35. Sayı: "Hanımlarda Gayet Yüksek Bir Kahramanlık Var"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiGüz Mevsimi ve Taze Başlangıçlar…
İnsan

Bereketli yağmurlarla güz mevsimine “merhaba” dedik. Cemâl içinde Celâl’in tecellî ettiği, ‘umûmî musîbet’lerin topyekûn tevbe ve isiğfara davet ettiği, âfet kokan, bir o kadar Rahmet müjdeleyen, geceyi andıran günleri de akşam renkli sabahları da geride bıraktık.        Ramazan ayını, ömrümüzün hasat mevsimini, “Elvedâ ey mâh-ı rûze!” diyerek, hasretle ve ümitle uğurladık. Sararan yapraklar, müştemilatını toprağa veren ağaçlar, kaldırılan harmanlar, ömrü biten hayat sâhipleri, ihtiyarlığı,  tükenişi, ‘son’u hatırlatırken… Ruhlarda derin, mânâlı, ulvî bir ‘hüzün’ tesiri bırakırken… İkindi namazının lâhûtî meltemine benzeyen ‘sonbahar’ esintisi ile kalpleri ürpertirken… Oruçlunun iftar öncesinde sîmasına akseden ‘melekî’ ruh hâlini andıran ‘yorgun ama mesud’ bir edâyla, vazife bitişine, paydosa, terhise, ölüme doğru gidişin korku ve heyecanını yaşatırken… Bir ses, âb-ı hayat oluyor bize: “Her zevâlin bir kemâli, her kemâlin bir zevâli vardır.” Aynı ses hem ‘muhasebe’ye çağırıyor müştak ve muhlis ruhları hem de himmet ateşine odun olacak kamçılarla yepyeni ümit tohumları ekiyor âlî ve mümbit ruhlara.  1430 ve 2009 ufûle meylederken, eskirken, gün be gün azalırken 1431 ve 2010 için planlama, hazırlanma; taze başlangıçlar için çürüyen uzuvları atma, hasta azâları tedavî etme, paslanan çarkları elden geçirme vakti başlıyor güz mevsimiyle... Zira tefekkürle, zikirle, talim ve tatbikatla geçecek uzun kış geceleri öncesi erzak depolarını doldurma, kütüphane raflarını arındırıp tertip etme, nefse mürebbiye vazifesi icra edecek rahleyi cilâlama dönemi güz mevsimi. Kemâle ermek için zevâl bulma, vücut bulmak için münadim olma, olmak için ölme demi, baharın sonu; sonun baharı değil! İrfan Mektebi ekibi olarak bizler de Ekim, Kasım, Aralık sayılarını, yenilenme, kabuk değiştirme, dâvâ ettiği mazrufa daha münasip bir zarf hazırlamak için meşverete, araştırma-geliştirme faaliyetlerine ayırdık. Sizler de buyurun istişare meclisimize! Kıyasıya ama insafla tenkit edelim noksanlarımızı... Böylelikle tekmîl edelim, kemâl bulalım. Hem takdir edelim yoldaşlarımızı güzelce; en civanmert kardaşlarımızı… Böylelikle müşevvik olalım, şevk bulalım. Lütufla ıslahına çalışalım zaaflarımızın, hatalarımızın, kusurlarımızın… Sonra da tevbeye, duâya duralım; ilticâ edelim Kalem’in ve Kelâm’ın Rabbi’ne... Taze başlangıçlar için… Yeniden doğmak için… Olmak ve onmak için…  Selâmetle kalın efendim. Sıhhat ve âfiyette olun.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Ekim
Konu resmiCumhuriyet
Risale-i Nur

“Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reîsinden başka, sizler daha dünyaya gelmeden ben dindâr cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki târîhçe-i hayatım isbat eder.” Hulâsası (özü) şudur: O zaman, şimdi gibi bir türbe kubbesinde inzivâda idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yiyordum. İşitenler benden soruyordular. Ben de diyordum: “Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Onların cumhuriyetperverliklerine (cum­huriyet severliklerine) hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum. Hulefâ-yı Râşidîn (dört büyük halîfe) hem halîfe, hem reîs-i cumhûr (cumhurbaşkanı) idi. Sıddîk-i Ekber (Hz. Ebû Bekir) (ra) Aşere-i Mübeşşere’ye (cennetle müjdelenmiş on sahâbeye) ve Sahâbe-i Kirâm’a elbette reîs-i cumhûr hükmünde idi. Fakat ma‘nâsız isim ve resim değil, belki hakîkat-i adâleti (adâletin hakîkatini) ve hürriyet-i şer‘iyeyi (İslâmî hürriyeti) taşıyan ma‘nâsıyla, dindâr cumhuriyetin reisleri idiler.” Şuâ‘lar

İrfan MEKTEBİ 01 Ekim
Konu resmiHeyecan ve Korkuyu İzale Etmek İstemez Misiniz?
Eğitim

itabeti olumsuz yönde etkileyen unsurlardan birisi, korku ve heyecandır. Peki, korku ve heyecanın sebepleri nelerdir? Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur sırrınca, güzel bir konuşma yapmak gibi hayırlı bir işin de en zararlı manisi korku ve heyecandır. Bu korku heyecanımızı izale etmedikten sonra tesirli bir konuşma yapmamız düşünülemez.  Bunların izalesi için de, hem bunların sebeplerini hem de çarelerini bilmek ve ona göre tedbir almak gerektir. Çok güzel ve hayırlı neticeleri akim bırakan bu korku ve heyecanın başlıca sebepleri şunlardır: — Muhataplarımızı gözümüzde büyütmek, — Ders esnasında kendi kendimizi tahlil etmek — Derse hazırlık yapmamak Muhataplardan korkmaya lüzum yok! Küçük gruplarda çok rahat sohbet ettiğimiz halde, muhataplarımız çoğalınca, özellikle içlerinde konuyu iyi bilen birinin de bulunduğunu fark edince hemen heyecana kapılırız. Ağzımız kurur, rengimiz değişir,  nefes alış verişimiz hızlanır, vücudumuzu ter basar, kekelemeye başlar ve doğru dürüst konuşamaz, tutukluk yapmaya başlarız. Çoklarınız bu hali tecrübe etmişsinizdir. Hâlbuki muhataplarımızdan dolayı korkup heyecanlanmamız için hiçbir sebep yoktur. Çünkü orada bulunanların hiçbiri münekkit değildir. Yani bir açığımızı bulup bizi rezil etmek için oraya gelmiş değillerdir. Aksine zevkle dinleyerek, bir şeyler öğrenmeye gelmişlerdir. Hem muhataplarımız, umumiyetle bizlere muhabbet nazarıyla bakarlar. Kendimizi layık görmediğimiz halde bize çok hürmetkâr davranırlar. Biraz güzel ve manalı bir söz söylemişsek bundan bile memnun kalırlar.  Kürsüde heyecana kapılmamız, dilimizin sürçmesi ve konuşamamamız muhataplarımızı da üzer.  Bu zihni sisten kurtulup, konuşmamızı tekrar irade ve kontrol almamız için dua ederler. Bizim namımıza üzülür ve sevinirler. Hal böyle iken muhataplarımızın bizi nasıl karşılayacağından korkup da telaşa düşmemiz manasızdır. Kendi kendinizi tahlil etmeyiniz! Heyecan ve korkunun en mühim sebeplerinden biri de konuşma yaparken kendi kendimizi tahlil etmemizdir. Bazen konuşma esnasında, ihtiyarımız haricinde kendi kendimize bazı sualler sorar ve bu suallere cevaplar vermeye çalışırız: “Acaba iyi konuşuyor muyum?” “Dinleyiciler benden memnun mu?”  “Mesele anlaşıldı mı?” gibi endişelerle zihnimizi meşgul ederiz. Nefs-i emmârenin de tahrikiyle vesveseye düşeriz. Kendi kendimize: “İyi konuşamıyorum, bu gün dinleyicileri memnun edemedim. Baksana bakışlarından mevzu’u anlamadıkları ve konuşmamdan zevk almadıkları okunuyor.” Gibi cevaplar vererek şevkimizi kırar, gayet güzel seyreden dersin mütebakisini de harap ederiz. Biz kendimizi muhasebe etmeyelim. Allahın işine karışmayalım. Muvaffak olmak bizim elimizde değildir. Bizim vazifemiz, güzelce hazırlanıp, bildiklerimizi ihlâslı bir şekilde insanlara anlatmaktır. Gerisi Allah’ın vazifesidir. Tesiri verecek olan da O’dur.   Ayrıca konuşma sırasında küçük bir hata yaptığımız zaman, ders boyunca onu düşünüp durmayalım. Çünkü vesvese gibi ilgilendikçe şişer, bizi meşgul eder. Bütün dikkat ve gayretimizi kendine çevirir. Konunun akışı kaybolur. Konuşmamızda kopukluklar meydana gelir. Anlatacaklarımızı tam ve güzel ifade edemeyiz. Hâlbuki muhataplarımız o gibi arızalara nazar-ı müsamaha ile bakarlar. KONUŞMAYA BAŞLAMADAN ÖNCE YAPACAKLARINIZ 1. İlk iş olarak, konuşacağınız salona saatinden en az bir saat önce gidin! Kürsünün bulunduğu yeri, kapıları sandalyelerin dizilişini vs. iyice kontrol edin! 2. Fiziki egzersizler yapınız. Konuşmanızdan kısa bir zaman önce salonun sessiz bir köşesine giderek vücudunuzun en gergin kısımları üzerinde durunuz. Bunu birkaç defa yaparsanız rahatladığınızı hissedeceksiniz. Başınızı öne eğin ve ağız adalelerinizi yumuşatın! Yüzünüzü tuhaf, garip ve gülünç şekillere sokunuz, yanaklarınızı havayla şişirin ve sonra havayı bırakın çenenizi, balgam ve sümük zarlarınızı yumuşatmak için birkaç defa ağzınızı açarak esneyin! 3. Zihni egzersizler yapınız. Hoş ve zevkli hatıralarınızı kafanızda canlandırmaya çalışınız. Meselâ, nehir kenarında yaptığınız pikniği düşünün! (Suyun insanlar üzerinde ekseriya yatıştırıcı bir tesiri olur.) Veya havadan bırakılmış bir kuş tüyünün sağa sola yalpalayarak süzülüp aşağı doğru düştüğünü hayal edin 4. Muntazam ve derin nefes alın! Ahenkli nefes alınıp verilmesi denge işaretidir. Belli etmeksizin bir iki defa esneyin. 5. Omuzlarınızı hafifçe öne düşürerek, omuzlarınızın ve göğsünüzün dinlenmesini sağlayın! KONUŞMAYA BAŞLADIKTAN SONRA YAPACAKLARINIZ 1. Konuşmanıza başlarken nutkunuzun diğer kısımlarında yapamayacağınız tarzda fazla hareket ediniz. Kısacası kendinizi durduracak, donduracak en küçük bir şeye fırsat vermeyin! 2. Su içiniz. Nutkunuza iyi hazırlandınız, provalar yaptınız. Ama kürsüye çıkar çıkmaz ağzınızın kuruduğunuzu hissettiniz. Paniğe kapılmayın dinleyicilerinizle olan göz temasını pekiştirin! Dinleyicilerinize bakmak sizi kendi üzerinizde durmanızdan sıyıracak ve ağzınızdaki kuruluğu giderecektir. Ağzınızın kuruluğu hala mı geçmedi? Su içiniz. Hiçbir mahcubiyet hissi duymayın! Kendi kendinize deyiniz ki: Konuşmayı ben yapıyorum; kimsenin bir şey demeye hakkı yok. Ve eğer canım su içmek isterse içerim.  3. Mendilinizle kurulanmaktan çekinmeyiniz. Alnınızda ter mi birikmeye başladı? Cebinizdeki mendille alnınızı siliniz. Zerrece tereddüt etmeyin silin. Kâğıt mendil kullanmayınız. Bu kâğıtlar parçalanabilir ve yüzünüze yapışabilir. Hiç de iyi bir görünüm oluşmaz. 4.  Sesiniz titrerse göz temasınızı pekiştirin. Gözleriniz dinleyicilerinizin üzerinde dolaşsın. Konuşmaya başlarken ses perdenizi alçaltın; belirli bir tonla daha ağır konuşmaya çalışın.  5. Elleriniz titriyorsa merak etmeyin. Dinleyicileriniz, muhtemelen farkına varmayacaklardır. Ama elinizin titremesi sizi rahatsız ediyorsa o sinir enerjisini dağıtmak için vücudunuzu hareketlendirin! Bir noktayı vurgulamak için hafifçe öne doğru eğilin! 6. Burnunuz akar gözleriniz yaşarırsa yine üzülmeyin. Parlak ışıklar bu halleri doğurabilir. Biraz duraklayın ve “affedersiniz” dedikten sonra mendilinizle gözlerinizi siliniz. Ama asla özür dilemeyin. Basit bir “affedersiniz” kâfi. 7. Ağzınızdan yanlış bir kelime kaçarsa heyecanlanmayın! Eğer söylediğiniz kelime cümlenizi pek fazla değiştirmezse hiçbir şey olmamış gibi hareket edin ve konuşmanıza devam edin. Yok, kelime gerçekten alt üst edecek, manayı tamamen değiştirecekse hafif bir gülümsemeyle doğrusunu söyleyin ve konuşmanıza devam edin! Yalnız bu noktada konuşmanıza devam ederken konuşma adımlarınızı biraz yavaşlatın böylesine bir dil sürçmesini diğerleri takip edebilir. 8. Konuşurken şaşırır ve söyleyecekleriniz unutursanız şunları yapmaya çalışınız (a) Evet, hatırlamaya çalışın, ama kendinizi uzun müddet de zorlamayın yoksa paniğe kapılırsınız. (b) Söyleyeceklerinizi unuttuğunuz zaman 4–5 saniye duraklayın ve o ana kadar söylediklerinizi yüksek sesle tekrarlayın. Böylece korkuyu atar veya hiç olmazsa, konuşmanıza devam etmenizi sağlayacak bir diğer düşünce veya fikri yakalayabilirsiniz. (Muallim Necat Oğlu, Her Yönüyle Hitabet)

