37. Sayı: Şarkta Millet Vatan Menfaati İçin Din İlimleri Esas OlmalıdırBu Sayıyı Satın Al
Konu resmiTarih Penceresinden
Tarih

02 Aralık 1949Bedîüzzaman Hazretleri, mecburi ikamete tabi’ tutulmak için Emirdağ’a getirildi. Emirdağ’da 15. Şua’yı yazdı. 05 Aralık 1705Nuruosmaniye Camii ibadete açıldı Mimar Mustafa Ağa tarafından 1748 senesinde inşâsına başlanmış, 1755 senesinde tamamlanmıştır. Sultan 3. Osman devrinde inşâsı bittiği için Nûr-u Osmaniye ismi verilmiştir. Kapalı Çarşı’nın Çemberlitaş kapısının hemen karşısındadır. Eteği otuz iki pencere ile çevrili tek bir kubbesi vardır. Camiyi yüz yetmiş dört pencere aydınlatır. Minarelerinde kurşun yerine taş alem kullanılmıştır. Avlusu hilal biçimindedir. Külliyesi; imâret, türbe, kütübhane, medrese, çeşme, sebil ve dükkânlardan oluşmaktadır. Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde 5000’den fazla yazma ve basma eser vardır. Cami yazıları Hattat Rasim, Abdülhalim, Müzehhib Ali ve Mehmed Refi Efendilere aiddir. Camide şu sıralar restorasyon çalışmaları yapılmaktadır.  06 Aralık 1474Astronomi âlimi Ali Kuşçu vefat etti 1403 senesinde Semerkand’da dünyaya geldi. Babası, Timur Devleti Sultanı Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için Kuşçu lakabıyla anılagelmiştir. Semerkand’daki Uluğ Bey rasadhanesinde idarecilik yaptı. Fatih Sultan Mehmed’in daveti üzerine İstanbul’a geldi. Sahn-ı Seman Medresesinin kuruluş müfredatını kaleme aldı. Ayasofya Medresesinde müderrislik yaptı. Yazdığı eserler yüzyıllarca medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. 15 Aralık 1574Sultan II. Selim vefat etti 20 Aralık 1518Pirî Mehmed Paşa’nın Kuzey Irak’ı fethi 20 Aralık 1522Rodos’un fethi 21 Aralık 1959Bedîüzzaman Hazretleri, Konya’ya gelerek kardeşi Abdülmecid Nursî ile görüştü. Mevlana türbesini ziyaret etti 05 Aralık 1705Nuruosmaniye Camii ibadete açıldı Mimar Mustafa Ağa tarafından 1748 senesinde inşâsına başlanmış, 1755 senesinde tamamlanmıştır. Sultan 3. Osman devrinde inşâsı bittiği için Nûr-u Osmaniye ismi verilmiştir. Kapalı Çarşı’nın Çemberlitaş kapısının hemen karşısındadır. Eteği otuz iki pencere ile çevrili tek bir kubbesi vardır. Camiyi yüz yetmiş dört pencere aydınlatır. Minarelerinde kurşun yerine taş alem kullanılmıştır. Avlusu hilal biçimindedir. Külliyesi; imâret, türbe, kütübhane, medrese, çeşme, sebil ve dükkânlardan oluşmaktadır. Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde 5000’den fazla yazma ve basma eser vardır. Cami yazıları Hattat Rasim, Abdülhalim, Müzehhib Ali ve Mehmed Refi Efendilere aiddir. Camide şu sıralar restorasyon çalışmaları yapılmaktadır.  17 Aralık 1273Mevlânâ Celaleddin Rumî Hazretleri vefat etti, Dinle neyden, zira o, bir şeyler anlatmada, ayrılıklardan şikâyet etmektedir. Ney der ki: ‘Beni kamışlıktan kopardıklarından beri iniltim, kadın ve erkek herkesi ağlattı.’ 30 Eylül 1207’de bugün Afganistan sınırları içerisinde olan Belh’de dünyaya gelmiştir. Moğol istilası sebebiyle 1212 senesinde ailesiyle birlikte Belh’den ayrılmak zorunda kaldı. Belh’den sonra sırasıyla Nişabur, Kufe, Mekke, Şam, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde’den geçerek Karaman’a kadar geldi. Karaman’da ailesi ile birlikte 7 sene kaldı. Babası Bahaeddin Veled’in, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’ın davetini kabul etmesi üzerine 1228 senesinde ailece Konya’daki İplikçi Medresesine yerleştiler. Babasının vefatından sonra İplikçi Medresesinde dersleri Mevlana Hazretleri vermeye başladı. Mevlana Hazretleri, 1244 senesinde Şems-i Tebrizî ile tanıştı. En meşhûr eseri, Farsça 25619 beyitten oluşan Mesnevî'dir. Türbesi Konya’da olup vefat ettiği gece Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) ismiyle vasıflandırılmaktadır.  24 Aralık 1638Sultan IV. Murâd tarafından Bağdat’ın 2. defa fethedilmesi 26 Aralık 1455Sakız Adası’nın Fethi 26 Aralık 1530Bâbür Şah vefat etti 27 Aralık 1936Mehmed Akif Ersoy vefat etti 20 Aralık 1873’de Fatih’in Sarıgüzel semtinde dünyaya geldi. Babası Fatih Camii Müderrislerinden Mehmed Tahir Efendi’dir. Yükseköğretimini Baytar Mektebinde tamamladı. Mezuniyetinin ardından 6 aylık bir çalışma ile hâfız oldu. Memuriyet hayatına Ziraat Bakanlığında başladı. 1908’de Eşref Edib’in çıkardığı Sırat-ı Müstakim Dergisine başyazar oldu. Derginin ismi 1912’de Sebilür-reşad olarak değiştirildi. 1918’de kurulan Dâr’ül Hikmet’il İslâmiye’ye Başkâtib oldu. Yazdığı marş, 12 Mart 1921’de TBMM’de İstiklal Marşı olarak kabul edildi. 1926’dan 1936’ya kadar Mısır’da yaşadı. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü. 27 Aralık 1936’da İstanbul’da vefat etti. Kabri Edirnekapı Şehidliğindedir. En önemli eseri bütün şiirlerinin toplandığı Safahat’tır. 30 Aralık 1703Sultan II. Mustafa vefat etti 30 Aralık 1903Gülhâne Askeri Tıp Akademisi’nin açılışı 30 Aralık 1944Temyiz Mahkemesi Bedîüzzaman Hazretleri hakkında verilen beraat kararını onayladı 31 Aralık 1959Bedîüzzaman Hazretleri, Ankara’ya gelerek Beyrut Palas Otelinde kaldı. 18 Aralık 1111İmam Gazali Hazretleri vefat etti 1058 senesinde Horasan’a bağlı Tus şehrinde dünyaya gelmiştir. Eski Yunan felsefesinden yapılan tercümelerle, İslâm dünyasına girmeye çalışan ve Kur’ân’a uygun olmayan felsefi akımları fikren çürütmüştür. Bulunduğu asrın Müceddidi olarak, başta yaşadığı Büyük Selçuklu Devleti olmak üzere, bütün İslâm dünyasını yazdığı eserler ve yaptığı hizmetlerle irşad etmiştir. Nizamülmülk tarafından Bağdad’daki Nizamiye Medreselerinin başına getirilmiştir. İhyâ-yı Ulûm’id-dîn ve Kimyâ-yı Saâdet başta olmak üzere bine yakın eser kaleme almıştır. 21 Aralık 1603Sultan III. Mehmed vefat etti 30 Aralık 1517Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’ü Fethi

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiSana Bakarken Kâbe!..
İnsan

SANA BAKARKEN KÂBE !.. Bütün yer ve göklerin tek mihrak noktasısınGözlerim tütsülenir sana bakarken KâbemSusamış gönülleri kandıran nur tasısın        İmanım tazelenir sana bakarken Kâbem Meşhur ziyaretgâhı havas ile avamın        Dünyanın her yerinde anılır meşhur nâmınUzanır sütun gibi tâ arşa dek makamın        Ümidim sünbüllenir sana bakarken Kâbem Hak Mekke’yi sayende bir emin belde ettiKarşında cihangirler rükû ve secde ettiVasıtanla çokları cenneti elde etti        Günahlar törpülenir sana bakarken Kâbem Ya Rab! Nedir buraya boşalan insan seli        İbadet yerlerinin bu mescit en güzeliÇevrende tavaf etmiş nice Peygamber, velî    Günler neşelenir sana bakarken Kâbem İbrahim (as), İsmail (as)’dan yadigarsın  ümmeteRabbin nazargâhısın,  layıksın her hürmeteİhlâsla hac edenler erir sonsuz rahmete    Cennet bile süslenir sana bakarken Kâbem Vahdet cilvegâhısın, İslâm’ın atan kalbi        İhtilafa, nifaka şiddetle çatan kalbiİman gerçeklerini ayakta tutan kalbi        Mânen kir temizlenir sana bakarken Kâbem Âlemlerde ne varsa zerre, küre adına        Hepsinin dönmüş yüzü vechi nur âbâdınaVâmık der ki senin hiç doyulur mu tadına    Ruh bahçem çiçeklenir sana bakarken Kâbem

Cavid SARAÇOĞLU 01 Aralık
Konu resmiLider İiçimizden Biri Olmalı
İnsan

“Kapını halka açık tut! İşleriyle bizzat meşgul ol! Nihayet sen de onlardan birisin. Tek farkın, Allah’ın seni daha çok şeyle mükellef tutmasıdır. Senin ve ailenin giydiklerinizin, yediklerinizin ve bindiklerinizin güzel olduğunu, diğer Müslümanların ise, durumlarının böyle olmadığını duydum. Ey Allah’ın kulu! Otu suyu bol bir vadide bulunup otlayan, semirmekten başka da bir derdi olmayan, fazla yağlanması sebebiyle ölen hayvan derekesine düşmekten sakın! Vali yoldan çıkınca halk da çıkar. İnsanların en bedbahtı, halkı bedbaht olan idarecilerdir.” Sosyal psikoloji alanında yapılan çalışmalar, gurubun lideri İçimizden biri, Bizden biri olarak telakki etmek istediğini ve en iyi liderin de kendini guruptan biri gibi gören ve davranan lider olduğunu ortaya koymaktadır. Halktan biri olarak telakki etme veya edilme Müslüman liderlerin en mühim özelliklerinden sayılabilir. Peygamberimizin ve dört büyük halifenin hayatları tetkik edildiğinde, bu özelliğin onlarda azami derecede olduğu görülür. Peygamberimizin ve 4 halifenin ahali tarafından çok sevilmesinin ve itaat edilmelerinin temelinde bu özelliklerinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Peygamberimiz (sav) hiçbir zaman önderlik ettiği sahabelerden kendisini ayırmamış, onların içinde, onlardan biri gibi yaşamıştır. Örneğin; mescid inşa edilirken sahabeleriyle beraber kerpiç taşımıştı. Müslümanlardan birisi: "Yâ Rasulallah! Onu bana ver (Ben taşıyayım)" dediğinde, ona: "Git, sen de başkasını al, taşı! Sen Allah'a benden daha muhtaç değilsin!" buyurdu. İbn Mes'ud (ra) şöyle demiştir: Bedir gününde bir deveye sırayla üç kişi biniyorduk. Peygamber (asv)'ın (sırayla deveye bindiği) arkadaşları Ali ve Ebu Lübâbe idi. Peygamber as'ın yürüme sırası geldiğinde onlar Sen bin, biz senin yerine de yürürüz dediklerinde, o şöyle diyordu Siz benden kuvvetli değilsiniz, ecir, sevap kazanma hususunda da ben sizden daha müstağni, ihtiyaçsız değilim. (Ahmed) Peygamberimiz Aleyhisselam, bir sefer sırasında, bir koyun kesilip pişirilmesini ashabına emret¬mişti. Ashabdan birisi: "Yâ Rasulallah! Onun boğazlanması benim üzerime olsun!" dedi. Başka birisi: "Yâ Rasulallah! Onun yüzmesi de benim üzerime olsun!" dedi. Başka birisi de: "Yâ Rasulallah! Onun pişirilmesi de benim üzerime olsun!" dedi. Peygamberimiz Aleyhisselam da: "Odun toplamak da benim üzerime olsun!" buyurdu. Sahabiler "Yâ Rasulallah! Biz senin işini de görmeye yeteriz! (Senin odun toplamana gerek yok!)" dediler. Peygamberimiz sav Sizin benim işimi de görmeye yeteceğinizi biliyorum. Fakat ben size karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam! Çünkü Allah kulunu ashabı arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz!" buyurdu. (1) Cabir (ra)'dan rivayet edilmiştir: Yusuf (as) karnını doyurmazdı. Ona Yeryüzü hazineleri senin elinde olduğu halde, niçin karnını doyurmuyorsun denildi. O'da Eğer ben karnımı doyurursam açları unuturum dedi. (2) İkinci halife Hz. Ömer halifeliği döneminde elindeki pek çok imkânlara rağmen, halktan biri gibi yaşamıştır. Hatta o imkânı olduğu halde halkın yiyemediği yemekleri bile kendine yasaklamıştır. Yahya b. Said'den rivayet edilmiştir: Ömer yağla ekmek yiyordu. Çöl halkından birini yemeğe çağırdı, adam da onunla yemeye başladı. Adam çabuk, çabuk yiyordu, hatta tabağın kenarındaki yağları da sıyırdı. Ömer şöyle dedi; Sanki sen hiç görmemiş gibi yiyorsun adam da şöyle dedi Vallahi falan zamandan beri ben ne bir yağ yedim, nede yağlı bir şey. Bunları yiyen bir kimse de görmedim. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi Vallahi bundan sonra halkımın hepsi bu imkâna sahip oluncaya kadar ben de yağ yemeyeceğim. (3) Enes (ra)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Ömer'in karnı guruldamıştı -Remâde (kıtlık) senesinde kendisi zeytin yiyor¬du ve kendini yağdan mahrum etmişti-, parmağıyla karnına dürterek şöyle dedi: 'Gurulda (bakalım), zira insanlar refaha kavuşunca¬ya kadar, yanımızda sana verecek ondan başka bir şey yok." (4) Hz. Ömer halkı nasıl ise, kendisi de öyle yaşamaya çalışıyordu. O valilerine de halkın yaşadığı gibi yaşamayı tavsiye ediyordu. Onun Ebu Musa El-Eş'ari'ye yazdığı bir mektup şöyledir: Kapını halka açık tut! İşleriyle bizzat meşgul ol! Nihayet sen de onlardan birisin. Tek farkın, Allah'ın seni daha çok şeyle mükellef tutmasıdır. Senin ve ailenin giydiklerinizin, yediklerinizin ve bindiklerinizin güzel olduğunu, diğer Müslümanların ise, durumlarının böyle olmadığını duydum. Ey Allah'ın kulu! Otu suyu bol bir vadide bulunup otlayan, semirmekten başka da bir derdi olmayan, fazla yağlanması sebebiyle ölen hayvan derekesine düşmekten sakın! Vali yoldan çıkınca halk da çıkar. İnsanların en bedbahtı, halkı bedbaht olan idarecilerdir. (5) Acaba günümüzdeki idareciler belediye başkanlarından, cumhurbaşkanına, fabrikatörden, esnafa varıncaya kadar küçük veya büyük bütün idareciler bu anlayışta olsa toplum nasıl olurdu? Keza siz lider, yönetici durumunda iseniz yukarda bahsettiğimiz haller sizde var mı? Yoksa niçin yok? 1-    Asım Köksal. İslam Tarihi. c.11, s.465 2-    Dürrü'l-Mensur, c.4, s.552 (Hatib, Veki, Ebuş Şeyh, Beyhaki)3-    Muvatta4-    Ahmed b. Hanbel, Kitabüz zühd,  s. 173,  hn. 606,  İz yay.5-    Ekrem Sağıroğlu, Hz. Ömer, s. 437, Yasin yay,

İdris TÜZÜN 01 Aralık
Konu resmiLokma Vardır, Dünya İle Meşgul Eder; Lokma Vardır Ahiret İle Meşgul Eder
İtikad

