41. Sayı: "Muhammedî Nur"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiDoldu Avâze-İ Ahmed'le Cihân
İnsan

Bugün insanlığın beşte birisi, yeryüzünün yarısı O’na, “Efendim!” diyor, “Peygamberim” diye biliyor, seviyor, itaat ediyor. ‘Muhammedî Nûr’un ihtişamı bin dört yüz yıldır hiç azalmadı; bilhassa son devirde mensuplarının, yani İslâm âleminin zaafları artsa da, İslâmiyet’in güzellikleri hayatın her sahasına tam aksettirilemese de, ‘Muhammedî Nûr’, hükmünü hep icrâ etti ve daima beşeriyetin yegâne ümîdi oldu. Bugün, hudutsuz şükürler olsun, insanlık, ‘Âlemin Reisi’ni keşfetmenin arifesinde...  Müslümanlar ise, ‘En Güzel Örnek’ olan şefkatli Peygamberlerini (asm) yeniden tanıma, biat tazeleme, ‘Muhammedî Nûr’la yeniden ‘hayırlı bir ümmet olma’nın heyecanı içerisinde…  2005’te gerçekleşen meş’um karikatür krizi ile içindeki kriz dışa vuran Batı medeniyetinin karikatürize olmuş hâli, Muhammedîlere, medeniyetin beşiği Medîne’yi tanıma ve o medeniyetin Peygamberi Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a yakınlaşma ihtiyacını kuvvetli bir surette hissettirdi.  Son yıllarda giderek yoğunluğu artan Kutlu Doğum Haftası faaliyetleri bunun açık bir yansıması.  Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin gerçekten Efendimizi anlamaya, sünnetinin ehemmiyetini kavramaya ve nebevî hayat tarzını ihyâ etmeye hizmet etmesini temenni ediyoruz. Yeni ve tesirli projelerle Efendimizi, günümüz imkânlarını kullanarak tüm dünyaya tanıtmak, anlatmak artık mümkün. Bu yöndeki çalışmaları da teşvik ediyor, destekliyoruz.   İrfan Mektebi de bu Muhammedî kervana bu ay ‘Muhammedî Nur’ kapağı ile katılıyor. Bereketli nisan ayının, hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum. KALEMLER YARIŞIYOR Geçtiğimiz yıl başlattığımız, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) konulu hikâye, makale ve şiir yarışmamız sona erdi. Hamdolsun çok başarılı çalışmalar bu yarışmaya iştirak etti. Yazarlarımızdan oluşan heyetimiz dereceye giren yarışmacılarımızı belirlediler. Önümüzdeki sayılarda başarılı eserleri İrfan Mektebi’nden okuyabileceksiniz. Kalemler Yarışıyor bu sene ise Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm konulu olacak. Tüm okurlarımızı ve Kur’ân âşıklarını hayırda yarışmaya davet ediyor, makalelerinizi, hikâyelerinizi, şiirlerinizi bekliyoruz.  KAMPANYALAR “Mübarek Beldelere Sefere Çıkıyoruz” kampanyamız son dönemine girdi. Üç abone yapan okurlarımız arasından seçtiğimiz kardeşlerimizi üç dönemdir Umreye, Kudüs’e ve Şam’a göndermeye davet ediyoruz. Bir abone yapan okurlarımız arasından seçtiğimiz otuz kardeşimize ise her ay seçkin eserler hediye etmeye devam ediyoruz.  Sizlerden istirhamımız, İrfan Mektebi’ne yeni talebe kaydında himmetinizi esirgememeniz.  ‘Muhammedî Nûr’u idrak etmek duâsıyla sizleri İrfan Mektebi sayfalarında seyahate davet ediyorum şimdi. Allah’a emanet olun efendim. 

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Nisan
Konu resmi40 Ambar
Tarih

Hırka-i Şerîf Câmii Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından Üveyse’l-Karanî Hazretlerine hediye edilen Hırka-i Şerîf, Sultan 1. Ahmed’in fermanıyla İstanbul’a getirtilmiştir. Üveyse’l-Karanî Hazretlerinin soyundan gelenler tarafından muhâfaza edilen Hırka-i Şerîf için Sultan Abdülmecîd, 1851 senesinde Fatih’de Câmi ve yanında Üveysî âilesinin en yaşlı ferdi için bir meşruta, vekil dairesi, muhâfızlar için kışla (hâlen Hırka-i Şerîf İlköğretim Okulu olarak kullanılan bina) ve vazîfeliler için odalardan meydana gelen bir külliye yaptırmıştır. Hırka-i Şerîf, sadece Ramazan ayının on beşinden Kadir gecesine kadar öğle ve ikindi namazları arasında ziyarete açılır. DİNLERİN ALFABE  ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Her dîn kendi alfabesini beraberinde getirir. 1 Meselâ, Suriye’de ortak Arab dilini Müslümanlar Arab harfleriyle, Hristiyanlar Süryanî harfleriyle, Yahudîler ise İbranî harfleriyle yazmışlardır. Girit’te Rumca konuşan Müslümanlar Rumcayı Arab harfleriyle yazarlardı.2 Müslüman olduktan sonra, İranlılar Farsçayı, Pakistanlılar Urducayı, Afganistanlılar Afgancayı ve Türkler Türkçeyi Arab harfleriyle yazmışlardır. Şinasi Tekin, Tarih ve Toplum, Mayıs 1992, Sayı:101 Sayfa:14 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Tercüme: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 4. Baskı, 1991, Sayfa:421 Sokullu Mehmed Paşa 1505 senesinde dünyaya gelen Sokullu Mehmed Paşa, 1564 senesinde Sadrazamlığa getirilmiştir. 1579 senesinde şehid edilene kadar on beş sene Sadrazamlık yapmıştır. Sadrazamlık yaptığı dönem fetihler açısından Osmanlı’nın altın yılları olmuştur. Döneminde Endonezyalı ve Hindistanlı Müslümanlarla irtibat kurulmuştur. Kendi parasıyla, bir tanesi İstanbul’da olmak üzere beş külliye inşa ettirmiştir. Tasarladığı bazı projeleri gerçekleştirmeye ömrü yetmemiştir. Bunların başında, ancak 1800’lü yılların sonlarında inşa edilebilen Süveyş Kanalı ve Hazar Denizi ile Karadeniz’i ve Sapanca Gölü ile İzmit Körfezini birleştirme projeleri gelmekteydi. Zenbilli Ali Efendi Zenbilli Ali Efendi, her gün sabahleyin evinin penceresinden sokağa bir zenbil sarkıtırdı, suâli olan veya bir mes’ele sormaya gelen kişiler suâllerini bir kâğıda yazarak zenbil içerisine bırakırlardı. Zenbilli Ali Efendi de akşama doğru zenbili yukarı çekerek içindeki suâllere gerekli cevâbları yazar, ertesi gün sabah bu zenbili tekrâr penceresinden aşağı sarkıtırdı. Bir gün önce suâl soranlar suâllerinin cevâblarını alır, yeni suâli olanlar kâğıtlara yazdıkları suâllerini zenbilin içine koyarlardı. Bu sebeble asıl ismi Ali Cemali Efendi olmasına rağmen, Zenbilli Ali Efendi ismiyle meşhûr olmuştur. 1455’te Karaman’da dünyaya gelmiş, 1525’te İstanbul’da vefat etmiştir. 1503’ten vefat ettiği 1525 senesine kadar Şeyhülislâmlık vazîfesini deruhde etmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislâmlığını yaparken, Yavuz’un Hazîne-i Âmire çalışanlarından 150 me’mûra, yaptıkları hataların çok fevkinde bir cezâ vermek istemesi üzerine, Zenbilli Ali Efendi bu cezanın haksız olduğunu söyler ve me’mûrların affedilmelerini ister. Zenbilli Ali Efendi’nin bu çıkışı, Yavuz’un hoşuna gitmez ve memnûniyetsizliğini ifâde eder. Bunun üzerine Zenbilli: “Müftü, hükümdârın ahiretini korumakla mükelleftir. Amacım, asla devletin işlerine karışmak değil, aksine sizin ahiretinizi kurtarmaktır.” cevâbını verir. Evs ve Hazrec Kabileleri İslâmiyet’ten önceki ismi Yesrib olan Medîne’nin bu ismini şehre ilk yerleşen Yesrib bin Vâil’den aldığı rivâyet edilmektedir. Şehre ilk olarak Amâlikalılar, Romalıların Filistin topraklarını ele geçirmesi üzerine Kudüs’ten kaçan Yahudîler ve Arim Seli sebebiyle Yemen’den ayrılan Arab kabileleri yerleşmişlerdir. Arab kabilelerinin başını Evs ve Hazrec kabileleri çekmekteydi. Yahudîler ise Beni Kurayza, Beni Kaynuka ve Beni Nadîr kabilelerinden meydana gelmekteydi. İlk zamanlar Arab kabileleri ile Yahudîler iyi geçinmişlerse de, zamanla aralarında sıkıntılar çıkmaya başlar. Yahudîler, her devirde ve her mekânda yaptıkları fitne ve fesâd çıkarma işine burada da devâm ederler. Bunun üzerine çıkan harpte Arablar Yahudîler’i yenerek Medîne’nin hâkimiyetini ele geçirirler. Fakat Yahudîler burada durmamış, bu sefer de Evs ve Hazrec kabilelerini çeşitli desiselerle birbirlerine düşürmeyi başarmışlardır. Yaklaşık 120 sene boyunca Medîne’de Evs ve Hazrec kabileleri arasında birçok harbler ve sürtüşmeler meydana gelmiş, iki taraf da büyük kayıplar vermiştir. Bu harblerin sonuncusu Hicret’ten 5 sene önce meydana gelen Buâs Harbidir. Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) Medîne’ye hicret ederek yerleşmesine kadar devâm bu mücâdeleler, Hicretle birlikte yerini huzûra ve sükûnete bırakmıştır. Bu husûs Âl-i İmrân Sûresi 103. Âyet’de şu şekilde ifâde edilmiştir: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın! Allah’ın size olan ni’metini hatırlayın ki, bir zamanlar (birbirinize) düşmanlar idiniz de (Allah) kalblerinizin arasını (İslâm ile) birleştirdi; böylece O’nun ni’meti sâyesinde kardeşler oldunuz. Ateşten bir çukurun kenarında (küfür içinde) idiniz de sizi oradan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle açıklar, tâ ki hidâyete eresiniz.” Abdülkadir Geylânî Külliyesi Abdülkadir Geylânî Külliyesi, Bağdad’da Bâbü’ş-Şeyh Mahallesinde bulunmaktadır. Hanbelî fakihi Ebu Said el-Mübarek tarafından 1145’te medrese olarak yapılan ana bina, talebesi Abdülkadir Geylâni Hz. tarafından genişletilerek tekke hâline getirilmiştir. Abdülkadir Geylânî Hz., 1165’te vefat edince bu tekkeye defnedilmiştir. Câmi, medrese, imâret, tekke ve türbeden meydana gelen külliye, Kanunî Sultan Süleyman’ın Irak Seferi esnâsında Mimar Sinan tarafından onarılmıştır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiKulluğumuzla Özgürüz
İnsan

Cenâb-ı Hakk insanı, her türlü yeteneği kendinde toplayıcı bir varlık olarak yaratmıştır.  O istidadlarla her türlü hayır ve hasenatı yaparak, dünyada en yüce kemalâta ve âhirette de bütün nimetlere ve saadetlere kavuşarak en yüksek derece ve tabakalara çıkabilir. Öyle de insan o istidadlarıyla, bütün küfür ve dalaleti yaşayarak dünyada en sefih ve zelil bir duruma düştüğü gibi âhirette de bedbaht olarak her türlü ceza ve azaba kendini müstahak edebilir. Cenâb-ı Hakk insanlara, hikmet ve adaletinin gereği olarak mükâfat ve cezaya vesile olacak, bir parça dilemekten ibaret olan, bir cüz-i ihtiyariyi vermiştir. Fakat insan bu cüz-i ihtiyarisiyle bütün istidat ve yeteneklerini hayra veya şerre sarf edebilecek imkâna sahiptir. Hikmet ve adalet sahibi olan Allah, insanları imtihana tabi tuttuğu için, bu cüz-i ihtiyariye, tercih etmekte bir hürriyet ve serbestlik vermiştir. Bu hürriyet ve özgürlük ise iki kısımdır. Birisi İslâm medeniyetinin kabul ettiği hürriyettir ki, akıl ve vicdanın istekleri noktasında serbest ve özgür hareket etmektir. Yani akıl ve vicdanın ölçüleri dâhilinde her insanın ne kendine ne de başkasına zarar vermeyecek derecede hür ve özgür yaşamasıdır. Çünki başkasının hak ve hukukuna saygılı olmamız lazım geldiği gibi, kendi vücudumuz ve şahsımıza da zarar vermememiz icab eder. İşte İslâmiyet bütün beşeri sistemlerden farklı olarak bizler için bu hürriyeti yaşamayı emretmiştir. Zira İslâmiyet ne yapmamızı istiyorsa şüphesiz bizim için de toplum için de yararlıdır; hiçbir zararı yoktur. Mesela iyilik yapmayı, zekât ve sadaka vermeyi, namaz kılmayı, oruç tutmayı, helal şeylerden istifade etmek gibi şeyleri emrediyor. Bunların topluma sadece faydası vardır; hiçbir zararı yoktur. Velev ki onların savaştaki zayiat, zekâttan dolayı malın eksilmesi ve ibâdet meşakkati gibi zahiren cüzi sayılabilecek zararları varsa da, sayamayacağımız kadar faydalı yönleri, o zararları hayır hükmüne getirir. Çünki, hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir, hayır hükmüne geçer. Hem akl-ı selimle düşünen herkes bilir ki, İslâmiyet’in insanlar için yasakladığı şeylerde, şüphesiz birçok zararlar vardır. Görünüşte bir kısım faydaları varsa da cüz’îdir. Onların küllî zararlarına nisbeten bu cüz’î faydalar hiç hükmündendir. O çok olan zararlardan dolayı, cüz’î faydaları da zarar hükmüne geçer. Mesela içki içmek, fuhşiyata gitmek, hırsızlık, tefecilik gibi yasakları işleyenin cüz’î bir istifadesi varsa da, dünya ve âhirette çok büyük kayıp ve zararları olduğu şüphesizdir. Bir gram menfaat için tonlarca zararlara katlanılmaz. Âyet-i kerime’de “Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibâdet edin, ta ki, takvâ sahibi olasınız.”(Bakara, 21)  diyerek Allah’a kulluk yapmamızı emrediyor. Allah’a kulluk ise Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına uymaktır. Bu ise anlattığımız gerçek hürriyet ve özgürlüğe kavuşup nefis ve şeytanın istibdad ve esaretinden kurtulmaktır. Zira Allah’a hakkıyla kulluk eden, ne başkasına ne de kendisine ait olan özgürlük ve hürriyeti ihlal etmez. Buna en güzel örnek ise asr-ı saadettir. O asırda insanlar hakkıyla Allah’a kulluk ettiklerinden en mükemmel bir şekilde hür ve özgür yaşamışlardır. O kulluk içindeki yaşadıkları özgürlüğe binaen o zamana asr-ı saadet denilmiştir. Âdem (as)’dan bugüne kadar bu hürriyetin netice verdiği meyveler ise başta Peygamberler, evliyalar, melek gibi melikler ve insanlığa hizmet eden bütün kâmil insanlardır ki, nurlu bir silsile olarak bu özgürlüğü yaşamak ile o kemalâtı kazanmışlar ve başkalarına da kazandırmışlardır. Demek bir insanın hürriyet ve özgürlüğü Allah’a yaptığı kulluk nisbetindedir. İkinci kısım hürriyet ise, Avrupa medeniyetinin kabul ettiği hürriyettir ki, şeytanın bir talebesi sayılan, kötülükleri çokça emreden nefs-i emmarenin hevâ ve hevesine uyarak onun bütün arzu ve isteklerini yerine getirmekle nefsanî bir hürriyet ve özgürlüğü yaşamaktır. Nefis açısından baktığımızda özgürlük kabul edilen bu davranış, kişinin veya başkasının hukukunu gözetmediğinden, hayvanî bir hürriyet ve bir zulümdür.  Nefse ve dolayısıyla şeytana esir ve köle olmaktır. Mesela Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği cihad, namaz, oruç, hacc, zekât, hayır ve hasenat gibi ibâdetlerin içindeki dünyevî cüz’î meşakkatlerden dolayı, özgürlük adı altında, nefis o ibâdetleri yapmak istemez. Hâlbuki o ibâdetlerin içinde bulunan cüz’î meşakkatlerle birlikte hem o ibâdetleri yapan için hem de toplum için sayamayacağımız kadar faydalar, hikmetler ve neticeler vardır. Nefis hakîkati görmediğinden hem topluma hem kişiye ait bütün o faydaları düşünmez.  Yalnız o cüz’î meşakkatten kurtulmak ve hür yaşamak için, o ibâdetleri terk eder.  Hem mesela katil, zina, hırsızlık, insanların ve mahlûkatın hak ve hukukunu çiğnemek gibi yasak olan günahların içinde, nefsanî cüz’î bir lezzetle beraber, hem bu günahları işleyenler için hem bütün insanlar ve varlıklar için dünyada çok büyük zararlar ve felaketler vardır. Âhirette ise cennet nimetlerinden ve cemalullahdan mahrum olmak ve cehennem azabı gibi sayamayacağımız kadar çok büyük felaketler vardır. İşte nefis özgür olarak gayrimeşru bir lezzeti yaşamak için bütün bu felaketleri hoş görür. Ve bunu da hürriyet kabul eder. Hâlbuki böyle bir hürriyet sadece imtihana tabi’ olmayan hayvanlar için geçerlidir. Bir insan hayvanlara mahsus olan hürriyet ve özgürlüğü yaşamak noktasında hangi hayvanın özelliğini yaşıyorsa, siret ve ahlak cihetiyle o hayvan sınıfına dâhil olur. Mesela, milletin malını mülkünü gasp ederek doymaz bir hırsa sahip olan, canavar ahlaklı olur. İşi gücü kandırmak olan ise, tilki siretli olur. Milletin dinine mukaddesatına zarar vermekten zevk alan kişi, yılan ahlaklı olur. Irz ve namus mefhumunu düşünmeyen hınzır ahlaklı olur ve hakeza… Eğer bu hayvanî hürriyeti yaşayanların içleri dışlarına çevrilse ve onların siret ve ahlakları onlara suret olsa, yukarıda saydığımız hayvanların suretlerine girecekleri şüphesizdir. Bu hayvanî hürriyet ve özgürlük kişiyi insanlıktan çıkardığı içindir ki, âlemlere rahmet olarak gelen İslâmiyet bunu kabul etmemiştir. Ateşin cazibesine kapılıp içine düşen kelebeklerin yandığı gibi alevli bir ateş olan bu hayvanî hürriyetin de cazibesine kapılarak içine düşenler yanar. Yani bu ateş o kişinin mukaddesatını, namus, haysiyet ve şerefini yakıp kül eder. Bazıları da hürriyeti şu şekilde tarif etmektedirler: “Yalnız maddi olarak başkalarına zarar vermemek şartıyla insan her şeyi yaşayabilir.”  Kişinin bu yaşadığı hürriyet ile kendi şahsına verdiği zararı ve yaptığı zulmü görmezlikten geldikleri gibi, manevî noktada da başkasına verdiği zararı ve Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına karşı gelmeyi de düşünmemektedirler. Hâlbuki Âdem (as)’dan dan bugüne kadar sefih bir kısım insanların günah ve isyanlarına binaen, Nuh (as)’ın tufanı gibi, insanların başına sayısız musibet ve felaketler gelmiştir. Demek başkasına maddeten zarar vermemek şartıyla yaşanan özgürlük ve hürriyet de, insanın şerefine yakışmayan hayvanî bir hürriyettir. Başta Rabbimizin hukuku olmak üzere birçok hukuku çiğnemektir. Bu hürriyetin yetiştirdiği meyveler ise, firavunlar, şeddadlar, nemrutlar, insanlara zulüm eden, katliamları yapan, dünyayı fesada verip tahrip eden, küfür ve dalaletin her çeşidini yaşayan ve yaşatanlar güruhdur.   Netice olarak, dünya hayatında yaşayan bir insan ya Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına uyarak, hakiki kul olmak ile gerçek bir özgürlük ve hürriyeti yaşayacaktır. Veya nefis ve şeytana uyarak onlara esir olmayı kabul edecektir. Rabbimiz bizleri kendine hakkıyla kulluk edenlerden eylesin. Bizleri nefis ve şeytana esir ve köle eylemesin. Âmin.

