78. Sayı: "Cern Deneyi: Esirin Zerresinin Keşfi Mi?"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiResulullah'ı (asm) Sevmek
İtikad

Gökteki yıldızlar gibi her mânevî sıkıntımızda bize reh­berlik eden Ashâb-ı Kirâm Resûlullah’ı nasıl seviyorlardı? Son nefesinde dahi kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih edecek bir anlayışa sâhip olan Sahâbeler, Resûlullah’a (asm) her hitap edişlerinde; “Anam, babam, tatlı canım sana feda olsun” diyorlardı. Ama onların bu hitapları sözde kalmıyor, hayatlarının her noktasında fiiliyata da geçiyordu. İşte Ashâb-ı Kirâm’ın Resûlullah’ı (asm) nasıl sevdiğini bize bir nebze olsun anlatabilecek birkaç hâdise:1 İbn-i Abbas (ra) anlatıyor: “Adamın biri Resûlullah’a (asm) geldi ve: “Yâ Resûlallah! Vallahi seni çok seviyor ve devamlı ismi­ni anıyorum. Hatta kimi zamanlar öyle oluyor ki, gelip seni görme­sem canım çıkacak gibi oluyor. Sonra âhireti düşünüyorum; şâyet cennete girecek olsam bile benim derecemin seninkinin aşağısında olacağı için seni gö­remeyeceğim hatırıma geliyor, bu da bana çok zor geliyor. Ben âhirette de seninle beraber olma­yı arzuluyorum” dedi. Resûlullah (asm) ona bir şey söylemedi. Biraz sonra Peygamber Efendimiz’e (asm) Nisâ Sûresi’nin 69. Âyeti2 (O hâlde kim Allah’a ve Resûl’e itâat ederse, işte onlar; Allah’ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kimselerle beraberdirler. Hem işte onlar, ne güzel arkadaştırlar!) nâzil oldu. Re­sûlullah (asm), bu âyeti sahâbeye okudu ve onun için duâ etti.”3 Enes bin Mâlik (ra) anlatıyor: “Bir adam geldi ve Peygamber Efendimize (asm): “Kıyamet ne zamandır?” diye sordu. Resûlullah (asm) adama; “Sen kıyamet için ne hazırladın?” diye sorunca adam; “Hiçbir şey. Ancak ben, Allah’ı ve Resûlünü çok seviyorum” dedi. Adamın bu cevabı üzerine Resûlullah (asm); “O hâlde sevdiklerinle beraber olacaksın” buyurdu. Biz o zamana kadar Resûlullah’ın “O hâlde sevdiklerinle beraber olacaksın” sözüne sevindiğimiz kadar hiçbir şeye böyle sevinmemiştik.”4 İbn-i Abbas (ra) anlatıyor: “Bir ara Resûlullah’ın (asm) evinde büyük bir sıkıntı ve kıtlık duru­mu baş göstermişti. Evde yiyecek namına hiçbir şey kalmamıştı. Bu durum Hz. Ali’nin (ra) kulağına ilişince hemen dışarı çıktı ve iş aramaya koyuldu. Böylelikle Resûlullah’a (asm) yardımcı ol­mayı arzuluyordu. Nihayet Yahudi bir adamın bostanına geldi. Burada bir müddet çalıştı ve kuyudan on yedi kova su çekti. Yahudi onun bu çalışmasına karşılık on yedi tane hurma verebileceğini ve bunu dilediği hurma çeşidinden seçebileceğini söyledi. Hz. Ali (ra) çalışmasının karşılığında Acve denilen Me­dine hurmalarından on yedi tane alarak Resûlullah’a (asm) getirdi. Resûlullah (asm) hurmaları gö­rünce: “Ey Hasan’ın babası! Bu hurmalar da nereden geldi?” diye sordu. Hz. Ali (ra): “Ey Allah’ın Peygamberi! Sizin günlerdir aç olduğunuzu ve evinizde kaç zamandır yiyecek olmadığını duydum. Bunun için dışarı çıktım ve çalışıp kazanarak size yiyecek bir şeyler almak istedim.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (asm): “Seni bunu yapmaya an­cak Allah ve Resûlünün sevgisi sevk etti.” buyurdu. Hz. Ali: “Evet, yâ Resûlallah” dedi. Daha sonra Peygamber Efendimiz (asm): “Allah ve Resûlünü seven hiç kimse yoktur ki, sel suyunun akışı hızıyla ona fakirlik gel­me­sin. Kim ki; Allah ve Resûlünü severse, dünya sıkıntısına karşı hazırlıklı olsun” buyurdular.”5  Hüseyin bin Vahvah el-Ensârî (ra) anlatıyor: “Talha bin Berâ (ra) ne zaman Resûlullah’a (asm) rastlasa O’na yapışır ve ellerini, ayaklarını öperdi. Yine bir gün Resûlullah’a (asm) rastladığında O’na: “Yâ Resûlallah (asm)! Bana neyi dilerseniz emredin; sizin emri­nize karşı gelmeyeceğim” dedi. Talha, o zamanlar daha gencecik bir delikanlıydı ve onun bu sözleri Resûlullah’ın çok hoşuna gitmişti. Bu sebeble Resûlullah (asm): “O halde git babanı öldür.” dedi. Talha âniden ayağa kalktı, kapıya yöneldi, fırlayıp dışarı çıktı, yıldırım hızıyla gidiyordu. Peygamber Efendimiz (asm),  şa­ka yapmıştı, arkasından ses­lendi: “Gel, gel! Ben akraba bağlarını çiğnetmek için gön­derilmedim.” dedi. Talha bin Berâ geri döndü, Resûlullah’ın (asm) yanına geldi. Bu hâdiseden bir müddet sonra Talha hastalandı. Mevsim kıştı. Bulutlu ve soğuk bir günde Resûlullah (asm) onun ziyaretine geldi. Ziyaretini tamamladıktan sonra âile efrâdına: “Talha’yı iyi görmüyorum, ölümü yakın. Şâyet vefat ederse hemen beni haberdâr ediniz ki geleyim, cenazesinde bulunayım ve na­mazını kıldırayım. Bu hususta gevşek davranmayın” dedi ve oradan ayrıldı. Ancak daha Sâlim bin Avfo­ğullarının6 yurduna gel­meden Talha vefat etmişti. Bu sı­rada akşam olmuş ve karanlık da çökmüştü. Talha, vefat etmeden önce; “Öldüğümde beni hemen gö­mün, bir an evvel Rabbime ka­vuşturun. Resûlullah’ı (asm) da çağırmayın. Zira benim yüzüm­den etraftaki Yahudilerin O’na bir kötülüklerinin dokunmasını istemem” şeklinde bir vasiyette bulunmuştu ve vasiyeti gereği hemen defnedildi. Sabah oldu­ğunda vaziyet, Re­sûlullah’a (asm) arzedildi. Re­sûlullah (asm) gidip onun kab­rinin yanı başında durdu. İnsanlar da O’nun arkasında saf bağladılar. Peygamber Efendimiz (asm) ellerini kaldırarak: “Allahım! Sen ona, o da Sana ka­vuştuğun­da, mütebessim bir halde (Sen ondan râzı, o da Senden râzı iken) karşıla.” diye duâ etti.”7 Kaynaklar: 1- M. Yusuf Kandehlevî. O’nu (s.a.v.) Böyle Sevdiler. Hüseyin Okur (çev.), İstanbul: Semerkand Yayınları, 2007. M. Yusuf Kandehlevî. Muhtasar Hayâtü’s-Sahâbe. Mustafa Kasadar, Osman Kara, Rahmi Eyidenbilir (çev.), İstanbul: Ravza Yayınları, 5. Baskı, 2000.2- Bu âyetin tefsiri için ayrıca bakınız: Lem’alar, 7. Lem’a, s.28-29.3- Taberânî, el-Mu’cem’ül-Kebîr, nr.12959. Heysemî, Mecmâ’uz-Zevâid, 7/7.4- Buhârî, Fedâil, 6. Müslim, Birr, 163. Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, 3/168,227,228.5- İnb-i Asâkir, Târihü’l Medînet-i Dımaşk, 6/385. Ali el-Muttakî, Kenz’ul-Ummal, nr.17111.6- Burası Kubâ ile Medine arasında, Medine’ye birkaç mil uzaklıkta bir mahalledir.7- Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, nr.3554. Ali el-Muttakî, Kenz’ül-Ummâl, nr,37159. İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe, 2/227.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiResul-ü Ekrem'in (asm) Pek Yüksek Makamı
İtikad

