
İslâmiyet zorla hükmetme ve baskıcı olma fikrinden uzak yüksek bir ahlâka, tevhide ve ihlâsa dayanır. Meclis üyeleri yalnızca kendilerini düşünmemeli veya yalnız kendi arzularını ifâde edecek tarzda irâdelerini göstermemelidir. Karşılaşılan hâdiselerde insanların umumî menfaatini düşünerek hakkı araştırmalıdır. Aklî ve naklî delillere dayanarak o konu hakkındaki İlahî hükmü tayin etmelidir. Bu suretle vukuatta tecelli edecek olan İlahî hükümdür. Şûrâ öncelikli olarak: İlmî bir fikirle hakkı araştırmak İlahî irâdenin tecellisine ittibâ etmek. Yani istişâre neticesinde tecelli edecek olan İlahî irâdeye râzı olmak. Eğer zarar görülürse kalben kırılmayıp tam bir emniyetle, güzel bir niyetle hareket edip istişâre edildiğini ve bundan dolayı mesuliyet olmayacağını bilip istişâreyi terk etmemek Meclisteki fertlerin cüzî irâdelerini ve temennilerini göstermek değil, hak olan hükmü göstermek ve tayinine çalışmaları gerekmektedir. İSTİŞÂRE YAPILACAK KONULAR Hakkında açıkça vahiy nâzil olmuş konularda istişâre câiz değildir. Çünkü nas (açık ve kesin hüküm) karşısında fikir ve kıyas bâtıldır. Kur’ân-ı Kerîm’in danışma emri sâdece dinî hususlara tahsis edilmiş bir emir değildir. Diğer taraftan dinî ve dünyevî ve ictihadî hususlarda danışma ile varılan sonucun şeraitin hükümlerine yahut genel maksatlarına aykırı olmaması gerekir. ASHÂB VE İSTİŞÂRE Ashâb Hz. Peygamber (asm)’den aldığı derse uyarak istişâreye gerekli ehemmiyeti vermiştir. Hulefâ-yı Râşidîn de bu güzel yolu takip etmişlerdir. Onlar da insanların ileri gelenlerini toplar ve Kur’ân ve sünnette hakkında açık hüküm (nas) bulunmayan konularda onların görüşlerini alır, onlara danışırlardı. Hz Ebû Bekir (ra) Kur’ân-ı Kerîm’in kitap hâline konmasından, zekât vermemek için isyan eden bedevîlerle savaş etmeye varıncaya kadar bütün devlet işlerinde istişâreye yer verdiği gibi, tayin ettiği komutanlara istişâre ile hareket etmeleri hususunda tâmimler yollamıştır. Bu hususta Hz. Ömer’in (ra) işgal ettiği mevki dikkat çekicidir.. Hz. Peygamberin (asm) kabr-i şerifleri ile minber arasında “meclîsü’l muhâcirîn”in yer aldığını; Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman bin Avf radiyallahu anhüm ecmain’in burada devamlı üye oldukları, zuhur eden her meseleyi onlara vazederek onlarla istişâre ettiği, sorulan suallere uygun cevabı bulmak için istişârelere başvurduğu rivâyetlerde belirtilir. Onun istişâre meclislerine gençleri de alıp fikirlerini rahatça söylemeleri hususunda teşviklerde bulunduğu da rivâyetlerde gelmiştir. PEYGAMBERİN (asm) MÜŞÂVİRLERİ “Ebû Bekir (ra) ve Ömer (ra) benim nazarımda, bir baş için göz ve kulak mesâbesindendir.” “Ebû Bekir (ra) ve Ömer (ra) istişâre sırasında bir meselede ittifak edip birleştiler mi asla itiraz etmem.” Hz. Peygamberin (asm) “İkinizle beni takviye eden Allah’a hamd olsun” dediği de rivâyetler arasında gelmektedir. Hz. Peygamber (asm)’in bu zâtlar dışında da müşâvirleri olmuştur. İstişâre edilecek mesele kimi veya kimleri alakadar ediyorsa, kadın-erkek, yaşlı- genç, hatta mü’min- münâfık kişilerin fikirlerine başvurmuştur. Hz. Peygamber (asm) Hz. Ebu Bekir ve Ömer (ra)’dan sonra bilhassa Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Üsyed İbnu Hudayr, Sa’d İbnu Muâz ve Sa’d İbnu Ubâde, Muaz İbnu Cebel sıkça istişâre ettiği kimseler arasında zikredilmektedir. (Kütüb-i Sitte, c:16, s: 133) İSTİŞÂRE EDİLECEK KİŞİLERİN ÖZELİKLERİ Fikir danışılacak kişiler, insanlar arasında ilim sâhibi olmakla tanınan, bu konuda tecrübesi olan kimseler olmalıdır. Çünkü herkese danışabilmek ne aklın kabul edeceği bir şeydir, ne de bu mümkündür. Bir kimse istişâreye karar verince, bu iş için şu beş vasfa sahip kimseleri seçmelidir: LİYÂKAT: Kendisine danışılan kişiler, fikri alınacak hususta akıl, tecrübe ve bilgi yönleriyle liyâkatli olmalıdır. Tam bir akla sâhip ve geçmiş tecrübesi olmalıdır. Hadis-i şerifte “Akıllı kimseleri dinleyiniz ki doğru yolu bulasınız.” Diğer bir hadis-i şerifte “İşini bilmen, akıllı kişiye danışıp sonra da ona uymandır.” buyurulmuştur. Abs kabilesinden birisine: _Sizin bu isâbetli hareketlerinizin sebebi nedir? diye sorulduğunda, _Biz, bin kişiden oluşan bir kabileyiz. İçimizde sağlam akıl ve fikir sâhipleri vardır, biz onları dinliyoruz. Bu itibarla biz, bin akıllı insan gibi olmuş oluyoruz, diye cevap vermiştir. MUTEMET OLMAK: Hadis-i şerifte “Müsteşar güvenilir olmalıdır.” “Müsteşar dürüst olmalıdır, bir kimseye bir şey danışılırsa kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyi tavsiye etmelidir.” “Kişi kendisinden fikir danışılanlar hakkında hayırhah olduğu müddetçe görüşlerinde isâbetli olmaya devam eder. Ancak, danışanı ne zaman aldatmaya kalkarsa Allah da onun fikirlerindeki sıhhati kaldırır.” “Müsteşar güvenilir olmalıdır, sorulana dilerse cevap verir, dilerse sükût eder (cevap vermez). Ancak cevap verecekse yapılacak iş kendisi için yapılıyormuşçasına cevap versin” MÜSLÜMAN VE DİNDAR OLMAK: Takva sâhibi dindar olmak, nasihat edici ve dost olmak, sorulan hususta danışılan kişinin menfaati olmamalıdır. “Kim bir işe girişmek ister de o hususta Müslüman biri ile müşâvere ederse Allah onu işlerin en doğrusuna muvaffak kılar” İLGİLİ OLMAK: Uhud seferi sırasında münâfık Abdullah İbnu Ubey İbni Selül’ün fikrinin alınması bu mesele ile olan alâkası sebebiyledir. Zîra üç yüz civarında bir grubun lideri durumunda idi. “Kendilerini ilgilendiren hususta kadınlarla istişâre edin.” “Kızları hususunda kadınlarla istişâre edin.” “Bâkire kızla (evlendirmezden önce) babası müşâvere etmelidir.” Hz Ömer (ra), kocası cihad için askere gitmiş bir kadının yakınmasından dolayı kızı Hafsa (ra) (ve kadınlardan tecrübeli olanlara) “Kızım, bir kadın kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya tahammül edebilir? diye sorar ve onun verdiği cevaba dayanarak askerlik müddetini altı ay olarak sınırlar. (K.Sitte, c: 16, s:135, Akçağ Yayınları) MÜSTEŞARIN FİKREN GAM VE KEDERDEN SÂLİM OLMASI: Lokman Hekim, oğluna hitâben şöyle demiştir: İşleri denemiş kimselere danış. Zîra onlar kendilerine pahalıya mal olmuş doğru görüşleri sana bedava verirler. (Edebü’d-dünya ve’d-din, 489) İSTİŞÂRENİN ŞEKLİ Doğrudan fikir ve görüş almak: Karara bağlanacak bir mesele zuhur edince salâhiyetli veya ilgili kimselere başvurarak fikirlerinin alınması demektir. Bedir’de harbe karar vermek, Bedir harbinden sonraki esirler hakkında karar vermek gibi birçok numuneler bilinmektedir. Liyâkatlinin müdâhalesi: Bazen ortaya çıkmış yeni bir mesele hakkında makul bulunan ve liyâkatli bir ağızdan çıkan müdâhalelerdir. Hubâb İbnu’l Münzir(ra) Bedir savaşına karar verildikten sonra, Hz. Peygamber (asm) ordunun alacağı vaziyeti belirtmiş. Hubâb (ra) huzura çıkarak harp mevziini vahiy ile değilse yerinin uygun olmadığını Hz. Peygamber’e (asm) söyledi. Hz. Peygamber de (asm) “Hayır, vahiy değil kendi re’yimle seçmiş idim” der. Hubâb’ın fikrine uygun olarak yeniden yerleşim yapılır. Burada dikkat edilmesi gereken özellik bu tür müdâhalelerde bizim bilmediğimiz bir tarafın olabileceği ihtimalini değerlendirip tenkid etmemek. Öncelikli olarak meselenin iç yüzünü araştırmak sonra fikrimizi beyan etmektir. Hz. Peygamber (asm) Fetih günü Mekke’nin harâmiyeti içeresine “Otlarını yolmanın da harama dâhil olduğunu” söylemesi üzerine amcacı Abbas (ra) izhir denen ve günlük hayatta çok kullanılan ve muhtaç olunan bir otun yasakta hâriç tutulması için yaptığı mürâcatın kabul edilerek bu otun yasaktan çıkarılması gibi muhataplarını dinleyerek görüşlerini değerlendirdiği misallerdir. Yersiz teklif: Hz. Peygamber (asm) kendisine yapılan yersiz teklif denilebilecek fikirlerde müsâmahakâr davranarak muhatabını kırmamıştır. KARARIN ALINMASI İstişârenin en önemli safhalarından birisi kararın alınmasıdır. Görüşler beyan edildikten sonra kararların alınma şeklinin sünnette tatbiki farklılık arz etmektedir. Ekseriyetin re’yi: Uhud harbinde savaşa verilen karar böyle idi. Hz. Peygamber (asm)’ın görüşü Medine’de kalıp harp etmek olduğu halde çoğunluğun görüşünü benimseyerek “öyle is siz bilirsiz” diyerek kabul etti. Bir grup âlim şöyle demektedir: İdâreci Kur’ân-ı Kerîm’in emirleri ile amel etmek üzere kendileriyle danıştığı insanların çoğunluğunun görüşünü kabul etmek zorundadır. Eğer yönetici istişârenin sonucunu kabul etmeyecek olursa, böyle bir emrin hiçbir etkisi olmaz. Resûlullah (asm) ve ondan sonra gelen Hulefâ-i Râşidîn ve ashâbı böyle amel etmişlerdir. (Zuheylî Vehbî, İslâm Fıkıh Ansiklopedisi, c:8, s: 438, Risâle Yayınları) Görüşlerden birinin seçilmesi: Bedir esirleri hakkında Hz. Peygamber (asm) oylamaya başvurmadan görüşlerden birini tercih etmiştir. Kararın ertelenmesi: İnsanları namaza dâvet etmek konusunda verilen fikirlerin kabul edilmeksizin zamana bırakılması gibi. Bu konuda söylenen fikirlerin hiç birisini Hz. Peygamber (asm) kabul etmedi. Ertesi gün Abdullah İbn-u Zeyd’in (ra) rüyada ezberlemiş olduğu bugünkü ezan şekli benimsenmiştir. İcbâri karar: Hz. Peygamber’in (asm) hayatında az da olsa rastlanan ve müşâvirlerinin fikirlerine uygun düşmediği halde aldığı kararlardır. Bunun en güzel örneği Hudeybiye antlaşmasıdır. ALINAN KARARLARIN TATBİK EDİLMESİ İstişârede karar alındıktan sonra tatbikat sırasında tereddüde yer vermemek istişârenin önemli bir vasfıdır. Bunun üzerinde hassasiyetle ve ciddiyetle durulur. Çekingenlik ve tereddüt kesinlikle reddedilir. Kur’ân-ı Kerîm’de “İş hususunda onlarla müşâvere et.” (Âl-i İmran, 159) “Bir kere de azmettin mi artık Allah’a güvenip dayan. Çünkü Allah, kendine güvenip dayananları sever” (Âl-i İmran, 109) Uhud harbi için gençlerin görüşlerine uyarak şehir dışında harp etmeye karar verilmişti. İhtiyarların îkazı üzerine gençler fikirlerinden vazgeçmişlerdi. Fakat karar alınmış olduğundan Resûlüllah (asm) zırhını giymişti. Gençlerin fikirlerinden vazgeçtiği ve Medine’de kalıp savaş yapılması söylendiğinde “Bir peygamber zırhı savaşmadan çıkarmaz… Emrettiğim hususlara iyi bakın ve onlara uyun… Sabrettiğiniz takdirde zafer sizindir” Alınan kararların sonucunda karşılaşılan başarı veya başarısızlık bu fikri teklif edene terettüp etmez. Karşılaşılan güzel sonuçlar veya sorumluluk ortaktır. Zîra Uhud savaşı muvaffakiyetsizlikle sonuçlanınca Hz. Peygamber (asm) gençleri ayıplamadı. İSTİŞÂRE HAKKINDA BAZI NASİHATLER Bir şeye karar veren kimse, onu gerçekleştirmek konusunda gecikmemelidir. Zîra zaman zâlim, fırsatlar geçici, güven aczdir. Saltanatını kaybeden bir hükümdara: _ Saltanatını elinden alan nedir? diye sorulunca, _ “Bugünün işini yarına bırakmamdır.” diye cevap vermiştir. Müşâvir ve dost bir nasihatçi olarak kabul edilip de kendisinden başarı ve isâbet umulan bir kimse, samimî davranmak ve bu teslimiyete karşı nasihatini esirgememek suretiyle bu nimetin hakkını ödemelidir. Sorulduğunda kendi fikir ve görüşüyle kibirlenen, gururlanan insanlara danışmaktan sakın. Zîra kendini beğenen kimsede doğru görüş ve sağlam fikir yoktur. Düşmanlık veya haset gibi sebeplerle fikrini esirgeyenlere danışmaktan sakın. Zîra ya başka mânâlar kasteder veya hile yapar. Dost olsun, düşman olsun, istişâre eden kimseye görüşünü esirgemeye ve güvenildiğin halde hıyânet etmeye mazur sayılamaz. Hadis-i şerifte “İstişâre eden, yardım olunan; istişâre olunan ise emniyet duyulandır” buyrulmuştur. Hz. Lokman, oğluna şöyle dedi “Sana danışılınca, acele etme, düşün”. (Edebü’d-Dünya ve’d-Din, 497)