İman hizmetkârlarını bir fabrika gibi veya bir insan bütünü gibi bir arada tutan ancak ihlâslarıdır. İhlâsın devamlılığı ise, maddi-manevi hayata yön verecek olan yiyip-içmedeki hassasiyetlere bağlıdır. Nizaa düşmemek, parçalanıp dağılmamak için lütfen yeme-içmenize dikkat ediniz. Kalbinizde ve kafanızda karışıklıklara, fikriyatınızı da bozukluklara sebep olacak haramlardan ve şüphelilerden uzak kalınız. ASAK MEYVE Âdem (as) ve Havva validemiz Cennete yerleşmişken, şeytan kafalarını karıştırmış ve yasak meyveyi yemelerine vesile olmuştu. İlk ceza olarak avret yerleri kendilerine açılan atamıza, netice itibariyle Rabbimiz;  “(Ey Âdem, Havva ve Şeytan!) Birbirinize düşman olarak inin! Artık sizin için yeryüzünde bir zamana kadar bir yerleşme ve bir faydalanma vardır.”1 buyurmuş ve insanlığın dünya imtihanı ve macerası başlamıştır. YEME İÇMEDE DİKKAT Yenilen yasak meyve, dünya macerasının başlamasına vesile olmakla –Allahu a’lem- ortaya şöyle bir mana da koymuştur: Ey insanlar! Dikkat ediniz. Sizi birbirinizle kavgaya ve sıkıntıya sokacak şeylerin en başında yediğiniz şeyler gelmektedir. Şeytanın da sizinle olan kavgasında kullanacağı en mühim silahı başta yemek, sonra kadındır. Yeme içmede gösterilecek hassasiyete, dinimiz İslam son derece ehemmiyet vermektedir. Rabbimiz, “Ey îmân edenler! Size verdiğimiz rızıkların helâl olanlarından yiyin.” emreder. Peygamberimiz (asm) da bu konuda: “Bir kimse ki, yediğini-içtiğini nasıl ve nereden kazandığına aldırış etmezse, Allah da onu cehennemin kapılarının hangisinden sokacağına aldırmaz.” buyurarak dikkatlerimizi bu mevzuya çekmiştir. EN BÜYÜK SİLAHIMIZ DUA “(Ey Resûlüm!) De ki: Eğer duanız olmasa, Rabbim size ne diye ehemmiyet versin?”2 âyetinde de belirtildiği üzere, insan için en ehemmiyetli şey duasıdır. Yani Rabbi ile olan iletişimi. Yani bütün işlerinin vukuu için Rabbine olan eylemleri. Olmadığı takdirde insanın ehemmiyetini ortadan kaldıran şu duamız, bize ihsan edilecek ehemmiyeti kazandırmak için bizlerden bazı hassasiyetler istiyor. Bunların başında da yeme içme geliyor. Efendimizin (asm), “Bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram iken ve haramla beslenmişken, duâsına nasıl icâbet edilsin? hadisi herhalde bizlere bir fikir verecektir. Diğer taraftan, yaşatıldığımız şu zaman diliminde haramlar ve helaller o kadar birbirine girmiş ki, ayırmak olabildiğince güçleşmiştir. Böyle bir ortamda ‘şüpheliler’ denilen bir kavram da algı sahamıza girmiştir. Yani, hassasiyetin biraz daha öncelenmek mecburiyeti doğmuştur. Daha dikkatli olmamız gereken bir devir, daha bilinçli bir toplum olma şuuru gerekli olmuştur. Bu konuda referans noktamız, her zaman olduğu gibi yine hadislerdir. Bu hususu Efendimiz (asm) şöyle tayin etmişlerdir: “Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse, dinini ve haysiyetini korumuş olur.” NE OLDU DA BU HALE GELDİK? Eskiden güzel bir çizgisi olup da, sonradan istikameti şaşıranlar hep olagelmiştir. “Namaza karşı soğuğum, zekât veresim gelmiyor, Müslümanım ama sadece adım öyle” gibi çok yakınmalara şahit olmuşuzdur. Mevzu, temeline inip anlaşılamadığından, problemler de bitmemiştir. Abdülkâdir Geylani Hazretleri’nin şu cümleleri konumuz açısından ne kadar da anlamlıdır: “Lokma vardır kalbini nurlandırır. Lokma vardır onu karartır. Lokma vardır seni dünya ile iştigal eder hale getirir. Lokma vardır, seni dünya ile âhiretin Yaradanı’na rağbet ettirir. Haram yemek, seni sırf dünya ile iştigale sürükler ve sana günahları hoş gösterir. Mubah yiyecekler seni âhiret ile iştigale sevk eder ve sana tâatleri sevdirir. Helâl yiyecekler ise senin kalbini Allah’a yakınlaştırır.” İMAN ve KUR’AN HİZMETKÂRLARI Bu meselede en çok dikkat etmesi gerekenlerin başında şüphesiz ki, iman hizmetkârları gelmektedir. Farkında ol(a)madan ya da dikkat etmeden tükettiğimiz yiyecekler, doğru bildiklerimizin tersine anlayış sahibi olmamıza sebep olurlar. Farkına bile varamadan dünya ve sair faniyatın muhabbetine tutuluruz da, sahip olduğumuz kıymettar hizmetlerimizden uzaklaşıveririz. Bu zamanımız, sahabe hassasiyetinde bir takvayı gerektirmektedir. Yani işlerimizde, bunun da evveli olan ve onlara kıymet atfedecek boğazımızdan geçecek nimetlerin keyfiyetinde daha dikkatli olmamızı iktiza etmektedir. Örnek toplum, örnek şahıslara bina edilir. Örnek şahıslar ise, hassasiyetlerini koruyabilen ve doğru kaynaktan beslenebilen insanlardan ibarettir. Denizden kaçarken su birikintilerinde boğulmamak lazımdır. Ya da bazı şeyleri küçük ve ehemmiyetsiz görüp de, ulvi bir davanın fertleri olmaktan geri kalmamak! İman hizmetkârlarını bir fabrika gibi veya bir insan bütünü gibi bir arada tutan ancak ihlâslarıdır. İhlâsın devamlılığı ise, maddi-manevi hayata yön verecek olan yiyip-içmedeki hassasiyetlere bağlıdır. Nizaa düşmemek, parçalanıp dağılmamak için lütfen yeme-içmenize dikkat ediniz. Kalbinizde ve kafanızda karışıklıklara, fikriyatınızı da bozukluklara sebep olacak haramlardan ve şüphelilerden uzak kalınız. Deniz, içerisine düşen şeyleri, dalgalar vasıtasıyla belirli bir zaman sonra kıyıya atar. Maddi-manevi hayatımıza zarar verecek bazı lokmalar da bizi davamızdan, hizmetimizden yavaş yavaş uzaklaştırır. Daha önceleri çok hizmetler yapmış olmamız ise, ancak avuntudan ibaret kalır, Allah muhafaza. HÂSILI KELAM “Sen Allah’ı nasıl tanıyor, nasıl biliyorsun ki? Sen ancak yemeyi, içmeyi giyinmeyi ve evlenmeyi biliyorsun. Üstelik bunlar nasıl olursa olsun, nereden gelirse gelsin, hiç aldırış da etmiyorsun. Sen, hiç, Nebi Sallâllahü Aleyhi Vesellem’in su sözünü işitmedin mi? - Bir kimse ki, yediğini-içtiğini nasıl ve nereden kazandığına aldırış etmezse, Allah da onu cehennemin kapılarının hangisinden sokacağına aldırmaz. İzzet ve celâl sahibi Hakk’ın evi olan kalbini tahliye et, boşalt. Orada Allah sevgisinden başka hiç bir şeye yer verme. Melekler içinde suret bulunan bir eve girmezlerse, içinde bir sürü suretlerle putların bulunduğu senin kalbine nasıl girer? Masivâdan gayri her şey bir puttur. Allah’tan gayri her şey bir puttur. Öyleyse sen putları kır. Evi temizle. İşte o zaman evin sahibinin orada hazır olduğunu göreceksin. Allahım! Bizi, seni kendimizden razı edecek amelleri islemeğe muvaffak eyle! Ey Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver! Âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru!”3 Bakara, 36. Furkan, 77.  Abdülkadir Geylani Hazretlerinden öğütler

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Aralık
Konu resmiMahlukata Hizmet
İtikad

Emîr Külâl Hazretleri, talebesi Bahâeddîn Nakşibend Hazretlerine şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Gönül almaya bak;güçsüzlere hizmet et!Zayıfları, gönlü kırıkları koru!Onlar öyle kimselerdir kihalktan hiçbir gelirleri yoktur.Bununla beraber,onların birçokları tam bir kalb huzuru,tevâzu‘ ve eziklik içinde kalıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!” Nitekim Şâh-ı Nakşibend (ks) intisâbının ilk yıllarında, gurur ve kibrin zıddı olan “hiçlik makamına” ulaşmak için yedi yıl yaralı hayvanlara, yedi yıl hasta ve muzdarib insanlara hizmet etmiş, yedi yıl da insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yirmi bir sene ihlâslı bir hizmet hayatı yaşamıştır. Kendisi şöyle anlatır: “Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri îfâ ettim. Benliğim o hâle geldi ki, yolda geçerken, Allah’ın bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hâlim yedi sene devam etti. Bu hizmetin mukâbilinde öyle bir hâl tecellî etti ki, onların inilti sûretinde hazîn hazîn sesler çıkarıp Hakk’a ilticâ etmelerini hisseder hâle geldim

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiKürt Meselesine Üstad Bedîüzzaman'dan Çözümler
İnsan

“Şarkta; millet, vatan menfaati için din ilimleri esas olmalıdır” “Ey insanlar! Şübhesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havvâ’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabîleler kıldık. Doğrusu Allah katında sizin en üstün olanınız, en tak­vâlı olanınızdır.” Hucurat, 15 Günümüzde ‘Doğu Meselesi ya da Kürt Meselesi’ olarak anılan problem ne yazık ki yıllardan beri memleketimizin kanayan bir yarası durumundadır. Bugün bu meselenin çözümü noktasında bütün düşünce sahiplerinin bir şeyler üretmeye başlaması ve olumlu yaklaşımlara girilmiş olması da sevindirici bir durumdur. Biz de fikrî plandaki bu çözüm çalışmalarına Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin fikirlerinden istifade ederek yapacağımız bir hulasa ile katkıda bulunmaya çalışacağız. Çünkü kendileri doğu medreselerinde yetişmiş, doğunun problemleri için fikirler üretmiş, son devrin büyük bir İslam âlimidir. Öncelikle, sosyolojik ve tarihi açıdan bir durum tesbiti yapacak olursak; bölgede asırlardan beri İslâmî ilimler okutulan medreselerin çoklukla bulunması ve yöre halkının mâlî yönden bu medreseleri daimâ destekleyip talebelerin ihtiyaçlarını karşılamaları, Kürt halkının din ve din eğitimi konusundaki hassasiyetlerini göstermektedir. Bu bölgede din duygusu kalplere oldukça hâkim durumdadır. Tarih açısından ise Üstad Bedîüzzaman’ın tabiriyle Türkler ve Kürtler eskiden beri cihat arkadaşıdırlar.[1]Asırlardır bir arada ve kardeşçe bir uyum içinde yaşamışlardır. Ta Malazgirt savaşında Alpaslan’a asker vermişer, 1500’lü yılların başlarında İran ve Osmanlı arasında kaldıklarında meşhur Kürd âlimlerinden İdris-i Bitlisi’nin gayretiyle Yavuz Sultan Selim’in tarafını seçerek Osmanlı’ya savaşsız ve gönüllü olarak bağlanmışlardır. Bunun gibi tarih boyunca yaşanan pek çok hadiseler Türkler ve Kürtlerin iki kardeş millet olduklarına şahittirler. Bütün bu tarihi geçmişe ve olumlu taraflara rağmen yaklaşık bir asırdır uygulanan yanlış politikalar ve batılıların içimize attığı fitne tohumları sebebiyle Türk-Kürt kardeşliği ciddi bir şekilde ne yazık ki yaralar almış durumdadır. Fakat bu yaraların kapanmaması için de hiçbir sebep yoktur ve doğru politikalar takip edildiği takdirde gayet kolay kapanacaktır inşaallah. IRKÇILIĞIN ZARARI Üstad Bedîüzzaman’a göre doğudaki problemin asıl kaynağı maneviyattan uzak eğitim anlayışı ve ırkçılık derecesindeki olumsuz milliyetçi yaklaşımlardır. Bunun çaresi olarak da din eğitiminin ve İslam kardeşliği duygusunun geliştirilmesi gerektiğini savunur.Menfî milliyetçiliğin, yani ırkçılık derecesine varan ve diğer Müslümanlara olumsuz ve dışlayıcı duygular besleyen milliyetçi yaklaşımların İslam dünyası için ne kadar zararlı olduğunu şu şekilde tarif eder: “Evet menfî milliyetçiliğin, tarihte pek çok zararları görülmüş. Mesela Emevîler, bir parça milliyetçilik fikrini siyasete karıştırdıkları için, hem diğer İslam milletlerini küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. (… ) Şimdi ise, birbirine en çok muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi baskısı altında ezilen İslam milletleri içinde, milliyetçilik fikriyle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman gibi görmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez!”[2] Üstad’a göre, doğuyu ayağa kaldıracak, problemlerini çözecek, gelişmesini sağlayacak şey din duygusudur. Yalnız onun doğudan maksadı sadece Anadolu’nun doğusu değil, Avrupa’ya göre doğu olan bütün İslam dünyasıdır. Şöyle anlatır: “Peygambelerin çoğunun doğuda ve Asya’da gelmeleri ve çoğu felsefecilerin batıda ve Avrupa’da ortaya çıkmaları, kaderin bir işaretidir ki; Asya’da din hâkimdir. Felsefe ikinci derecededir. Kaderin bu işaretine binaen, Asya’da (İslam dünyasında) hüküm süren (yönetenler) dindar olmazsa da din lehine çalışanlara ilişmemeli, belki teşvik etmelidir.”[3] DOĞU İÇİN DİN EĞİTİMİNİN ÖNEMİ 1921 yılında Ankara’da, Millet Meclisi’nde, doğuda kurmayı planladığı, fen bilimlerinin din ilimleri ile birlikte okutulacağı Medresetü’z-Zehra adındaki üniversitesi için milletvekilleri ile görüşmüş ve onların imzaları ile kendisine bu iş için maddî destek sözü verilmişti. Bu toplantı esnasında batı taraftarı bazı vekillerin sorularına verdiği cevab, Üstad’ın doğu meselesine nasıl baktığını ve çözüm önerilerini göstermektedir. Onların; “Yalnız; sen, medrese usulüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; hâlbuki şimdi batılılara benzemek lâzım.” demeleri üzerine Bedîüzzaman; “Doğu vilayetleri, Âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir. Fen bilimleri yanında, din ilimleri de lâzım ve çok gereklidir. Çünkü: peygamberlerin çoğunun doğuda, felsefecilerin çoğunun batıda gelmesi gösteriyor ki; doğunun yükselmesi dine bağlıdır. Başka vilâyetlerde sırf fen bilimleri okuttursanız da, Şarkta her halde; millet, vatan menfaati için, din ilimleri esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan müslümanlar, Türke hakikî kardeşliğini hissedemiyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı yardımlaşma ve dayanışmaya muhtacız.”[4] Ne yazık ki, Üstad’ın yaptığı bu teklif, sonraki yıllarda toplumda yaşanan büyük çalkantılar sonucunda hayata geçirilmemiş ve onun ikaz etmiş olduğu gibi, kardeşlik duygusunda büyük yaralar açılmıştır. Aynı konuşmasının devamında milliyetçi yaklaşımların bu vatandaki diğer İslam milletlerine mensup kimselerde birlik beraberlik duygusunu nasıl yaraladığına kendi başından geçen bir hadiseyle örnek verir: “Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, fedakâr ve gayet zeki o talebem, dinî ilimlerden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: “Dindar bir Türk, elbette fâsık (din ve ahlakı bozuk) kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.” Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sadece maddî fen bilimleri okumuş (İstanbul’da). Sonra ben -dört sene sonra- (Rusya’daki) esaretten dönünce onunla konuştum. Milliyetçilik bahsi oldu. O dedi ki:    - Ben şimdi, inançlı ve yaşayışı bozuk da olda bir kürdü, dindar bir Türk hocasına tercih ederim. Ben de:    - Eyvah! Ne kadar bozulmuşsun dedim. Bir hafta çalıştım, onu kurtardım. Eski hakikatlı hamiyete (İslam kardeşliği fikrine) çevirdim. İşte ey mebuslar (milletvekilleri)! O talebenin evvelki hali, Türk Milletine ne kadar lüzumu var. İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havâle ediyorum. Demek -farz-ı muhal olarak- siz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de; her halde Şark vilâyetlerinde din eğitimine azamî ehemmiyet vermeniz lâzım.”[5] KÜRDLER’İN SAADETİ TÜRKLER’LE BERABERDİR Üstad Bedîüzzaman ayrılma düşüncesine de şiddetle karşı idi. Hususan Kürdler’in toplumsal huzurunun Türklerle beraber olmakta olduğunu şöyle ifade ediyordu: “Emin olunuz biz Kürdler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, toplum hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder .”[6] İstanbul’da bulunan bazı Kürdler’e hitaben 1908’de yaptığı bir konuşmasında ise şöyle diyordu: “Bizim düşmanımız cehalet, yoksulluk ve ayrılıktır. Bu üç düşmana karşı sanat, bilim ve ittifak (birlik) silâhiyle cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette uyanık olmaya ve ilerlemeye sevkeden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup elele vereceğiz. Zira düşmanlıkta fenalık var, düşmanlığa vaktimiz yoktur.”[7] ÇÖZÜM TEKLİFLERİ Dikkatleri, bir buçuk milyar Müslüman’ın kardeşliğini ve manevi yardımlarını kazandıran İslamiyet milliyeti fikrine çekmek. Gerçek ve en büyük milliyetimizin İslâmiyet olduğunu; Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Laz gibi bütün Müslüman milletlerin en kuvvetli ve hakikatlı bağlarının ve milliyetlerinin, İslâmiyet’ten başka bir şey olmadığı düşüncesini kalplere yerleştirmek.[8] Dışlayıcı tavırlar içeren olumsuz milliyetçi duygularla, ön yargılarla birbirimize yabani bakmamak ve birbirimizi düşman gibi görmemek.[9] Hususan Doğu bölgemizde din eğitimine büyük ağırlık vermek, din ilimleri ile fen bilimlerini birlikte okutmak. Bu okullarda; a- Kürtlerin bildiği, alışık olduğu ve onlara çekici gelen ve şevklendirici olan medrese ismi altında dini eğitim vermek. b- Bu medreselerdeki eğitimin, Arapça, Türkçe ve Kürtçe’in üzerine bina edilmesi. Kendi ifadesiyle, “Lisan-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak.” c- Bu eğitim kurumlarında Türklerin ve Kürtlerin güvenini kazanmış Kürt âlimlerini istihdam etmek veya mahalli dili bilen eğitimcileri kullanmak. d- Bölge halkına uygun bir eğitim modeli sunmak. Bu da onları iyice tanımak ve kabiliyetlerini keşfetmekle mümkündür. Zira bir elbise, tek bir model herkese uymayabilir.[10] Cenab-ı Allah en kısa zamanda bunun gibi bütün toplumsal yaralarımızın tedavi olmasını ve hakiki din kardeşliği duygusunun kalblere yerleşmesini nasib eylesin, âmin. 29. Mektub, 6. Kısım 26. Mektub, 3. Mesele 14. Şua, Afyon Mahkemesi Müdafaası Tarihçe-i Hayat Tarihçe-i Hayat Münazarat Tarihçe-i Hayat Hutbe-i Şamiye, Reddü’l Evham 26. Mektub, 3. Mesele Münazarat