Hazret-i Resul-ü Ekrem (asm) Kur’an’ın, “Biz seni ancak âlem­lere rahmet olarak gönderdik”(1) ifadesiyle herkese ve her şeye bakan küllî bir hayrı ve bir rahmet ciheti bulunan ve bu cihetle insanlığın diğer mahlûkat karşısında iftihar kaynağı olan en yüce bir resuldür. O, bütün âlemlere pek çok cihetle rahmet olmakla beraber en büyük bir rahmet ciheti ise, getirdiği iman nuru ve verdiği ders-i Kur’an ile bütün varlıkların hakiki kıymetlerinin bilinip şu kâinat kitabının sırlarının ortaya çık­masıdır. Allahu Teâlâ O’nun bu muallimlik vasfına işaretle şöyle buyuruyor: “And olsun ki, Allah müminlere lü­tufta bulunmuştur. Çünkü on­­la­ra içlerinden bir peygamber gönderdi, onlara(Allah’ın) âyetlerini okuyor, onları (günahlardan) temizliyor    ve onlara Kitâb’ı ve hikmeti öğ­retiyor. Hâlbuki(onlar) daha evvel gerçek­ten apaçık bir sapıklık içinde idiler.”(2) Allah Resulü (asm)’ın içimizden çıkmış bir beşer olması, onun Allah katındaki yüksek makamına ve Rabbimizin onu vesile kılarak başta insanlık olarak bütün âlemlere olan küllî rahmet tecellisinin anlaşılmasına perde olmamalıdır. Şüphesiz her hayrın sahibi ve yaratıcısı Allah’tır. Lâkin Ahmed (asm)’ın üzerinde tecelli eden pek büyük ihsanât-ı ilahiye ile O Zât-ı âlî şan en yüksek şeref ve manevî makamlara ebediyen mazhar kılınmıştır. “İbn Abbâs (ra)’dan rivâyete göre, şöyle demiştir: Peygamber (asm)’in ashabından bazı kişiler, kendisini beklemek üzere oturmuşlardı. Resûlullah (asm) çıktı onlara yaklaşınca onların konuştuklarını duydu. Bazıları şöyle diyordu: “Şaşılacak şey doğrusu Allah yaratıklarından birini dost edinmiş, İbrahim dost edinmiş diğer bir kısmı ise Musa’nın Allah’la konuşması daha hayret verici bir şeydir. Allah onunla apaçık konuşmuş­tur. Diğer bir kısmı ise İsa Allah’ın kelimesi ve ruhudur. Diğer bir kısmı da Âdem, baba­sız şekilde yaratılmış, seçkin insandır, dediler.” Resûlullah (s.a.v.) onların yanına geldi selam verip şöyle buyurdu: “Konuşmalarınızı ve hayret ettiğiniz şeyleri dinledim. İbrahim, Allah’ın dostu olup o bir gerçektir. Musa’da Allah’ın konuştuğu seçkin bir kimsedir, bu da doğrudur. İsa’da Allah’ın ruhu ve kelimesidir. Bu da bir gerçektir. Âdem: Allah seçmiştir. Bu da bir gerçektir. Dikkat ediniz! Allah’ın sevgilisi benim! Övünme yok (övünmek için söylemiyorum). Kıyamet günü hamd sancağını taşıyacak olan benim! Övünmek yok. Kıyamet gününde ilk şefaat edecek olan benim, şefaati kabul edilecek olan da benim! Fakat övünme yok. Cennetin kapılarının halkalarını ilk hareket ettirecek olan benim! Allah bana Cennet kapısını açacak beraberinde olan müminleri ve fakirleri Cennete sokacaktır, fakat övünme yok. Ben geçmişlerin ve geçeceklerin en değerlisiyim! Fakat övünme yok…”(3) Resul-ü Müctebâ aleyhi ekmeli’ t-te­hâyâ (asm) Efendimiz’in yük­­­sek manevî makamı ve ona karşı takınmamız gereken tavr-ı edeb hakkında Bediüzzaman Hazretleri pek çok ve başka söze hacet bırakmayacak izahlarda bulunmuştur. Bundan sonraki kısımda onun bu mevzudaki tespitlerini bir derece mealen sizlerle paylaşacağız. “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın halleri ve vasıfları, Siyer ve Tarih kitablarında beyan edilmiş. Fakat o vasıf ve hallerin çoğu onun insanî cihetine bakar. Hâlbuki o Zât-ı Mübarek'in manevî şahsiyet ve makamı ve kudsî mahiyeti o derece yüksek ve nuranîdir ki; Siyer ve Tarihte anlatılan vasıflar, o yüksek makama uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünkü “Sebeb olan yapan gibidir” sırrınca:(1)  Her gün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet kemalât sayfasına ilâve oluyor.(2) Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir kabiliyet ile mazhar olduğu gibi,(3) her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve(1) şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi(2) ve Kâinatın Hâlıkı’nın tercümanı(3) ve sevgilisi (Habîbullah) olan o Zât-ı Mübarek'in mahiyetinin tamamı ve hakikî kemalâtı, Siyer ve Tarihe geçen beşerî hal ve tavırlara sığışmaz. Meselâ: Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübarek; ‘çarşı içinde, bedevi bir Arabla at alış verişinde tartışmak ve bir tek şahid olan Huzeyme'yi şahid göstermek’le görünen tavırları içinde sığışmaz. İşte (hürmette) yanlış gitmemek için; her vakit beşerî mahiyeti itibariyle işitilen sıradan vasıfları içinde başını kaldırıp, hakikî mahiyetine ve peygamberlik mertebesinde durmuş nuranî manevî şahsiyetine bakmak lâzımdır. Yoksa ya hürmetsizlik eder veya şübheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle: Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına ko­nup, açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe genişler, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittik­çe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hâsıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın basit, küçük hal ve vaziyetlerine nisbeten, büyük âlî sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın vasıflarını, ağaç ve kuşun vasıf­larıyla bağlayıp bahsetmekte lâzım gelir ki; her vakit insan aklı, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Tâ işittiği vasıfları onun aklı kabul edebilsin. Yoksa ‘Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım.’ ve ‘Şu yumurta, gökyüzündeki kuşların sultanıdır’ dese, yalanlayıp inkâra sapacak. İşte bunun gibi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın be­­şe­­­­­ri­­­­yeti (insanî yönü); o çekir­değe, o yumurtaya benzer. Ve peygamberlik vazifesiyle par­la­yan hakikî mahiyeti ise, Cen­netteki Tûbâ ağacı ve Cennet'in tayr-ı hümayun kuşu gibidir. Hem daima tekemmül edip yükselmektedir. Onun için çarşı içinde bir bedevi ile tartışan o zâtı düşündüğü vakit; (Miraç Gecesi’nde) Refref'e binip, Ceb­rail'i arkada bırakıp, (Cenab-ı hak ile perdesiz görüşüp soh­bet edeceği) Kab-ı Kavseyn makamına koşup giden Nu­ra­nî Zatına (asm), hayal gö­zünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.”(4) Hak Teâlâ Hazretleri’nin Hazret-i Resulullah (asm) hakkında meş­hur bir hadis-i kudsîde buyur­du­ğu, “Ey Muhammed, sen olmasaydın âlemleri yarat­mazdım!” övgüsü hakkında, Bediüzzaman Haz­ret­leri,  ileri geri konuşan bazı insanların sözlerini, hatta te­vil­lerle manasını bir nebze hafifletmeye çalışan kardeşi Abdülmecid’in dahi ifadelerini bir tarafa bırakarak bu İlâhî hitabın muhatabının doğrudan doğruya Peygamber Efendimiz’e (asm) baktığını ve onun ind-i ilahîdeki yüksek makamına işaret ettiğini ifade etmek üzere mevzuu şöyle ele alır: “Hem meselâ (Abdülmecid’in)  “لولاك لولاك لما خلقت الافلاك” (Sen olmasaydın, sen olmasay­dın âlemleri yarat­mazdım) be­ya­nında ‘Bu hitab zahiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a müte­veccih (yönelik) ise de, zımnen (örtülü olarak) hayata ve hayat sa­hiplerine dönüktür’ fıkrası, ta­di­le (düzeltilmeye) muhtaçtır. Çünkü küllî hakikat-ı Muhammediye (asm) (Peygamberimizin haki­ki mahiyeti)(1) hem hayatın hayatı,(2) hem kâinatın hayatı,(3) hem İsm-i A'zam'ın en büyük tecellisinin mazharı ve(4) bütün ruh sahibi varlıkların nuru(5) ve kâinatın asıl çekirdeği(6) ve yaratılış gayesi(7) ve en mükemmel meyvesi olmasından, o hitab (Sen olmasaydın âlemleri yaratmaz­dım kelâmı) doğrudan doğruya ona bakar.”(5) Yine Hazret-i Üstad, Miraç Risalesi’nde farazî bir şahsa sordurduğu: “O zât, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat, onun nurundan halk olunmuş. Hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. Bu ne demektir?” sualine Resul-ü Ekrem Efendimiz’in (sav) bütün kâinatın hem evvelinde hem sonunda bulunan pek büyük mevkiini tarif ederek şöyle cevab verir: “Şu kâinata hikmet nazarıyla bakıldığı vakit, büyük bir ağaç manasında görünür. Ve ağacın nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu yaradılış ağacının da bir şıkkı olan aşağı âle­min (Dünya’nın); toprak, ha­­va, su gibi unsurlar dalları, bitkiler ve ağaçlar yaprakları, hayvanlar çiçekleri, insan meyveleri hük­­münde görünür. Sâni'-i Zül­celal'in ağaçlar hakkında geçerli olan bir kanunu, elbette şu en büyük ağaçta da geçerli olmak, Hakîm isminin gereğidir. Öyle ise hikmet, şu kâinat ağacının da bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; maddî âlemden başka, diğer âlemlerin numunelerini ve esaslarını içi­ne alsın. Çünkü binler farklı âlemleri içine alan kâinatın asıl çekirdeği aslîsi ve kaynağı, ku­ru bir madde olamaz. … Madem kâinat ağacının meyvesi insandır. Ve madem insanlık için­de en meşhur ve en muhteşem meyve ve herkesin nazar-ı dikkatini çeken ve yeryüzünün ya­rısını ve insanlığın beşte biri­nin nazarını kendinde toplayan ve manevî güzellikleri ile âlemi, ya muhabbet nazarıyla veya hayret­le kendine baktıran meyve ise: Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Ves­se­lâm'dır. Elbette kâinatın yaratılışına çekirdek olan ev­veldeki nur, onun zâtında cis­mini giyerek en son bir meyve suretinde görünecektir.  Ey müstemi! (Ey bu sözü din­leyen) Şu acaib büyük kâinat, tek bir insanın mahiyetinden yaratılmasını uzak görme! Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten yaratan Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı ‘Nur-u Muhammedî’den (Aleyhissalâtü Vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin?”(6) Bir ismi de “Nur” olan sevgili Peygamberimizin (asm) na­sıl büyük bir Nur olduğu üstteki satırlardan gayet iyi anlaşılmaktadır. Kâinat ağacı o nurânî çekirdekten yaratılmış, gelişip büyümüş ve sonunda yine o meyveyi vermiştir. Kalb-i Muhammedî (asm) ise o meyve­nin çekirdeğidir. Allah’ın Nur isminin en büyük mazharı olan bu Nûr-u Muhammedî (asm) O’nun izniyle asırlar boyu bütün kâinatı ve beşeriyeti aydınlatan azametli bir ziya neşretmiş ve etmeye devam etmektedir. O mübarek Nuru tarif ettiği yerde Üstad Bediüzzaman şöyle der: “Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedii (harika güzellikteki) bir kâinatta, böyle bir Zât (asm) lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.”(7) Rabbimizin Kur’an’da, kendisi hakkında: “Ey Peygamber! Şübhesiz ki biz seni (insanların hâllerine) bir şâhid, bir müjdeci ve bir korkutucu olarak gönderdik. Ve Allah’a, O’nun izni ile çağıran bir davetçi ve (umum kâinâtı) nurlandıran bir kandil olarak (gönderdik).”(8) Hem; “Şânım hakkı için, size kendinizden öyle (izzetli) bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir; size düşkündür, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”(9) buyurduğu, müminler için son derece merhamet sahibi o Nur’a karşı, başta Ümmet-i Muhammed olarak bütün insanlığın pervanelerin ışığa üşüşmesi gibi koşturmasını dua ve temenni ediyoruz. Zira insanlık iki cihanda da o “Merhamet Nuruna” gayet derecede muhtaçtır. Kaynaklar: (1) Enbiya, 107(2) Âl-i İmran, 164(3) Tirmizi, Kitabü’l-Menakıb, 3616(4) Mucizat-ı Ahmediye,      4.Nükteli İşaret, 6. Esas(5) Emirdağ Lahikası, s. 175(6) Sözler, 31. Söz(7) 19. Söz, 5. Reşha(8) Ahzab, 45-46(9) Tevbe, 128

Cemal ERŞEN 01 Mayıs
Konu resmiÇocuğunuzun Üstün Zekâlı Olmasını İster misiniz?
Eğitim

Eğer isterseniz çocuğunuza çokça “kelime” öğretin. Üstün zekâlı çocukları, diğer çocuklardan ayıran en mühim özellik, onların akranlarından daha fazla kelime bilmeleridir. Hatta bazı uzmanlar bunu üstün zekâlı çocukları, diğer çocuklardan ayıran “tek fark” olarak kabul ederler. Bir araştırmacı şöyle der: “Sözcük hazinelerinin zenginliği ve sözcüklerin tam anlamlarıyla kullanılışı. Lisan yeteneği, birçok uzman tarafından, parlak zekânın hemen hemen tek göstergesi olarak kabul görür. (Norma E. Cutts, Nicolas Mosheley Üstün Zekâlı ve Yetenekli Çocukların Eğitimi, Özgür Yayıncılık, 2001, S, 63.) Bazı eğitimciler, çocukta dil gelişimini, bir bakıma zekâ (zihin) gelişimi olarak değerlendirmişlerdir. Çünkü algılama, anlamlandırma, hâ­fıza, düşünme gibi zihnî özellikler gelişmeden, dil de gelişemez. Somut (müşahhas) algılamalardan, soyut (mücerred) kelimelere yükselmek ve bu kelimeler arasında ilişki kurarak bir düşünce/fikir ortaya koymak, ancak zekânın yardımıyla mümkündür. Bu yönden zekâ ve dil birbiriyle paralel gelişme gösterirler. Veya “Dildeki gelişme zekâyı, zekâdaki gelişme, dildeki gelişmeyi etkiler” diyebiliriz. Zekâ ve dil arasındaki bu bağdan dolayı Prof. Ayhan Songar şöyle der: “Bir dil ne kadar fazla kelime ihtiva ederse o dili konuşan millet o derece “akıllı”, bir insan ne kadar fazla kelime bilir ve kullanırsa o nispette “zeki” olur. Zira bildiği kelime kadar mesajı idrak edebilmekte, karşısındakine nakledebilmektedir. Bizler keli­melerle düşünürüz. Düşünce bir “iç konuşma” ile beraberdir ve bir eşyanın veya duyumun bizde kelime hayali mevcut değilse, onu anlayabilmemiz, idrak edebilmemiz mümkün değildir”. (Ayhan Songar, Beynimiz ve Sinirlerimiz, Yeni Asya y, s. 84) Zekâ ve kelime bilgisi arasındaki bağın ehemmiyeti hakkında yabancı bazı uzmanların görüşü ise şöyle: Thomas Sheriden “Fikirle kelime arasında öyle yakın bir alaka vardır ki, birindeki eksiklik veya hata, diğerinde kendisini derhal belli eder” der. Dil âlimi Dr. Wilfred Funk şöyle der: “Matematiksel bir katiyetle söyleyebiliriz ki kelime bilgisi arttıkça insanın düşünme melekesi de kuvvetlenir”. Başka bir dil bilgini Norman Lewis ise şöyle der: “Kelime bilginizin hududu, zekânızın hududunu tesbit eder. Kelime bilginiz arttıkça, zekânız da artacaktır”. (Saffet Senih, Kelimeler Armonisi, s. 3, 4.) Amerikan liselerinden birinde iki sınıf üzerinde bir araştırma yapıldı. Bu iki sınıfa devam eden talebelerin yaşları ve muhitleri birbirinin aynı idi. Sınıflardan biri o okulda öğretilen normal dersler alıyor. Öteki sınıf ilave olarak kelime öğretimi yapan hususi bir kurs görüyordu. Belli bir zaman sonra ikinci sınıfın yalnızca ingilizce dersi değil, matematik ve fen dersleri de dâhil, bütün ders­lerde öteki öğrencilerden da­ha yüksek notlar aldığı görüldü. İlinois Üniversitesi İngilizce Profesörlerinden Dr. William D. Templeman da bir üniversitede yapılan hayret verici bir keşiften bahseder: Üniversitedeki bütün birinci sınıf talebesi çeşitli kabiliyet ve zekâ testlerine tâbi tutuldular. Bunlardan bir tanesi de 29 kelimelik bir vokabüler (kelime hazinesini ölçme) testiydi. Bir yıl sonra üniversite idaresi, bu testlerden herhangi birinin, talebelerin istikbaldeki ders durumları hakkında bir fikir verip vermediğini anlamak istedi. Hayret edilecek kadar kısa olan 29 kelimelik vokabüler testinin talebelerin bütün derslerindeki yıllık not ortalamalarını önceden en iyi haber veren bir ölçü olduğu ortaya çıktı. Bu neticeye bakarak Dr. Dempleman şöy­le diyor: Anneler, babalar, hocalar, mektep müdürleri, ço­cuklarınızın üniversitede muvaffak olmasını istiyorsanız, kelime bilgilerine dikkat ediniz! (Saffet Senih, age, s, 13, 14.) *** İnsanın kelime hazinesi arttık­ça zekâsı gelişiyorsa, bizim eği­timimizin de öğrencilere çok­ça kelime öğreterek, onların zekâsını geliştirmesi gerekmez mi? Yazar ve şair Yavuz Bülent Bakiler şöyle diyor: “İngiltere ve ABD’de ilköğretimden geçen çocukların ders kitaplarında 71. 000 kelime vardır. Bu rakam İtalya’da 33. 000, Suudi Arabistan’da 12. 500, Türkiye’de ise 7. 000’dir. Çocuklarımız da bu 7. 000 kelimenin 3500 kadarıyla düşünüp konuşmakta ve yazmaktadırlar.” (Türkçenin, Dünü Bugünü Yarını, Kül­tür Bakanlığı yayınları (Sem­pozyum), 2002, Ankara, s, 277). Bunların sonucunda gençleri­mizin zekâ seviyesi hakkında ne diyebiliriz? *** Çocuklarının zekâsını geliştir­mek için dil öğretmenin ehemmiyetini kavrayanların aklına ilk gelecek şey muhtemelen çocuklarına “İngilizce” öğretme olacaktır. Son zamanlarda nedense İngilizceye olan sempati artmış durumda. Aklı başında olan her vatandaş da bu sempatiye karşı çıkacak cesareti göstermeyecektir şüphesiz.  Dil öğrenmek, kelime öğrenmek isteyenler önce kendi dillerini öğrenmelidirler. Çünkü kendi dilini bilmeyen yabancı dili öğrenemez. Dil öğrenmeye kendi dilimiz­den başlamalıyız. En güzeli; Osmanlıcayı, yani atalarımızın, yani kendimizin dilini öğren­mektir. Türk milleti yeniden ayakları üzerinde duracaksa, bu kendi özüne, kendi kimliğine, kendi tarihine, kendi diline, kendi kül­türüne sâhip çıkmakla olacaktır.

