan, bir süre sonra Hüdai Hazretleri’ni ziyaret etti. Orada da durumu şöyle aktardı: “Efendim! Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabul buyurdu.” Hazret-i Hüdai ise gönül zarafetiyle gülümsedi: “Sultanım! Abdülmecîd Efendi bir deryadır. Koca deryaya bir damlacık mâsivâ kiri düşse, onun safiyetine zarar vermez.”İki büyük zatın birbirine olan hürmeti, tevazuyu incelikle harmanlayan bu sözlerde billurlaştı. Ne müstesna bir gönül dili, ne zarif bir İslâm ahlâkı…

İsrail son iki yıldır Gazze’yi vahşice bombalıyor. Sebep olarak 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısı gösterilse de böyle bir olay yaşanmasa dahi Filistinlileri öldürmeye devam edeceğine tarih şahitlik ediyor. Tarih de bir yana, İsrail’le barış içinde yaşamayı yeğleyen ve başında Mahmut Abbas’ın olduğu El Fetih hareketinin yönetimindeki Batı Şeria’da Hamas olmamasına rağmen son iki yılda en az 1000 Filistinli öldürüldü. Çünkü İsrail Filistinlileri (ve Yahudi olmayan herkesi) insan olarak görmüyor. Bebekleri bile ileride militan olurlar diye katletmekten çekinmiyor. Öte yandan başta ABD olmak üzere birçok Batılı devlet İsrail’in soykırımına destek olarak katliama ortak oluyor. Suç ortaklığının birçok sebebi var. Ancak özellikle Amerikan desteğinin arkasında dini sebepler de bulunmaktadır. ABD’de Protestanlığın bir türevi olan Evangelizm mezhebine göre İsrail’e yardım etmek dini bir vecibedir. Son 200 yılda ortaya çıkmış neşv-ü nema etmiş bu mezhebin savunduğu değerleri diğer mezhepler desteklemiyor. Ancak Amerika’da sayıca fazla olmaları ve siyasette Cumhuriyetçi Parti üzerinden etkili olmaları nedeniyle onların dayattığı taleplerin hükümetçe reddedilmesi pek mümkün görünmüyor. Evangelizm’i, İncil’in tarihi olarak devam eden tahrif sürecinin bir çıktısı olarak görebiliriz. Evangelizm, normalde Yahudileri Hz. İsa’nın katili olarak gören geleneksel Hristiyanlıktan farklı olarak onları dost olarak görmekte ve Hz. İsa’nın gelişi için İsrail’e destek verilmesi gerektiğini savunur. Ancak bu dönüşümde bir Yahudi elinin de değdiğine dair kuvvetli emareler var. İddiaya göre Evangelizm’in meşhurlarından Cyrus Ingerson Scofield (1843-1921) tarafından yazılan Scofield İncil’inin sponsoru Yahudi bir avukat olan Samuel Untermeyer idi. Untermeyer Scofield’e para karşılığında Siyonizm’i İncil’e derç ettirir. Böylelikle Siyonist inanış İncil’e geçmiş olur. Evangelist inanışa göre İsrail vaat edilmiş topraklardır. Hz. İsa’nın gelmesi için İsrail devletinin kurulması gerekiyor. Bu kehanet gerçekleştiğine göre sırada Armageddon Savaşı var. İsrail’in kuzeyindeki Megiddo dağında gerçekleşeceğine inanılan bu savaşta Hz. İsa Deccal’le savaşacak. Savaşta her iki tarafın 200’er milyon askeri olacak ve bunların