Cemal ERŞEN 01 Aralık
Konu resmiNiyet Hayır, Akıbet Hayır
İbadet

ış mü’minin baharıdır.” buyuruyor Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav). Yaz aylarında gündüzlerin de uzun olmasıyla insanlar daha fazla dünya işleriyle meşgul oluyorlar. Akşamları gündüzün yorgunluğunu ancak atabildiklerinden manevi hizmetlere veya gece ibadetlerine kâmil manada zaman ayıramıyorlar. Kış mevsiminin uzun geceleri ise ilim öğrenmeye, manevi hizmetlerle iştigal etmeye, nafile ibadetleri ifa etmeye daha müsait. Bu dünyaya manevi bir ticaret için gönderildiğimize göre her şeyi ahiret noktasından değerlendirmemiz icap ediyor. Buna göre kış aylarının ahiret ticareti için daha kârlı bir mevsim olması yukarıdaki hadisi tasdik ettiriyor. Bu günlerde manevi bahar aylarına girmiş bulunuyoruz. Yeni sezonun bereketli geçmesini ve hayırlara vesile olmasını Rabbimizden niyaz edelim. Sezon açılışını güzel hizmetlere kapı açacak niyet ve dualarla yapalım. Zira büyüklerden bize miras kalan güzel uygulama ve güzel düsturlardan biri de budur. Birkaç misali hatırlayalım: Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Amr bin As (ra) komutasındaki İslâm ordusu Mısır’ı kuşatır. Ancak kuşatmanın üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen Mısır’ın fethi bir türlü gerçekleşmez. Bunun üzerine Amr bin As (ra) Hz. Ömer’e mektup yazarak takviye kuvvet ister. Hz. Ömer cevabî mektubuna şunları yazar: “Ey Amr! Mısır’ı bugüne kadar alamayışına şaşıyorum. Kanaatim ve tavsiyem şudur: * Muvaffakiyetsizliğinizin sebebi sizin de düşmanınız gibi dünyayı sevmeye başlamış olmanızdır. Şunu bil ki Cenâb-ı Allah hiçbir topluluğa doğru niyete sahip olmalarından başka bir şeyle yardım etmez. * Sana yardımcı olarak dört kişi gönderdim. Bunlardan her biri bin kişiye bedeldir. Mektubumu aldığın vakit bunları orduya tanıt. Bir hutbe vererek askerlerini düşmanları ile esaslı bir şekilde savaşmaya ve niyetlerini düzeltip (sadece Allah rızası için cihat etmeye niyet edip) sabır ve metanet göstermeye teşvik et. * Onlara emret de bütün ordu tek bir kişi imiş gibi harekete geçsin. * Cuma günü zevalden sonra taarruz emrini ver. Zira bu saatte Allah tarafından rahmet iner. Bu saat duaların kabul olunduğu bir saattir. Herkes yüksek sesle Allah’a yalvarıp düşmana karşı Allah’tan yardım dilesin.” Amr bin As (ra) mektupta belirtilenlere aynen riayet etti. Niyetler sağlamlaştırıldı. Topluca yapılan duadan sonra hep birlikte düşmana hücum edildi. Cenab-ı Allah da onlara zafer ihsan etti. (El-Kenz, c.3, s. 151)  Büyük bir İslâm kahramanı olan Salahaddin-i Eyyubî Hazretleri de her savaştan önce askerlerini toplar ve onlara şöyle niyet ettirirmiş: Bizler Allah için savaşa gidiyoruz. Dünya için savaşmıyoruz. Toprak kazanmak, mal mülk sahibi olmak için savaşmak bizim niyetimizde yoktur. Biz sadece Allah’ın rızasını düşünelim, ona niyet edelim. Kudüs alınıncaya kadar hiç gülmemiş, Kudüs’ün fethi gerçekleşmeden bir evi olmamış, hayatı çadırlarda geçmiş bir İslâm bahadırıydı O. Allah için çıktığı yolda Allah da ona nice zaferler ihsan etmişti. Kısa zamanda, dağınık Müslüman topluluklarını birleştirerek Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin bölgesinde güçlü bir İslâm devleti kurmuş ve Kudüs’ü Haçlılardan alarak adı Hazreti Ömer’le bir anılır olmuştu. Hıristiyanların misilleme olarak düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni etkisiz hale getirmişti. Asr-ı Saadette ise İslâmiyet’i tercih etmek tonlarca sopa yemek, alev alev yanan çöl sıcağında kızgın kumlarda işkence görmek, dünyaya ait bütün mal varlığını, akrabalarını bırakarak hicret etmek demekti. İslâm’ı yaymak için maddi manevi her fedakârlığı göze almak anlamına geliyordu. Dünyaya ait her şeyini feda eden kişinin dünyevi bir beklentisi olabilir mi? İşte böyle bir ortamda yaşayan sahabe efendilerimiz Allah rızasından başka ne düşünebilir, Allah rızasının dışında neyi murat edip neyi niyet edebilirlerdi ki? Gelelim asrımıza… Bütün peygamberlerin ümmetlerini fitnelerin dehşetinden korkuttukları ve Allah’a sığındırdıkları bir asırda vazifeyi devralan Bediüzzaman Hazretleri, talebelerini aynı hassasiyete çağırıyor. Hz. Ömer (ra)’ın, Salahaddin-i Eyyubî Hazretlerinin her savaştan önce askerlerine ve komutanlarına yaptıkları telkinatı, Bedîüzzaman Hazretleri de talebelerine yapıyor. Uhrevî hizmetlerin temelini ihlâsın oluşturduğunu belirterek, hizmet rehberi özelliğini taşıyan İhlâs Risalesi’nin en az 15 günde bir defa okunmasını istiyor. Bedîüzzaman Hazretlerinden sonra vazifeyi omuzlayan Husrev Efendi de aynı hassasiyetle, bu risalenin ezber edilmesini tavsiye etmek suretiyle, hizmete ait niyetlerin sürekli ihlâs düsturlarına göre test edilmesini istiyordu. İşte ihlâsın birinci düsturu: Amelinizde Rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.       “Niyet, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür.” diyen Bedîüzzaman Hazretleri, uhrevî hizmetlerde niyet ve ihlâsın önemini de şöyle ifade ediyor: “…Ve keza, niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâsladır. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde cennet, bütün lezaiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyetle insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.” Hizmet-i Kur’ân’iyede bulunanlar, müminin baharı arefesinde yeni hedefler belirlemeli, niyetlerini tekrar gözden geçirmelidir. Zira Allahü Teâlâ, kulunun kalbine bakar. İndi İlahi’deki kıymetimiz niyetlerimize göredir. Hayırlara ve hizmetlere, niyetlerimiz nispetinde vesile olabileceğimiz hatırdan çıkarılmamalıdır. Nice güzel hizmetlere vesile olmak niyet ve duasıyla…

Mustafa YANKIN 01 Aralık
Konu resmiYâ Resulallah
İtikad

Sensiz geçen her günümde,Sırtıma yüklenir binlerce günah. Eritir ruhumu yanar dilimde,Yüreğimde tüter her gün ah. Tenim iplik iplik söküldü,Dikiş tutmaz kırıldı bu tezgâh.Ocağıma biriken son küldü,Yıkıldı, çürüyen canı barigah. Etimden kurtlar döküldü,Ruhumda derin bir inşirah.Cehennem, bana güldü,Bulunmaz artık bir felah. Kanayan siyah bir güldü,Parçalandı ömrüm, eyvah!Bir bir, gecelere gömüldü,Bir daha doğmaz mı sabah? Hayat, ince camda süslü bir tüldü,Yırtıldı büyü açıldı âlem-i ervah.Üstüme beyaz kefen örtüldü,Ruhumda bulunca intibah. Kulağıma bir ezanla yazıldı,Birkaç harflik bu girizgâh.Bir elif bir noktayla kapandı,Musalla taşındaki, bu güzergâh.

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiİyi Bir Makale Yazmak İçin 20 Adım
Eğitim

1. İyi bir makale yazmak için önce konunuzu ve konunuzun sınırlarını belirleyin! (Makale konusu olabildiğince “dar” ve sınırları açıkça çizilmiş olmalıdır.) 2.  Makale konusu ile ilgili çok “ciddi” ve “titiz” bir tarama yapın! (Konuyla ilgili yazılmış önemli hiçbir metini atlamadığınıza emin olun!) 3.  Konuyla ilgili yazılan risale, makale ve kitapları konuyu her yönüyle hazmettiğinize kanaat getirinceye kadar okuyun! (Konuyla ilgili okumalarınızın kemiyet ve keyfiyeti kadar okuduklarınızı hazmetme dereceniz de makalenizin kalitesini belirleyecektir.) 4.  Konunuz yine çok genişse okumalarınıza göre bir kez daha konuyu gözden geçirip olabildiğince daraltın! (Konunun daraltılmaması baştan iyi bir makale değil de okkalı bir nutuk ve genel bir kompozisyon yazılacağının alâmetidir.) 5.  Yazı planınızı yapın! (Plansız, akla gelenin yazıldığı yazılar hiçbir fayda sağlamaz! Plan, sizin yol haritanız olacaktır.) 6. Plana göre okuduğunuz ve derlediğiniz bilgileri tasnif edin!  7.  Konuyla doğrudan ilgisi olmayan tüm bilgileri atın! 8.  Plana göre makalenizi yazmaya başlayın! (Yazmaya başlamak için ilham gelmesi beklenilmez! Siz yazdıkça beklediğiniz ilham gelecektir.) 9.  Makalenizi en açık, anlaşılır ve sade bir dille yazın! (Edebiyat yapmak, anlaşılmaz kelimeler kullanmak, uzun cümleler kurmak iyi bir makalenin özellikleri değildir.) 10.  İddialarınızı, meramınızı ve cümlelerinizi her yaş tabakasından insan rahatça anlamalıdır. 11.  Makalenizde kullandığınız ıstılah, kavram ve kelimelerden ne kastettiğiniz açık olmalıdır. (Makale yazarken yanınızda hem normal bir sözlük hem de ıstılah lügatleri bulunsun! Bir makaleyi bekleyen en büyük tehlike ıstılah ve kavramları yanlış kullanmaktır! Unutmayalım, ıstılahlar basit kelimeler değildir! Istılahlar, ilmî birikimin meyveleri, kumpasları, anahtarları, fezlekeleridir!) 12.  Makalenin giriş kısmında makalenin temel gayesini ve varmak istediğiniz neticeyi açıkça yazın! 13.  Her bir paragrafın ilk cümlesi, o paragrafın ana fikri olacak şekilde düzenleyin! 14.  Yazınızda imlâ hatası ve yazım hatası olmamasına dikkat edin! (Hatalı yazılar ciddiyetsiz yazılardır! Makalenizi yazarken yanınızda mutlaka bir imlâ kılavuzu bulundurun! Makalenizi bitirdikten sonra mutlaka çıktısını alıp hata arayarak okuyun!)  15.  İyi makale gerektiği kadar uzun olandır! Gereksiz her cümleyi hatta her kelimeyi atın! (İyi makalenin illâ uzun olması gerekmez! Gereksiz kelime, cümle, paragraf ve bilgilerden arındırılmış makale, iyi makaledir.) 16.  Makalenizde size âit olmayan cümleleri ve bilgileri mutlaka tırnak içine alıp kaynak göstererek iktibas edin! (Bir makalede ne kadar çok atıf ve kaynak varsa o makale o kadar kalitelidir. Bir makalenin bereketi ilmî birikime ve ilim adamlarına saygısı kadardır.) 17.  Makalenin sonuç bölümüne özellikle çalışın! (Makalenizin sonucu makalenin özeti değildir. Yeni bir kapı açan, değerlendirme yapılan, fikir âlemine sizin katkınızı gösteren önemli bir bölümdür.) 18.  İyi bir makalenin girişi sizin ilmî derinliğinizi gösterdiği gibi, iyi bir makalenin sonucu da sizin istikbâle olan nüfûzunuzu yani ufkunuzu gösterir. 19.  İyi bir makale, daha önce yazılanları tekrar eden değil, ilmî birikime yeni bir açılım getiren, ufuk açan, katkı yapan ilmî bir metindir. 20.  Makalenizi bitirdikten sonra mutlaka bilgisine, bakış açısına güvendiğiniz en az üç, mümkünse beş kişiye gönderin! Onlardan makalenizi tenkit etmelerini isteyin! Gelen tenkitlere göre makalenizi tashih edin ve tekrar tekrar okuyup iyice kanaat getirdikten sonra yayınlanması için ilgili yerlere gönderin. (Makalenizi yayınlanması için gönderirken dosyaya Cenâb-ı Hakk’ın tesir vermesi için duâlarınızı iliştirmeyi unutmayın! Çünkü iyi bir makalede ciddiyet kadar samimiyet de bulunmalıdır.)

H. Sabri COŞKUN 01 Aralık
Konu resmiKubbe-i Hadra'nın Gölgesinde
Mülakatlar

Mülakat: Yusuf BENLİMülakatı Yapan: Zafer ŞIK Konya, Selçuklu Devletinin payitahtı.Konya, Mevlana emaneti kent.Mevlana hazretlerinin 802. doğum yılı münasebetiyle, Mevlana Müzesi hakkında okuyucularımıza malumat olsun diye Mevlana Müzesi müdürü Sayın Yusuf BENLİ ile bir mülakat yaptık. Tevafuk o ki Yusuf BENLİ beyin hemşehrim çıkmasıyla, mülakattan ziyade hoş bir sohbet ortamı oluştu.— Yusuf BENLİ, 1962 doğumlu. Selçuk Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi mezunu. Sivas, Akşehir, Konya ve Çanakkale müzelerinde çalışmış. Hem yurtiçi hem de yurt dışında bir çok kazı ve restorasyon çalışmalarına imza atmış. 18 aydan beri de Mevlana Müzesi Müdürlüğü görevinde bulunmakta. ocam, tam zamanında geldik galiba. Mevlana Dergahında (Müzesinde) restorasyon var. İlk olarak restorasyon hakkında kısa bir bilgi verir misiz? 2008 yılında hazırlanan restorasyon projesi doğrultusunda 2009’da bu çalışmalara başlandı. İlk etapta, 17 derviş hücresinin bulunduğu 18 kubbeli mimari mekânda çalışmalar yapılmaktadır. Restorasyonun amacı da, mimari yapının orijinal konumuna getirilmesidir. Mevlana Müzesinin tarihçesi hakkında kısaca bilgi verir misiniz? Mevlana Müzesi, Selçuklu Devletinde sarayın gül bahçesi iken Sultan Alaeddin Keykubad tarafından Mevlana’nın babası Sultan’ül Ulema Bahaüddin Veled hazretlerine hediye edilir. Bahaüddin Veled 12 Ocak 1231’de vefat ettiğinde buraya defnedilir. Sevenlerinin Mevlana’ya, babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini ancak Mevlana, ‘gök kubbeden daha iyi türbe mi olur’ diyerek bu istekleri reddeder. Mevlana, 17 Aralık 1273’te vefat edince oğlu Sultan Veled, türbe yapılması yönündeki ısrarlı istekleri kabul eder ve 130 bin Selçuklu dirhemi karşılığında 8 sütun üzerine yeşil kubbe (kubbe-i hadra) yaptırılır. Tekke ve zaviyelerin kaldırılması ile, Mevlevi Dergâhı ve Türbe 1926 yılında ‘Konya Asar-ı Atika Müzesi’ adı altında müzeye dönüştürülür. 1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanziminde değişiklikler yapılır ve müzenin adı ‘Mevlana Müzesi’ olarak değiştirilir. Dergâhın ilginç kapı isimleri var hocam. Bunlar nelerdir? Mevlana Dergâhı kendi bünyesinde 700 yıllık mimari serüveni olan, özel bir yapılar topluluğudur. Mevlana Müzesinde dört kapı bulunmaktadır. Dervişlerin girdiği ‘Dervişan Kapısı’ batıda. Doğuda ‘Pir Kapısı’. Bugün bu kapı Gülbahçe’ye açılmakta. Çelebiyan Kapısı kuzeyde. Zaman tünelinde çelebilerin girdiği kapıdır. Ve nihayet sır gibi saklanan, hiç konuşulmayan Hamuşan kapısı güneyde. Hamuşan (susanlar) Kapısı, Üçler Mezarlığı’na açılan kapıdır. Herhangi bir şehirden kalkıp Konya’ya Mevlana Hazretlerinin kabrini ilk defa görmek için gelecek olan kişilere, bu mekân hakkında ön malumat verebilirsiniz? Dervişan Kapısından girdiğinizde öncelikle sizi Meydan-ı Şerif karşılar. 1. Selim’in (Yavuz Sultan Selim) yaptırdığı şadırvanın suyuyla serinlersiniz. Sonra sağınızda Neyzenler Mezarlığının taşları size ‘hoş geldiniz’ der. (Şair gibi konuşuyorsunuz diyorum Yusuf Beye. O da: bilgisayarda çalan enstrümantaldendir, diyor ve devam ediyor…) Huzur-u Pir’e ulaşmak için Bab-ı Şerif’ten geçilir. Tilavet Odasında ‘Ya Hazret-i Mevlana’ levhalar bölümü ile karşılaşırsınız. Gümüş kapıdan geçtikten sonra ‘dahili uşak’ bölümüne varılır. Niyaz Penceresi’nden baktıktan sonra burada ‘post kubbesi’ne ulaşılır. Artık Huzur-u Pirdesiniz. Kubbenin içerisinde ‘Kıbab-ül Aktab’ bölümlerinde Hz. Mevlana’nın soyundan gelen şahsiyetlerin mezarları vardır. Huzur-u Pir’de karşınızda, Celaleddin-i Rumi ve oğlu Sultan Veled çıkıp örfi sarıklarıyla hoş geldiniz derken Sultan-ül Ulema (âlimlerin sultanı) Bahaüddin Veled sizi selamlar. Bu bölümde gümüş kafes ve merdiven vardır. Kuzeyde Huzur-u Pir’e açılan alanda semahane ve mescid bölümü bulunur. Orada Divan-ı Kebir, İbtidaname, serpuş, müzik aletleri ve Mesnevi’yi görebilirsiniz. Mescid bölümünde ise ortada Sakal-ı Şerif, kenardaki vitrinlerde 8. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar yazı sanatının ve kitap ciltlerinin örneklerini görebilirsiniz. Ayrıca ‘Tasâvir-i Âl-i Osman’ (Osmanlı padişahlarının resimleri) ve her yüzyıl yeniden yazılan Mesnevi örnekleri bulunmaktadır. Buradan mescid kapısından çıkarak Matbah (Mutfak) bölümüne geçilir. Matbah, Mevlevilikte önemli bir yeri olup bir yandan aş, diğer yandan canların piştiği yerdir. Burada derviş olmak isteyen ‘nevniyaz’, nişinde oturur, Kazancı Dede size bakar, Pazarcı maşası belinde bekler ve kurulan sofrada dervişler karınlarını doyururken bir yandan da sema meşki yapılır. Matbah budur! İlk defa buraya gelmişseniz Matbah’ın ön tarafında Şeb-i Arus Havuzundan bir tas suyu mutlaka içmelisiniz. Bugün derviş hücrelerinde restorasyon münasebetiyle teşhir ve tanzimi bulunmamaktadır. Hocam, yılda ortalama kaç kişi Mevlana Müzesini ziyarete geliyor? Müzemizi geçen sene 2 milyon kişi ziyaret etti. Yabancı turistlerin teveccühü nasıl peki? Bu ziyaretçilerin 400 bini farklı farklı ülkelerden gelen ziyaretçiler. (yani günde ortamla 1.000’nin üzerinde yabancı turist) Ziyarete gelen kafile yada kişilere bir rehber sağlıyor musunuz? Müze içerisinde 6 ayrı dilde tanıtıcı filmler, plazma televizyonla ziyaretçilerin istifadesine sunulmuş durumda. Son olarak sizden müzedeki kütüphane hakkında bilgi almak istiyorum. Dergâhta 45 yıl postnişinlik yapan Mehmed Hemdem Çelebi (1852) tarafından kurulan ‘İhtisas Kütüphanesi’nde yazılı ve matbu birçok kitap bulunmaktadır ve araştırmalara açıktır. Bu güne kadar kitaplarımızla ilgili çeşitli kataloglar da yayınlanmıştır. Mevlana Dergâhı Müdürü, Yusuf Benli Beye bize zaman ayırmasından dolayı teşekkür ederim. Mevlana dergâhında sağınızı solunuzu hayretler içerisinde temaşa ederken, sizi alıp maneviyat iklimlerine götüren bir havayı çekersiniz ciğerlerinize. Hamuşan Kapısından ilk adımınızı attığınızda Şair Şem’i de (1783-1839) şu şiiriyle uğurlar sizi; bu cihân kimseye bâkî değil zıll-ı hayâlgaflet ile aldanıp meyletme kalb nakkâşınaâkıbet olsan gerektir sen de muhtâc-ı duaoku birkaç fâtiha bahşeyle din kardaşına … ey birâder bak bana ibret değil miyim sanaŞem’-i nâmım bir nişân oldu mezârım taşına.