İdris TÜZÜN 01 Mayıs
Konu resmiÎman Ve Güzel Ahlâk
İtikad

Îman ne kadar kuvvetli olursa, o derecede de insan güzel ve yüksek ahlâk sâhibi olur. Îman güzel ahlâklı olmamızı sağladığı gibi, güzel ahlâk da hayata karşı güzel bir bakış açısı verir. Bu durum, hayatın tüm olumsuzluklarını iyiliğe çevirir. Çünkü güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen de hayatından lezzet alır. Güzel ahlâkın toplumun her kesimine büyük faydaları vardır. ÇOCUKLAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Çocuklar îmandan gelen güzel ahlâkları sâyesinde dünyada ve âhirette mutlu olurlar. Çok sevilen yakın bir arkadaşın veya annenin vefat etmesi, bir çocuğun ruhunda büyük bir etki meydana getirir. Birlikte geçirdiği zamanlar aklına geldikçe, ruhunda târifi imkânsız yaralar açılır. Geleceğini de olumsuz yönde etkileyebilir. Bu çocuk ancak îmandan aldığı güzel ahlâk sâyesinde kurtulabilir. Çünkü aldığı terbiye ve ahlâk, “Bu arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve annem öldü, fakat Allah’ın rahmetine gitti. Yine beni Cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim” der, teselli bulur. Dünyada mutlu olur. Ergenlik dönemine girmeden vefat eden çocuklar âhirette de mutlu olurlar. Çünkü Yüce Rabbimiz, “Ebediyen yaşlan­mayacak çocuklar.” (Vâkıa, 17) âyeti ile çocukların cennette ebedî olarak kalacağını ifade etmiştir. Bir çocuk îman ve güzel ahlâkla donanımlı olursa hem dünyaya hem de âhirete hazır olma yönüy­le daha hassas olur. Hz. Ömer (ra) mescide gidiyordu. Önünde hızla mescide doğru koşan bir çocuk gördü. Adımını hızlandırdı, ço­cuğa yaklaştı ve sordu: - Ey yavrucuğum! Sana namaz farz değil. Niçin böyle heyecanla ve koşa koşa mescide gidiyorsun? Çocuk sâdece şu cevabı verdi: -Ey mü’minlerin emiri! Dün mahallemizde bir çocuk öldü! GENÇLER ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Toplumun önemli bir kısmı gençlerdir. Eğer İslâm’ın verdiği terbiyeyi almayıp cehennem azabını hatırlamazlarsa dünyayı bir zindana çevirirler. Her taraf­ta hırsızlık, ahlâksızlık, adam öldürme olayları artar. Zayıf, suçsuz ve yaşlı insanların rahatı tehlikeye girer. Âdeta canavar bir hayvan olup hem dünyasını hem de âhiretini mahvederler. Eğer ahlâk terbiyesini alıp âhiretin varlığına inansalar akılları başlarına gelir. “Gerçi devletin polisleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fa­kat Cehennem gibi bir zindanı bulunan Yüce Rabbimin melek­leri beni görüyorlar ve yaptığım kötülükleri kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifesi olan bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” der ve zarar vermek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hür­met hissetmeye başlar. Bu­­­nun mükâfatı olarak dünya ve âhiret sıkıntılarından kurtulup Allah’ın rızasına kavuşur. Tertemiz bir insan olur. Cennete lâyık bir kıymet alır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Kim Rabbi­nin makamından, O’nun huzurunda duracağı andan korkar ve ken­dini kötü isteklerden korursa, onun için gidilecek yer cennettir.” (Naziat, 40-41) buyrulmuştur. İHTİYARLAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Îman nurundan gelen sabır ve ümit gibi ahlâklar, ihtiyarların kalplerine girse onlara büyük bir teselli ve huzur verir. Bu sâyede dünya hayatlarının bitmesi ve sevdiklerinden ayrılma endişesi onlara üzüntü vermeyecek. Çün­kü sâhip oldukları ahlâk sâye­sinde âhirette ebedî bir gençliği kazanacaklarını bilirler. Yine o ahlâk sâyesinde kaybettikleri evlad ve akrabalarıyla sonsuz bir ömür yaşayacaklarına inanırlar. Gençliğini günahlarla geçiren ihtiyarlar genellikle bu yüzden ümitsizliğe düşerler. Ancak pişman olup tevbe ederlerse, sonsuz merhamet sâhibi olan Rabbimiz bu günahları af edeceğini bildiriyor: “Ey günah işlemekle ömürlerini israf eden kullarım! Günahlara bulaştık di­ye Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz! Şübhesiz ki Allah, bütün günahları bağışlar!” Doğrusu o çok bağışlayan, kullarına çok merhamet edendir.” (Zümer, 53) HASTA VE MUSİBETZEDELER ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Îmandan gelen sabır, tahammül ve teselli gibi güzel ahlâklar has­ta ve musibetzedelerin kalplere girse, onlara büyük bir huzur verir. Bu sâyede ağır bir hasta­lığa yakalanmış birinin, ölümün yaklaşmasıyla ruhu azablı bir acı çekmekten kurtulur. Bir musi­bete uğramış olanlar, kaybettik­leri mal ve evladlarını düşün­dükçe dünya kendilerine zindan olur. Ancak âhirette, kaybettiği evlad ve malların kendisine geri verileceğini düşünerek rahat bir nefes alırlar. Kendilerine bir musibet gelip de sabredenler için mükâfat olarak cennetin verileceğini Rabbimiz şöyle ifade etmektedir: “Sizi mutlaka biraz korku ve açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden bir noksanlık ile imtihan edeceğiz. Ey Resûlüm! O hâlde sabredenleri Cennetle müjdele! Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: “Mu­hakkak ki biz, Allah’a âitiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na döneceğiz!” derler.” (Bakara, 155-156)

İsmail KISA 01 Mayıs
Konu resmiOsmanlı İmparatorluğu'nda Hukuk Sistemi
Kültür ve Medeniyet

Osmanlı Devleti’ni  altı asır boyunca ayakta tutan unsurların en başında kurmuş olduğu hukuk sistemi gelir. Bir devletin devam etmesi, halkı tarafından benimsenmesi, adaletli bir hukuk sistemi uygulamasıyla  mümkündür. Bugün Osmanlı coğrafyası incelendiğinde birçok bölgede farklı problelerin devam ettiğini görüyoruz. Bunun temelinde gerek fert olarak gerek devletler bazında bu coğrafyada adaletli bir hukuk sisteminin olmayışı söz konusudur. Osmanlı Devleti muazzam bir kültür çeşitliliğine rağmen bu geniş coğrafyayı yönetmeyi adaletli bir hukuk sistemi ile  başarmıştır. Osmanlı hukukunun temelinde İslam hukuku vardır. Osmanlı Devleti’nden önce kurulan İs­lam devletlerinin (Abbasiler, Sel­­çuklular) hukuk sistemleri Osmanlı hukuk sistemi için ciddi bir tecrübe ve kaynak olmuştur. Osmanlı Devleti devraldığı bu tecrübeyi dönemin ihtiyaçlarına göre yorumlamış ve İslam hukuku merkezli olarak yeni düzenlemeler ile bu yapıyı devam ettirmiştir. İslam hukunun ayrıntılı ola­rak incelemediği ve devlet başkanlarının uygulamalarına bıraktığı kısımlar ise Osmanlı padişahlarının kanunnameleri ile hukuk sistemine dahil edilmiştir. Bu ayrım Şer’i Hukuk ve Örfî Hukuk kavramları ile ifade edilmiştir. Şer’i hukuk; İslam hukukunu(Kur’an, Hadis, İcmâ, Kıyas) ifade ederken örfi hukuk; Ferman, berat, hüküm, kanunname, siyasetname, adalet­name tarzındaki Osmanlı idaresi tarafından hazırlanan hukuk belgelerini kapsayan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iki unsur kesin çizgilerle birbirinden ayrılmayıp bir bütün olarak Osmanlı hukukunu oluşturmuştur. Örfî hukuk bir anda oluşmamıştır. Aslında örfî hukuk islam hukukunun ulü’l-emre bıraktığı ve düzenlemesine müsade ettiği kısımdır diyebiliriz. Örfi hukuku oluşturan kurallar Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan iti­ba­ren ihtiyaca göre konulan hükümlerden meydana gelir. Bu şekilde konulan kurallar belli bir yeküne ulaşınca oluşum biçiminin İslam hukukundan farklı olması değerlendirilerek ayrı bir isim verilmiş, örf veya örfî hukuk denilmiştir.1 Osmanlı hukukunu tarihi sü­reç­te inceleyecek olursak şöy­le bir ayrım yapabiliriz. Kuruluştan Tanzimat’a(3 Kasım 1839) kadar olan dönem ve Tanzimat’tan sonraki dönem olarak inceleyebiliriz. Tanzimat sonrası yargı organları hakkında birçok yeni düzenlemenin olması, Osmanlı mahkemelerinin yeniden bir düzenlemeye tabi tutulması, böyle bir ayrımı ortaya çıkarmıştır. Osmanlı Devleti bünyesindeki azınlıklara kendi mahkemelerini kurmalarına ve belli alanlar­da kendi hukuklarını uygula­malarına izin vermiştir. Gayr-ı müslimler evlilik veya miras hukuku gibi alanlarda kendi mahkemelerini tercih edebiliyorlardı. Fakat uygulamada daha çok gayr-i müslimler tarafından Osmanlı mahkemeleri tercih edilmiştir. OSMANLI MAHKEMELERİ Şer’iyye mahkemeleri olarakta adlandırılan Osmanlı mahkeme­lerine kadılar başkanlık ederdi. Osmanlı coğrafyasının her böl­gesine dağılarak vazife yapan kadılar her türlü hukuki meselenin halledilmesinde birinci yekili kişilerdi. Osmanlı mahkemelerinde uygulama ha­nefi mezhebi esas kabul edilerek devam ettirilmiştir. Osmanlı mahkemelerinin ku­rul­duğu standart bir binası yoktu. Kadıların yargı işlerini yürütebildikleri belirli bir mekanları vardı. Burası kadının evi, cami, mescit veya medresenin bir odası olabilirdi. Osmanlı mahkemelerinde mahkemenin büyüklüğüne göre farklı sayılarda görevliler vazife yapmışlardır. İslam hukukunda tek hakimli mahkemeler vardır. Fakat birden fazla hakimin bulunduğu mahkemelerde olmuştur. Mah­kemelerde kadıların ilmî gö­rüşlerinden istifade ettikleri müftüler ve müşahid olarak mahkemeyi izleyen şühudu’l-hâl denilen görevliler de vardı.2 Osmanlı Devleti’nin en büyük karar organı olan, dönem dönem padişahın da başkanlığını yaptığı, Osmanlı üst düzey idarecilerinin toplandığı Divan-ı Hümayun bazı durumlarda bir mahkeme hüviyetinde vazife yapmıştır. Divan-ı Hümayun devletin yönetim merkezi olmakla beraber burada, Osmanlı topraklarının farklı bölgelerinde yerel kadıların kararlarına itiraz edenler, kendi bulunduğu bölgede yöneticilerin baskısı altında olduğunu iddiâ edenler veya başkaca sebeplerden müracaat edenlerin davalarıda görülürdü.3 KADILARIN VAZİFELERİ Osmanlı idari yapısında en büyük idari merkez eyaletlerdir. Eyaletler livalardan, livalar kazalardan, kazalar nahiyelerden, nahiyeler köylerin bir araya gelmesinden oluşmuş idari merkezlerdir. Nahiye ve köylerin dışındaki bütün merkezler birer yargı merkezidir ve her yargı merkezinde kadı görev yapmaktadır.       Osmanlı kadısının mülkî, adlî, beledî ve askerî alanlarda farklı vazifeleri vardır. Kadılar ilk olarak bulundukları bölgedeki her türlü yargı işlerinden sorumlu Osmanlı devlet adamıdır. Bütün hukuki problemlerin çözümü kadılar­­ın vazifesi içerisindedir. Osman­lı ordusunun seferi esnasında ordunun geçeceği güzerâhtaki yol, köprü, çeşmelerin tamiratı ve ordunun kendi mülki idaresi sınırları içinde iken erzak ve ihtiyaçlarının temin edilmesi vazifesi kadılar tarafından ya­pılmıştır.4 Bölgedeki diğer dev­let görevlilerinin vazifelerinin denetimi de kadılar tarafından yapılmıştır. Vakıfların kurulması ve işleyişine yönelik her türlü denetim ve tescil işlemleri kadının kontrolünde ilerlemiştir. Bir bölgede yeni bir pazar kurulması, pazarda satılan malların fiyatlarının belirlenmesi, iktisadi yapının denetlenmesi ve idaresi kadıların takip ettiği diğer işler arasındadır. Kadı bulunduğu bölgede bir noter vazifesi de görmüştür. Gerekli bütün kayıt işlerini defterlere kaydetmişlerdir. Gerektiğinde bu bilgiler kadıların tuttuğu defterlerden tekrar bulunarak bir takım usülsüzlüklerin de önü alınmıştır. ŞERİYE SİCİLLERİ Kadı mahkemede mutlaka bir defter bulundurur ve onun korunmasına özen gösterirdi. Bu doğrultuda kadının defter tutma usulünde tâbi olduğu hüküm Mecelle’de “Hâkim mahkemeye sicillât defteri vaz’ı edip, vereceği ilâmatı muntazam bir suretde ol deftere kayıt ve anın hıfzına dikkat eder. Azli vuku buldukda sicillâtı, halefi olan hâkime devir ve teslim eder.” şeklinde ifade edilmiştir. Genellikle defterlerin üstünde kadıların isimleri mevcuttur. Bir kadının göreve başlar başlamaz ilk işi, adını ve göreve başladığı tarihi bu defterin ilk sayfasına yazmaktır. Görevi sona erince de defteri kendisi veya emini vasıtasıyla halefi olan hâkime devir ve teslim eder.5 Şer‘iye sicillerinin mahkemece tutulup muhafaza edilmesi bir ihtiyaçtan doğmuştur. Çünkü hâkim, i’lâm ve senetlerin bir nüshasını hak sahiplerine vereceğinden, evrak üzerinde sahtekârlık yapılması ihtimali mevcuttu. Bu yüzden kadı, i’lam ve senetleri kendi koruması altında olan defterlere kayıt ettirmekte, ihtiyaç halinde ise onlara müracaat edilmekteydi.6 OSMANLI HUKUK TARİHİNDE MECELLE Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye  Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında dö­nemin ileri gelen ilim adamları ile İslam hukukunun hanefi mezhebini esas kabul edilerek hazırladıkları bir kanunnamedir.7 Sultan Abdülhamid döneminde yürürlüğe giren bu kanunname 1926 yılında yürürlükten kal­dırılmıştır. Yürürlüğe girdikten sonra Osmanlı mahkemelerinin hukuki dayanağı olan Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, giriş bölümü ile birlikte 16 bölümden oluş­maktadır. İslam fıkhı üzerine analitik bir yapıda inşa edilen mecelle 1851 maddeden oluşur. Ve birçok İslam devleti tarafından kullanılmış olan bu hukuk eseri günümüzde medeni hukuk ile aynı kategoride bir çalışmadır. Bugün Türkiye’nin hukuk sis­teminin temelini oluşturan kanunlar farklı Avrupa dev­letlerinden ithal edilmiştir. Ceza kanunu İtalya’dan, borçlar kanunu Almanya’dan, medeni kanun İsviçre’den alınmıştır. Yüzde doksandokuzu müslüman olan bir ülkede  hukuk sistemi hristiyan devletlerin hukuk sistemi esas alınarak hazırlanması acaip bir durumdur. Milletimizin kültürüne barışık bir hukuk sisteminin (İslam Hukuku) günü­müz şartlarına uygun bir tarzda tekrar incelenerek hazırlanması bir ihtiyaç haline gelmiştir Kaynaklar: 1- M. Akif Aydın, “Osmanlı Hukukunun Genel Yapısı ve işleyişi”, Türkler , C. 10, s. 242- Hatice Yüzgeçer, 2 Numaralı Yozgat Şer’iyye Sicilinin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi, Kayseri 2005, s. 153- Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul 2010, s.7844- İlber Ortaylı, “Kadı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 24, İstanbul 2001, s.725- Ahmet Akgündüz, Şer‘iye Sicilleri, Mahiyeti, Toplu Katalogu ve Seçme Hükümler, İstanbul 1998, s.186- Ergin Baş, 62 Numaralı Amasya Şer’iye Sicil Defteri’nin Transkripsiyon ve Değerlendirilmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Tokat 2008, s. 27- 1868-1878 yılları arasında uzun çalışmalar sonunda bu hukuk kitabı(Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye) tamamlanmıştır.