Feridun ŞAMİL 01 Ekim
Konu resmiTarih Penceresinden
Tarih

  Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretleri vefat etti Talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsili görmüştür. Hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık vazifelerinde bulunmuşlar, son olarak da Bursa’ya tayin edilmişlerdir. Hocası başkadı olurken, kendisi de Ferhâdiye medresesinde müderrisliğin yanında Câmi-i Atîk mahkemesinde kadı nâibi oldu. Bursa’da kadılık yaptığı sırada başından geçen bir hâdise üzerine kadılık vazifesini bırakır ve Muhammed Üftade hazretlerine intisab eder. Nefsini kırmak için kadılık kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satar. Hela temizler. Üftade hazretleri ile çıktığı bir kır gezisinde diğer talebeler demet demet çiçek getirirken, O hocasına kırık ve solmuş bir çiçek getirir. Niye solmuş bir çiçek getirdiğini soran Üftade hazretlerine cevaben: “Hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu ‘Allâh Allâh’ diyerek Rabbi'ni tesbîh eder bir hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mâni’ olmaya râzı olmadı. Çaresiz ben de elimdeki şu tesbîhine devâm edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım." der. Bunun üzerine Üftade hazretleri, kendisine Mahmûd ismine ilaveten Hüdâyî ismini koyar. İleriki yıllarda ulaştığı ma’nevî makamların neticesinde Azîz ismini de alır. Sultan 3. Murad, Sultan 1. Ahmed, Sultan 2. Osman ve Sultan 4. Murad; Aziz Mahmud Hüdayî hazretlerinin irşadına mazhar olmuşlardır. Türbesi Üsküdar’dadır. Ayasofya’nın yeniden inşa edilmesi İstanbul 324 senesinde Konstantinos tarafından yeniden kurulunca, ilk Ayasofya 326 tarihinde inşa edilmeye başlanır. 360 senesinde tamamlanarak ibadete açılan ilk Ayasofya 404 senesinde bir isyan sırasında yıkılmıştır. Bunun üzerine tekrar inşa edilmeye başlanan Ayasofya 15 Ekim 415’de ibadete açılmıştır. Bugünkü Ayasofya ise 532-537 seneleri arasında inşa edilen 3. Ayasofya’dır. İstanbul’un fethinden sonra Fethiye Camii ismini alarak camiye dönüştürülmüştür. 1934 senesinde çıkarılan bir kanunla müzeye hâline getirilmiştir. Hz. Hüseyin (ra) ın şehâdeti Ömer bin Sa’d kumandasındaki Kûfe leşkeri, Hz. Hüseyin ve ashabına doğru ilerlemeye başladıklarında; Hz. Hüseyin çadırının önüne oturmuş, dizlerini dikmiş, kılıcını dizlerinin altından geçirerek iki elini kavuşturmuş, başını dizlerinin üzerine doğru eğmiş, uyukluyordu. Hz. Hüseyin’in yakınında bulunan kız kardeşi Hz. Zeyneb, bir ses işitti ve: “Ey kardeşim! Yaklaşan sesleri işitmiyor musun?” dedi. Hz. Hüseyin başını kaldırdı: “Rasûlullâh’ı (a.s.m.) rüyada gördüm. Bana, ‘Sen bize dönecek geleceksin.’ buyurdu.” dedi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiZaman Organizasyon Zamanıdır
Risale-i Nur

ATIDA ÖRGÜTLENME Üstad Bediüzzaman Hazretleri, iş bölümü manasına gelen “teşrik-i mesâi ve taksim-i a'mâl”ın ehemmiyeti hakkında şöyle der: “Dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî çalışmanın, her günde yalnız üç iğne, o ferdî san'atın meyvesi olmuş. Sonra, teşrikü'l-mesâi düsturuyla on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir ve hâkezâ... Her birisi iğne yapmak san'atında yalnız cüz'î bir işle meşgul olup, iştigal ettiği hizmet basit olduğundan vakit zayi olmayıp, o hizmette meleke kazanarak, gayet sür'atle işini görmüş. Sonra, o teşrik-i mesâi ve taksim-i a'mâl düsturuyla olan san'atın semeresini taksim etmişler. Herbirisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler. Bu hadise, ehl-i dünyanın san'atkârları arasında, onları teşrik-i mesâiye sevk etmek için dillerinde destan olmuştur.” (21. Lem’a) İş bölümünün ehemmiyetini gösteren bu iğne misali, ilk defa modern iktisadın babası denilen Adam Smith’in 1776 yılında yazdığı “Milletlerin Zenginliği” adlı kitapta geçiyordu ve ondan sonra da meşhur olmuştu. 18. yüzyılın sonlarında yüzlerce insanın iş bölümü yaparak çalıştığı fabrikalar ortaya çıktı. Bu fabrikalar Avrupa toplum hayatını her yönüyle etkilediler ve yeni bir dönemin –kapitalist dönemin- başlamasına sebep oldular. Küçük işletmeler, fabrikaların ezici gücüne rekabet edemeyerek ortadan kalktı. Tarihlerde sanayi inkılâbı olarak bilinen bu hadise, geleneksel toplumu, modern topluma dönüştürdü. Fabrikalarda işleri kolaylaştırıp, verimi artıran iş bölümü ve uzmanlaşma, organize olmuş gücün ehemmiyetini ortaya koydu. Fabrikalardan sonra örgütlenmeler sosyal hayatın her alanına yayıldı. Eğitim, sağlık, emniyet, siyaset gibi bütün toplum birimleri örgütlenerek toplumun yeni bir şekil almasını sağladılar. Bir yazar bu durumu şöyle anlatır: “20. yüzyılın en belirgin özelliklerinden biri, organizasyonlar çağı olmasıdır, özel­likle sanayi devrimi sonrasında [büyük] işletmelerin ortaya çıkması, toplumları birer organizas­yonlar topluluğuna dönüştürmüştür. İnsan­lar doğumla ölüm arasındaki bütün hayatla­rını organizasyonlarda geçirmektedir. Bir anlamda hastanede başlayan hayat; okul, işyeri, spor kulübü gibi organizasyonlarla devam etmekte ve nihayet cenaze işleri or­ganizasyonu ile son bulmaktadır. Bu se­beple içinde yaşadığımız çağı anlayabil­mek, organizasyonları anlayabilmeye bağ­lıdır.” (Ömer Dinçer, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Organizasyon maddesi) Günümüz dünyasında batılı ülkeler, kendi toplumlarını her yönden organize etmişlerdir. Aynı zamanda milletlerarası siyasete de örgütler aracılığıyla aktif olarak katılıp, diğer toplumları yönlendirebilmekte veya iç işlerine müdahale edebilmektedirler. Buna mukabil, maalesef, dünyada bir milyardan fazla nüfusa sahip olan Müslümanların dünya çapında etkin bir organizasyonu bulunmamaktadır. ZAMAN CEMAAT ZAMANIDIR Üstad Bediüzzaman risâlelerde çoklukla önceki zamanların “ferdiyet zamanı”, günümüzün ise “cemaat zamanı” olduğuna dikkat çeker. Üstadın “cemaat” kelimesinden kastı tarikatlar tarzındaki yapılanma değildir. Çünkü İslâm âleminde tarikatlar yüzyıllar boyunca zaten vardı. Üstad, “cemaat” kelimesiyle bu gün çoklukla kullanılan “örgüt” (veya teşkilat) tarzındaki yapılanmayı kastediyordu. Burada örgüt kelimesini sosyal hayatın her alanında “İş bölümüne dayalı grup faaliyetleri, organizasyon” manasında kullanıyoruz. Bu günkü yönetim bilimlerince de örgüte verilen mana budur. Bu anlayışa göre okullar, hastaneler, fabrikalar da birer örgüt olarak kabul edilmektedir. Üstada göre Batı karşısında düştüğümüz mağlubiyetin temelinde, batının örgütlenmiş olması, doğunun ise örgütlenmemiş olması vardır. Doğuyu sömürmek isteyen batı, kendi toplumlarını her yönden organize etmiş, siyasi, iktisadi ve ideolojik örgütleri sayesinde örgütlenmemiş doğuyu dize getirmiştir. Üstad, örgütlenmemiş doğunun, örgütlenmiş batıya karşı verdiği mücadeleyi, bir ferdin, orduya karşı mücadelesi olarak görür. (Avrupa fabrikalarında üretilen malların Osmanlı pazarlarına girmesiyle, Osmanlı esnafı bu mallara karşı rekabette büyük güçlükler yaşadı. 1868 tarihli bir belgede 30, 40 senede İstanbul ve Üsküdar’da kumaşçı tezgâhlarının 2750 den 25’e, kemhacı tezgâhlarının 350’den 4’e, çatma yastıkçılar tezgâhlarının 60’dan 8’e indiği belirtilir. (Ahmed Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, s.467,) Mecellenin bir kaidesi “Zamanın ve mekânın değişmesi, ahkâmın da değişmesine sebeptir” şeklindedir. Bu kaideye göre Müslümanlar bulundukları zaman ve mekânın değişikliklerini daima göz önünde bulundurarak, zaman ve mekâna göre tavır almalıdırlar. Üstadın batıya karşı verilmesi gereken mücadeleye teklifi de bu kurala uygundur: “Cemaate karşı, cemaatle karşı durmak.” Üstad, eski Said döneminde batıdaki toplumsal değişikliklere paralel, Osmanlı’da da toplumsal bir değişikliğe gidilmesi gerektiğine inanıyordu. Ezcümle; sadrazamlığın 3 şuraya dönüştürülmesi gibi, şeyhülislâmlığın da şuraya dönüştürülmesini, medreselerde –bilhassa kendi açmak istediği Medreset-üz Zehra’da- ders veren âlimler arasında “Taksimü’l-a’mal” (iş bölümü) kaidesinin uygulanmasını, Kur’ân’ın yeni bir tefsirinin yapılması gerektiğini, bunu da yüksek bir hey’et-i ilmiyenin istişareyle yapması gerektiğini savunuyordu. Üstadın bu arzuları gerçekleşmedi. Daha kötüsü Osmanlı Devleti yıkıldı. Batı medeniyetinin Osmanlının hükmettiği topraklarda yaygınlaşmasıyla, küfür, bid’at, fısku fucur da eskisinden daha çok yaygınlaştı. Üstad, Yeni Said döneminde de, “zaman cemaat zamanıdır” fikrini her vesileyle işledi. Bu dönemde “şahs-ı manevî” teşkil etmek hakkındaki fikirlerini üç kısımda mütalaa edebiliriz. Her bir ferdi, manen bir cemaatin “şahs-ı manevîsi” haline getirmeliyiz. Risâle-i Nur her bir ferdi bir cemaat kadar kuvvetli yapabilir. Dalaletle mücadele için, Risâle-i Nur etrafında mütesânit bir cemaat (şahs-ı manevî) teşkil etmeli, grup ruhu oluşturulmalı ve her fert “ben” değil “biz” demelidir. Bu şahs-ı manevînin güçlü olabilmesi için, itikadı kuvvetlendirmeli, fertler arasında ihtilafa sebep olan şeyler izale edilmeli, ittifakı, tesanüdü artıran şeyler de yerleştirilmelidir. İş bölümü (Taksimü’l-a’mal, teşrik-i mesai) yapılmalıdır. (Uzmanlaşılmalıdır) RİSÂLE-İ NUR BİR FERDİ CEMAATIN ŞAHS-I MANEVİSİ HALİNE GETİRİR İmani konular Risâle-i Nur’un merkezinde yer alır. Ama risâleler yalnızca imani konularla sınırlandırılmamıştır. Risâle-i Nur’un muhtevası oldukça zengindir. Günümüz insanını ilgilendiren pek çok İslâmi konular risâlelerde güçlü delillerle, doyurucu bir şekilde ele alınmıştır. Konuların çok güçlü delillerle ele alındığını Üstad büyük iddialarla ilan eder. Şöyle der: “Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyanın feyziyle yeni Said hakaik-ı imaniyeye dair mantıkca ve hakikatca o derece kuvvetli bürhanlar zikrediyor ki; değil yalnız Müslüman ulemasını, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.”  Üstad, muhtevasının zenginliği ve delillerinin kuvvetli oluşundan dolayı Risâle-i Nur’un “tek başıyla, başkalarına muhtaç olmayan bir ordu kadar kuvvetli olduğunu”, Risâle-i Nur'un “ihtiva ettiği hakikatler ve bu hakikatlerin kuvvetiyle” bir şahsı, “cemaat” ve “şahsı manevî” haline getirebileceğini söyler. Bu iddialar şairin, “Âlemi bir şahısda cem etmek, toplamak Allah için zor değildir” sözüne uygundur. NUR TALEBELERİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİ Üstad Bediüzzaman’ı Türkiye’deki muasırı diğer âlimlerden ayıran en mühim farklardan biri, etrafına toplanan talebe kitlesidir. Onun muasırı olan Mehmet Vehbi Efendi, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen gibi âlimler kitap telif ettiler, fakat etraflarına bir cemaat toplamadılar. Üstad ise eser telif etmekle yetinmedi, etrafına bir talebe kitlesi de topladı. Onun Cumhuriyet dönemine en çok tesir eden âlimlerin başında gelmesinin en mühim sebebi de budur. Eğer o da yalnızca kitap telif etmekle yetinseydi, onun eserleri de muhtemelen, Ömer Nasuhi Bilmen’in ilmihali gibi her eve girecekti, Elmalı’nın tefsiri gibi çokça okunacaktı ama toplum hayatında bu kadar etkili olmayacaktı. 1926’da ücra bir köye sürgün edilen Üstad Bediüzzaman, eserlerini halk arasında yaygınlaştırabilmek için, alışılmamış bir yöntem uyguladı; kendisine talebe olmak isteyenlere “Risâleleri Kur’ân harfleriyle yazmak, yazdırmak ve intişarına çalışmak” şartını koşuyordu. Aynı zamanda bu zamanın “cemaat zamanı” olduğunu, tecdid faaliyetini bir ferdin değil, ancak şahsı manevînin (cemaatin) yapabileceğini söylüyor, talebelerine Risâle-i Nur etrafında bir şahsı manevî oluşturmalarını ısrarla istiyordu. Medreselerin, tekkelerin kapatıldığı, eğitimde din derslerinin kaldırıldığı, Kur’ân öğrenmenin/öğretmenin yasak olduğu bir dönemde, dinî duyarlılığı olan insanlar onun –daha doğrusu risâlelerin- etrafına toplandılar. Kısa bir zaman içerisinde “yazmak ve yazdırmak” suretiyle, Anadolu’nun her tarafına risâleler ulaştırıldı. Talebeler içerisinde, yedi-sekiz sene evinden çıkmadan Risâle-i Nuru yazıp neşredenler oluyordu. Isparta havâlisinde, erkek, kadın, genç ve ihtiyarlardan binlerce talebe, senelerce Nur Risâlelerini yazıp çoğaltmıştı. Mahkemeler, hapisler, sürgünler, baskılar, takipler risâlelerin toplumda bu suretle yaygınlaşmasını ve risâleler etrafında “şakirtler” halkasının oluşmasını önleyemedi. 1948 yılında Afyon mahkemesinde savcı, beş yüz bin nur talebesi olduğunu söylüyordu. Bu rakam o yıllar için oldukça büyük bir rakamdı. Üstad Bediüzzaman el altından neşredilen risâleleriyle, kendisinin “gizli din düşmanları” dediği grubun, ellerindeki büyük imkânlarla Anadolu’ya yerleştirmek istedikleri ateizmin (küfr-ü mutlakın) önüne geçti. Yazar Mehmet Doğan’a göre “Üstad Bediüzzaman başta olmak üzere bir kısım şahıslar, ülkeyi yönetenlerin büyük bütçelerle, geniş kadrolarla, modern yayın araçlarıyla ve silahlı güçlerle ya­pamadığını yapmaya muvaffak olmuşlardı.” İŞ BÖLÜMÜ Üstadın telif ettiği 130 parça külliyatta cemaat prensipleriyle ilgili beş risâle vardır. (20 ve 21. Lem’a’lar, İhlâs risâleleri, Uhuvvet, Hucumat-ı Sitte. Bir de buna ek olarak 10. Lem’a Şefkat Tokatları’nı sayabiliriz.) Üstad bilhassa Lahika mektuplarında, dağınıkta olsa pek çok ahlâki hizmet düsturlarını ortaya koydu. Nur talebelerinin kendi aralarında ihlâs, tesanüd, uhuvvet sırlarıyla yek-vucud olmalarını sağlayacak esasları işledi. Ama iş bölümü yaparak, organize, hiyerarşik bir cemaat teşkil etmedi ve risâlelerde böyle bir oluşumu netice verecek ifadeler kullanmadı. Bunun en büyük sebebi zaman ve zeminin müsait olmayışıdır. Çünkü Üstad, Yeni Said döneminde daima sürgün hayatı yaşadı, daima tarassut -gözetim- altındaydı, talebeleriyle görüştürülmüyordu. Aynı zamanda talebeleri de bu baskılara maruz kalıyorlardı. Elinde bir risâle olduğu ortaya çıkanlar tutuklanıyordu. Üstad ve talebeleri hemen hemen bütün mahkemelerde “Rejim aleyhtarı olmakla ve rejim aleyhinde cemiyet kurma” ithamıyla yargılandılar. Üstadın Eski Said ve Yeni Said dönemlerinde daima “zaman cemaat zamanıdır” demesi ve iş bölümünü hep ön planda tutması, talebeleri açısından günümüzde büyük bir ehemmiyete haiz olmalıdır. Üstadın arzu ettiği şeyhülislâmlığın şuraya dönüştürülmesi fikrini, bu gün nur talebeleri bir fıkıh komisyonu veya fetva kuruluna dönüştürebilirler. Risâlelerde ve fıkıh ilminde derinleşmiş, ilmiyle amil, ihlâslı, itikad ve amelde ehl-i sünneti temsil edecek kişilerden oluşacak bu kurul, günümüz meselelerine laubali yaklaşan reformist müctehidlerin yerini alarak, Kur’ân, sünnet, icma ve kıyası fukahaya göre fetvalar vererek, yeni çıkmış olaylara da çözümler bulabilirler. Bu gün böyle bir kurula İslâm camiasının çok büyük ihtiyacı var. Fıkıh ilminde oluşturulacak böyle bir kurul, başta tefsir(1) ve hadis olmak üzere bütün İslâmi ilimlerde, hatta fen ilimlerinde de oluşturulabilir ve oluşturulmalıdır. Hiçbir nur talebesi bütün ilimlerde uzman olamaz, fakat değişik ilimlerde uzman olan talebeler bir araya gelerek, her alanda uzman bir şahsı manevî oluşturabilirler. Unutmayalım ki, bilgi kuvvettir ve batının dünya üzerindeki üstünlüğü bu uzmanlaşmış, kurumlaşmış bilgiden kaynaklanmaktadır. Müslümanlar ekip çalışması yapmadıkça, maddî, manevî bütün ilimlerde üstün olmadıkça ve diğer milletleri geçmedikçe, perişanlıkları devam edecektir. Hülasa; zaman cemaat zamanıdır. Üstad, 60 cilt olarak düşündüğü “İşaratül İ’caz” tefsirinin tamamlanmasını iş bölümü yapacak talebelerine vasiyet etti. İşaratül İ’caz mukaddimesinde şöyle der: Şu cüz-ü tefsir ve altmış altı adet, belki yüz otuz adet Sözler ve Mektubat risâleleriyle beraber me'haz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur'ânî yazsın, inşâallah.”  İşârâtü'l-İ'câz.