Bir şiir dinlemiştim. “Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyâretinize gelse, yalnızca birkaç günlüğüne âniden çalsa kapınızı, merak ediyorum neler yapacağınızı…” diye. Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı nebiler nebisi, Efendimiz (asm) şu dünya hayatında kapımızı çalıp evimize teşrif etse veya O’nu (asm) rüyada bile görsek bizi ne kadar memnun ve mesrur eder malumdur. Biz de bu yazımızda Müslümanlar için en büyük bir şeref olan bu saadete nâil olmuş bir zâttan bahsedeceğiz. O bahtiyar insan Mihmandâr-ı Nebevî, aynı zamanda İstanbul’un mânevî fâtihi olan Eba Eyyüb el Ensarî (ra)’dır. İstanbul’un fethinin 558.yılı münâsebetiyle bu aziz şahsiyeti tanımaya ve tanıtmaya gayret edeceğiz inşaallah. Risâle-i Nurlarda Mihmandâr-ı Nebevî unvanı ile anılan Hz. Eyyüb el Ensarî’nin asıl ismi Eba Eyyüb Hâlid bin Zeyt’tir. Eyyüb el Ensarî, Hazrec kabilesinin Neccaroğulları kolundandır. Annesi Zehra binti Said, babası Kuleyb bin Sa’lebe’dir. Hicretten iki yıl önce Müslüman olan Eba Eyyüb, ikinci Akabe biatında bulunmuş ve Ensardan İslâmiyet’i kabul eden ilk kişi olmuştur. Mihmandâr-ı Resûlüllah Peygamberimiz (asm) Medine’ye ilk hicret ettikleri zaman Eba Eyyüb Hazretlerinin evinde misâfir olmuştur. Bu ev ise Yemen meliki Tübba tarafından inşa edilmiştir. Tübba, Medine’yi kuşatmak için gelir. Yahudi âlimlerinden bazıları Tübba’yı saldırıdan vazgeçirmek için Medine’ye yakın bir yerde onun huzuruna çıkarlar. Kendisine Mekke’de dünyaya gelecek olan âhirzaman Peygamberinin, hicret edeceği şehrin Medine olacağını, Medeni’ye saldırması hâlinde başına bela ve musibetlerin geleceğini söylerler. Bu âlimlerin samimiyetine îtimat eden Tübba, Medine’ye saldırmaktan vazgeçip, Medinelilere bol ikramlarda bulunur. Bazı evler inşa eder. İnşa ettiği evlerden bir tanesini de gelecek olan âhirzaman Peygamberine verilmek üzere vasiyet eder. Ve birde mektup bırakır. Bu ev ve mektup babadan evlada geçe geçe Medine âlimlerinden birinin soyundan gelen Eba Eyyüb’ün eline geçmiştir. Peygamberimiz (asm) Medine’ye teşrif ettiklerinde, O’nu hasretle bekleyen Medine ahâlisi, devesi Kusva’nın yularını tutup ‘bize gel, bize misâfir ol yâ Resûllullah!’ diye yalvarıyorlardı. Peygamberimiz (asm) “O’nu bırakın o memurdur, nereye gideceğini bilir.” diyordu. Nihâyet Kusva, Eba Eyyüb (ra)’ın ikamet ettiği ve yedi yüz sene öncesinden Yemen meliki Tübba’nın Peygamberimiz (asm) için yaptırdığı evin önünde durdu ve oraya çöktü. Peygamberimiz (asm) da o eve misâfir oldu. Yukarıda bahsettiğimiz asırlar öncesinden vasiyet edilen mektup, o evde kendisine verilir. Mektupta şu ifâdeler bulunmaktadır: ‘Ben Ahmed’in (asm) risâletini tasdik ediyorum. Ben O’nun zamanına yetişseydim, O’na vezir ve ammizâde olurdum. (yani Ali (ra) gibi O’na fedâi bir hâdim olurdum.)’ (19. Mektup, Mu’cizat-ı Ahmediye) Tübba’nın kendisine yapılan îman ve biatını kabul eden Allah Resûlü (asm) şöyle der: ‘Tübba’ya sövmeyin, çünkü o îman edenlerdendir ve Kâbe’ye örtü örten ilk kişidir.’ (Tarih-i Taberî, 2/96) Peygamberimiz (asm) Medine’de kalabileceği bir ev yapması mümkün olduğu halde bu evde kalmayı tercih etmesi çok mânidardır. Resûllüllah (asm) bu evde kaldığı yedi aylık süre içinde Müslümanlardan biat almış, ilerde yapacağı önemli hizmetlerin temelini bu kutlu hânede atmıştır. Eba Eyyüp el-Ensarî’nin bazı hususiyetleri Sünnet-i seniyeye çok bağlıydı. Sünnete uymayan bir hareket gördüğünde kim olursa olsun hemen müdâhale eder, doğrusunu söylerdi. Fazilet ve kemâlât cihetiyle yüksek bir ahlâka sâhipti. Çünkü o, bizzat Peygamberimizin terbiyesinden geçmişti. Medine döneminden îtibaren Hz. Peygamber (asm)’dan hiç ayrılmadı. Peygamberimizi yedi ay evinde misâfir etti. Kendisi evin üst katında kaldığı için Peygamberimizi rahatsız etmemek için ayaklarının ucuna basarak yürür ve çocuklarıyla fısıltı ile konuşurdu. Ayrıca vahiy ile Peygamberimizin arasına girmeyeyim diye evin kıyısında köşesinde kıvrılarak yatardı. Her gün Peygamberimizin yemeklerini hazırlatır ve Efendimiz yedikten sonra kalanı da kendileri yerlerdi. Resûlüllah’ın (asm) parmaklarının değdiği yerleri arar, oradan yemeğe çalışırlardı. Hadis rivâyeti noktasında çok hassas davranmıştır. Hz. Peygamber (asm)’a bu kadar yakın olduğu halde sâdece yüz elli tane hadis rivâyet etmiştir. Eba Eyyüb (ra)’dan rivâyet edilen hadis sayısının az olması iki nedene bağlanabilir. Birincisi, hadis rivâyetinde çok titiz olmasıdır. İkincisi ise, ömrünün savaş meydanlarında geçmiş olmasıdır. Hadis rivâyet etme konusundaki titizliği şu hâdise ile daha iyi anlaşılır. Şöyle ki kendisinin bilmediği bir hadisi Ukbe bin Amir’den rivâyet etmek için Medine’den ta Mısır’a kadar gittiği rivâyet edilmiştir. En önemli hususiyetlerinden biri de Cihad’a olan aşkıdır. Nerdeyse bütün ömrü savaş meydanlarında geçmiştir. Her sene bir sefere katılmayı kendisine vazife addetmiştir. Hz. Peygamber (asm) ile Hayber ve Mekke’nin fethi başta olmak üzere, Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn gibi bütün seferlere iştirak etmiştir. Peygamberimiz vefat ettiği zaman takriben kırk yaşında olan Eba Eyyüb (ra), ömrünün geri kalan kırk senesini gerek dört halife zamanında gerekse diğer halifeler zamanında harplere iştirak ederek geçirmiştir. Cihat aşkı onu Suriye, Filistin, Mısır ve Kıbrıs gibi yerleri dolaştırarak tâ İstanbul önlerine kadar getirmiştir. Eba Eyyüb el-Ensarî İstanbul kapılarında Hz. Peygamber (asm) Hendek günü diğer sahâbeler tarafından bir türlü kırılamayan büyük bir taşa balyozunu her vurduğunda, Yemen ve Arap Yarımadasının Müslüman olacağını, Rum ve Fars devletlerinin fethedileceğini ve İstanbul’un bir İslâm beldesi olacağı müjdesini veriyordu. O gün aç ve fakir durumda olan bir avuç Müslüman’a çok büyük hedefler koyuyordu. Çünkü O (asm), ufuk Peygamberiydi. Gayb âşina nazarıyla, Allah’ın dinini tamamlayacağına, vaadini yerine getireceğine îmanı tamdı. Allah Resûlü’nün (asm) kendilerine koyduğu bu hedefleri maksat ve gâye yapan İslâm mücâhitleri İstanbul’un kapılarına kadar dayandılar. Bunlar içinde yaşı seksene dayanmış Eba Eyyüb el Ensarî (ra) da vardı. Resûllullah (asm), İstanbul’un fethini anlatırken ashâbına ‘İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.’ (Ahmed b. Hanbel, Müsned) diye müjdelemiştir. Hicrî 49. yılda Hz. Muâviye’nin oğlu Yezid komutasındaki Müslümanlar Peygamber Efendimizin hadisine mazhar olmak için İstanbul’u kuşatma kararı alırlar. Müslümanlar, İstanbul’un fethedilmesini ve İslâm Devleti sınırlarına dâhil olmasını çok arzu ediyorlardı. Eba Eyyüb el Ensarî (ra) bu seferlerin hazırlanması için çok çalışmış ve sefere karşı çıkanlara nasihatlerde bulunmuştur. Uzun bir yolculuk yapan Eba Eyyüb el Ensarî (ra), yaşının çok ilerlemesinden dolayı İstanbul’a yaklaştıkları sırada hastalanmış, Yezid’e öldüğü takdirde cenâzesinin hemen gömülmeyerek ordunun varacağı en ileri noktaya kadar götürülmesini ve orada gömülmesini vasiyet etmiştir. Surlara en yakın yerde defnedilen Eba Eyyüb (ra), Müslümanlara İstanbul için bir sembol hâline gelmiştir. Sahâbeler devrinden başlayarak fethedilmek için defalarca kuşatılan İstanbul, nihâyet 1453 yılında Sultan Fâtih’e nasip olmuştur. Mihmandâr-ı Nebevî Eba Eyyüb el Ensarî (ra), hicretin 49. yılında vefat etmiştir. Cenâze namazı Yezid bin Muâviye tarafından kılınıp vasiyeti üzerine ordunun ilerleyebildiği en son noktaya defnedilmiştir. Surlara yakın bir yerde birinin defnedildiğini öğrenen Bizans İmparatoru, haber gönderip kuşatma kalktıktan sonra o mezarı açacağını ve cesedi hayvanlara parçalatıp yedireceğini söyledi. Buna karşılık Yezid, o kişinin Peygamber sahâbesi ve Müslümanlar için önemli birisi olduğunu belirterek, eğer onun cesedine bir zarar verecek olursa İslâm ülkesinde yıkılmadık kilise, öldürmedik bir Hıristiyan bırakmayacağını İmparator’a iletti. İmparator bu tehdit üzerine geri adım atıp, Eyyüb el Ensarî’nin kabrine bir şey yapmayacağına dâir söz verdi. Daha sonra buralar birçok istilalara uğradığından, Eba eyyüb el Ensarî’nin kabri de zamanla yıkıldı ve kayboldu. Fâtih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettikten sonra İstanbul’un sembolü hâline gelen Eyyüb el Ensarî’nin kabrinin bulunmasını istedi. Fâtih’in hocası Akşemseddin keşfen, geceleyin ışık topunun indiği mevkii kabrinin yeri olarak belirledi. Bu yer kazıldığında iki kulaç derinlikte ‘Eba Eyyüb’ün mezarı burası’ yazan bir tabela bulundu. Sonra Fâtih Sultan Mehmet tarafından buraya büyük bir türbe yapıldı. Adını Eyyüb el Ensarî’den alan İstanbul’un Eyyüb semtinde bulunan bu türbe, günümüzde de insanlar tarafından ziyâret edilmektedir. Cenâb-ı Hak cümlemize sahâbe efendilerimizdeki bu gayreti ihsan etsin. Âmîn. Kaynakça: 1-Türkiye Diyânet Vakfı, Eba Eyyüb el Ensarî mad.2-Mustafa Asım Köksal, İslâm Tarihi

Bu ay fetih ayı. En güzel komutanın en güzel askerleriyle İstanbul'u fethedip asırlara damga vuracak icraatlara kapı açtığı mevsim. Peygamberimiz (asm)'ın mihmandârı Ebu Eyyub El-Ensârî (ra)'ı İstanbul'a getiren müjde-i Nebevîye mazhar olmak için nice seferler düzenlendi daha sonra 'Dersaadet' diye anılacak İstanbul'a. Ama fetih, genç bir komutan olan Sultan II. Muhammed'e nasip oldu. Ayasofya rüyasıyla yaşayan ve Akşemseddin Hazretleri'nin terbiyesiyle yetişen Sultan Fatih açtı İslâm âlemine asırlarca merkez olacak bu şehrin kapılarını. Lâkin öyle karanlıklı fitneler çıktı ki İstanbul'da çok sonraları, fethin sembolü Ayasofya'nın kapısına kilit vuruldu. En karanlıklı gecelerden daha karanlıktı o günler. Hamdolsun gerilerde kaldı o günler. Ama mahzun şimdilerde Ayasofya; ikinci bir fetih bekliyor. Yeni nesiller unutmasınlar, eskiler hatırlasınlar diye Ayasofya'yı kapağa taşıdık bu ay. En büyük ve apaçık düşmanımız Şeytan'ı ve desiselerini de dosyada tahlil ettik ki yeni fetihlere sefer edeceksek şâyet hazırlıklı olmak niyetindekilere destek olalım istedik. Makam sevgisi, korku, tamâ, enâniyet, ırkçılık, tenperverlik, tembellik, vazifedarlık illetleriyle malul bir toplumda fetih şuuru olabilir mi hiç? Hem biliyoruz ki Şeytan ve ortakları veya 'Şeytan A.Ş.' en ziyâde bu vakitlerde çalışır. En muzır mânilerini en hayırlı işlerin önüne bu mevsimlerde çıkartır bir bir. Tüm kapıları açan Yüce Yaratıcı Şeytanın şerrinden bizleri korusun ve bize inâyet ve nusretini ihsan eylesin. Âmîn. THE PEN HAMLE YAPIYOR! Yenilenen web sitesi ve artan eğitim ağırlıklı sosyal faaliyetleriyle İngilizce dergimiz The Pen çok ciddi bir hamle yaptı. Gelecek ay duyuracağımız kampanyamızla The Pen artık dünyanın 100 adresine ulaşacak. Bu konuda siz kıymetli okurlarımızın desteklerini bekliyoruz. GENÇ KALEMLER Temmuz ayında yayınına başlayacağımız Genç Kalemler köşesine çalışmalar gelmeye başladı. 11 Haziran'a kadar başvuruları almaya devam ediyoruz. Sizler de 15-25 yaş arası kardeşlerimizi teşvik edin lütfen. Yeni kalem ustalarını birlikte yetiştirelim. KÜLTÜR-SANAT Bu ay İrfan Mektebi'ne yeni bir köşe dâhil oldu: Kültür-Sanat. Sena İkbal kardeşimizin hazırladığı bu köşede baskı tarihimiz elverdiğince sizlere geçtiğimiz ayların öne çıkan kültür-sanat etkinliklerini ve gelecek ayların programlarını duyurmaya, tahlil etmeye çalışacağız. Hepinize bereketli bir fetih ayı temenni ediyor, sizleri İrfan Mektebi'nin sayfaları arasında seyâhate dâvet ediyorum. Allah'a emânet olunuz efendim.