Muhammed SEMİZ 01 Mayıs
Konu resmiİhtiyarlık Kemâlat Mevsimidir
İbadet

Günümüzde, pek çok kavram gibi “ihtiyarlık” kavramı da kökenindeki derin anlamları yi­tirmiş, kimi gâfiller tarafından hakaret ya da küçümseme anla­mında kullanılmaya başlanmıştır. Son yüzyıllarda yakalandığımız umûmi iman zaafiyeti hastalı­ğının ardından, kitleleri kasıp kavuran ikinci bir kahredici fırtına, maalesef ki “ahlak anar­şisi” oldu. İman ve ahlak duyguları zayıf­lamış gençler, en çok şefkate muhtaç olan “ihtiyarlar” taifesine karşı gerekli hürmet ve şefkati gösteremez oldular maalesef. Halbuki Kur’ân-ı Kerim pek çok âyetiyle ihtiyarlara hürmeti ve şefkati emretmekteydi bizlere. Çünkü fıtratın gereği buydu ve fıtrat ise asla yalan söylemezdi.Hakkın değil de, gücün üs­tünlüğüne dayanan tesadüfçü felsefeler düşünce dünyamızı sarıp sarmaladığından beri fıtratın gereğini buyuran aşa­ğıdaki âyet-i kerimelere ne kadar da yabancılaştık: “Ve Rabbin, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi ve ana-baba­ya iyilik etmeyi emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlığa erişirse, sakın onlara 'öf!' bile deme! Onları azarlama ve onlara güzel söz söyle! Hem onlara merhamet(in)den alçak gönüllülük kanadını indir ve de ki: 'Rabbim!(Onlar) beni küçük iken nasıl (merhamet edip) yetiştirdilerse, (sen de) onlara (öyle)merhamet eyle!'” (İsra sûresi 23-24. âyetler) Nice “öf”ler, nice “moruk”lu isyan cümleleri döküldü dille­rimizden ihtiyarlarımıza karşı. Nice fıtrat dışı söylemlere sap­lanıp, cennetin ve dünya saadetinin en kestirme yolu olan ihtiyarlara hürmet hakikatini incittik ve hatta ayaklarımızın altında çiğnedik vicdansızca. İhtiyarlarımızı ölümün dehşetini hatırlatan, konuşmalarıyla huzu­rumuzu bozan, ihtiyaçlarıyla ra­ha­tımızı kaçıran vebalılar olarak gördük ve onları “Huzurevi” adını verdiğimiz “Kahırevlerine, yalnızlık hapishanelerine, idam salonlarına” tıkıp kaçtık. Paylaştığım âyetlerde Rabbimiz “tevhid ve ubûdiyetten” son­ra ihtiyarlara hürmeti emret­mektedir dikkat ederseniz. De­mek ki, anne babaya, dolayısıyla ihtiyarlara hürmet şirke bulaş­mamış tahkiki imanın fıtri bir neticesidir aslında. Kendisini bilmeyen, kâinatın yaratıcısı olan Allah’ı tanımayan ve dahi O’na layıkınca muhab­bet beslemeyen nesillerin ihti­yarlarımızın değerini bilmesi de mümkün değil demek ki. Halbuki “ihtiyar” kelimesi, bir cihetiyle insanlığın rüşd ve kemâlat mevsimini anlatan bir kelimedir. “Seçim” anlamında da kullandığımız bu kelime, “seçmeleri ve tercihleri” olgun­laşmış, yani tutarlılaşmış yaşlı­larımız için kullanılmıştır. Günümüzde bile geçmişin o kâmil ihtiyarlarının sözlerine “ata sözü” deyip, hâla daha o “sâhib’ul ihtiyarların” veciz sözleriyle yan­lışı doğrudan ayırmıyor muyuz? İhtiyar kelimesi “hayr” kelime­siyle de kökendaştır.  Bu mana­sıy­la okunduğunda “ihtiyar” kelimesi “hayırlanmış, mübârek insan” anlamını da içerir ki, aşağıdaki hadis-i şerif bu gerçeği çok açık bir şekilde ortaya koyar: “Aranızda beli bükülmüş ihti­yarlarınız olmasa, belalar üzeri­nize sel gibi yağardı.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:163; Süyûtî, Kenzü’l-Ummâl, 9:167; İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, s. 341; Mecmeu’z-Zevaid, 10:227; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 3:345) Bediüzzaman Hazretleri ilgili hadis-i şerifin açıklaması sade­dinde 21. Mektup’ta şu izahlarda bulunur: “Ey insan! Madem canavar (kedi) suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor. Öyle ise, mahlûkatın en mükerremi olan insan; ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman; ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyân aceze, alîl ihtiyareler; ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstehak bulunan akrabalar; ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder ve valide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve لَوْلاَ الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلاَۤءُ صَبًّ sırrıyla yani, “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti” ne derece sebeb-i def-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.” Yukarıdaki ibarelerden de an­la­­şılmaktadır ki “ihtiyarlar” insan­lığın kemâlat ağacının en tepe noktasında durmaktadırlar. Yâni ihtiyarlar Rabbimizin ce­mâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttıran ayaklı birer âyinedirler aynı zamanda. Nihâyet kemalde bir cemâl ve nihâyet cemâlde bir kemal sahibi olan Rabbimiz, cemâlini ve kemâlini bütün mahlûkatında gösterdiği gibi elbette insanlık âleminde de şa’şaalı bir şekilde tecelli ettirmektedir. Çocukluk ve gençlik döneminde “Cemal” ism-i şerifine âyinedar­lık eden insan, ihtiyarlık döne­min­de “Kemal” sıfatının tecellilerine maz­har olur. İmanlı ihtiyarlık dönemi, bu bakış açısıyla bakıl­dığında insanlığın çiçek ve mey­ve dönemidir. İmanlı ihtiyarlar öyle bir son­suz meyveyi doğurmaya hazır­lanmaktadırlar ki, kozalarını örmüş de kelebekleşmeyi bek­leyen tırtıllar gibi “Cemâlullahla” müşerref olacakları kutlu bir döneme kanatlanmanın tatlı heyecanını her an hissederler. Bu şevk ve arzuyla tefekkürleri­ni ve ibadetlerini arttırırlar, sün­net-i seniyyeden öğrendikleri kemâl-ı ahlakın en parlak libas­larını giyerek adeta melekleşir­ler, nû­rani birer insan-ı kâmile dönüşürler. İhtiyarlık, eğer imanla, Kur’an'la ve sünnet-i seniyyeye ittiba ile cilalanırsa, sonsuz cennetleri yansıtan bir âyine-yi kemal olur. Torunlardan gelinlere, ev­latlar­dan eşlere herkes bu kemalat kev­se­rin­den kana kana hissesini yudumlar. Herhalde insanın başına gele­bilecek en kötü musibet ve ihtiyarlıktan da öte bir ihtiyarlık, bu kemalat dönemini küfürle, günahlarla ve sefahatlerle geçir­­mek olmalıdır. Kemâlat ayinesi olmak yerine din ve inanç karşıtlığıyla esfel-i sâfiline yuvar­lanmayı seçen ihti­yarlarımız da elbette ki vardır, olabilir. Konuyla ilgili bir hadis-i şerifin şerhi sadedinden Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı şu açıklama bu konuya da ışık tutar: “En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocuk­çasına hevesât-ı nefsâniyeye tâbi olur.” (23. Mektup) Bize düşen, her ihtiyarda Rab­bimizin “Kemal” sıfatının tecel­lilerini görmek ve bu sıfatın ayaklı âyineleri olan bütün ihtiyarlarımıza hürmet etmektir. İkinci anne-babalarımız o­­lan kayın­vâlidelerimizin, kayınpederlerimizin kalplerini kırmaktan, onların kusur­larını yüzlerine vurmaktan ve onları birer düşman gibi görmekten de çekinmeliyiz.   Kendilerindeki bu kemâli yan­sımaları göremeyen-göstere­me­yen ihtiyarlarımız varsa, onlara da İhtiyarlar Risalesi üslubuyla, kavl-i leyyinle, nezihâne ve nâzikâne bir şekilde hakikatleri anlatmalı ama asla incitici, kırıcı olmamalıyız. Unutmayalım ki, çevremizde gördüğümüz bütün o ihtiyar ve ihtiyârelerin sûri, bedenî yaşlılıkları geçicidir ve onları sonsuz bir gençlik baharı beklemektedir. Bir gün bizler de o kemâlat mevsimine erişeceğimize göre, o gün biçmek istediklerimiz neyse bugün onları ekelim; bize yarın nasıl davranılmasını istiyorsak ihtiyarlarımıza da öyle davranalım.