Zakir ÇETİN 01 Nisan
Konu resmiEn Güzel Örnek
İtikad

Yüce Yaratan, meâlen, “And olsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resûlünde güzel bir örnek vardır.” (33/21) diyerek “bedbahtlık”tan kurtuluşun çaresini ve bize “bahtiyarlık”ın hakiki adresini de göstermiş olmuyor mu?  Elmalılı merhum, âyette geçen “üsvetün hasene” (en güzel örnek) tabirindeki “üsve” kelimesini şöyle açıklamış: “Üsve, ‘teessi’ edilecek, yani uyulacak, arkasından gidilecek örnek, meşk, nümûne-i imtisâl demektir.”  Asrın îman mektebi muallimi Bedîüzzaman ise âyete şöyle doyumsuz bir izah getirmiş: “Mâdem dost ve düşmanın ittifâkıyla, Zât-ı Ahme­­diye Aleyhissalâtü Vesselâm, mehâsin-i ahlâkın (güzel ahlâkın) en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve mâdem bil-ittifak (herkesin kabûlüyle) nev-i beşer (insanlık) için­de en meşhur ve en mümtaz (seçkin) bir şahsiyettir. Ve mâdem binler mu’cizâtının delâletiyle (mu’­ci­zelerin işâretiyle) ve teşkîl ettiği âlem-i İslâmiyetin kemâ­lâ­tının (fazîletlerinin) şehâdâtıyla ve mübelliğ (teblîğ edici) ve tercümân olduğu Kur’ân-ı Hakîm’in hakaikının (hakikatlerinin) tasdîkıyle, en mükemmel bir insân-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir (en mükemmel bir mürşiddir). Ve mâdem semere-i etbâıyla (ona tâbî olanların netîcesi ola­rak) milyonlar ehl-i kemâl (kâmil insanlar), merâtib-i ke­mâlâtta (olgunluk mertebelerinde) terakki edip (yükselip) saâdet-i dâreyne (iki dünya saâdetine) mazhar olmuşlardır.  Elbette o Zât’ın (asm) sünneti ve harekâtı, iktidâ edilecek (tâbi olunacak) en güzel nümûnelerdir ve takib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihâz (kabûl) edilecek en muh­kem (sağlam) kanunlardır. Bahtiyâr odur ki, bu ittibâ‘-ı sünnette hissesi ziyâde ola! Sünnete ittibâ‘ etmeyen, ten­bellik ederse, hasâret-i azîme (büyük bir zarar); ehemmiyetsiz görürse, cinâyet-i azîme; tekzîbi işmâm eden (yalanlamayı hissettiren) tenkid ise, dalâlet-i azîmedir (büyük bir sapıklıktır).” (Lem‘alar, 11. Lem ‘a, 61) “Kur’an öyle bir Peygamber sesidir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar!..” diyen Dr. Jhonson bile, bir ecnebî olduğu hâlde, O “Şefkat Sultanı” (asm)’ın sesindeki lâhûtî “sırrı” anlamış. “Benim fikir ve kanaatime göre Kur’an serâpâ samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed (asm)’in cihana tebliğ ettiği davet hak ve hakikattir” diyen Carlyle bile o sesteki hakikati keşfetmiş. Biz neden o sese lâkayd kalalım ki! Biz o sesle varız, o sesle varolabileceğiz ancak.

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiBirinci Söz Ve İnsanın İhtiyaçları
İnsan

İNSANIN İHTİYAÇLARI Maslow, 1943 yılında ortaya insan psikolojisini yakından ilgilendiren bir teori ortaya attı: İhtiyaçlar Hiyerarşisi. Bu hiyerarşiye göre insanın temel beş ihtiyacı vardı. İnsanoğlu dünya denen bu gemide bu ihtiyaçları karşılamak için çabalar dururdu. Teoriye göre insan bir alt basamaktaki ihtiyacını karşılayamadan bir üst ihtiyacı karşılamaya geçmezdi. Maslow’un belirlediği ihtiyaçlar önem sırasına göre aşağıdaki gibidir.   Fizyolojik ihtiyaçlar Güvenlik ihtiyacı Ait olma ve Sevgi ihtiyacı Saygınlık ihtiyacı Kendini gerçekleştirme ihtiyacı Maslow’un bu teorisini aklıda tutarak Birinci Söz’ü inceleyelim. “Düşmanın, hacatın nihayetsizdir.” diyen Bedîüzzaman, insanın bitmek bilmeyen ihtiyaçlarına dikkat çekmiştir. Bu ihtiyaçlar arasında Maslow’un dile getirdiği bu ihtiyaçlar da vardır dile getiremediği, her bir azamıza ve latifemize ait başka ihtiyaçlar da.  İnsanın bu ihtiyaçlarını karşılamasının en güzel yolu ise Yüce Yaratıcıya sığınmaktır. İnsan fıtratındaki bu ihtiyaçlardan yola çıkarak Rabbini iki türlü bulabilir. İlki Üstadın yaptığı gibi bu ihtiyaçlara insanın dikkatini çekmek ve bu ihtiyaçları en güzel şekilde karşılayabilecek olan Cenâb-ı Hakk’ı işaret etmektir. İkinci yöntem ise insanın bu ihtiyaçlarını karşılamak için ilk olarak maddi esbaba başvurması, sonrasında ise tatmin olmayıp Rabbine yönelmesidir. Sevgi ihtiyacını doyurmak isteyen insan ya ilk başta doğru bir eğitim, telkin ve yönlendirme ile Rabbine yönelir, ya da ilk önce maddî mahbuplara müracaat eder. Onların kalbindeki sonsuz sevgi talebini karşılayamadığını fark eder ve manevî mahbuba yönelir. Üstad ilk sözde insanın yaratılışındaki temel ihtiyaçlardan yola çıkarak insana Rabbini göstermiştir. “İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrin hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir.” Birinci Söz’ün üzerinden durduğu en önemli ihtiyaç ise insanın güvenlik ihtiyacıdır. Bu dünya çölüne gönderilen insan âciz ve fakir olarak gönderilmiştir. Üstelik bu çöldeki düşmanları oldukça fazladır. Bu çölde insanoğlunun en büyük arzusu güvende olma arzusudur. Sağlam bir işe girmek, memurluğa başvurmak, gelecek için birikim yapmak insanın hep güvenlik ihtiyacının sonuçlarıdır. Dünya düşmanlarından insanı koruyacak en güzel hami ise Cenâb-ı Hak’tır. Onun ismini alan ve himayesine giren insanoğlu için bu dünya artık güvenilir bir mekân olacaktır.     İlk etapta yaratılıştaki insanın ihtiyaçlarını göz önüne seren ve insanoğluna Rab yolunu gösteren Bedîüzzaman, Birinci Sözün ilerleyen cümlelerinde Rabbine sığınan insanın ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşıladığı gibi kendi gücünün fevkinde nice işleri de başarabileceğine değinir. Ağaç yapraklarının güneşin sıcaklığına dayanması, tohumların dağ gibi yükleri üzerinde taşıması gibi insanoğlu da Rabbine yöneldiğinde tüm ihtiyaçlarına cevap bulduğu ve düşmanlarından emin olduğu gibi “acz” ve “fakr” olan iki önemli yarasına da deva bulmaktadır. Üstad kısaca birinci sözde şunu demektedir: “Ey insanoğlu. Senin yaratılış olarak birçok ihtiyacın var. Ve bu dünyada sen ister istemez bu ihtiyaçlarını karşılamaya çalışacaksın. Kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamazsın çünkü sen hem aciz hem de fakirsin. Öyleyse senin bu ihtiyaçlarını karşılayacak olan Rabb’ine yönel.” RABBİMİZİN İSTEDİĞİ BEDEL Eğitim psikologlarından Bloom insanı temel olarak üç yapıya ayırır: duygu, düşünce ve davranış. Davranış boyutu, psikomotor olarak da adlandırılmaktadır ve davranışın temelinde yatan psikolojik süreçleri de içermektedir. Bu taksonomi aynı zamanda psikolojinin de çok kullandığı “3D” (duygu, düşünce, davranış) kuralıdır. Bloom der ki: “Eğitim, insanın akıl, kalp ve beden olarak da nitelendirilebilecek bu üç yönüne birden hitap etmelidir.” Birinci Söz’de Üstad “Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor?” sorusuna “zikir, fikir ve şükür” olarak cevap vermektedir. İnsanın ödeyeceği bu ücret sanki insanın üç yönüne denk gelmiş gibi görünmektedir. Zikir, duyguların ibâdeti; fikir, düşüncenin ibâdeti, şükür ise insanın davranış yönünün ibâdeti olabilir. Üstad burada belki de şunu demektedir: Ey insanoğlu! Senin genel olarak duygu, düşünce ve davranış olmak üzere üç boyutun var. Ve her bir boyutunda sen Cenâb-ı Hakk’a ibâdet etmelisin. Duygu boyutunun ibâdeti zikir, düşünce boyutunun ibâdeti fikir, davranış boyutunun ibâdeti ise şükürdür. Dil ile başlayan şükür, namaz, oruç, zekât ve hac gibi bedeni ibâdetlerle devam etmektedir. Burada önemli nokta, sadece bedeni ibâdetleri yapan ama zikir yapmayan, ya da fikir ibâdetini yerine getirmeyen insanın nimetler karşısında ödediği bedel yetersiz kalacağıdır.  

Yunus ERDEM 01 Nisan
Konu resmiAllah Allah Dedik Geriledik, Öyle Mi?
İtikad

AMERİKA’DAKİ ARKADAŞLARIDAN BİRİ BANA HOUSTON UZAY MERKEZİNDE BİR LABORATUARDA BİLİMSEL BİR FİLM VAR, BERABER GİDELİM DEDİ. GİTTİK. FİLM BAŞLADIĞI ZAMAN ŞÖYLE BİR ALT YAZI GEÇİYORDU: “BİZ BAŞARIMIZI Tillolu İbrahim Hakkı’ya borçluyuz.” Bir anda şok oldum. Tillo neresi? İbrahim Hakkı kim? Film mi beni izledi, ben mi filmi izledim bilmiyorum. Film biter bitmez arkadaşımla Türkoloji Bölüm Başkanının yanına gittik. Ve ona: “Hocam ben Türkiyeliyim ama maalesef ne Tillo’yu biliyorum, ne de İbrahim Hakkı’yı tanıyorum, kimdir bu zat?” diye sordum. Amerikalı olan o hoca şöyle cevap verdi: “Evladım! Tillo, Siirt ilinin bir nâhiyesidir. İbrahim Hakkı da bundan üç yüz sene önce yaşamış bir Müslüman âlimidir. Bu zat Allah’ın verdiği feyiz ile Kur’ân’dan aldığı verilerle, Ma’rifetname adlı bir eser yazmış. O eserde yer çekim kanunu, ayın dünyaya uzaklığını, dünyanın güneşe uzaklığını, med cezir olayını hepsini matematiksel, fiziksel ve geometrik olarak yazmış çizmiş. Biz aya gitmeden evvel oraya gittik, onun o yıkılmış kütüphanesinden o eserini aldık, tetkik ettik. Ondan aldığımız verilerle aya gittik. Hatta biz hesapladık 7 metrelik bir farklılık çıktı. İbrahim Hakkı’ya göre 7 metre fazla. Biz, bu kadar yanılabilir dedik, ama aya gittik biz yanılmışız.” “Dekart, Galile, Kopernik, Newton, Lavoisier, Kepler, Wright Kardeşler, Toriçelli, Kristof Kolomb, Vasco de Gama” İlkokuldan başlayarak tanımaya başladığımız bu yabancı bilim adamları tarih kitaplarına bakarsanız, birçok önemli buluşun “ilk” sahibi olarak anlatılırlar. Yüzyıllar önce Semerkant, Bağdat ve İstanbul’dan Latinceye veya Fransızcaya çevirilen bir çok kitapların asıl sahipleri göz ardı edilerek Avrupalı bilim adamları tarafından sahip çıkıldı. Bedîüzzaman Hazretleri anlatır: “Eskilerde Alo isminde bir adam varmış. Bal hırsızlıyormuş. Ona denildi: “Hırsızlığın tebeyyün edecektir.” O da aldatmak için bir boş petekte yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar, küvarda saklıyordu. Biri sual etseydi, derdi: “Bu, bal mühendisi olan arılarımın san’atıdır.” Sonra da arılarıyla konuştuğu vakit, müşterek bir lisanla “Vız vız jive hingivîn jimin” derdi. Yani, “Tanin sizden, bal benden...” Aynen bunun gibi batının biz keşfettik dediği birçok şeyi Müslüman bilginler asırlar öncesinden keşfetmiş ama ne yazık ki batılılar Alo’nun yaptığı gibi bunları çalıp sahiplenmişler. Mesela “Newton’dan yerçekimini “ilk bulan” kişi diye bahsederiz. Halbuki yerçekimini ilk keşfeden, bilim adamı, pek tanımadığımız bir Müslüman alimi olan Râzî’dir. İşte! Bilimsel yönden geri kalmamızdaki kabahat, inkâr ehlinin: “Biz Allah Allah, diye diye geri kaldık. Avrupa top tüfenk diye diye ileri gitti.” dedikleri gibi Kur’ân’a bağlı olduğumuzdan değil, bilakis Kur’ân’ı anlayamadığımızdandır. Kur’ân bizim bildiğimiz veya bize empoze edildiği gibi yalnız âhirete bakan ve sadece ölenlerin arkasından okunan bir duâ kitabı değildir. Veya Kur’ân her evde manevî bir bekçi gibi duvarda asılması için gönderilmemiştir. Kur’ân fiziktir, biyolojidir, matematiktir, tarihtir, edebiyattır. Kur’ân zikir ve duâ kitabı olduğu gibi astronomidir, jeolojidir. Ama ne yazık ki bizler bu asırda Kur’ân’ın bu cihetlerinden istifade edememişiz! Mesela, Cenâb-ı Hak Kur’ân’da bize Peygamber kıssalarını anlatıyor. Ama Peygamberlerin hayatlarını tarihsel bir bilgi olsun diye bize uzun uzun anlatmıyor. Peygamberlerin hayatlarında bizim için maddî ve manevî birçok sırlar ve şifreler vardır. Onlara verilen mûcizelerle insanlara yol göstermişlerdir. Her Peygamberin bir mûcizesi, istikbalde olacak bir fennin bir medeniyetin temelini teşkil ediyor.  Mesela: Âdem (a.s)’ın karasabanla toprağı işleme mûcizesi, bu günkü tarım sektörünün temelini teşkil etmiştir. Âdem (a.s) olmasaydı, kara sabanla toprağı ekmeyi, buğday yapmayı un yapmayı, ekmek yapmayı insanlar nereden öğreneceklerdi. İdris (a.s)’ın terzilik mûcizesi, bu günkü terzilik ve tekstil sanayinin temelini teşkil etmiştir. İnsanlara elbise yaparak giyinip örtünmesini ilk defa öğreten İdris(a.s)’dır.  Nuh (a.s)’ın gemi mûcizesi, bugünkü gemi sanayinin temelini teşkil etmiştir. Nuh (a.s)’a kadar insanlar suyun üstünde yürümekten istifade edemiyorlardı. Yusuf (a.s) zamanına kadar saat bilinmiyordu, zaman dilimlemesi yapılmamıştı. Yusuf (a.s), Allah’ın verdiği mûcize ile ilk defa kum saatini yapmıştır. Bugün saat denilince aklımıza İsviçre geliyor. Hâlbuki İsviçre yüz elli sene önce tarih sahnesinde bile yoktu. Musa (a.s) asasını yere vurup on iki musluklu çeşme gibi su akıtmış. O zamana kadar yer altında nimet olduğu bilinmiyordu. Demek Musa (a.s)’ın o asası bugünkü sondaj sanayinin temeli olmuş. Yer altında su, maden ve petrol olduğunun anlaşılmasına sebep olmuştur. Bu misalleri daha da arttırabiliriz. Buraya kadar anlattıklarımız, batı karşısında düştüğümüz bir eziklik psikolojisi içerisinde ele alınmış konular değildir. Sadece olanlar anlatılmıştır. Geçmişte ecdadımızın, Kur’ân’dan istifadeyle dünyaya asırlarca yön verdiğini,  her cihette olduğu gibi bilim, sanat ve kültür noktasında da insanlara rehberlik yaptığını nazarlara arz etmeye çalıştık. Eğer bizler Kur’ân’a müteveccih olursak yine aynı açılımları yapabilecek potansiyelimizin olduğunu dikkatlere vermek için bu konuyu istifadenize sunduk.