Şeytan, “(O) cinlerden idi de Rabbinin emrinden çıktı.” (1) âyetinden açıkça anlaşıldığı üzere aslen cinlerden idi. Rivâyetlere göre, önceleri uzun yıllar ibâdetle meşgul olmuş, hatta bir kısım meleklerle bir arada bulunacak bir mertebeye ulaşmıştı. Fakat (tefsirlerin beyanına göre), devamlı içinde taşıdığı ve terk edemediği kibrine mağlup olarak Allah’a isyan etmişti. Allah’ın, “Âdem’e secde edin!” (2) emrine kendisinin ondan daha üstün bir yaratık olduğunu iddia ederek karşı gelmiş, bu sebeple Allah’ın rahmetinden kovulmuştur. Bu hâdise onun Âdem (as) ve nesline karşı şiddetli bir düşmanlık beslemesine sebep olmuş ve insanlığı yoldan çıkarmaya şu sözlerle ahdetmiştir: “(İblis) dedi: “Öyle ise beni azdırmandan dolayı (ben de) mutlaka onlar(ı saptırmak) için Sen’in dosdoğru yoluna oturacağım! Sonra elbette onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve (Sen) onların çoğunu şükredici kimseler bulmayacaksın!” (3) İşte bu yüzden şeytan ve şeytanın soyu sürekli insanla uğraşıp durarak onu yoldan çıkarmaya çalışır. Günahlar işletmek veya insanların arasını bozmak için devamlı surette kalbine vesveseler verir. Bu vesveselerin en tehlikelisi ise îmandan çıkarıp küfre sokmak için verdiği şüphelerdir. Bu yazımızda şeytanın çokça kullandığı îmana dâir üç tehlikeli şüphe ve Risâle-i Nur’un bunlara verdiği basit fakat kuvvetli cevaplar üzerinde duracağız. 1- Şeytan Tek Bir Şüphe İle Îmanın Bütün Delillerini Çürütmek İster: Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğuna dâir pek çok deliller vardır. Mü’minlerin büyük çoğunluğu, bunlardan en azından bazı önemli delilleri bilirler. İnsan sözlerine benzememesi, asırlardır benzerinin yazılamaması, Hz. Muhammed (asm) gibi insanların en doğrusu ve en üstün ahlâklısı tarafından getirilmiş olması, içindeki bilgilerin hep hak ve fazilet olması, dinlenildiğinde kalplere tesir etmesi, İslâm dinindeki bütün mükemmelliklerin kaynağı olması gibi deliller, çoğunluk tarafından bilinen kuvvetli ve çürütülemez delillerdir. Kişi bütün bunları az-çok bildiği halde şeytan gelir ve ona “Kur’ân’daki ifadeler insanların konuşmalarına benziyor. Ya Muhammed (asm) Kur’ân’ı kendi yazmışsa?” der. Ya da bunun gibi başka bazı şüpheleri hatırına getirir. Daha sonra, “öyleyse -hâşâ- Kur’ân Allah kelâmı değildir!” diyerek sanki bu şüphe, bütün o delilleri çürütüyormuş gibi sürekli hatırlatır durur. Hâlbuki kişi cevabını bilmese de bu şüphe, önceden bildiği kuvvetli delillerin hiç birini çürütmüş değildir. Çünkü bu vesvesenin o delillere bakan hiçbir tarafı yoktur. İnsan cevabını bilmese de hiçbir kuruntuya girmeden, “vardır elbette makul bir cevabı” diyerek üzerinde durmayıp geçebilir. Fakat şeytan kuruntulu insanların bu zayıf tarafını tutarak cevabını öğreninceye kadar onları rahat bırakmaz ve şüphelendirmeye devam eder. Îmanı çok zayıf bazı insanları da bu yolla dinden çıkarabilir. Hâlbuki bunun cevabı basittir. Eğer Kur’ân insanların konuştuğu gibi konuşmasa idi onlara doğru yolu nasıl gösterecekti? Elbette hem taklid edilmez, insanüstü bir üslup ile konuşacak hem de onların anlayacağı bir dil ile konuşacak, tâ ki istifade edilebilsin. İşte bu misalimizde olduğu gibi cevabı bilinmeyen tek bir şüphenin pek çok delillere hiçbir zarar veremeyeceğini Üstad Bedîüzzaman şöyle anlatır: “Bir sarayın yüz kapalı kapısı olsa bir tek kapının açılmasıyla o saraya girilebilir. Öteki kapılar da anahtarı bulunduğu zaman açılabilir. Eğer bütün kapılar açık olsa bir iki tanesi kapalı olsa o saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte îman hakikatleri o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır, ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı olmasıyla o îman hakikatinden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise gaflet veya cehâlet gibi bazı sebeplere binâen kapalı kalmış olan bir kapıyı göstererek ispat edici diğer bütün delilleri unutturmaya çalışır. ‘İşte, bu saraya girilmez belki saray değildir, içinde bir şey yoktur.’ der kandırır.” (3) Yani o an için cevabı bilinmeyen bir şüpheyi gösterip o kadar deliller yokmuş gibi insanı kandırmaya çalışır. Aklı başında olan bir insan ise: “Bir kapının kapalı olması ile o saray nasıl kapalı olmuyorsa aynen onun gibi bu şüphenin cevabını bilmesem de zararı yok. Çünkü ben bu mes’elenin doğru olduğuna başka çok yönlerden eminim.” der. 2- Şeytanın Tarafsızlık Hilesi: Şeytanın çok basit fakat kurnazca bir hilesi, insanı “tarafsız bakmaya” davet etmesidir. Hâlbuki tarafsızlığa çağırırken yalan söylemektedir. Zîra tarafsızlığa değil, inkârcıların tarafına çağırmaktadır. Çünkü îmanî mes’elelerde tarafsızlık yoktur. Ya inananlar tarafında olunur ya da inanmayanlar tarafında. Ben tarafsızım diyen kişi ben îman etmiyorum demiş olur. Demek ki tarafsızlık denen şey, karşı taraftan bakmaktır. (4) Karşı taraftan bakmak ise câhil insanlar için tehlikeli bir yaklaşımdır. Çünkü bakış açısı bozulan bir insanın hakikatleri görmesi zorlaşır. Örnek olarak bir apartmanın tepesinden bakarak ötelerdeki denizi gören birisine aşağı katlardan bakarak göremeyen biri dese ki “Gel buradan bak yine de denizi görecek misin?” O da gidip oradan baksa elbette göremeyecektir. Olması gereken şey denizi bulan kişinin aşağıya inmesi değil bulamayanın onun yanına çıkmasıdır. Zîra ancak onun baktığı yükseklikten bakınca görebilecektir. Îman eden bir insan Allah’ın hidâyeti ile bakmakta ve hakikatleri daha net bir şekilde görmektedir. Bir mü’mine: “hidâyetin sana kazandırdığı nurlu fikirleri bırak, küfrün karanlığından bak.” Demek, batıl bir tekliftir. Gerçi kuvvetli îman sahibi biri, farz-ı muhal diyerek küfrün bakış açısının ne olduğunu anlamak adına baksa da zarar görmez. Çünkü daha sonra iki bakış açısını kıyaslayarak îmana kıyasla küfrün ne kadar saçma ve karanlık olduğunu görebilir. Fakat zayıf îman sahibi olan insanlar için bu çok tehlikeli bir yoldur. Zîra îmanın delillerini hakkıyla bilmiyor olduğundan iki taraf arasındaki bâriz farkı kavrayamayarak şüpheler içinde kalabilir ve zamanla bu tip şüpheler onu küfre dahi düşürebilir. O yüzden şeytanın ve bir kısım insî şeytanların çok kullandığı bu tarafsız bakmak teklifine hiç kulak asmamak lazımdır. Onlar tarafsızlığa değil varsa ellerinde bir delilleri ona çağırsınlar. Hâlbuki ellerinde delil olması da mümkün değildir. Çünkü îmanın hakkaniyetine bütün kâinat, bütün atomlar ve Allah’ın bütün sanat şaheserleri sonsuz deliller sunmakta iken küfre ancak batıl, saçma ve muhal olmak düşmektedir. 3- Şeytanın Yaratılıştaki Olağanüstü Büyüklük ve Azametle Vesvese Vermesi Şeytan îman hakikatlerinin son derece büyüklüğü ile dar kalpli ve kısa akıllı insanları aldatarak der ki: "Bir tek yaratıcı, bütün zerreleri, yıldızları ve bütün diğer varlıkları her halleriyle her an çekip çeviriyor; idâre ediyor, deniliyor. Böyle hadsiz acayip büyük mes’eleye nasıl inanılabilir?” diyerek insanın kendi acizliği penceresinden baktırarak onda bir inkâr etme hissi uyandırır. Bu vesveseye üç açıdan cevap verilebilir: 1- Yaratılıştaki bu fevkalade büyüklüğü, insanın kendi kudretiyle kıyaslaması büyük bir hatadır. Kendi kudretiyle imkânsız görünen şey, sonsuz kudreti bulunan bir Zat (cc) için gâyet kolaydır. 2- Bu vesvesenin kökünü kesecek olan şey “Allahu ekber” yani, “Allah her şeyden büyüktür.” hakikatinin kalplere tam olarak yerleşmesidir. Yani Allah’ın azamet, yücelik ve büyüklüğünün iyice anlaşılmasıdır. Bu sebeple “Allahu ekber” sözü ezan, namaz gibi İslâmiyet’in “şeair” denilen ibâdetlerinde sürekli tekrarlatılarak kalplerde bu hakikatin kökleşmesi hedef alınmıştır. Çünkü insanın âciz kuvveti, zayıf kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz, büyük hakikatleri "Allahu Ekber" nuruyla görüp tasdik eder ve "Allahu Ekber" kuvvetiyle o hakikatleri taşır. 3- Gözümüzün önünde kâinat denilen muhteşem bir eser var ve bu eser her an gâyet muntazamca çekip çevriliyor. Elbette böyle azametli bir eserin ortaya çıkıp düzen içinde varlığını sürdürebilmesi, ancak kendisi gibi azametli büyük bir yol ile olabilir. O azametli yol ise yaratılmışlar adedince varlığının şâhidleri bulunan bir yüce Zat’ın (cc) sonsuz kudretiyle yaratılması yoludur. Yani böyle acaib bir eser, ancak böyle acaib bir yol ile olur; basit bir yolla olamaz, olamaz. Tesâdüfen olmak, kendi kendine olmak gibi basit ve anlamsız iddialar, bu harikulade yaradılışın ve kâinatın gerçek sebebi olamazlar. Böyle hârika bir kâinatın izahı, ancak öyle hârika bir sebeple mümkündür. O da yukarıda geçtiği gibi Allahu Teâlâ’nın sonsuz kudretiyle yaratılmış olmasıdır. (5) Şeytanın çokça kullandığı bu üç hilesinde de görüldüğü üzere, îmana zıt vesveselerin akıl ve mantıkça ve hakikatçe hiçbir kıymetleri yoktur. Bununla birlikte bazı gâfil kafaları karıştırabilmekte ve insanların îmanlarını tehlikeye sürükleyebilmektedir. Bunun sebebi cehâlettir, tahkikî (delillere dayanan) kuvvetli bir îman sahibi olmamaktır. Çaresi ise ilimdir, tahkikî îman sahibi olmaktır. Bunun içindir ki İslâm âlimleri: “Taklide dayalı îman makbul ise de orada kalmamak ve îmanını tahkiki hale getirmek her Müslüman için farzdır.” demişlerdir. (6) (1) Kehf Suresi, 50. Âyet(2) Bakara Suresi, 34. Âyet(3) Araf Suresi, 16-17. Âyetler(4) Bkz. Lemalar, 13. Lem’a, Şeytandan İstiaze Bahsi, 13. İşaret, 3. Nokta(5) Bkz. 15. Söz’ün Zeyli, Şeytanla Münazara Bahsi(6) Bkz. Lemalar, 13. Lem’a, Şeytandan İstiaze Bahsi, 13. İşaret, 3. Nokta(7) Bkz. Aliyyü’l-Karî, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.383, Çağrı Yayınları