arasında 9 milyon da Yahudi olacak. Mezkûr Yahudilerden Hz. İsa’yı Mesih kabul eden 144.000 kişi kalacak, diğerleri ölecek. Bu tür kehanetler Yahudiler tarafından kabul edilmese de Evangelist destekten mahrum kalmamak için sessiz kalındığı belirtiliyor.Evangelistler ayrıca geleceğe dair kehanetlerini İncil’deki ayetlere de dayandırırlar. İncil’in Yaratılış suresi 2-3 ayetlerinde geçen “Seni kutsayanları kutsayacağım ve seni hor görenleri lanetleyeceğim” deki “Sen” İsrail olarak görülmektedir. Yaratılış 18-19’da ise “Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını– senin soyuna vereceğim” denilir -ki bundan da İsrail’in kastedildiği iddia edilir. Ancak bu tip yorumlamalar diğer Hristiyanlar tarafından yapılmıyor ve kabul görmüyor. Saint Augustine, Martin Luther, Thomas Aquinas ve John Calvin gibi önde gelen tarihi Hristiyan düşünürler yukarıdaki İncil ayetlerinde geçen vaat edilmiş toprakları bugünkü İsrail olarak yorumlamadılar. Onlar için İsrail demek “Tanrının kulları”, İsrail’e dönüşse kiliseye dönüş yani bir nevi iman etmek anlamında kullanılıyordu. Hatta Amerika’ya göç eden bazı Protestan Avrupalıların Amerika’yı İsrail, yani vaat edilmiş topraklar olarak gördüğü anlatılır. Ancak İsrail’e karşı gelmeyi Tanrıya karşı gelmekle bir tutan Evangelistler için İsrail her şeyin üzerindedir. Öyle ki İsrail’i İsraillilerden bile daha çok savundukları vakidir. Örneğin, 1985 yılında Kudüs’te düzenlenen Hıristiyan Siyonist Kongresi’nde, kongreye katılan Hıristiyanlar İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmesi gerektiğini söylediğinde, bir Yahudi katılımcı daha ılımlı bir dil kullanılmasını istediğinde Hıristiyan bir sözcü: “İsraillilerin ne düşündüğü umurumuzda değil! Biz Tanrı’nın ne dediğini önemsiyoruz ve Tanrı o toprakları Yahudilere verdi!” şeklinde Yahudi katılımcıyı azarlamıştır. Günümüzde de benzer bağnazlık devam etmektedir. Mesela Teksas’ta sel olduğunda İsrail’e karşı olanlara yardım edilmediği medyaya yansımıştı. Özetlemek gerekirse, kendilerini Hristiyan Siyonistler olarak da tanıtan Hristiyan Evangelist mezhebi İsrail’e destek vermeyi bir dini vecibe olarak görür. Ancak iddialarının aksine İncil’de Hz. İsa’yı katleden toplumun desteklenmesi gerektiğine dair ayetler yoktur. Sadece bazı ayetler Evangelistler tarafından siyasi ve şahsi emeller için farklı biçimde yorumlanmaktadırlar. Evangelizmin 200 yıllık tarihine bakıldığındaysa İncil’in bazı Yahudi kişi veya gruplar tarafından da tahrif edilerek düşman olarak görülen Yahudilerin dosta çevrildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Evangelist Hristiyanların İsrail’e destek vermelerini, İncil’in bu sefer Yahudiler tarafından tahrif edilmesinin bir sonucu olarak görmek yanlış olmayacaktır.