Feridun ŞAMİL 01 Nisan
Konu resmiGünümüz ve Hadisler
İtikad

ORYANTALİSTLER VE HADİS İslâm’ın ikinci ana kaynağı olan hadislerin, doğuşundan günümüze kadar İslâm toplumlarını oluşturma ve yaşatma alanında mühim bir rolü olmuştur. Hadisler İslâm’ın yayılmasına etkide bulunmuş, farklı kültür ve coğrafyada yaşadıkları halde, İslâm toplumlarını birbirine yakınlaştırarak, homojen bir kültürün oluşmasında etkin bir rol üstlenmiş, tarih üstü bir karaktere bürünerek Asr-ı Saadet’i sürekli bugüne taşımıştır. İslâm’ın sürekliliğini sağlayan geleneği hadis oluşturmuştur ve bu geleneği korumak için her türlü değişime karşı mukavemet vazifesini de yine hadis sağlamıştır. Bu özellikleriyle sünnet/hadis İslâm toplumlarını şekillendirme, kimliklerini muhafaza etme ve sömürge karşıtı faaliyetleri beslemede büyük bir ehemmiyet arz etmiştir. Bilhassa 18. asırda oryantalistlerce “militan”, “aktivist” ve “fundamantalist” olarak nitelendirilen ihyâ hareketlerine hadislerin büyük tesiri olmuş ve bu hareketler İslâm toplumlarının batılılaşmasında en büyük engel teşkil etmiştir.[1] Sömürgeciliğin keşif kolu gibi çalışan Oryantalistler, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmadıkça, İslâm ülkelerini sömürgeleştiremeyeceklerini ve onların mukavemetini kıramayacaklarını anlamışlardı. Müslümanlardaki mukavemet gücünün, Kur’ân ve hadislerden kaynaklandığını, eğer Müslümanların Kur’ân ve hadislere olan itimatlarını kırarlarsa, bu alanda başarılı olacaklarını düşünüyorlardı. Müslümanları Kur’ân’dan soğutmanın zorluğu, ister istemez hadisler üzerinde daha çok durmayı netice verdi. Hadise vurulacak darbe, Müslümanlar arası homojenliği ortadan kaldıracak, birlik beraberlik ruhunu öldürecek, sömürgecilere karşı direniş kırılacak, aynı zamanda İslâm ülkelerinin batılılaşmasına sebep olacaktı. Oryantalist çalışmalar, bilhassa 1850-1950 yılları arasında hadis üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu yıllar sömürgeciliğin de, en revaçta olduğu dönemlerdir. 19. yüzyıl sonları ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı oryantalistler, sömürgeleştirilen İslâm ülkelerinde faaliyetlere giriştiler ve kısa zamanda netice aldılar. Oryantalistlerin çalışmaları neticesinde Müslümanların hadis ve sünnete bağlılığında çözülmeler başladı. Bazı Müslümanlarda hadislerin sıhhatine aşırı bir güvensizlik oluştu. Bir kısım Müslümanlar Kur’ân bize yeter hadise lüzum yok derken, bir başka grup mütevatir hadisleri bile inkâr ediyor, başka bir grup, aklına uyanı kabul edip, uymayanı red ediyor. Bir başka kısım Buhârî, Müslim gibi hadis otoritelerinin kitaplarında, mevzu hadis olduğunu söylüyor, bir kısmı da Sahabelere dil uzatıyordu.[2] Tarihi süreç itibarıyla, 20. yüzyıla kadar hadis ve sünnete Müslümanların bu şekilde yaklaşmadığı, bu sünnet düşmanlığı veya sünnete itimatsızlığın geniş boyutlarda bu asırda ortaya çıktığı görülür. HADİSLERİN SIHHATİ MESELESİ Hadislere yönelik hücumlara karşı İslâm âlimlerinden Üstad Bedîüzzaman, Muhammed Ebu Şehbe, Mustafa Es-Sıbaî, Zahid El-Kevserî, Abdülfettah Ebu Gudde gibi pek çok âlim hadisleri müdafaa üzerinde hassasiyetle durmuşlar, hadis düşmanlarıyla mücadele etmişlerdir. Cahil halk tabakasında hadislere yönelik şüpheler genellikle hadis ilminin tarihi süreci ve hadis alanında yapılan muazzam çalışmaların bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu insanlara konu izah edildiğinde kolaylıkla tutumlarından vazgeçiyorlar. Tabii ki, imanı zayıf, garazkâr, enaniyetli ve önyargılı olanlar muhatabımız olunca iş değişiyor. Bunlar içinde bazıları da var ki, bile bile hakkı ketmediyorlar, görmezlikten geliyorlar. Hadislerin bize oldukça sağlam yollardan intikal ettiği hadis usulü kitaplarında tafsilatlı olarak ele alınmıştır. Burada biz konuyu kısaca üç başlık altında ele almak istiyoruz. HADİSLERİN YAZILMASI Peygamberimiz Kur’ân’la karışır endişesiyle kendi sözlerini yazdırmamış, fakat ezberlenmesi için teşviklerde bulunmuştur. Bununla beraber bazı şahısların hadisleri yazmasına müsaade etmiştir. Onlardan Abdullah b. Amr pek çok hadisi yazmış ve onun yazdığı hadis risalesi “Sadıka” ismiyle meşhur olmuştur. Peygamberimizin âhirete irtihalinden sonraki dönemde ise Kur’ân’ın hadisle karışma endişesi kalmadığından hadis yazma işi çoğalmış sahâbeler ve onların talebeleri olan Tabiîn çoklukla hadisleri yazma yönüne gitmişlerdir. (Hz. Ebû Hureyre’nin talebesi Hemmam b. Münebbih’in Ebû Hureyre’den yazdığı hadisler bugün mevcuttur). Bilhassa Hz. Ömer’in torunu olan Ömer b. Abdülaziz (h. 61-101) halife olduğunda bütün şehirlerdeki âlimlere emirler göndererek, hadislerin yazılmasını resmileştirdi. O dönemde Tabiînden İbn-i Şihab Ez-Zührî’nin bu alandaki çalışmaları meşhurdur.[3] Daha sonra gelen âlimler ise hadislerin yazılmasını daha sistemli hale getirdiler. EZBER Peygamberimiz her ne kadar Kur’ân’la karışır endişesiyle hadisleri yazmayı hoş görmemiş ise de, ezber konusunda hassasiyetle durmuş ve sahâbeleri teşvik etmiştir. O dönemde zaten halkın ekseriyetinin ümmî oluşu, yazının yaygın olmayışı, zaruri olarak ezber üzerinde durmaya insanları sevk etmişti. Ayrıca Peygamberimiz'in belagatli söz söyleyişi, muhatabın durumlarına göre konuşması gibi durumlarda ezberi kolaylaştırıyordu. Tabiîn döneminde hadislerin yazılması yaygınlaşmakla beraber, ezber de beraberinde yürüdü. Hadis âlimleri ezbere büyük ehemmiyet verdiler, hadis ezberlemeyeni hadis âlimi saymadılar ve ezber zayıflığını cerh sebebi saydılar. Ezber konusunda içlerinde harikulade şahıslar çıktı. Örneğin Kur’ân-ı Kerim’i sekiz günde ezberlemiş olan İmam Zührî: “Kalbime tevdi ettiğim ilimlerden hiç birini unutmadım. Hiçbir sözü, bir âlimin ağzından dinledikten sonra, bir daha tekrarlatmış değilim. Ezberlediğim hadislerden yalnız birisinde şüphe edecek oldum, onu da, râvisine sordum, ezberlediğim nasıl ise öyle çıktı” demiştir. Emevi halifelerinden Hişam oğullarından birisi için, İmam Zührî’ye ezberinden 400 hadis yazdırdı. Bir ay kadar sonra Hişam: “O yazılar zayi oldu, onları yeniden yazdır” dedi; Zührî de yazdırdı. Her iki nüsha karşılaştırıldığında hiçbir fazla veya noksan olmadığı görüldü. Ahmet b. Hanbel bir milyon hadisi ezberlemişti. Bu rakam olağanüstü bir rakamdır. Fikir vermesi için şöyle bir misal verelim: Bu gün en geniş hadis koleksiyonu Kenzül Ummal’dir ve bu kitap 16 cilt olup içinde 46 bin hadis vardır. 1 milyon hadis bu ölçüye göre 320 cildin üzerinde bir rakamdır. Ortalama bu kadar kitap üst üste konulduğunda 10 metre yüksekliği bulur. İmam Buhari 17 yaşındayken 70 bin hadis ezberlemişti. Daha sonraları ise 500 bin civarında hadis ezberlemiştir. Firuzabadi’nin hafızası da fevkaladeydi. Her gece 200 satır ezberlerdi. Kur’ân sayfalarıyla bu 15 sayfa civarındadır. İmam Müslim’in sahihini bir haftada ezberlemişti. Hadis ilminde yüz bin hadisi sened ve metinleriyle ezberleyen hadisçiye “Hâfız”, üç yüz bin hadis ezberleyene “Hüccet”, peygamberimizin bütün sünnetini hıfz ve ihata edene “Hâkim” unvanı verilmiştir.[4] Hadis âlimi Hâfız Ez-Zehebî “Tezkiretül Huffaz” adlı eserinde 1176 hadis hâfızının hayat hikâyesini ele alır. CERH VE TADİL Bilindiği gibi hadisler senet ve metin olmak üzere iki kısımdan oluşur. Metin Peygamberimizin sözü, senet ise bu sözü nakleden şahısların râvilerin isimlerinden oluşur. Cerh ve tadil ise bu hadis râvilerinin değerlendirilmesi demektir. Hadis rivayetinde râvilerin araştırılması, değişik yönlerden değerlendirilmesi ve ona göre, hadislerin kabulü veya red edilmesi yalnızca İslâm dininde var olan bir özelliktir. Hadis rivayet eden râvilerin değerlendirilmesi Sahâbe dönemi gibi çok erken bir dönemde başlamıştır. Tabiînin meşhur âlimlerinden İbn Sirin “Önceleri (hadis rivayetinde) sened sormuyorlardı. Ne zaman ki fitne çıktı, “(Hadis naklettiğiniz) adamlarınızın ismini bize söyleyin” demeye başladılar. Bakıyorlar ehl-i sünnet olanların hadislerini alıyorlar, ehli bid’anın hadislerini terk ediyorlardı” demiştir.[5] Tabii ki, hadisleri reddedilenler yalnızca ehli bid’a değildi. Hadis âlimleri râvileri tenkide tabi tutarken, bid’atçı, fâsık, yalancı, unutkan, ezberi kuvvetli olmayan, meşhur ve sahih rivayetlere muhalif rivayet edenler, kim olduğu bilinmeyen meçhul kimselerin de hadislerini almamışlar veya bu tür şahısların rivayetlerini tenkit etmişlerdir. Onlar, “sahih hadis” derken râvilerden Kur’ân ve sünnete son derece bağlı, ilmiyle âmil, takvâ sahibi, güvenilir, zeki, hafızası kuvvetli olanların rivayetlerini kastediyorlar ve daha çok bu hasletlere sahip olanlardan hadis alıyorlardı. (Buharî ve Müslim’deki hadisler bütünüyle sika yani her yönüyle güvenilir, takvâ sahibi, güzel ahlâklı, hafızası kuvvetli şahıslardan nakledilmiştir.) Hadis usulü ilminde hadisin dereceleri, râviler ve râvilerin dereceleri, hadisin kimlerden alınıp, kimlerden alınmayacağı konusunda çok hassas ve titiz araştırmalar yapılmıştır. Sahâbe, Tabiîn, Tebe-ü Tabiin ve daha sonraki dönemlerdeki hadis râvilerinin listeleri, hayat hikâyeleri ve hadis rivayeti açısından durumları tesbit edilmiştir. Hadis ilminde “Tabakat” ve “Rical” kitapları olarak bilinen kitaplar telif edilmiştir. Böylelikle hadislerin sağlam bir şekilde bize ulaşması sağlanmıştır. MEVZÛ HADİS ALANINDA YAPILAN ÇALIŞMALAR Hadis âlimleri râvileri tenkit, sahih hadisleri tanıma ve elde etme konusunda büyük bir çaba sarf etmişlerdir. Bunun yanında mevzû yani uydurma hadis alanında da çalışmalar yapılmış, hangi alanlarda hadis uydurulduğu, kimlerin uydurduğu ve bu tür hadisleri tanıma yolları tespit edilmiş, bu konuda geniş hacimli kitaplar telif edilmiştir. Yapılan araştırmalar bu tür hadislerin ekseriyetle İslâm düşmanlığından, siyasi veya itikadi düşüncelerle, ırkçılık, mezhep ve fırka taassubu, şahsi çıkar ve menfaat sağlamak, hikâyeci vaizlerin halkı amele teşvik için uydurduğunu ortaya koymaktadır. Hulasa; Peygamberimizin vefatını müteakip, Sahâbe ve Tabiîn döneminde hadislerin yazıya geçirilmesi ve hadislerin ezber yapılması, hadis rivayetinde cerh ve tadil metoduyla zihnen ve ahlâken sağlam karakterli şahsiyetlerden hadislerin alınıp, ehil olmayanlardan hadis alınmaması, hadis uyduranların ve uydurma hadislerin tespit edilmesiyle, hadisler ve sünnet bize sağlam yollardan intikal etmiştir.  [1]. Mehmet Görmez, Klasik Oryantalizmi Hadis Araştırmalarına Sevk Eden Temel Faktörler, İslamiyat, c.3, Sayı 1, s. 21[2]. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte, c.1, s.361[3]. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, s. 261[4]. Asım Köksal, İslâm’da iki Kaynak: Kitab ve Sünnet, s.229, Diyanet Vakfı y., 2005, Ankara[5]. Müslim, Mukaddime, 5

İdris TÜZÜN 01 Nisan
Konu resmiBen Ancak Güzel Ahlâkı Tamamlamak İçin Gönderildim
İtikad

Ahlâk, Arapça kökenli bir kelime olup huy, seciye, tabiat, yaratılış, mertlik, din gibi anlamlara gelen خُلق (hulk) kelimesinin çoğuludur. Hulk kelimesi de yapma, yaratma anlamlarına gelen خَلق (halk) ile aynı köktendir. Buna göre ahlâk; iyilik yapmak ve kötülükten sakınmak için Rabbimizin yaratılışımız itibariyle koyduğu kurallara uymayı ve bu kuralları öğreten ilmi ifade eder. Kur’ân’daki “Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”2 âyetini müfessirler, “Belinin doğrulmasından, biçiminin güzelleşmesinden, kuvvet ve melekelerinin yükselmesinden akıl, irfan ve ahlâkıyla İlâhî güzelliğe ermesine kadar gider.”3 diye açıklamışlardır. Rabbimizin “Şanım hakkı için, size kendinizden öyle (izzetli) bir Peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz O'na ağır gelir; size düşkündür, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”4 dediği Peygamber Efendimiz de işte tam da bu noktada derdimize derman, acılarımıza merhem, sıkıntılarımıza çare olmuş ve bundan 1439 sene önce dünyayı teşrif etmişlerdir. *** Peygamber Efendimiz dünyayı teşriflerinde, doğduğu bölge olan Hicaz, her türlü kötü ahlâkı irtikâp eden, çirkin ve fena işlerle uğraşan bir topluluğun ikametgâhı hükmündeydi. İyi ve güzeli öğütleyen ve ders veren peygamberler uzun zamandır gönderilmemişti. Eskinin hasenatları bugünün seyyiatı; eskinin seyyiatı bugünün hasenatı hükmünde olup her türlü çılgınlık etrafta kol geziyordu. İslâmiyet’ten evvel Araplar bilgisizlik ve hurafeler peşinde gidiyorlar; zengin, kabilesi kuvvetli olanlar bu durumda olmayanlara göre daha üstün sayılıyorlardı. Kuvvetli zayıfı daima eziyordu. Kabileler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi sebepler yüzünden savaş eksik olmuyordu. Arapların çoğunluğu putperestti. Yapmış oldukları bir takım heykellere ilâh diye tapıyorlardı. Soygunculuk, faizcilik, zenginleri üstün, fakirleri hor görme, içki ve kumar düşkünlüğü, kabilecilik gayreti ile kan dökme gibi son derece çirkin âdetleri vardı. Hele köle ve kadınlar insan sayılmıyordu. Kadınlar, ölen kocasından, babasından ve diğer yakınlarından miras alamadıkları gibi, kendileri miras malları hükmünde, mirasçılara kalıyordu. Erkekler istedikleri kadar kadınla evlenebiliyorlardı. Fuhuş âdeta meslek hâline gelmişti. Bu yüzden bazı kimseler kız çocuklarını diri diri kumlara gömecek derecede vahşet göstermişlerdi. Yani o günkü Mekke halkının durumu, insanın yaratılış kıstaslarına uymuyordu. İnsanlar, şeytan ve nefsin ve geleneklerin eline düşmüş, kendileri sıkıntı çektikleri gibi başkalarına da sıkıntı veriyorlardı. *** Allah (cc), fıtrattan uzaklaşmış, insanî değerleri bir tarafa bırakıp böylesine şeytan ve nefsin oyuncağı olmuş bu topluluğa kendi içlerinden birisini, yani Efendimiz Muhammed Mustafa (sav)’i güzel ahlâkı tamamlamak üzere peygamber olarak göndermiştir. “Ahlâk dinin kabıdır.” hadisinin de ifade ettiği üzere Peygamber Efendimiz, kendisiyle gönderilen dinin temeline ahlâkı koymuştur. En başta kendisinin yaşadığı bu din ve kendisine gönderilen Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimizin ahlâkının da tanımı olmuştur. Rabbimizin “And olsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resulünde güzel bir örnek vardır.”5 buyurduğu Efendimiz için Hz. Aişe (ra) validemiz, “Onun ahlâkı Kur’ân'dı.” diyerek nazarlarımızı yaratılıştaki fıtri özelliklere, ‘en güzel kıvam’a çevirmektedir. Zira onun etrafında saf tutan ve ona iman eden insanlar öyle hızlı ve mükemmel bir dönüşüm yaşamışlardır ki, eski hallerinden hiçbir iz kalmamıştır. Çöplükte gül yetişmiş; cahiliye devri diye tanımlanan o asrın içinden asr-ı saadet tanımı doğmuştur. O vahşet asrından güzel bir yönlendirme, fıtrata uygun hal kazandırma ve Rabbe muhatap etme ile öyle insanlar çıkmıştır ki, hiçbir asırda onların manevî şahsiyetine yetişmek mümkün olmamıştır. Hem onlar, kıyamete kadar ümmetin istikamet alacakları yıldızlar hükmünde semada yerlerini almışlardır. Dünyanın bin yıllık salah ve huzura kavuşacağı hareketin baş aktörleri olaraktan tarih ve melekler tarafından kayıt altına alınmışlardır. Bütün bunlara sebep ise, güzel ahlâkı tamamlamakla görevli olan Peygamber Efendimizin güzel ahlâkı zatında mükemmelen yaşaması ve toplumun fıtri dinamiklerini harekete geçirmesidir. Ona göre şekil alan insan ve toplumlar, her zaman refah ve huzurda olmuşlar; fakat o istikametten ayrıldıklarında ise, kaos, kargaşa, anarşi, terör vb. toplumsal ve bireysel travmalar yaşamışlardır. “Güzel ahlâka sarıl. Çünkü insanların ahlâk bakımından en güzel olanı dince de en güzel olanıdır.” (Taberani) *** Ve günümüz… Ahlâki değerler anlamında eskisinden çok da farklı olduğu söylenemez bir hale geldik maalesef. Hatta nüfusu temel alırsak eskisinden daha da dehşetli bir halde olduğumuzu söyleyebiliriz. Sadece tanımlar farklılaşmış. İnsanlık, eskinin cahiliye dönemine bedel şimdi echeliyet dönemini yaşamaktadır. Asrımıza bilgi çağı, teknoloji çağı deniyor derseniz, echeliyet tam da bu demek zaten. Bilmediği halde biliyor zannetmek. Zamanımıza şöyle bir göz atacak olursak cahiliye döneminden hiç de geri kalmadığımızı hatta fazlamızın olduğunu rahatlıkla görürüz. Mesela; cinayetsiz geçen günümüz yok. Fuhuş olabildiğince yaygın ve makul gösterilmeye çalışılıyor. Hatta dizi ve filmlerle özendiriliyor. Avrupa’dan menkul ana-baba saygısızlığı had safhada. Küçük şahsi menfaatler, memleketi gözden çıkarılacak bir meta derecesine getirmiş. Ülülemre ve büyüklere hak namına itaat kalkmış, bunun yerine haksızlık namına itaat ve haksızlıkta ittifaklar teşkil edilmiş. Mala, para, kadın ve insan tapılacak derecede önemsenir olmuş. Hak kuvvetlide kabul edilmiş, haksızlar nefisleri namına racon keser hale gelmiş. Kanun halkın, kanunsuzluk efendilerin addedilmiş. Kadın aslı hüviyetinden arındırılıp, erkeğe rakip gibi gösterilerek her türlü günahı işleme ve işlettirme malzemesi haline getirilmiş. (Saliha hanım kardeşlerimizi tenzih ederiz.) … Çözüm? Çözüm Peygamber Efendimizi örnek almak ve onun gibi yaşamaya çalışmaktan ibarettir. Çünkü kıyamete kadar insanlığın rehberi, ahir zaman peygamberi olmak hasebiyle Hz. Muhammed (sav)’dir. Çünkü ahsen-i takvime yani Allah’ın istediği kıvama gelmek, ancak onu kendine rehber ve örnek almakla mümkündür. *** İnsan için güzel ahlâktan ötesi yoktur. Bunun da kaynağı Kur’ân, uygulayıcısı Peygamber Efendimizdir. Biz Müslümanlar Müslüman olarak en birinci vazifemiz, yaşadığımız toplumda güzel ahlâkın yerleşmesine yaşantımızla destek olmamızdır. Efendimiz (sav) “Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, günahları eritir, yok eder. Sirke balı bozup yenilmez hâle soktuğu gibi, kötü huylu olmak, ibadetleri bozup yok eder.” buyurarak bizleri iyi ahlâklı olmaya teşvik ediyor. Ayrıca “Allah indinde kötü ahlâktan büyük günah yoktur. Çünkü kötü ahlâklı bir günahtan tövbe edip kurtulursa, bir başka günaha düşer. Hiçbir vakit günahtan kurtulamaz.” demekle de insanlığın faydasına çalıştığını iddia edenlere iyi ahlâkın adresini gösteriyor. Unutmamak lazımdır ki, “(Allah’a ve) âhirete iman (insan ve toplumda) hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, Allah rızası, âhiret sevabını düşünmek yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, menfaatini düşünme, yapmacıklık, iki yüzlülük, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Görünüşte asayiş ve insanlık altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o şehir hayatı zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kuvvetliler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar.”6 *** “Peygamber (sav) dilini tutardı. Ancak insanları birbirine sevdirecek, birbirleriyle kaynaştıracak şeyleri konuşurdu. Onları ürkütmez, kaçırmazdı. Her kavmin liderine önem verirdi; ikram ederdi. Bilahare onu onların üzerine vali tayin ederdi. Onun sırrını ve ahlâkını onlardan gizlemeden ona itaat etmelerini tavsiye ederdi. Güzel ahlâkıyla ahlâklanmalarını tavsiye ederdi. Ashabını özler, (göremediği zaman) sorardı. İnsanların durumlarının nasıl olduğunu, işlerinin ne âlemde olduğunu da sorardı. Güzele güzel, çirkine çirkin derdi. İşi daima dengeli idi. Tutarsız değildi. Gaflet ederler korkusuyla, (kendisi) kesinlikle gaflete düşmezdi. Bezerler, usanırlar diye lüzumundan fazla söz söylemezdi. Daima hazırlıklı ve temkinli olurdu. Hak ve hakîkatten ayrılmaz, diğer insanların hakkı çiğnemelerine de müsaade etmezdi. Katındakilerin en üstün ve en iyileri, ihlâs ve samimiyet bakımından en ileri olanlarıydı. Katında mertebe bakımından en büyükler, insanlarla iyi geçinen ve yardımlaşmayı başaran kimseler olurdu.”7 *** Yâ Rabbi! Bizleri Peygamberimize ümmet eyle! Ahlâkıyla ahlâklanmayı nasib eyle! Âmin. BuhariTin Suresi, 4.ElmalılıTevbe Suresi, 128.Ahzab Suresi, 21.Şua’lar, 227.http://sorucevap.risaleonline.com/?sec=entry&com=show&catid=2314&entryid=2314

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Nisan
Konu resmiSevgiliye Diriliş
İnsan