Namazda günde kırk kere Rabbinden istikamet isteyen ve aşırılıklardan uzak bir hâl dileyen müslümanların uzak durması gereken en önemli sıfatlardan biri hırstır ve tamâdır. Eğer bu sıfatlardan uzak durmazsak bu sıfatlar bizi hüsrana götürecek birer bataktır, bataklıktır. Evet, bu asırda gerçekten hırs şiddetlenmişti, bilhassa müslümanlar, müslümanca olmayan bir hırs hâliyle dünyaya sarılıyorlardı. İşçisinin hakkını yiyerek zenginleşeceğini zanneden müslümanlar. Üç kuruşa tamâ edip müslüman kardeşini aldatan müslümanlar. Para hırsından zekâtını vermeyerek zengin olacağını zanneden müslümanlar. Arkadaşlarla Risâle-i Nur’u mütâlaa ederken, Bedîüzzaman Hazretleri’nin, “Bu yolla çoklarını avlıyorlar” dediği, ihlâsı kıran ve riyâya sevkeden sebeblerden biri olarak gösterdiği insandaki tamâ ve hırs sıfatları dikkatimizi çekti. Tamânın ne demek olduğunu biliyorduk, belki de bildiğimizi zannediyorduk, ama yine de merakla bu kelimenin peşine düştük ve sözlüklere başvurduk. Sözlükler tamâ için açgözlülük, doymazlık anlamını veriyorlardı. Bu kelimeyi daha derinlikli anlayabilmek için sözlüklerin şâhı, lügatların pâdişahı olan Kamus-u Okyanus’a da bakalım dedik ve iyi ki de bakmışız. Zîra bizim için istifâdeli bir mütâlaanın kapısı böylece açılmış oldu. İsterseniz sizleri de mütâlaamıza dâhil edip beraberce tamâ ve hırs konusunu inceleyelim. Evet, Kamus-u Okyanus’ta bu üç harfli tamâ (tı, mim, ayın) lügatı için “bir nesneye hırs eylemek mânâsınadır.” deniyordu. O zaman anladık ki, tamânın kavranması için başka bir üç harfli lügatın yani hırsın (ha, ra, sad) bilinmesi gerekiyor. Ve Üstad’ın eserlerinde ısrarla bu iki kelimeyi beraber kullanmasının demek bir hikmeti varmış diyerek, bu sefer aynı kitabdan acaba hırs ne demektir? diye araştırdık. Ve hârika bir mânâ ile karşılaştık. Hırs için şöyle deniyordu. “Bir nesneyi, rağbet-i mezmume vechi üzere ve lüzumundan ziyâde şiddetle taleb ve arzu kılmak (etmek) mânâsınadır.” Evet, hırs lügatının ve bu lügatten türeyen ihtiras, muhteris, haris gibi kelimelerin mânâsında üç tane bilinmesi gereken yön olduğu görülüyordu. Öncelikle şiddetli duyulan talebin “bir nesneye” olduğu ifâdesiyle nesne mutlak bırakılıyor, buradan hırsın herhangi bir nesneye yönelik olabileceği anlaşılıyordu. Bu mala olabilir, makama olabilir, şöhrete, servete, kudrete pekâlâ olabilirdi. Hatta hırs sıradan kıymetsiz şeylere yönelik bile olabilirdi. Bundan şu dersi çıkardık ki, aman dikkat! Şeytan ve nefis tarafından hırs ve tamâ tuzağına her şeyle ve her yönden ve her yerde düşürülebiliriz. İkinci olarak “rağbet-i mezmume vechi üzere” deniyordu. Yani, herhangi bir nesneye hırs üzere olan rağbet ve yönelmenin Allah’ın râzı olmadığı, Kur’ân ve sünnetin istemediği, bilakis kötülediği bir rağbet olduğu anlaşılıyordu. Buradan anladık ki, hırs ve tamâ müslümanca olmayan, müslümanı hasârete belki de ebedî helâkete götürebilecek bir durumdur. Üçüncü olarak “lüzumundan ziyâde şiddetle taleb ve arzu kılmak” ifâdesiyle hırs duygusunun istikamet üzere bir duygu olmadığı anlaşılıyordu. Bir nesneye yönelik aşırılığa kaçan bir talebin, bir şeye karşı olması gerekenden çok miktarda duyulan bir arzunun, bir nesneye hak ettiği alâkadan fazla bir alâka göstermenin hırsın bir özelliği olduğu göze çarpıyordu. Bu ölçüyle bakınca görüyorduk ki, namazda günde kırk kere Rabbinden istikamet isteyen ve aşırılıklardan uzak bir hâl dileyen müslümanların uzak durması gereken en önemli sıfatlardan biri hırstır ve tamâdır. Eğer bu sıfatlardan uzak durmazsak bu sıfatlar bizi hüsrana götürecek birer bataktır, bataklıktır. Hırs ve tamânın asrımızda açtığı zararları ve müslümanlarda yaptığı tahribatları anlamak için Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’ne kulak vermeye devam ettik. Evet, Üstad bu asrın imamı sıfatıyla, asrın dehşetli şahıslarından olan ve İslâm deccali diye vasıflandırılan süfyandan bahis açıyordu, Peygamber (asm)’ın süfyandan haber verdiğini söylüyor ve Efendimizin (asm) ümmetini îkaz sadedinde o süfyanın en önemli silahlarından birinin israfı teşvik ederek insanlardaki bilhassa müslümanlardaki hırs ve tamâ duygularını uyandırmak olacağını bizlere hatırlattığını beyan ediyordu. Özellikle bu tehlikeli şahsın insanların o zayıf hırs ve tamâ damarlarını tutup kendine tâbi kılacağını, israf edenlerin ona esir olacağını, onun damına (tuzağına) düşeceğini asırlar öncesinden mucizâne ihbar ettiğini ifâde ediyordu. Yine Üstad dünyaya niçin gönderildiklerini unutturarak, müslümanları dünyanın sefâhetine teşvik eden bir zihniyete şöyle sesleniyordu “Ey divâne baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki, müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahud dünyayı düşünmediklerinden fakir hâle düşmüşler ve îkaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hisselerini unutmasınlar. Senin zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için müslümanlar fakir hale düşüyorlar. Çünkü mü'minde hırs, sebeb-i hasâret ve sefâlettir.” Evet, bu asırda gerçekten hırs şiddetlenmişti, bilhassa müslümanlar, müslümanca olmayan bir hırs hâliyle dünyaya sarılıyorlardı. İşçisinin hakkını yiyerek zenginleşeceğini zanneden müslümanlar. Üç kuruşa tamâ edip müslüman kardeşini aldatan müslümanlar. Para hırsından zekâtını vermeyerek zengin olacağını zanneden müslümanlar. Dünyanın fâni bir makamı için nice haramlara çekinmeden giren müslümanlar. Hırsla çocuğuna dünyevî istikbâl hazırlamak yolunda evlâdının ebedî istikbâlini karartan müslümanlar. Küçücük bir menfaat için yalana, sahtekârlığa tenezzül eden müslümanlar. Şöhret hırsı uğruna âhiret sermayesini heba eden müslümanlar. Bir dakika lezzete tamâ edip bir mutlu âilenin saadetini mahveden müslümanlar. Kariyer hırsıyla evini, eşini âilesini ihmâl eden müslümanlar. Gözünü dünya hırsı bürüyüp âhiretini unutan müslümanlar. Dünyanın fâni zevklerine tamâ edip âhiretini feda eden müslümanlar. Hırs ve tamâ tuzağına yakalanıp ihlâsı kaybedip riyakârlığa, bid’akârlığa düşen müslümanlar… Maalesef, bu tablo ehl-i îmanda hırsın şiddetlendiğini, müslümanların âhiretlerini feda ettikleri dünya uğruna, dünyayı da kazanamadıklarını ve bu anlayışla dünyada mutlu da olamayacaklarını anlatıyordu. O zaman çâre neydi? İsterseniz çâreyi de yine Bedîüzzaman’dan dinleyelim. Üstad öncelikle hırsın meşru bir kullanım yeri olduğunu söylüyordu. Ve insanlara “Hırs gösterme!” demek yerine “Bu duygunu müslümanca ve meşru bir şekilde kullan!” demenin daha isâbetli ve yaradılışa daha uygun olacağını izah ediyordu ve şu bakış açısını bizlere gösteriyordu; Evet, insanoğlu mala ve makama karşı şiddetli bir hırs gösterebilir, fakat bakar ki, geçici olarak onun nezâretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve gösterişe sebeb olan o makam, o şiddetli hırsa değmiyor. O insan bunu anlayınca bu çeşit zararlı hırstan yüz çevirip, hakikî makam olan mânevî mertebelere ulaşmak için, Allah’a yakınlık derecelerine erişmek için, âhiret azığı değerinde olan güzel amelleri işleyebilmek için hırs göstermeye başlar, çalışır ve bu yönde gayret eder. Ve sonuçta insanı helâkete götürebilecek hırs, yüksek bir haslet olan gerçek bir hırsa yani azime, iştiyâka ve şevke dönüşmüş olur. Yine Üstad bizlere bu tehlikeden korunmak için “Biz dîni severiz, dünyayı da yine din için severiz” ölçüsüyle hareket etmemizi ders veriyordu. Dünyayı ebedî âhiret hayatımızın fâni bir tarlası olarak görmemizin önemini vurguluyordu. Dünyayı ihmâl etmeyen, ama dünyanın kalbe girmesine de müsaade etmeyen bir anlayışa sâhip olmamızı tavsiye ediyordu. Rızkın hakkımızda takdir edilmiş olduğunu ve o rızkı ihsan edenin sâdece Allah olduğunu bilmemiz gerektiğini anlatıyordu. Helal rızkın aczini ve fakrını bilmekle kanaat, iktisad, tevekkül ve teslimiyet üzere hareket etmekle bize koşturulacağını söylüyor bu hâlin fiilî bir duâ olduğunu ifâde ediyordu. Hırsla dünyaya sarılan yahudîlerin zillet ve sefâlete düştüklerinden bahsediyordu. O Allah’ın nihâyetsiz hikmet sâhibi ve cömerd ve merhametli olduğunu hatırlatıyordu. Madem Allah bu derece hikmetlidir, merhametlidir ve ikram sâhibidir, O’nun hikmetini küçümser bir şekilde, rahmetini suçlar bir derecede ve cömertliğini hafife alır bir surette, gayr-i meşru bir tarzda, yüzsuyu dökerek; vicdanını belki bazı mukaddesâtını rüşvet vererek, uğursuz ve bereketsiz haram bir malı kabul etmek fiilinin ve bu yolda hırs gösterip tamâkârlık etmenin ne derece bir akılsızlık ve divânelik olduğuna dikkat çekiyordu. Ehl-i dünyanın, hususan ehl-i dalâletin; parasını ucuz vermeyeceğini, çok pahalı satacağını, bir senelik dünya hayatına bir derece yardım edecek bir mala karşılık, hadsiz ebedî hayatımızı mahvedebileceklerini ihtar ediyordu ve özellikle o pis hırs uğruna ehl-i dalâletin rızasını kazanmak isterken Allah’ın gazabını kendimize çekeceğimizi hatırlatıyordu. Ve bizlere son olarak şöyle hârika bir nasihatte bulunuyordu “Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalâletin münâfıkları, sizi insaniyetin şu zayıf damarı olan tamâ yüzünden yakalasalar; bu fakir kardeşinizi numune-i imtisal ediniz (örnek alınız). Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki: Kanaat ve iktisad; maaştan ziyâde sizin hayatınızı idâme ve rızkınızı temin eder. Bâhusus (bilhassa) size verilen o gayr-i meşru para, sizden ona mukâbil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur'âniyeye sed çekebilir veya fütur (gevşeklik) verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki; her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.” Evet, çok doğru söylüyorsunuz Sevgili Üstadımız, bizler de Rabbimizden bütün güzel isimlerini şefaatçi yapıp niyaz ediyoruz ki, bizleri de bu ifâdelerin ilk muhâtabı olan saff-ı evvel Nur talebeleri gibi tam bir ihlâsa eriştirip, hırs ve tamâ bataklıklarına düşürmesin. Âmîn… Âmîn… Âmîn."