Hikayedir; bir kadın, bir gün kucağındaki bebeğiyle birlikte bir mağaranın önünden geçerken içeriden gelen bir ses duyar: “İçeri gir ve ne istersen al, ama en mühim olanı unutma! Ayrıca, sekiz dakika sonra dışarı çıktığında kapının bir daha asla açılmayacağını da dikkate al. Bu fırsatı kaçırma ama yine de en mühim olan şeyi unutma!”Kadın mağaraya girer ve büyük bir servetle karşı karşıya kalır. Yığınla altın ve mücevherleri görünce şaşkına döner ve çocuğunu yere bırakarak büyük bir hırsla mücevherleri toplamaya başlar. Bu esnada o esrarengiz ses yine duyulur:“Sadece sekiz dakikan var. Sekiz dakika çabuk geçer. Tekrar ediyorum, en mühim şeyi zinhar unutma!”Derken verilen mühlet sona erer. Kadın, toplamış olduğu altın ve mücevherlerle birlikte mağaranın dışına koşar ve kapı kendiliğinden kapanır. İşte o anda çocuğunu içeride unutmuş olduğunun farkına varır. Ama artık çok geçtir. Ağlamak, sızlamak boşunadır. Kapı bir daha açılmamak üzere kapanmıştır. Topladığı şeylerin, şu durumda hiçbir fayda sağlamayacağını da anlamıştır. Ama bu anlamanın da artık hiçbir faydası yoktur.Bu hikâyeden kendimize bakalım. Aynı şey, çoğu zaman pek çok insanın başına da gelmiyor mu?Bu dünyada ortalama seksen yıllık bir ömrümüz var. Ve bir ses, daima bize “En mühim olan şeyi unutma!” der gibidir. Mühim olan şey ise açık ve net bir şekilde bellidir. O da ebedî saadeti kazanmaktır.Kaybetmeyi göze alamayacağınız ve riske atamayacağınız şeyler ise: Manevî değerler, doğru inanç, doğru arkadaş, doğru çevre, aile, gerçek dostlar ve her birimize ayrılmış olan sınırlı ömür dakikaları.Evet! En mühim mesele, ahiretin ebedî mutluluğunu kazanmaktır. Bunun da yolu ve çaresi; imanı son nefese kadar muhafaza edip, iman tezkeresini almış olarak ahirete irtihal etmektir.İmanı korumak da onu kuvvetlendirip muhkem hâle getirmekle mümkün ve müyesser olur. İmanı sağlam hâle getirmenin yolu da:Allah’ın rızasına uygun düşen şeyler diye tanımlayabileceğimiz salih amellere dört elle sarılmak… Zira her bir güzel davranış imanı kuvvetlendirdiği gibi, kötü olan şeyler de imana zafiyet getirir.Mahlûkata ibret alıcı gözle bakma alışkanlığını kazanmak… Ayet: “Allah’ın yarattığı her bir mevcutta, O’nun vücut ve vahdaniyetini (varlığını ve birliğini) gösteren bir delil olma hususiyeti vardır.”Hadis: “Allah’ın varlığını ve büyüklüğünü daha iyi anlamak için göklere bakın, yere bakın, Allah’ın yarattığı her bir mevcuda bakın; fakat Allah’ın nasıl olduğunu düşünmeye kalkmayın, yoksa şaşırır, sapıtırsınız!”Şair de ne güzel söylemiş: “Bir Kitabullah-ı a‘zamdır serâser kâinat / Hangi harfini yoklasan, manası hep Allah çıkar.” Yani, hangi varlığa ibret alan bir gözle bakarsan bak; o varlığın Allah’ı gösterdiğini anlarsın.İmanı sağlamlaştırmanın bir başka yolu da başta Risale-i Nur Külliyatı olmak üzere, iman hakikatlerini delillerle, örneklerle açıklayan kitapları bol bol okuyup mütalaa etmektir. Keza, küfre düşüren zehirli ve tehlikeli sözler hakkında bilgilendiren muteber kitapları tavsiyeye göre temin edip çokça okumaktır. Evet, imanı koruyup kurtarmanın çarelerine başvurmazsak –neuzübillah– mağarada çocuğunu unutan kadının acıklı durumuna düşmek, uzakta duran bir tehlike değildir.Özün sözü: “En küçük dairede en mühim işler cereyan eder.” (Bediüzzaman Said Nursî) Zira geniş dairelerde muvaffak olmanın yolu; içteki küçük dairelerde, cari olan vazifelerde sınıfı geçmekten geçer.