Oğuz DÜZGÜN 01 Mayıs
Konu resmiÜç Yüzlü Dünya
İtikad

Fen Bilimleri açısından da insan, yaratılmışların en mükemmelidir. Hayret verici bir düzen ve planlama içindedir. Hepsi aynı hücrelerden meydana gelen dokular, gittikleri yerde duyan, gören, tat alan, hisseden hücreler hâline gelmekte, organlarımız modern bir laboratuvar gibi çalışmaktadır. Mükemmel yaratılan insan; ta­biatçı ve materyalist felsefenin tesiri ile  maddeye bakan, mad­deyi hedefleyen, sâdece tüketen ve tüketmek için üreten insan anlayışı sonucunda; her şeyini bu dünyaya teksif etmiş ve sonuçta maddede boğulmuştur. Fıtratı îtibari ile ölümü öldürmek isteyen ve sevdikleri ile sonsuz saadetli hayatı arzu eden insan için maddede boğulmak ıstıraplı neticeler vermiştir. Dünyanın farklı bölgelerinde her seviyeden insan; vicdan ve ruh ıstırabını dindirmenin yolu olarak canına kıymış, huzur ve mutluluğu içki şişelerinde, meyhane köşelerin­de  aramış  ve bazen uyuşturucu nöbetleri ile son bulmuştur elindeki en kıymetli sermayesi hayatı... Oysa dünya; doğru okunduğun­da, her daim vicdanımızdan yükselen ebed ebed seslerine doğru cevabı bulacağımız daimî saadeti kazandıran bir tarla bir ticaretgâhtır aslında.. Bereketli mahsuller alabilme­miz ve kârlı bir ticaret yapabilmemiz için dünyada; Bedîüzzaman Hazretleri dün­ya­nın iç  yüzünü  tasvir etmiş ve “üç yüzlü”dür demiştir dünya için. Birinci yüzü: Esmâ-i İlâhiyeye bakar, onların aynalarıdır. Bu yüze zeval ve firak ve adem giremez; belki tazelenmek ve teceddüd var. İlahî isimlerin nakışlarını yan­sıtan aynadır. Ölüm ve ayrılık yoktur bu yüzde. İkinci yüzü: Âhirete bakar, âlem-i bekaya nazar eder, onun tarlası hükmündedir. Bu yüzde, bâki semereler ve meyveler yetiştirmek var; bekaya hizmet eder, fâni şeyleri bâki hük­mü­ne getirir. Bu yüzde dahi mevt ve zeval değil, belki hayat ve beka cilveleri var. Ebediyet âlemlerine, âhirete bakan bu yüz cennet için bir tarladır. Ebedî meyveler yetiş­tiren bir bahçedir. Fâni ve yok­lu­ğa mahkûm varlıkları ebedîleş­tirir. Ölüm öldürülür, kabir ka­pı­sı kapatılır bu yüzde ve hayata ve ebediyete âit tecelliler sunulur... Üçüncü yüzü: Fânilere, yani bizlere bakar ki fânilerin ve ehl-i hevesâtın mâşukası ve ehl-i şuurun ticaretgâhı ve vazifedarların meydan-ı im­ti­hanlarıdır. İşte bu üçüncü yü­zündeki fenâ ve zeval, mevt ve ademin acılarına ve yaralarına merhem için, o üçüncü yüzün içyüzündeki beka ve hayat cilveleri var. Bu yüz; heveslerinin, kölesi oldu­ğu aşağılık güdülerin peşinde ko­­şanların âşık olduğu bir meydandır. Oysa uyanık ve şuur sâhibi îman ehli için bu yüz ebedî saadetin kazanılacağı bir ticaret ve imtihan yeridir. Varlıklar yokluğa gitmez aslında, görünen dünyadan görülmeyen âleme geçerler. Görünmeyen âlemde ve Allah'ın ilminde onların bir varlığı vardır, İlahî ilim ve iradenin tecellisiyle burada kaydedildikten sonra İlahî ilim dairesine ve âhiret ve gayb âlemlerine geçerler..            Hikmeti her şeyi kuşatan yara­tıcının, bu dünyayı İlahî isimlerinin sayısız nakışlarını sergilediği bir sergi, ikram ve nimetleri ile donattığı bir sofra suretinde yarattığını ve Kudret-i İlahînin  sayısız mûcizelerinin her an ekildiği ve devşirildiği sonsuz rahmet hazinelerinden sınırsız hediyelerin teşhir edildiğini görüyoruz bu yüzde.. Bu noktada insana düşen; ken­dini okuyarak başlayacağı kâinatı tefekkür yolunda;  Allah’ın ic­raatlarının tecellilerini müşa­hede etmeye çalışmaktır. Böy­le­ce; ben neciyim, nereden geldim ve nereye gideceğim suallerine doğru cevaplar bulmaktır.

Seyit VATAN 01 Mayıs
Konu resmiSen Olmasaydın Âlemi Yaratmazdım
İtikad

“(Habibim Yâ Muhammed) Sen olmasaydın, Sen olmasaydın felekleri (âlemleri) yaratmazdım.”2 Bir kısım âlimler bu kelâmın, lafız itibarıyla hadis-i kudsî olmadığını söylese de mânâ cihetiyle sâhihtir.3 Bu kelâmın mânâsının sâhih olduğuna şu âyet delildir: “Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”4 Nasıl ki yağmura rahmet denir. Hayat ve ruh sâhiplerinin yaşamasına bir vesiledir. Bütün canlılar, yağmur ve suyun sâyesinde vücut bularak Cenâb-ı Hakk’ın sanat mûci­zelerini gösterir. Onun isimlerinin nakışlarını, icraatlarını yansıtır.  Allah’ın (cc) varlıklara verdiği hadsiz ihsan ve nimetlerine karşı lisan-ı kal ve hâlleriyle yani bir kısım varlıklar dilleriyle bir kısım varlıklar da hâl dili, denilen durumlarıyla, O Rahmân-ı Rahîm’e nihâyetsiz hamd ü senada, tesbih ve tâzimde bulunarak kıymet ve değer kazandıklarından mânen terakki ederler. Böylece su bütün canlıların maddî olan cesetlerinin, mânevî ve ruhî olan bütün gelişmelerinin ve mükemmelliklerinin kaynağı olmuştur. Bu noktadan denilebilir ki, “Eğer su olmasaydı, bu canlıların ve bu neticelerin hiç birisi olmazdı.” Şüphesiz böyle bir iddiada bulunan kişiye karşı itiraz edilmez. Ancak hak ve hakikatten uzak kişiler buna îtiraz eder. Aynen öyle de Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed’e: “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyurarak Peygamberimizin de yağmur gibi bütün âlemlere rahmet olduğunu beyan eder. Sanki bu emirle Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Ey Habibim! Bütün âlemlerin vücut bulmaları, maddeten tekemmülleri, mânen gördükleri vazife olan ibadet, hamd, tesbih ve tâzimlerle terakkileri, benim isimlerimin tecelli ve nakışlarıyla şeref ve kemâl kazanmaları ancak senin vesilenledir” Zira Peygamberliği bir yağmur gibi kabul edersek, onun menbaı Cenâb-ı Hak’tır. Havuzu âlemin kendisiyle iftihar ettiği Peygamberimiz (asm)dır. Ve o rahmeti âlemin bütün bağ ve bahçelerine taşıyan kanallar ise diğer peygamberler ve onlara vâris olan âlimlerdir. Âlemlere rahmet olan bu yağmur, yalnız yeryüzündeki canlılara hayat bahşetmiyor. Belki bütün âlemlere ve içindeki varlıklara hayat veren bir rahmettir. Öyleyse diyebiliriz ki eğer Hz.Muhammed (asm), dolaysıyla Peygamberlik olmasaydı, o âlemlerin hiç birisi olmazdı. Hatta bu dâvâya en büyük bir delil şu hadis-i şeriftir: “Âhirzamanda Allah Allah diyen kalmaz.”5 Yani hak din devam ettikçe kıyamet kopmaz. Demek dünyada âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (asm)ın getirdiği din hayata tatbik edilmediği zaman kıyamet kopacaktır.  Şöyle bir örnek de verilebilir: şüphesiz, bir okul ancak öğrencilere ders vermek için yapılır. Eğer ders verecek öğretmen bulunmazsa okulun yapılması da düşünülemez. Öyle de Cenâb-ı Hak bu âlemi bir okul suretinde yaratmıştır. O okulda ders vermek için Peygamberleri ve onların vârisleri olan âlimleri ve hepsinin de reisi ve efendisi olan Hz. Muhammed (asm)ı öğretmen olarak görevlendirmiştir. Özellikle Hz. Muhammed (asm)a; cinlere, insanlara ve meleklere, hatta bütün mahlûkata ders vermek için ezelî bir ders kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’i vermiştir. Nasıl ki, anaokulundan tâ lise son sınıfa kadar öğrencilerin yetiştirilmesi üniversiteye gidebilmek içindir. Aynen öyle de bütün Peygamberlerin Hz. Muhammed (asm)dan önce gelmeleri, insanları ve ortamı O’nun teşrifi ve İslâm dininin tatbik edilebilir hâle gelmesi içindir. Öyleyse diyebiliriz ki, Hz. Muhammed (asm) olmasaydı, bu âlem de olmazdı. Bilindiği gibi duânın tesiri çok büyüktür. Hususen duâ, büyük bir topluluk tarafından yapılırsa, çoğunlukla belki daimî olarak kabul edilir. Hatta denilebilir ki, âlemin yaratılış sebeblerinden biri de yani kâinatın yaratılışından sonra başta insanlar ve onların başında İslâm âlemi ve onun başında da Hz. Muhammmed (asm)ın muazzam ve büyük olan duâsıdır. Yani âlemi yaratan Allah (cc) gelecekte O Zâtın (asm) bütün insanlar, belki varlıklar namına ebedî saadet ve isimlerinin aynası olmasını isteyeceğini bildiği için o duâyı kabul ederek kâinatı yaratmıştır. Mâdem duânın bu derece büyük ehemmiyeti vardır. Hiç mümkün müdür ki, bin dört yüz küsur senede her vakitte insanlardan üç yüz milyon, cinler ve insanlardan haddi ve hesabı olamayan zâtlar ittifakla Hz. Muhammed (asm) için Cenâb-ı Hak’tan büyük rahmet, ebedî saadet ve bütün isteklerinin kabulü için yapmış oldukları duâ kabul olmasın. Özellikle âyet-i kerime “Muhakkak ki Allah, melekleriyle Nebi Peygamber (asm)a salât ederler (rahmet okurlar), ey îman edenler! (Siz de) O’na salat edin ve (O’na) teslimiyetle selam verin.”6 emretmektedir. Evet, âlem-i imkân denilen mülk-i İlahînin genişliği bize göre nihâyetsiz sayılabilecek derecededir. Bu geniş mülk-i İlahî ise bir karış kadar bile boş değildir. Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın melekleriyle doludur. Demek bütün o melekler Peygamberimiz (asm)ın Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulu olduğunu biliyorlar ki onlar da O’na muhabbet edip Allah ile birlikte O’na salât u selam ediyorlar. Acaba, Cenâb-ı Hakk’ın da başında bulunduğu ve onlarla birlikte duâ ettiği rahmet duâsını bütün melek ve ruhaniyatın, cin ve insin duâsının kabul olmaması mümkün müdür? Mâdem Peygamberimiz hakkında yapılan duâ, bu kadar büyük ve geniş dairede devam etmiş. Elbette bu duânın neticesinde O zât öyle bir makam ve mertebeye çıkmış ki, bütün akıllar toplanıp bir akıl olsalar, O’nun makam ve mertebesinin hakikatini anlayamazlar.  Buna binaen “Eğer böyle bir zat olmasaydı âlem olmazdı.”  sözünün ne kadar yerinde ve doğru olduğu anlaşılmaz mı? Abdürrezzak’ın Hz. Cabir (ra)dan rivâyet ettiğine göre, Hz. Cabir: “Anam baban sana feda olsun yâ Resûlallah. Bütün varlıklardan önce Allah’ın yarattığı ilk varlığı bana haber verir misin?” dedi. Peygamberimiz (asm): “Ey Cabir, Cenâb-ı Hak eşyadan önce kendi nurundan senin Peygamberinin nurunu yarattı.”7 buyurdu. Bu hadis “Eğer Sen olmasaydın, Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” mânâsını ifade eder. Mâdem Peygamberimizin nuru kâinat ağacının bir çekirdeği olmuş. Öyleyse o çekirdek olmasaydı âlem denilen ağaç da olmazdı. Bedîüzzaman Hazretleri bu hakikati mealen şöyle izah eder: Şu kâinata hikmet nazarıyla bakıldığı zaman büyük bir ağaç olarak görünür. Ağacın nasıl ki dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır.  Şu yaratılış ağacının kolu olan dünya âleminin, unsurlar dalları; bitkiler ve ağaçlar yaprakları; hayvanlar çiçekleri; insanlar ise meyveleri hükmünde görünür. Cenâb-ı Hakk’ın ağaçlar hakkında geçerli olan bir kanunu elbette şu kâinat denilen büyük ağaç için de geçerli olması Hakîm isminin bir gereğidir. Öyleyse hikmet gereği olarak şu yaratılış ağacının da bir çekirdekten yapılması icab eder. Hem öyle bir çekirdek ki, maddî âlemin dışında, bütün âlemlerin de numune ve esaslarını kendinde toplasın. Çünkü ayrı ayrı binler âlemleri içine alan kâinatın asıl olan çekirdeği ve kaynağı, kuru bir maddeden ibaret olamaz. Mâdem şu kâinat ağacının cinsinden başka ağaç yoktur. Öyleyse ona kaynak ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine kâinat ağacının fihristi olarak bir meyve libasının giydirilmesi, Hâkîm isminin gereğidir. Çünkü çekirdek daima çıplak olamaz. Mâdem ilk yaratılışta meyve libasını giymemiş. Elbette, ağacın yaratılışından sonra o libası giyecektir.  Mâdem o meyve insandır. Ve mâdem insan içinde en meşhur ve en haşmetli meyve ve herkesin dikkatini çeken ve yeryüzünün yarısını ve insanların beşte birini hükmü altına alan ve mânevî güzellikleriyle âlemi ya muhabbet yada hayretle kendine baktıran meyve ise Peygamberimiz (asm)dır. Elbette kâinatın oluşmasına çekirdek olan nur, O’nun zâtında cismini giyerek en son bir meyve suretinde görünecektir. Zâten şu anda araştırmalar neticesinde bilim adamlarının da kabul ettikleri big bang denilen büyük patlamada bu hakikati isbat etmektedir. Demek Peygamberimiz (asm)'ın nurundan kâinat yaratıldığı gibi, kâinatın en mükemmel meyvesi de yine O’nun zâtı olmuştur. “Demek O olmasaydı, kâinat olmazdı.” ifadesi hak ve hakikattir. Abdullah İbni Abbas (ra) -Allah onlardan râzı olsun- rivâyet etmiştir ki: “Cenâb-ı Hak İsa (as)'a vahiy ile buyurmuş. Sen Hz. Muhammed (asm)'a îman et. Senin ümmetinden O’na kavuşanlara da O’na îman etmelerini emret. Eğer Muhammed (asm) olmasaydı Âdem’i yaratmayacaktım. Eğer o olmasaydı Cenneti ve Cehennemi yaratmazdım. Su üzerinde arşı yarattığımda titremeye başladı. Onun üzerine “Lâ ilâhe illallah” yazdım, sükûnet buldu.”8 İbni Abbas (ra)   rivâyet eder ki: “Cenâb-ı Hak (Peygamberimize hitaben) buyurmuş, “İzzetime ve celalime yemin ederim ki, Sen olmasaydın Cenneti yaratmazdım. Sen olmasaydın dünyayı yaratmazdım.”9  “Hâkim’in Müstedrek hadis kitabında rivâyet ederek sahih dediği ve Taberanî, Ebû Naim, Beyhakî ve İbni Asakir’de rivâyet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz: “Âdem (as) o bilinen hatayı işleyince dedi ki: Yâ Rab! Muhammed (asm) hakkına beni affeyle. Cenâb-ı Hak hemen buyurdu ki: “Ben O’nu daha yaratmadığım halde sen Muhammed (asm)ı nasıl tanıdın?’ Âdem (as) dedi ki: “Yâ Rab, sen kudretinle beni yarattığında, mahlûkun olan ruhu bana üflediğinde, başımı kaldırdım. Arşın sütunlarında “Lâ ilâhe illallah Muhammedü’n-Resûlullah” yazılı gördüm. Hemen anladım ki, isminin yanına mahlûkatın içinde ancak en sevdiğinin ismini yazarsın.” Cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Doğru söyledin yâ Âdem! Şüphesiz bütün yarattıklarım içinde en sevdiğim O’dur. Eğer O’nun hakkına benden affını istiyorsan seni affettim. Eğer Muhammed (asm) olmasaydı. Seni yaratmazdım.”10 Bu hadisler mânâ îtibariyle “Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım.” cümlesini ifade ederler. Zâten cumhur-ı ulemaya göre hadisi, bi’l-mânâ rivâyet etmek caizdir. Bu “levlâke” cümlesi de lafız îtibariyle hadis olmasa bile, geçen hadis-i şeriflerde de ifade edildiği gibi, mânâ cihetiyle hadistir. Bu cümlenin doğruluğunu zikrettiğimiz âyet gibi birçok âyetin mânâsı tasdik eder. Birçok hadis-i şerif de bu kelâmın aynı mânâsını ifade etmekle bi’l- mânâ hadis olduğunu gösterir. Hem bir kısım selef-i sâlihinin ve müctehid derecesindeki âlimlerin hadis-i kudsî olarak aynen kabul edip söylemeleri kabulümüz için yeterli bir delildir. “Malûmdur ki; zaif şeyler içtimâ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz.”11 Dolayısıyla “levlâke”nin ifade ettiği hakikate basiret sâhibi olan hiçbir kimse îtiraz edemez. Kaynaklar: 1- Keşfü’l-Hafa c. 1 s. 265. hadis nu: 8272-  Keşfü’l-Hafa c.2 s.1643-  A.g.e.4-  Enbiya,1075-  Müslim c.1 s. 1316-  Ahzab, 567-  Keşfü’l-Hafa c. 1 s. 265. hadis nu: 8278-  Hâkim, Müstedrek, c. 2, s. 671. Bu hadis için Hâkim; Müslim ve Buharî’nin rivayet etmediğini, fakat sahih olduğunu söylemektedir.9-  Deylemi, müsnedü Firdevs, c, 5, s, 22710- Menasikü’l Hacc, İmam Nevevî,sh:452  11- Mektubat,19.mektup