İdris TÜZÜN 01 Ekim
Konu resmiGerisi Vesâiredir
İtikad

ifiri geceleri dört gözle bekleyen yarasalara… “…ve gecenin en karanlıklı anı, sabahın en yakın olduğu andır” inancında olan Mevlana ruhlu yıldızlara… Sonra gün ortasında güneşe karşı gözünü kapayan gafil güruha… Şair, yaratılmışların en güzeline (sav) hitaben; “Sevgili!.. Kapına geldik; aşkı öğret bize; ve aşkını ver yüreklerimize…” demişti.  “Aşktır ki gerisi vesâiredir”… Evet öyledir… Bize asıl hüviyetimizi kazandıran Allah ve Resûlüne olan muhabbet… Gayrı her şey vesâire. Yakamızı kurtaracak olan da budur. İbrahim bin Ethem o aşkla tahtını sarayını bırakıp dervişlik yoluna girmişti ve nail olmuştu arzusuna. Şüphesiz Allah, kişiye ‘olmak istediği’ni veriyor. Hadis-i kudside: “Ben kulumun zannı üzerineyim” diye ferman etmiş yüce Rabbimiz. Öyle ise ne olmak gerekir acaba? Neyiz ve ne olmamız lazım diye düşündük mü hiç. Ne aradığını bilen ve bu gayede hayatını idame ettiren insanlar bu arzularına elbet ulaşıyorlar. Gaye, Allah rızasını talim olduktan sonra bu yolda çekilen çileler hep kutsal sayılır, hatta kutsaldır. Peygamber tabloları ve sahâbe hayatı bunun binler misalleriyle doludur. Zahmetsiz rahmet olmaz, olsa da kıymeti anlaşılmaz. Herkes bir dertle giriftardır. Şu var ki herkesin kendine yeter bir derdi var bu dünyada. Ama Allah kişiye kaldıramayacağı yükü de vermemiştir zaten. Öyle ferman etmişti Yaradan… Kimi dünyalık derdinde; yarın çocuklarıma ne bırakacağım, birkaç evim, üç-beş arabam… Ben sadece keyfime bakarım diyenler. Öyle ki gözü cehennem çukuru gibi doymak bilmez olanlar ve Karun nefisli zevat … Bütün mallarının Allah’tan olduğunu unutup; “bütün bunları ben ilmimle kazandım” diyenler… Asıl gayesi dünya saadeti olan kişiler, fani, elemli, zail ve aldatan bir dünya bulurlar karşılarında. Dünya ki bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurmakta yüzümüze. ‘Değer mi’ diye sorduk mu hiç kendimize? Kimi de âhiret derdindedir; bir gemiye bindirilmiş gidiyoruz da ‘selamete nasıl çıkacağız’ın telaşesi vardır. Bu dünya ki bir şekilde hayat devam eder, mühim olan ‘ebedi hayatı kazanabilme’dir asıl gaye… Bunlar için de rızâ-yı ilâhî haricinde her şey teferruattır, vesâiredir. İslâm tarihinde bunun sayısız misalleri çıkar karşımıza. Yakın zamanın büyük misali Bedîüzzaman hazretleridir; davası uğrunda görmediği eza, çekmediği cefa kalmayan büyük kahraman… Şimdi biz bu terazinin neresindeyiz? A’rafta mıyız yoksa? Yoksa ne olduğumuzu bilmiyor muyuz hala? Ya da ne olmak istiyoruz ki? Tarafımız ne? Necip Fazıl’ın: “Üst üste sorular soru içinde” demesi gibi… Sorulacak çok şey var. Önemli olan suallerin cevapsız kalmaması ve bu cevaplar doğrultunda İslâmiyet’in kırmızı çizgileri. Hakîkî emeklilik ve emeklilik ikramiyesi âhirettedir? Yol belli, yolcular belli, istikamet belli… Dönüşü yok, kaçışı yok… Sahil-i selâmetten öte, gerisi vesâiredir, inananlara.

Zafer ŞIK 01 Ekim
Konu resmiKuş Evleri

Kuşlar, İslâm Tarihi’nde hürmete layık görülmüşlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın Habil ve Kabil’e bir dersini kuşlar vasıtasıyla vermesinden başlayıp, Ebrehe’nin istilâsına karşı Ebâbil kuşlarıyla Kâbe’yi korumasına; Sevr Mağarası’nda Peygamberimiz (asm)’ın müşriklere karşı bir güvercin kuşu ile muhafaza edilmesinden, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin de aralarında bulunduğu birçok evliyaya kuşların gönderilip lisân-ı halleriyle vazîfelerini alkışlanmalarına kadar, kuşlara verilen bu hürmete neden olacak misaller bulunmaktadır. Bu şefkate layık mahlûkların, kötü çevre şartlarından korunmaları için tarihin birçok döneminde ev, saray, mabet, türbe, köprü, kütüphane gibi yapıların çeşitli noktalarına “kuş evleri”, “kuş sarayları” gibi isimlerle anılan küçük mimari eserler yapılmıştır. Maket nitelikli bu evler iki grupta incelenebilir. İlk gruptakiler; yapı cephelerinde hususen bırakılmış dışarıya taşmayan küçük deliklerden ibarettir. 18. yy.’da ilk örnekleri görülmeye başlayan ikinci gruptakiler ise; evden daha çok bir köşk görünümünde olan, kendine özgü karakterli ve hayali bir mimarinin ürünü zarif eserlerdir. İstanbul’da ecdadımızın mahlûkata şefkatinin bir nişanesi olarak birçok kuş evi bulunmaktadır. Önemlileri arasında; Yeni Valide, Selîmiye ve Ayazma camileri, Feyzullah Efendi ve Seyit Hasan Paşa Medreseleri, III. Mustafa Türbesi, Çukurçeşme Hanı sayılabilir. Bununla birlikte Edirne, Muğla, Ankara, Nevşehir, Sivas, Erzurum, Bursa gibi tarihi şehirlerimizde de pek çok kuş evleri bulunduğu bilinmektedir.

Mustafa YILMAZ 01 Ekim
Konu resmiBir Avuç Toprak
İtikad

Hâlinden yoksul olduğu anlaşılan bir adam, deniz kenarında balık avlıyordu. Tevâfukan oradan geçmekte olan ülkenin hükümdarı bu gariban adamla ilgilendi ve ona, “Ben buradayken oltana ne takılırsa sana onun ağırlığınca altın vereceğim!” dedi. Biraz sonra oltaya ortası delik bir kemik takıldı. Basit, hafif bir kemikti bu. Pâdişâh balıkçıya, “Ne yapalım, nasibin bu kadar; oltana ağır bir şey takılmadı!” diyerek alıp sarayına götürdü. Adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın vermelerini emretti. Kemiği terâzinin bir kefesine koydular, öbür kefesine de altınları koymaya başladılar. Beş, on, yirmi, elli diye altınları doldurdular ama kemik yerinden oynamadı. Zâhiren 4-5 altını zor tartar göründüğü halde onlarca altın koydular, kemik bana mısın demedi. Altını doldurmaya devam ettiler, terâzinin kefesi dolup taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamadı. Bunda bir sır olduğunu fark ettiler. Bir bilgeyi çağırıp bu sırrın ne olabileceğini sordular. Bilge, kemiği eline alarak küçük bir tedkîkten geçirdikten sonra şu açıklamada bulundu: “Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur. Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine yerinden oynamaz, çünki doymaz. Ama bir avuç toprak bunu doyurur.” Nitekim bilge bir avuç toprak alıp terâzinin kefesine koydu ve kemiğin bulunduğu kefe hemen yukarı kalkıverdi.  

İrfan MEKTEBİ 01 Ekim
Konu resmiİki Deniz
İtikad

Filistin’de iki deniz varmış. Bu denizlerden birinde balıklar yaşarmış. Bu denizin suları mas­mavi ve tertemizmiş. Bu denizin hemen yanı başında olan diğer denizin suyu mavi değil, kirli renkliymiş. O denizin içinde balıklar yokmuş. Kıyılarında insanlar dolaşmazlarmış. Bu iki denize aynı nehrin suları akarmış. Nehrin dağlardan getirdiği temiz sular birinci denizin suyunu taze­ler, rengini mavileştirirmiş. Nehir ikinci denize de aynı temiz suları getirdiği halde kirli kalırmış. Öyle ki, bu denize “ölü deniz” denir olmuş. İki denizin birbirinden tek farkı neymiş biliyor mu­sunuz? Mavi olan deniz, nehrin getirdiği suları başka denizlere taşırmış. Yani aldığı kadar ve­rirmiş de. Ölü denizse aldığını kendinde saklar, bir damla suyu bile başkasına vermezmiş. Aldı­ğını veren deniz mavi ve canlıymış. Aldığını sak­layan denizse kirli ve ölüymüş “İşte böyle!” de­di babam, “Vermek insanı yaşatır, saklamak ve biriktirmek insanı öldürür.” Sonra haritayı açtık ve bu iki denizi bulduk. Hakîkaten de, birincisinin adı Gāfile, ikincisinin adı “Ölü Deniz” di. Biz de eğer ölü deniz gibi olmak istemiyorsak, Allah’ın bize verdiği ni‘metlerden muhtaç olanlara da vermemiz gerekir. Öyle değil mi?

İrfan MEKTEBİ 01 Ekim
Konu resmiHanımlarda Gayet Yüksek Bir Kahramanlık Var
İnsan

Risâle-i Nur, güzel ahlâklı fertler, dünya ve âhirette çiçek açacak nesiller, hayat ve sanatın terakkisine hizmet edecek toplumlar oluşturacak bir manevîüniversitedir.  Bu üniversitenin hanım talebeleri, iman ve ahlâk üzere en güzel bir şekilde eğitim alarak nesl-i atinin en tesirli öğretmenleri olabilirler ve inşallah olmaktadırlar.