Yedinci Beyit:Andelibân-ı bihişti şermle hâmûş iderHer taraf âvâze-i Kur’ân Ayâsufiyye’deAndelibân-ı bihişt: Cennet bülbülleri / Şerm: (fa.) Utanma / Hâmûş etmek: (fa.) Ağzını kapayıp sus olmak (Kur’ân sesi Ayasofya’da her tarafı öyle bir kaplamıştır ki Cennet bülbüllerini dahi utanmayla sus-pus etmiştir.)Bak, dünyalık kelamların kulaklardaki pası nasıl da siliniyor bu Büyük Rahle’de. Gayri ses nasıl yükselsin? An’da değil, mazide ve atide tüm sesler suskunluğa demir atmış. Yürekler ihtizazda. Cennetlere ulaşan, bahçelerinde hüküm-ferma güzel sesleri dindiren İlahi seda… Sadece “Konstantiniye”nin baykuşlarını değil içlerindeki karanlıkları ulu orta pervasızca dışa vuran her asrın baykuşlarını sükuta mahkûm eden en gür seda! Ayasofya, Suffa’dan ders aldın. Değil sadece mihrabından, minberinden her köşenden bir çağıltı yükseldi. Adım başlarında değil sadece kulluk safı, ilim-tefekkür safı taşıdın. Talimle, tedrisle koca bir ilim meclisi oldun. Kur’ân’a vekil ve gölge olmayan talebeler yetiştiren… Yalnız kıraatiyle değil, hakikatiyle tilmiz-i Kur’ân yetiştiren…Şimdi تَنْزٖيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمٖينَ fermanının nuruyla gördük ki, yine Kur’ân’a ayine olan kalbler çoğaldı, nur çağlayanı göğüslerden Kur’ân sesleri yükselmeye başlandı. Kur’ân ve hakikatleriyle olan intisabın ahirete kadar payidar ola!Sekizinci Beyit: Ab-ı germ-i dîde vü sabun-ı istiğfâr ilePâk olur pirâhen-i isyân Ayâsufiyye’de Germ: (fa.) Sıcak / Dîde: (fa.) Göz / Pirâhen: (fa.) Gömlek, mintan(Gözden akan sıcak gözyaşları ve istiğfar sabunuyla isyan gömleği Ayasofya’da tertemiz olur.)Bak, ufuktaki günler tüm parıltısıyla ışıldayarak göz kırpıyor, mermerden İstiğfar Köşesinde. Tevvab, Afüv, Gafur, Gaffar isimleriyle bir değil binler kalbin siyahlıkları, bir bir ayıklanıyor. Geriye kalan tüm nuraniyetiyle, tüm safiyetiyle beyazlık… Ümid hissinin refakatinde, hayal semasına yükselen küsuratın gamdan bulutları, gözyaşları olarak yağmakta. Altında ellerin nedametle açıldığı kubbeden rahmet katreleri boşalmakta. Kubbenin merkezinde Mustafa İzzet Efendi’nin celi sülüs hattıyla yazdığı ayet zahir: اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِAyasofya sende yollar var. Rabbimizin isimleriyle bizi bağlayan, ibadetlerimizde ve tefekkürümüzde marifete ulaştıran yollar. Maddenin göze indiği şu zamanda, maddi kıyafetin bin bir manayı muştular. Nur’a muhtaç karanlıkta kalmış bir tek ferde değil tüm ümmete! Sana olan firakın yaşlarını döken gözler, şimdi kucağında muhasebede, istiğfarda. Dalaletin zincirlerine bir defa daha fırsat verilmemek gerek. Kavuşmanın sevinci, uzaklığın mesuliyetiyle gelgitler yaşanıyorsa eğer, işte güvenli sahil: Kalbe şifa Nur’dan hakikatler. Bir senin ibadet ikliminde değil tüm şehirde, memlekette, cihanda…Dokuzuncu Beyit: Ferş-i berrâk-ı ruhâmın eyledükçe secde-gâhSâf olur âyîne-i imân Ayâsufiyye’deFerş: Zemin / Ruhâm: Mermer (Mermerden berrak zemininde secde ettikçe iman ayinesi Ayasofya’da saf olur.)Bak ki, ne var bu Mermerden Secdegâh’ta! Secde… Secdede yakınlık var, yakınlıkta imana kuvvet var. Kalbe cila var. Alınlara akseden zeminin ışıltısı değil, kulun Rabbiyle olan miracının tecellisi. اَوْ ا?