Mülakatlar * 01 Aralık
Konu resmiMülk ve Melekut
İnsan

Seyyid Şerif Cürcanî’nin tarifine göre mülk, arş ve kürsî gibi hissedilen varlıklardan olan şehâdet âlemidir. Sıcaklık, soğukluk; yaşlık, kuruluk da mülk olarak kabul edilmektedir. Melekût,  nefislere ve ruhlara mahsus gayb âlemidir. “Gerçek tasarruf anlamında melekût, bir tasavvuf ıstılahı olarak sıfatlar, özellikle ilahî sıfatlar için kullanılır. Allah’ta, sıfatları vasıtasıyla tasarrufta bulunmak üzere bir melekût vardır. Allah, kâinat üzerindeki tasarrufunu sıfatları aracılığıyla gerçekleştirir. Bu nedenle, tasarrufun gerçekleşmesinde vasıta durumunda bulunan sıfatlara, bu anlamda, melekût demek mümkündür. Allah’ın ezelî sıfatları için söz konusu olan melekûta, en yüce melekût (el-melekutü’l a’la), bunların dışında kalanlarda söz konusu olan melekûta ise (el-melekûtü’l-ednâ) denmiştir. (et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, İstanbul 1984, II/1339) Gayb, bâtın, emir, lâhûtî âlemler için de melekûtiyet tabiri kullanılmıştır. Kamus-u Okyanus 3. cild sh.116’da melekût için, “Mübalağadır. İzzet ve saltanat ve azamet manalarını ifade eder. Ehl-i tahkik ‘mülk’ ü âlem-i zahirde (görünen dış âlem), ‘melekût’ ü âlem-i bâtında (görünmeyen iç âlemde) isti’mal ederler (kullanırlar).” denilmiştir. Mülk ve melekûtü, iç ve dış, zâhir ve hakîkat ve âlem olmak üzere birbirini ifade eden üç kısma ayırabiliriz: İÇ VE DIŞ “İ’lem Eyyühel-Aziz! Her şeyin içine melekût, dışına mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünki insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur. Melekût cihetiyle de mazruf olur. Bu kaide arş ile kevn hakkında da tatbik edilir. Şöyle ki: Arş; Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halîtası ve karışığıdır. Bu halîtada dâhil olan İsm-i Zahir itibariyle arş, mülk; kevn, melekût olur. İsm-i Bâtın itibariyle arş, melekût; kevn, mülk olur. Demek arşa ism-i Zahir nazarıyla bakılırsa; kendisi zarf, kevn de mazruf olur. İsm-i Bâtın nazarıyla bakılırsa; arş mazruf, kevn zarf olur.” (Mesnevi-i Nuriye,93) Bediüzzaman Hazretleri, bu parçada mülkü dış, melekûtü iç manasında kullanmıştır. ZÂHİR VE HAKİKAT Bu kısım sıfatlar âlemine de bakar. Melekût kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde geçmektedir: “De ki: Her şeyin melekûtu elinde olan kimdir?” (el-Müminun, 23/88) Yani her şeyi yaratıp sevk ve idare ederek, tasarruf edenin Allah olduğunu ifade ediyor. Hakîkat noktasında her şeyin dizgini O’nun elindedir. Ve her şeyin anahtarı O’nun yanındadır. Ve her şey, O’nun emriyle halledilir. Demek bunlar eşyanın melekûtiyet cihetidir. Eşyanın zahirî sebeblerinin perde olduğu yön ise mülk cihetidir.  “Âyinenin iki vechi gibi, her şeyin bir “mülk” ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri “melekût”tur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir veçhinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemâline münafî hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem mercî, hem medar olmak için vaz’edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakîkat cânibinde, her şey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzât mübaşeretine münasibdir, izzetine münafî değildir. Onun için esbab sırf zahirîdir, melekûtiyette ve hakîkatte tesir-i hakikîleri yoktur.” (Tılsımlar,46) Bu ifadeden anlaşıldığı gibi, eşyanın bize görünen cihetine ve sebeblerin perde olduğu yüze “mülk” denilir. Bu yüzden, aklın zahirine göre çirkin ve kudret-i İlahîyenin izzet ve azametine münasib olmayan durumlar bulunduğundan, Cenab-ı Hakk sebebleri perde yapmıştır. Ta ki o çirkin görünen şeyler zâhiren kudrete değil de, sebeblere verilsin. Mesela trafik kazasında bir insan feci bir şekilde parçalanarak hayatını kaybediyor. Aklın zahirî bakış açısına göre, bu ölüm hâdisesi çirkin görünüyor. Bu çirkinlik ise o ölüme sebeb olan kazaya ve sebeb olan kişiye isnad ediliyor. Bu hadisenin göründüğü gibi tahakkuku, mülk cihetidir. Melekûtiyet ciheti ise, bu hadisedeki bütün işlerin kudret-i İlahîye ile gerçekleşmesidir. Nasıl ki aynayı güneşe karşı tuttuğumuzda, o aynaya güneş, suretiyle akseder. O ayna kabiliyetine göre karşıya ışığı yansıtır. Yansıyan ışık, her ne kadar ayna vasıtasıyla aksediyor olsa da, zerresi bile o aynanın mülkü değildir, güneşe ait bir ışıktır. Ancak güneşin karşıya ışık aksetmesiyle aynanın arasında bir mukarenet ve beraberlik vardır. Işığı yansıtırken aynanın düzgünlüğü, renkleri, kirliliği, küçüklüğü ve büyüklüğünün, güneşten gelen ışık üzerine te’siri vardır. Karşıya yansıyan ışığın bütün güzellikleri güneşe ait olduğu gibi, bütün çirkinlikler ve eksiklikler ise, aynanın isti’dadına aittir. İşte o ışığın aynaya bakan ciheti mülk cihetidir. Güneşe bakan ciheti ise melekûtiyet cihetidir. Yukarıdaki kaza örneğini, bu ayna misaline kıyas edersek, “Beşerin zulmü içinde kaderin adaleti vardır.” kâidesine binaen kazaya sebeb olan kişi sarhoşluk veya hız gibi herhangi bir sebebden dolayı zulüm ettiğinden, o hâdisedeki bütün çirkinlikler, aklımızın hoşuna gitmeyecek şeyler, cüz-i iradesiyle kazaya sebeb olana verilir. Fakat kader-i İlahîye ya zulmün cezası veya günahların kefareti veya ahiretteki derecelerin yükselmesi gibi birçok hikmete binaen, o hâdiseye fetva veriyor. Kudret-i İlahiye de o icraatı yapıyor. Bu işin güzel yönü olan hakîkati, oluşması ve tahakkuk eden hikmet ve faideleri melekûtiyet cihetidir. Her türlü çirkinliklerden münezzeh olan Allah’ın kudretine aiddir. Hem mesela, bir ağaç; yaprak, çiçek, meyve ve meyvenin içindeki çekirdeğin oluşmasına bir sebebdir. Hâlbuki o ağaç o işleri yapmaktan çok uzaktır. Çünki o işleri yapan ancak her şeyi yaratabilen nihâyetsiz bir hikmet ve kudret sahibi zat olabilir. Misaldeki ayna gibi, bu ağaç da bir aynadır. Kudret-i İlâhiyenin o işleri yapmasıyla ağacın arasında bir iktiran ve beraberlik vardır. Nasıl ki aynadan karşıya akseden ışığa, ayna sahip değildir. Öyle de ağaçtan bize sunulan ve yansıyan yaprak, çiçek ve meyve de ağacın yapabileceği işler değildir. Onu yaratan, nihâyetsiz kudret ve hikmet sahibi olan Allah’tır. Meyvede görünen eksiklikler ve çirkinlikler, ağacın isti’dâdına aittir. Ve buna meyvenin mülk ciheti denilir.  O çiçekleri, yaprakları ve meyveleri tasarruf edip yaratmak ve birçok hikmet ve faideleri onlara takmak, kendilerine mahsus ibadet ve tesbihleri hükmünde olan vazifeleri yaptırmak, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine birer ayna haline getirmek ve en az 55 lisan ile Allah’ın varlığına ve birliğine delil olmak gibi hakîkatler ise; o yaprak, çiçek ve meyvelerin melekûtiyet cihetidir ki, Kudret-i İlahiyeye aiddir. “Derken ikisi, katımızdan kendisine bir rah­met verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu (Hızır’ı) buldular. Mûsâ ona: “Sana öğretilenden, hayra götüren bir ilmi (Ledün ilmini) bana öğretmen üzere sana tâbi’ olabi­lir miyim?” dedi. (Hızır, cevâben şöyle) dedi: “Doğrusu sen, beraberimde sabretmeye aslâ güç yetiremezsin!” “Hem içyüzünü kavrayamadığın (ve zâhiren yanlış anlaşılan) bir şeye (bir peygamber ola­rak) nasıl sabredeceksin?” (dedi). (Hızır’ın, kendi bildiği ölçülerle hareket edeceğini düşünen Mûsâ:) “İnşâallah sen beni sabırlı bulacaksın ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim!” dedi. (Hızır:) “O hâlde bana tâbi’ olursan, artık (ben) sana ondan söz açıncaya kadar, (yaptığım) hiçbir şey hakkında bana soru sorma!” dedi. Bunun üzerine ikisi gittiler; nihâyet gemiye bindikleri zaman, (Hızır) onu (o gemiyi tehlikeli olma­yacak yerinden) deldi. (Mûsâ:) “Onu, içinde bulunan­ları boğmak için mi deldin? Gerçekten müd­hiş bir şey yaptın!” dedi. (Hızır:) “Doğrusu sen, berâberimde sabretmeye aslâ güç yetiremezsin, dememiş miydim?” dedi. (Mûsâ:) “Unuttuğum şeyden dolayı beni mes’ûl tutma ve bu işimde (seninle berâber olmak­ta) bana bir güçlük yükleme! (Beni ma‘zur gör!)” dedi. Yine (beraberce) gittiler; nihâyet bir er­kek çocuğa rastladıkları zaman, (Hızır) tuttu onu öldürüverdi. (Mûsâ:) “Bir cana karşılık olmaksızın ma’sum bir cana mı kıydın? Gerçekten çok çirkin bir şey yaptın!” dedi. (Hızır:) “(Ben) sana: ‘Doğrusu sen, berâberimde sabretmeye aslâ güç yetiremezsin!’ dememiş miydim?” dedi. (Mûsâ:) “Eğer bundan sonra sana bir şeyden sorarsam, artık beni arkadaş­lı­ğa kabûl etme; gerçekten benim tara­­fım­dan (ma‘zur sayılabileceğin) bir özre u­laş­­tın” dedi. Yine (berâberce) gittiler; nihâyet bir şehir ahâlîsine (Antakya’ya) vardıklarında, oranın halkın­dan yiyecek istediler; fakat (onlar) bu ikisini misâfir etmekten kaçındılar. Derken orada (sanki) yıkılmak isteyen bir duvar buldular; (Hızır) hemen onu doğrulttu. (Mûsâ:) “İsteseydin buna karşı elbet­te bir ücret alırdın” dedi. (Hızır) şöyle dedi: “İşte bu (soruyu sorman) benimle senin aramızın ayrılmasıdır. (Şimdi) kendisine sabretmeye dayanamadığın şeylerin içyüzünü sana haber vereceğim.” “O gemi var ya, işte (o,) denizde çalışan yoksul kimselere âid idi; bu yüzden onu kusurlu kılmak istedim; Çünki onların ilerisinde bir hükümdar vardı; her (sağlam) gemiyi zorla alıyordu.” “Ve o çocuğa gelince (o büluğ çağına ulaşmış bir isyankâr idi); hâlbuki ana-babası mü’min kimselerdi; onları da azgınlığa ve küfre bürümesinden (sürüklemesinden) korktuk.” “Böylece Rablerinin kendilerine, (günahlar­dan) temiz olma cihetiyle ondan hayırlısını ve (onlara) merhametçe daha yakınını (o çocuğa) bedel olarak vermesini istedik!” “O duvar ise, işte o şehirde bulunan iki yetim erkek çocuğa âid idi; ve onun (o duvarın) altında, kendilerine âid bir hazîne vardı; babaları da sâlih bir kimseydi. Böylece Rabbin, onların (o iki çocuğun) güçlerinin kemâle ermesini ve Rabbinden bir rahmet olarak (o yaşa geldiklerinde) kendi hazîne­lerini çıkarmalarını diledi! (Ben) bunu kendiliğim­den de yapmadım! (Rabbim bana emir buyurdu!) İşte kendisine sabretmeye dayanamadığın şeylerin iç yüzü budur!” (Kehf Suresi, 65-82)    Bu ibretli kıssa da mülk ve melekûtiyeti daha iyi anlamamıza güzel bir vesiledir. Hz. Musa (as), geminin delinmesini, çocuğun öldürülmesini ve duvarın tamir edilmesini, şeriat zahire göre hükmettiğinden, görünen noktada zâhiri sebeb olan Hızır (as)’a nisbetle itiraz etmiştir. Bu cihet işin mülk yönüdür. Fakat ilm-i ledünne sahib olan Hızır (as), o hadiselerin Allah’a ait olan hakîkat yönünü bildiği için ona göre muamele etmiştir. İşte bu cihet ise o hadiselerin melekûtiyet yönüdür. ÂLEM “Hadsiz âlem-i misal gibi gâyet geniş olan âlem-i melekût ve gayr-ı mahdud sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasib şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i Zülcelâl, zerratı tahrik edip; kâinatı seyyale ve mevcudatı seyyare ederek, şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-ı mâneviye yetiştiriyor. Nihâyetsiz hazine-i kudretinden nihâyetsiz bir seyli, dünyadan akıttırıp, âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.” (Tılsımlar,128) Bu açıklamada da görüldüğü üzere melekût âlemi, âlem-i misal gibi gaybî âlemlerden geniş bir âlem olarak ifade edilmektedir.  Netice olarak, melekût kavramı, ıstılahî bir tabir olarak, cümlenin siyak ve sibâkına, yani içinde geçtiği makama göre ayrı ayrı anlam kazanmaktadır. Rabbim hakkıyla anlamayı ve istifade etmeyi bizlere nasib eylesin. Âmin…aa

Zakir ÇETİN 01 Aralık
Konu resmiEn Kısa Nasihat: "Lâ Tağdab!"
İtikad

Sahâbe Efendilerimizden birisi bir gün Peygamberimize (asm) gelerek: “Yâ Rasûlallah! Bana kısa bir nasihatte bulunun. Uzun olmasın! Tâ ki, nasihatinizi unutmayayım.” der ve bu sözünü birkaç kez tekrarlar. Samimi bir hal içinde unutkan halini dile getirerek nasihat isteyen bu sahâbeye, Resûl-i Ekrem (asm) kısa bir nasihat ile cevap verir: “Lâ tağdab!” Yani, “Öfkelenme!” Peygamberimiz (asm), bahsi geçen sahâbeye “Öfkelenme!” buyurarak, bizlere çok hakikatleri mündemiç câmi’ bir nasihatte bulunmuştur. Öfkelenmek, zaman zaman hepimizin başına gelen, hepimize arız olan bir halettir. Öfkelenmek dinimize aykırı değildir. Müslüman da öfkelenir. Cenâb-ı Hak insanın fıtratına bu hissi yerleştirmiş. İnsanlara, fıtratını değiştir at dercesine öfkelenmeyin demek yanlış olur. Bir hadis-i şerifte , “Mü’min, tez kızar, tez barışır” buyrulmuş. Fakat mü’min hiç kızmaz buyrulmamış. Önemli olan bu durumda öfkemizi kontrol edip kendimize ve etrafımızdakilere zarar vermemektir. Bizim en büyük düşmanımız şeytan ve nefsimizdir. Öfke de bu iki düşmandan neş’et eder. Şeytan, insanın imanını en kolay, öfkelendiği zaman bozar. İnsan öfkelendiği zaman hissî hareket eder. Hisler ise aklın muhakemesini dinlemez. Çok küçük bir hareketle çok büyük ve telafisi mümkün olmayan zararlar verdirebilir. Bir dakika hiddet yüzünden bir katlin, milyonlar dakika hapis azabını çektirdiği gibi. Ecdadımız atasözü olarak güzel söylemişlerdir: “Öfke ile kalkan, zarar ile oturur.” Yani insan sinirlenip bir kalktı mı, dengeli ve mantıklı hareket etmez; camı, çerçeveyi,  masayı, sandalyeyi kırar. En önemlisi de sevdiklerini kırar. Ondan sonra da pişman olur ve “Ben bunu neden yaptım?” diye feryat eder. Ama artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Bu konuyu teyit eden bir hadise anlatılır, şöyle ki:  “Adamın biri yeni bir kamyon alır. İnsan, yeni aldığı bir şeye tamahkârlığın da etkisiyle sık sık bakar ve zevk alır. Bu adam da bu duygularla kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir şekilde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görür. Hemen oğlunun yanına koşar ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlar. Biraz sakinleşince, oğlunu hemen hastaneye götürür. Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmez ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalır. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında, bandajlı ellerini fark eder ve gayet masum bir ifadeyle: “Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm” der. Sonra babasına, “parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak” diye sorar. Daha sonra babası eve döner ve bu duruma dayanamayarak intihar eder.” Böyle tamiri mümkün olmayan hatalara düşmemek için, Peygamberimizin (asm) şu altın gibi öğütlerine kulak vermeliyiz:  “Öfkesini yenen Cennete kavuşur.”  “Yiğit, pehlivan hasmını yenen değil, öfkesini yenendir.” “Kim Allah rızası için öfkesini yenerse, Allah-ü teâlâ da ondan azabını def eder.” “Öfkeli davranan kimseye, yumuşaklık göstereni Allahu teâlâ sever.” “Öfkelenen sussun.” “Öfke şeytandandır. Şeytan ateşten yaratıldı. Ateş su ile söndürülür. Öfkelenen abdest alsın!” “Öfkelenince oturun, öfkeniz geçmezse yatın!” “Öfkeli iken karar vermeyin” Rabbimiz bizleri, yüce fermanında:  “Gayzını, kinini, düşmanlığını yutup, ondan vazgeçenler.” diye medih ettiği müttakî kullarından eylesin…