1955 senesinden bu tarafa 100 farklı ülkede ve 37 dilde yayınlanan, satış rakamları 100 milyonu aşan bir kitap var. İsmini hemen hemen hepimiz duymuşuzdur: Guinness Rekorlar Kitabı. Avrupa’nın en hızlı kuşu hangisidir, sorusuyla yazarının kafasında şekillenen kitap, pek çok ilginç, bir o kadar da “Yok canım” dedirtecek bilgiyi barındırmaktadır içerisinde. Mesela; İlker Yılmaz tarafından İstanbul Armada Oteli’nde gerçekleştirilen burnundan aldığı sütü gözünden dışarı doğru 2 metre 79 santimetre uzağa fışkırtma (1 Eylül 2004). 1979’dan bu yana (2009) tırnaklarını kesmeyen Le Redmon (ABD) tırnaklarının 8.85 m’ye uzaması için büyük özen gösterdi ve onları itina ile manikürledi. Tom Rodden, 1 saatte 278 insanı traş edebilen "en hızlı berber" olarak rekorlar kitabına girdi. 1997'de John Evans 100 eve yetebilecek kadar tuğlayı 14 sâniye kafasının üzerinde taşımayı başardı. ABD'li Jackie Bibby, ağzında tam sekiz yılan tuttu, hem de 12, 5 sâniyede. Peki neden? Bin bir zahmetlerle rekor kırmaya çalışmanın ve bunu insanlara göstermenin ne gibi faydası olabilir? İnsanlar neden böyle şeyler yaparlar? Çünkü her insanda az veya çok umum insanların nazarında bir yer kazanma, insanlar tarafından bilinme ve kaale alınma, kendini beğenmişlik hissi vardır. Hatta şöhrete karşı aşırı tutkunluk ve arzu, insanı bu uğurda hayatını feda ettirecek dereceye kadar getirir. (Said Nursî, Mektubât Mecmuası) PROTOKOL ADAM OLMAK Hâl böyleyken olması gereken nedir acaba? İnsan insanlara görünmek, insanların iltifatlarını alıp kasıla kasıla gezmek için mi yaratılmıştır? Herkes benden bahsetsin, herkes beni tanısın… Böyle bir şey bu düşüncenin sâhibine sıkıntıdan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü bu çok da mümkün değildir. Olsa da faydası yoktur. Askerliğini yedek subay olarak yapan bir arkadaş şöyle bir hâdise anlatmıştı. Askere gidinceye kadar hep kardeşâne ortamlarda bulunduk. Sosyal ortamı paylaştığımız arkadaşlarla birbirimize karşı durumumuz abi-kardeş ilişkisi içerisinde geçti hep. Askerliğimi yaptığım merkezde beni gören askerler ellerini başlarına götürüyorlar, büyük bir ciddiyetle bir tavır alıyorlardı. İlk zamanlar “Ya estağfirullah” diyesim geliyordu. Askerler de benim bu hâlimi anlamış olmalılar ki, artık ben yanlarından geçerken pek de umursamamaya, eski ciddiyetlerini göstermemeye başladılar. Baktım, nefsim bundan rahatsız olmaya başlamış. Diğer bir taraftan, çoğumuzun gerçek anlamını bilmediği, dilimize Yunancadan pelesenk olan bir kelime ki ‘protokol’ ne hikmetse insanlarda bu tanım ve bu tanım çerçevesinde şekillenen yapının içerisine ısrarla dâhil olma arzu ve iştiyakı vardır. “Ben o ayrılmış yere oturmazsam ölürüm!” diyecek kadar insanı gülünçleştiren ve bir o kadar da zora sokan bu kelime ve mukteziyatı, hubb-u cah denilen illetin parıltılarındandır. Yer verilirse ne âla. Fakat istemek, emin olun hiç gerek yok. BÜTÜN GAZETELER BENDEN BAHSEDİYOR Biz insanlarda şöyle bir hâl de –maalesef- bulunmaktadır. Bir vatandaşı ararsınız ve dersiniz ki “Geldiğimde sizi nasıl bulabilirim?” Cevap hazırdır “Otobüsten in, orada kime sorsan beni bilir.” Fakat “Afedersiniz beni tanıdınız mı?” diye sorsanız cevap çok şiddetli gelebilir: “Ben kendimden başkasını tanımam!” Benlik insanlığı o kadar sarmış ki, nereye baksa kendisini görüyor ve görmek istiyor. İnsanoğlu, her gittiği yerde ismiyle hitap edilsin, o geldiğinde herkes ayağa kalksın, herkes ondan bahsetsin arzu ediyor. Hatta bazı insanlar şöhret kazanmak, kendinden bahsedilmesini sağlamak için akla hayâle gelmedik işler ve ahlâksızlıklar yapabiliyorlar. Mesele ne? Bilinsin, tanınsın. GELDİĞİN YERİ UNUTMAMAK Hz. Ömer (ra), Peygamberimizin kendisine götürmesini vasiyet ettiği hırkayı da yanına alarak Veysel Karânî’yi (ra) ziyâret için Karen’e gitmişti. Sohbetten sonra Hz. Ömer (ra) “Ey Veysel! Bana nasihat et!” der. Veysel Karânî de “Ey Ömer halk seni tanır mı?” diye sorar. “Evet, tanır” diye cevap verince Veysel Karânî, “Halkı bırak, Rabbin seni tanıması senin için yeterli olmalıdır” der. Aynı Hz. Ömer bir gün mescitte hutbe okurken birdenbire "Haydi be sen de! Dün Mahzumoğulları'nın koyunlarını güdüyordun." der ve aşağıya iner. Namazdan sonra Abdurrahman b. Avf, Hz. Ömer'in yanına gelerek hutbe esnasında söylediği sözlerin sebebini sorar. Hz. Ömer (ra): Çarşıda dolaşırken "Emirü'l-Mü’minîn geçiyor." dediler. Ben de mü’minlere emir olduğumu hissettim. Bu sebeple hutbede bütün halkın huzurunda geçmişimi açıklamak, nefsimin başına bir balyoz indirmek ve şan ve şerefin bu olmadığını, gerçek şan ve şerefin Kur'ân'a inanmak ve Resûlüllah’a uymak olduğunu haykırmak istedim. Zîra ben daha dün Mahzumoğulları'nın koyunlarını güden bir çobandım. Bugün Allah (cc) beni bu konuma getirdi. GERÇEK MAKAM Gerçek makam, Allah’ın rızası ve iltifatını kazanmaktır. Onun nazarındaki hoşnudluğu esas almaktır. Halklar beni bilsin, beni tanısın, benden bahsetsin yerine; Allah beni bilsin, tanısın, benden râzı olsun diyebilmektir. Bunun da ancak ihlâsla olacağını Bedîüzzaman Hazretleri eserlerinde bildirmekle birlikte ihlâsı da şöyle tanımlar “Hakperestliği nefisperestliğe tercih etmek ve hakkın hâtırı, nefsin ve enâniyetin hâtırına gâlib gelmek.” İnsanların nazarında birisini meşhur etmek Allah’ın vazifesidir. Allah dilerse, kişi böyle bir talepte olmasa bile Allah onu halklara tanıttırır. Buradaki ince ayrıntı, insan bunu yani insanların nazarında bir yer kazanma düşüncesini önceleyerek hareket etmemesidir. Her Müslüman’ın en önemli vazifesi Allah’ı râzı etmektir. Onun râzı olacağı şekilde hareket etmektir. Başkalarının teveccühünü ve muhabbetini kazanacağım diyerekten Allah’ın rızasının dışına çıkmamaktır. Bedîüzzaman Hazretleri’nin mealen aktaracağım şu ihtarını da gözden kaçırmamak gerekir. İnsanların teveccühü istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Çünkü ihlâsı bozar. Hem insanlar tarafından tanınıyor, biliniyor olmak bir mükâfat veya iyi bir şey değildir; bilakis ihlâssızlık yüzünden verilen bir cezadır. İnsan dünyaya sâlih ameller işlemek üzere gönderilmiştir. Sâlih amelin ruhu olan ihlâsı kırdıracak ve sâdece kabir kapısına kadar -o da zâhiren- insana bir lezzet verecek şöhret, kabirde azap olacağından dolayı her akıllı insan şöhretten, insanların sevgisini kazanacağım derken yanlış yaptıracak hubb-u cahtan kaçınır. Kaçınmak da lâzımdır. Ve cümlelerini şöyle tamamlar Hazret-i Üstad: Şöhretperestlerin ve şan şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın. Evet, insanların nazarlarında bir yer kazanma düşüncesiyle hareket gerçekten ağır bir yüktür. Sürekli beklenti içinde olmak, istediği tepkiyi alamayınca müteessir olmak, her girdiği ortamda insanların yüzüne bakıp kendisini fark etmişler mi, bütün nazarlar ona döndü mü, kendisine birileri ayağa fırlayıp yer gösterecek mi ruh hâli insanı perişan eder. Hem insanlar ayran gönüllüdür. Sonra her insanın kalbi gerçek mânâda Allah’a dönüktür. Yani her iki halde de insanlardan soğuk muâmele görme ihtimali yüksektir. Dolayısıyla insan gerçek yaratılış amacının farkında olmak ve yüzünü Allah’a dönmek mecburiyetindedir. “Ben sevdim eller aldı…” diyen sanatçı, ritim veren saz ekibi acaba ne demek istemektedirler? Yoksa şunu mu söylüyorlar: Dünya hayatı geçici. Sevginin kaynağı Allah’tır. Gerçek sevgi ise, Allah’ı sevmektedir. Siz Allah’ı sevin, Allah da sizi sevsin!

Saadet asrı İslâmiyet’in ufkunda beliren gökkuşağı gibidir. Hakikat güneşinin rahmet damlalarıyla buluşmasının ardından rengârenk canlandılar. Arab’ı, Acem’i, Habeşlisi her biri ayrı bir kuşak olup ebede kadar uzandılar. Bilal-i Habeşî siyah rengiyle ezan okurken, asili, soylusu bu güzel nidâya omuz omuza durarak cevap verdiler. Resûlullah (asm) da “Arab’ın Acem’e, Acem’in Arab’a üstünlüğü yoktur. Üstünlük, ancak takva iledir.” fermanını okudu. Yeryüzünde bir bahar mevsimini düşünelim. Bütün hayvanat ve nebatat ayrı ayrı bir ordu misali… Bizler temaşa ederken diyebilir miyiz ki “Ben sâdece papatyaları seyretmek istiyorum. Etrafında güzel kokular saçan diğer çiçekler, hoş zikirli böcekler bu kırdan ayrılsın.” Ne kadar ahmaklık ederiz. Aynen öyle de; milliyetçilik duygularıyla kendimizi küçük bir dâire içine kapatıp, geniş dâirelerdeki menfaatten mahrum kalmak, Müslümanın hasleti olamaz. Üstad’ın dediği gibi “Acaba hangi unsur var ki 350 milyon (şimdi 1,5 milyar) vardır? Ve İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sâhibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın.” Kelime-i şehâdetin sancağı altında toplanan biz Müslümanlar ırk ve milliyet ayrımı yapamayız. Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede şöyle buyurur “O zaman inkâr edenler kalplerine taassubu, câhiliyet taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisini ve mü’minlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onları takva sözü üzerine durdurdu. Zâten onlar buna pek lâyık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.” Tarihe bir göz attığımızda ne zaman bu sancağın gölgesine ırkçılık tohumları atıldı; çıkan mahsulât zehir olup o toplumu zehirledi. Hiçbir şekilde hedefe ulaşamayan ehl-i küfür, milliyetçilik ve ırkçılık mikrobuyla İslâm milletleri içine tefrika soktu. İslâm ordusu ise kendisine okunan “İşte ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlatları! 6 yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hakîm’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz. Müthiş hücumları def ettiniz.” fermanıyla tevhid sancağını taşıyıp yeniden bir dünya milleti oldu. Nerede Türk var, orada İslâmiyet var düsturunu yazdık. Böyle bir milletin kanı ancak kelime-i şehâdetin dolaştığı kandır. Irkçılık selini damarlarında hoplatan, Müslümanlık âzâlarını hüsrana uğratır. Kalp milliyetçilik aşkıyla atar. Akıl, îman, İslâm fermanlarını bırakıp, o bulanık selin hücumuna uğrar. Vicdan mü’minlik hasletleri susmuş bir dilsiz olur. Kur’ân hükümlerinin yeri milliyetinin kanlarıyla dolar. Resûlullah sünnetinin yerinde milliyetinin örf ve âdetleri tercih edilir. İşte milliyetçilik cehâlete ve hüsrana sürükleyen bir seldir. Resûlullah (asm) şöyle buyurur “Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık için savaşan bizden değildir. Irkçılık üzere, asabiye uğruna ölen bizden değildir.” “Mü’minler ancak kardeştir.” âyet-i kerime öyle geniş bir kardeşlik dâiresi belirlemiş ki ana-baba-evlat ilişkisi bile ortadan kalkmış. Soy-sop ayrımı yapmadan geçmişten geleceğe kadar ufkumuzu açmış. Biz mü’minler bu güzel seyrangâhta her milletin sofrasından gıdamızı almalıyız. İçtiğimiz tutuculuk zehri sebebiyle kabaran “ene”mizi yeniden ihlâs şifa kaynağına ulaştırmalıyız. Çünkü Rabbimiz bir, Peygamberimiz bir, Kitabımız bir, hepsi bir, bir, bir… Sayılmayacak kadar bir… Böyle bir uhuvvetin bağlarını kırıp örümcek ağı hükmünde olan ırk ve milliyet bağına sarılmak saadetimizi tehlikeye atmaktır. İpini tuttuğumuz ağ bizi yarı yolda bırakabilir. Irkçılık, dünyevî menfaatler üzerine bina edilmiş olduğundan uhuvvetten ziyâde menfaat ön plandadır. Bazen biz zulme uğrarız, bazen biz zulüm ederiz. Resûlullah (asm) şöyle buyurur “Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” Ruh penceremizin camları ırkçılık karanlığına bürünüp uhuvvetin ulvî manzaralarına ters döner. Vicdan, îmanın aydınlık hakikatleri yerine nefsin karanlık hislerine bürünebilir. Böylece, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerini seyrettiğimiz aynamız olan vicdan kırılmış olur. Akıl gerçek gözlüğünü çıkarıp kendini oyalayan oyuncak gözlüklerle aldanır. “Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve îmandır” Irkımız, milliyetimiz her ne olursa olsun, dünya üzerinde hayat bineğine binmişiz. Bu yolculukta hızla ilerliyoruz. Şeytan her an bizi aldatıyor. Tek tek baş edemeyince, milliyetçilik damarımıza girip bizi mağlup ediyor. Ehl-i îman olmasa bile kendi milliyetimizden olan kişiyi mü’min kardeşimizden çok sevebiliyoruz. Acaba hayır cihetinde bana menfaati var mıdır? Yirmi dört saatte bir kez benim için duâ etmiş midir? Arka arkaya cevapsız sualler. Irkçılık aşkıyla yanıp tutuşan bizler, acaba sekerat anında kendimize gelecek duâların milliyetine bakabilecek miyiz? Üstümüze sarılan kefenin hangi ülkede dokunduğunu sorabilecek miyiz? Musalla taşında iken namazımızı kılan hocanın soyunu, ırkını sorabilecek miyiz? Merak ederiz. Berzah âleminde imdadımıza yetişenlerin rengine bakabilecek miyiz? Kıyâmet günü haşir meydanında soyu Arap olan Peygamber (asm)’in şefaatinden istemem diyebilecek miyiz? Merak ediyorum, sırattan geçerken “kendi ırkımla geçeceğim” safsatası hâlâ dilimizde olacak mı? İyi amellerin soyunla paylaştırılacak denildiğinde râzı olacak mıyız? İşte dessas şeytanın oyunu bizi aldatmasın. Hak yoldaki değerlerimiz bizim milletimizdir. Dâire geniş, yol emniyetli. Elmas hükmündeki uhuvvet değerlerimiz cam şişelere değişilmez.