Zakir ÇETİN 01 Mayıs
Konu resmiMerhaba Ey Fetih Mevsimi!
İnsan

1434’ün en bereketli mevsimine dâhil oluyoruz bu ayın 11’inde. 90 günlük ‘Fetih Mevsimi’ kapı­larını açıyor bir kez daha; ihlâsla Nur’a talip olup, hikmete talebe olanlara. Rahleler kuruluyor, Allah için ‘rıhle’ye niyet edenlere… 90 gün 90 saat noksansız ve ciddi bir şekilde ne ile meşgul olunsa onun kapıları açılır zaten ardına kadar! Yeter ki istenilsin! Yeter ki o kapılar çalınsın! Mübarek Üç Aylar hakkımızda hayırlı olsun! *** Bu sene İstanbul’un fethinin 560. Yıldönümü. Bu sene Ayasofya Camii’nde na­maz kılınışının 560. Yıldönümü. Aynı zamanda bu sene Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilişinin 79. Yılı.   Duamız ve temennimiz o ki fethin 560. Yılında Ayasofya Camii’nin mahzun ve mahkûm hali değişir. Hakiki bir fethin kapıları sonu­na kadar açılır işte o zaman. İki Fetih Mevsimi’nin tevafu­kunu nimet bilip dualarımızı artıralım. Artıralım ki duaları, Ayasofya ibadete açılsın ve Peygamber müjdesine nail olmuş Fatih Sultan Mehmet’in emanetine hıyanet lekesi alnımızdan silinmiş olsun! *** İrfan Mektebi ilmi, hikmeti, marifeti biriktirerek yoluna istikrarla devam ediyor. Bu ay, 62. Sayımızda teklifi­mizle CERN ile ilgili önemli bir yazı kaleme alan Prof. İbrahim Pirahmetoğlu’nun konuyla ilgili ikinci yazısını kapağa taşıdık. İlimle ‘marifet’in kapılarını çalı­yoruz ki ‘hikmet’e ulaşabilelim. Bilim, doğru soruları sormaya başladıkça doğru cevaplara da ulaşacaktır; ulaşıyor da. İmanlı ve muhakkik bir fizik pro­fesörünün gözünden bu   âlemi oku­mak paha biçilmez bir servet, şükretmemiz gereken bir nimet. Mübarek Fetih Mevsimi’nin mü’minler için hayırlı ve mübarek olmasını niyaz ediyor, birbirinden değerli yazıların olduğu Mayıs sayımızda tüm emeği geçenlere şükranlarımı arzediyorum.    

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Mayıs
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

İstanbul’u Şu Beşikte Yatan Çocuk Fethedecek Hacı Bayram-ı Velî Hz. Edirne’de bulunduğu sıralarda Sultan 2. Murad ile sık sık görüşmüştür. Sultan 2. Murad, bu görüşmelerde Hacı Bayram-ı Velî Hz.’nin mâneviyâtından ve ilminden istifade etmiştir. Yine bir görüşme sırasında, huzura bir beşik getirilir ve Hacı Bayram-ı Velî Hz.’nin yanına konulur. Bunun üzerine Hazret, beşiğe dikkatlice bakar ve oradakilerin duyacağı şekilde Fetih Sûresi’ni okumaya başlar. Fetih Sûresi’ni okumayı bitirdikten sonra Sultan 2. Murad’a dönerek; “Bayezid Han, amcanız ve sizin muhasaranız zamanında elden gelen yapılmıştır. Ancak bazı hatalar yapılmış, fetih gerçekleşememiştir. Sultanım sen İstanbul’u alamayacaksın, ama mutlaka alınacaktır. Bunu ben de göremeyeceğim. Orası şu beşikte yatan çocuk (Fâtih Sultan Mehmed) ve bizim Akşemseddin tarafından alınacaktır” der. Üstâd’ın Vücûduna Dört Gülle İsâbet Etmişti Gönüllülere cesâret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında ayakta dolaştığı için Üstâdımızın vücûduna dört gülle isâbet etmişti. Buna rağmen Üstâdımız bir adım geri çekilmemiştir. Ve sipere oturmamıştır. Tâ gönüllülerin cesâretleri kırılmasın. Hatta bunu işiten Vâli Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali geri çekilsin diye haber gönderdikleri zaman, Üstâdımız demiş: “Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek.” Hakîkaten üç gülle öldürecek yerine isâbet ettiği hâlde, biri hançerini diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir. Vâli Memduh Bey, Kumandan Kel Ali ve ahalî kurtulduktan ve gönüllüler ve askerler çekildikten sonra Bedîüzzaman Hazretleri, bir kısım fedâkâr talebeleriyle Bitlis’te bakiye kalan bir kısım bîçâreler için, kendilerini feda etmek fikriyle kaçmazlar. Sabahleyin düşmanın bir taburu içinde müsâdeme ederek arkadaşlarının çoğu şehid olur. Hatta yeğeni ve kahraman bir talebesi Ubeyd dahi kendi bedeline şehid olmuştur (devam edecek). Mescid-İ Ebû Bekir Es-Sıddîk Mescid-i Ebû Bekir Es-Sıddîk’ ın inşa edildiği arazi, Peygamber Efendimizin (asm) bayram namazı kıldırdığı yerler arasındadır. Mescid, Mescid-i Gamame’ye 40 metre mesafededir. Mescid-i Mualla’nın kuzeybatısındaki Ami­diye Sokağının başındadır. Hz. Ebû Bekir (ra), Hilâfeti sırasında Peygamber Efendimize (asm) ittibâen burada bayram namazı kıldırdığı için mescide, Mescid-i Ebû Bekir Es-Sıddîk denilmiştir. İlk olarak Ömer Bin Abdülaziz (ra) tarafından inşa ettirilen mescid, 1838’de Sulatn 2. Mahmud tarafından restore ettirilmiştir. Son olarak 1992’de tamirat geçiren mescid, 292 m² lik bir alana kuruludur. Osmanlı mimarî tarzını hâlâ korumaktadır. 12 Mayıs 1422 Süleyman Çelebi Vefat Etti 1349 senesinde Bursa’da dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Tahsil hayatı da Bursa’da geçen Süleyman Çelebi, 1392’de Dîvân-ı Hümâyûn İmamı olarak tâyin edilir. O devirlerde ilim ehline veya Mevlevî tarikatı büyüklerine Çelebi ünvanı verilmekteydi. Bu sebeplerden dolayı isminden sonra çelebi ünvanı yer aldığı düşünülmektedir. Süleyman Çelebi, 1399 senesinde inşası biten Bursa Ulu Câmi’ye, Emir Sultan Hz.’nin tavsiyesi ile, Sultan Yıldırım Bayezid tarafından Baş İmam olarak tayin edilir. Ömrünün sonuna kadar bu vazifede kalır. Süleyman Çelebi, İranlı bir vaizin Peygamber Efendimizin (asm) diğer peygamberlerden farkı olmadığına dair sözlerine karşılık olarak günümüzde de şöhretini kaybetmeyen Mevlid’i yazmaya başlar. Mevlid’i 1409 senesinde tamamlar. Mevlid, o zamandan beridir Osmanlı coğrafyasındaki şöhretini hep korumuştur. 28 Mayıs 1543 Barbaros Hayrettin Paşa Son Deniz Seferine Çıktı Fransa Kralı, Nice şehrini Ceneviz ve İspanya işgalinden kurtarmak amacıyla Kanunî Sultan Süleyman’dan yardım ister. Bunun üzerine Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması, 28 Mayıs 1543’te İstanbul’dan ayrılarak sefere çıkar. Donanma, 11 Temmuz'da Fransa'nın Toulon Limanı'na varır, burada birkaç gün kaldıktan sonra Marsilya limanına girer. 44 parçalık Fransa Donanması, direklerine Osmanlı bayrağı çekilerek, Osmanlı Donanması'nı top ateşiyle selamlar. 5 Ağustos'ta Marsilya' dan Toulon'a hareket edilir. Müttefik donanma Toulon Limanı'na girdiği gün, Kanunî Sultan Süleyman da Estergon'u fethetmiştir. Barbaros, o zaman Şarlken himayesinde olan Nice şehrini alarak Fransa'ya vermek ister. Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa, Nice'in etrafına hendekler kazdırtır. Şehir 20 Ağustos'ta teslim olur. 01 Mayıs 1769 Hotin Zaferi Rus saldırılarına ve işgaline karşı Osmanlı’dan yardım isteyen Lehistanlılar’a yardım etmek ve Lehistan’ı Rus işgaline karşı korumak için, 8 Ekim 1768’de Rusya’ya savaş îlan edildi. Osmanlı Devleti’ne tâbi Kırım Hanı Kırım-Giray'ın orduları 1769 şubatında Güney Rusya'ya girerek Rusları yendi ve çok sayıda esir alarak, döndü. Târihte ahlâksızlığı ile meşhûr olan Çariçe Katerina Kırım-Giray Hanı, Bahçesaray şehrinde saray hekimi olan bir Rum doktoru vâsıtası ile zehirleterek öldürttü. 27 Mart 1769'da serdâr-ı ekrem vazifesiyle Rus seferine çıkan Sadrazam Yağlıkçızâde Mehmed Emin Paşa, 1 Mayıs 1769'da ilk Hotin Zaferini kazandı. Ardından 12 Ağustos 1769’da Hotin’de Ruslar’a karşı bir zafer daha kazanıldı.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiCern Deneyi
Eğitim