Amet DOĞRU 01 Aralık
Konu resmiHerşey ‘Adl’ isminin Terazisiyle Dengede
İnsan

Şuursuz hava kendi başına yağmurun dönüşümünü, oksijen-karbondioksit oranlarını dengeleyemez. Eğer bu hassas ölçüler olmasaydı, dünya zararlı gazlarla dolup, yaşanmaz bir yere dönerdi. Ve yine o ince mizanla, rüzgâr vasıtasıyla bitkiler aşılanıyor, gideceği adresi şaşırmadan tam hedefine sevk olunarak hayvanat ve insanların rızklarının devamı sağlanıyor. Ve hava aynı maddeden teşekkül ettiği halde her dili, her rengi, her kokuyu kendine has özellikleriyle yansıtıyor. Havada bulunan basınç oranı ile insanın kan basıncı arasında da tam bir denge vardır. Eğer hava basıncının değeri daha az olsaydı, kan vücuttan dışarıya fırlayacaktı. Eğer fazla olsaydı insan parçalanacaktı. Bir feryat ve ağlayışla şu dünya sarayına teşrif eden insanlar bu sarayın ne muhteşem düzenle hazırlandığını bilmeden gelir misafir olurlar. Sadece dikkat edip bakanlar anlar ki;  bilinen bir saray değildir burası… Her şey, her saniye hareket halinde… Giren-çıkan, bozulan, dağılan eşyalar var, fakat düzen hiç bozulmamakta, çabuk tamir edilmekte. Ne gidenlerle azalıyor misafirler, ne de gelenlerle taşıyor. Her şey olması gerektiği gibi dengede… Tam merkezinde…  Bir gün, Sümbül Efendi Hazretleri talebelerinin ilim ve irfanlarını tecrübe etmek için sorar; eğer kâinata siz nizam koymak isteseydiniz ne yapardınız? Talebelerinin her birisi; şöyle yapardık, böyle yapardık derler fakat bir kişi hiç söze karışmaz. Bu durumu fark eden Sümbül Efendi Hazretleri “Sen söyle” der O'na “Sen ne yapardın?” Merkez efendi şöyle buyurur: “Aynen şu anda olduğu gibi, her şeyi merkezinde bırakırdım.” Bu cevap Sümbül efendiyi çok etkiler ve o günden sonra O'na Merkez Efendi lâkabıyla seslenir. Bu ibretli cevaptaki gibi her şeyin kendi merkezinde, dengede olduğunu anlayan bu sarayın aziz misafirlerinin de ilk dikkatini çeken göklerdeki nizamdır. “Göğe gelince onu yükseltti ve mizanı koydu.” (Rahman, 7) Yüksek nidasıyla irkilir ve görürler ki: Kâinat yaratılırken, o büyük patlamayla sonsuz düzensizlik ihtimalleri içinde sonsuz bir intizamla teşekküller meydana gelmiş. Yayılan enerji bulutlarının içerisinde atom parçacıkları oluşmaya başlamış. Ve aynı, âyetlerde ifade edildiği gibi; biri artı, biri eksi yüklü yani çiftler şeklinde protonların karşısında anti protonlar yaratılmıştır. Yaklaşık bir milyar yıl, Kur’ân-ı Kerim’in tabiriyle elli bin senede yaratılan Samanyolu, güneş, gezegenler, dünya hepsi kendi için belirlenen yörüngesinde tam bir uyum ve dengeyle akıp gitmekteler… Özellikle kâinatın incisi dünyamızın, kendi ekseni ve güneş etrafındaki dönüşündeki hızı tam da üzerindekileri dengede tutan bir hızdadır. Ve bizi türlü nimetlere kavuşturan ve tefekkür kapıları açtıran, mevsimlerin dönüşümüne sebep olan da hızındaki o müthiş ölçüdür. Gece ve gündüz bu dengeyle birbirine yaklaşır ve uzaklaşır ve zaman teşekkül eder. Dünyanın bütün sahillerindeki kumlardan daha fazla olan yıldızlar da yörüngesinden çıkmıyor, birbirlerin yörüngesine girmiyorlar. Ölüyorlar, parçalanıyorlar, dağılıyorlar… Dağılan çekirdeklerinden yeni yıldızlar doğuyor fakat bu harp ve hicrette kimse zarar görmüyor. … Dönüş hızları artmıyor, eksilmiyor ve aralarındaki mesafe ise korunmakta. Birbirlerine yakınlıkları da uzaklıkları da dengede..Her zerreye kadar Adl ismi hakim.         Sonra Dünya tavanına bakıp seyreden insan, hayatının devamı için muhtaç olduğu hava, ve o vasıtayla yere inen suya bakınca ne en zor şeylerin ne kadar kolay yollarla belli ölçülerle olduğunu görür; Rabbinin yeminini işitir “Dönüşlü olan göğe and olsun ki…” (Tarık, 11) Dünyanın üzerindeki yedi tabaka hikmetleriyle gözükür: Her tabakanın ayrı bir vazifesi vardır. Mesela, yerden buharlaşarak atmosfere yükselen su miktarı saniyede yüz altmış milyon tondur. Eğer bu buhar miktarı troposfer tarafından tutulmayıp uzaya dağılsaydı geriye aynı oranda dönmeyecek ve dünya susuz kalacaktı. Ozonosfer ise radyoaktif yani zararlı ışınları dünyaya sokmayarak insanı korur, iyonosfer ise iyon taşıyan dalgaları bir ayna gibi tekrar bize yansıtarak haberleşmeyi sağlar. Bu hava tabakalarında yağmur, rüzgâr ve tipi gibi hadiseler ise dengeyle işlemekte… Aynı hava, kutuplara soğuk rüzgârlar taşırken, çöllere sıcak rüzgârlar götürmektedir. Şuursuz hava kendi başına yağmurun dönüşümünü, oksijen-karbondioksit oranlarını dengeleyemez. Eğer bu hassas ölçüler olmasaydı, dünya zararlı gazlarla dolup, yaşanmaz bir yere dönerdi. Ve yine o ince mizanla, rüzgâr vasıtasıyla bitkiler aşılanıyor, gideceği adresi şaşırmadan tam hedefine sevk olunarak hayvanat ve insanların rızklarının devamı sağlanıyor. Ve hava aynı maddeden teşekkül ettiği halde her dili, her rengi, her kokuyu kendine has özellikleriyle yansıtıyor. Havada bulunan basınç oranı ile insanın kan basıncı arasında da tam bir denge vardır. Eğer hava basıncının değeri daha az olsaydı, kan vücuttan dışarıya fırlayacaktı. Eğer fazla olsaydı insan parçalanacaktı. Sonra bu harikulade düzene hayret edip saygıyla eğilen insan yeryüzünü görür, “Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır.” (Nahl, 66) nidâsını tefekkür eder ve en çok münasebet içinde olduğu ve hizmetine verilen hayvan ve bitkiler âlemine bakar ki: Çürüyüp giden bitkiler toprağa dönüşüyor israf olmuyor ve hiçbir şey eksilmiyor. Kelebeğin ölümü sümbülün hayat başlangıcı oluyor, birisi ölürken bir başkası diriliyor. Çürüyen her çekirdek diğer bitkiye geçiyor, her yumurtadan bir yavru çıkmıyor başka bir taifeye rızık oluyor. Ve bu muazzam denge korunuyor. Yapraklar fotosentez işlemi ile yılda üç yüz milyon ton şeker üretimi yaparlar ve bununla beraber açığa çıkardığı oksijenle de havayı temizleyen bir işçi gibi çalışırlar. Havadaki oksijen oranı hep aynı kalır. Tam gidenler miktarınca gelenler var, her şey olması gerektiği gibi. Tahmini rakamlarla bir buçuk milyon civarında olan hayvan taifesinden her bir taife kendi vücut yapıları nasılsa ona uygun ortamlarda yaratılmış. Neyle, nasıl besleneceklerse ona uygun rızık, ağız yapısı ve sistem verilmiştir. Mesela; deveye bakıldığında zor çöl şartlarına dayanacak şekilde vücut azaları vardır. Hörgücünde biriken yağ deposundan ihtiyaç halinde azar azar beslenmektedir. Üç hafta boyunca bu sayede su içmeden yaşayabilir. Kürkü ise su kaybını azaltacak kalın keçeleşmiş tüylerle donatılmıştır. Ağız yapıları çöllerde kurumuş sert dikenleri kendisine zarar vermeden yiyebilecek yapıdadır. Burun ve kulakları ise kum fırtınalarından korunması için uzun kıllarla kaplıdır. Ve hâkezâ… Sonra insan “Muhakkak ki insan en güzel surette yaratılmıştır” (Tin, 4) müjdesini duyar ve kendine bakar, göze hiçbir eksik çarpmayan tenasübü, uygunluğu görür. Ve bu tenasübün en fazla tecelli ettiği yüzünü secdeye koyar ve ilk yaratılış vaziyeti olan kendini bulduğu makama yani secdeye kapanır. Bir hücreden geldiği haldir bu hal. İlk hücreden itibaren 100 milyar hücreye kadar çoğalırken, bir et yığını oluşturmadan; kimisi gözleri, kimisi kulakları, beyni, elleri, ayakları oluşturuyor. Ve hangi hücre, hangi sisteme hizmet edecekse ona göre vazife alıyor. Mesela kalbi oluşturan hücreler aynı bir kalbin atışı tarzında hareket halindedirler. Mide hücreleri ise hazım için gereken maddeyi imal edecek şekilde çalışırlar. Alyuvar ve akyuvarların da doğum ve ölümlerinde tam bir denge hâkimdir. İnsan vücudunda saniyede üç milyon kan hücresi ölürken kemik ilikleri tam bu kadarını tekrar üretirler ne eksik ne fazla. Akyuvarlar ise kan yoluyla vücuda giren mikropları kan mecraları boyunca dokulara uğrayarak imha ederler ve vücudun sıhhatli kalmasına yani dengesine hizmet ederler. Bu hücreler hastalık olmadığında dahi yüz trilyon hücreyi kontrol edip hastalıklı ve yaşlı olanları imha edip temizlik işlemi yaparlar. Şüphesiz en küçük âlemden en büyüğüne kadar her şey kendine tahsis edilen işi, ölçü ve nizamını bozmadan devam ettiriyor.  Ve secde vaziyetinden kalkıp içtimai hayata giren insan, “Ta ki tartıda haddi aşmayın! Tartıyı adaletle dosdoğru yapın! Hem tartıda eksiklik etmeyin!” (Rahman, 8-9) İlâhî düsturunu rehber edip, âlemin nizamına ben de ayak uydurmalıyım, madem ben şuur sahibiyim şu itaat eden mahlûkattan geri durmamalıyım diyerek, her şeyi Rabbinin istediği tarzda dosdoğru yaparak en büyük nizamı göstermiş olur. Maddî, manevî neyi tartacaksa insaf ve adaletle tartmalı. Ve yine yaşantısında, insanlara muamelelerinde hak ve adalet terazisiyle ölçüp biçmeli ki; âlemin nizamı, kendi nizamımız ve toplumun nizami tam olması gerektiği gibi, yani Merkez Efendi’nin söylediği gibi, tam merkezinde olsun.

Asuman CİHAN 01 Aralık
Konu resmiDoğru Kararlar-ll
İtikad

oğru Karar” yanılgısı ile yanlışlıklara sebep olan birkaç konu başlığına bu sayıda da devam etmek istiyorum. Ön yargılar veya ön kabuller… Önyargılar kendimizi koruma duvarlarımızdır,  bir durum karşısında otomatik olarak verdiğimiz kararlarımız ve tepkilerimizdir. Koruyucu duvarlarımız, psikolojik görünmez duvarlarımızdır. Çok azının varlığından haberdarız; her an her şeyin değiştiği bir ortamda, bir önceki tecrübemizle vereceğimiz tepkinin doğruluğu üzerinde temkini elden bırakmamak gerekiyor. Bu önyargılar, çoğu zaman faaliyet alanını yaşanmaz hale getirir. Psikolojik duvarlarımızın devreye girmesi halinde iletişim kurmak güçleşir. Yeni fikirler, projeler hayata geçmeden ölür. Faal kararlar almak zorunda olan yöneticiler, yoğun çalışma ortamı içindeki problemlerle uğraşmak zorunda kalındığından değişime ve rekabete cevap vermeleri ikinci plana düşer. Faaliyetleri zâfiyete uğrar.   Karar alırken, “yanlış”lara neden olan ön yargılarımıza dikkat çekmek ve konuyla ilgili birkaç öneride bulunmak istiyorum, âcizâne. Daha iyi karar almak ve daha etkili bir yönetime sahip olmak için, öncelikle hem kendi aklımızın zaafiyetlerini hem de faal yöneticiler olarak toplu davranışlarımızdaki zaafiyetleri anlamamız gerekli. Sadece bu konudaki farkındalığımız bile “doğru kararlar” için çok iyi bir başlangıç olacaktır. Farkında olmak, daha iyisini elde etmek için ön şarttır. Tepki vermeden önce etkili dinleyici olmayı öğrenmeliyiz. “Önce bize ne anlatıldığını anlamak, sonra kendimizi anlatmaya çalışmamız gerekiyor. Aksi takdirde etkin iletişim mümkün olmuyor. Ayrıca “kimin söylediğine” değil, gerçekten  “ne söylendiğine” dikkat edilecek bir düşünce modeli sahiplenilmeli. Çok yönlü düşünme yeteneğine sahip, disiplinli bir tempoyla çalışan takımlar, diğer çalışanların birbirilerine daha yakınlaşmasına, birbirilerinin düşüncelerini daha iyi kavramalarına yardımcı olur. Teşebbüsü ve yenilikçiliği destekleyen doğal liderlerin, daha az önyargı taşıdığını; öncelikleri ve statükoyu destekleyen otoriter liderlerin ise önyargıları pekiştirerek organizasyona zarar verdiğini düşünüyorum. Birbirilerini iyi tanıyan ve bilen insanlar, şüphesiz birlikte bir emniyet şeridi oluştururlar; kimi zaman da bu emniyet şeridinin gelişime engel olduğunun farkında olamayıp yeni kör noktalara alan açabilirler. Her yöneticinin ve organizasyonun bazen tarafsız bir göze, bazen konusunun uzmanı danışmanlara ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. İyi yapılmış tarafsız araştırmalar, en az mevcut tecrübeler ve yöneticilerin ferasetleri kadar önemlidir. Mükemmellik sadece Allah’a aittir. Bizler daha iyi kararlar almayı öğrenebileceğimize, kendimizi ve içinde bulunduğumuz faaliyet alanımız unsurlarını geliştirebileceğimize, daha iyi kararlar alabilmek için gerekli olan süreçleri tanımlayabileceğimize, bu konuda uzmanlardan eğitim almamız gerektiğine inanıyorum. Karar alırken, akla mantığa dayalı karar alma yöntemi çok önemli olmasına rağmen, mantıkla birlikte içimizdeki rehberin sesine kulak vermenin yararlı olacağı kanaatindeyim. Yalnız başına sezgilerimizin de birer tehlikeli silah gibi olduklarını, bizi yanıltabileceklerini düşünüyorum. Aklın, “sezgilerimize”  her an mantıklı bir dayanak bulma eğilimi olduğunu bilelim ve temkinli olmayı elden bırakmayalım derim. Şahsen veya takım halinde verdiğimiz kararlarda, akıl-sezgi(feraset) dengesini bir şekilde kurmamız gerektiğine inanıyorum. Kendi sezgilerimizin nerede eğim gösterdiğini, mantığımızın nerede bizi kısıtladığını anlamamız; faaliyet alanımızda karar alırken bizi bekleyen tuzakların neler olduğunun farkına varmamızın, kendimize ve çevremize yapacağımız en önemli yatırımlardan biri olduğunu düşünüyorum. “İyimserlik ve aşırı güven”, “Mevcudu koruma saplantısı”, “Fikir birliği tesisine uğraşırken fikirsizliğin gelişmesi” ve  “önyargılar”ın yanlış kararlarla bağlantılarına değinmek istedim. Yanlış kararlar çok karmaşık ve anlaşılmaz değil; çoğu bizleri şaşırtacak kadar basit, insanî hatalar. Daha iyi karar almak ve daha etkili bir yönetime sahip olmak için, öncelikle hem kendi aklımızın zaafiyetlerini; hem de faal yöneticiler olarak, toplu davranışlarımızdaki zaafiyetlerimizin farkındalığı için uyanık olmak zorundayız. Hicri 1431 siz İrfan sahiplerine ve tüm İslam âlemine hayırlar getirmesi dileğiyle. Sağlıcakla kalın.

H. Gökhan KARAÇİVİ 01 Aralık
Konu resmiSinan Çelebi ve Fatih
Kültür ve Medeniyet

ultan Fâtih bir gün tebdîl-i kıyâfet ederek halkın arasında gezer. Akşama kadar dolaşır. Unkapanı kapısına geldiğinde kale kapısının kapanmış olduğunu görür. Kendinin çıkardığı fermana göre kale kapısı akşam ezanını müteâkib kapanıp sabah ezanı vakti açılmaktadır.   Padişah kapının önüne gelir ve kapı muhâfızı Sinan Çelebi ile aralarında şu konuşma geçer: — Aç şu kapıyı Sinan Çelebi! — Kimsin sen, bana kapıyı aç diye nasıl emredersin? — Kim olduğuma ne bakıyorsun, kapıyı aç yeter! — Nasıl bakmam? Niçin bu zamana kadar dışarıda kaldınız? Dost musunuz, düşman mısınız? Padişahın emrini bilmez misiniz? Ben sana kapıyı açmam. Var git, başının çaresine bak. Fâtih bu cevaba güler. Açarsın açmazsın derken nihâyet sonunda Sinan Çelebi “Git, hünkârdan ferman getir. Ancak o zaman içeri girebilirsin!” der. Padişah artık dayanamaz: “Yahu Sinan Çelebi, Hünkâr benim!” Sinan Çelebi dikkatle bakınca Hünkârı tanır ve kapıyı açarken “A Hünkârım, kendi kanununu kendin niye bozarsın? Madem bozacaksın, böyle kanunu niye koyarsın?” diye söylenir. Fâtih atından iner, ta‘vîzsiz davranışından ve vazîfesine bağlılığından son derece memnun kaldığı Sinan Çelebi’ye “Sen yavuz bir er, merd bir kişiymişsin. Dile benden ne dilersen?" der. Sinan Çelebi de “Sultanım!” der, “Hakîkaten istediğimi yapacaksan benim adıma bir câmi‘ yaptırıver. Tâ ki kıyâmete kadar hayır defterim açık kalsın.” Fâtih derhâl onun adına câmi‘ yaptırır. İşte Osmanlı’nın insanı böyleydi. Dünya ni‘metlerine gark olmak fırsatı önlerine çıktığında bile, topluma fâideli, insanın âhiretine lâzım şeyler isterlerdi. Sadece Allah rızâsına tâlib olurlardı.