… اِنِّى جَاعِلٌ فِى الْاَرْضِ خَلِيفَةً (…ben bir halife yaratacağım) ilââhir, müjdesine mazhar, yaratılmışların en şereflisi olma kabiliyet ve cihazlarıyla donatılarak yaratılan ve dünyaya gönderilen insanının bu mübârek ve mukaddes nurlu yolculuğun tamamlanmasına engel olacak dünyevî, nefsanî ve şeytanî pek çok tuzaklar, hileler mevcuttur. Nitekim Kur’ân’ın nakletmesiyle şeytan Cenâb-ı Hakk’a “Ben de Sen’in ihlâslı kulların hâriç, herkesi Sana düşman edeceğim ve onları azdıracağım.” diyerek bu tehlikeli yola bir şekilde bizim de dikkatimizi çekmiş olmaktadır. Kin, düşmanlık, kıskançlık, öfke, inat, hırs, ümitsizlik, korku, makam sevgisi, bencillik, gösteriş, ameline güvenme, tenkid vs gibi muzır huy ve davranışlar içten içe insanın mâneviyatını bitirdiği gibi cemiyet hayatının da mahvolmasına sebeb başlıca âmillerdir. Aslında bu ve benzeri sıfatlar dahi Allahu Teâlâ tarafından pek çok hikmetler ve gâyeler için yaratılmış olmakla beraber bu sıfatların meşrû dâirede kullanılacakları yer ve zamanlar da vardır. Düşmanlğın, kendi nefsimize döndürülerek ona düşmanlık beslenilmesi yani onun ıslahına çalışılması; inadın, hakta sebat ve sadakatte istimal edilmesi; makam sevgisinin Allah’ın rızası makamının kazanılması şeklinde kullanılması birkaç meşru örnektir. Fakat insanların çoğu bu huy ve sıfatları şerde kullandıklarından ötürü bu huylar hep kötü huylar olarak anılır hâle gelmiştir. Konumuz kötü huyların hayırda nasıl kullanılabileceği ve yüzlerinin âhirete nasıl çevrilebileceği konusu olmadığından bu hususu başka bir vakte bırakarak bu kötü huylardan bir tanesine ve bunun zararlarına işâret etmeye çalışacağız. İnsanın maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî hayatını karartan sayısız kalbî hastalıklardan birisi belki de en mühimi enâniyettir. Arapça “ben” mânâsına gelen “ene” kelimesinden türemiş olan enâniyet, kısaca “bencillik” kelimesiyle ifâde edilmektedir. "İnsanın yalnız kendisiyle ilgilenmesi, herkesi ve her şeyi kendi menfaati için kullanma isteği " ve "kendini üstün görme, kendini her şeyin gâyesi olarak kabul etme arzusu" anlamındaki enâniyeti çirkin gören pek çok ifâde Kur'ân'da ve hadislerde yer almaktadır. Mesela: وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ (Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zîra Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.) (Lokman,18) Resûlullah (asm) buyuruyorlar ki: Ashâbım, haberiniz olsun, size ehl-i cenneti bildireyim: Her zayıf olan ve halk tarafından zayıf görülen (mütevâzı) her mü'min cennetliktir. (Hâlbuki) o mü'min Allah(ın kerem ve inâyetine) yemin etse, muhakkak ki Allah onu (ihsan ve inâyeti ile) yemininde gerçek çıkarırdı. Ey Ashâbım, iyi dinleyiniz, size cehennem halkını da bildireyim. Onlar da katı yürekli, kibirli ve hilekâr, ululuk taslayan kimselerdir. Bu dünyaya kâinatın yaratıcısını tanımak ve O’na îman edip ibâdet etmek için gönderilen insanın, yaratıcısını tanımaya vesile olacak bir mânevî cihaz insanın mâhiyetine yerleştirilmiştir ki, bu cihaz enâniyettir. Evet, insan enâniyeti vâsıtasıyla “Rabbinin birliğini, her şey O’nun mülkü olduğunu ve hakikatte O’na hizmet ettiğini, her şey O’nun ile var ve dâim olduğunu, bütün varlıklar O’nun tarafından yaratıldığı ve yalnızca O’na kulluk etmesi gerektiği” gibi İlahî sıfatları anlayıp gerçek kulluk şuuruna sâhip olması gerekirken, enâniyet duygusunu bütün bütün yaratılış gâyesine zıt olarak kendi şahsı ve varlığı için sarf ederek emânete hıyânet etmiş olur. Nâzik ve nazlı masum bir çocuğun güçsüz ve kuvvetsiz oluşu bütün büyük ve güçlüleri hatta zâlimleri bile o çocuğun etrafında hizmetkar yaptığı gibi, insanın hadd-i zâtında âciz ve zayıf olması sebebiyle bütün varlıklar ve şu koca kâinat emrine verilmiş ve itaat ettirilmiş olduğu halde insan, enâniyetini nefis hesabına ve şerde kullanarak, sâhib olduğu maddî ve mânevî ne kadar kazançları varsa kendi aslî ve zâtî güç, kuvvet ve ilmiyle elde ettiğini vehmedip iddia eder. Hâlbuki insan Cenâb-ı Hakk’ın hem mülkü, hem kulu, hem de mülkünde çalışan bir hizmetkârıdır. Kendisi de, fiilleri de Allahu Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Hayatı veren O ve o hayatı gıdalarla devam ettiren yine O ve yine hayata lâzım bütün ihtiyaçları temin ve tedârik eden yine O’dur. İnsanları aldatan, bugünkü veya geçmişteki sanat, fen, teknolojik gelişmeler ve medeniyetin ulaşmış olduğu baş döndürücü zirve, sanıldığı gibi insanın, uğraşarak, boğuşarak engelleri tek başına aşarak elde etmesi değildir. Bilakis o, insanoğlunun âcizliğine, zayıflığına, fakirliğine ve câhilliğine binaen Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin, şefkat ve merhametinin neticesi olarak beşere ihsanı, ikramı, lütfu, ilhamıdır ki insan bu seviyelere ulaşmıştır. Aslî yapısı bu şekilde âcizlik ve zayıflık olan insan, karanlığı şiddeti aydınlığın derecesinin daha iyi anlaşılmasına vesile olduğu gibi insanda acz ve zâfıyla Rabbinin nihâyetsiz isim ve sıfatlarının mükemmel mânâda tanınıp, bilinmesine vesile olması gerekirken maalesef insan bu vasfını unutarak hakikî olarak yalnız kendisini sever ve kendisini nihâyetsiz medheder; kusur ve noksanlıkları asla kendi üzerine almak istemez ve kendini bitip tükenmek bilmeyen bir tarzda müdâfaa eder; dâima iyiliği kendinden bilir ve gururlanır; kendini serbest ve müstakil ve kendi kendine var olmuş kabul eder. Ve neticede bir çeşit rubûbiyet iddiasında bulunarak Mabud’una karşı düşmancasına bir isyanı taşır; İnsî ve cinnî şeytanlar beşerin bu damarından istifâde ederek dalâlet ve isyan vâdilerinde insanı âdeta uçurarak dünya ve âhiret felâketlerine maruz bıraktırmaktadırlar. Ve yine şeytanlar bu enâniyet ve kibir damarını tutarak birçok îman ve Kur’ân hizmetkârını bu nurlu yolundan vazgeçirmektedirler. Bir ehl-i îman haklı ve gerekli dahi olsa hususan bu asırda enâniyet ve benlik hissini hizmetlerinde istimal etmemelidir. Çünkü dalâlet ehli insanlar, mü’minleri de kendileri gibi zannederler ve bu sebeble îman dâvâsına zarar gelir. Netice îtibariyle elinde sâdece “istemek” sermayesi bulunan ve ondan başka hiçbir şeye hakikî mânâda sâhip olamayan insan, enâniyetten sıyrılarak لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (Mülk O’nundur, hamd O’na yapılır, hüküm O’na âittir. Ve sizler O’na döndürüleceksiniz.) diyerek hakikî kulluğunu takınıp, Abdiyyeti yani kulluğu içinde bir sultan, küçüklüğü içinde bir âlem olmaya (eğer dünya ve âhiret hüsranı yaşamak istemiyorsa) mecburdur.