Bir sabah sana uyanmak Sevgili... Bırakarak ardımızda bütün çatlak sesleri, yalancı ve yapma çiçekleri… Gül yurdundan bahar muştusuyla bir rüzgâr kokunu serpsin en tez haliyle tozlu yüreklerimize. Ve adın, andelibi olsun bedenlerimizin. Yokluğunda ne kör kuyulara düştük, ne ateşlere atıldık. Gerdanımıza kadar saplandığımız günah bataklığı, mahkûm etmiş vicdanımızı, ruhumuzu ve tüm benliğimizi Sahipsiz ve himayesiz değiliz, biliyoruz. Yine de kaybetmişiz her huzmesi rahmet olan gül mevsimini. En çok da kendimize yenilmişiz. En çok da kendimizi aldatıp durmuşuz ve oyalanmışız dünyanın süslü oyunlarıyla. Nefsimiz firavunlardan bir firavun olurken bu asrın kara dehlizlerinde, biz dünya metaına talip olmuşuz nedense. Oysa elmasın elmas olduğunu biliyor yine de kırık cam parçalarını elmaslara tercih ediyoruz. Nurundan bir nur serpmiştin Hira’dan yüreklerimize de, biz gaflet sarhoşluğuyla dalmışımız dünyanın giriftliğine. Ve bir hayal kısalığındaki rüyaların sahte aldatmasıyla aldanmışız suni tebessümlere. Hesabı birer birer sorulacak olan günde; “keşke toprak olsaydım” diyeceğimiz o kaçılmaz gün ileride değil, bir gölge kadar yakındır bize. Ama biz kendimizi uzak biliyoruz. Ölümü herkese yakıştırırken, bir tek kendimize yakıştıramıyoruz. Heyhat! Ölüm meleğinin her an gelebileceğini adımız gibi biliyor ama, ya inanmak istemiyor yada gözümüzü güneşin aydınlığına karşı kapatıyoruz. Ne zaman son bulacak bu tasasızlığımız ve ne zaman irkilip kendimize geleceğiz. İnsanız… Nisyanla yoğrulmuş hamurumuz. Seni yaşamak bir tarafa, seni unuttuğumuzun bile farkında değiliz Sevgili! Pişmanız, uyanmak istiyoruz ama kendimizi haramların/günahların cazibesinden kurtaramıyoruz. Gözlerimizi açtır Sevgili! Kalbimize nûr, aklımıza iz’an ver. Hayatın süfli zevklerinden dolayı uzun yaşamayı arzu edenlerden olmak istemiyoruz. Hayırlı ve uzun bir hayatı, Allah'a daha çok ibadet etme adına isteyenlerden olmak istiyoruz. Bizi sevdiklerinden kıl Rabbim! Sevdiklerin yanında canımızı alıp onlarla birlikte haşret. Biz ey Sevgi Sultanı (sav), seni nefsimizden daha çok sevdiğimiz gibi seni sevenleri de sevmekteyiz. Bizi sevdiklerinle yaşat Rabbim! “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurmuştu Ekmel-i Kâinat (sav). Mahşerde şefaatinden mahrum bırakma bizi sultanım. Kendinden kıl bizi, Seni seven bu mücrimleri “ümmetim” dediğin zümreden kıl. Ve bir sabah sana uyanmak Sevgili... Sünnet-i seniyyenin bütün beşere rehber ve pusula olacağı güne kavuşmayı arzu ediyoruz. Darlıklardan varlığa, firaklardan vuslata ulaşmak istiyoruz. En çok da Seni istiyoruz. Nisan gibi, bahar gibi gir yüreklerimize. Hayatı ol ruhumuzun, coşkunluğumuzun sonsuzluğu ol nurunla. İksirinle şad eyle gönül evimizi. Bizi sevgisiz, bizi Sensiz bırakma. Firakların en acısıydı sensizlik. Bu yüzden ashabın birer birer çekip gitmişti Medine’den! Hücre hücre seni yaşadıktan sonra senden ayrı kalmak ne acı. Bilâl, irtihalinden yıllar sonra tekrar Medine’ye dönmüştü de develeri coşturan davudi sesiyle ezan okunması istenmişti. O ise senin âlemlere rahmet adını telaffuz ettiğinde bayılıvermiş ve ezanı bitirememişti bile. Adını anıp yokluğunun tahammülsüzlüğünden dolayı bayılan Bilâller yok artık. Seni zikredip şifa bulan hastalar da kalmadı geriye. Sevgili! İlkin sevgini ver yüreklerimize ve aşkınla kavrulsun bu kadük gönüller. Dünyada seninle beraber olamadık ama ahirette kendine yakın olanlardan kıl bizi Efendim. Hira’nın ışıltısını kalbimize nakşet Sevgili. Aşkını meşk et dimağlarımıza. Fecr-i sadıkta kendine uyandır bizi. Ruhumuzun kıyamı olsun adını anınca dudaklarımız. Çok yenildik, bugün dirilişimiz olsun!

Zafer ŞIK 01 Nisan
Konu resmiResulullah'ın Hâne-İ Saadetleri
İbadet

Gerçekten sen büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) ilâhî hitabına mazhar olan Allah Resûlü’nün (sav) güzel ahlâk ve edebine numune olan binlerce ahval, ef’al ve tavsiyeleri vardır. İnsanın hususen müslümanın tahassungâhı (sığınağı) ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası olan âile hayatına ait pek çok meselede de O’nun mükemmel  sünnetleri bize rehber olmaktadır.   Hz. Hüseyin (ra) şöyle diyor: “Ben babam Ali’den,  Allah Resûlü’nün (sav) eve nasıl girdiğinden sordum. O’da dedi ki: “Allah Resûlü (sav) eve girdiğinde ev hayatını üçe ayırırdı. Bunlardan birinci kısmındaki zamanını Rabbine ayırırdı, ikincisini hanımlarına, onların eğitimine, sohbete, maddî manevî ihtiyaçlarına ayırırdı. Üçüncüsünü de kendisine tahsis ederdi.” (Tirmizî) Sevde (ra) diyor ki: Aişe(ra)’den Peygamberimiz(sav)'in evde nasıl davrandığı soruldu. O da şöyle dedi: “Evde hanımlarının işiyle meşgul olurdu. Namaz vakti gelince de namazını kılardı.” (Buharî) Hz. Resûlüllah (sav) bir eş olarak da tam bir itidal üzereydi, âdildi, hoşgörülüydü. Hanımlarına her konuda yardımcı olurdu. Hz. Aişe(ra)’den, Hz. Enes (ra) şöyle nakletmiştir: “Resûlüllah elbisesini diker, ayakkabısını tamir eder, elbiselerini yıkar, koyun sağar ve kendi hizmetini görürdü.” Hatta Hz. Hatice (ra) ile izdivacı zamanında Hz. Hatice O’na “Ey Allah’ın Resûlü işlerimizde bize yardımcı olacak hizmetçilerimiz var” dediğinde şöyle karşılık vermiştir. “Ey Hatice ben bu dünyada üç şeyden nefret ederim. Tembellikten, cimrilikten ve korkaklıktan.”  Eve girme hususunda ise sağ ayakla ve besmele ile girmeyi tavsiye ile beraber Hz. Enes(ra)’e hitaben: “Ey oğulcuğum ehlinin yanına girdiğinde onlara selam ver. Selamın, sana ve ehline bereket olur”  buyurmuştur. (Tirmizî) Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Allah’ın Resûlü katiyyen hiçbir yemeği ayıplamazdı. Eğer hoşuna gitse onu yerdi. Sevmez ise bırakırdı.” (Buharî, Müslim) Yemeğin âile fertlerince beraber ve aynı kaptan yenmesini tavsiye ederdi. “Taamınızı toplu bir halde olarak yiyiniz, dağınık bir halde bulunmayınız. Çünkü bereket, cemaat ile beraberdir.” Efendimiz (sav) yemekte âile efradıyla sohbet eder, latifeler yapardı. Hz. Aişe’ye (ra) Resûlüllah(sav)’ın ev hali sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Tebessüm ve latife konusunda insanların en yumuşak huylusudur.”  (Müslim)  Her konuda olduğu gibi  latifelerinde de asla yalan olmazdı. Hz. Aişe ile yaptığı bir koşu yarışında bir defa Hz. Aişe daha sonra da Hz. Resûlüllah yarışı kazanmıştı. Hz. Aişe’ye tebessümle “İşte bu senin beni geçmenin karşılığıdır” demiştir. (Buharî, Müslim) Yine bir gün Aişe annemize hitap ederken isminin bir kısmını söylemeyerek latife yapmıştır. En ince meselelere kadar tavsiyeler devam etmektedir. “Yolculuktan geldiğinde gece aniden gelme, ta ki âilen temizliğini yapmış ve süsünü tamamlamış olsun.” (Buharî, Müslim) “Kıyamet günü derece bakımından insanların en şerlisi hanımın sırlarını öğrenip de sonra onu yayan erkekler ve kocasının sırlarını öğrendikten sonra onu yayan kadınlardır.” (Ebû Davud)        AİLEDE EĞİTİM Hz. Resûlüllah (sav)  hanımlarının ve çocuklarının eğitimine çok önem vermiştir. “İlim talep etmek (öğrenmek) her müslüman (kadın, erkek) üzerine farzdır” buyurmuştur. (Buharî, Müslim) Hafsa annemiz için Şifa isimli bir  kadına “Hafsa’ya okuma yazma öğretir misin?”  diyerek onu ilme teşvik etmiştir. (Buharî, Müslim) Zaten Resûlüllah’ın (sav) hanımlarının her birinin kendine has zühd, takvâ ve ilimleri vardı. Bilhassa rivayet etdikleri hadis-i şerifler açısından Hz. Aişe, Ümmü Seleme ve Hz. Hafsa başı çekerler. Hz.Aişe 2210 hadis rivayetiyle birincidir. Hz. Aişe peygamber hanımları arasında ilimle en çok meşgul olanıydı. Fıkıh, hadis, tefsir sahalarında hayatı boyunca sahabelerin ilminden istifade ettiği mühim bir yere sahipti. Ashab-ı Kiram’dan Ebû Musa der ki: “Resûlüllah’ın ashabı olan bizlere müşkil gelen hiç bir mesele yoktur ki, Hz. Aişe’nin nezdinden ona dair bir ilim bulunmasın.” Yine Resûlüllah’ın âile içindeki hayatına dair pek çok mesele hanımları vasıtasıyla bizlere intikal etmiştir. Said el-Hudri anlatıyor: “Bir gün Sahabe hanımları gelerek dediler ki: “Ey Allah’ın Resûlü! Erkekler her zaman yanına gelip sizden ilim öğrenirler, bilmediklerine vakıf olurlar. Biz ise onlardan fırsat bulup da yanınıza gelemiyoruz. Bize de bir gün tayin edin de bilmediklerimizi öğrenelim.” Bunun üzerine Resûlüllah da onlara bir gün tayin ederek sohbette bulundu.” (Buharî)  İBÂDETE  TEŞVİK Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Gece kalkıp namaz kılan ve hanımını uyandıran kişiye Allah rahmet etsin. Hanımı kalkmak istemese de yüzüne hafifçe su serperek kaldırır.Yine gece kalkıp namaz kılan ve beyini de uyandıran hanıma Allah rahmet etsin. Beyi kalkmak istemezse de yüzüne hafifçe su serperek kaldırır.” (Ibni Mace, Ebû Davud)  Yine Efendimiz (asm), “Tek secdeyle de olsa cocuklarınıza namaz kılmalarını söyleyiniz.” buyurmuştur. Adaba ve tesettüre dikkat ederek kadınların da mescidlere gitmelerini emrederdi.

Halenur SERHAD 01 Nisan
Konu resmiMucizelere Mazhar Olan Yedi Çocuk Ve Bir Nurânî El
Risale-i Nur

Birincisi: İbn-i Ebî Şeybe muhakkik-i kâmil ve muhaddis-i meşhur haber veriyor ki: Bir kadın bir çocuğu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına getirdi. O çocukta bir bela vardı, konuşmuyordu, aptal idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir su ile mazmaza etti, elini yıkadı. O suyu kadına verdi, çocuğa içirsin ferman etti. Çocuk o suyu içtikten sonra, hastalığından ve belasından bir şey kalmadı. Öyle bir akıl ve kemal sahibi oldu ki, ukalâ-yı nâsın fevkine çıktı. İKİNCİSİ: Nakl-i sahih ile, Hazret-i İbn-i Abbas demiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a mecnun bir çocuk getirildi. Mübarek elini onun göğsüne koydu; birden çocuk istifra’ etti. İçinden küçük hıyar kadar siyah bir şey çıktı, çocuk şifa bulup gitti. Üçüncüsü: İmam-ı Beyhakî ve Nesaî nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki: Muhammed İbn-i Hâtib isminde bir çocuğun koluna kaynayan tencere dökülmüş, bütün kolunu yakmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm meshedip tükürüğünü sürdü, dakikasında şifa buldu. Dördüncüsü: Büyümüş fakat lisanı yok, büyükçe bir çocuk Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına geldi. Çocuğa ferman etmiş: “Ben kimim?” Hiç konuşmayan dilsiz çocuk,  [اَنْتَ رَسُولُ اللّهِ] deyip tekellüme başlamış. BEŞİNCİ çocuk: Âlem-i yakazada Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mükerrer surette müşerref olan Celaleddin-i Süyutî ve asrın imamı tahric ve tashih ile Mübarek-ül Yemame ismiyle meşhur bir zâtın, daha yeni dünyaya geldiği vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına getirmişler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona müteveccih olmuş. Çocuk tekellüme başlamış, [اَشْهَدُ اَنَّكَ رَسُولُ اللّهِ] demiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Bârekâllah” demiş. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konuşmamış. O çocuk, bu mu’cize-i Ahmediyeye ve “Bârekâllah” dua-yı Nebevîsine mazhar olduğundan, “Mübarek-ül Yemame” ismiyle şöhret bulmuş. Altıncı çocuk: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk, namazını kat’dip geçtiğinden, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm [اَللّهُمَّ اقْطَعْ اَثَرَهُ] demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş. YEDİNCİ çocuk: Çocuk tabiatında hayâsız bir kadın, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemek yerken lokma istemiş, vermiş. Demiş: “Yok, senin ağzındakini istiyorum.” Onu da vermiş. O gâyet hayâsız kadın, o lokmayı yedikten sonra, en hayâlı kadın ve Medine kadınlarının fevkinde bir hayâ sahibi oldu. İşte bu sekiz misal gibi, seksen değil, belki sekizyüz misalleri var. Çoğu kütüb-i Siyer ve ehadîste beyan edilmiştir. Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübarek Eli Hakîm-i Lokman’ın bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır’ın âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nefesi gibi meded-res ve şifa-resan olsa ve nev’-i beşer çok musibet ve belalara giriftar olsa; elbette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a hadsiz müracaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmişler, cümlesi şifa bulup gitmişler. Hattâ kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, Tâbiînin azîm imamlarından ve çok Sahabelerle görüşen, Taus denilen Ebu Abdurrahman-il Yemanî, kat’iyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ne kadar mecnun gelmiş ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sinesine elini koymuş ise, kat’iyen şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamış. İşte Asr-ı Saadete yetişmiş böyle bir imam, böyle kat’î ve küllî hükmetmişse; elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illâ şifa bulmuş. Madem şifa bulmuş, elbette müracaatlar binler olacaktır.” (Mu’cizât-ı Ahmediye Risâlesi’nden)

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiTevrat, İncil Ve Semavi Kitaplarda Hz. Muhammed (ASM)
İtikad

Hazret-i Şuayb’ın suhufunda ismi, Muhammed (övülmüş) manasında “Müşeffah”tır.Hem Tevrat’ta yine Muhammed manasında “Münhamenna”, Zebur’da “El-Muhtar (Mustafa-seçilmiş)” ismiyle isimlenmiştir. Hem Suhuf-u İbrahim ve Tevrat’ta “Mazmaz”dır. Hem Tevrat’ta “Ahyed”dir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: “Benim ismim Kur’an’da Muhammed, İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ahyed’dir.” buyurmuştur. *** “Artık Sizinle Çok Söyleşmem. Zira Bu Âlemin Reisi Geliyor!” Son peygamber Hz. Muhammed (asm)’ın dünyayı teşrifi, dünya tarihinin en büyük olayıdır. O’ndan önce dünya, manevî karanlıklarla, zulüm ve cehaletle dolu iken, O’nun bereketiyle iman nurlarıyla aydınlanmış, insanlık cehaletten kurtularak ilim ve hikmetle donanmıştır. Dünyadaki bütün siyasi ve dini düzen alt-üst olmuş, eski dinler ve büyük devletler yerlerini İslâmiyet’in hâkimiyetine bırakmıştır. O’nun bu büyük inkılâbı aslında asırlardır beklenen ve bütün peygamberlerin ümmetlerine müjde verdikleri bir hadiseydi. Elbette insanlığın en büyük Peygamberi'nin (asm) ortaya çıkması ve büyük inkılâbı, bütün peygamberlerin (as) ve ellerindeki semavî kitapların ilgisini çekecek ve ondan bahsedeceklerdir. Onların Resûl-ü Ekrem (asm)’ı haber vermesi konusunda Üstad Bedîüzzaman çok mühim bazı tesbitler yapar. Mûcizat-ı Ahmediye adlı eserindeki tesbitlerinden bir kısmı şu mealdedir: Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplarda Peygamberimizin adı, Ahmed, Muhammed ve Mustafa manalarına gelen Süryanice ve İbranice tabirlerle geçiyordu. Açıkça Ahmed ve Muhammed az idi. O az miktarını da kıskanç yahudiler değiştirmişlerdir. Hem, eski semavî kitaplar en küçük gelecek hadiselerinden bile haber verdiklerine göre, o dinleri yürürlükten kaldıracak olan Hz. Muhammed’den (asm) ve onun meydana getireceği büyük değişimden haber vermemeleri mümkün değildir. Öyleyse o kitaplar Hz. Muhammed’i (sav) ya kabul ederek veya reddederek muhakkak bahsetmeleri gerekir. Onları incelediğimizde Peygamberimizi reddeden ifadelerle karşılaşmıyoruz. Öyleyse O’nu tasdik edem cümleler bulunması gerekir. Hem çokça vardır. Bir önceki asırda yaşayan büyük İslam âlimi Hüseyin Cisrî Hazretleri (1845-1909) o kitaplardan yaptığı incelemelerle, bozulmuş olmalarına rağmen, Hz. Muhammed’den (asm) bahseden tam 114 yer bulmuştur. Demek ki daha önce çok daha fazla varmış. Üstad Bedîüzzaman da, o kitaplardan yaptığı incelemeyle bulduğu işaretlerden en mühimlerini kitabına almıştır. Onlardan bir kısmı şunlardır: 1- Hz. İsmail’in Neslinden Gelmesi: Tevrat’ın âyeti: “... Hazret-i İsmail’in annesi olan Hacer, evlâd sahibesi olacak ve onun evlâdından (İsmail (as)’ın neslinden) öyle birisi çıkacak ki, o çocuğun eli, herkesin üzerinde olacak ve umumun eli huşu’ ve itaatle ona açılacak.” Tevrat’ın âyeti: “İsrail (Yakub) oğullarının kardeşleri olan İsmail oğullarından senin gibi birini göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım, benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azab vereceğim.” 2- Hicaz’da Dünyaya Gelmesi: Tevrat’ın Beşinci Kitabının Otuzüçüncü Babında şu âyet var: “Hak Teâlâ, Tur-i Sina’dan ikbal edip (yönelip) bize Sâîr’den tulû’ etti (doğdu) ve Fâran Dağlarında zahir oldu (göründü).” …İttifakla Hicaz Dağları’ndan ibaret olan Fâran Dağları’ndan zuhur-u Hak fıkrasıyla, açıkça Ahmed (asm)’ın peygamberliğini haber veriyor. Hem Tevrat’ta, Nebiyy-ül Harem (Mekke Medine Peygamberi) manasında “Hımyata” ismiyle geçer. 3- İsmi Muhammed Ahmed Mustafa Olması: Hem peygamberlerin kitaplarında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Muhammed, Ahmed, Muhtar (Mustafa-seçilmiş) manasında Süryanî ve İbranî isimleri var. İşte Hazret-i Şuayb’ın suhufunda ismi, Muhammed (övülmüş) manasında “Müşeffah”tır. Hem Tevrat’ta yine Muhammed manasında “Münhamenna”, Zebur’da “El-Muhtar (Mustafa-seçilmiş)” ismiyle isimlenmiştir. Hem Suhuf-u İbrahim ve Tevrat’ta “Mazmaz”dır. Hem Tevrat’ta “Ahyed”dir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: “Benim ismim Kur’an’da Muhammed, İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ahyed’dir” buyurmuştur. 4- Son Peygamber Olması: Tevrat’ta (son peygamber manasında) “El-Hâtem-ül Hâtem”dir. (Bir ismi, Hâtemü’l-Enbiya’dır) 5- İnsanlara Sünneti Öğretmesi: Hem Tevrat’ta ve Zebur’da “Mukîm-üs Sünnet (sünneti koyan)”dır. 6- Âlemin Reisi Olması: Türkçe Yuhanna İncili’nin Ondördüncü Bab ve otuzuncu âyeti şudur: “Artık sizinle çok söyleşmem, zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende, onun nesnesi aslâ yoktur!” İşte “Âlemin Reisi” tabiri, “Fahr-i Âlem” demektir. Fahr-i Âlem ünvanı ise, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın en meşhur ünvanıdır. 7- İnsanlara Teselli Vermesi: Yine İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben, size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellici size gelmez.” İşte bakınız! Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir? Evet Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları ebedî yokluktan kurtarıp teselli veren odur. 8- Dünyaya Hâkim Olup Islah Etmesi: Hem İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab, sekizinci âyeti: “O dahi geldikte; dünyayı günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.” İşte dünyanın fesadını salaha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve dünya siyaset ve hâkimiyetini değiştiren Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiş? 9- Hakk İle Batılı Ayırması İncil’in âyeti: “... Ben Rabbimden; hakkı bâtıldan ayırdeden bir peygamberi istiyorum ki, ebede kadar beraberinizde bulunsun.” Faraklit, hakla batılın arasını ayıran manasında Peygamber’in o kitablarda ismidir. 10- Kılıçla Cihad Etmesi: Hem İncil’de, Peygamberin isimlerinden, “Sahib-ül Kadîbi ve-l Herave” yani kılıç ve asâ sahibi.” Evet kılıç sahibi peygamberler içinde en büyüğü; ümmetiyle cihada emredilen, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. 11- Sarıklı Olması: Yine İncil’de “Sahib-üt Tâc”dır. Evet “Tac sahibi” ünvanı, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsustur. Tâc, imame yani sarık demektir. Eski zamanda milletler içinde, milletçe umumiyet itibariyle sarık ve agel saran, Araptır Kavmidir. İncil’de “Sahib-üt Tâc”, kat’î olarak” Resûl-i Ekrem” (Aleyhissalâtü Vesselâm) demektir. (19. Mektub, Mûcizat-ı Ahmediye Risâlesi) Bütün bu işaretlerin neticesinde, o kitaplar bu günkü halleriyle dahi, kör gözlerin bile görebileceği bir açıklıkla, Peygamberimizi (sav) şöyle tanıtmış oluyor: “Peygamberlerin sonuncusu olan, Ahmed Muhammed Mustafa, Hz. İsmail’in neslinden olarak Hicaz’da dünyaya gelecek, Mekke-Medine bölgesinde peygamberlik yapacak, Allah’ın vahyini insanlara tebliğ edecektir. Getirdiği dini ile hak ile batılı birbirinden ayıracak, insanlar ona iman ederek teselli bulacaktır. Örnek hayatıyla insanlara sünneti öğretecek, âleme reis olup âlem onunla iftihar edecektir. Kılıçla yapacağı cihadı sayesinde dünyada hâkimiyet kuracak, günahlara son verip insanlığı ıslah edecektir.” Bundan daha güzel nasıl anlatılırdı acaba?!  Yazımızı yine Bediüzzaman Hazretlerine ait şu güzel cümle ile bitiriyoruz:“…Herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken; ekser insanlara ne olmuş ki sağır olmuşlar, kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki; bu hakkı görmüyorlar, bu hakîkati işitmiyorlar, anlamıyorlar?” (19. Söz)