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiUmre İbadetini Anlamak (1) (Mekke Bölümü)
Kültür ve Medeniyet

İşte, tevhidin merkezi, Hz. Âdem (as) ın temelini attığı ve işaretlediği, Hz. İbrahim (as)’ın inşasını gerçekleştirip Hz. Resûlullah Efendimiz’in (asm) putlardan temizlediği ve ibâdetlerini kurumsallaştırdığı Kâbe. Ne kadar da heybetli duruyor Bilinç altımızda hep görüntüleri, duvarlara asılan resimleri, ilahileri, hasret kokan ağıtları, çocukluğumuzdan beri okuduğumuz tarihi, “Kâbenin yolları… Canım Kâbem varsam sana”, “Medine’ye varamadım, gül kokunu alamadım” hasretleri ile varamamanın verdiği yangın ve vardıktan sonra ayrılmanın verdiği derin hüzün içerisinde tekrar gidebilmenin samimi duâları. İşte heyecanı, daha o beldelere gitmeden başlayan asırlar sonrasına rağmen nurlu, sevimli ve meşakkatli bir yolculuk. Kimilerinin turizm diye adlandırdığı bir gezip görme hareketi, kimilerinin ise bir daha gidebilmek için günleri saydığı, zor dayandığı her dakikası kıymetli, ibâdetle geçen bir zaman dilimi. YOLCULUK Büyük yolculuğun küçüğüdür. Bir prova mahiyetinde anlamaya çalışılması gereken ve bazı hazırlıklar isteyen bir yolculuk. Yolculuğa daha başlamadan “bana nasıl hazırlanıyor ve telaşlanıyorsanız o büyük yolculuğa da hazırlanınız ve telaşlanınız” der insana. Sanki başlangıçta duyulmayacak bu telaş ve hazırlıklarla, prova hakîkatinin pek de sağlam bir şekilde ortaya koyulamayacağının işaretlerini verir gibidir. “Neyiniz var ki bu dünyada, ecel gelse hepsini bırakacaksınız ancak üstünüzü örtecek bir parça bez size kâfi gelecek” der gibi elbiseleri de garip olan bu yolculuk içerisinde alışveriş telaşı da vardır. “İhram” denilen altı üstü iki parça örtü. Hâlbuki giyilecek o kadar elbisemiz varken, hepsini geride bırakarak sadece iki parçasını aldık. Oysa çoğunu eskitememiştik bile. Ana rahminden gelen vucudlarımızın üzerini iki parça bez ile sardık. İHRAM Bir garip elbisedir ihram. Giyilmediğinde, Kâbe ile Safa ve Merve ile tanıştırılmadığında, başkalarının üzerinde görülmediğinde kıymeti pek anlaşılmıyor. Manası açılmıyor. Yeni doğan bebeklere hazırlanan elbise gibidir ihram. Resûlullah Aleyhissalatu Vesselâm Efendimizin “Allah rızası için gününü, akşama kadar, güneş altında telbiye çekerek geçiren hiçbir muhrim (hacc veya umre için ihrama giren) yoktur ki günahları güneşle beraber batmasın ve annesinin kendisini doğurduğu (günahsız) şekle dönmesin.1” Buyurduğu üzere yeniden doğmak için giyilir. Dikişsizdir. Dünya ile sağlam dikişleri olanlara, dikişsiz bir elbise (kefenle) ile gönderilecekleri uzun bir yolculuğu hatırlatır. Rızâ-yı ilâhi, Kabûl-u Rabbâni, İltifat-ı Rahmânî ve İttiba-i Sünneti Peygamberî için bugüne kadar dikiş tutturamadıysan, sana son ihtarını yapar ihram. Bir daha şirke dönmemenin elbisesidir. Zira onu giydin mi şiarı vardır. “lebbeyke lâ şerike lek” dir. “Senin şerikin yoktur”. Başkaları da ihramla tıpkı sana benzer. İki parça bezdir ama sınıf ayırımınının olmadığı, insanların hep Rahmân’ın kulu olduğunun ve onları Rahmân’ın huzurunda eşit olarak görmenin ifadesidir. Şimdi, ancak ihram’la girebileceğimiz mikat alanına doğru gidelim. MİKAT “Beldetül emin2 ” denilen bir yere gidiliyor. Öyleki etrafı “mikat” denilen sınırlar ile çevrili. Beş ayrı noktanın oluşturduğu bu sınırların içerisi özellikle tanımlanmış bir alan. Bu alan, Rahmân’ın emrine itaat edip gelen kullarının, dünyanın suri güzelliklerini terkedecekleri ve âhiret meyvelerini netice verecekleri hareketleri gerçekleştirecekleri bir mekân. Kâbe’ye varmadan önce bir hazırlık aşamasından geçilir ki, bu aşamada özellikle şirki red ve terk etmek vardır. Zira Kâbe, tevhidin tek Allah (cc) itikadının merkezi ve varlığıyla şirkin reddedildiği en kutsal mekândır. Mikat sınırlarının içerisi, Kâbe’ye ve O’nun Rabbine yakışır hareketleri içermelidir. Özellikle dünya kokan, boş lakırdılardan uzak ve mümkün olduğu kadar ibâdetle meşgul olup her anı değerlendirilmelidir. Zira o hususi mekân, bütün peygamberlerin mekânı ve “Lâ ilâhe illallah” tevhid-i azimesinin membaıdır. Resûlullah Efendimiz’in (asm) Mekke’de haram bölgesinde 1’e 100 bin sevaba işaret ettiği ve bunun ancak mikat sınırları içerisindeki hassasiyetlerin taşınması sonucunda elde edilebileceği unutulmamalıdır. Bu hakîkatleri idrak ederek Mekke’deyiz. MEKKE Mekke, ibâdetin kaynağı ve meşakkat yeri. Kâbe’nin ev sahibi. Öyle ki Kur’ân-ı Kerim, Kâbe’yi “yeryüzünde ibâdet için kurulan ilk mabet3”olarak tanımlıyor. İşte Kâbe, Mekke’yi bütün beldeler arasında çok önemli bir konuma taşıyor. Bütün Müslümanların “Kıblem Kâbe’ye” ile dünyanın dört bir yanından döndükleri ve şehirlerin anası “Ümmül Kura4”. Zaman çok hareketli, hızlı ve yorucu. Eğer Mekke’de insan, zamanını ve hareketlerini programlamazsa istenilen verimi ve feyzi alamayabiliyor. Yoğun ibâdet programı arasında gerektiği kadar dinlenmek çok önemli. Özellikle de Ramazan ayının son 10 gününde farklı bir program var. Bunun önemi Resûlullah Efendimiz’in (asm) “Ramazan gelince umre yap. Zîra Ramazan’daki bir umre Hacca muâdil olur5.” Hadisi şerifine binaen beş vakit namaza ek olarak teravih namazı ve gece yarısı 0100-03.15 arasında hatimle kılınan teheccüd namazları ile neredeyse bütün gün ibâdetle geçirilmektedir. Havanın sıcaklığı da eklenince belli bir dinlenme programı dâhilinde bu ağır ama manevi hazzı çok yüksek ibâdetleri yerine getirmek oldukça zor olabiliyor ve vucut zayıf düşüp hastalanabiliyor. KÂBE Yİ DOYA DOYA SEYRETMEK İşte, tevhidin merkezi, Hz. Âdem (as) ın temelini attığı ve işaretlediği, Hz. İbrahim (as)’ın inşasını gerçekleştirip Hz. Resûlullah Efendimiz’in (asm) putlardan temizlediği ve ibâdetlerini kurumsallaştırdığı Kâbe. Ne kadar da heybetli duruyor. Tavaf hareketinin kazandırdığı manevî hava, zikir, duâ, tahmid, tehlil ve yakarışlar Kâbe’ye kâinatta eşi benzeri olmayan bir değer kazandırıyor. Bu mekânda herkes birbirine benziyor, herkes iki parça ile örtülü. Herkesin kafası ve sağ omuzu açık. Özel muameleler yok. Renk ayırımı da. Herkes nurani bir beyazlık içerisinde, siyah, beyaz, sarı da olsa. O nuranilikte renkler eriyor. Acaip bir havuzda herkes dönüyor ve ağızlarda telbiyeler. Herkes dönüyor ve duâ ediyor. Manevralar büyük bir sadelik ve hoşgörü içerisinde. İnsanın Kâbe-i Muazama’ya “Ey Kâbe! Seni var eden Allah’a hamd olsun nasıl bir kuvvetle bu insanları buraya topluyorsun?” demesi geliyor. Cazibe kanununun azim bir şekilde işlediğini görüyorsunuz. Bu azim kanunun bir gün âhiret etrafında da bizi toparlayacağını ve bu kudrette olduğunu düşünerek Hz. Resûlullah Efendimiz’in (asm) tevhid inancını ne kadar da köklü yerleştirdiğini düşünüyorsunuz. Kâbe’nin O’nu, getirdiği dinle nasıl da bütünleştirdiğini yakinen görebiliyorsunuz. Senelerdir “döndüm kıbleye, kıblem Kâbe’ye” niyetlerimizle kıldığımız namazlarda istikamet aldığımız yerdeyiz. Senelerdir çok uzaklardan seslendiğimiz Kâbe’nin yanındayız. İşte namaz vakti ve ona çok yakından seslenebilirsiniz. Her yerden ona dönmüş ve istikamet almış durumdasınız. Kılın, Allah (cc) için doya doya seyrederek kılın namazlarınızı. Kâbe’nin üst katlarından ön saflarda yer tutarak sizler namaz kılarken hem Kâbe’yi hem de tavaf eden ümmeti görebilirsiniz. Kimi, kıyamda-rükûda-secdede kimi, tavafda-duâda-zikirde hep beraber Rablerinin huzurunda ve en mükerrem kıldığı beldede. TAVAF Dönme merkezli bir harekettir tavaf. Dönme ile oluşan dairesel hareketin tam ortasında Kâbe-i Muazzama vardır. Genel itibari ile neyin etrafında döndüğümüzü hatırlatır. Hayatlarının merkezine Kur’ân ve sünneti seniyyeyi koyanların dönme hareketidir tavaf. O zaman Kâbe de memnun, dönen de. Yoksa hayatlarında Kur’an’a dillerini döndürmeyenlerin dönme hareketi değildir. Her biri şavt diye adlandırılan 7 dönüşten oluşur. Öyle ki tavaf için şartları yerine getirilecek yedi dönüş hareketi söz konusudur. Yoksa şaftı bozukların şavtı değildir tavaf. Belki bozuk şaftların şavta dönüştüğü yerdir. Varlık ve benlik izlerini barındırmaz içerisinde, hani dönerken belki gururlanır, kibirlenir de insan, Kâbe’nin en üst katından baktığında insanların tavaf havuzunda eridiğini görünce benliği de erir. Nasıl ki evrende herşey dönerek hareket eder ve senin emrine itaatle şu kâinattaki nizam ve intizamı tesis etmek için çalışır, ben de onlar gibi dönüyor ve sana itaat ediyorum. Ya Rabbi, kitabında zikrettiğin “yedi başak bitiren bir danenin hali 6” gibi, “yedi kebairi terk ederek”, “Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder 7” emrinle seni tesbih ederek, “De ki: Yedi göğün Rabbi ve büyük arşın Rabbi kimdir? 8” sorusuna, “sensin yâ ilâhenâ” diyerek, “Yemin olsun ki, biz sana (namazın her rekâtında) tekrarlanan yedi âyeti (Fâtiha’yı) ve yüce Kur’ân’ı verdik9” kasemine binâen Kur’ân’ına layık olmak için dönüyoruz. Sen, yüce katında kabul buyur! SAFA VE MERVE “Tarih bize Hz. İbrahim’in (a.s) Rabbinin emri gereği Hz. Hacer ve Hz İsmail’i çöle bırakması ve Hz. Hacer’in “Ey İbrahim bizi burada bu ıssız çölde nereye bırakıp gidiyorsun” diye sormasına karşılık arkasını bile dönüp bakmadan onları Allah’a tevekkül edip gittiğinden bahsetmektedir. Issız, kimsesiz bir çöl, sermayesiz bir valide, muhtaç küçük bir çocuk, rabbinin emrine arkasına bile bakmadan itaat eden şefkatli bir baba ve eşsiz bir tevekkül hadisesi”10. Hz Hacer validemizin bütün sıkıntılara ve imkânsızlıklara karşı Safa ile Merve arasında çabalama, koşuşturma, uğraş, elden gelen her gayreti gösterme hareketi, biz günümüz müslümanları açısından Allah’a (cc) karşı olan tevekkülsüzlüğümüzü sorgulama, İslâmiyet için çok ciddi gayretler içerisine girme, manevi terakkiyatın yanında maddi terakkiyat için de çalışmanın ne kadar önemli olduğunu bize hatırlatıyor. Neticede Hz. İbrahim (as) ve ailesinin tevekkülüne karşılık çöl ortasında bir zemzem kaynak tesisi halk ederek onları ve umum Müslümanları kıyamet sabahına kadar kana kana doyuran Cenâb-ı Hak bizlerin de ciddi gayretlerimizin karşılığını mutlaka ve mutlaka verecektir. Say harekeketinden sonra Peygamber Efendimiz’in (asm) yukarıda arz ettiğimiz “hiçbir muhrim yoktur ki günahları güneşle beraber batmasın ve annesinin kendisini doğurduğu (günahsız) şekle dönmesin” hadisindeki müjdeye kavuşmak için umreyi tamamlamak üzere yine sünnet-i seniyye gereği yeni doğan günahsız evlatlarımızın saçlarını kestrdiğimiz gibi kendi saçlarımızı da kestirerek umremizi tamamladık. HACER-ÜL ESVED HAREKÂTI “Kim Hacerü’l-Esvede yönelirse, şüphesiz Rahmân (olan) Allah’a yönelmiş olur 11 “ Hacer-ül Esved, Resulullah’ın (asm) öptüğü, Hz Ömer (ra) in “Biliyorum sen bir taşsın, Resulullah (asm) seni öpmeseydi ben de öpmezdim” dediği mübarek taş. Özellikle Hac ve Ramazan umrelerinde sırf Resulullah (asm) öptü diye ümmetin azim bir teveccühüne mazhar oluyor. Kâbenin üst katlarından bakıldığında sürekli bir dalgalanmanın ve Hacerül Esved harekâtının olduğu daha belirgin bir şekilde görülmekte. Ezilme, yaralanma, sıkışma pahasına, sırf O (asm) öptü diye. Peygamberlerini bu kadar seven bir ümmet. Subhânellâhi ve bi hamdihi detirten bir manzara. CENAZE NAMAZLARI Umre’nin Kâbe’de bize verdiği dersler ve hatırlattığı hakîkatlerin biri de hemen ilk namazda tanıştığımız cenaze namazları. Özellikle kalabalık zamanlarda arkasında cenaze namazının olmadığı vakit namazı yok gibi. İslamiyetin neresini yararsanız yarın, karşınıza çıkan ölüm hakîkati Kâbe’de de karşınızda. Öyle ki bir insan Ramazan umresinde veya Hac da bir ömürde kılacağı cenaze namazlarının birkaç katını kılabiliyor. En büyük hakîkat olan ölüm, en seçkin belde, Allah’ın evinde de karşınızda. Evet, Mekke meşakkat, Medine rahat ve ziyaret yeri. Sıra Mekke’ye veda Medine-i Münevvere’ye Resûlullah’ın (asm) şehrine doğru yönelmeye gelirken, Kâbe’ye sonsuz selam, ta’zim, hürmet, muhabbet ve bir daha gidebilmek için Kâbe’nin Rabbine, Rabbimize duâ ile… İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17. cilt, 371. sayfa Bakara Sûresi, 126, Bir zamanlar İbrahim (as) “Rabbim! Burasını emniyetli bir belde kıl ve halkından Allah’a ve Âhiret gününe îman edenleri mahsullerle rızıklandır” demişti. Ali İmran Sûresi, 96, Şüphe yok ki, mübarek ve âlemlere bir hidayet olarak, insanlar için kurulan ilk mabet, Mekke’deki (Kâbe) dir. En’am Sûresi, 92, İşte bu (Kur’ân) da bizim indirdiğimiz, mübarek, kendinden önce gelen kitapları tasdik edici bir de şehirlerin anası (Mekke) ve etrafındakileri sakındırasın diye (indirdiğimiz) bir kitaptır. Âhirete iman edenler ona iman ederler ve onlar namazlarına devam ederler. Şura Sûresi 7, İşte sana böyle arapça bir Kur’ân vahyettik ki, şehirlerin anası (Mekke) ve etrafındakileri uyarasın ve geleceğinde hiç şüphe olmayan toplanma günü (kıyamet) ile onları korkutasın. Buhârî, umre 4, Cezâu’s-Sayd 26; Müslim, Hacc 222; Nisâî, Sıyâm 6, (4,130) Bakara Sûresi, 261, Mallarını Allah yolunda sarf edenlerin misali, yedi başak bitiren bir danenin hali gibidir ki, her bir başakta yüz dane vardır. Allah dilediği kimseye kat kat verir. Allah vasi’dir (lütfu geniş olandır), alîmdir (niyetleri bilir). İsra Sûresi, 44, Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’na hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur. Müminün Sûresi, 86, De ki: Yedi göğün Rabb’i ve büyük arşın Rabb’i kimdir? Hicr Sûresi, 87, Yemin olsun ki, biz sana (namazın her rekatında) tekrarlanan yedi Ayeti (Fatihayı) ve yüce Kur’anı verdik. Yusuf Bahadır Deren, “Sermayesiz Tevekkül”, İrfan Mektebi, Temmuz 2007, Yıl 1, sayı 8, sayfa 4-6 İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17. cilt, 388. sayfa.a

Yusuf Bahadır DEREN 01 Aralık
Konu resmiŞam'da Şifâ Buldum
Sağlık

Vizesiz bir uçuşla Golan Tepeleri Forumu’na katılmak üzere Şam’dayız. Hz. Yahyâ (as), Hz. Zekeriya (as) gibi nebîlere, Hz. Hüseyin (ra), Hz. Bilal-i Habeşî (ra), Hz. Muaviye (ra), Hz. Ebû Hureyre (ra) gibi onbinlerce sahabenin, Muhyiddin-i Arabî (ra), Mevlânâ Halid-i Bağdadî (ra) gibi binlerce asfiyânın, müceddid ve Selahaddin Eyyûbî gibi binlerce yiğidin meskeni olmuş mübârek Şam Beldesi veya bilinen ismiyle Suriye… Ecdadımızın çizdiği haritalarda “Bilâdü’ş-Şâm” denildiğinde sadece şimdiki Şam değil, Filistin, Ürdün, Lübnan da dâhil olmak üzere geniş bir coğrafyaya işaret ediliyor. Efendimiz (asm)’ın da teşrif ettiği ve bereketi için duâ buyurduğu Şam Beldesi gerçekten mübârek. Şam ve Halep’te görüştüğümüz dostlara, “Suriye’ye gelmek de, Suriye’ye duâ etmek de, Suriye’yi sevmek de hatta Suriye’den gitmek de sünnettir” dedim. Bizdeki Şam ve Suriye muhabbeti kadar, onlarda da İstanbul ve Türkiye muhabbeti var. Vizenin kaldırılmasıyla birlikte İki ülke arasında geliş gidişler ve düzenlenen organizasyonlar hızla artıyor. İlk iki hafta içinde Suriye’den Türkiye’ye geçenlerin sayısı iki milyonu geçmiş. Artık Halep ve Şam bize daha yakın. İşadamları, gönüllü teşeküller, üniversiteler Suriye dosyasını yeniden açtılar. İlişkileri nasıl geliştirebilir, neler yapabiliriz diye birbiri ardınca toplantılar yapılıyor. Her Suriyelinin gönlünde bir gün İstanbul’u görmek var. Kime sorsam yakın zamanda Türkiye’ye ziyaret planları yapıyor.  Gezmek-görmek değil mesele; İslâm tarihinin iki mühim merkezinin yeniden bir araya gelebilmesi. Asırlarca yan yana yaşamış iki milletin yeniden buluşması. Hatta Halepli kardeşlerimiz Türkçe öğrenme seferberliği bile başlatmışlar. Bu, beraberinde önemli dönüşümleri, inkılâpları da getirecek.  Türkiye aslına döndükçe, geliştikçe, bu, kardeşçe yaşadığı, ittifak ettiği etrafındaki ülkeleri de etkileyecek. Yedi müezzinin birlikte okuduğu ezanla Cuma namazı için gittiğimiz Emeviye Camii’nde, Bedîüzzaman Hazretleri’nin 1911’de bu camide Şam âlimlerinin ısrarıyla içinde yüz ilim adamının bulunduğu on bin kişilik cemaate okuduğu hutbeyi hatırladım. Üzerinden bir asır geçmiş... Harpler-darplar geçmiş…   Ama dert aynı, deva belli… İslâm âleminin geri bırakan hastalıklarımızı şöyle sıralamıştı Bedîüzzaman: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. Sıdkın [doğruluğun] hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi. Adavete [düşmanlığa] muhabbet. Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları [bağları] bilmemek. Çeşit çeşit sâri [bulaşıcı] hastalıklar gibi intişar eden istibdad [baskı]. Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek. Bu hastalıklar bugün de cârî. Bedîüzzaman Hazretleri’nin aynı hutbede ifade ettiği reçeteler hâlâ geçerli. Yapılması gereken, bunları sağlıklı teşhis edip, cesaretle tedâviye teşebbüs etmek. Hutbe-i Şâmiye’yi burada etraflıca tefekkür ettik. Bugün Türkiye ile Suriye arasındaki gelinen zemin bunun için yeterli değildir ama ümit vermektedir. Binlerce hâfız yetiştiren Suriye’nin mühim âlimlerinden Sâriye Rufâî, “Türkiye’deki kardeşlerimiz Müslümanlar için yanıp tutuşuyorlar. Onlardaki hamiyet kimsede yok” diyor ve ekliyor: “Biz size çok dua ediyoruz, en çok da İslâm’a hizmetinizden dolayı dua ediyoruz. İki büyük başkentin yeniden bir araya gelmesi çok büyük bir hadisedir. Çocuklarımıza yıllarca Osmanlıyı emperyalist gibi gösterdiler. Şimdi hamdolsun bu durum değişiyor.” Dışişleri bakanının otuzu aşkın ziyareti ve tarafların çok ciddi gayretleri sonucunda gelinen nokta çok daha büyük fedakârlıklarla süslenmesi, taçlandırılması lazım. ABD’deki Yahudi lobisinin tesiriyle yakın vakte kadar ‘haydut devlet’ ilan edilip tecrit edilen Suriye, bugün, Türkiye’nin de yardımıyla siyasi bir çıkış da yakalamış durumda. Bu çıkışını istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü ve geçmişiyle cesaretle yüzleşip içeride de sağlıklı bir siyasi, ekonomik ve sosyal dönüşüm başlattığı takdirde 19 milyonluk Suriye’nin bölgede 70 milyonluk Türkiye ile birlikte kuvvetli bir eksek olması mümkün. Burada kritik nokta, her iki ülkede de menfî milliyetçilik hastalığının tedavisine yönelik yapılacak çalışmalar.     İsrail’le yürütülen pazarlıkların en önemli maddesi olan Golan Tepeleri meselesi ise önümüzdeki günlerin sıcak gündemi. 1967’de işgal ettiği stratejik Golan Tepeleri’nden ayrılmayan İsrail, zaman zaman, buradan çekileceğini açıklasa da hiçbir zaman inandırıcı olmadı ve somut bir adım atmadı. Şam’da İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) heyeti olarak Genel Sekreter Necmi Sadıkoğlu ve Türkiye Temsilcisi Ali Kurt ile birlikte Golan Tepeleri ile alakalı bir toplantıya da iştirak ettik. Küllî bir duâ mahiyetindeki toplantı mevzuyu gündemde tutmak ve uluslar arası kamuoyuna mesaj vermek açısından önemliydi. Ancak tüm bu çabalar yeterli değil. Çok kulvarlı, çok kanallı, çok yönlü faaliyet, diplomasi ve manevî hizmetlerle İslâm âleminin uzuvları arasındaki nûrânî bağların tesisi ve kalp ve dimağlarda tespiti yegâne reçete. Bu reçeteyi tatbik etmek için ise binlerce hatta milyonlarca fedâkâr manevîyat doktoru ve mütehassıs gerekiyor. Onların yetişmesi için duâ ve himmet etmek de hepimize düşüyor. 