Esirin zerresinin keşfi mi? Nihayet CERN yetkilileri ge­çen yaz buldukları parçacığın Higgs bozonu olduğundan şüp­helerinin kalmadığını duyur­du­lar.  Yıllardır devletlerin bütçe­le­riyle, ilim adamlarının hayat boyu kariyerlerini kapsayan ça­lışmalarının meyvesi alınmış oldu fakat çalışmalar henüz bitmiş değildir.  Bu neticeler ne demek ve ne işe yarayacak gibi sual­ler dünyada ve ülkemiz medyasında bolca yer aldı.  Haliyle kâinatta her şeyin Allah’ın eseri oldu­ğuna kanaat getiren muhakkik Müs­­­lümanlar bu neticelerin ken­dilerini alakadar edeceğinin farkındalar, dolayısıyla mevzuyu merak ediyorlar.  İzaha giriş­me­­den evvel oldukça teknik bir mevzuyu umumun istifadesine sunmak için verilen misaller/benzetmeler hakikati ancak be­lirli sınırlar içinde göstereceğini de hatırlatalım.   Öte yandan Kur’an’ın bu asra bakan ma­ne­vi tefsiri Risale-i Nur’u mü­dekkikane tefekkür edenlerin, bu deneyin neticele­rini ihata ede­cek mefhum ve ar­ka planları vardır, sadece on­lara doğru istikameti göstermek yeterli olacaktır inşallah. KÂİNATI OLUŞTURAN TEMEL PARÇACIKLAR? Herhangi bir maddenin içini parçalara bölerek inceleyebiliriz.  Lakin bölme işlemi gitgide küçülen parçalar ise daha büyük kırıcılara ihtiyaç vardır.  Mesela tırnak kadar bir madde belki çekiçle, kum tanesi gibi olanı bölmek için “balyoz” ve daha küçüğünü bölmek için daha dehşetli bir alete ihtiyaç vardır.  Tabi balyoz ve daha büyüğünden kastımız daha küçük parçalar için daha yüksek enerji (daha büyük balyozla) aktarmak suretiyle olmaktadır.  Bugün la­bo­ratuvarlarda, bölme işlemleri değişik enerji ölçek­lerinde gerçekleştirecek imkânlar var.  Keşfedilecek parçacık ne ka­dar küçülürse, çıkılması ge­re­ken enerji miktarı da artar ve ölçüm yapan detektörün boyutlarının da o nispette artması gerekmektedir.  Mesela atom ve molekülleri incelemek için bir oda içine sığacak cihazla ve 10 ile 100 eV elektron volt enerji (enerji birimi bir elektronu 1 voltluk (kalem) pil altında hızlandırıldığında oluşan enerji) yeterli olabilirken, atomun çekirdeği için milyon eV enerjiye çıkılması lazımdır.  Çekirdeği bölmek içinse milyar eV, CERN’de yapılan deneyde ise trilyon eV enerji mertebesine çıkılarak ve 2-3 katlı bir binaya sığacak kadar büyük detektör kullanılarak Higgs Parçacığı’nı bulmuşlardır.  Şimdiye dek keş­fedilen parçacıklar şöyle tasnif edilmektedir: Elektronlar (lep­ton grubundan, 2 arkadaşı daha var müon gibi bütün özelliğiyle elektron fakat kütlesi 200 kat elektronunkinden daha büyük fakat atomun yapısında yoktur) her eşyada mevcuttur: bütün kimya, elektrik akımı ve elimize aldığımız herhangi bir mad­denin özelliği elektronların al­dığı tavırlarla tezahür et­mek­­tedir.  Kuarklar, atomun çekirdeğin­de­ki proton ve nötronun içyapısını/terkibini oluşturan yukarı (u) /aşağı (d) diye tabir edilen iki çeşidi var (aslında 4 farklı türü daha var ama bir hikmete binaen Allah onları atomun yapısında kullanmıyor, yukardaki ağır elektron müon gibi).  Birde bu parçacıklar arasında cazibe/dafia gibi oluşan kuvvetleri sağlayan bir nevi “haber” ileten bozon tabir edilen parçacıklar var, bunlardan biri foton ışığın zerreleri diğeri gluon tutkal demek quarkların haberleşmesinde rol oynamaktadır.  Tabloya bakıldığında elektron, kuark (u ve d olanlar) ve foton ve gluon atomun yapısında kul­lanılmaktadır.  Kâinattaki her şey atomlardan olduğuna göre, her şey bunlardan yapılmıştır dolayı­sıyla bunların hususiyetlerine göre kâinat oluşacaktır.  Risalede geçen “bir şeyden her şey yap­mak” meselesini bu seviyede tahakkukunu tefekkür edebiliriz.  Ayrıca bu tabloda olan zerreler şu anki malumat dâhilinde “Cüz'ü la Yetecezza” diye tabirine uyan zerrelerdir, çünkü onlar mürekkep olmayıp basittirler. CERN DENEYİNDE NE BULUNDU? (TAHAVVÜLATI ZERRAT) Son yarım asırda zerreler ­hak­­kında bulunanların hülasasını tabloda vermiş ol­duk.  Bu  ne­ti­ce­ler Stan­dart Model di­ye tarif edilen, kuantum alanlar teorisi (ku­an­tum fikrinin en son versiyonu) bu zerrelere dair hayret verici hassas tahminlerde bulunabilmekte ve bu tahminlerde laboratuvar­lar­da yapılan binlerce deney sonucu te­yit almıştır ancak bu tahminler­den yukarda tablo da olmayan Higgs zer­resi bulunamamıştı, bu son deneyle Standart Model’in bu tahmini de muh­temelen doğru­lan­mış oldu.  Bu ne anlama geliyor biraz malumat verdikten sonra geleceğiz.  Fizikte alan mef­humu çok kullanışlı soyut (âlemi emirden herhalde) bir kavram olup elektriğin keşfiyle yaygın olarak istihdam edilmektedir.  Bu mefhuma göre uzayın bir bölgesine veya her noktasına belirli sayı tekabül ettiğinde oluşan sahadır.  Mesela hava durumunu gösteren ha­ritada üzerine eş-sıcaklık eğri­leri çizildiğinde, memleket üze­rinde sıcaklık dağılımını ve basınç dağılımı gösterir bir çeşit alan haritası çıkarılmış olur.  Yukardaki ha­ri­tada aynı eğriler belli bir basınç değerindedir ve bölgenin her noktasına bir basınç değeri tekabül etmektedir.  Kuantum alan teorisine göre uzaya yayılmış soyut/mücerret alanlar vardır, bu alanlar ihtizaza (titreştirilebilirse) getirilebilirse, bu ihtizaz kuantum (miktar demek) teorisinin neticesi olarak bir zerre neşir edilmiş olur.  Bu alanlardan bazısı hemen parmak hareketimizle ihtizaza getirile­bilir, elektromanyetik alan gibi, ihtizaza geldiğinde neşir ettiği zerreler fotondur (gözümüzün gördüğü oldukça küçük bir bölge­sidir.  Yan­daki şe-kil­de dipol-anten (merkezdeki beyaz çubuktaki elektrik akımının) ihtizazı sonrası yayılan fotonların (foton sayısı oldukça fazla) anlık resmidir.  Standart Model’e göre yukarıda bahsi geçen elektron, kuark ve diğerleri için kendilerine mahsus her ta­rafı kaplayan birer alanları vardır, bu alanlar ihtizaza geldiğinde, her alan kendi zerresini, yani elektron alanı elektron zerresini veyahut kuark alanı kuark zerrelerini neşir ederler.  İşte bu yüzden her yerde elektron aynı özelliğe sahip diyorlar aynı ustanın esiridir dediğimiz mevzunun nasıl gerçekleştiğini tefekkür edebiliriz!  Buraya ka­dar her şey çok güzel, lakin her şey bu soyut alanların ihtizazı/titreşimi ise eşyada görülen kütle (yaygın/yanlış tabiriyle ağırlıkları) olmayacak çünkü ihtizazın kütlesi yoktur ve her şey ışık hızıyla gidiyor olacaktı.  Kütlenin olmaması ve her şeyin ışık süratiyle gitmesi müşahede ettiğimiz bu âlemdeki nizamın allak bullak olması demekti, fa­kat bu vakıa değil çünkü; eşyanın kütlesi hatta tablodaki birçok zerrenin ufacıkta olsa ölçülen kütleleri vardı.  Dolayısıyla mo­delde ciddi eksiklikler olmalıydı.  Daha önce “maddenin derunun­da ne var?” İrfan Mektebi’ndeki yazıda bahis ettiğimiz gibi 12. Lem'a’da esirin yedi farklı halini anlatırken, Üstad Hazretleri özünde bu kütle meselesi için suyun katı sıvı gaz hali gibi yedi durumu vardır diyordu, Allahu alem."  Standart Model ile eşyadaki kütle özelliğini aynı mekanizmayla (hal değişimi katı sıvı gaz gibi) kazandırmaya çalışıyorlar.  Orda izah etmediğimiz vecihleri bu yazımızda tamamlar isek: Standart Model’deki bu ciddi eksikliği (yani kütlesiz zerreler tahmini), acayip bir teklifle izale edilebileceğini 1964 yılında İngiliz fizikçi Peter Higgs gösterdi (matematik anlamında).  Fizikçiler tarafından oldukça garipsenen fakat Nur talebe­lerinin yakinen tanıdıkları esiri de çağrıştıran bir kabul/teklif yaptı.  Yani kâinatın her yeri Higgs alanı diye isimlendirilen bir soyut/mücerret alan ile ihata edilmiş olmalıydı.  Bu alan diğerlerine benzemeyecekti, mesela antenimizi kapatarak fotonları izale edebilirken veya başka alanlar belirli bölgede olabilirken bu alan her yerdeydi, her yeri kuşatmış olmalıydı ve Higgs alanını söndürme imkânı yoktu.  Higgs Alanını üreten veya iptal eden fiziki bir kaynak/ ‘anten’ türü bir şey yoktu.  Eğer bir yerde söndürme imkânı olsaydı, o za­man eşyanın kütleleri olmayacak ve o yerdeki her şey ışık hızıyla parçalanarak dağılacaktı.  Ayrıca, eğer bu fikir doğru ise eşyayı yok/var etmenin bir emirle olabileceğini gösteren çok çarpıcı bir misali oluyordu; 29 Söz'deki bahisleri hatırlayalım.  Hülasa bu Higgs alanı olmasaydı mesela elimi kaldırmak istediğimde ışık hızıyla fırlayıp gidecekti, çünkü kütlesi olmayacaktı zira kütlesi olmayan cisimler ışık hızıyla gitmeliydi.  Evet, böylece Al­lah’ın binlerce nimeti arasında kütle özelliğinin de yaratılarak hizmetimize sunulduğu ve ne kadar muhteşem bir nimet olduğunu tefekkür edebiliriz. Bu alan içinde hareket eden zerrelerin bir kısmı ondan şiddetle etkilenerek yavaşlamış olacaklar (ışığın kesif cisimden geçerken yavaşladığı gibi fakat çok daha acayip bir surette olma­sı gerekiyordu).  Bu fikir de bi­ze yabancı değildir, Üstad fark­lı bir mevzuyu izahında (Mesnevi-i Nuriye'de): “Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne, cam ziya­nın geçmesine, şuaın röntgen vası­tasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mâni yoktur. Kezalik, bu kesif âlemde ruhanileri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyrandan men edecek bir mâni yoktur.”   Burada letafeti olanların cevelanına kesifin engel olmadığını izah etmek­tedir bizim mevzumuza manayı muhalifiyle bakıldığında, kesa­fe­ti olanların cereyan ve devranları sınırlandırılmış olacakları anlaşıl­maktadır.  Aynen bunun gibi ke­safeti takdir edilen cisimler latif ve ışık süratiyle gitmeleri gerekirken, Higgs alanı içinde yavaşlarlar, fakat ışık gibi veya nötrino gibi olan zerreler ise Higgs alanı içinde bile yukarda bahsi geçen nuraniler gibi ışık hızıyla cevelan ederler.  Hülasa bu Higgs denizinde (alan) cevelan eden zerrelerden bazı­larına Higgs alanı yavaşlatıcı tesir ederken bazıları ise balık misal suyun içinde yavaşlamadan cevelan ederler.  Fizikçilere göre kâinat big bangla başladığında bu alan yoktu dolayısıyla zerreler ışık hızıyla hareket ediyorlardı, ne zaman (big bang’­ın başlangıcından sa­ni­­ye­nin trilyonda biri kadar sonra) Higgs alanı yaratılınca, eşya yavaşlayıp mürekkebat için zuhur etme şart­ları meydana geldi çünkü zerreler kütle kazanıp yavaşlamış oldular.  İşaret'ül İcaz'da geçen bahsi te­fekkürünüze sunuyoruz: “Mad­de-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. ‘Arşı su üzerindeydi (Hud Sûresi: 7.)’ âyeti, şu madde-i esiriyeye işarettir ki, Cenâb-ı Hakkın arşı, su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Saniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten sonra, cevahir-i ferde kalb etmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.” Evet, uzay devasa bir boşluk hiç­lik olmayıp devamlı ihtizaz halinde acayip bir şeyle doludur, bu şey Higgs alanıdır ve onun vücudu haricisi var mı henüz bilinmiyor.   Böyle muhteşem bir alanın varlığı tespit için CERN deneyi yapıldı.  Çünkü her alan gibi Higgs alanı da ihtizaza getirildiğinde bir zer­re neşir edecekti bu zerrenin adına da Higgs bozonu olarak tesmiye ettiler.  Bu zerre kendi varlığı şu an çok elzem olmayabilir fakat delalet ettiği Higgs alanının varlığı elzemdir.  İşte ilan edilen bu bozunun keşfiydi, yani kâinatın her tarafını dolduran, her yerde bulunan bu derinler­deki alanın ihtizazını görmüş­lerdi.  Bu alan eski esir kavramını hatırlatıyordu, dolayısıyla esir demekten bazı bilim adamları kaçındılar fakat bu tasvir edilen şey esir değilse nedir?  Mevzuyu Higgs bozunu bulunmadan evvel Amerikanın dünyaca ta­nın­mış üniversitesi MIT’den Prof Wilczek, “Elbette modern fiziğin esiri çok farklı ve daha güçlü bir mefhumdu!” diyordu.  Bütün bunların esirle alakasını vurgulamaktan çekinmeyen No­bel ödülü de kazanan Francis Wilczek bir kitabının tanıtım röportajında (CERN deneyinden önce yapılmış) şunları diyordu: “Modern fizikte kâinatın ışık ve madde olarak ayrılmasının sathi olduğunu keşif ettik; tek şey var, o şey ise: daha çok geleneksel anlamdaki maddeden çok ışığa/nura benzemesidir…  (Tabiatın) temelinde benim şebeke diye isimlendirdiğim bu şey vardır.  Bu şebeke bütün uzayı her yeri doldurur ve aniden oluşan binlerce aktiviteyle (ihtizazlar ile) doludur.  Bu bir bakıma eski esir fikrine çok benzer fakat bahis ettiğim şebeke esir fikrinin oldukça tekâmül etmiş halidir, birçok yeni özellikleriyle daha da merbut bir esir kavramıdır… Görünüşte çok farklı cins maddeler umulmadık (şekilde) her tarafı ihata eden tek şeyin farklı cihetleridir/tezahürleridir.” Bu satırlarla yukarda İşarat'ül İcaz'daki bahsi tekrar okuyunca üstadımızın ne kadar hakikat bin konuştuğunu müşahede ediyoruz. Yirmi sene önce vefat eden meşhur fizikçimiz Feza Gürsey,  Higgs mevzusu daha taze iken yaptığı konuşmada “boş uzayın” nasıl cevelan ettiğini bakın nasıl anlatıyor.  “Âsaf  Hâlet, benim Fizik tah­silimi pek ciddiye almazdı: ‘Bırakın şu fiziği! Dervişlik cüppesini giyin! Aşk ve şiir yolu­nu seçin!’ diye bana mürşidlik taslardı… Şâir arkadaşım Âsaf Hâlet dikkatimi Tasavvuf'daki ince, girift ve tehlikeli kavram­lara çeker, Seyyid Nesimî'nin mısrâlarını okurdu: ‘Deryâ-i muhît cûşa geldi, Kevn ile mekân hurûşa geldi, Sırr-ı ebed oldu âşikâre...’  Yâni, varlığı çevreleyen deniz coşup taştı. Kâinat ve Dünyâ kendinden geçti. Ebedî sır, giz­lilik meydana çıktı. Bugünkü Fiziğin kavramları­nı ona kendi diliyle, Küllük Kahvesi'nin çınarları altında anlatabilmeyi ne kadar isterdim!  Fizik'te  vakum denilen en aşağı enerjili bir temel alan durumu vardır ki alanların denge durumudur. Bu vakumun boşluk olmadığını, aksine, tıp­kı Nesimî'nin târif ettiği bir deniz gibi dalgalandığını ona açıklardım. Biz bu dalga ve köpüklere  kuvantum flüktüas­yonları (çalkantılar/ihtizaz) adını veriyoruz. Onlar gâyet kesin olarak türlü geometrik şekillere bürünürler. Bunlara da enstanton denir. Modern alan teorilerinde bu çeşit geometrik strüktürlerin (yapıların) sınıflan­dırılmasını da her geçen yıl daha iyi öğreniyoruz. Hâlen ben, bu konuda çalışanlardan biriyim. Vakumun bir de uyarılmış du­rumları, eksitasyonları (ihti­zaz) var. Bunlar parçacık da ola­bilir,  monopol gibi yeni cins kollektif yapılar da olabilir. Vakumun uyarılması Tasavvuf'da Varlık denizinin taşması gibi. Fakat bu parçacıklar doğrudan doğ­ruya gözlenemiyorlar. Sırr-ı Ebed olarak gizli kalıyorlar. Bu olayın modern adı hapis (confinement) pren­sibi. Maddenin yapı taşları olan quark ve glüon isimli kuvan­tumlar serbest parçacık olarak yaşıyamıyorlar. Gözlene­bilen çekirdek parçacıkları içinde mahbûs kalıyorlar. İçi­ne yer­leştirildikleri nötron, pro­ton gibi madde parçacıkları ile lâboratuvarda rahat ra­hat deney yapılabiliyor. O hâlde aralarında birleşip de bildiğimiz temel  parçacıkları    oluşturan  quark ve glüon'lar  nötron, proton, me­zon şeklinde âşikâr oluyorlar, yâni gözlemcinin meydanında beliriyorlar. Buna göre tanıdığımız mad­de­nin atom çekirdekleri arasın­da doğrudan doğruya gözleyemediğimiz fa­kat mate­matik yoluyla kesin olarak tanımlayabildiğimiz gizli bir  âlem yatıyor, tıpkı mutasav­vıfların Gayb Âlemi  gibi. Onun da ardında Varlığı çevreleyen deniz gibi vakum uzayıp gidiyor. Bunları duyduktan sonra Âsaf Hâlet Çelebî bana hâlâ: "Bırak Fiziği de Aşk ve Tasavvuf öğren!" diye ısrar eder miydi, ne dersiniz? Teşbih ve istiâre yoluyla Modern Fiziğin bâzı kavramlarını, dede­lerimizin Mevlânâ ve Yunus Emre'den Şeyh Gālib'e kadar en çok sevdikleri ve işledikleri hayâl ve düşünce dünyâsına bağlamağa çalıştım… Şair Muh­yiddin Abdal’ın dediği gibi ‘Muhyiddinem dervişem, Hak yoluna girmişem, On sekiz bin âlemi, Bir zerrede görmişem.’ (Kubbeden cübbeye aşk yoluyla fizik konuşmasından, 7 Temmuz 1981 İ.Ü Fen Fak.)”