Cemal ERŞEN 01 Nisan
Konu resmiİlim Yolunda Harika Hâfızalar
İbadet

Hıfz ve hâfıza İslâmî ilimlerde, bilhassa hadîs ilminde en mühim özelliklerindendir. Kur’ân-ı Kerîm’i sekiz günde ezberlemiş olan İmam Zühri (rh): “Kalbime tevdî‘ ettiğim ilimlerden hiç birini unutmadım. Hiçbir sözü, bir âlimin ağzından dinledikten sonra, bir daha tekrarlatmış değilim. Ezberlediğim hadîslerden yalnız birisinde şübhe edecek oldum, onu da, râvîsine sordum, ezberlediğim nasıl ise öyle çıktı” demiştir. — Ahmed bin Hanbel Hazretleri — Bir milyon, yanlış okumadınız (1.000.000) hadîsi ezberlemişti. Bu rakam olağanüstü bir rakamdır. Fikir vermesi için şöyle bir misâl verebiliriz. Bu gün en geniş hadîs koleksiyonu Kenzü’l-Ummâl’dir ve bu kitap 16 cild olup içinde 46 bin hadîs vardır. 1 milyon hadîs bu ölçüye göre 320 cildin üzerinde bir rakamdır. Ortalama bu kadar cild kitap üst üste konulduğunda üç katlı bir apartmanın boyu kadardır yani yaklaşık 10 metre yüksekliğindedir. — İmam Buhârî Hazretleri — 17 yaşındayken 70 bin hadîsi ezbere biliyordu. Daha sonraları 500 bin civarında hadîs ezberlemiştir. — Fir uzâbâdî Hazretleri — Meşhur Kāmûs-u Okyanus’un yazarıdır. Bu zâtın da hâfızası fevkalâde idi. Her gece 200 satır ezberlerdi. Kur’ân sayfalarıyla bu 15 sayfadan fazla olur. İmam Müslim’in Sahîh’ini bir haftada ezberlemişti. — İmam Fahreddîn-i Râzî — Kelâm ilmine dâir 12 bin varak yani 24 bin sayfa ezberlediğini ifade etmiştir. — Bedîüzzaman Hazretleri — Bir sayfayı bir kerre okumakla ezber edebiliyordu. Kur’ân’ı 15 günde ezberledi. Ayrıca 90 cild kitabı üç ayda ezberlemişti. 

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiBir Nükte-i Mühimme
Risale-i Nur

Malûmdur ki; zaîf şeyler içtima’ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur.Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz.  İşte onbeş enva’-ı mu’cizattan yalnız bereket kısmındaki mu’cizatın ve o kısmın onbeş kısmından ancak bir kısmını, onbeş misal ile gösterdik. Herbir misal, tek başıyla, nübüvveti isbat eder bir derecede kuvvetli idi. Farz-ı muhal olarak, bunların bir kısmını kuvvetsiz saysak da, yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünki kavî ile ittifak eden kavîleşir. Hem şu onbeş misalin içtimağında; kat’î şübhesiz bir tevatür-i manevî ile, kuvvetli bir mu’cize-i kübrayı gösterir. Şimdi şu mecmu’daki mu’cize-i kübrayı, bereket mu’cizelerinden zikredilmemiş olan ondört kısm-ı âhere mezcedilse; kuvvetli halatları topak yapmak gibi, koparması mümkün olmayan bir mu’cize-i ekber, içinde görünüyor. Sonra şu mu’cize-i ekberi, sair ondört nevi mu’cizatın mecmuuna ilâve et, gör ki: Ne derece kuvvetli, sarsılmaz, kat’î bir bürhan-ı nübüvvet-i Ahmediyeyi (Aleyhisselatü Vesselam) gösteriyor.  İşte nübüvvet-i Ahmediyenin (Aleyhisselatü Vesselam) direği, şu mecmu’dan teşekkül eden dağ gibi kuvvetli bir direktir. Şimdi cüz’iyatta ve misallerde, sû’-i fehimden gelen şübhelerle, o metin sakf-ı muallâyı sebatsız ve kabil-i sukut görmek ne derece akılsızlık olduğunu anladın. Evet berekete dair o mu’cizeler gösteriyorlar ki: Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, umuma rızık veren ve rızıkları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerim’in sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki; rızkın enva’ında, hilaf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyafetler gönderiyor. Malûmdur ki: Ceziret-ül Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için ahalisi, hususan bidâyet-i İslâmdaki Sahabeler, dîk-ı maişete maruzdular. Hem susuzluğa çok defa giriftar oluyorlardı. İşte bu hikmete binaen, mu’cizat-ı bahire-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmiş. Bu hârikalar dava-yı nübüvvete delil ve mu’cize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a bir ikram-ı İlahî, bir ihsan-ı Rabbanî, bir ziyafet-i Rahmaniye hükmündedir. Çünki o mu’cizatı görenler, nübüvveti tasdik etmişler. Fakat mu’cize zuhur ettikçe, iman ziyadeleşir, “nurun alâ nur” olur.”  Mu’cizât-ı Ahmediye Risâlesi’nden

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiSâkin Kalp Bilgeliktir
İnsan

Kalbinize huzur veren kaç insan tanıyorsunuz? Öylesine bir soru değil bu. Sadece ismini ve yüzünü bile hatırladığınızda öfkenizin yatıştığı, hüznünüzün geçtiği, kalbinizin inşirah bulduğu kaç insan var hayatınızda? Sâkin kalplilik! Paniğe kapılmayan, üzülmek ya da sevinmek için acele etmeyen, hırs göstermeyen, üzerine vazife düşmedikçe –değil konuşmak- kalplerinde fısıltıya bile izin vermeyen insanlar... Erdemli insanlardan bahsediyorum. Kimseyi üzmeyen, kendilerini de yıpratmayan kimselerdir erdem sahipleri. İman ve tevekkülün pratiğidir belki de bu.  “SUSMAK HİKMETTİR, FAKAT BUNU YAPANLAR AZDIR” (Deylemî)  Sükût, konuşmaktan daima üstün görülmüş. Peki, hikmetin başı olarak görülen susmaktan öncelikle neyi anlamalıydı insan? Bu susmak acaba hangi dile aitti ki?  Dilini susturabilmek için önce gönül dilini terbiye etmeli insan! Arzdaki tüm velvele ve karmaşa kalplerimizin gevezeliğinin yankısı değil midir? Toplumsal, ailevî ve bedensel marazlarımız! Neredeyse tüm sancılarımızdaki baş müsebbip kalplerimizi susturamayışımız değil midir? Kalplerimizin en bayağı gevezeliğidir su-i zan! Allah Resûlü (asm): “Su-i zan, kalple yapılan gıybettir” diyor. Abdülkâdir Geylanî (ks); “Dışın içini gösterir” derken, kalplere sükûnet öğretilmedikçe hayırlı fertler ve nezih toplumlar oluşamayacağını insanlığa hatırlatıyor.  “İNSAN ÇOK ACELECİDİR!” İsra,11 Zan, öfke, şehvet ve hırs! Aceleciliğin insanoğluna sunduğu zehirli meyveler bunlar. Kalp sâkinliğinin zıddıdır acelecilik. Şeytan, insanoğlunu acelecilik belâsıyla su-i zan, öfke, şehvet ve hırs nöbetlerine sokuyor. Buna bağlı olarak kalpte basınç yükseliyor. Ve sükûnet kalbi terk ediyor. Ama yalnız değil. Beraberinde aklî muhakemeyi ve mantığı da götürüyor. Beşerin bu acziyete hayatında hiç düşmemesi neredeyse imkânsız. Fakat acelecilik daha çok, gayesiz bir yaşam koşturan maceraperest insanların kimliklerini oluşturuyor.  Kalplerine sükûneti öğretmiş insanlar, üzülmek, sevinmek, kızmak ya da âşık olmak için acele etmiyorlar. Vakti gelmedikçe kalplerinde bir kıpırdanma olmuyor onların. Vakit geldiğinde ise; israf etmedikleri aşk, şevk ve heyecanlarıyla söz ve fiilleri en etkili bir şekilde ortaya çıkıyor. Zamanlamaları o kadar yerinde oluyor ki; seslerini hiç yükselmiyorlar… Ama söyledikleri kelimeler yaşamları şekillendiriyor, kalplerde bir ömür yankı bırakıyor. Sâkin kalp! “Erdemli insan”ı bana anlatan en iyi ifade. Sükûnet, asaleti ve vakarı kazandırıyor insanoğluna. Dünyaya değil dilenci, müşteri bile olmuyor erdemli insan. Onlar, cazibelerin cezbedemediği insanlar. Yörüngesine girdikleri tek şey var. Hakikat!  Sükûnetleri öyle fıtrî ki erdemli insanların; yanlarına uğradığında istirahat buluyor insan. Öfkenin, kederin, hırsın ve ye’sin yakıcı soğuğundan; ümidin, huzurun, tevekkülün ve şefkatin mutedil iklimine geçiveriyorsun. Dinleniyorsun. Sancıların azalıyor, öfken gidiyor. Demek insana akıl ve insaf hâkim olduğu nispette sükûnet tüm güzelliğiyle hayata yansıyor. Akıllı ve müşfik insanlarda gözlemliyorum bu hali daha çok. Çünkü akıl ve şefkat kemale ermedikçe, erdemi yakalamak imkânsızlaşıyor.  SAKİN KALBİN ANAHTARLARI (İLİM) Ahlâkî anlamda doğru hareket etmeyi sağlayan en önemli şeydir ilim. Kalp sükûneti başta bilgelik istiyor.  (HİLM) Şiddete tahammül ve nefsi heyecandan korumak demek olan hilm, sessiz kalbin olmazsa olmazlarından. (ÖFKELENMEMEK) Bundan kastedilen şey; ne öfkeyi yutmak, ne de gücü yetmediği için öfkelenmemek değil. Öfkenin çözümün değil çözümsüzlüğün parçası olduğunu kalbe öğretmek!   Öfke de Allah’ın insana verdiği emanetlerden bir emanet nitekim. İnsana hayatını koruyabilmesi adına kuvve-i gadabiye verilmiş. Fakat erdemli insan gereğinden fazla titizlik göstererek öfkesini asla israf etmiyor!  (HIRS ve KISKANÇLIKTAN VAZGEÇMEK) İhtiraslı şahıs, nefsinin arzularını fikir zannediyor. Öyle ya! Âlimin şeytanı da âlim oluyor.   Hırs! İnsanı cennetten çıkaran haslet. Her şeyin mübah kılındığı cennette, insanı yasaklanmış tek bir ağaca yönelten hırs idi.  Haset! Dünyadaki düşmanlıkların baş müsebbibi. Kabil’e kardeşini öldürten zehir. Hırs ve kıskançlığın olduğu kalplere sükûnet asla uğramıyor!  (DİL TERBİYESİ) Sâkin kalbin belki de en çok istediği şey: Susmak! İnsanlar bildikleri kadar susar bilmedikleri kadar konuşurlar. Ve konuştuklarıyla değil sustuklarıyla kâmil olmuştur insan.  Erdemli insanlar hep vicdanî konuşuyorlar. Susmaları ise dostlarına da düşmanlarına da en tesirli ders oluyor. Yumuşak davranmak ve susmak! Düşmanları bile neredeyse dost yapacak en güzel iki haslet.  SÂKİN KALP, KADERE İMANIN DA ALAMETİ Yanlış yapanların kalbi hiçbir zaman sükûnet bulamıyor. Erdemli kimseler için, kalpteki sıra dışı hareketlenme -kas gerginliğinin artması, kalp atışının hızlanması, kesik kesik solunum- adeta bir ikaz gibidir. Sükûnetin gitmesiyle kontrol kaybı oluşacağından hemen durup düşünüyor bilge insan. Bazı yanlışlar istişaresiz bulunamaz şüphesiz. Ondandır ki hadiste; “Hikmet on cüzdür. Dokuzu (topluluktan) ayrılmamakta, biri ise sükûttadır” denilmiştir.  Sâkin kalplilik, sessizliğin uykuya dönmesi değil elbette. Peygamberlere ihsan edilmiş olan hikmetin en bariz alameti kalp sükûnetidir. Kalbin melekî bir teslimiyete bürünmesi ve bitmeyen bir şevkle itaat!  Sâkin kalpli kullar en büyük zaferlerin de sahibi oluyorlar. İnsanın kalbine sâkinliği öğretmesi, kabre kadarki hayat sürecinde iç âlemindeki mücadelesinde nefis ve şeytana kazanma şansını neredeyse bırakmıyor. Erdemli kullar! Sadece kalplerinin değil sükûnetleriyle toplumun da asayişi oluyorlar.  Kim istemez ki böyle bir kalbe sahip olmak? Fakat öğretemiyorsak bunu bir türlü kalplerimize, yanlışlarımızı azaltmak adına sükûnet ehline sık uğramak lazım. Unutmayın ki; kalbi sâkin kimselere Allah’ın sevgisi vacip olmuştur. Varsa böyle nebevî ve Kur’ânî ahlâka sahip dostunuz, tutun onu sakın bırakmayın! Çünkü insan sevdikleriyle haşrolacak.  İnsan-ı kâmil olma yolunda ahval-i kalplerimiz ne kadar da önemli. Doğuştan kâmil doğmaz insan. Manevi terakkiyat yolu, insanın önünde ölümüne kadar hep açık. Yeter ki yola koyulsun insan. Ve sâkin kalbi mutlaka kazanmalıyız. Bu kendi kalbimiz olamasa bile!  Sahi, sizin ahval-i kalbiniz nasıl? Ya da kaç sâkin kalbe yakınsınız? 

Mehlika YAĞMUR 01 Nisan
Konu resmiPsikoloji: Bilim Mi, Hastalık Mı?
Eğitim

İnsanın ‘kendini’ arayışı tarih boyunca, insanlığın zihninde yerini daima ilk sıralarda işgal edegelen bir konu olmuştur. Daha üç-dört yaşlarında iken sormaya başladığı soruların cevaplarını buluyor gibi görünse de insan, hayat serüveninde geçtiği yeni aşamalar aynı soruları tatmin olmaz bir iştiyakla önüne çıkarmaya devam eder insanın.  Ancak yaş ilerledikçe öğrenmenin ve dolayısıyla gelişmenin sonucu olarak değişen ve yenilenen çocuk, çocukluktan çıkmakta irade ve rey sahibi bir fert haline gelmektedir. Hal böyle olunca duyguların değişmesi ve gelişmesi sonucu aynı sorulara farklı bir zaviyeden bir daha bakma, cevabı verilmiş sorulara bir daha ve bu kez de derinlerden cevaplar arama ihtiyacı hâsıl olmaktadır. Bunu bir nevi ‘dilden kalbe  indirme’, ‘taklitten tahkike geçme’ süreci olarak da düşünebiliriz.  Hayat boyu kendini farklı zamanlarda hissettiren bu sorulara baktığımızda onların genel olarak, ‘varlık’ ile alakadar olduğunu görürüz. ‘Varlık ve insan’ arasındaki münasebetin tanzimine dairdir ve esası insanın kendiyle ilgili sorulardır: Önceleri, çocukken, ‘Ben nerden geldim Anne?’ sorusuyla başlayan bu merak ve arayış zamanla ‘Ben kimim?’e inkılâp etmiştir. ‘Benim bu kâinat içinde yerim neresi ve ne işim var burada?’, ‘Bu hayatın anlamı nedir?’ vs sorularla  yerini ve kendini bulmaya çalışır insanoğlu bu âlem içinde. Nasibi varsa bu arayışını derinleştirecektir enfüsi âlem de denilen kendi içindeki büyük kâinatta. Derinleştirdikçe kendini daha da çeker bir mana bulur zira kendi içine: ‘Kendini bilen Rabbini bilir!’ Nebevî ihbarın fıtrattaki aksidir belki de bu. Fıtrat kendini ve kendini böylece Yapanı tanımak ister. Zira insan fıtraten mükerrem olduğu için daima hakkı arıyor.   İnsan kendisiyle ilgili bu fıtri arayışı insanlık tarihi boyunca kendini göstermiştir. Gerek doğu ve gerekse batı medeniyeti insanın hakîkati konusunda farklı görüşler ileri sürmüşler ve insanı kendilerine göre tanımlamışlardır. İleri sürülen bu görüşlerde hakîkat payı bulunuyor olsa da, hakîkati tam olarak ihata edememişlerdir. Ancak bu konuda insana tatmin edici cevap verebilecek olan onu Yaratan, icat eden Sahibi olacaktır. Bu cevaplara kulak verdiği ölçüde, insan kendi deryasına dalabilecek ve derinliğini o zaman gerçekten takdir edebilecektir.  Tarih boyunca ‘insan’ hakkında görüş serdedip insanoğluna kendini tanıttırmaya çalışan kişiler iki gurup altında değerlendirilebilir: Birisi filozoflar, diğer ise Nebiler ve onların yolundan gidenlerdir. Bu sebepledir ki, Batı’da insan fıtratıyla ilgili konular, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar felsefe içinde yer almaktaydı. Fakat Batı’da bilimsellik düşüncesinin gelişmesine bağlı olarak insan ruhuyla ilgili konuların da felsefeden ayrılarak yeni bir bilim dalı (Psikoloji/Ruhbilim) olarak gelişmesi sağlanmıştır. İlk dönem psikologlarının düşündüğü, fen bilimlerindeki gibi insan ruhuyla ilgili kanunların da laboratuar ortamında incelenerek tespit edilmesiydi. Ancak bu pozitivist/indirgemeci yaklaşımın bedeli ağır olmuştur. Gelinen son noktada insan ruhunu inceleyen bilim dalı psikoloji, yine Batılı bir psikolog Woodworth tarafından ‘psikoloji (ruh bilimi), ilk önce ruhunu (soul), sonra zihnini (mind), sonra duygularını (feelings), sonra bilincini (consciounsness), sonra da bilinçaltını (unconsciounsness) kaybetti kendisine sadece görünen davranışı (visible behevior) sakladı’ (Aktaran, Bilal Sambur, Din ve Psikoloji İlişkisini Yeniden Düşünmek; İslami Araştırmalar Dergisi Özel Sayısı) diye eleştirilecek duruma gelmiştir. Hatta psikoloji ile ilgili kitapların birçoğunda, psikolojinin tanımı, İnsan ve hayvan davranışlarını inceleyen bilim dalı olarak ifade edilecek kadar daraltılmıştır. Yapılan bu tanımla aslında psikoloji, insanın hakîkatine açıklama getirme, insanı kendiyle tanıştırma iddiasından çoktan vazgeçtiğini itiraf etmektedir. Ancak ne yazık ki, insanı, o ucu bucağı bulunmaz genişlikteki deryayı kendi dar penceresinden yaptığı yorumlarla daraltmaya, sıkmaya ve küçük bir dünyaya hapsetmeye devam etmektedir. Bu karamsar tabloya rağmen, bilinç, bilincin farklı halleri, öğrenme, algılama, beynin işlevleri, gelişim ve çevre gibi daha birçok alanda da inkârı mümkün olmayan katkılar sağlamıştır bilimin gelişimine. Bu katkılarla birlikte bir bilim olarak ortaya çıktığı günden beri, insanlığı siyasetten ekonomiye, aile içi ilişkilerden toplumsal ilişkilere, eğitimden dinî hayata, reklamcılıktan alış-verişe kadar her alanda yoğun bir şekilde etkilemiştir. Ve bu etki hala sürmektedir. Yani insanlığı etkileyen hâkim paradigmaları üretmekte ve adeta dinmişçesine sunmaktadır dünyaya. Mesela bu konuda Paul Vitz ‘Din ve Psikoloji’ adlı kitabında, modern psikolojinin din karşıtı olmakla kalmayıp dinin yerine geçme istediğini ifade etmiştir. ‘Vitz’e göre popüler psikoloji ya da onun terimlendirmesiyle ‘selfizm’ Amerika’nın hâkim dinidir.’ (Aktaran, Bilal Sambur, Din ve Psikoloji İlişkisini Yeniden Düşünmek; İslami Araştırmalar Dergisi Özel Sayısı) Hâlbuki sağlıklı ruh halinin varlığı/devamı için insanın gerçeklik algısının arızalı olmaması gerekmektedir. Yani ki gerçeği, gerçeğe uygun olarak algılamalı, değerlendirmeli ve kabul etmelidir insan. Oysa gelinen nokta itibariyle psikoloji insana böyle bir bakış açısı vermek şöyle dursun insanlığı kendi gerçeği ile ve dolayısıyla gerçeklikle çelişen bir anlayış sunmaktadır.  Ne yazık ki bu anlayış, psikolojiyle ilgilensin ilgilenmesin herkesi az-çok etkilemektedir. Çünkü psikolojinin ürettiği dil, psikolojinin etki alanının genişliğinden dolayı herkesi etkilemektedir. Hz. Mevlânâ’nın ifadesiyle insan düşünceden ibarettir. Gerisi et ve kemiktir. Malumdur ki insanların kullandığı dil/kelimeler de düşüncesini şekillendirmektedir. ‘Hesap verme’ ve ‘sonrası’ bilincine sahip fertler olarak, bu bilinçle çelişen hayat anlayışından ve davranışlardan uzak durabilmenin yolu hiç şüphesiz. ‘Varlık’ı, ‘sonra’yı ve varlık içinde insanın yerini gerçekçi bir üslupla dikkate alan bir dil gelişmektir. 