İrfan MEKTEBİ 01 Ekim
Konu resmiYaşayan ve Yaşamayan Şirket
İnsan

Şirketi bir makine olarak görmek, onun tek kimlik anlayışının, ona kurucuları tarafından verilen kimlik olduğunu düşünmektir. Oysa şirketleri canlı bir varlık olarak görmek, onun kendine özgü bir kimlik anlayışı, kendi kişiliği olduğunu kabul etmek demektir. Tüzel kişiliği olsun veya olmasın kâr amaçlı ekonomik etkinlik birimi olan bir şirket, ürün veya hizmet üretir. Bir şirket sosyolojik bir birim olarak düşünüldüğünde ise, başka insanlar için değer oluşturmak gayesiyle insanların bir araya gelmesinden oluşan bir yapıyı ifade eder.  Japonca’da karşılığı toplanma ve bereket kanjilerinden (Çince yazı karakterlerine Japonca’da verilen isim) oluşup insanların kutsal bir çatı altında bir araya gelerek bir şeyler üretmesi manasına gelmektedir. Kapitalizmin Batı Avrupa’da ortaya çıkışından yirminci yüzyılın ortalarındaki yönetim devrimine kadar olan süreçte şirketler temel yapısal değişikliklere uğradı. İlk ortaya çıktıklarında şirketler tek kişi tarafından sahip olunan yine aynı kişi tarafından yönetilen ve işinde bizatihi yine o kişi tarafından yapıldığı, diğer çalışanların da somut olarak o kişiyle ilişkide bulunduğu bir yapı şeklindeydi. Anonim şirketlerin ortaya çıkması ve borsanın işleyişiyle, yönetim ve sermaye tek kişiden çok kişiye yayılıp kolektif bir yapıya dönüşerek birbirinden ayrıldı. Bununla birlikte çalışanlar sendikalaşma yoluyla kolektif olarak işverenlerle ilişkilerini düzenlemeye başladı.  Bu gelişmelere paralel bir hızda değişmeyen tek şey şirketin zihinlerdeki tanımıydı. Bu tanıma göre bir şirket makine gibi tıkır tıkır işlemeliydi. Bir şirketi böyle düşünmek büyük bir yanılgıdır. Yanılgıdır, çünkü o bir topluluktur ve buna göre dinamikleri vardır. Bir arabanın tekerleklerden, bir şaseden ve aktarma organlarından ibaret olması gibi, bütünlerin parçadan oluştuğunu düşündürür bize. Bu düşünüş biçimine göre, bütün, parçalardan oluşur ve verimli çalışabilmesi o parçalara bağlıdır. Bir parça bozuksa, onarılmalı veya değiştirilmelidir. Bu, makinelere dair gayet mantıklı bir düşünme biçimi olabilir. Ama canlı sistemler farklıdır. Parçalarının salt montajlanmasından ibaret değildir. Şirketi canlı bir varlık olarak gören ile para basan bir makine olarak gören bu iki yaklaşımın arasındaki karşıtlık, yönetimle ve kuruluşlarla ilgili bir dizi can alıcı varsayımı aydınlatır. Şirketi bir makine olarak görmek, onu sabit, durağan bir şey saymaktır. Onun ancak bir başkası tarafından değiştirildiği takdirde değişebileceğini düşünmek demektir. Oysa şirketi canlı bir varlık olarak görmek, onun doğal olarak değişim göstereceğini kabul etmektir. Şirketi bir makine olarak görmek, onun tek kimlik anlayışının, ona kurucuları tarafından verilen kimlik olduğunu düşünmektir. Oysa şirketleri canlı bir varlık olarak görmek, onun kendine özgü bir kimlik anlayışı, kendi kişiliği olduğunu kabul etmek demektir. Şirketi bir makine olarak görmek, yönetim tarafından yeniden kurulmadığı takdirde onun sönüp gideceğini düşünmektir. Oysa şirketi canlı bir varlık olarak görmek, onun kendine özgü hedefleri olduğunu ve özerk davranış gösterme kapasitesine sahip olduğunu kabul etmek demektir. Şirketi bir makine olarak görmek, hatta daha da kötüsü şirket çalışanlarını ve üyelerini, “beşeri kaynak”, yani gerektiğinde kullanılmak üzere hazır bulunan insan stoku olduğunu düşünmektir. Oysa şirketi canlı bir varlık olarak görmek, şirketi insanlardan kurulu çalışma toplulukları olarak kabul etmeye götürür. Eğer, gerçekten, çalışanlar onların birer parçası olageldiği şirketleri bir makine olarak görüyorsa, onlar da o makinelerdeki birer mekanik unsur sayılır. Çünkü makinelerin canlı parçaları olmaz. Bu gerçek, birçoğunda kendi kuruluşlarına karşı derin bir soğukluk oluşturup geliştirmiştir. Her biri, şu ya da bu düzeyde, makineleştirilmiş olmaktan, bir makineye uyacak hale getirilmiş olmaktan derin bir hoşnutsuzluk ve öfke duyar. Şirketlerin başarısızlığa uğrayıp zamansız ölmeleri, yönetimlerindeki baskın düşünce ve dilin, pek dar bir biçimde, baskın ekonomi düşüncesi ve dili üzerine kurulmuş olmasıdır. Bir başka deyişle, bu şirketler, yöneticileri tüm dikkatlerini mal ve hizmet üretimine ilişkin ekonomik etkinlik üzerinde topladıkları ve kendi kuruluşlarının gerçek doğasının aslında insanlardan kurulu bir topluluk olduğunu unuttukları için ölürler. İstatistiklerde de görülmektedir ki kurulan firmaların %80’i ilk beş yıl içerisinde geriye kalan firmaların %80’i de ikinci beş yılda kapanmaktadır. Yani her 100 firmadan sadece 4 tanesi on seneden fazla yaşamaktadır. Başka bir deyişle şirketler kurucularından önce ölmekte ve çalışanların da çalıştıkları şirketlerden emekli olma şansı bulunmamaktadır. Bu verileri destekleyici bir başka çalışmada Amsterdam’daki Stratix Grubu’ndan araştırmacı Ellen de Rooj tarafından yapılmştır. Japonya ve Avrupa’daki şirketler arasında yaptığı yeni bir araştırma, boyut ayrımı olmaksızın, şirketlerin ortalama yaşam beklentilerinin yalnızca 12,5 yıl olduğunu ortaya çıkarmıştır. SONUÇ İlk yapmamız gereken düşünce biçimimizi değiştirmektir. Şirketin ne olduğunu sadece dışarısı ile ilgili ilişkileri ile değil esas olarak kendi içindeki ilişkilerle tanımlamak gerekir. Özellikle şahıs ve âile şirketlerinde, işletme kişinin ya da âilenin bir uzantısıymış gibi kişiye ya da âileye hizmet eden bir yapı olarak görülmektedir. Şirketlerin yaşadıkları sorunların bir kısmı da bu yanılgıdan kaynaklanmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse, geleneksel yönetim anlayışı anaparayı koruyup en yüksek düzeye çıkarma düşüncesine saplanıp kalmıştır. Ama son elli yıl içinde, işletmecilik dünyası anaparanın egemen olduğu bir dünyadan sıyrılıp, bilginin egemen olduğu bir ortama dönüşmüştür. Son birkaç yılda ortaya çıkmış olan kurumsal öğrenme konusuna duyulan ilginin nedeni de bu değişimdir. Yöneticiler artık, şirketleri öğrenme hızını arttırtamadığı takdirde, en önemli varlıklarının durağanlaşacağının ve rakip şirketlerin onları hızla yakalayıp geçeceğinin farkındadırlar. Şirketlerin yöneticileri, kendi önceliklerini değiştirmek, şirketleri sermayeyi en etkin biçimde çalıştırmak yerine, insanları en etkin biçimde çalıştırmaya yönelmek zorundadırlar. Şirketlerde insanlar bilginin taşıyıcısıdırlar; bu yüzden de şirketin varlığının asıl kaynağı artık onlardır. Başarılı şirket, en etkili biçimde öğrenebilen şirkettir. Şirketin içinden bakıldığında, başarı, insanlarla ilişkililerdeki beceriye; kuruluş içinde tutarlı bir bilgi temeli bulup geliştirmeye bağlıdır. Girişimcilerimizin en büyük yanılgısı başarı kaynağı olarak ürün ve hizmetleri, pazar bulmayı ve pazarda ‘şanslı bir boşluğu’ görmeleridir. Hâlbuki başarının kaynağı ‘İş’ değil ‘İşletme’dir. Bu yazıyla ilgili kaynak kitaplar: Yaşayan Şirket - Arie De Geus Şimdi- Burada - P.Senge, C.Otto Scharmer, J.Jaworski, B.Sue Flowers

İsmail BOZTEMİR 01 Ekim
Konu resmiİrfan Mektebi Dergisine Teşekkür Ediyoruz
Eğitimİnsan

rfan Mektebi Dergisi,  bir birinden güzel hakikatleri daha çok okuyucuya ulaştırıp onlarında istifadelerini temin maksadıyla bir kampanya tertiplemişti: “Mübarek beldelere seyahate çıkıyoruz.” sloganıyla başlayan bu kampanyanın ilk çekilişi nisan ayında yapıldı. Bu çekilişin neticesinde üç arkadaşımız Kudüs’e, üç arkadaşımız Şam’a, beş arkadaşımız da Hicaz’a gitmeye hak kazandı. Rabbimiz lütfundan, fazlından bize de en mukaddes beldeye, Haremeyn-i Şerîfeyn’e gitmeyi, umre ibadetini yapmayı ihsan etti. İrfan Mektebi dergisinin bu hediyesi, inanan bir insana verilebilecek en anlamlı ve en güzel bir hediyeydi elbette. Her şeyden önce bu bir fırsattı. Günahlardan, haramlardan sıyrılıp, gafletten uyanma fırsatı. En Sevgili’ye kavuşma, Âlemlerin Rabbi’nin Beyt’ine misafir olma, İslâm kardeşliğini yaşama fırsatı. Bunlar gibi birçok güzelliğin yaşanabileceği bir fırsatlar yolculuğu. Başka hangi seyahat böylesine maddi manevi güzellikleri bir anda yaşatabilirdi. Çünkü bu seyahat İstanbul’dan Hicaz’a 3-4 saatlik bir seyahat değildi. Asıl yolculuk ondan sonra başlıyordu. Ebedî Dost’a, Refîk-i A’lâ’ya giden, belki kabiliyetlerimiz nisbetinde genişleyen ve devam eden kutsi bir seyahat ve bir miraç. Birçok farklı ibadet ve tefekkürün, adeta nurani bir ziyafetin bir anda önüne açılıvermesi. Öncelikle ihram; âdeta bir rabıta-i mevt. Beşeri kıyafetlerden çıkıp bir anda bembeyaz bir kefene sarılmak, dünyevi zevk ve şehvetlerden sıyrılıp, hiçbir canlıya, bir ota bir sineğe bile zarar vermeyen halim selim bir kul oluvermek. Ve “lebbeyk!” demek… “Buyur Allah’ım! Buyur Allah’ım! İşte kapına geldim. Her ne kadar günahkâr olsam da, hiç yüzüm olmasa da geldim. Senin kapından başka bir kapı yok ki ona gideyim. Buyur! Hakkımda fermanın ne olursa razıyım. Ne dilersen, ne emredersen buyur!” Sonra dönmek, tavaf eylemek ışığın etrafında yanmak pahasına dönen pervaneler gibi. Aşkına yanmak için dönmek. Yıldızların güneşin cezbesine tutulması gibi, Beytullah’ın cezbesine tutulmak. İkram edenlerin en keremlisinin ihsanını, onun zemzemini, cennette Kevser Suyunu yudumlamak duasıyla yudumlamak. Sonra zemzemin ihsanına vesile olan teslimiyeti hatırlamak. Onu taşların arasından fışkırtan iman dolu ana yüreğini hissetmek. Mahşer gününün susuzluğunu, koşuşturmasını hatırlayıp af ve mağfiret istemek. Sonra, Alemlerin Sultanı (asm) gibi Safâ Tepesi’nden, gözlerin nuru Kâbe’ye bakmak. Onu edeple selamlayıp Merve’ye koşmak. Sonunda, nasıl o mübarek annemiz rahmete, âb-ı hayata kavuştuysa bir olan Allah’ın rızasına, onun sonsuz şefkatine ve merhametine, cennet ve cemaline kavuşmak. Tekrar tekrar gelmek dua ve niyazıyla Rabbimize hamd ve sena eylerken, bu güzel seyahate vesile olan İrfan Mektebi Dergisine teşekkürü bir borç biliyoruz.  Teşekkürler İrfan Mektebi.

Afra Betül IŞIKLI 01 Ekim
Konu resmiHücrelerimiz
Sağlık

Vücûdumuzdaki yaklaşık 200 çeşitli tipteki hücrenin aralarındaki en önemli farklılık şekilleridir. Bunların hepsi temelde aynı mekanizmalara sâhib olmalarına rağmen, mükemmel şekilleri ile görev yaptıkları bölgede en yüksek verimi alacak şekilde yaratılmışlardır. Farklı şekillere sâhib hücrelere iki örnek sinir ve kan hücreleridir. Sinir hücrelerinin omurilikten ayağa kadar uzanan yaklaşık 1 metrelik uzantıları vardır. Bu sâyede uyarılar bir hücreden diğerine atlayarak hiç vakit kaybı olmadan tek bir hat üzerinden hızla gidecekleri bölgeye ulaşırlar. Kan hücreleri ise sinir hücrelerinin aksine sâdece 7 mikrometre (bir mikrometre, milimetrenin binde biri) boyundadır. Böylesine minik bir boyuta sâhib olmaları onların mikroskobik boyuttaki kılcal damarlardan sıkışmadan geçebilmelerini sağlar. Ayrıca kudret onları öyle güzel şekillendirmiştir ki; küçük birer diski andıran bu hücrelerin her iki yüzünün de içe doğru çukur olması onların oksijen ve karbondioksit alışverişi için maksimum yüzey alanına sâhib olmalarını sağlar.  