َدْنٰىmakamının sahibinin dönüş hediyesindeki manevi imza. Ayasofya, parlak simanda binlerle cemaatinin alnı secdede… O ne mahviyet manzarası. Bir olanın karşısında, secdede Ondan gayrısı için dile getirilen “Lâ” hakikati gönüllerde yankılanıyor. Alınlar daha yerde iken kalblerden yayılan tevhid gülünün kokusu ve “illâ ikrarı” derununu kaplıyor. Secdeye hasret kalmış, kirli ayaklarla çiğnenmiş secde yerin şimdi nurlu alınlarla buluştu. Vakit secdelerine, şükür secdeleri eklendi. Secdeler adedince şükürler olsun!Onuncu Beyit:Pîşgâhında nevâl-i rahmeti hâzır bulurKim olursa sıdkla mihmân Ayâsufiyye’dePîşgâh: (fa.) Huzur, ön / Nevâl: Kısmet, ihsan(Kim ki sıdkla misafir olur Ayasofya’da, o vakit huzurunda rahmet hediyesini hazır bulur.)Bak gör anla, Rahman ne sırlar açıyor uzaktan kullarına… rahmete vesile kıldığı Ayasofya isimli Mihmandar’ın eliyle! İkramlar kesif değildir, nurani… Latifeler, kalb, ruh inşirahla rahmeti teneffüste. Gözler ve gönüller, dünyadan ukbaya çevrili. Daha dünya menzilinde, Cennet-misal hisler bürümekte fani vücud atlasını. Kapıdan girenler için ikramın şartı bellidir: Sadakat… Tevhid ve nübüvvetten nişan taşıyan vasıf. İyiliğe ve Cennet’e götüren sermaye. عَلَيْكُمْ بِالصِّدْقِ Doğruluktan ayrılmayın, nebevi ikazından paye taşıyan. Ayasofya! Kapından içeri niceler girmedi ki. Müslim-gayrimüslim, tefrik etmedin. Daha ilk adımda rahmet vizesi olan sıdka iltifat ettin. Beytullah, Mescid-i nebevi ve Mescid-i Aksa misali. Oraların güzergâhına ilerleyen çoklar, Batı ufuklarında ilk seni buldu ve sadakat hakikatini seninle hissetti.Şimdi, bağrından sökülmesine izin vermediğin “Allah”, “Muhammed” lafızlarıyla gözlere, kapındaki fetih müjdesi hadis-i şerif ile sıdk dolu gönüllere hoş-amedi ediyorsun. Herkes, nasibi kadar rahmete kanar. On Birinci Beyit:Sahn-ı sâfında metâ-ı bî-dirig-i magfiretBûriyâ-yı Mısrla yeksân AyâsufiyyedeSahn-ı saf: Saf tutulan yer (Camilerde iç giriş kapısı ile mihrap arasında kalan, cemaatin toplu olarak bulunmasına ve toplu ibadete elverişli olan geniş, üstü örtülü kısım sahn olarak isimlendirilir.) / Bi- dirig: (fa.) Esirgememek / Bûriyâ-yı Mısr: Mısır hasrı / Yeksân: (fa.) Eşit, aynı seviyede(Saf yerinde mağfiret esirgenmez ki, bu Ayasofya’da meşhur Mısır buriyasıyla eşdeğer bir servettir.)Bak, mahşerî bir cemaat Ulu Mabed’in saflarında! Boşluk bırakılmayıp omuzlar kenetlenmiş… Üzerinde Allah’ın rahmeti, aralarında meleklerce dilenen mağfiretlerin esintisi. Madde dünyalık gözde asılı, ahirete uzanan ufuk çizgisi kapalı. Bir halının sanatla atılan ilmiğinde düğümlü… Farkında olanların nazarı maddeden manaya çevrili. Uhuvvet, birbirine kenetli omuzların sımsıkılığında uzalı. Hakikatte mâni kesif perdenin kaldırılması ile marifete eren اِرْجِعٖي emrinin ihlaslı muhatabları, yalnız içeride