Huseyin ASLAN 01 Aralık
Konu resmiGirdim Fâil Kalıbına Neler Geldi Başıma
Risale-i Nur

Dünyaya geldim vakta kihem güldüm, hem ağladım.ayağım üstüne dikildim degörem diye ahvali, kâim-i sâmi oldum. zaman geçiverdi, günler gördümetrafa yayılmış nimetler buldumelmayı, narı, üzümü bildim deiştahla yemeye tâlib oldum. dünya küçük, efkar genişmişyollar yürüdüm, hem çetinmişne insanlar gelmiş geçmiş deçok yollara zâhib oldum. görmeyi bileli göz, ne haldedirzahir güzellere perestiştedirzaman oldu, nefse aldandım daçok güzellere âşık oldum. dört kitabı gördüm, okudumhem kur’ân’a râm oldumhilkatin sırrına merak saldım dahem âbid, hem âlim oldum. gün geldi şeytana uydumtürlü türlü yollara sâlik oldumelim kılıç tutmaya başladı dahem âsi, hem kâtil, hem de zâlim oldum. ağrıma gitti, vicdanım inlediinsanlar benden nefret ettinefisten bu yana râci oldum dahayfımla beraber, günahıma tâib oldum. hadisat binbir tülü deveran ettikalbim en mahzun haletle inledihislerim feveran etti dekalem tutalı elim, şâir oldum. gençtim, coşkundum, çokk koştumneler gördüm, nerelerden geçtimseri verdim hele yele debak şimdi burada sâkin oldum. şimdi yattığım bu yere kabir derlerne söylerler, ne de bir ses işitirlerhey serdengeçti, senin gibi nice erlerişte bu diyardan, geldiler geçtiler dehem hâzin, hem de gâib oldun.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Aralık
Konu resmi100 soruda hadis ilmi-3
İtikad

–Soru: 31Hasen hadis sahih hadis derecesine nasıl ulaşır? A- Hasen lizatihi mutabı (lafzı benzer bir başka hadis) tarafından takviye edilirse, sahih liğayrihi derecesine çıkar. B-Hasen li ğayrihi ise yalancılıkla itham edilmemiş ve çok hata yapacak kadar dalgın olmayan ve fakat ehliyeti açıkça anlaşılmayan (mestur) bir râvisi bulunan hadis lafız veya mânâ yönünden başka rivâyetle desteklenirse bu hasen li ğayrihi adını alır. Hasen li ğayrihi zayıf hadise çok yakındır. Fark kendisini destekleyen bir veya birkaç rivâyetin bulunmuş olmasıdır. (1) –Soru: 32Zayıf hadis ne demektir? Sahih ve hasen hadis şartlarını taşımayan hadistir. Makbul (sahih-hasen)  şartlarından herhangi biri noksan olursa hadis zayıf hadistir. Bu şartlardan birden fazlası noksan olursa zayıflık daha şiddetli olur. Böylece zayıf hadisin dereceleri de farlılık arz eder. Bu sebeptendir ki zayıf hadisin çeşitleri 49’dan 510’a kadar değişen rakamlarla ifade edilmiştir. Ancak bunların çoğu nazaridir. (2) –Soru: 33Zayıf hadisle amel edilebilir mi? Zayıf hadis ile amel meselesinde üç ayrı görüş vardır: - Zayıf hadisle asla amel olunmaz - Zayıf hadisle her konuda mutlak olarak amel olunur - Amellerin faziletleri konusunda özel şartlarına bağlı olarak amel olunur. Bu üç görüşte söz konusu olan şartları da İbn Hacer şöyle belirtmektedir: - Yalancı birinin yalnız başına rivâyet etmiş olması gibi şiddetli bir zayıflık taşımamalı - Kendisiyle amel olunan umumi ve asli bir hükmün ihatası altına girmeli - Amel edilirken o hadisin sabit olduğuna inanılmamalı, aksine ihtiyaten amel edildiği bilinmelidir. Toptan ret taraftarı olmayanlar ise daha mûtedil ve daha ilmi bir yol tutmuş gibidirler. Bu görüştekilerin düşünceleri şöyle özetlenebilir: - Irâki terğib-terhib kıssalar ve faziletler gibi ahkâm ve akâid konuları dışında kalan Mevzûlarda uydurma olmayan haberlerin, zayıflılığına işaret edilmeden bile nakledilebileceği kanaatinde olanlardan bahsetmekte ancak ahkâm-ı şeriyye ve akâid gibi konularda kimsenin böyle bir hoşgörüye sahip bulunmadığını belirtmektedir. - Nevevî, hadis uleması fakihler ve daha başkalarının fazilet terğib-terhib gibi konularda zayıf hadisler uydurma olmamak şartıyla amel etmek müstahabtır ancak helal-haram alış-veriş nikâh-talak vb. ahkâmda sadece sahih ve hasen hadisle amel olunur görüşünde oldukları belirtmektedir. İbnu’l Humam zayıf hadisle müstehablık sabit olur görüşündedir. Sehavi’de şartlar dâhilinde faziletler hakkında zayıf hadisle amel edileceği konusunda cumhurun ittifakının bulunduğu görüşündedir. Ahmet b. Hanbel ve Ebu Davut es-Sicistâni’ye izafe edilen bir görüşe göre de başka hadis bulunmadığı takdirde ahkâma ait meselelerde zayıf hadisle amel edilir. (3) –Soru: 34Zayıf hadis hasen hadis derecesine nasıl ulaşır? Zayıf bir hadis başka tariklerden de rivâyet edilmişse ve bu öteki tarik tek de olsa bunlar berâberce hasen derecesine yükselir ve kendisiyle ihticac edilebilir. (4) –Soru: 35Zayıf hadisler neye göre taksim edilirler? Hadiste zayıflık genelde iki sebepten kaynaklanır: Senedde inkıta’(kopukluk) bulunması Râvide cerhi gerektiren bir hâlin bulunması. (5) –Soru: 36Senetteki inkita’ sebebi ile zayıf kabul edilen hadisler hangileridir? Senetteki ınkıta’ sebebi ile zayıf kabul edilen hadisler: 1. Mürsel 2. Munkatı’ 3. Mu’dal 4. Muallâk 5. Müdelles (6) –Soru: 37Mürsel hadis ne demektir? Tabii’nin, sahâbeyi anlayarak Hz. Peygambere izâfe ettiği hadistir. (7) –Soru:; 38Munkatı’ hadis ne demektir? Herhangi bir yerde senedinde kopukluk olan hadistir. (8) –Soru: 39Mu’dal hadis ne demektir? Senedinde peş peşe iki veya daha fazla râvinin düştüğü hadistir. (9) –Soru: 40Muallâk hadis ne demektir? Senedinin baş tarafından bir veya bir kaç râvi ya da müntehâsına kadar senedin bütünüyle hazf olunduğu hadistir. (10) –Soru: 41Müdelles hadis ne demektir? Tedlis; senede dâhil bir râvinin ismini atlayarak, orada böyle biri yokmuş izlenimini verecek şekilde senedi sevk etmek demektir. (Tedlis, lüğatte de malın ayıbını müşteriden gizlemektir.) (11) Tedlis ile rivâyet edilen hadise de müdelles denir. –Soru: 42Râvinin vasıflarıyla alakalı olarak zayıf kabul edilen hadisler hangileridir? 1. Mevzû, 2. Metruk, 3. Münker, 4. Muallel, 5. Müdrec, 6. Maklûp, 7. Muztarıp, 8. Şâz, 9. Musahhaf, 10. Muharref (12) –Soru: 43Mevzû hadis ne demektir? Peygamber adına uydurulmuş (kizb) ile cerh edilmiş râvinin rivâyetine denir. Bu, aslında hadis değildir. Ona, hadis diye uydurulmuş söz demek daha doğrudur. Buna hadis denmesi, onu uyduranların zannı ve iddiâsına göredir. (13) –Soru: 44Metruk hadis ne demektir? Yalancılıkla itham edilmiş bir râvinin rivâyetinde yalnız kaldığı (teferrüt ettiği) hadise metruk veya matruh denir. (14) –Soru: 45Muallel hadis ne demektir? Görüntüde sahih olmakla berâber, bu sıhhatı yok edebilecek gizli bir illet taşıyan hadislere muallel ya da ma’lûl denir. (15) –Soru: 46Müdrec hadis ne demektir? Bir şeyi bir şeye sokmak, ilave etmek mânâsında kullanılır. Istılahta hadisin aslında bulunmayan bazı kelime ve ibareleri hadise dâhil etmek mânâsına gelir. Bu durumda müdrec hadis, metin veya senedine, aslında olmayan, ziyâdeler ilâve edilmiş hadis diye tarif edilebilir.  (16) –Soru: 47Maklub hadis ne demektir? Hadîs ravîlerinin isimlerinde, isnatlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibârelerin değiştirilerek rivâyet edilen hadislere maklub hadis denir. (17) –Soru: 48Muztarib hadis ne demektir? Birden çok rivâyeti bulunduğu halde rivâyetlerinin birini diğerine tercih edecek sebep bulunmayan hadislere muztarib hadis denir. (18) –Soru: 49Şaz hadis ne demektir? Bir şeyle cemaatten ayrılıp tek kalan, istisnâ teşkil eden kimse veya şey mânâsına gelen şaz kelimesi, hadis ıstılahında, güvenilir bir râvinin, cemaatin rivâyetine muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayeti ile tek kaldığı hadis için kullanılmış bir tabirdir. (19) 

Enes ÇALIK 01 Aralık
Konu resmiBedesten
Kültür ve Medeniyet

ABD’de ilk İslam Enstitüsü kuruluyor Amerika Birleşik Devletleri’ndeki iki önemli Müslüman cemaatin önde gelen âlimlerinden Hamza Yusuf ve Zaid Şakir, Amerika'da ilk olan bir İslam Enstitüsü açıyor. 'Zaytuna College' ismiyle açılacak olan üniversite, Amerika'da yaşayan Müslümanların giderek artan alim ihtiyacına cevap verecek, İslami yorumların Amerikan günlük hayatında yer almasını sağlayacak. Yusuf ve Şakir yaptıkları açıklamada, geleneksel Arapça ile İslami ilimlerin, Amerikan kültüründe öğretildiği bir kuruma ihtiyacının uzun zamandan beri varolduğunu ve özellikle Amerika'da doğmuş ve büyümüş göçmen çocuklar için çok faydalı olacağını ifade ettiler. Yusuf ve Şakir, böyle bir enstitünün aynı zamanda Amerika'da İslam'ın bu ülkenin bir parçası olduğunu gösteren bir sembol olduğunu da ifade ettiler. www.timeturk.net Bir yazar bir kitap İrfan mektebi yayıncılık büyümeye devam ediyor. Bu genişlemenin bir ürünü olarak irfan mektebi yayıncılıktan piyasaya çıkan yeni bir kitap “Risâle-i Nur’un Mahiyeti ve İstifade Yolları” İdris TÜZÜN imzalı kitap, isminden de anlaşılacağı gibi Risâle-i Nur Külliyatı hakkında kaynak bilgi içeriyor. Kitap, Risâle-i Nur’a artan ilgi nedeniyle sıkça sorulan “Üstad Bedîüzzaman kimdir?”, “Risâle-i Nur nedir?” gibi sorulara derli toplu ve hulasalı bir şekilde cevap vermeyi amaçlıyor. Her ne kadar kitap piyasasında çok fazla risaleleri tanıtıcı kitaplar varsa da yazılanların çoğu Bedîüzzaman’ın hayatı veya risalelerden herhangi bir konunun tahlili şeklinde veriliyor. Risâle-i Nur’u bütün yönleriyle tanıtıcı bir kaynak kitabın olmayışı bu kitabın hazırlanmasında etkili olmuş. Dev bütçeli ‘Hz. Muhammed’ filmi Yüzüklerin Efendisi ve Matrix’in yapımcılarının desteği ile Hazreti Muhammed filmi hazırlanacak. Katarlı medya firması Elmur Holding’in üstlendiği film, “The Lord of the Rings” ve “The Matrix” filmlerinin yapımcısı Barrie Osborne tarafından da desteklenecek. Filmin 150 milyon dolara mal olacağını ve çekimine 2011 yılında başlanacağını kaydetti. Elmur, filmle ilgili olarak uluslararası film stüdyoları, oyuncuların bağlı olduğu ajanslar, ABD ve Britanya’daki dağıtım şirketleriyle görüşmelerin sürdüğünü belirtti. Firma, filmde en iyi uluslararası oyuncunun oynatılmasının hedeflendiğini bildirdi. Osmanlı arşivlerine yeni merkez kuruluyor Dünyanın en büyük arşivlerinden biri olan Osmanlı arşivleri tek bir merkezde toplanacak. İstanbul’da 4 ayrı mekânda dağınık olarak bulunan Osmanlı arşiv ünitelerini bir arada toplamak ve modern arşivcilik ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Kâğıthane’de ‘Osmanlı Arşiv Sitesi’ yapılacak. Arşiv sitesi inşaatının 2011 yılı sonunda bitirilerek, 2012 yılı başında hizmete girmesi planlanıyor. Toplam 115 bin metrekare inşaat alanına sahip olacak site içinde 10 blok inşa edilecek. Bloklarda, ‘İdari bina’, ‘350 kişilik araştırma salonu’, ‘Araştırma enstitüsü’, ‘Kütüphane ve müze’, ‘Dijital arşivleme’, ‘Restorasyon, yayın ve tanıtım hizmetleri’, ‘Tasnif çalışmaları ve destek hizmetleri ünitesi’, ‘Yemekhane ve sosyal tesisler’ ile ‘2 bin 500 kişilik kongre merkezi’ yer alacak. Site içindeki arşiv depoları da kaya tepelik alan oyularak kaya oyuğunun içine gömülecek ve böylece arşiv yalnız sele karşı değil, deprem, kimyevi ve biyolojik saldırılara karşı da korunmuş olacak. Sitede 3,5 kat olarak planlanan depo üniteleri, tamamen raf kurulu olduğunda 150 bin metre raf alanı oluşacak ve yaklaşık 1000 personel çalışacak. Osmanlı arşivinde, 370 bin civarında defter, 100 milyon civarında da belge bulunacak. Osmanlı coğrafyasında yaklaşık 40’a yakın devletin tarihine ait bilgi ve belgelerin Osmanlı arşivinde olması nedeniyle bu devletlerin tarihçileri, kendi tarihlerini yazmak için Osmanlı arşivine geliyor. O nedenle Osmanlı arşivi yurt dışındaki akademisyen ve tarihçiler tarafından çok iyi bilinen bir arşiv olma özelliği taşıyor. Kâğıthane Belediye Başkanı Fazlı Kılıç, projeyle ilgili yaptığı açıklamada, çok dağınık alanda hizmet veren Osmanlı arşivlerinin modern ve çok daha kullanışlı bir mekâna ihtiyacı olduğunu ve Kağıthane’nin de hem tarihi kimliği, hem de ulaşım açısından bu merkez için en uygun yer olduğunu söyledi.