İrfan MEKTEBİ 01 Ekim
Konu resmiMaddîyunluk Tahtındaki İnsanlık
İnsan

İman demek güzel nazar demektir. Ölü zannettiğimiz cansız mahlûklar diri, dilsiz ve sessiz zannettiklerimiz zikirde, ağlıyor zannettiklerimiz aslında bâkî âlemde kavuşmadadırlar. Bir sineğe veya çiçeğe manasını düşünerek bak ve dinle!. Dağları ve denizleri ruhanilerle dolu düşün!, İnsanların her birine eşrefi mahlukat olarak bak anlamaya çalış!. O zaman anlamsız dünya nasıl anlam kazanır. Hani ona bir ikindi sonrası (bir ayağını tırnağı üzerine kaldırıp diğer) üç ayağı üzerine duran ve sür’atli koşan atlar arz edilmişti. Bu yüzden demişti ki: “Doğrusu ben Rabbimin zikrinden (cihada yarayışlı hayvanlar olmasından) dolayı hayra muhabbeti (o atları) sevdim.” Nihâyet (eğitilen o atlar sür’atle koştular da sanki ufukta) perdenin arkasına gizlendiler. (gözden kayboldular).” (Sâd, 31-32) Bu âyeti ilk okuduğum zaman tanıdık bir ses de bana içimden aynısını söylüyordu. Ben bana verilen güzel şeyleri Allah’ı hatırlattıkları için seviyorum. Tıpkı Hz. Süleyman’ın söylediği gibi… Sâd suresinde Hz. Süleyman’ın safkan Arap atlarından bahsedilir ve Süleyman (as)  onların başlarını ve bellerini sıvazlarken “Muhakkak ki ben bunları cihatta kullanıldıkları için seviyorum” der, onlara binip ufukta kaybolurdu. Ama bir gün onlara binerken ikindi namazını geçirince, malı ona Rabbini unutturduğu için Rabbi tarafından tahtında hareketsiz bir ceset gibi bırakılarak imtihana tabi tutulur. Öyle zayıflamıştır ki kemikleri belli olur haldedir. Sonra bir duâ gelir ardından ve şöyle der Hz. Süleyman: “Rabbim!  Bana mağfiret buyur ve bana benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir saltanat ihsan et! Şüphesiz ki Vehhab (çok ihsan edici) olan ancak sensin!.” (Sâd, 35)  Ve Cenâb-ı Hak bu duâsını kabul eder, onu iyileştirir, ona benzersiz bir saltanat ve mülk ihsan eder, rüzgârı da emrine verir. Aslında Hz. Süleyman’ın bu istiğfardan sonra mülk istemesi çelişkili bir durum gibi gözükür; atlara yani malına muhabbeti onu bu hale getirdiği halde o duâsında mal ve saltanat istemiş ve duâsı kabul edilmiştir. Peki, imtihan öncesi ve sonrası ne değişmiştir. İşte bu imtihanla, en can alıcı nokta   “nazarı”, yani hadiselere bakış açısı farklılaşmış, Allah namına onun rızası doğrultusunda kullanılacak, onu unutturmayacak bir mülk istemiştir. Bu yüzyılın insanı da san’atta, zenginlikte ve teknolojide ilerledikleri halde bir türlü istedikleri mesut hayata kavuşamamalarının sırrı, nazar yani bakış açılarının imanla nurlanmadığındandır… Daha rahat hayat için çalış, kazan ama o rahatlığı yaşayamadan daha lüksü için daha çok çalış ve böyle bir kısır döngü içinde ihmal edilen nice hayırlı işler, ertelenen ibadetler… Ve biraz durup da “Ben bu karmaşanın neresindeyim?” diye düşünmeden başka hedeflere takılıp yiten, biten hayatlar… Bu asrın insanının âcizliği, ömrü, güç ve kuvveti  önceki nesillerden daha az olduğundan bir nimet olarak demiri ve çeliği emrine verip ona yüksek bir saltanat ve halifelik ihsan edildiği halde; o insan, iletişim araçları, uçaklar, gemiler vs.. yaparak aslında tüm dünyayı ve üzerinde yaşanan hadiselere vakıf olup ders alacakken, bunları insanlığı tahrip, savaş ve sömürge için kullanmaya başlayınca yani Allah’ı unutunca, o çok sevdikleri hayatları da  Hz. Süleyman’ın tahtında mahsur kalıp kıpırdayamaması gibi bu günkü insanlık da o maddîyunlukta çakılmış başka bir şey düşünemez  hale gelmiş, cemiyet hayatı felce uğramıştır. Müslümanların ve insanlığın bu yaralarına çare yine Kur’ân-ı Kerîm’den gelir: “Rabbinden seni,  O’na ulaştıracak bir mülk iste!” Çünkü elinde O’nun vereceği imkânlar olmadan bu asrın şartlarına da ayak uyduramazsın. Asra göre ihtiyaçlar ve talepler değişir ve insan bunlar olmadan yapamaz. Bütün dünyanın uğrunda savaşlar yaptığı petrol, ulaşım araçları bulunmadan, elektrik keşfedilmeden bulunsa, insanlar yüzüne bakmazdı herhalde. Lakin yükselen medeniyet ve onun içerisinde, bizi manevî yükselişe götüren yollar da bu imkânları kullanmayı gerektiriyor. Bu asırda Cenâb-ı Hakkın insana ihsan ettiği teknolojiye, maddeten terakkiye ihtiyacımız var. Madem ihtiyacımız var istemeli ama O’nun namına O’nun için ve O’ndan istenmeli, yoksa istenen şey ya fayda vermez ya da arkadaşlığı kabre kadar sürer. İman demek güzel nazar demektir. Ölü zannettiğimiz cansız mahlûklar diri, dilsiz ve sessiz zannettiklerimiz zikirde, ağlıyor zannettiklerimiz aslında bâkî âlemde kavuşmadadırlar. Her hadise onun çarklarının dişlilerindedir ve bizlere lisan-ı halleriyle bir şeyler anlatırlar. Nazar yani bakış açımız güzelse her şey, her hadise bizi Hakka yaklaştırır. İnsan, nazar ve niyetiyle gönlünü gül gülistan edebilir ve amel defterine bir basit hareketi sevap olarak yazdırabilir. Bir sineğe veya çiçeğe manasını düşünerek bak ve dinle!. Dağları ve denizleri ruhanilerle dolu düşün!, İnsanların her birine eşrefi mahlukat olarak bak anlamaya çalış!. O zaman anlamsız dünya nasıl anlam kazanır. Ve şu maddîyunluk pençesindeki insanlardan her birinin birer Süleyman olup insanlık tahtından tekrar dirileceği günleri hayal et! O zaman içinde insanlığa dair beslediğin tüm güzel niyetlerin mükâfatlarının, ruhundaki gül bahçelerinde esintilerini hissedeceksin.a

Asuman CİHAN 01 Ekim
Konu resmiBediüzzaman*
Risale-i Nur

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi? Said Nûr en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci‘, bir softa diye takdîm olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek. O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu. O hapishânelerden hapishânelere atıldı. Hapishâneler, zindânlar onun sâyesinde medrese-i Yûsufiye oldu. Said Nûr zindânları nûr, gönülleri nûr eyledi. Nice azılı kâtiller, nice nizâm ve ırz düşmanları, bu îmân âbidesinin karşısında eridiler; sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halîm selîm mü’minler hâline hayırlı vatandaşlar hâline geldiler... Sizin hangi mektebleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir? Onu diyâr diyâr sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kânunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishâne duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesâfetler; din, aşk, îmân sâyesinde letâfetler hâline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdîd ve tehdîtleri, ruh âleminin ummânlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı; üniversitelerin kapılarına kadar dayandı. *Osman Yüksel SERDENGEÇTİ

İrfan MEKTEBİ 01 Ekim
Konu resmiKararlı-Yorum
İtikad

“AZMİN NEDEN BÖYLE SÜREKSİZ? SEN Mİ, YOKSA DAVAN MI YÜREKSİZ?” (M. Akif Ersoy) Niyetlerin öğrenilmesi, emellerin amel programlarının takvime bağlanması, kuvveden fiile geçerken ruh ve zihin disiplininin başarı için ön şart olduğuna önceki sayıda kısaca değinmiştim. Sevgili okuyucularımın muhabbet dolu, şevkimi arttırıcı geribildirimlerine bu satırlardan tekrar teşekkür etmek istiyorum. Emellerinizin amel programlarının izini sürerken kendi zihin haritanızda yer vermediğiniz yeni durumlarla karşılaştığımızda; “Hayırdır İnşallah” dedikten sonra, endişeli nazarlarla yaptığınız durum değerlendirmelerinizi hatırlıyor musunuz? Tabiatımız gereği, değişik durumla karşılaştığımız da bilinçdışı zihnimiz bizi koruma altına alır. Problem karşısında temkinli davranırız, duruma dayanıklılık gösteremeyeceğimiz kanaati gelişince de menfi düşünceler baş gösterir, sonraki adım ümitsizlik, maazallah! “Kararlılık”, bir konuda sebat göstermek, sonuca ulaşmada hiçbir engel tanımamak ve azimle gayret ederek her ne olursa olsun yapılması gerekenleri yerine getirmek anlamına gelir. Problemlerin çözümü için kararlılık, niyete bağlı azmin sürmesine en iyi destekçimizdir. Aldığınız kararlarda ne kadar isabetliyiz? “İşimi doğru yapıyorum” demek istenen sonuca daha yeni, daha iyi bir katkı sağlamaz, faal kişiler “doğru olanın ne olduğunu” bilmek isterler. “Bizim için doğru olan nedir?” sorusu, doğru olan kararın alınmasını garanti etmez. En faal, zeki yönetici bile insandır ve yanlışlara ve önyargılara açıktır. Yine de söz konusu soruyu sormamak kesinlikle yanlış kararın kapısını açar.   İyi karar alıcılar karar almanın kendine has bir süreci ve kendine has kesin tanımlanmış ilke ve adımlan olduğunu bilirler. Her karar risklidir: mevcut kaynakların belirsiz ve bi­linemez bir geleceğe bağlanmasıdır. Süreçte tek bir şey ol­sun ihmal ederseniz, karar tıpkı kötü inşa edilmiş bir duvarın bir depremde çökeceği gibi yerle bir olacaktır. Ama eğer süreç özenle izlenir ve gerekli adımlar atılırsa risk asgariye inecek ve kararın başarılı sonuçlar üretme şansı artacaktır. Yönetim düşüncesinin uzmanları “Etkin Kararlar” almanın altı öğesini şöyle sıralıyor: Yöneticiler ve bilgisinin otoritesini kullanarak çalışanlar, etkin karar almanın altı prensibini izleyerek karar almanın riskini asgariye indirirler. Bu altı prensip şunlardır: Problemi Sınıflandırmak “…bu genel bir durum mu, yoksa bir istisna mı?” Problemi Tanımlamak “…Neyle ilgili?”, “Uygun olan nedir?”, “Durumda anahtar rol oynayan nedir?” Kararın Özellikleri “…yerine getirilmesi gereken şeylerin neler olduğunun bilinmesidir.” Neyin Doğru Olduğuna Karar Vermek “…Kabul edilebilir olandan ya da (kimin haklı olduğundan) çok doğru olandan başlamak gerekir.” Karara Eylem Katmak “…eyleme dönüşmedikçe bir karar karar değildir, olsa olsa iyi niyettir.” Kararı Gerçek Sonuçlarla Karşılaştırarak Test Etmek “…temelinde yatan beklentileri sürekli gerçek olaylarla karşılaştırarak test etmek için karara bir geribildirim mekanizması katmak gerekir. Raporlara ve rakamlara ihtiyaç vardır.” Kararlarımızın sorumluluğu cihetiyle, kararın sahiplenilmesi için; Uygulamaktan sorumlu kişinin adı Sürecin tamamlanış tarihi Karardan etkileneceklerin dolayısıyla onu bilmesi, anlaması ve onaylaması –ya da en azından karşı çıkmaması- gereken kişilerin isimleri Doğrudan etkilenmeyecek olsalar da karar hakkında bilgi sahibi olmaları gereken kişilerin isimleri karar alıcılar tarafından belirlenip, bildirilmelidir. Bu temeller sağlanmadığından fevkalade sayıda kurumsal karar problemle karşılaşmaktadır. Kararları belli aralıklarla gözden geçirmekte özenli karar almak kadar önemlidir. Bu sayede kötü bir karar tahribata yol açmadan düzeltilebilir. Gözden geçirmeler sonuçlardan kararın temelindeki varsayımlara kadar her şeyi kapsayabilir. Etkin karalar almak faal yöneticiler kadar bilgi otoritesini kullanarak çalışanlar içinde mühimdir. Niyetlerin fiile dönüştüğü süreçte azim ve kararlılığın sürekliliği değerlidir, sürekliliğinin birincil kaynağı ise “hayat için güdülen dava”dır. Niyetler için kararlılık ve azimde problem yaşandığına şahit olduğumda,  M. Akif Ersoy un safahatından şu satırı hatırlıyorum “Azmin neden böyle süreksiz? Sen mi, yoksa davan mı yüreksiz?” Kendi sorguladığımda ürperiyorum. Şimdilik bu kadar; bu defa da “Kararlı-Yorum” Gayret bizden tevfik Allah’tan(c.c). Bir sonraki yazımda “Yanlış Kararların sebeplerine Örnekler” i sizlerle paylaşmak istiyorum. Sağlıcakla, muhabbetle kalın.