Şahsî kemâlât ve faziletini (!) kaybetmesine sebep olan âdemoğluna düşmandı İblis. Ondan intikam almaya yeminliydi. Artık tek bir gâyesi vardı. O da insanoğlunu Hak katında alçaltmak ve esfel-i sâfilîne düşürmekti. Ancak o zaman rahat edecekti. Bu yüzden insanoğlunu yaratılışça en zayıf noktalarından vuracaktı. Kıyâmete kadar mühlet isterken şöyle demişti Cenâb-ı Hakk’a “Öyle ise beni azdırmandan dolayı (ben de) mutlaka onlar(ı saptırmak) için, senin dosdoğru yoluna oturacağım!” “Sonra elbette onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve (sen) onların çoğunu şükredici kimseler bulmayacaksın!” (A’raf, 16-17) Bu yazımızda şeytanın, îman ve Kur’ân hizmetkârlarının iki zayıf yönünü kullanarak onları ulvî vazifelerinden alıkoymak suretiyle nasıl hüsrana maruz bıraktığını ele almaya çalışacağız. Tâ ki en büyük düşmanımıza gâfil avlanmayalım. İşte o zayıf noktalarımız: Biri tembellik, diğeri tenperverlik. Nam-ı diğer rahatına düşkünlük. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur hizmetinde hâlisen muhlisen çalışan talebelerin altı noktadan şeytanın hücumuna uğradıklarını “Hücumât-ı Sitte” isimli eserinde beyan eder. Altıncısını şöyle açıklar “İnsandaki tembellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifâde eder. Evet, şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan yakin kalbli, sadâkati kuvvetli, niyeti ihlâslı, himmeti âlî gördükleri vakit başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki: İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onların tembelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifâde ederler. Onlar, öyle desiselerle onları hizmet-i Kur'âniyeden alıkoyuyorlar ki; haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar.” (Mektubat, 277) Evet, insan fıtraten tembeldir. Hatta ehlileştirilen ve dizginleri âdemoğullarına verilen hayvanların bile insanın tembelliğinden bir hisse aldığı için yabanî emsalleri ile aralarında çok farkların bulunduğundan bahseder Bedîüzzaman Hazretleri. Onun için Cenâb-ı Hakk’ın insanları ve hayvanları bir taraftan rızka muhtaç ve rızkın zevkine müptela yaratması diğer taraftan da rızkın peşinden koşturarak tembellik ve atâletten kurtarması sonsuz hikmetinin cilvelerindendir. Fakat insanın fıtraten tembel olması vazifelerini yerine getirmemesine bahane olamaz. Çünkü fıtratına yerleştirilmiş olan istidatların, kabiliyetlerin gelişmesi, maddî ve mânevî terakkisi, fazilet ve kemâli onun gayret ve çalışmasına bir yönüyle de tembelliğini yenmesine bağlanmıştır. Bu açıdan bakıldığında denilebilir ki; nefsin tembelliğini üzerinden atamayan kişi maddeten sefâlete mahkûm olacağı gibi mâneviyattan da nasibini tam alamaz. Mânevî olgunluk ve ilerleme yolunda fazla mesâfe kat edemez. Buna işâret etmek için Yüce Rabbimiz Kur’ân’da şöyle buyurmuştur “Ve (yine bildirilmedi mi ki) şüphesiz insan için, (kendi) çalıştığından baş¬kası yoktur!” (Necm, 39) Hadis-i şeriflerde ise “Hz. Muhammed (asm) de, namazlarının sonunda el açıp Allah'a duâ ederdi. Çeşitli kötü, yanlış, zararlı ve istenmeyen şeylerden Allah'a sığınırdı. Bunlardan biri de tembelliktir. "Ya Rabbi, tembellikten sana sığınırım." derdi.” (Buhârî, Cihâd, 25, 74; Müslim, Daavât, 48, 52) Hatta Peygamber (asm) zamanında Müslüman olan insanlar ona biat edince, Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet edeceklerine ve tembellikte bulunmayacaklarına, tembellik yapmayacaklarına dâir biat ediyorlardı (Ahmed b. Hanbel, III, 322, 340, V, 325). Tembel insan durgun suya benzer. Durgunluğu kirlenmesini hızlandırmaktan başka bir şeye yaramaz. Çalışkan insanlar ise akarsuya benzerler. Necâset ve pislikler onlara zarar veremez. Çünkü aktıkça temizlenirler aynı zamanda. Tembel insanlar sol el gibidir. Sol el nasıl ki kullanmaya kullanmaya güçsüzleşir, yetenekleri atıl kaldığından gelişmez. Aynen öyle de tembellik insanın kabiliyetlerini köreltir, gelişmesini engeller. Bu noktadan Üstad Hazretleri tembel insanları yaşayan ölülere ve yürüyen mezarlara benzetir. Tembellik ilim erbabı için büyük bir musibettir. Çünkü ilimde duraklama ilmin yok olup gitmesine sebeptir. İslâmiyet’te âlimler ilmi olmayanlardan üstün kabul edilir. Fakat ilmin sonu yoktur. Kişi ilimde ne kadar mesâfe alırsa alsın bir başkasının onu geçmesi her zaman mümkündür. "Her ilim sâhibinden üstün bir âlim bulunur." (Yusuf, 76) âyeti bu hakikate işâret eder. Öyleyse ilmî üstünlüğü olan, kendini önde sanan kişi gaflete ve atâlete düşmemelidir. Bütün kuvvetiyle ilimde terakki ederek ilerlemeye, derinleşmeye gayret göstermelidir. Hz. Musa (as)’nın ilim için Hz. Hızır (as)’ın peşinden gitmesi bizlere ilmin ne derece kıymettar bir meta olduğunu ve ilimde terakki edip derinleşmek için çaba sarf edip pek çok fedakârlığa katlanmak gerektiğini gösterir. Tembellik ilim erbabına musibet olduğu gibi hizmet ehli için de büyük bir beladır. Bedîüzzaman Hazretleri hizmet-i îmaniye ve hizmet-i Kur’âniyede bulunanların bir fabrikanın çarklarına benzediğini ifâde eder. Umumî maksada hizmet eden her bir çark, kendi vazifesini yapmakla beraber diğerlerinin hareketini engelleyecek tarzda çalışmamalıdır. Yoksa tek bir çark dursa bütün çarklar ona bağlı olarak dururlar. Bu da oradaki hizmeti baltaladığı gibi umumî maksadı da zedeler. Hizmette tembellik etmek sâdece şahsın kendisine zarar vermez. Aynı zamanda diğer arkadaşların kuvve-i mâneviyelerini, morallerini de olumsuz yönde etkiler. Bu açıdan bakılırsa tembelliğin umumî hizmetin akışını, sağlıklı işleyişini ve hizmetten istifâdeyi engellediğini söyleyebiliriz. Kur’ân hizmetkârlarını ulvî hizmetlerinden alıkoyan ikinci bir sebep de tenperverlik, rahatına düşkünlüktür. İnsanın tenperverliğinden şeytan çok istifâde eder. Bu damarı tahrik ederek insanın terakkiyatını engellediği gibi âhirete yönelik hizmetlerinden de geri bırakır. Rahatına kıyamayan kimse ne dünyevî ne de uhrevî hizmetlerde muvaffak olamaz. Asr-ı saadetten beri İslâmiyet’e hizmet edenlerin ortak özellikleri, ümmetin saadet ve selâmetleri için kendi rahatlarını feda etmeleridir. Dîn-i mübin-i İslâm’a hizmet aşkıyla ashâb-ı kiram efendilerimiz memleketlerinden binlerce kilometre uzaklarda ruhlarını Rahman’a teslim ederlerken arkadan gelenlere en mühim dersi veriyorlardı. Mekke ve Medine gibi iki mübârek beldeyi, Kâbe’yi, Ravza-yı Mutahhara’yı ve Cennetü’l-Bâki’yi bırakıp binlerce kilometre uzakta yaşamanın ve oralarda ölmenin mantığı neydi acaba? Bu sualin en mühim cevabı şu olsa gerek: Cihad ruhu ve fedakârlık. Çünkü îmana hizmetin şifresi fedakârlıktır. Kur’ân’a hizmetin formülü rahatını terktir. İnsanlığın ebedî hayatının kurtuluşu tembelliği ve tenperverliği terk edip hizmette koşmaktır. Hangi vicdan yanı başındaki yangına bigâne kalabilir. Üstad Bedîüzzaman’ın ifâdesiyle “Önümde dehşetli bir yangın var. İçinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmaya çalışıyorum…” misali yangını söndürmeye çalışmak herkes için evvela insaniyetin sonra da İslâmiyet’in gereğidir. Hakikî himmet ve hamiyet sâhipleri yani vatan ve milletin hatta ümmetin selâmeti için gayret gösterenler, her şeylerini bu yolda feda etmişlerdir. “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.” sözünü şiar edinenlerdir hakikî vatanperverler. Uhrevî hizmetlerde rahatına düşkünlükle en büyük zararı insan kendi kendine verir. Mânevî terakki ve ilerlemeden kendi kendini mahrum etmekle kalmayıp huzur-u İlahîde hesabını veremeyeceği bir mesuliyeti de boynuna takmış olur. Çünkü âyetin açık ifâdesiyle “Sonra o gün, (size dünyada verilmiş olan) nimetlerden (teker teker) mutlaka sorulacaksınız!” (Tekâsür, 8) hakikati insanı bağlar. Tembellik ve tenperverlik şeytanın altı desisesi içinde en zayıf olanları gibi görünürler. Fakat hizmet ehlinin en büyük zayiatı bu iki desiseden verdiğini söylesek yanlış olmaz sanırım. Bazen büyük hedefler küçük detayların ihmaliyle tutturulamayabiliyor. Tembellik ve tenperverlik kem âlât olmakla beraber insanın fıtratına imtihan gereği konulmuştur. Tembellik ve tenperverlik kemâlâtın, mânevî ilerlemenin içimizdeki düşmanlarıdır. Bir taraftan nefis ve şeytanla mücâdele ederken diğer taraftan şeytanın iş birlikçileri olan tembellik ve tenperverlikle de savaşmamız gerekiyor. Şeytan, hizmet-i Kur’âniyede bulunanları bazen de vazifedarlık damarından vurur. Onları fuzulî şeylerle meşgul ederek ulvî vazifelerinde ihmalkârlığa sevk eder. Nâfileyle meşgul edip farzı terk ettirir. Bu yanlışa düşmemenin en mühim şartı uyanık olmak ve her zaman aslî vazifeleri tâli işlere tercih etmektir. Öncelikleri yanlış belirlemek insana büyük neticeleri kaybettirir. Hizmet ehlinin önceliği her zaman hizmet-i îmaniye ve hizmet-i Kur’âniyenin inkişaf ve gelişmesine çalışmak olmalıdır. Hayatının en mühim vazifesini bu esas üzerine bina edenler hizmette istikrar ve devamlılığı kazanırlar. Kemâlât damına çıkmak isteyen, tembellik ve tenperverlik engellerini, tuzaklarını aşmalı; şeytanın bu sinsi desiseleriyle mücâdele etmelidir. Hayatta istikamet, hizmette müdâvemet (devamlılık), nefis ve şeytana karşı mukavemet (dayanıklılık) ilim ve marifette rüsuhiyet (sağlamlık, derinlik) ubûdiyet ve kullukta rüchâniyet (üstünlük) Cenâb-ı Hakk’a kurbiyet (yakınlık) Resûlullah’a (asm) hakikî ümmet olmak isteyen, en önce tembellik ve tenperverliğini öldürmelidir. Cenâb-ı Erhamurrâhimîn Hazretleri hepimizi nefsin tembellik ve tenperverliğinden kurtarsın. Âmîn.

İHLÂSI KIRAN 8 MÂNİ -Birincisi: Maddî menfaatleri elde etmeye çalışmaktan gelen ‘rekabet’. -İkincisi: ‘Makam sevgisi’. Yani, insanların nazarında mevki ve makam sâhibi olmak. -Üçüncüsü: ‘Korku’. -Dördüncüsü: ‘Tama’ (aç gözlülük). -Beşincisi: ‘Enâniyet’. Yani ‘benlik’ duygusu. -Altıncısı: ‘Irkçılık’. -Yedincisi: ‘Vazifedârlık’. Yani, vazifesi olmayan şeyleri de kendine vazife yapmak. -Sekizincisi: ‘Tenperverlik’. Yani, rahata ve kendine düşkünlüktür. DÂİMA İHLÂSLI OLMAK İÇİN 4 DÜSTUR Birincisi: Amellerde ‘Allah’ın rızası’ olmalı. İkincisi: Hakk’a hizmet edenleri tenkid etmemek ve onların gıpta damarını tahrik etmemeye çalışmak. Üçüncüsü: Bütün kuvveti ‘ihlâs’ta ve ‘Hak’ta bilmek. Dördüncüsü: Hakk’a hizmet edenlerin şeref ve meziyetlerini kendimizde bilmek ve onlarla iftihar etmek. SEVGİNİN (MUHABBETİN) 3 SEBEBİ - Birincisi: Güzellik - İkincisi: Maddî ve mânevî mükemmellik (olgunluk). - Üçüncüsü: İyilik, ihsan. HİMMETİ DAĞITAN 8 DÜŞMAN İnsanın kıymetini tayin eden himmetidir. Himmet ise hedef kabul edilen şeyin önem derecesidir. “Kimin himmeti, ‘milleti’ ise o insan, tek başına bir millettir. Fakat kimin himmeti, kendi nefsi ise o, insan bile değildir.” - Birincisi: ‘Ümitsizlik’ Bu düşmana karşı “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!” (Zümer, 53) âyetinin kılıcı ile karşılık vermek gerektir. - İkincisi: ‘Birbirine üstün gelme’, ‘öne geçme’ arzusu. Buna karşı “Allah için olunuz!” hakikatini göndermek gerektir. - Üçüncüsü: ‘Aceleci’ olmak, ‘sabırsızlık’ göstermek. Bu düşmana karşı “Sabredin! Sabırda (düşmanlarınıza) üstün gelin! (Her an cihâda) hazırlıklı olun.” (Âl-i İmran, 200) âyetini siper yapmak gerektir. - Dördüncüsü: ‘Ferdiyetçi’ ve ‘şahsî’ düşünce. Bu düşmanla mücâdeleye "İnsanların en hayırlısı, onlara faydalı olandır." hadîs-i şerîfini göndermek gerektir. - Beşincisi: Başkasının tenbelliğine ve gevşekliğine bakan, ‘görenek belâsı’. Bu düşmana karşı “Tevekkül edenler ise, artık ancak Allah’a tevekkül etsin.” (İbrahim,12) âyetini sığınak yapmak gerektir. - Altıncısı: Âcizlik ve nefse îtimatsızlıktan ortaya çıkan, ‘işi başkasına havâle etmek’. Buna karşı himmeti "Siz doğru yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar veremez." (Mâide,105) âyetinde ifâde edilen en yüksek zirveye çıkarmak gerektir. - Yedincisi: Kendi vazifemizi unutup, ‘Allah’ın vazifesine karışmak’. Bu düşmana karşı “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud, 112) Ve “Efendine, efendi olmaya çalışma.” hakikatlerini göndermek gerektir. - Sekizincisi: Bütün sıkıntı ve zorlukların anası ve bütün rezilliklerin yuvası olan ‘rahata meyletmek’. Bu ‘sihirbaz cellat’ gibi olan düşmana karşı "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." (Necm, 39) âyetini göndermek gerektir. SEBEPSİZ VE VÂSITASIZ YARATILAN 3 ŞEY - Birincisi: Vücud (varlık)- İkincisi: Rahmet- Üçüncüsü: Hayat