Züleyha ÖZDEMİR 01 Aralık
Konu resmiAşure
EğitimİtikadKültür ve Medeniyet

“Hepimiz kanatlarla doğduk. Neden yerlerde sürünelim ki?” Hz. Mevlânâ Sağlıklı iletişim İnsanlarla gerçekten sağlıklı bir iletişim kurmak istiyorsanız, şu iki soruya samîmî cevab veriniz: 1- Karşınızdakini gerçekten dinliyor musunuz, yoksa dinliyor gibi yapıp konuşmak için sıra mı bekliyorsunuz? 2- Muhâtab olduğunuz insanlarla anlaşmak mı istiyorsunuz, yoksa hep haklı çıkmaya mı çalışıyorsunuz? “A=X+Y+Z” Eınsteın’ın basarı formülü Einstein’ın en az “e=mc2” kadar meşhur bir diğer formülü de “A=X+Y+Z” dir. Einstein bu formülünde: X’le çalışmayı, Y ile aklı kullanmayı, Z ile de ağzını sıkı tutmayı kasteder. Bütün bunlar bir araya gelince A’nın, yani başarının elde edileceğini söyler. “Kadîm kıdemi üzre terk olunur.” Yani, meşrû‘ bir şekilde eskiden beri devam eden bir şey, aksine delil olmadıkça devam eder. Eskiden beri süregelen su alma, yol, su yolu hakkı gibi şeyler eskiden beri kimin ise öyle muâmele edilir. “Düşmanından uzaklaş, her dosta bel bağlama!” “Sâdık ve samîmî dostlar bul ve onların arasında yaşa! Zîrâ dürüst ve samîmî dostlar genişlikte süs ve zînet, darlıkta yedek sermâyedirler. Dostunun sana düşen işini güzelce gör ki, lüzûmunda o sana daha güzeliyle karşılıkta bulunsun. Düşmanından uzaklaş, her dosta bel bağlama. Ancak emîn (güvenilir) olanlarını seç. Allâhü Teâlâ’dan korkanlar emîn olanlardır. Kötü insanlarla düşüp kalkma. Onlardan kötülük öğrenirsin. Onlara sırrını verme, ifşâ edilirsin. İşlerini Allah’dan korkanlara danış, doğru karara erişirsin.” —Hz. Ömer (ra) Takvâ Ne Demek? Ebû Hureyre (ra), takvânın ne olduğunu soranlara: - Siz hiç dikenli yoldan geçtiniz mi? dedi. Onlar da: - Evet geçtik, dediler. Bunun üzerine: - O halde oradan geçerken ne yaptınız? diye sordu. Onlar: - Dikenlerden sakındık, dediler. - İşte takvâ da günah ve hatalardan sakınmaktır, cevabını verdi. Verimli bir gün Başarı, günü verimli kullanmakla doğru orantılıdır. Bir iş yapılırken sürenin yetersizliğinden yakınılıyorsa orada bir eksiklik vardır: Planlama eksikliği. Birçok kişi plan yaptığı halde gerekli öğrenmenin gerçekleşmediğinden şikâyetçidir. Plan yaparken planın en verimli nasıl işletileceği veya en verimli çalışmanın ne şekilde yapılacağı bilinmezse bu şikâyetler sürüp gider. Kişi günü en iyi nasıl değerlendireceğini, planında hangi zamanı neye ayıracağını iyi bilmelidir. Çünki günümüzü planlı yaşamak, hem dünyamız, hem de âhiretimiz için sermâye olarak verilmiş ömrümüzü planlı yaşamayı sonuç verir. −Vâlilere− 4 tavsiye Hz. Ömer (ra) vâlilerine şunları tavsiye ederdi: Zaafa varmadan yumuşak olunuz. Zulme varmadan disiplinli olunuz. Cimriliğe varmadan iktisadlı olunuz. İsrafa varmadan cömert olunuz. Hüsn-ü hatta verilen değer Osmanlıda, ilim ve san‘at adamlarına verilen ehemmiyetin bir göstergesi olarak hüsn-ü hat (güzel yazı) erbâbına pek ziyâde hürmet edilirdi. Çoğu Osmanlı kibârları (büyükleri), konaklarına her gün bir hattâtı da‘vet ederek Kur’ân-ı Kerîm, Buhârî-i Şerîf veya Şifâ-i Şerîf gibi nurânî kitaplardan hiç olmazsa bir-iki satır olsun mutlaka teberrüken (mübârek sayarak) yazdırırlardı. Öyle ki birçok Osmanlı zengini, hüsn-ü hatla kazanılan paraya “asıl helâl para budur” gözüyle bakar, hiç ihtiyaçları olmadığı halde kitap yazıp, para kazanırlar ve vefat ettiklerinde techîz ve tekfîn masraflarının bu paradan karşılanmasını vasiyet ederlerdi. Yâ İlâhenâ! Senden seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve bizi senin muhabbetine ulaştıracak amelleri dileriz.

Zeynep EREN 01 Aralık
Konu resmiSağlık
Sağlık

Neden oluyor? Domuz gribi hastalığı, mevsimsel grip olarak bilinen her yıl genelde kış aylarında sıkça görülen grip hastalığına sebep olan İnfluenza A virüsünün H1N1 adı verilen bir tipi ile olmaktadır. O yüzden mevsimsel gribe çok benzemekle beraber bazı farkları vardır.   Pandemi ne demektir? Tüm dünyayı aynı dönemde etkisi altına alan bulaşıcı hastalık demektir. Ayrı bir hastalık değildir. Bu özelliğinden dolayı domuz gribine pandemik grip de denmektedir. Nasıl bulaşıyor? Öksürük ya da hapşırık sırasında saçılan damlacıklar yoluyla insandan insana bulaşmaktadır Belirtileri nelerdir? Ateş (38 derece ve üstü) Öksürük Boğaz ağrısı Yaygın vücut ağrısı (kas ağrısı) Baş ağrısı Üşüme - titreme Yorgunluk, halsizlik hissi Bazen kusma ve ishal Risk grubu kimlerdir, kimlerde ağır seyrediyor? Bağışıklık sistemi zayıf olan kimseler, kronik akciğer hastalığı olanlar, kronik böbrek hastalığı olanlar, kronik karaciğer hastalığı olanlar, kanser tedavisi görenler, organ nakli yapılmış kimseler, şeker hastaları, kan hastalığı olanlar, aşırı şişman kişiler ve kalp-damar hastalığı olan kimseler risk grubudur. Bu grup hastalarda bazen çok ağır seyredebilmekte ve seyrek olarak da ölüme neden olmaktadır. Hastalığın ağır seyretme ihtimali olan diğer gruplar ise gebeler ve 2 yaş altı çocuklardır. Mevsimsel gripten farkı nedir? Mevsimsel grip, sağlıklı kişilerde 5-7 gün içerisinde istirahat ve destek tedavisi ile tamamen düzelen bir üst solunum yolu hastalığıdır. Domuz gribinin klinik seyri mevsimsel gribe çok benzemektedir. Mevsimsel gripte üst solunum yolu rahatsızlıklar hep ön planda iken domuz gribi sadece kusma ve ishal ile kendini gösterebilmektedir. Mevsimsel grip için riskli grup olan kişiler domuz gribi için de aynıdır. Ancak mevsimsel grip yaşlılarda daha ağır seyrederken, domuz gribi farklı olarak 60 yaşın üzerindeki yaşlarda daha hafif seyretmektedir. Bir diğer farkı ise mevsimsel grip sağlıklı kimselerde ölüme neden olmadığı halde domuz gribi sağlıklı kişilerde de ölüme sebep olabilecek derecede ağır hastalık yapabilmektedir. Çok mu tehlikeli? Ülkemiz için paniğe sebep olacak bir durum yoktur. Ancak önlem alınması ve ciddiyetle takip edilmesi gereken bir hastalıktır. Hastaneye yatırarak tedavi edilmesi gereken hasta oranı tüm hastaların %2’sidir. Bunların ise %90-95’i uygulanan tedavi ile tam olarak iyileşmektedir. Ne olursa hastaneye gitmeliyiz? Erişkinlerde: Nefes darlığı veya zor nefes almak Bilinç bulanıklığı Sık ve uzun süreli kusma olursa… Çocuklarda: Hızlı veya zor nefes alma Vücutta solgunluk ya da morarma Beslenememe Uyarılara cevapta azalma ve uykuya meyil Ateşle beraber döküntü görülmesi Huzursuzluk olursa derhal hastaneye başvurulmalıdır. Tedavisi nasıldır? İstirahat şarttır. Sıvı alımının artırılması gerekir. Ağrı kesici ve ateş düşürücü ilaçlar kullanılır. Çocuklarda aspirin kullanılmaz. Antibiyotiklerin etkisi yoktur, o yüzden kullanılmaz. Hastalığı ağırlaşanlar hastaneye yatırılarak tedavi edilir. Hamilelerin özel tedavi alması gerekir. Aşı kimler olmalı? Sağlık personeli Risk grubuna giren hastalar 6 ay ile 3 yaş arası bebekler Hamileler Tüm öğrenciler (Okul öncesi, ilköğretim, lise ve üniversite) Kimler aşı olmamalı? 6 aydan küçük bebekler Yumurta alerjisi olanlar Formaldehit alerjisi olanlar Gentamisin alerjisi olanlar 38 dereceden yüksek ateşi olanlara aşı yapılmaz. 60 yaşından büyük olanların ve hastalığı geçirenlerin aşı olmasına gerek yoktur. Aşı korur mu? Mevsimsel grip aşısı ile domuz gribi aşısı birbirinden farklıdır. Birbiri yerine geçmez. Her iki grip aşısı da yüksek riskli gruplara yapılmaktadır. Oldukça yüksek koruma oranına sahiptirler. Domuz gribi aşısı tehlikeli mi? Tüm aşıların bazı istenmeyen etkilere yol açma ihtimali vardır. İstenmeyen durumların ciddi olması ihtimali milyonda birden azdır. Hastalık sebebiyle olabilecek komplikasyonlar ise buna göre çok daha fazladır. Aşılama zaten tüm topluma değil yüksek riske sahip kesimlere yapılmaktadır. Yani aşı, toplumda hastalıktan kötü şekilde etkilenme miktarını belirgin derecede azaltmaktadır. O yüzden aşılama tehlikeli değil bilakis yararlıdır. Aşı domuzdan mı elde ediliyor? Hayır. Yumurta kültüründen elde edilmektedir. Aşıda cıva var mı? Varsa ne olur? Cıva koruyucu bir kimyasal madde olarak sadece domuz gribi aşısında değil, tüm aşılarda çok uzun yıllardan bu yana mevcuttur. Aşılarda kullanılan miktardaki bu tür kimyasalların zararsız olduğu kabul edilmektedir.

M. Hilmi AKŞAMOĞLU 01 Aralık
Konu resmiİrfan Mektebi, Dördüncü Yayın Yılında…
İnsan

Üç yıl önce bugünlerde başlayan ‘irfan’ seyahatimiz hamdolsun aynı sürat ve ciddiyette devam ediyor. Yeni bir yayın yılına başlarken, yenilenmeye, terakkiye yönelik adımlar atmaya da gayret ediyoruz. Geçtiğimiz üç yılda İrfan Mektebi’nde, yüzü aşkın yazar tarafından iki bin sayfadan fazla yazı üretildi. İrfan Mektebi, ciddi bir ‘tefekkür zemini’ olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Her geçen sayıda hem üretilen makalelerin kalitesi artıyor hem de on binleri bulan okurlarımızla daha yoğun bir münasebet tesis ediliyor. Bu yönüyle, İrfan Mektebi, ismine münasip bir tarzda, ‘yazı âlemi’nde faaliyet gösteren bir mevkutenin ötesinde, bir ‘mektep’ gibi faaliyet gösteriyor. Ümidimiz, bu bereketli mektebin yeni yayın yılıyla birlikte bir akademi ve üniversite gibi fikrî meyveler vermesi, yeni mütehassıslar yetiştirmesi… Bu meyanda, bir noktanın altını çizmekte fayda var: İrfan Mektebi’nde ana omurgayı, gayet yüksek ve derin bir ilmî eser ve Kur’ân-ı Kerîm’in cam gibi şeffaf ve manevî bir tefsiri olan Risâle-i Nur’dan istifade ile yazılan yazılar teşkil etmektedir. Bu özelliği, İrfan Mektebi’ni benzerlerinden ayıran önemli bir farktır. Bir başka ifade ile İrfan Mektebi’nin müfredatı, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri tarafından telif edilen Risâle-i Nur eserleridir. Gayemiz ise gayet açıktır: Kur’ân’ın hakîkatlerini müzâkere ederek hazmetmek ve îman hakîkatlerinin anlaşılmasını ve inkişâfını temin etmek ve bu vesileyle ilmî birikime katkıda bulunmak… Yeni yayın yılımızda da bu ulvî gayemize uygun bir şekilde çalışmaya devam edeceğiz. İrfan Mektebi, bugünlere, hem seçkin yazarlarımızın hem de siz kıymetli okurlarımızın önemli katkılarıyla geldi. Bu vesileyle, hem yazarlarımıza hem de mektebimizin siz kıymetli okurlarına yayın heyeti adına şükranlarımı sunmak isterim. İrfan Mektebi’nde bugüne kadar okuduğunuz ve bundan sonra göreceğiniz tüm güzellikler bizi bu hayırlı hizmette istihdam eden Rabbimize âittir.  Tüm noksanlıklar ve kusurlar ise bizdendir. Bu itibarla, hatalarımızın affını temenni ediyor, isabetli ve istikametli yeni bir yayın yılı geçirmemiz için dualarınızı istirham ediyorum.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Aralık
Konu resmiMüsbet Hareket
Risale-i Nur

Başkalarının imanlarını kurtarmaya talib olan Risâle-i Nur hizmeti, müsbet hareket etmeyi kendine bir düstur olarak kabul etmiştir. Müsbet hareketi kısaca şöyle tarif edebiliriz: Emniyet ve asayişi bozmadan, başkalarına ilişmeden ve Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmayarak sabır ve tahammülle kendi hizmetimizi yapmaktır. Bedîüzzaman Hazretleri eski Said döneminde zorbalığı ve hakareti kabullenemeyen ve İslâm’ın izzeti için idamı göze alan bir şekilde hareket ettiği halde; yeni Said döneminde yine İslâm’ın izzetini muhafaza ile birlikte müsbet iman hizmeti için kendisine yapılan birçok hakaretlere, zorbalığa ve işkencelere karşı sabırla ve tahammülle mukabele etmiştir. Hatta kendisine kötülük yapanlara beddua etmemiş ve hakkını helal etmiştir. Gizli dinsiz komite Bedîüzzaman Hazretleri ile çok çeşitli şekillerde uğraşmış. Birçok hakaretlerle, işkencelerle, maddî manevî baskılarla hiddete getirip yeter artık dedirtip hadise çıkarttırarak imha etmeye çalışmış. Bedîüzzaman Hazretleri de tahriklere kapılmadan devamlı müsbet hareket ederek onların planlarını boşa çıkarmış. Talebelerine daima sabır ve tahammül ile yalnız iman ve İslâmiyete çalışmayı tavsiye etmiştir. “Birkaç adamın hatasıyla yüzer adamların zarar görmesine sebeb olunamaz” demiştir. Bunun içindir ki, yapılan o kadar gaddarane zulümler esnasında bir tek hadise meydana gelmemiştir. Hem aleyhlerinde yapılan bu kadar menfî propagandalara rağmen gazete, radyo, televizyon gibi yayın organlarında nur talebelerinin asayişi bozacak hareketlerine veya suç işlediklerine dair herhangi bir haber çıkmamıştır. RİSALE-İ NUR HİZMETİNDEKİ MÜSBET HAREKET PRENSİPLERİ Haklı her meslek sahibinin (başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde) hakkı: “mesleğim haktır. Yahut daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden, “hak yalnız benim mesleğimdir ve yahut güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek. Kendi mesleğimizin muhabbetiyle hareket etmekle beraber başka mesleklerin düşmanlığı ile hareket etmemek. Kendi vazifemizi yapmak Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmamak. Muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir. Bizim vazifemiz değil. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Bizim vazifemiz hizmet-i imaniyedir. Kur’ân ve sünnet dairesinde hizmet etmektir. “Beşer zulüm eder, kader adalet eder” sırrıyla beşerin zulümlerine karşı tedbir almakla birlikte başımıza gelen bela ve sıkıntıların Allah tarafından olduğunu bilerek sabır ve şükürle mukabele ederek kaderin hissesine razı olmak. Rahmet, hikmet ve adalet cihetini düşünmek. Müslümanlar içinde fitneden korkarak menfi hareket etmemek, asayişi muhafaza etmek ve bunun için sıkıntılara katlanmak. Çünkü dâhilde cihad, silahla değil ilimle yapılan manevî cihaddır. Hizmetteki kuvveti dâhilde yanlış şekilde kullanmayıp asayişi muhafaza için kullanmak. Bu noktada bize numune olacak iki misal: Birinci misal. “Eski harb-i umumiden evvel ben Van’da iken bazı müttakî zatlar yanıma geldiler, dediler ki:‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel bize iştirak et. Biz bu münafık reislere itaat etmeyeceğiz.’ Ben de dedim:‘O fenalıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu, onlarla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem. Size iştirak etmem.’ O zatlar benden ayrıldılar. Kılıç çektiler. Neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az bir zaman sonra harb-i umumi patladı. O ordu, din-i İslâm namına harbe iştirak etti. Cihada girdi. O ordudan yüz bin şehit evliya mertebesine çıktılar. Beni o davamda tasdik ettiler.”  (Şualar) İkinci misal. “Şark isyanında Şeyh Sait ve askerleri Üstadımız Bediüzzaman’ı şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettikleri zaman cevaben demiş.‘Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir. Ve neticesizdir. Çünkü Türk milleti bin senedir İslâmiyete bayraktarlık etmiş. Dini uğrunda binlerle şehit vermiş ve binlerle veli yetiştirmiştir. Binaen aleyh kahraman ve fedakâr İslâm müdafilerinin torunlarına yani Türk milletine kılıç çekilmez. Ve ben de çekmem.’ Diyerek hem ret cevabı vermiş hem mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir.” (Asa-yı Musa) Müslüman olmayanlara da İslâm’ı müsbet bir hareket ve üslub ile tebliğ etmek. Fakat bunu yaparken onlara hoş görünmek adına dinimizden de taviz vermemek. Bu meselede Bedîüzzaman Hazretleri şöyle buyuruyor: “Umur-u diniyede(din işlerinde) müsamaha ve teşebbühle(benzemekle) medenilere yanaşmayın. Çünkü aramızdaki dere pek derindir. O dereyi doldurup hatt-ı muvasalayı(kavuşma hattını) temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz. Veya dalalete düşer boğulursunuz.” (Mesnevî-i Nûriye) İslâm dairesinde hangi meslek ve cemaat olursa olsun Müslümanlarla muhabbet noktalarını düşünerek ortak düşman olan dinsizliğe karşı ittifak etmek ve ihtilafları terk etmek. Hakkın izzeti ve hatırı için nefsini, enâniyetini, yanlış düşündüğü izzetini ve ehemmiyetsiz rekâbetkârane hissiyatını terk etmek. İhlâs ve hakperestlik gereği olarak Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak. Her söylediğin doğru olmalı. Ama her doğruyu söylemek doğru değildir. Çünkü bazen damara dokunur aks’ül-amel yapar. Onun için nerde, neyi, nasıl ve ne şekilde söyleyeceğimizi iyi hesaplayıp ona göre söylemek. Haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetten çekinmek. Böyle hadiselerin vukuunda soğukkanlılıkla, sarsılmamakla ve düşmanlığa girmeden karşılayıp muhaliflerin veya itiraz edenlerin reislerini çürütmemektir. Bize düşmanlık edenlere karşı intikam hissiyle hareket etmemek. Onlar için hidayet temennisinde bulunmak. Bu madde ile ilgili Bedîüzzaman Hazretleri’nin şu tavsiyesi dikkat çekicidir. “Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar. Ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helal etmelerini isterim. Çünkü onlar, bilmeyerek kader-i ilahinin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim davamıza, hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risâle-i Nura sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.” (Emirdağ Lahikası)  [Umum Nur Talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.]  Aziz Kardeşlerim! Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Meselâ: Kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme (baskıya) ve terzile (aşağılamaya) karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım. Evet, meselâ: Seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir müddei umumînin (savcının) yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. (Hiç kimse kimsenin günahını yüklenemez) düsturu ile ki: “Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz.” İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr ayetin düsturu ile vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâm’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı manevînin en büyük şartı da; vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenâb-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.” Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ândan ders almışım. Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı manevîdeki fark, pek azimdir. Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakitte onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatlar itibariyle, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz. (Kastamonu Lahikası)” Risâle-i Nur talebeleri, bu düsturlara riayet ederek müsbet hareket ederler. Yani, menfi hareket ederek emniyet ve asayişe zarar vermezler. Kendi mesleklerinin muhabbetiyle hareket edip, diğer mesleklerin düşmanlığı ve kıymetlerinin düşürülmesi üzerine çalışmalarını bina etmezler. Müslümanları birbirinden uzaklaştıran, birbirinden soğutan, birlik ruhunu dağıtan, ayrılığa sebep olan menfî şeylerin her zaman karşısında olmuşlardır. Cenâb-ı Hak bizlere ve bütün ehl-i imana müsbet hareket etmeyi, menfi hareket etmemeyi nasib eylesin.

İlyasi RAMAZANOĞLU 01 Aralık