Ramazan USLU 01 Nisan
Konu resmiKur'an Harfleriyle Çalışmak Artık Daha Kolay
İbadet

Ülke coğrafyamızda silikleşen Kur’an harflerine renk katıyoruz. Kur’an harflerini, ARTIK hayatımızın NEREDEYSE ayrılmaz bir parçası haline gelen bilgisayarların ayrıntılarında sizin de dünyanıza taşıyoruz. Bilgisayarınızda Kur’an harfleriyle yazma ve çalışma zorluklarını ve bahanelerini, hazırladığımız bu kullanımı kolay ve yenisini yapıncaya kadar şimdilik vazgeçilmeziniz olacak eklenti ile ortadan tamamen kaldırıyoruz. Word programının menülerine eklenen bu programcık, klavye kullanmadan, mouse ile idare edebileceğiniz formatta hazırlanmıştır. Kullanıcıları, dil seçenekleri, ekran klavyesi gibi ayrıntılardan kurtarmıştır. Kurulduktan sonra ‘Görünüm’ menüsünün yanına ‘Kuran Harfleri’ ismiyle yerleşen bu yeni menüye tıkladığınızda karşınıza; Harfler, Harekeler, Rakamlar ve Noktalama bölümleri gelmektedir. Baş tarafta ise, normal ve kısa boşluk butonları vardır. Bu programcıkla Arapça ve Osmanlıca yazabilir, kolayca harekeleme yapabilirsiniz. Word ortamında yazılmış herhangi bir metni harekeleyebilir, üzerinde değişiklikler yapabilirsiniz.  Ben klavyeden de yazabilmek, bu konuda da kendimi geliştirmek istiyorum diyorsanız adresiniz www.kuranharfleri.com olmalıdır. Bizler Kur’an Harfleri ailesi olarak bu konudaki ihtiyaçlarınıza cevap veriyoruz. Kültür dünyamıza açılan kapının anahtarları olan harflerimize hizmet etmekten dolayı memnunuz. Konu ile ilgili ihtiyaçlarınız ve katkılarınızı paylaşmanız bizleri ayrıca memnun edecektir. Kur’an Harfleri ailesi olarak sizleri de yanımızda görmek isteriz. 

www.kuranharfleri .com 01 Nisan
Konu resmiMerhamet ve iyilik
İnsan

Akşam vaktiydi. Gündüzün yakıcı sıcağı yerini serin rüzgârlara bırakmıştı. Küçük bir kız çocuğu ağlıyordu. Medine-i Münevvere’nin akşama bürünmüş alacakaranlıklı yollarında. Korkuyla burkulan yüreğinden yalnızlığın damlaları düştü minnacık avuçlarına. Ağlayan küçük çocuğu gördü İki Cihan’ın Güneşi Peygamberimiz (sav). Şefkat dünyasına küçük yavrunun acısı düştü. Hemen yanına gitti. Merhametle kuşatıp sevgiyle saran bakışlarıyla sordu: “Niçin ağlıyorsun yavrum?” Çocuk ağlama sebebini anlattı: “Ev sahibim bana un almam için iki gümüş vermişti, kaybettim!” Belli ki küçük kız hizmetçiydi. Kaybettiği paralardan dolayı kendisine kızılacağını veya dövüleceğini sanmakta, eve gitmeye korktuğu için de ağlamaktaydı.  Peygamber Efendimizin o gün on gümüş parası vardı. Bunlardan dördüyle sabah kendisine bir gömlek satın almıştı. Tam evine gelmişti ki, bir fakir kapıda gömleğini beğenip istemişti. Peygamber efendimiz (sav) de yeni aldığı gömleği o fakire vermişti. Geri dönüp dört gümüşe kendisine bir gömlek daha almıştı. Düşündü, geride iki gümüşü vardı. Kızın kaybettiği kadardı hem de. Küçük kıza, “Ağlama yavrum!” diyerek iki gümüşü yalnızlığın soğukluğunu hissedilen küçük avucuna koydu. Ağlaması yine durmamıştı. Bu defa da geç kaldığı için eve gitmeye korkuyor, dövülme endişesi yaşıyordu.  Çocuğun halini anlayan Peygamberimiz (sav) küçük kızın elinden tuttu ve onu evine götürdü. Kapıda ev sahibine selam verdi. Kapı açılmıyordu. Selamı tekrarladı. Kapı ancak açılmıyordu. Selamı tekrarladı. Kapı ancak üçüncü selamdan sonra açılmıştı. Kâinatın efendisi (sav) ev sahibine sordu: “Selamımı duymadınız mı?” Ev sahibi dedi: “ Duyduk ama selamınızın artması ve sesinizi daha çok duymak için açmadık!”  Ev sahipleri akşamüstü kapılarında Allah Resulü’nü (sav) görünce şaşırmışlardı. Bu ne büyük bir sevinçti! Peygamberimiz sevinçten şaşkın ev sahibine çocuğu göstererek buyurdu: “Geç kaldığı için korkuyor. Sakın onu dövmeyin!” Ev sahibi sevincin verdiği şaşkınlığı üzerinden atarak, karşılık verdi. En sevgiliye  (sav): “Ey Allah’ın Resulü! Evimizi şereflendirmenize vesile olan bu kızı şahid olun ki, azad ediyorum!”  Peygamber Efendimiz (sav)  o kadar sevindi ki, ellerini açtı, Allah’a şükretti: “Ya Rab! Verdiğin bu on gümüş ne bereketliymiş! Hem beni ve bir yoksulu giydirdin, hem de bir esiri hürriyetine kavuşturdun dedi. 

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiMüslümanlık Her Dine Hitab Eden Yegâne Dindir
İtikad

Bernard Shaw diyor ki: “Şayan-ı hayret hayatiyetinden dolayı Muhammed’in dinini daima en yüksek tevkir ile karşılamaktayım. Hayat âleminin değişen safhalarına göre temsil kabiliyetini haiz ve her devre hitap edecek yegâne din odur.  Kurun-u vusta (orta çağlar) papazları ya cehalet yahut taassub sevkiyle Müslümanlığı en karanlık renklerle tasvir etmişlerdir. Hakikatte bunlar Muhammed’den de dininden de nefret etmek üzere yetiştirilmişlerdir.  Ben bu şayan-ı hayret adamı tetkik ettim. Benim telakkime göre O’nu insanlığın kurtarıcısı olarak tanımak lazımdır.  Bana kalırsa şayet O’nun gibi bir adam asrî dünyanın idaresini ele alırsa, dünyayı sulh ve saadete kavuşturacak bir surette, dünya meselelerini halleder. Biz asıl mevzumuza dönelim: 19.Asırda Carlayle, Gothe, Gibbon gibi munsıf mütefekkirler Muhammed’in dinindeki yüksek kıymeti sezmişler ve bu suretle Avrupanın İslamiyete karşı hatt-ı hareketi iyiliğe doğru yüz tutmuştu.  Fakat bu asrın Avrupası daha çok ileridir ve Muhammedin dinine karşı daha sıcak bir sevgi duymaya başlamıştır. Gelecek asırda Avrupa, bu dinin meseleri halletmekteki faydasını belki daha fazla takdir eder. Benim kehanetimi bu şekilde telakki etmelisiniz.  Daha şimdiden benim milletime ve diğer Avrupa milletlerine mensup birçok insan Muhammedin dinine girmiş bulunuyor. Bu suretle Avrupanın İslamlaşmaya başlamış olduğunu söyleyebilirim.” 

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiBüyüklük Alameti Küçüklük
İbadet

Büyüklük, insanın yaşından gelebildiği gibi bulunduğu makamdan da gelebilir. İnsan yaşça büyük olabilir. Büyük bir makamda da bulunabilir. Bunlar o insanın büyük olduğunu tam manasıyla göstermez. Yaşça büyük bir insanın büyüklüğü, küçüklerine karşı gösterdiği merhamet ve şefkatle doğru orantılıdır. Makam sahibi bir insanın gerçek manada büyük veya küçük olduğu bulunduğu makam ve mevkîde görünmek için sergilediği tavırdan ve halden anlaşılır.  Her insanın toplumda görünen bir makamı vardır. Eğer bu makam kendi kabiliyet ve duruşundan küçükse eğilip küçülür. Böylece halk onu o makamda görür. Bunun halk nezdindeki karşılığı tevazû ve alçak gönüllülüktür. Bu şekildeki küçüklük o şahsın büyüklüğünün alameti ve işaretidir. Gerçekten büyük insan odur. Eğer makamı kendi kabiliyet ve duruşundan büyükse o pencereden görünmek için uzanır, altına bir destek koyar, olmadığı makamda görünmeye çalışır. Bunun da manası kibirlenmek ve büyüklenmektir. Bu şekildeki büyüklenme o şahsın küçüklüğünün alameti ve işaretidir. Şeyh ve manevî büyük olarak ortaya çıkan ve diğer insanları makamıyla ezmeye çalışan insanlara, Bedîüzzaman Hazretleri, ‘müteşeyyih’, yani tevazû gösterip hakkıyla şeyh ve büyük olamadığı halde kendini o şekilde aksettiren ve büyüklenen şahıs der. Bedîüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur’da, “Kâmillerde büyüklük mikyâsıdır küçüklük. Nâkıslarda küçüklük mîzânıdır büyüklük”  diyerek konuyu veciz bir şekilde anlatmıştır. Yani kemâlât sahibi insanlardaki tevazu manasına gelen küçüklük onların büyüklüğünün mikyasıdır, ölçüsüdür. Kemâlât sahibi olmayan noksan sıfatlara sahib insanlardaki gurur, kibir ve büyüklenme onların küçüklüğünün mizanı ve ölçüsüdür. O büyükler ki, daima tevazû içindedir. Her zaman kendini mahlûkattan küçük görür. Nefsini cümleden en aşağı bilir. Sözünde ve özünde mütevazıdirler. Diğer insanlar yanında kendini ezik hissetmezler. Her halinde ve sözünde insanlar lütufla terbiye olduklarını hissederler. İnsanların elinden ve dilinden emin oldukları kâmil mü’mindir onlar. O küçükler ki, daima gurur ve kibir içindedir. Her zaman kendini mahlûkattan büyük görür. Nefsini cümleden büyük bilir. Sözü de özü de mağrurdur. Diğer insanları her defasında ezmek ister. İnsanların elinden ve dilinden emin olamadıkları nakıs insanlardır. Millet olarak büyüklük ise İslâm’a hizmetle, mü’minlere karşı tevazû ve kâfirlere karşı izzetle olduğunu Mâide Sûresi 54. âyet bize şöyle tebliğ ediyor: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki), Allah ileride (onların yerine) öyle bir kavim getirir ki, (O) onları sever; ve (onlar da) O’nu severler; (o bahtiyar insanlar) mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler! Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir dil uzatanın kınamasından korkmazlar! İşte bu, Allah’ın bir ihsanıdır ki, onu (kendi lütfundan rızasına yönelen kullarından) dilediğine verir. Çünki Allah, Vâsi (ihsanı bol olan)dır, Alîm (hakkıyla bilen)dir.” Bir milletin küçüklüğü ise diğer milletlere karşı yukardan bakmasıyla bilinir. Netice olarak hem ferd olarak hem de millet olarak kâmillerde küçüklük büyüklük alametidir. Nakıslarda büyüklük küçüklük işaretidir. Allah daima bizleri istediği tevazû ile tezyin edip yaşatsın. Âmin. 

Ramazan ÜĞÜCÜ 01 Nisan
Konu resmiİslâm Dünyasının ‘ttihad’ına Giden Yol Ve İDSB
İnsan