H. Gökhan KARAÇİVİ 01 Ekim
Konu resmi100 Soruda Hadis İlmi
İtikad

Hadis nedir? Hadis; söz, fiil, takrir, yaratılış ve huyla ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygamber’e (veya sahabe ve tabiûna) izafe edilen her şeydir.[1] Hadis usûlü nedir? Hadisleri kabul veya red bakımından sened ve metin durumunu bildiren ilimdir. Hadis usûlü adıyla incelediğimiz konu aslında hadis usûlu bilimidir.[2] Usul ve ıstılah kelimeleri ne demektir? Usul, asl’ın çoğuludur. Asıllar, kökler, kaynaklar manasına gelmektedir. Terim olarak yol, yöntem, nizam, kaide, düzen ve metod anlamlarında kullanılmaktadır. Bu manada bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi gerekli esaslar, prensipler ve başlangıç bilgileri ve tekniklerini ifade etmektedir.[3] Istılah, salaha kök fiilinden ifti’al babından kaidenin zıttıdır ve uygunluk anlamını verir. Çoğulu, ‘ıstılahât’tır. Hadis terimi olarak, hadis âlimlerini bir kelimeyi sözlük anlamından ayrı özel bir manada kullanmalarına ve bu kelimenin sözlük manasından çıkarak Hadis İlminde kazandığı hususi manaya delâlet etmek üzere kullanılışına denir. Günümüzde kullanılan terim karşılığıdır. Bir kelimenin Hadis İlminde aldığı ıstılah manasını sözlük manasıyla ilgisi bazı kelimelerde varsa da kimilerinde yoktur. Söz gelişi mevzû ıstılahının manası, aslındaki uydurmak manasıyla yakında ilgilidir. Buna karşılık sözlükte iyi ve güzel anlamına gelen hasen sıfatının Hadis İlmindeki ıstılah manasının sözlük anlamıyla hiçbir anlamı yoktur.[4]      Hadis usûlü kaynaklarından 10 tane sayar mısınız? El-Muhaddisu’l-Fasıl Beyne’r-Râvi ve’l-Va’i Müellifi er-Ramehürmizi diye meşhur olan Ebu Muhammed el-Hasen b. Abdirrahman b. Hallad (v.360/971)dır. Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadis Ebu Abdillah el-Hakim en-Neyaburi (v.405/1014) tarafından, değişik bir tertip ile usul konularını 52 nevi içinde işleyen bir kitap olarak telif edilmiştir. El-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye Hadis ilimleri sahasında birçok kaynak eser vermiş olan el-Hatib el-Bağdadi (v.463/1071)’ ye ait bu eser, ilk kitaptan daha hacimlidir. El-İlma’ila Ma’rifet-i Usuli’r-Rivâye ve Takyidi’s-Semâ Ebu’l- Fald İyaz b. Musa el-Yahsubi(v. 544/1149), meşhur adıyla Kadı İyaz tarafından kaleme alınmış olan el-İlma’ , Mağribte yazılmış ilk hadis usûlüdür. Ulûmu’l-Hadis Ebu Amr Takiyuddin Osman b. Abdirrahman eş-Şehrizuri (v.643/1245) tarafından yazılmıştır. Eşrefiyye Daru’l-hadisindeki hocalık yıllarında ders notları olarak hazırlanmış, daha sonra bir araya getirilmiş. Et-Takrîb ve’t-Teysir li Ehadis’l’-Beşeri’n-Nezir Yahya b. Şerefüddin en-Nevevi (v,676/1277) tarafından Ulumu’l-hadis’ in ihtisarı olarak meydana getirilmiştir. İhtisaru Ulûmi’l-Hadis Ebu’l-Fida İmaduddin İsmail b. Kesir (v. 774/1372) tarafından Ulumi’l-hadis ‘in tertibi bozulmadan yapılan ihtisardır Nuhbetü’l-Fiker fî Mustalahi Ehli’l-Eser İbn Hacer el-Askalanî (v.852/1448)’ye ait olan Nuhbetu’l-fiker, aslında Ulumu’l -hadis’i esas alan bir özet çalışmadır. Ancak İbn Hacer, konuları kendisine göre yeniden bir tertib ve tanzime tabi tutmuştur. Tedribu’r-Râvi fî Şerh-i Takribi’n-Nevevî Celaleddin es-Suyuti (v.911/1505) nin Takribü’n-Nevevi üzerine yazdığı bu şerh, müstakil bir hadis usülü eseriymiş gibi itibar görmüştür. Kavaidu’t-Tahdis min Funûni Mustalahı’l-Hadis[5] Şeyh Cemaleddin el-Kasimi (v.1332/1914) tarafından önceki eserlerden yapılan seçmelerle meydana getirilmiş olan eser, bu mahiyetine rağmen seçmede gösterilen başarı dolayısıyla müstakil bir usul eseri gibi itibar görmüştür. 5- Sened ne demektir? Sened biri diğerinden almak ve nakletmek şartıyla hadisi rivâyet eden kişilerin-Resûlullah’a kadar- sıralandığı kısımdır. Bir anlamda bu kısım o hadisi nakleden (‘râvi’)lerin isim zinciridir. Hadisin bize kimler aracılığı ile ulaştığını gösteren belgedir.[6] 6-Metn ne demektir? Hadisin yapısında asıl kısım metn teşkil eder. Metn senedin kendi de son bulunduğu sözlü kısımdır.[7] 7-Hadis öğrenim ve öğretim yolları nelerdir? Sema’, Kıraat, İcâzet, Münâvele, Kitâbet, İ’lâm, Vasiyyet, Vicâde. Sema’ Hocanın, ezberinden veya yazılı bir metinden okuyarak rivâyette bulunması; öğrencinin, bu rivâyeti almasına sema’ denir Kıraat Hocanın huzurunda talebe ezberinden veya elindeki kitaptan hadisi okur. Hoca da ezberinden veya elindeki nüshadan takip ederek dinler. Gerektikçe düzeltme yapar. Bu yolla öğrenci o hadisleri hocadan almış olur. Bu usûle kıraat veya arz denir.   İcâzet Hocanın talebesine duyduklarını veya kitaplarını rivâyete izin vermesine icâzet denir. Münâvele Kendisinden nakl ve rivâyet etmesi için hocanın, öğrencisine bir kitap veya yazılı bir metin vermesine münâvele denir. Kitâbet Huzurunda bulunan veya bulunmayan bir öğrencisi içinhocanın kendi eliyle bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya göndermesine kitâbet denilir. İ’lâm Hocanın, icâzetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı için sadece (benim rivâyetim işte budur) diye açıklamada bulunmasına i’lâm denir Vasiyyet Ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın –rivâyet izninden söz etmeksizin – kitabını öğrencilerinden birine rivâyet etmesidir. Vicâde Bir kimsenin yazma bir risâle veya kitabı bulması, ele geçirmesine vicade denir. Kitabın müellifi ile bulan (vâcid) arasında bir ilişkinin bulunması veya bulunmaması neticeyi değiştirmez. Bulduğu hadisleri vâcidin’ sema veya icazete delalet eden lafızlarla rivâyet etmesi caiz değildir.[8] 8-Râvi kime denir? Cevap: Sözlükte nakleden taşıyan ve ileten anlamlarına gelen râvi kelimesi terim olarak husûsî öğrenip edâ terimlerinden biriyle kendisinden sonrakilere nakleden hadisçi demektir. Çoğulu ruvât’tır.[9] 9-Râvinin vasıfları nelerdir? Râvide aranan vasıflar önce adâlet ve zabt olmak üzere ikiye ayrılır. Sonra her biri kendi arasında tamamlayıcı kısımlara yer verir.[10] 10-Adâlet ne demektir? Râvide aşağıda bulunan 9 hususiyete verilen genel ıstılahtır. 1-Akl 2-Buluğ 3-İslâm 4-Îtikat 5-Diyânet 6-Sıdk 7-Mürüvvet 8-Şöhret 9-Lika[11] 11- Zabt ne demektır? İnsanın işittiği herhangi bir şeyi aradan uzun zaman geçmiş olsa bile dilediği anda hatırlayabilecek bir şekilde iyi belleyip hıfzetme yeteneğine sahip olması mânâsına gelen zabt, hadis ıstılahında, rivâyetinin kabulü için bir râvide bulunması gereken iki önemli sıfattan birini teşkil eder. Bu iki sıfat bir râvide birleştiği zaman o râvi, sîka (güvenilir) olma vasfını kazanır. Diğer sıfat daha önce üzerinde durduğumuz adelettir.[12] 12-Cerh ve tadil ne demektir? Cerh ve tadil ilmi, râvileri adâlet ve zabt yönleriyle inceleyen bir ilimdir. Cerh, kelime olarak, yaralamak, ta’dil de adâleti beyan etmek mânâsına gelir. Hadis ıstılahı olarak cerh, râvinin adâlet ve zabt yönünden eksiklerini söylemektir. Ta’dil ise râvinin adâlet ve zabt sıfatlarını taşıdığını ifade etmektir.[13] Çakan İsmail, Hadis Usûlü,s.25 Çakan, Hadis Usûlü,s.16 Çakan, Hadis Usûlü, s.13 Uğur Mücteba, Hadis Terimleri Sözlüğü, s.132 Çakan, Hadis Usûlü,s.16,17,18,19 Çakan, Hadis Usûlü,s.29 Çakan, Hadis Usûlü, s.35 Çakan, Hadis Usûlü, s.54-60 Çakan, Hadis Usûlü,  s.77 Canan, İbrahim, Hadis Usûlü ve Tarihi, s.459 Canan, İbrahim, Hadis Usûlü ve Tarihi, s.460-461-464 Koçyiğit, Talat, Hadis Usûlü, s.180 Canan,  İbrahim, Hadis Usûlü, s.459

Enes ÇALIK 01 Ekim
Konu resmiBedesten
Kültür ve Medeniyet

Ramazan-ı Şerif’te kitap fuarlarına büyük ilgi Türkiye Diyanet Vakfı, artık hatırı sayılır bir fuara dönüşen kitap şenliğini, ilk olarak Ankara Kocatepe Camii’nin avlusunda başlatmıştı. Başkent’in soğuk ve bürokrasi kokan iklimini ılıtan fuar, ilk birkaç yılın ardından İstanbul, Sultanahmet Camii’nin avlusuna da taşındı. Kocatepe ve Sultanahmet Kitap Fuarları geçmişte birer kültür merkezi olan camilerin unutulan yönünün yeniden hatırlanmasına vesile oluyor. İki camide başlatılan bu kültür faaliyeti, diğer camilere de örnek teşkil ediyor. Bu buluşmalar sayesinde yayıncılar, birbirinden istifade ediyor ve özellikle dini yayıncılıkta kalite giderek yükseliyor. Türkiye Diyanet Vakfı, Ramazan aylarında gelenek haline getirdiği Kitap ve Kültür Fuarı’nda kitapla okuyucuyu buluşturarak ilim, kültür ve medeniyet hayatımıza da katkıda bulunmaya çalışıyor. Bu fuarlar sadece kitapların satıldığı ya da tanıtıldığı fuarlar değil. Tüm maneviyatı ile Ramazan ayını idrak eden müminlere farklı bir ay yaşatmak için birçok etkinliği de içinde barındırıyor. Her yıl fuar kafeteryasında cuma, cumartesi ve pazar akşamları teravih namazı çıkışında canlı tasavvuf musikisi ve ney konseri veriliyor. Önceki yıllarda çocuk yayınlarının olmaması fuarlardaki eksiklerin başında gösteriliyordu. Son birkaç senedir bu eksiklik giderildi. Bu yıl fuar alanında çocuk yayınları için ayrı bir bölüm düzenlenmiş. Bu bölüm, tamamen çocuklar için yayın neşreden yayıncılara ayrılmış. Anne-babalar ve çocuklar istedikleri her türlü çocuk yayınlarını bir arada bulabilecekler. İstanbul Sultanahmet kitap fuarı bu yıl açılışını şairler ile yaptı. Bunun yanında birçok etkinliği de barındıran fuarda okuyucular tam bir kitap şöleni yaşadı. Ramazan’ın coşkusu kitapların büyülü dünyasıyla birleşince okuyuculara bu anın tadını çıkarmak kaldı. Zeytin’in Hayali sinemalarda Züleyha ÖZDEMiR Geçmiş sayılarda haberini duyurduğumuz ve çok kısa sürede Türkiye’de izleyeceğimiz çizgi sinema Zeytin’in Hayali gösterime girdi. 4 Eylül'de tüm Türkiye’de 100 kopya ile seyirci önüne çıkan filmin yapımcılığını Ella Prodüksiyon üstlendi. Ülkemizde sinema formatında yapılan ilk çizgi film olma özelliğin taşıyan film yapımı İstanbul animasyon stüdyolarında tamamlandı. Film, 2002 yılında Filistin’in Cenin kentinde sokakta bilye oynayan Faris ve arkadaşlarının aralarında geçen olaylarla başlar. Faris’in Ninesi Meryem, yeri geldikçe küçükken başından geçen olayları hatırlayıp torununa anlatıyor… Aziz Mahmûd Hüdâî ve divanı… Zafer Şık 400 sene evvel yaşamış bu mübarek zatın, ruhunun derinliklerinden nüfuz eden o güzel şiirler, el yazma nüshalar halinde günümüze kadar gelmiştir. Öyle ki Türkçeyi bir Yunus Emre edasında hatta daha sade tarzda kullanmıştır diyebiliriz. Konya Yazma Bölge Eserler Kütüphanesinde YY0000000519 demirbaş numarası ile kayıtta olan Hüdaî hazretlerinin Divânı’ndan birkaç bukle; Lütf eyleyip bir kez nazarEylerse ger sultanımızKürsi değil arştan dahiÂli olur ünvanımız Benlik aradan dûr olaZulmet gide pür nur olaMahzun gönül mesrur olaMamur ola viranımız… Aziz Mahmûd Hüdâî kimdir? Anadolu'da yetişen büyük velîlerden olan Hüdaî hazretleri 1541 yılında Şereflikoçhisar'da doğdu. Bursa'da Muhammed Üftâde hazretlerinden feyz aldı. Bursa kadısı iken bu şöhretini terk edip tasavvufa girdi. 20 civarında kitap kaleme aldı. Zamanında “şeyhlerin şeyhi” diye anılırdı. 1628’de vefat eden Aziz Mahmûd Hüdai hazretlerinin kabri, İstanbul Üsküdar'da kendi dergâhı yanındaki türbesindedir.