değil avluda da safta.Ayasofya! Senin saflarında mana maddeye hâkim! Saatler mağfirete kurulu. Gönüller mağfiret ikliminde. Görmek için hakikat dürbünüyle bakmak, Suffa’nın mütevazi hasrı üzerindeki uhuvvet zenginliğini görmek, derk etmek lazım.Müzeye indirgenen nazarların tahakkümü, şimdi yerini omuz omuza vermiş ihvanın saflardaki rahmet ve mağfireti gözleyen nazarlarının şevkine bıraktı. Nazar iki kelimeden ikincisi, sırrın bilicisi.On İkinci Beyit:Zühd ü takvâ saf-be-saf tertîb idüb âlâyınıPîç-i nevbet gösterür unvân Ayâsufiyye’deÂlây: Alay kelimesinin Farsça söyleyişe uydurulan ve Farsça eda ile kullanılan biçimi, kalabalık, cemaat / Pîç: (fa.) Büklüm, kıvrım / Nevbet: Sıra / Unvân: Bir kimsenin pâyesini gösteren veya durumunu, memuriyet rütbesini, görevini belirten söz, lakap(Cemaati saflarca düzenleyen zühd ve takvadır. Unvan ise Ayasofya’da sıraya konmaz)Bak gör, dünyalık makamlar nasıl da ber-taraf ediliyor Fethin Sembolünde! Saflarında اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ fermanı hükmünü icra ediyor. Mahşere prova: dünyalık dereceler tedennide, geçer akçe ahiret sermayesi. Ayasofya! Beyazlar giyinmiş Arafat’taki hislerin numuneleri ile latifelerimizi tezyin eylersin. Şehrin kalbine uzanırsın, mağrur Konstantiniye mütevazi İslambol’a kalb olur. Müdavimlerin ve misafirlerin hissemend.Caddelere, içtimai hayata uzanan yolların artık kapalı değil, şimdi manevi damarlarınla her zamankinden daha kuvvetli bağlısın. Medine tesmiyesine atfen, selametle…On Üçüncü Beyit:Şeb-be-şeb mânend-i kındîl-i fürûzân Nâbiyâİnşirâh-ı dil bulur insân Ayâsufiyye’deŞeb-be-şeb: (fa.) Gecelerce, her gece / Manend: (fa.) Benzer, nazir / Fürûzân: (fa.) Parlak (Ey Nabi! Geceler boyu parlak kandil benzeri, insan Ayasofya’da kalbinde inşirah bulur.) Ya da Ey Nabi! Parlak Ayasofya kandilinde geceler boyunca inşiraha kavuşmuş gönül, halife-yi arzı bulur. İnsanın özlendiği şu ahir-zamanda, beşere Mekân’ın manevi şahsiyeti yansır. اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ yolunda…Dünde:Vahdete hasret ümmet her ân Ayâsufiyye’deEl uzatana kızgın vicdân Ayâsufiyye’deŞimdi ise:Kırdı zincirini küfrün hatt-ı Kur’ân NâtıkâTekbirler ile coşar imân Ayâsufiyye’deBir Hadis:“İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!” Me’hâz:Divan-ı Nabi, Süleymaniye Yazma eser Kütüphanesi, Lala İsmail, No: 488 (varak. 209A-B) https://kuran.hayrat.com.tr (Mealler)https://imla.kabikavseyn.com (Lügatler)

Tesbih, tekrarlanan işlemleri saymak amacıyla ipe dizilmiş, belli sayıda boncuk tanesinin oluşturduğu halkaya denir. Müslümanlar genelde Kur’ân-ı Kerîm'de sık geçen ve çoğu Müslümanın namazlardan sonra otuz üçer kez tekrarladığı “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” sözlerini sayabilmek için kullanmışlardır. Otuz üç, doksan dokuz, beş yüz, bin, beş bin taneli olanlar vardır. 