Soğuk Savaş sonrasında Balkan ülkeleri ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla ‘coğrafi bir genişlik’ kazanan İslâm dünyası mefhumu, gayr-ı müslim dünyaya yoğun göçlerin yaşanması neticesinde de ‘demografik bir derinlik’ kazandı. Artık İslâm dünyası denilince salt İslâm ülkelerinden ziyade, Müslüman nüfusun yaşadığı her coğrafya bu tarifin içinde telakki edilmeye başlandı. İşte bu şartlar altında, Müslümanlar, bir yandan sınırlarını kanla çizmek isteyen odaklarla ve onların yerel uzantılarıyla ana coğrafyalarında mücadele ederken, öte yandan, bünyelerine nüfuz ettikleri Batı toplumları içerisinde ‘öteki’ olmanın, ayrımcılığın, dışlanmanın üstesinden gelmek ve ‘etkin temsil’ ve ‘doğru tebliğ’ sistemlerini tesis etmek için yollar aramaya başladılar.  Bu dönemde, küreselleşmenin ‘karşı konulamaz’ dönüştürücü, tahrip ve ifsat edici etkilerine karşı durabilmek ve mukavemeti korumak için ‘entegrasyon modelleri’ kimi zemin ve zamanlarda bir tür koruyucu işlev görürken başka zaman ve zeminlerde bu sürecin değirmenine su taşıyan vasıtalar oldu.  1969’da fanatik bir Yahudi, Mescid-i Aksa’yı kundaklamaya teşebbüs etmeseydi söz gelimi, İslâm Konferansı belki de Rabat’ta toplanamayacak ve İslâm Konferansı Teşkilatı (İKT) kurulamayacaktı. Refleksif bir entegrasyon teşekkülü olarak ortaya çıkan İKT, İslâm dünyasının ‘ilk siyasi birlik adımı’ olmasına rağmen, üyelerinin liderlik sorunu, liderlerin meşruiyet problemi, temsil adaleti ve devrin şartlarından kopamayışı gibi sebeplerle geçtiğimiz kırk sene boyunca reaksiyoner tavrından kurtulamamış aksiyoner döneme geçememiştir.  11 Eylül hadiselerinden sonra iyice gün yüzüne çıkan ‘ittihad’ özlemi ve birlikte hareket edebilme mekanizmalarının aranması sivil ölçekte pek çok inisiyatifin gelişmesini sağladı. Bu noktada, bu dönemde çoklukla sorulan soruları hatırlamakta fayda var:  ― İslâm dünyası nasıl ve hangi mekanizmalara sahip olmalı ki birlikte hareket edebilsin? ― Özellikle Batı’da yaşayan Müslümanların hakları nasıl savunulabilir? ― İnsanlığın İslâm’a daveti için nasıl bir temsil ve tebliğ sistemi kurulmalıdır? ― Doğru İslâmiyet ve İslâmiyete lâyık doğruluk insanlığa nasıl sunulabilir? ― Müslümanlar, karşı karşıya oldukları meydan okumalara nasıl mukabele edebilirler? ― İslâm dünyası, maddeten ve manen, sosyal, kültürel ve siyasi olarak nasıl terakki edebilir? ― İslâm dünyasının gençliği ve aile yapısı küreselleşmenin meydan okumaları ile nasıl mücadele edebilir?     İşte bu soru ve sorunların çözümünün aranmasının teşvikiyle gelişen yeni bir sivil insiyatif de İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) olmuştur. 2005 Mayısında Türkiye Gönüllü Teşekkülleri Vakfı (TGTV) üyelerinin çalışmalarıyla, 40 ülkeden 300 civarı delegenin iştirakiyle İstanbul merkezli kurulan bu sivil birlik projesi, geçen dört yıl boyunca pek çok organizasyona imza attı. Gerçekleştirilen faaliyetlerin çapı ve derinliği bir yana; İDSB’nin, birlik, ittihat, ittifak, dayanışma gibi İslâm medeniyetinin özünü oluşturan kavramları ve bunlardan teşekkül eden şuur ve idraki yeniden ve İslâm ümmetinin vicdanını terennüm eden bir ses ile gündeme getirmesi önemli bir heyecana vesile oldu.  İDSB’nin bu misyonuna uygun bir faaliyeti olan Uluslararası Gençlik Buluşması’nın üçüncüsü 17-25 Ocak 2010 tarihinde Endonezya’nın başkenti Jakarta’da gerçekleştirildi. 22 ülkeden 150’ye yakın genç liderin iştirak ettiği programda ‘eğitim ve liderlik’ üzerine yoğunlaşıldı. Bandung şehrinde okunan sonuç bildirisiyle tamamlanan programda, Endonezyalı sivil toplum kuruluşları, İslâm dünyasının genç liderlerini en üst düzeyde ve tam bir misafirperverlikle ağırladılar. Buluşmaya katılan gençler, İslâm dünyasının sorunlarını tartışmakla birlikte, İslâm Birliği’nin faydaları kadar zorluklarını ve bu zorlukları aşmak için üstlenmeleri gereken sorumlulukları bizzat, yaşayarak gördüler. Ömürlerinin baharında, İslâm dünyasının kışını bahara çevirebilmek için, mahzun gönüllere neşe serpebilmek için nasıl fedakârlıklar gerektiğine şahit oldular. Zaaflarımızın aslında ‘birlik içinde olunabilirse’ nasıl kuvvete dönüşebileceğini, acziyetimizin ‘dayanışma ile’ hareket edilebilirse nasıl kudretimizi artıracağını fark ettiler. İslâm medeniyetinin keşfedilebilmesi yani üzerine atılan örtülerden kurtulabilmesi için, İslâm dünyasının asıl ihtiyacının kendini keşfetmek, dirilmek, direnmek ve gerçek medeniyetin membaının Medine olduğu hakikatini idrak ettiler. Özellikle Türkiye’den buluşmaya katılanların kazancı ise daha başkaydı: Türkiye’nin İslâm dünyası içerisindeki sorumluluğunun ve kaderin tayin ettiği ümmete liderlik ve hizmetkârlık vazifesinin ağırlığı bu buluşma ile bizim gençlerimiz tarafından anlaşılması, bu buluşmanın en önemli sonuçlarından birisi olmuştur.   İDSB, dört yıldır, ihtiyacımız olanı, İslâm dünyasının birlik, ittifak ve dayanışmasını tesis ve temin etmek için doğrudan Müslüman toplumların temsilcileri olan gönüllü teşekküller üzerinden pek çok faaliyet gerçekleştiriyor. İslâm dünyasının parlak ve başarılı gelecekler inşa etmesinin, birlik idealini fiiliyata aksettirebilme kabiliyetine bağlı olduğu düşünülürse, Türkiye’deki gönüllü teşekküllerin, mütefekkirlerin, siyasi ve bürokratik kesimlerin İDSB projesine desteklerinin önemi daha açık anlaşılır. Temennimiz, her ölçekte ve her sahada İslâm dünyasının ittihadına, birliğine giden yolda yeni ve başarılı mekanizmaların kurulmasıdır. Cumhurbaşkanı Gül İDSB heyetini kabul etti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Çankaya Köşkü’nde, İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu başkanlığındaki heyeti 16 Şubat Salı günü kabul etti. Konsey üyelerinin katılımıyla gerçekleştirilen nezaket ziyareti bir saat sürdü.  Nazik görüşme taleplerini kabul ederek kendilerini ağırladığından dolayı Sayın Cumhurbaşkanına teşekkür eden İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu konuşmasında: “Hatırlayacağınız üzere 2005 yılında sizlerin de bizzat katılarak destek verdiği bir uluslararası konferans akabinde teşkilatımızı kurduk. O günden bu yana çok sayıda uluslararası konferansa, sempozyuma ve programa imza attık. Şu an itibariyle istikrarlı bir şekilde büyüyerek 44 ülkeden 175 üyeye ulaşmış olduk.” Uluslararası İslamofobya Konferansı, Uluslararası Filistin Sempozyumu’nu örnek veren Sadıkoğlu konuşmasında Ocak 2010 ayında 150 kişinin katılımıyla Endonezya’da yapılan “III. Uluslararası Gençlik Buluşması” hakkında da kısa bilgiler verdi. SADIKOĞLU: İDSB HIZ KESMEDEN  ÇALIŞMALARINI SÜRDÜRÜYOR Biri İstanbul’da diğerleri yurtdışında olmak üzere düzenli aralıklarla konsey toplantılarını icra ettiklerini ifade eden Sadıkoğlu: “Bu münasebetle çeşitli ülkeleri temsil eden üyelerimiz bir araya geliyor, sorunlarımızı konuşuyor, ortak kararlar alıyoruz. Örneğin Şubat 2009 tarihinde Fas’ın Kazablanka şehrinde düzenlediğimiz konsey toplantımızda Gazze’deki savaş suçu işleyen İsrailli komutanların yargılanması gerektiğini, bu yönde somut adımlar atılması gerektiğini söyledik.” dedi.  ALİ KURT: SORUNLU BÖLGELER  ÇALIŞMAMIZ VAR Sonrasında söz alan İDSB Türkiye Temsilcisi Avukat Ali Kurt da İslam coğrafyasındaki sorunlu bölgeler projesi hakkında bilgiler verdi.  “Müslümanlar olarak bizleri ilgilendiren meselelerin ne olduğunu, mahiyetini ve kapsamını geniş şekilde bilmek, buna göre adımlar atmak durumundayız.” diyen Kurt konuyla ilgili olarak Irak’tan gelen bir heyetin oradaki durumlar ilgili kendilerine İslam dünyasından beklentilerinin ne olduğu yönünde sordukları soru üzerine şu çok önemli mesajı verdiklerini ifade etti: “Bizler İslam dünyasından Irak’ta gerçekte durum neyse onu öylece anlamalarını istiyor ve bekliyoruz. Zaten hadisenin aslı anlaşılırsa neyin, nasıl ve hangi yolla yapılacağı da bilinir.”  CUMHURBAŞKANI GÜL: SİZLERE GERÇEKTEN ÖNEM VERİYORUM Cumhurbaşkanı Dr. Abdullah Gül  İDSB heyetini kabul etmekten duyduğu memnuniyet dile getirerek: “Necmi Bey’in de bahsettiği gibi bu projeyi bizzat teşvik ettim. İDSB’nin kuruluşuna o zaman Dışişleri Bakanı olarak katılarak buna olan desteğimi gösterdim. Sizlere gerçekten önem veriyorum.” dedi. STK’ların önemli bir güç olduğunu, gücünü ve kuvvetini halktan aldığını ifade eden Gül konuşmasında şu hususlara dikkatleri çekti: “Dediğim bu güç de zaten onun sivil olmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa memurlar, diplomatlar ve devlet adamları zaten devletin memurları olup kendilerine belirlenen alanlarda ve çerçevede iş görürler. İşte sizler onların yaptıklarını yapmamak durumundasınız. İşte o zaman yaptıklarınız dikkate alınır, o zaman güçlü olursunuz. Görüyorsunuz batı dünyasında STK’lar nerdeyse hükümetlerden daha güçlü konumda olabiliyorlar.”CUMHURBAŞKANI GÜL: GÜCÜNÜZÜ  DİREK HALKTAN ALMALISINIZ! “İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği projesini gördüğümde direk destek verdim. Etkinizin devam etmesi için bağımsız ve meşruiyetinizi, gücünüzü, kuvvetinizi direk halklardan alıyor olmanız gerekmektedir. Memurların yaptıklarını taklit eder iseniz, hükümetleri taklit ederseniz onlardan bir farkınız kalmaz ve onlar gibi olursunuz. Oysa sizler sivil toplum kuruluşlarısınız, buna dikkat etmeniz gerekir.” şeklinde sözlerine devam eden Cumhurbaşkanı Gül sivillik mefhumuna vurgu yaptı. Gül mesajlar verdiği konuşmasında: “Söyledikleriniz ve sesiniz İslam dünyasında da Batı’da duyulmalıdır. Önemli sorunlar ve meseleler resmi olarak ifade edilenin dışında halkı temsil etmelidir. Asıl önemli olan budur. Halkın yaşadığı hakikati, onların diliyle ifade etmeli, gündeme getirmelisiniz. İşte o zaman dikkate alınırsınız. Çünkü devlet yetkilileri yetkileri çerçevesinde hareket etmek mecburiyetindedirler, söyledikleri de bu çerçevede olmaktadır. Oysa sizler halkı temsil ederek, kimseye alet olmadan doğru bir şekilde hakikat neyse olduğu gibi onu ifade etmelisiniz. Dediğim gibi bu yapıldığı takdirde kendi ülkenizde, özellikle dışarıda ağırlığınız olur, bu olunca da meselelerin çözümüne katkıda bulunmuş olursunuz.” şeklinde konuştu.  İYİ YÖNETİŞİM VE DEĞERLERİMİZ İslam ve İyi Yönetişim başlıklı Malezya’da düzenlenecek olan uluslararası paneli takdir ettiğini vurgulayan Cumhurbaşkanı, STK’ların hükümetlerin çalışmalarını ve faaliyetlerini halk adına kontrol edeceklerini, böylece hatalardan ne kadar beri olunur ise o ölçüde İslam dünyasına etkisinin artacağını ve sorunların çözümünde daha büyük katkılarda bulunulabileceğini söyledi.  Hak, hukuk, şeffaflık, hesap verebilirlilik gibi ilkelerin Batılı değerler gibi lanse edildiğini; oysa bunların inancımızın gerektirdiği değerler olduğunu belirten Cumhurbaşkanı: “Bunlar bir toplumda, bir devlette ne kadar geçerli olursa, onlar da o kadar müreffeh ve o kadar güçlü olurlar. İktisadi olarak ve her açıdan mutlu olurlar. Böylesi bir toplum saygı görür. Tersi bir durum olunca da bu saklanamaz. Konumu zayıflar, itibarı kalmaz, zayıf düşer.” dedi. İslam dünyasında işbirliği ve çalışma yaparken İslamofobi gibi batıda yaşanan hadiseler karşısında orada mevcut STK’lar ve yapılanmalar ile işbirliği ve irtibat sağlanması gerektiğine işaret eden Cumhurbaşkanı Gül: “Onun için demin bahsettiğim gibi saygın olmalısınız, güçlü olmalısınız. BM gibi uluslararası mekanizmalarda, toplantılarda ve çeşitli münasebetlerde sizlerin veya temsilcilerinizin bulunması gerekmektedir. Burada sizleri dinlemeli ve bilmelidirler.” şeklinde konuştu.  Son olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tüm STK çalışmalarının nihayetinde fedakarlıklarla yapılabildiğine, gönüllülük esasında yürütüldüğüne vurgu yaparak: “Bu yapılınca zaten tüm işler ibadet gibi takdir edilecektir. Zira yapılanlar insanlığa hizmet gayesiyle yapılan işlerdir. Sizler önemli işler yapıyorsunuz. Yumuşak Güç’e talip olmalısınız.” dedi.  Görüşme toplu fotoğraf çekimi ile sona erdi. İDSB heyetinin Başbakanı ziyareti Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Genel Sekreter Necmi Sadıkoğlu başkanlığındaki İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB) heyetini 3 Mart Perşembe günü Ankara’da kabul etti. Görüşmede İDSB’nin gerçekleştirmiş olduğu faaliyetlerle ilgili yapılan bilgilendirmenin yanı sıra 2010 yılı çalışma takvimi hakkında da bilgiler verildi. Görüşmenin başında İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu heyeti kabulünden dolayı Sayın Başbakana teşekkürlerini sundu. 2005 yılında resmen kurulmasından bu yana hızla ve ara vermeden çalışmalarını sürdürdüklerini ifade eden Sadıkoğlu:  “Sizlerin de yakından takip ettiği veya bilgilerin ulaştığı üzere 2005 yılından bu yana çok şükür oldukça güzel faaliyetler gerçekleştirdik. Doğrusu gerçekten sınırlı bir kadro ve dar imkanlara sahip olmamıza rağmen geriye doğru baktığımızda başarılı çok sayıda organizasyona imza attığımızı görüyoruz. Uluslararası Müslüman Alimler Birliği Genel Kurulu, Uluslararası STK Fuarı, Uluslararası Kudüs Buluşması, Uluslararası İslamofobi Konferansı, Uluslararası Yaşayan Filistin Sempozyumu sizlere sayabileceğim faaliyetlerimizden bazıları.” dedi. Üçüncüsü 17-24 Ocak 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilen Uluslararası Gençlik Buluşmalarına da kısaca değinen Sadıkoğlu: “İslam dünyasının genç liderlerini bir araya getiriyor, birbirlerini daha yakından tanımalarını, kaynaşmalarını ve yakın gelecekte güçlü ortaklıklar kurmalarını sağlıyoruz.” şeklinde konuştu.   23 ila 25 Nisan 2010 tarihleri arasında Malezya’da Konsey Toplantısını ve Uluslararası İslam Dünyasında İyi Yönetişim başlıklı bir konferans da düzenleyeceklerini sözlerine ekleyen Necmi Sadıkoğlu: “İDSB olarak İslam dünyasının refahı, mutluluğu ve sorunlarının çözümlerine katkıda bulunmak için gücümüz ve kudretimiz doğrultusunda faaliyetlerimize devam ediyoruz.” diyerek sözlerini tamamladı.  Öte yandan söz alan İDSB Türkiye Temsilcisi Avukat Ali Kurt da 16 Şubat 2010 tarihinde Ankara’da düzenlenen tanıtım toplantısı hakkında kısa bilgilendirmede bulundu.  “Kendi meselelerimizi, sorunlarımızı ele alarak bunların mahiyetini ve kapsamını tespit etmeye yönelik olarak Sorunlu Bölgeler Projesi başlıklı bir  çalışmamız olacak.” diyen Av. Kurt projeye dair: “Bununla İslam ülkelerinin neresinde, ne tür ve hangi boyutlarda sorunlar yaşandığını tespit edecek, buna göre de yol haritamızı belirleyebilecek, daha sağlıklı, daha stratejik adımlar atabileceğiz.” şeklinde bilgiler verdi.  Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da İDSB heyetini ağırlamaktan duyduğu memnuniyeti ifade ederek, çalışmalarından dolayı Sadıkoğlu’nu ve ekibini tebrik etti. Görüşmede İDSB adına Genel Sekreter Necmi Sadıkoğlu, yardımcısı Av. Ali Kurt ve Genel Koordinatör Cihangir İşbilir hazır bulundu.  Öte yandan Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent Arınç ve Başbakan Başdanışmanı Prof. Dr. Nabi Avcı da görüşmede yer aldı.  İslâm Şiir Anıtlarından, Hazırlayan: Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, İstanbul. İDSB Genel Koordinatörü

Münir SALİH 01 Nisan
Konu resmi100 Soruda Hadis İlmi /5
İbadet

67 Nesaî ve eseri hakkında malumat verir misiniz? Ebû Abdirrahmân Ahmed İbni Şu’ayb İbni Ali İbni Bahr 215 yılında doğdu. 303 yılında Mekke’de öldü. Hâfız imamlardan biridir. Kuteybe İbni Sa’îd, Ali İbni Haşerem, İshâk İbni İbrâhim, Muhammed İbni Beşşâr, Ebû Dâvud es-Sicistânî vs.’den hadis aldı. Kendisinden de pek çokları hadis rivâyet etti. Hadis sahasında çok sayıda eser vermiştir. Hâfız Ali İbni Ömer: “Ebû Abdirrahmân en-Nesâî, devrinde muhaddis olarak adı geçen herkese mukaddemdir” demiştir.1 Nesâî’nin (ö.303/915) Sünen’i/Müctebâ’sı: Nesâî’nin Sünen’i, daha önce tasnif ettiği es-Sunenu’l-kübrâ’nın özetidir. Nakledildiğine göre Nesâî, es-Sunenu’l-kübrâ’sını tasnif ettiğinde onu Reml emîrine takdim etmiş; emîr, Sünen’deki hadislerin tamamının sahih olup olmadığını sorduğunda, “Hayır!” cevabını almış; bunun üzerine, “Sahihlerini benim için ayırt et!” diye talepte bulunmuş; bu emri yerine getiren Nesâî, es-Sunenu’s-suğrâ’yı yani el-Müctebâ’yı/es-Sünen’i oluşturmuştur.2 68 İbni Mâce hakkında  malumat verirmisiniz?  İbni Mâce künyesiyle bilinen el-Hâfız Ebû Adillah Muhammed İbni Yezid 209/824-273/886 yılları arasında yaşamıştır. Kazvin şehrinde doğduğu için El Kazvinî nisbetini de alır. Kendisini hadis sahasında yetiştirmiş, bu maksatla, devrinin âdeti üzerine ilim adamlarını dinlemek maksadıyla Horasan, Basra, Küfe, Mekke, Şam, Mısır gibi mühim merkezlere seyahat yapmıştır. İmam Mâlik’in ve Leys İbni Sa’d’in (v.175) ashabını dinlemiştir. Ebû Ya’la el Halili hakkında: “Sikadır, büyüktür, bu hususta hakkında âlimler ittifak eder, kendisiyle ihticac edilir, hadis bilgisine sahiptir, hıfzı vardır ’’der. İbni Mâce Sunen’den başka tarih ve tefsir kitapları da telif etmiştir.3 69 Tirmizî ve eseri hakkında  malumat verir misiniz? Ebû İsa Muhammed İbni İsâ İbni Sevre et-Tirmizî, 200 yılında doğdu ve 279 yılı Recebinin 13’ünde Pazartesi gecesi Tirmîz’de vefat etti. Hâfız âlimlerden biridir. Kuteybe İbni Sa’îd, Muhammed İbni Beşşâr, Ali İbni Hucr gibi hadis imamlarının büyükleriyle karşılaştı. Kendisinden de pek çokları hadis aldı. Hadis ilminde çok sayıda te’lîfatı var. Es-Sahih’i kitapların en güzeli, en çok faydalar taşıyanı, tekrarı en az olanıdır. Tirmizî (rahimehullah Teâlâ) Sünen’i hakkında der ki: “Bu kitabı Hicaz, Irak ve Horasan ulemasına arz ettim, hepsi de beğendi ve istihzan etti. Kimin evinde bu kitap varsa, sanki evinde, konuşan bir peygamber vardır.” 4 Tirmizî, Sünen’inde hadisleri sadece nakletmekle kalmaz, farklı bir metot olarak onları güvenilirlik açısından da tek tek değerlendirir; bab başlıklarına yansıttığı yorumların yanı sıra, kendi fıkhî istinbatlarını ve diğer âlimlerin fıkhî yorumlarını da detaylı bir şekilde vermeye çalışır. Tirmizî’nin eseri bu yönüyle fıkıh kitabı özelliği de taşır. 70 İmam Mâlik hakkında malumat verir misiniz? Ebû Abdillah Mâlik İbni Enes İbni Mâlik el-Asbahî, Dâru’l-Hicre denen Medîne’nin imamıdır. 95 yılında doğdu, 179 yılında Medine’de vefat etti. Öldüğü zaman 84 yaşında idi. O, fıkıh ve hadiste Hicaz bölgesinin ve hatta bütün imamların imamı idi. İmam Şâfiî gibi bir zatın (rahimehullah) onun ashabından biri olması, şeref olarak ona kâfidir. İlmi, İbni Şihâbi’z-Zührî ve Yahya İbni Sa’îd el-Ensarî, Nâfi mevla İbni Ömer (radıyallahu anhüma) ve başkalarından almıştır. Kendisinden ilim alanlar sayılmayacak kadar çoktur. İmam Şâfiî (rahimehullahu teâla), Muhammed İbni İbrahim İbni Dînâr, İbni Abdirrahmân El-Mahzûmi, Abdulaziz İbni Ebî Hâzım gibi. Bunlar onun ashabından, kendi nazirleridirler. Ma’n İbni İsâ El-Kezzâz, Abdü’lmelik İbni Abdilazîz El-Mâcesûn, Yahya İbni Yahya el-Endülüsî, Abdullah İbni Mesleme el-Ka’nebî, Abdullah İbni Vehb, Esbağ İbni’l-Ferec; bunlar Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Ahmed İbni Hanbeli, Yahya İbni Maîn gibi hadis imamlarının şeyhleridirler. Tirmizî, Câmi’inde Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)’den şunu rivâyet eder: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “İnsanların, ilim talebi için hayvanlara binip seyahate çıkacakları zaman yakındır. O vakit, Medine âliminden daha bilginini bulamazlar.” Tirmizî: “Bu hadis hasendir” der. Abdurrezzak ve Süfyân İbni Uyeyne: “Hadiste zikredilen kimse Mâlik İbni Enes’tir” demişlerdir. Mâlik (rahimehulla) der ki: “Kendinden ilim yazdığım kimselerden pek azı bana gelip ilim ve fetva sormadan vefat etmiştir.”  Yahya İbni Saîd el-Kattân: “İmamlar arasında hadisi, Mâlik kadar sahîh olan yoktur” demiştir. Şâfiî (rahimehullah) de: “Âlimler zikredilince, Mâlik onların arasında yıldız gibi parlar” demiştir. Şafii (rahimehullah) der ki: “Ben Mâlik’in kapısında Horasan atlarından ve Mısır katırlarından öylesini gördüm ki, daha güzeline hiç rastlamadım. Kendisine: “Bu ne güzel binek!” dedim. “Bu sana benden hediye olsun!” dedi. Ben: “Onlardan bir tane de kendine ayır gerekince binersin” dedim. Bana: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın yattığı bir toprağa hayvan ayağıyla basmaktan Allah’a karşı hayâ ediyorum” cevabını verdi.” İmam Mâlik’in menkıbesi saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Allah’ın rahmeti üzerine olsun! 5 71 İmam İbni Hanbel hakkında  malumat verir misiniz? Ahmed İbni Hanbel İslâm’ın yetiştirdiği pek nadir âlimlerden birisidir. Annesi ona hamile olarak Merv’den ayrılmış 164 yılında Bağdat’ta dünyaya getirmiştir. Nesebi, Resûlüllah (aleyhissalatu vesselam)’la birleşir. Hayatı, Abbasi İmparatorluğu’nun en parlak dönemine rastlar. Babasını küçük yaşta kaybetmiş olmasına rağmen, mükemmel bir tahsil hayatı geçirmiştir. Ahmed İbni Hanbel, ilmi gayreti sonunda bir milyon hadisi ezberlemiş ve hadiste Hâfız ve hüccet unvanlarını almıştır. İbrahim el-Harbi: “Evvelin ve ahirin ilmini Allah, Ahmed’de topladı.” der. Onun ilmi üstünlüğü te’yiden İmam Şafi Hazretleri de şöyle demiştir. “Bağdat’tan çıktığımda Ahmed’den daha efdal, daha âlim, daha fakih birini geride bırakmadım.’’  El-Kattan da : “Bana Ahmed gibisi hiç gelmedi.” “Ahmed bu ümmetin nadir âlimlerinden biridir.” der. İbni Makuka, Sahabe ve Tabiin’in mezheplerini en iyi bilen kişinin Ahmed olduğunu söyler.  6 72 İbni Hibban’ın  eseri hakkında malumat verir misiniz? İbn Hibbân’ın (ö.354/965) Sahîh’i: İbn Hibbân’ın tasnif sistemi tamamen orijinaldir. Ne ale’l-ebvâb ve ne de ale’r-ricâldir. Onun için adına et-Tekâsim ve’l-envâ’ demiştir. Kitabında bir hadisi bulmak gerçekten zordur. Sonradan gelenler onu ale’l-ebvâb sisteme çevirmişlerdir. Ale’l-ebvâb sisteme çevrilmiş haliyle babları, İbn Huzeyme’nin bab sistemine yakındır. Bablar hadislerin ihtiva ettiği konuyu veya hükmü yansıtma mahiyetindedir. Hadisler de bablarda zikredilen hükümlerin delilleri niteliğindedir. Bununla beraber İbn Huzeyme’nin babları daha açıklayıcı niteliktedir. İbn Hibbân, sahih hadislerden müteşekkil eser telif edenler gibi, eserine almaktan başka, hadisler hakkında ayrıca değerlendirme lafızları kullanmaz. 7 73 İmam Darimi’nin eseri hakkında malumat verir misiniz? Dârimî’nin (ö.255/868) Sünen’i:  İbn Hacer’in (ö.852/1448)  belirttiğine göre Dârimî’nin Sünen’i derece bakımından diğer sünenlerden daha aşağı değildir; bilakis Kütüb-i Hamseye dâhil edilecek olsa, İbn Mâce’den daha önce gelir. Çünkü birçok yönüyle İbn Mâce’nin Sünen’inden daha iyi konumdadır. İbni’s-Salâh (ö.643/1245), Nevevî (ö.676/1277), Salâhuddîn Halîl el-‘Alâî (ö.761/1359) ve İbn Hacer gibi âlimler, Dârimî’nin Sünen’inin, Kütüb-i sitte’nin altıncı kitabı olarak kabul edilmesinin daha uygun olacağı görüşündedirler. 74 Dâru'l Hadis ne demektir? “Hadis yurdu” demek olan bu tabir özellikle hadis ve hadis ilimlerinin öğrenimi için açılan medrese adıdır. İslâm âleminde bilinen ilk dâru’l hadis, altıcı hicri asırda Dimeşk’ta Sultan Nûreddin Mahmut tarafından kurulanıdır. Kurucusunun adına izafetle “en-Nuriyye” medresesi denilen bu Dâru’l Hadisin ilk idarecisi meşhur âlim İbn Asâkir’dir. 8