İrfan MEKTEBİ 01 Ekim
Konu resmiAşure
Kültür ve Medeniyet

İnsan “İnsan, kâinata hâkim bir varlıktır” diyen felsefe öğretmenine, öğrencilerden biri, şu cevabı vermiş: “Tansiyonuna bile hâkim olamayan insan, kâinata nasıl hâkim olur?” Abdullah B. Mes’ud (RA) Bahçede bir grup sahabeyle otururken Hz. Peygamber(sav), Abdullah b. Mes’ud’dan (ra) meyve getirmesini ister. Abdullah b. Mes’ud hemen koşup hurma ağacına tırmanmaya başlar. Ona bakmaktadır herkes. Bir ara açılan zayıf, ince bacağı dikkatleri çeker de, hafif bir gülüşme olur. Yüce Peygamber (sav) “Niçin gülüyorsunuz? Yarın mizanda onun ince bacağı Uhud Dağı’ndan ağır gelir!” der.  Tembellik Sirklerde eğitilen yavru fillerin ayaklarına bağlanmış zincir takılır. Uzun müddet bu şekilde bakılıp beslenen yavru fil artık büyüyüp güçlü hale gelmesine rağmen ayağına çok ince ve kolay koparılabilecek bir ip bağlandığı halde asla onu koparıp kurtulmayı düşünemez. Çünkü aklında hala esir olduğu inancı vardır. Birçok insan da filler gibidirler, içine düştükleri çarktan kurtulamazlar. En büyük engel insanın içindeki engeldir. Göz ve Kulak “Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze güzelliğin yakıştığını görür. Sonra yapar. Hem kulağı veren zat, elbette kulağın işittiklerini işitir. Sonra yapar, verir.” ŞUÂ’LAR (S.6) “Ye’s (ümitsizlik) öyle bir bataktır ki düşersen boğulursun  Ümide sarıl, çık bak ne olursun!”MEHMET AKİF ERSOY Bilmediklerimiz Bir kilo bal 30 bin arı, 6 milyon çiçek,  20 bin km. uçuş demektir. Kuru bir dilim ekmek de öyle. İnsan biraz dikkatle baksa; orada sürülen, ekilen tarlayı, yağan yağmuru, karı, biçilen başakları, değirmeni, fırını görüp seyreder bir bir… İlme Adanan Bir Ömür Büyük târihçi ve müfessir Taberî’nin on beş yaşından seksen altı yaşına kadar geçen günlerini ve yazdığı eserleri hesaplamışlar. Her günü için on dört yapraklık bir eser yazdığı görülmüş. Çivi Tanınmış nüktedânlardan biri, bir arkadaşı için “Çivi gibidir!” der, yanındakiler onun bu sözünü biraz garib karşılarlar. Nüktedân açıklama ihtiyacı hisseder: “Efendim, galibâ yanlış anlaşıldı. Çivi demekle onun demir gibi sağlam olduğunu kastetmedim. Kafasına vurulmadıkça vazîfesini yapmaz da…” KİTAP Hayatımda kitap gibi, cübbenin yenine sığabilen bir bağ, kucakta taşınabilen bir bahçe, ölülerle konuşan ve dirileri konuşturan bir şahıs görmedim. Ancak seninle birlikte yatıp kalkan ve sâdece senin hoşlandığın şeyleri konuşan,sır sâhibinden daha fazla sır saklayan, emânet sâhibinden fazla emâneti muhâfaza eden, uysal bir dost başkaca var mıdır? Onun kadar iyiliksever bir komşu, insaflı bir dost,itâatli bir arkadaş,mütevâzi‘ bir yoldaş,bıktırıp usandırmayan,kötülük yapmaya imkân vermeyen,kavgadan uzak duran vekıtâlden alıkoyan birisinitanımıyorum. MUHYİDDÎN-İ ARABÎ HAZRETLERİ Büyük Ruhlu Çocuk Bir âilenin evlerinde televizyon arıza yapmış. Ta‘mîrci gelip televizyonun arka kapağını açmış ki bir sürü ekmek parçası… Tabi kimin yaptığını hemen anlamışlar. Evin dört yaşındaki yaramaz kızı. Bu hangi âilede gerçekleşirse gerçekleşsin ilk gösterilecek tepki genellikle öfkeli bir davranıştır. Fakat anne öyle yapmamış, çocuğuyla konuşmayı denemiş ve öğrendiklerinden sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Çocuk ekrandaki aç çocukları gördükçe mutfaktan ekmek alıp televizyonun açık bulduğu tek yerinden, arkasındaki ızgaralardan içeri atıyormuş. “Meşakkat Teysîri Celb Eder” Yani, darlık vaktinde kolaylık göstermek gerekir. İslâm dininin ve hukukunun genel bir hususiyeti zor durumda kalana kolaylık göstermektir. Bu maddenin, borçluya durumunu düzeltinceye kadar süre vermek, ihtiyaç sâhibine yardım etmek, çocuğa ve yaşlıya destek olmak, sadaka, zekât, sıla-i rahim gibi çok sayıda uygulama alanı bulunmaktadır. Bir zelzele veya sel âfetinden sonra devletin çiftçi borçlarını ertelemesi veya uzun va‘deye yayması bugün de bu hükmün uygulanmasına güzel bir örnektir. MECELLE’DEN

Zeynep EREN 01 Ekim
Konu resmiSağlık
Sağlık

Rahmânî Eczahâne Adaçayı: Gaz giderici. Çörek otu: Saç dökülmesi ve ke­pek giderici. Harnup-Keçiboynuzu tozu ve pekmezi: Çocuklarda ishale karşı et­kili. Ihlamur-Ihlamur çiçeği: Terleti­ci, sâkinleştirici. Ayrı­ca göğsü yumuşatıcı. Kekik suyu: Öksürük kesici ve balgam sökücü. Apse ve diş eti ilti­haplarında da gargara olarak kullanı­lıyor. Isırgan otu: Çok etkili bir kan te­mizleyici, C vitamini de ihtivâ edi­yor. Salep: Kan temizleyici, idrar artırıcı. Zeytin ve zeytinyağı: A ve E vita­minleri ihtivâ ediyor, kolesterolü dü­şürmeye vesîle oluyor. Kekik yağı: Baş ağrısı ve strese karşı etkili. Zerdali çiçeği: Cilt bakımında ve göz kenarlarındaki kırışıklıklarda kullanılıyor. Elma çayı: Kolesterol seviyesini düşürüyor, vücûdda biriken zehirin atılmasını sağlıyor. Kabızlığa, roma­tizmaya ve yorgunluğa karşı etkili. Soya tanesi: Kalb krizi riskini azaltıyor, kan şekeri seviyesini dü­zenliyor. Göğüs kanseri riskini azaltıcı etkiye sâhib. Bal: Alınan kalsiyumun vücûdda tu­tulmasını sağlıyor. Limonla yapılan karışımı da geleneksel öksürük ilacı. Kahvaltının Önemi Uzmanlar, kahvaltının günün en önemli öğünü olmasına rağmen, özellikle okul çağı çocuklarında ihmâl edildiğini belirtiyorlar. Açlık durumunda, beyine enerji sağlayan kan şekerinin en alt düzeyde olduğunu ifade eden doktorlar, kan şekerinin yeterli düzeyde olmasının öğrenme ve hatırlamayı içine alan birçok beyin ve davranış hareketlerini düzenlediğinin altını çiziyorlar. Kahvaltının beyine enerji kaynağı sağlayarak öğrenmeyi olumlu yönde etkilediği konusunda velileri uyaran uzmanlar; iyi bir kahvaltının öğrencinin beslenme durumunu iyileştirdiğini, beynin açlık durumunda yetersiz olan enerji ihtiyacını karşıladığını, derse devam ve katılım durumunu kolaylaştırdığını belirterek, annelerin çocuklarını mutlaka kahvaltı yaptırarak okula göndermelerini tavsiye ediyorlar. İlkyardımın ABC’si İlkyardım uygulamalarının öncelik sırasıyla üç temel amacı vardır: 1-) Hayatı kurtarmak ve sürdürülmesini sağlamak, 2-) Durumun kötüleşmesini önlemek, 3-) İmkânlar ölçüsünde iyileşmeyi kolaylaştırmak. Hayatı korumak ve sürdürülmesini sağlamak için ilk yardımcı; ilkyardımın ABC’sini uygular. A-) Solunum yolunu açar; B-) Solunumu sağlar, C-) Dolaşımı sağlar. Bir insanın solunum yollarında büyük bir tıkanma olması, kendiliğinden soluk alıp vermenin bozulması, kalbinin durup damarlarındaki kan akışının kesilmesi dakikalar içinde ölüme neden olacaktır. Bu nedenle, hayatın devamını sağlayacak bu üç girişim ilk yardımın ilk ve en önemli maddeleridir. Bu nedenle ilkyardımın ABC’si olarak adlandırılır. İlkyardımın ikinci ve üçüncü amacına ulaşmak üzere ilkyardımcı; kanamayı durdurur, gerekli sargıları yapar, kırık ve çıkık olan kemik ve eklemleri hareketsiz hâle getirir, kazâzedeyi en uygun pozisyonda tutar. NAR NAR NAR NAR NAR NAR NAR Bir kudret ve tasarım hârikası olan narın, insan sağlığına pek çok faydalı özellikleri tesbît ediliyor. Bu nimetin; kanın yapımına destek olucu, enerji verici ve tansiyonun düşmesine yardımcı olan özellikleri var. Nar aynı zamanda ishale karşı, bağırsak parazitlerine karşı çok faydalıdır. Bir cennet meyvesi olan nar, potasyum ve demir açısından da çok zengindir. Aynı zamanda C vitamini deposudur. Vücûddaki zararlı maddelere karşı kış aylarının vazgeçilmez meyvesi nar çok kuvvetli bir antioksidandır. TIBB-I NEBEVÎ İki cihânın serveri Efendimiz (asm) buyurdular ki: “Yiyecek ve içeceklerinizin kaplarının ağzını açık bırakmayınız.” Müslim Sağlığımız Vücûdumuzun her gün belli bir mikdarda iyota (150-300 mg) ihtiyacı vardır. Eğer bu iyot yeteri mikdarda alınmazsa, hormon üretmekle görevlendirilmiş tiroid bezimiz, hormon üretebilmek için gereken, zaten az mikdarda olan iyodu daha fazla tutabilmek amacıyla hücrelerini büyütür. Ve zamanla iyot eksikliğine bağlı guatr hastalığı gelişir. Bu nedenle soframızdaki tuzların iyotlu olması tercih edilmelidir. Diğer yandan bazı besinler guatr yapıcı özelliktedir. Meselâ Karadeniz Bölgesi’nde çok yenilen ve sevilen karalahana fazla mikdarda ve devamlı yendiğinde guatra neden olabilmektedir.

İrfan MEKTEBİ 01 Ekim
Konu resmiAllah Namına Sevmenin Âhiretteki Neticeleri
İtikad

İnsan dünya hayatında başta kendi nefsi ve yakınları olmak üzere pek çok şeyleri sever. İnsanın en mühim bir kulluk vazifesi ise; Dünyayı ve ondaki varlıkları mânâ-yı harfiyle, yani Allah namına sevmektir. Güzel şeyler için “Allah ne kadar güzel yaratmış” demeli, kalbe başka muhabbet ve sevgilerin girmesine izin vermemelidir. Çünki kalbin içi Samed olan Allah’ın aynasıdır ve ona mahsustur. İşte bütün muhabbet ve sevgiler, eğer Allah namına olsa, hem meşru bir muhabbettir, hem Allah sevgisini arttırır, hem de bu sevgilerin âhirette ebedi, büyük kazanç ve neticeleri olur. Mesela, leziz yemeklere, hoş meyvelere şükrederek olan meşru sevginin âhiretteki neticesi, Kur’ân’ın bildirdiği gibi, Cennet’e lâyık bir tarzda, Cennet’in leziz yemekleri ve güzel meyveleridir. Hattâ dünyada yediğin meyve için söylediğin “Elhamdülillah” kelimesi, Cennet meyvesi şeklinde cisim giyerek sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada “Elhamdülillah” yersin. Dünyada meşru bir surette nefsine muhabbet; yani kendi güzelliklerine bina edilen muhabbet değil, belki noksanlıklarını görüp düzeltmeye bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevketmek neticesi olarak o nefse lâyık sevgililer-mahbublar, Cennet’te verilir. Nefis, madem dünyada hevâ ve hevesini ve duygularını Cenâb-ı Hak yolunda kullanmış. Sonsuz lütuf sahibi olan Rabbimiz, her biri canlı küçük birer cennet gibi güzel olan olan hurileri vereceğini pek çok âyetlerle bildirilmiştir. Ana-baba ve evlâd ve eşini Allah namına sevmenin neticesi: Cenab-ı Erhamürrâhimîn, onların âhiretteki makamları ayrı ayrı da olsa yine o mesut aileye safi bir sohbet lezzeti, Cennet’e lâyık bir yaşayış suretinde, ebedî bir kavuşma ile ihsan edecektir. Dünyada sâlih, iyi dostlara muhabbetin neticesi: Kur’ân’da “karşılıklı sedirler üstünde” ayetiyle ifade edilen, karşı karşıya kurulmuş Cennet sedirlerinde ahbablarıyla oturup hoş, şirin, güzel, tatlı bir surette, dünya maceralarını ve eski hatıralarını birbirine nakledip eğlendirmek suretinde; ayrılıksız, safi bir muhabbet ve sohbet şeklinde görüştürüleceği, Kur’ân’ın hükmüyle sabittir. Peygamberler ve evliyaya Kur’ân’ın tarif ettiği gibi muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından kabirde, haşirde istifade etmekle beraber; onların gayet yüce makam ve feyizlerinden o muhabbet vasıtasıyla istifade etmektir. Dünyayı, Allah namına ve Esmâ-i Hüsnâ’nın büyük bir aynası ve âhiretin tarlası olan güzel yüzüne karşı sevmenin neticesi ise, âhirette her mü’mine, Dünya kadar, fakat Dünya gibi fâni değil, bâki bir Cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zayıf gölgeleri gösterilen ilahî isimler, o Cennet’in âynalarında en şaşaalı bir surette gösterilecektir. Dünyada Allah’a iman ve O’nu sevmenin neticesi ise; dünyanın bin sene gayet mes’ut hayatı, bir saatine değmeyen Cennet hayatının ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saatine karşılık gelmeyen Cenâb-ı Allah’ın nihayetsiz mukaddes güzelliğini ve kemalini görmekle şereflenmektir. Hazret-i Süleyman (as) gibi muhteşem saltanat sahibi bir zâtı görmek, hem Hazret-i Yusuf (as) gibi fevkalade güzellik ile seçkin bir zâtı görmeyi merakla istemek; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün güzellik ve mükemmelliklerinden binler derece yüksek olan Cennet’in bütün güzellik ve kemalâtı, cemal ve kemalinin yalnız bir parıltısı sayılabilecek Rabbimizi görmek, ne kadar rağbet edilecek ve meraklı ve ne derece aşk ve şevkle istenecek bir nimet olduğunu düşünüz ve kıyas ediniz... Yüce Rabbimiz bizlerin, rızasını kazanarak yüce zatına perdesiz kavuşanlardan olmamızı nasib eylesin. Âmin! (*) Risale-i Nur’un 32. Söz’ünden kısaltılarak hazırlanmıştır.