Yazıya Karşı İstek ve Arzu Bazı kişilerde güzel hatları görünce geçici bir hevesle yazı öğrenme arzusu doğar; ancak meşke başlayınca bu işin kolay olmadığını, ciddi bir gayret ve aşk istediğini anlayınca bu heves geçer. Böyle geçici bir heves, asla sonuç vermez. Talebe yazıya karşı ne kadar istekli olursa, başarı derecesi o nisbette yüksek olur. Onun için azimle gayret göstermek gereklidir. Gayretli, istekli talebe, hazıroluşluk sebebiyle, başkalarının göremediği detayları daha kolay fark eder. Şöyle ki, sanat aşkı olan talebe, sadece hocanın verdikleri ile kalmaz; yeni şeyler arar; kavrayamadıklarını, anlayamadıklarını hocaya sorar; numûnelere bakar; kitaplardan okumaya çalışır ve teknik imkânları kullanarak daha ileri gider. Böylece o âlet ve malzeme noktasında arayışa girerek, sanata dair temel bilgileri öğrenmeye çalışır. Onun hayatı, yazıya başladıktan sonra âdeta yeniden şekillenmeye başlar. Bu azim ve gayret hocanın isabetli yönlendirmesi ile de birleşince başarı derecesi artar. Bazı hocalardan kısa süreli de olsa istifade etmesine rağmen, daha çok kendisini yetiştiren bir sanatkâr olmakla ön plâna çıkan Hattat Hamid Bey (1891–1982), hastanede yapılan son mülâkatında, kendi yetişmesi ile ilgili olarak, şu bilgileri vermiştir: “Pederim yazıdan beni menetmesine rağmen ben bir türlü vazgeçemiyordum. Uzun kış gecelerinde sabahlara kadar lambanın ışığında çalışırdım. Hatta bir gece babam ‘Artık yat, sabah mektebe gideceksin kalkamazsın’ dedi. Ben de ‘merak etme kalkarım’ cevabını verdim. Odamdan ayrılıp gidip yattı, ben yatmadım. Biraz sonra tekrar geldi baktı ki ben hâlâ çalışıyorum. ‘Ben sana yat demedim mi?’ diye gürleyerek lambayı söndürdü. Ben çaresiz yattım. Fakat yazım yarım kaldı. Aklım hep onda bir türlü uyuyamıyorum. Bekliyorum derin uykuya dalsınlar da kalkıp tekrar yazayım. Bir müddet geçtikten sonra tekrar kalktım, etrafı kontrol ettim. Eh tam zamanıdır, gaz lambasını yaktım yazıyı tamamlamaya koyuldum. Aksilik bu ya babam gürültüme uyanmış. ‘Sen tekrar kalkmışsın yazıyorsun ha!’ diyerek lambayı söndürdü kapının dışına koydu. ‘Hadi, yat’ diyerek kapıyı üstüme kilitledi. Ben de çaresiz yattım. İşte ben bu azimle çalışırdım. Bu günlere bu sayede geldim. Bana bugünkü bu kıymeti verdiren o zamanki yazı aşkıdır (Yazıcı, 1983: 407). Kendine has muhteşem istifleriyle öne çıkan Hattat Aziz Efendi (1872–1934), Kâğıthane’den Nûruosmaniye’deki meşkhâneye, bazen de hocası Ârif Efendi (1830–1909)’nin Saraçhânebaşı’ndaki evine, haftada iki gün, uzun yıllar yaya olarak, yazı öğrenmek azmiyle devam etmiştir. Onun sanat aşkını, sabrını, azmini, hocanın ferâğati ve karşılık beklemeden verdiği hizmeti gösteren şu hatırası hat sanatında azmin önemini gösteren güzel bir örnektir: “Çok şiddetli bir kış günü, Ârif Efendi, hem yolların karla kaplı, hem de hasta olması sebebiyle, meşkhâneye gitmekte tereddüt eder. Fakat hiç kimse gelmezse bu zor şartlara rağmen Aziz gelir düşüncesiyle dershâneye gelen Ârif Efendi, talebesinin kendisini beklemekte olduğunu görünce: “Evlâdım bu gün ders gösteremeyecek kadar rahatsızdım, fakat seni mahzun etmemek için geldim” der (Serin, B1999: 14). Kabiliyeti Doğru Yönlendirmek Her talebe ayrı bir dünyadır ve her talebenin kavrayış ve ilerleyişine göre, ayrı bir yol takip edilmelidir. “Hak Dini Kur’ân Dili” adlı tefsiriyle şöhret bulan ve aynı zamanda iyi bir hattat olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (1878–1942), gençliğinde Filibeli Hacı Ârif Efendi (1830-1909) merhumdan yazı tahsîline başlamış; kısa zamanda sülüs ve nesihi ilerletmiş; gerek güzel yazıya olan kabiliyetinin ve gerek ilim tahsili hususundaki merakının fazlalığı hocasının dikkatini çekmiş ve “Oğlum! Artık Sâmi Efendi’ye gitmenin zamanı gelmiştir. Sanata olan istidâd ve kabiliyetini uzun zaman hapsetmek istemem” demiştir. Daha sonra da onu alıp hat sanatımızın büyük ustalarından Sâmi Efendi (1838–1912)’ye götürmüştür. Arif Efendi, Elmalılı’yı Sami Efendi’ye takdim ederken onun kulağına bir şeyler fısıldamıştır. Böylece Sâmi Efendi, Hamdi Yazır’ın hususiyetini derhal takdîr etmiş; ona arkadaşlarından ayrı bir tâlim usûlü tutturmuş ve kısa zamanda icâzet vererek resmen hattat olarak yazı yazmaya başlatmıştır (1981: 123). Merhum müfessir bu hadiseyi anlattıktan sonra, kardeşi Hattat Mahmud Bedreddin Yazır (1893–1952)’a şu tavsiyede bulunmuştur: “Kardeşim, senin de yazıya merakın var. Çalış, fakat insanda her neye istidâd ve kabiliyet olursa olsun, gereği gibi terbiye edecek ellere düşmezse sâhibini şaşırtır ve azıtır. Onun için dikkat et, hayatında yolunu bu iki şeytanın eline teslim etme, onları yularlayıp hayrına çalışan yorulmaz iki sâdık uşak haline getir. Yoksa mîrasyedi zengin ahlâksızlara döner; Hakk’ın verdiği ve vereceği nimetleri, istidâd ve kabiliyetinin fena mecralara kayması yüzünden hebâ ederek sonunda eli boş kalırsın” (1981: 123). Çok Meşk Yapmak Yazı seyretmekle değil, çok yazmakla elde edilir. Çok yazmaktan maksat ise, gelişi güzel kâğıtlar doldurmak değil, usulüne uygun ve daha güzeli elde etmeye yönelik çok temrin yapmaktır. Bu sayede öğrencinin yazı melekesi artar, anlayışı kuvvetlenir ve yazısı metânet kazanır. Böylece talebe kusurlarını görür, bediî zevki daha candan duyar (1981: 127). Yukarıdaki ifadelerden güzel numûneler incelemenin ve seyretmenin fâidesiz olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Çünkü talebe, bu seyir ve inceleme neticesinde harflerin bünye, teşrifât, istif gibi husûsiyetlerinin inceliklerini kavrar ve ufku açılır. Temrin yaparken, harflerin birbirleri ile olan ilişkileri, satırda duruşları gibi hususiyetleri de dikkate alınarak, numuneler üzerinde cetvel, gönye gibi âletler kullanılarak, mütalaalar yapılmalıdır. Bu çalışma esnasında birtakım anlaşılmamış incelikler fark edilmiş ve anlaşılamayan noktalar ise, hocaya sorularak açığa kavuşturulmuş olur. Hat sanatına başlayan talebe, meşk ilerledikçe beraberinde bir takım disiplinleri de kazanır; sıhhatine dikkat etmeyi, özellikle elini ve gözünü zararlı şeylerden korumayı öğrenir. Aynı zamanda o, mürekkep yapma, kâğıt boyama ve aharlama gibi işlerle uğraşarak el becerilerini de geliştirir. Hat sanatında hoca, her yönüyle örnek bir şahsiyet, bir model konumunda olduğu için, dâima talebe tarafından taklit edilme durumundadır. Hocanın estetik zevkleri, hayat tarzı, çalışma tarzı, ahlâkî anlayışı talebe üzerinde ciddî tesirler bırakır.

Zeyd bin Hârise (ra) Küçük yaşta esir edilerek köleleştirilen Zeyd bin Hârise (ra), Hz. Hatice (ra) tarafından alınarak Peygamber Efendimiz’e (asm) hediye edilmiştir. Sonraları babası, Zeyd bin Hârise’yi (ra) bularak yaşadığı şehre gelmesini istemişse de Zeyd bin Hârise (ra) azad edildiği hâlde Peygamber Efendimiz’i (asm) tercih etmiş ve hizmetinde bulunmaya devam etmiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm) de Zeyd bin Hârise’yi (ra) mânevî evlâdı olarak kabul etmişti. Zeyd bin Hârise (ra), Zeyneb bint-i Cahş (ra) vâlidemizle evlenmiş; fakat Zeyneb bint-i Cahş (ra) vâlidemizin Peygamber hanımı olacak fıtratta olduğunu fark edince boşanmıştır. Zeyneb binti Cahş (ra) vâlidemiz Ahzab Sûresi 37. âyetin “Zeyd (kendisini fazilet cihetiyle ona koca olarak denk görmediğinden) ondan ihtiyacı (olan boşamasını) yerine getirince onu Sana (biz) nikâhladık.” emri ile Peygamber Efendimiz (asm) ile evlenerek ezvâc-ı tâhirat arasına girmiştir. Zeyd bin Hârise (ra) bütün gazvelerde Peygamber Efendimiz’in (asm) yanında yer aldı ve O’nu korudu. En son Mute Seriyyesinde şehid oldu. O şehid olurken Peygamber Efendimiz (asm) de Medine’de gözyaşları içinde ‘Allahım, Zeyd’e mağfiret et!’ duâsıyla şehâdet haberini Ashâb-ı Kirâm’a veriyordu. Hocasının Yüzüne Bakarak Sualleri Cevablıyordu Bedîüzzaman Hazretleri’nin hârikulâde zekâsını ve ilmini, Siirt ve çevresinde duymayan kalmamıştı. Molla Fethullah da âlimlere: “Bizim medreseye gâyet genç bir talebe gelmiş. Her ne sual ettimse bilâ-tevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına mütehayyir kaldım.” diye pek çok metheder. Bunun üzerine ulema bir yerde toplanarak Bedîüzzaman’ı dâvet ederler. Üstad, sorulan bütün sorulara tereddütsüz cevap verirken Molla Fethullah’ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi hocasından okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören âlimler; Bedîüzzaman’ın hârikulâde bir genç olduğuna hükmedip ilmini ve zekâsını tebrik ettiler. Sadi-i Şirazî’nin Saçları Bostan ve Gülistan’ın yazarı Şeyh Sadi-i Şirazî saçlarını kazıtırdı. Bir gün bir âlimle ilmî bir meseleyi tartışırken ortaya koyduğu delillerle tartışmayı kazanır. Yenilgiyi hazmedemeyen karşısındaki âlim zât nefsine yenik düşerek “Sen kim oluyorsun ki senin başındaki saçların sayısı kadar ilim tahsil ettim ben.” der. Sarığını başından çıkaran Şeyh Sadi ise cevâben “Şu başıma bakın da efendinin ne denli ilim ve fazilet sâhibi olduğunu anlayın.” der. Osmanlı’da Yaycılık Osmanlı’da ateşli silahlar kullanılmaya başlandıktan sonra bile asmaşlarda yay, sipahîler tarafından kullanılmaya devam etmiştir. Sebebi ise ateşli silahların pratik olmamasıydı. Usta bir yaycı dakikada on ok atabiliyordu. Yayın ana kısmı akça ağacından yapılmıştı. Ağacın üzerine Türk ustaları balık damağından kazanılan tutkal ile boynuz parçası yapıştırıyorlardı. Arka tarafına esnekliği artırmak için hayvan kirisi yapıştırılıyordu. Sonunda tamamını deri ile kaplıyorlardı. 70 kg. güç ile yayını geren bir Osmanlı okçusunun oku saatte 240 km. hıza ulaşmaktaydı. Rasathâneler İslâm medeniyetinde ilk rasathâne, Halife Me’mun tarafından Şam ve Bağdat’ta kurdurulmuştur. Bu rasathânelerde yıldızlar devamlı gözlemlenmekte ve elde edilen veriler ve değerler kayıt altına alınmaktaydı. Elde edilen verilerin ve değerlerin bugünkülere çok yakın olduğunu söyleyebiliriz. Başkanlığını Ömer Hayyam’ın yaptığı Rey şehrindeki rasathâne ile Semerkant’taki rasathânelerde gökyüzünde meydana gelen bütün astronomik hâdiseler gözlemleniyordu. Bu şekilde Müslüman ilim adamlarının gökyüzü ve astronomik hâdiselerle ilgili bilgileri o kadar genişledi ki bugün gökyüzü haritalarında kullanılan birçok yıldızın ismini 1000 sene önce onlar koydular. Akıncılar Osmanlılarda askerlik ilk olarak akıncılıkla başlamıştır. İlk akıncı bölüğü, Osman Gâzi’nin meşhur komutanlarından Köse Mihal tarafından oluşturulmuştur. Yeniçeri ve sipahî bölükleri de oluşturulunca, akıncılar özel bir birliğe dönüşmüşlerdi. Köse Mihal’in soyundan gelenler, bu orduya kumandanlık ederlerdi. Tam 250 sene akıncılar, fetihten fethe koşmuşlar, büyük hizmetler etmişlerdir. Kış mevsimini evlerinde geçirirlerdi. Yaz gelince bir araya toplanır, emir gelmesini beklerlerdi. Komşu devletlerin şehirlerine akınlar yapar, asıl ordunun işini kolaylaştırırlardı. Daha sonraları akıncılardan ve diğer askerî sınıflardan ‘serdengeçti’ ve ‘dalkılıç’ ismi verilen iki cesur sınıf daha çıkmıştır.