Enes ÇALIK 01 Nisan
Konu resmiSağlık
Sağlık

Hastayım ama yaşıyorum2 Peki, bu kadar güzellik ve iyilik kendi kendine mi oluyor? Bir düşün! Duvara çizilmiş bir harfi mutlaka bir yazan vardır. Çünkü tek bir harf bile bir irade ve bilgiyi temsil eder. Peki, bir harf bile kâtipsiz olmazsa, bir şiiri yazan sıradan biri de değildir. Mutlaka bir ediptir. Bunun gibi her aleti mutlaka bir yapan vardır. En basit bir toplu iğne bile ustasız olamaz. Peki, bir fabrika kendiliğinden olur mu? Olabileceğini iddia etmek, akıl ve izan sahibi birisi için imkânsızdır. Bu dünyamız, vücudumuz, hayvanlar, bitkiler, çeşit  çeşit canlı cansız sayısız varlık her biri bir harf bile olsa sahipsiz olamaz ki, her birinde birer kütüphaneyi dolduracak hikmet olduğuna ilim adamları şahittir. Sadece kurbağa ile ilgili yazılan ciltlerle eser mevcuttur. Sairlerini kıyas et. Bir de tüm bu ayrı ayrı yaratıklar, belli bir düzende çekip çevriliyor. Tabiat denilen muazzam tuvalde her varlık bir denge unsuru olarak bulunuyor. Bu denge sürekli bozulmak eğiliminde olduğu halde asla bozulmuyor. Vücudumuzdaki 100 trilyon hücreyi aynı amaca hizmet ettiren kuvvet nedir ki, hiç biri bu güce isyan edemiyor? Atomun çekirdeği etrafında elektronları çeviren güç kimse, gökteki gezegenleri de aynı tarzda yakıtsız uçuruyor. Hepsi tek merkezden aynı elden idare ediliyor olmalı ki hepsi birbirinden haberdar gibi davranıyor.  Bak mesela! Düşen bir çekirdeği toprak kucaklıyor, bulutlar oraya koşup yağmuru indiriyor. Çekirdek filizlenip başını yeryüzüne çıkarır çıkarmaz 150 milyon kilometreden güneş imdadına yetişiyor. Öyle bir ışık ve ısı mesajı gönderiyor ki, tam onun yapraklarının anlayacağı dilde. O fidan hemen anlıyor ki; ben bir elma ağacıyım. Bu toprağı yemeli, yağmur suyunu içmeli, güneşin altında pişmeliyim. Elma diye bir meyveyi insanoğluna hediye etmeliyim. Ayrıca havadaki karbondioksiti kullanıp oksijen de üretmeliyim. Çünkü insan denen yaratık, bunun tam tersini yapar. İkimiz de aynı şekilde davranamayız. Birimizin aldığını öbürü vermeli ki denge oluşmalı. Bir de dallarımı biraz yukarıdan başlatmalıyım. Altında gölgelik oluşsun ki insan, hayvan orada istirahat etsin. Sonra dallarımı öyle bir geometrik hesapla uzatmalıyım ki tüm yapraklarım güneşten eşit istifade etsin. Ha güneş de her gün doğmalı. Her gün en az 6-7 saat bana hizmet etmeli. Dünya ise güneş eksenine öyle bir eğimle durmalı ve öyle bir hızda dönmeli ki bir yıl içinde dört mevsim oluşsun. Kış soğuk, ilkbahar ılık, yaz sıcak, sonbahar serin olmalı. Vay be! Elma ağacı sen neymişsin? Her şeyi düşündün be. Sadece düşünmedin hem yaptın, hem de gökteki güneş dâhil herkesi emrinde çalıştırdın. Eh, elma ağacı herkese hükmetti de ne üretti? Elma. Elma o ağacın ne işine yarar? Hiç. Peki, ne olur? İnsan gelir, elmayı dalından çıt diye koparır, katır kutur yer, koçanını arkasına savurur. Nereye düştü diye bile dönüp bakmaz. O zaman bu muazzam mekanizma, esas kime hizmet etti? İnsana. Bu mekanizma içinde insan ne yapıyor? Gerçek anlamda hiç bir şey. E, o zaman bu nasıl iş? Bütün kâinat bize hizmet ediyor. Hiç birine bizim sözümüz geçmezken; elma ağacı güneşe, güneş yağmura, yağmur mevsimlere hükmedebilir mi? Edemez herhalde.  Muhakkak ki saat gibi çalışan bu düzeni koyan ve işlettiren bir Zat var. Bu Zat önce tek olmalı. Yoksa ahenk olmaz. Bu zat, hem bu kâinattaki canlı cansız bütün varlıkların hepsini yoktan var ediyor. Yaratıcı olmalı. Hem onlara birer vazife veriyor. Hiç birini lüzumsuz yaratmıyor. Hikmet sahibi olmalı. Hem de o vazifeyi yapmaları için ihtiyaçları olan her şeyi veriyor. Rızık veren olmalı. Sonra birbirlerini bildiriyor, tanıttırıyor. İlim sahibi olmalı. Aynı sistemin içinde denge içinde çalıştırıyor. Kimse haddini aşmıyor, geriye de kalmıyor. Hepsine gücü yetiyor. Kudret sahibi olmalı. Fevkalade bir mizan ve uygunluk içinde her şey bir takım kanun ve kurallara göre hareket ediyor. Adalet sahibi olmalı. Ve hakeza… Peki, bu koca kâinat sisteminin meyvesi nedir? İnsan. İnsan ne yapıyor? İnsan denilen yaratığın neler yaptığını her gün görüyorsun. Her şeye mızmızlanıyor. Hiç bir şeye memnun olmuyor. Hiç bir şeyden tatmin olmuyor. Her aldığının daha fazlasını istiyor. Kendi yaptığı iyilikleri hiç unutmuyor, ama kendine yapılan iyilikleri hemen unutuyor. Kendine bir bak. Bu kadar sene yaşamışsın. Şu ana kadar sana verilen nimetleri ve iyilikleri alt alta yazmaya kalksan ciltlerle kitap olur. 60 küsur sene böyle geçmiş. Hiç merak etmemişsin “yahu bu iyilikleri bana kim veriyor” diye. Şimdi bir hastalık gelmiş. Doktorlar bizim elimizden bir şey gelmiyor deyince dünya sanki başına yıkılmış. Diyar diyar gezmeye başlamışsın. -Devam Edecek- HELAL GIDA Hayreddin İŞBİLİR (Gıda Mühendisi) hayreddinisbilir@gmail.com Yağmurlu ve çamurlu bir yolda yürürken üzerimize çamur sıçramaması mümkün değildir. Fakat nasıl olsa üzerimiz çamur oluyor diye yerden bir miktar çamur alıp üstümüze sıvamayız herhalde. Çünkü yerden sıçrayan çamur isteğimizin dışında, fakat üstümüze sürebileceğimiz çamur ise kontrolü bize ait olan isteğimizle meydana gelebilecek bir durumdur. İnsan ise; istek dışı olaylardan sorumlu tutulamayacağı gibi, meydana gelmesine vesile olduğu hadiselerden ise mükellef ve sorumludur. Aynen yukarıdaki misal gibi, savletli günah yağmurlarının kirlettiği çamurlu yollarda yani fitne-i âhirzamanda yaşamaktayız. Bu günah damlacıklarının bize isabet etmemesi ve pis çamurun sıçramaması mümkün değil. Böyle çetrefilli bir zaman ve yolda elbette bize düşen, günahların olabildiğince üzerimize isabet etmemesi için gayret göstermek ve isabet edenler için de rahmet-i ilâhiye ye sığınmak… İşte bu günah damlalarından biri de, içerisinde helâl olmayabilen katkı maddelerinin ilave edilerek üretildiği gıdalardır. Haram ve şüpheli olanlarından kaçmak ve helâl olanlarından yemekle mükellef olan insan için ise bir hayli zor bir zaman. Bir çok hile ve oyunların döndüğü ve helâl olmayan katkı maddelerinin (domuz ürünleri, alkol vs.) kullanıldığı ve fakat bunların belirtilmediği gıdalar mevcut çünkü. Allah'a nihayetsiz hamd olsun ki, dünya üzerinde güvenilir dernekler ve kurumlar tarafından helâl gıda sertifikasyon çalışmaları epeydir başladı ve hızla devam ediyor. Bu kurumlardan biri de ülkemizde yönetim kurulu başkanlığını Hüseyin Kami Büyüközer’in yaptığı, 2005’te kurulup 2009 itibariyle ihracata yönelik sertifikasyona başlayan ve şu anda 35 firmanın belirtilen ürünlerine sertifika verdiği ve bu işi ticari bir gaye olarak değil de, ümmete olan bir borç addedip çalışmalarını sürdüren Gıda ve İhtiyaç Maddeleri Denetleme ve Sertifikalandırma Araştırmaları Derneği (GİMDES)’dir. İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) ve Dünya Helâl Konseyi (WHC)’nin de bir üyesi olan GİMDES (ayrıntılı bilgi için: www.gimdes.com), ülkenin değişik illerinde seminerler vererek toplum bilinci oluşmasına da katkı sağlıyor. Türkiye’nin değişik noktalarındaki denetçileriyle hızla çalışmalarını sürdürmekte ve sertifikasyon çalışmalarına devam etmektedir. Lütfen bu gelişmelerin toplum bilinciyle oluştuğunu unutmayalım ve halkımızı bilinçlendirmek için gayret sarfedelim. Gayret bizden tevfik ve inayet daima Cenâb-ı Vâhib-ül Atâyâ Hazretlerindendir. 

M. Hilmi AKŞAMOĞLU 01 Nisan
Konu resmiAşure
Kültür ve Medeniyet

“7EDi BÜYÜK GÜNAH” “Kebâir çoktur, fakat ekber-ül kebâir ve mûbikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: Katl, Zina, Şarap, Ukuk-ı valideyn (kat-ı sıla-yı rahm),  Kumar, Yalancı şehâdetlik, Dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.” Bedîüzzaman Said Nursî r.h. EN ZOR ŞEY Eski Çin’de bilmece meraklısı bir Seyyah diyar diyar dolaşıp karşılaştığı bilgelere sorular sorarak hayatın özünü ve gerçeklerini kavramaya çalışmaktadır.  Bir gün yüksek tepelerde oturan bir bilgeden bahsedildiğini duyar. Derhal yola çıkar, bilgeden izin alarak iki soru soracağını söyler. Seyyah, “Dünyada başarılması en zor şey nedir?” diye sorar. Bilge der ki; “İnsan olmayı başarmaktır.” İkinci soruyu sorar: “Dünyada çok ve az bulunan iki şey nedir?” Bilge der ki: “İnsanoğlu çok, insan azdır.”

Zeynep EREN 01 Nisan
Konu resmiDünya Dönerken Ne Söyler
İbadet

Ben dünyayım! Feza âleminde küçük bir nokta, şemsin cezbesiyle daim dönen pervanelerden bir pervane, seyyarelerden garip bir seyyare. Ben dünyayım! Hani şu içi hayat sahipleriyle doldurulmuş misafirhane. Bir sergi, bir fihriste. Daim işleyen bir tezgâh. Rahmanın tecelligâhı. Bütün zıtların, iyi ve kötünün, güzel ve çirkinin, yalanın ve doğrunun birbirine karıştığı, küçük ama bir o kadar da acayip bir âlemim. Üzerimden gelen geçer, konan göçer. Her gelen selime düşer, ta cennet ve cehennem havuzlarına kadar akar gider. Bir tarafım yanar kavrulur, bir tarafım buz tutar. Bir yanımda bahar çiçekleri açarken, bir yanım inadına güz yapraklarını savurur. Yanar dağlar kaynar içimde. Gözlerimden yaşlar değil lavlar fışkırır. Bir yerimde mazlum çığlıklar semâyı inletirken, bir yerimde kahkahalar duyulur. Bazıları açlıktan feryat ederken, bazıları toklukta boğulur. Aslında ben sırlar dünyasıyım. Gizli hazineler, bilinmeyen manalar, şifreler ve aldatıcı tuzaklarla doluyum. Ancak hazinelerimi keşfeden, manamı bilen, şifrelerimi çözen az olur. Bazı misafirler hiç aldırmaz, anlamaya bile çalışmaz. Bazılarıysa daha önlerine çıkan ilk tuzakta düşer kalırlar. Cazibeme kapılıp zehirli şarabımı içenler, aşkımdan sarhoş olup kendilerinden geçerler. Esrarıma vakıf olanlar, mecazdan hakikate, fenadan bekaya, cefadan ebedi saadete ererler.  Ey beni hâlâ taze bir gelin gibi gören ve sevenler! Yolumda bütün hayat sermayelerini umarsızca tüketenler! Beni bâkî, kendilerini lâyemut zannedenler! Sizlere hiç eyvallah etmedim ve etmeyeceğim. Aşkınıza da asla karşılık vermedim ve vermeyeceğim! Ben helâk olmaya mahkûm fanî dünyayım! Bilhassa nefs-i emareyi taşıyanlar için gaddar bir zalim, yalancı bir hilebazım. Bir lezzet verir, bin elem çektiririm. Bir üzüm yedirir, yüz tokat vururum. Evet, ben dünyayım! Asırlardır böylece döner dururum. Artık çok yorgun ve ihtiyarım. Âhiret menzillerinden bir menzil olmak için kıyametimi bekliyorum. Sizler de benimle beraber bekleyin. Kıyametim pek yakında başınıza patlayacak. Gayri sizin için çok ama çok geç olacak… 

Afra Betül IŞIKLI 01 Nisan
Konu resmiMercek
Risale-i Nur

SUAL: Hz. Muhammed’in (asm) peygamber olduğunun delillerini önemli başlıklarla nasıl sıralayabiliriz? Cevab: { 1 } En büyük mûcizesi Kur’ân’dır: Kur’ân gerek belâğat ve edebiyatında, gerek hadsiz ilimleri taşıyan manalarında ve gerekse dinlemesindeki kalbe tesir eden tatlılığında taklit edilemez yüksek bir mertebededir. Çünkü Allah’a ait bir kelâmın değil bir beşer, bütün beşeriyet toplansa elbette benzerini getiremezler. Kur’ ân, bütün hakîkatleriyle ve mûcizeleriyle Peygamberimizin (asm) en büyük ve ebedî bir mûcizesidir. Ve Allah’ın elçisi olduğunun en büyük delilidir. { 2 } Eşsiz ahlakı: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Kur’ân’dan sonra en büyük mûcizesi, kendi zâtıdır. Yani sahip olduğu pek yüce ahlâkıdır ki; bütün güzel huyların ve hasletlerin tamamı onda vardır. İman, ibâdet, doğruluk, güvenilirlik, tevazu, sevgi, şefkat, cömertlik, iktisat, vakar, cesâret akıl ve zekâ hattâ sîmaca güzellik gibi bütün güzel sıfatlarda insanların en üstünü idi. Elbette böyle bir zât ahlâksızların işi olan yalana ve hîleye tenezzül etmez. Peygamber olmadığı halde “peygamberim” demez. { 3 } Bin kadar mûcizesi:  Onun elinde bine yakın mûcize gerçekleşmiştir. Kamer Sûresi’nin ilk âyetlerinde bildirildiği gibi gökteki ay bir parmak işaretiyle ortadan ikiye yarılmış. Ordusunun susuz kaldığı üç farklı seferde parmaklarından çeşme gibi akıttığı sularla bütün askerlerin susuzluğunu gidermiştir. Hutbe okurken dayandığı  kuru bir hurma direği, onun ayrılığından yüksek sesle ağladığını Mescid-i Nebevî’de bulunan herkes işitmiş ve bu hâdise pek çok münafıkların hâlisâne iman etmelerine sebep olmuştur. Duâlarının çok defalar anında kabûlü, az bir yemekle yüzlerce kimseyi doyurması, dağların, ağaçların, taşların, hayvanların hatta cenâzelerin dile gelip peygamberliğine şehâdet etmeleri, gibi pek çok mûcizeler göstermiştir. O kadar ki tarihçe bu zâtın (asm) yaşadığı ne kadar kesin ise mûcizeler gösterdiği de o kadar kesindir.  { 4 } Peygamberliğinden önceki harikalar İrhâsât denilen ve peygamber olmadan önce görülen harikulade haller de onun delillerindendir. Doğduğu gece meydana gelen, Kâbe’deki putların devrilmesi ve ateşperestlerin bin senedir yanan ateşlerinin o gece sönmesi gibi hâdiseler, küçüklüğünde başında bir bulutun ona gölgelik etmesi, bulunduğu yerlere bolluk ve bereket sebebi olması, altına oturmuş olduğu kuru bir ağacın yeşermesi gibi hârika haller tarihen sağlam bir surette nakledilmiştir. Amcası Ebû Talib’le Şam’a yaptıkları seferde râhip Bahira onu, başında gölgelik eden buluttan ve sırtındaki peygamberlik mühründen tanımış âhir zaman peygamberi olacağını müjdelemiştir.  { 5 } Geçmiş peygamberler ve kitapların onu haber vermesi:  Önceki semâvî kitap ve suhuflar ve peygamberler, ondan en ince ayrıntılarına varıncaya kadar haber vermişlerdir. İsimlerini, vasıflarını nasıl bir ahlâka sahip olacağını, hatta vücut özelliklerini mübarek gözlerindeki kırmızılığa varıncaya kadar bildirmişlerdir. Bin sekiz yüzlü yıllarda Filistin’de yaşayan büyük İslam âlimi Hüseyin Cisrî Hazretleri, eski semâvî kitaplardan Peygamber Efendimiz (asm)’a bakan yüz on dört işareti, o kadar tahrif edilmelerine rağmen çıkarmıştır.   { 6 } Ârifler, kâhinler ve hâtiflerin onu haber vermesi: Kendisinden evvel onun dünyayı şereflendireceğini haber verenler yalnız kitaplar ve peygamberlerden ibaret değildir. Ârif-i billâh denilen ve putlara tapmayan bir kısım kâmil insanlar da geleceğine yakın onu müjdeleyen haberler vermişlerdir. Şık ve Satıh gibi bir kısım meşhur kâhinler de onun geleceğini ihbar edenler arasındadır. Hatta yalnız sesi duyulup kendileri görülmeyen ‘hâtif’ denilen cinnîlerin bağırarak verdiklerini haberler de tarihlere geçmiştir. Ayrıca eski dönemlerden kalma bazı taşlarda onun isim ve sıfatlarının yazılı olduğu görülmüştür. Demek ki o Zât (asm) tarih boyunca yolu gözlenmiş mübarek, yüce bir Zâttır. { 7 }  İnsanlarda yaptığı benzersiz inkılâp: Meydana çıktığında bütün kavim ve kabilesi hatta amcası dahi ona düşman iken yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda cahiliye devrinin bütün kirlerini temizlemiş, bütün Arap yarımadasını iman ve Kur’ân’ın nurları ile doldurarak o asır hakikaten bir asr-ı saadet olmuştur. O devrin, kendi kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşîleşmiş, câhil, kaba ve âdetlerine son derece mutaassıp insanlarından bütün o vahşî, kötü âdet ve ahlâklarını temizlemiş ve yerlerine en güzel ahlâkları, damarlarına işleyecek bir şekilde sâbit olarak yerleştirmiştir. Çok kısa bir zamanda o câhiliye toplumunu öyle bir terbiyeden geçirmiştir ki daha yüz sene geçmeden batıda Fransa içlerine, doğuda Çin’e kadar ilerleyerek gittikleri yerlere îman ve Kur’ân nurlarını neşretmişler ve o zamanın medenî milletlerine hocalık ve idârecilik yapmışlar, onlara gerçek insanlık ve medeniyeti öğretmişlerdir. Bu küllî ve muhteşem inkılâbın tarihte başka bir emsaline rastlamak mümkün değildir. { 8 } Fevkalâde imanı, ibâdeti ve takvâsı: Peygamber Efendimiz (asm) dîninde bulunan bütün ibâdetlerin bütün çeşitlerinde en ileride idi. “Neden kendinizi bu kadar yoruyorsunuz” denildiğinde, “Ben Rabbim’e çokça şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurmuştu. Allah’ın yasak ettiği şeylerden herkesten ziyade sakınmış ve “İçinizde Allah’tan en çok korkanınız benim” demiştir. Üstelik fevkalâde daimî harbler ve mücâdeleler içinde, tam tamına ibâdetlerin en ince sırlarına kadar riâyet etmesi, hatta Bedir harbi devam ederken dahi namazı cemaatle kılması, elbette dâvâsına herkesten çok kendisinin iman ettiğini gâyet açık bir şekilde gösterir.

Cemaleddin ŞENER 01 Nisan