Cemal ERŞEN 01 Ekim
Konu resmiRisâle-i Nur’da Kadın & Âile (1)
Risale-i Nur

Fıtratı bozulmamış masum bir kadın, ahlâkını muhafaza etmekten aldığı büyük lezzeti günahlardan gelen lezzete değişmez. Kadının hakîkî lezzeti ahlâkını muhafaza etmek, izzet ve şerefi ise, yüksek ahlâklı nesiller yetiştirerek terakki etmiş toplumlara zemin hazırlamaktır.  Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri Anadolu’da manevî bir üniversite kurmuş ve bu üniversiteye kayıt için acz, fakr, şefkat ve tefekkür olmak üzere dört esas talep etmiştir. Tebliğde “şefkat hasleti”ni en önemli esaslardan biri olarak kabul eden Bedîüzzaman Hazretleri, kadınları “şefkat kahramanları” olarak nitelendirerek onları bu üniversiteye fıtrî ve adeta imtiyazlı talebeler hükmünde kabul etmiştir. Üstad Hazretleri yazdığı tüm eserleri kadın-erkek ayırt etmeksizin bütün insanlığın istifadesine sunmakla beraber, hanımlar için ayrıca “Hanımlar Rehberi” adlı bir kitap da telif etmiştir. 1926’da başlayan Risâle-i Nur hizmetinin 1940’larda 500 bin kişiye ulaşarak Anadolu’ya yayılmasında Nur talebesi hanımların ciddi katkıları olmuştur. Kadınların bu fedakârlıklarını sürurla müşahede eden Bedîüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur manevî üniversitesine yazıp-okuyarak iştirak eden tüm hanım talebeleri bütün manevî kazanç ve dualarına dâhil ettiğini şöyle ifade eder: “Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün manevî kazançlarıma ve dualarıma nurun şakirtleri gibi dahil etmeye karar verdim.”(Hanımlar Rehberi) “Risâle-i Nur’da şefkat esas olmasından, hanımlar o cihette ileridir ve Nurlara ciddî yapışıyorlar. Ben “kardeşlerim” dediğim zaman, hanım hemşirelerimi kardeşler içinde kast ederim. Bütün mektuplarımda onlar dahi muhataplarımdır.” (Emirdağ Lahikası) RİSALE-İ NUR’DA “KADIN FITRATI” Risâle-i Nur’da kadının aslî fıtratı, bozulmamış masum güzelliği en hakikatli bir şekilde tarif edilmiştir. Materyalist zihniyetin, kadını sadece maddî güzelliğine hapsetmesine karşılık Risâle-i Nur, kadının gerçek güzelliğinin onun “ahlâkı” olduğunu göstermektedir. Kadının hakîkî güzelliği; şefkati ve nezaketidir İlahî rahmetin en latif, en güzel ve en hoş meyvelerinden olan şefkatin nuranî bir iksir olduğunu söyleyen Bedîüzzaman Hazretleri, bu hasletin en çok kadınlarda bulunduğunu şöyle ifade eder: “Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta ihlâsta şefkat itibariyle erkeklere benzemedikleri gibi erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar.”(Hanımlar rehberi)  “Kadının en tatlı güzelliği kadınlığa mahsus bir letafet ve nezafet içindeki hüsn-ü sîreti ve en kıymettar ve şirin cemali ulvi, ciddi, samimi, nuranî şefkattir.” (Hanımlar rehberi) “Kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye hiçbir gösteriş olmayarak ruhunu feda ettiklerine, o şefkatin küçücük bir numunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi ispat ediyor.”(Hanımlar Rehberi) Kadın fıtraten masumdur, sefâhatte erkeklere yetişemez  “Mübarek taife-i nisaiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe’ olduğu gibi, fısk ve sefâhette dünya zevki için kâbiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mes’ud bir âile hayatını geçirmeğe mahsus bir nevi mübarek mahlûklardır. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar!.. Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin, âmîn.” (Hanımlar Rehberi) “O masum hanımlar dahi sefâhatte hiç bir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için fıtratlarıyla ve zaif hılkatleriyle namahremlerden şiddetle korkarlar.”(Hanımlar Rehberi) Allah kadını fıtraten masum ve yüksek ahlâk ile yaratmıştır. Fakat günümüzde kadın, ahlâkın değil ahlâksızlığın sembolü durumuna düşürülmüştür. Bunun sebebi bir takım karanlık güçlerin karanlık amaçları uğruna en etkili silah olarak kadını kullanmak istemeleridir. İslâm toplumları içerisinde çeşitli yollarla icra edilen “Kadınları özgürleştirme faaliyetleri” adı altında pek çok Müslüman masum kadın oyuna getirilerek açık-saçıklık yaygınlaştırılmış ve kimliğini kaybetmiş kadınlar oluşturulmuştur. İşin gerçeği ise, özgürlük adı altında özendirilen açık-saçıklık, kadına ahlâksızlık ve alışveriş pazarlamacılarına esir olmaktan öte bir şey kazandırmamıştır.  Fıtratı bozulmamış masum bir kadın, ahlâkını muhafaza etmekten aldığı büyük lezzeti günahlardan gelen lezzete değişmez. Kadının hakîkî lezzeti ahlâkını muhafaza etmek, izzet ve şerefi ise, yüksek ahlâklı nesiller yetiştirerek terakki etmiş toplumlara zemin hazırlamaktır. Kadın fıtraten hakka taraftar ve sebatkârdır Allah, kadını erkeğe nispeten daha âciz, daha nazik yaratmıştır. Kadının bu hassas yaratılışı hak ve hakikate sebat etmesine vesile olmaktadır. Salih amellerin içindeki manevî cenneti, günahların içindeki manevî cehennemi acziyeti ile kısa sürede görebilen kadın, dünya hayatından gelen sıkıntıların tesellisini sadece iman ve İslâmiyet’te bulur. Günahlara tenezzül edip sefahatte teselli aramaz. “Herkesten ziyade dindeki teselli ve nura muhtaç oldukları gibi herkesten ziyade fıtratlarında şefkat cihetiyle dinde bulduğu nihayetsiz şefkatperverane bir nur-u teselliye ve iltifat ve merhamet ve rahmete ve nokta-i istinada ve nokta-i istimdada ihtiyaçları vardır. Ve tam sebat etmek fıtratlarının muktezasıdır.”(Hanımlar Rehberi) RİSÂLE-İ NUR’DA “KADININ TOPLUMDAKİ ÖNEMİ VE VAZİFESİ” Kadınlar madem nebevî bir sıfat olan şefkatte, kahramanlık derecesindedirler. Öyleyse bu kahramanlıklarıyla “İnsanların iman selameti ve toplum ahlâkının yükselmesi”nde vazifeleri oldukça önemlidir. Risâle-i Nur’a göre ahir zamanda kadınların, inkişaf etmiş imanları ve kahramanlık derecesindeki şefkatleriyle Kur’ân ve imana mühim hizmetleri olacaktır. Masum kadınların kendi imanlarını muhafaza ettikleri gibi toplumun imanını kurtarmak ve İslâmiyet’i muhafaza etmek adına taşıdıkları önem Hanımlar Rehberi’nde şu hadis-i şerif ile izah edilmiştir:  “Ahir zamanda kadınlar taifesinde hakaik-i imaniye ziyade inkişaf edecek, o zamanın dalalet tehlikelerinden bir derece mahfuz kalacaklar. Bir hadis-i şerif ferman eder ki: [Aleyküm bidînil acâiz] yani, ahir zamanda ihtiyar kadınların dinine iktida ediniz. Demek şefkat kahramanları olan kadınlar o seciyye-i şefkatten çıkan samimiyet ve ihlâs ile o zamanın riyakârane dalalet tehlikelerinden kurtulmaya vesile olur. İslâmiyetini muhafaza eder. (Hanımlar Rehberi) “Bu şefkatteki fedakârlık hakîkî bir ihlâs ve mukabelesiz bir fedakârlık manasını ifade ettiğinden şimdi bu zamanda çok ehemmiyeti var. Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiç bir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakîkî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evladına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var.”(Hanımlar Rehberi) Kadınların yaratılışlarındaki bu yüksek seciyeler İslâm toplumu için o kadar mühimdir ki; şayet İslâm terbiyesi ve uhrevî amellerin temel esaslarından ihlâs ve şefkat bugün hanımlarda tam anlamıyla ortaya çıksa İslâm âleminde çok büyük saadetlere ve muhteşem muvaffakiyetlere sebep olacaktır. RİSALE-İ NUR’DA “AİLE” Evlilik bir sünnettir. Günümüzde çok cihetlerle zarar görmüş olan bu sünnetin en güzel bir şekilde yaşanması için Bedîüzzaman Hazretleri “Hanımlar Rehberi” adlı eserinde gençlere bazı mühim hatırlatmalarda bulunmaktadır: “Haneniz bir küçük Medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki; bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçi olsunlar. Dünyada da îman dersini alıp size hakîkî evlât olsunlar. Yoksa bu otuz senede kısmen olduğu gibi o çocuklara yalnız terbiye-i medeniye verilse, bir cihette o çocuklar dünyada fâidesiz ve âhirette dâvacı olarak “Ne için îmanımı kurtarmadınız?” diyeceklerinden peder ve vâlidelerini mahzun etmek, sünnet-i seniyenin hikmetine münâfî olur” (Hanımlar Rehberi) “Saadetin esaslarından nikah ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalplerin en latifi, en şefiki, “kısm-ı sani” ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhi imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbi ünsiyet ve ülfeti itmam eden, sûri ve zahiri olan arkadaşlığı samimileştiren, kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pak bulunması ve çirkin arızalardan hali olmasıdır.” (İşarat’ül-İcaz) Kaliteli bir âile ancak güzel ahlâklı kadın ile kurulur “İnsanın hususen Müslümanın tahassungahı ve bir nev’i cenneti ve küçük bir dünyası âile hayatıdır.”(Hanımlar Rehberi) İslâmî yaşantısı ve ahlâkının güzelliğine bakılarak evlenilen bir kadınla, cennet misali bir âile kurulabilir. Din ve ahlâk yönüne dikkat edilmeksizin sadece dış güzelliğine bakılarak evlenilen bir kadınla ise, cehennem misali bir âile hayatı yaşanması mümkündür. Bedîüzzaman Hazretleri evlenecek olan gençlere; fıtratı bozulmamış - sadakat ve şefkat sahibi- bir kadının iki dünya cennetine vesile olacağını hatırlatmaktadır: “Kadınların hüsn ü cemalinin en güzeli ve daimisi onun şefkatine ve kadınlığına mahsus hüsn-ü siretidir.” (Hanımlar Rehberi) Allah, kadına medenî ve terakkî etmiş toplumları oluşturmak üzere hayırlı, temiz, sağlam ve güzel ahlâklı nesiller yetiştirme vazifesini vermiştir. Âile içinde adeta bir içişleri müdiresi hükmünde bulunan kadın, âile içindeki bu mühim vazifesini bırakmak ya da ihmal etmek suretiyle başka işlere özense ve yönelse hem hassas yaratılışına ağır gelir hem de dünyada aradığı huzuru bulamaz. Sosyalleşmek adına kadına cazip gelen pek çok harici işler kadının nazik fıtratına bir müddet sonra ağır gelmektedir. Neticede kadın incinir, üzülür, yıpranır ve nazik kalbi daima kırılır. Kadının hakîkî huzuru ve en büyük neşesi İslâm terbiyesi dairesinde hareket ederek yüksek ahlâklı nesiller yetiştirmektir. “Kadınlar âile hayatında müdür-ü dâhili olması haysiyetiyle kocasının bütün malına ve her şeyine muhafaza memuru olduğundan en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir.”(Hanımlar Rehberi) “Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.” (Hanımlar Rehberi) “Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesud bir âile hayatı geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûklardır.”(Hanımlar Rehberi) Evlilik, dünya ve ahiret arkadaşını seçmektir Bedîüzzaman Hazretleri, ebedî hayat arkadaşını seçmek demek olan evlilikte karı-koca arasındaki en önemli esasın ahlâkî ve dinî anlamdaki denklik olduğunu şöyle hatırlatmaktadır: “Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş-on senelik fâni ve zâhiri hüsn ü cemâline bina etmez. Belki, kadınların hüsn ü cemâlinin en güzeli ve daimisi onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli. Tâ ki, o biçare ihtiyarlandıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin.” (Hanımlar Rehberi) “Bu zaman eski zamana benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye, yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yerleştiği için, bir erkek bir kadını ebedi bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o biçare zaifeyi, daimî tahakküm altında yalnız dünyevî gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazen on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an “küfüv” tâbir edilen birbirine denk olmazsa; hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından, hayatı daima azap içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha berbad olur.” (Hanımlar Rehberi) Kendilerine din ve ahlâk yönüyle denk bir eş bulamayan hanımlara ise Bedîüzzaman Hazretleri şu hatırlatmayı yapmıştır: “Maişet derdi için serseri ahlâksız, Frenk-meşrep bir kocanın tahakkümü altına girmekten ise; fıtratınızdaki iktisad ve kanaatle, köylü masum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nevinden kendinizi idareye çalışınız.” (Hanımlar Rehberi) “Bahtiyardır o adam ki, refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklid eder, o da sâlih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki: Kocasını mütedeyyin görür, ebedi dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. Bedbahttır o adam ki; sefahete girmiş zevcesine ittiba’ eder, vazgeçirmeğe çalışmaz. Kendi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yâni medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.” (Hanımlar Rehberi) RİSALE-İ NUR’DA “ANNELİK MESLEĞİ” Peygamber Efendimiz (asm) “Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar” buyurarak çocuk eğitiminde anne-babanın önemini belirlemiştir. “Anne”nin yeri ve önemi çocuk eğitiminde birinci derecededir. Çünkü kadınlar, gelecek neslin bir nevi sembolü hükmündedirler. “Bir erkek yetiştiren bir insan yetiştirir. Fakat bir kadın yetiştiren bir nesil yetiştirir” sözü “kadın demek, nesil demek” olduğunu veciz bir şekilde ifade etmiştir. En tesirli öğretmen: Anne Risâle-i Nur’da insanın en birinci ve en tesirli öğretmeninin annesi olduğuna önemle dikkat çekilmektedir. “Annelik” gibi kutsi bir vazifeyi ise; Allah kadınlara ihsan etmiştir. Bir insan kaç yaşına gelirse gelsin hayatı boyunca aldığı ve alacağı tüm dersler, annesinden aldığı temel eğitim üzerine bina edilmektedir. Özellikle de insaniyet alametlerinden olan acımak, merhamet etmek ve şefkat göstermek gibi çok mühim ahlâkî değerleri insanoğlu öncelikle annesinin davranışlarından öğrenir. “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi onun validesidir.” (Hanımlar Rehberi) “Ben seksen sene ömrümde seksen bin zatlardan ders aldığım halde kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, fıtratımda adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerim o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum.” (Hanımlar Rehberi) “Evet, bu hakîkî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan vâlidelik şefkati sû-i istimal edilip, mâsum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat, fâni şişeler hükmünde olan dünyaya, o çocuğun mâsum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimâl etmektir.” (Hanımlar Rehberi) Bir kadın, şayet annelik mesleğinin mahiyetini bilmeden anne olacak olursa o âile ve o millet artık güzel bir istikbal vaat edemez. Anne-babasından İslâmî ve ahlâkî eğitim görmemiş çocukların ileride yanlışlarını düzeltmelerinin ne kadar zor olduğu ortadadır. Hele hele Avrupa medeniyetinin maneviyattan uzak, ruhsuz, maddî fenleriyle meşgul olmuş insanlar, -şayet küçükken İslâmî eğitim almamışlarsa- namaza başlayabilmeleri bir gayr-ı müslimin Müslüman olması kadar onlara zor gelmektedir. “Bilhassa peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevi fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir.” (Hanımlar Rehberi) Hasıl-ı kelâm: Risâle-i Nur, güzel ahlâklı fertler, dünya ve âhirette çiçek açacak nesiller, hayat ve sanatın terakkisine hizmet edecek toplumlar oluşturacak bir manevî üniversitedir. Bu üniversitenin hanım talebeleri, iman ve ahlâk üzere en güzel bir şekilde eğitim alarak nesl-i atinin en tesirli öğretmenleri olabilirler ve inşallah olmaktadırlar.

Mehlika YAĞMUR 01 Ekim