99’luk olanlar genelde cami ve evlerde, 500’lük 1000’lik olanlarsa tekkelerde yer alır.Hz. Muhammed’in (S.A.V.) “Ne güzel hatırlatıcıdır” sözleriyle teşvik ettiği Allah'ın isimlerini övmeyi, yüceltmeyi, Yaradan’ın güzel isimleri olan Esmaü’l- Hüsnâ’yı simgeleyen doksan dokuz taneyle zikretmenin bir yönüyle de inananları mânen, O’nun yüce katına çıkarması murad edilir. Peygamber Efendimizin (S.A.V.) buyurdukları gibi:Bilerek ya da bilmeyerek yapılan tüm günahların evveli-sonrası, küçüğü-büyüğü, gizlisi-açığı, dudaklarda uçuşan, o halis duâlarla (zikir) bağışlanacaktır.Hz. Muhammed’in, (S.A.V.) tesbih üzerine hadisleri vardır. O’nun saymak için hurma çekirdekleriyle küçük taşlar kullandığı ve Medine kadınlarına:Tesbih, tehlil ve takdisi iş edininiz ve bunları parmakla sayınız. Zira parmaklar hesap vermek zorunda kalacaklardır ikazında bulunduğu bildirilir. Sahabeden Ebu Hureyre, (R.A.) Hz. Muhammed’in (S.A.V.) tesbihler, zikirler ve dualardan sonra, denizlerin köpükleri kadar da olsa bütün günahlarınız bağışlanır dediğini anlatır.Hz. Peygamber’de (S.A.V.) Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber ifadelerini otuz üçer defa söylemeyi öğütlemiş, önceleri sayı saymak parmaklarla yapılmıştır. Yine o dönemlerde hurma ve zeytin çekirdekleri, çakıl taşları, düğüm atılmış ipler kullanılmış ve nihayet İslâmiyet’in üçüncü-dördüncü yüzyıldan sonra, Fenike, Roma, Bizans’tan ticaret yoluyla gelen seramik ve cam boncuklu kolye tanelerinden tesbihler yapılmıştır. Tespihte estetik gelişmeler XIV-XV. Yüzyıllarda başlamıştır. Habblar, yani taneler bir imamın arkasında namaza duran kişilere benzetilerek “İmâme” çevresine bir nevi sıralanmıştır. Tespih yapımında ustalar birbiriyle yarışarak çeşitli sert malzemeleri yontarak usta işi tespihler yapmışlardır. XVI. yüzyılda, kemik, boynuz, diş, kehribar, sedef, inci gibi malzemeler işlenmeye başlanmış sanatını İslâm’a adayarak bir nevi ibadet ettiğini düşünen, hisseden Osmanlı sanatkârları sayesinde de İstanbul bu sanatın da bir merkezi olmuştur. Tesbih, İslâm dünyasının sultan saraylarına, koleksiyonlara ve tesbih aşıklarına İstanbul’dan gitmiştir. İslâm dünyasında tesbih yapılmakla beraber, tıpkı hat sanatımızda olduğu gibi, tesbihi de gerçek bir sanat haline getiren ustalar İstanbul’dan ve Anadolu’dan çıkmıştır.Tesbih yapımında kullanılan malzemeler arasında kehribar, zümrüt, yakut, necef, firûze, şah maksut, akik, lapislazuli, yeşim, fildişi, mamut dişi, mors balığı dişi, balina dişi, bağa (deniz kaplumbağası kabuğu), zergerdan (gergedan boynuzu), buffalo boynuzu, boğa boynuzu, geyik boynuzu, deve kemiği, ak ve kara amber, kaplan tırnağı, inci, mercan, sedef, oltu taşı, abanoz, yılan ağacı, sandal ağacı, öd ağacı, kan ağacı, pelesenk, tesbih ağacı, demir ağacı, gül ağacı, kuka, demirhindi ve diğerleri sayılabilir.Bu zarif güzelliklerin bize ulaşmasını sağlayan, kulun, yaratana yakın olma arzusuyla, bildiği her değerli malzemeyi tane tane işleyerek bir araya getiren tesbih ustalarının ruhları şad, mekânları cennet olsun. Bu sanatı yaşatan ve geleceğe aktarmaya çalışan günümüz sanatkârlarına da sağlıklı ve hayırlı ömürler dileriz.,