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Mayıs
Konu resmiDua Köşesi
İbadet

 

İrfan MEKTEBİ 01 Mayıs
Konu resmiİslam Medeniyeti
Kültür ve Medeniyet

İstanbul'un Fethi Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde; “Konstantiniyye elbet feth olunacaktır. Onu feth eden Kumandan ne güzel Kumandan, onu feth eden Asker ne güzel Askerdir” buyurmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de, Sebe Suresi’nin 15. âyetinde geçen “Tayyib” kelimesi “Çok güzel Belde, yaşanılan yer”, “Beldetün Tayyibetün” ise; yaşanılan çok güzel bir belde’ye işaret etmektedir. Büyük İslam âlimlerinden Molla Cami Hazretleri, bu âyet-i kerîmeyi incelemiş ve “Beldetün Tayyibetün” cümlesinin harflerinin ebced hesabına göre toplam, hicrî 857, milâdi 1453 yılını gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Bu âyet-i kerîmede fethin mucizesi gizlidir. Ancak fethin müjdesi yaklaşık 857 yıl sonra gerçekleşmiştir. Yine, Mâide Suresinin 54. Âye­tinde de bazı yorumlara göre milletimize işaret edilmektedir. Âyetin anlamı şöyledir: “Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse (bilsin ki), Allah ileride (onların yerine) öyle bir kavim geti­rir ki, (O) onları sever; ve (onlar da) O’nu severler; (o bahtiyâr insanlar) mü’minlere karşı alçak gö­nüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler! Allah yolunda cihâd ederler ve hiçbir dil uzatanın kınamasından korkmazlar! İşte bu, Allah’ın bir ihsânıdır ki, onu (kendi lütfundan rızâsına yönelen kullarından) dilediğine verir. Çünki Allah, Vâsi' (ihsânı bol olan)dır, Alîm (hakkıyla bilen)dir” Üstad Bediuzzaman Said-i Nursi; “Bu âyeti okuduğumda, vallahi bu âyet Türkler’e işaret ediyor dedim.” demiştir. İstanbul'un Fethi’nin ilk işareti Asr-ı Saadet’te başlar. Hendek Muharebesi'nde Medine-i Münevvere'nin etrafında büyük hendekler kazılırken Ashab-ı Kiram kumların arasında büyük bir taşa rastladı. Bu taşı kimse yerinden oynatamıyordu. Peygamber Efendimiz (sav)`e haber verdiler. Rasûlullah Efendimiz, bu taşın üzerine vurunca taş paramparça oldu. Kimsenin yerinden oynatamadığı bu taştan üç tane taş fırladı. Ve Resulullah (asm) buyurdular: "Bu taşlardan birisi yarın İran'ın Faris'in fethini müjdeliyor. Bir diğeri Konstantıniyye’nin fethini müjdeliyor. Öbürü de Mısır'ın Fethini müjdeliyor." İşte Konstantıniyye’nin fethedileceği daha Hendek Harbi sırasında müjdelenmiştir. Onuncu yüzyılda, en son ve mütekâmil din olan İslâmiyet'i büyük topluluklar hâlinde kabul eden Türkler, aynı şevk ve imanla, İstanbul’un fethini ulvî bir gaye olarak benimsediler. Osmanlı sultanlarından II. Mehmed Han’ın, 29 Mayıs 1453’te, Bizans imparatorluğunun başşehrini almıştır. Türk-İslâm mefkûresinde çok ö­nem­li bir yer işgal eden Konstantıniyye’nin fethi, İslâ­mi­yet'le birlikte ortaya çıkan mukaddes bir ideal, yüce bir gayedir. Bu ulvî gaye uğruna önce Araplar, sonra da Türkler, İstanbul surları önünde seve seve can verdiler ve şehadet mertebesine kavuştular. Konstantıniyye fetihle İstanbul olmuştur. Konstantıniyye, 1453 tarihine kadar birçok defalar, çeşitli millet, devlet ve topluluklar tarafından kuşatılıp, işgal edildi. Peygamber Efendimizin: “Konstantıniyye mu­hakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerlerdir” hadîs-i şerîfi, bütün İslâm hükümdar ve kumandanlarının bu şehri fethetmek arzu ve gayretlerini harekete geçiriyordu. Müslümanlar, “Feth-i Mübîn”i gerçekleştirmek için pek çok teşebbüste bulundular. Osman Gazi (1281-1326) tarafından kurulan Osmanlı Devleti, hükümdar ve askerleri, hadîs-i şerîflerle müjdelenen ulvî gayeyi gerçekleştirmek şerefine mazhar olmak arzusuyla faaliyetlerde bulundular. Osman Gâzinin, ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gazi'ye; “Konstantıniyye’yi al gülzâr et” diyerek vasiyette bulunması, Konstantıniyye’nin, gönlünde nasıl yer ettiğini göstermesi bakımından pek mânidardır. Sultan Fatih`in ordusu tam 200 bin kişilik bir orduydu. O tarihte kimsenin hafsalasının almayacağı azamette bir orduydu. 6 Nisan günü üç defa büyük top ateşlenmek suretiyle surlara karşı İstanbul`un muhasarası ve Konstantıniyye’nin fethi çalışmaları başlamış oldu. Çarpışma bilindiğii gibi tam elli iki gün sürmüştür. 29 Mayıs 1453 Salı günü öğleye doğru kır atının üstünde beraberinde hocaları ve ordu kumandanları olduğu hâlde muhteşem bir alayla Topkapı’dan İstanbul’a giren Pâdişâh’ın yanında, çok sevdiği hocası Akşemseddîn de vardı. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed Han çok genç olduğu için herkes Akşemseddîn’i pâdişâh sanıyordu. Ona demet demet çiçek sunuyordu. Akşemseddîn, Genç pâdişâhı göstererek: “Sultan Mehmed ben değilim, odur” dedi. Sultan Mehmed de: “Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim ama o benim hocamdır. Şehrin manevî fâtihidir” dedi. Sultan, Türk askerlerinin kale burçları dâhil her taraftan göklere yükselen ezan ve tekbir sesleri arasında, Ayasofya önüne geldi. Genç Sultan, yerlere kapanan ahâli, rahip ve eski Ortodoks patriğine karşı: “Kalkınız! Ben sultan Mehmed, size ve bütün ahâliye söylüyorum ki, bu günden îtibâren hayâtınız ve hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız” diye hitapta bulundu. Konstantıniyye feth olundu ve İstanbul oldu. İstanbul hızla imar edildi. Ayasofya, Sultan Fatih’in kılıç hakkı olarak vakıf haline getirilerek camiye tahvil edildi. Yahya Kemal’in ifadesiyle, Ayasofya ‘da okunan ezanlar ve Kur’an’lar bu şehri muhafaza eden manevi amillerdir.  

Mustafa YILMAZ 01 Mayıs
Konu resmiKültür Sanat
Kültür ve Medeniyet

Paha biçilemeyen kitaplar ilgi bekliyor Yüz yaşını geride bırakan İzmir Milli Kütüphane, nem ve ısı kontrollü özel odalarında sakladığı 5 bin kadar tarih ve kültür hazinesinin bekçiliğini yapıyor. Kuruluşunun 100. yılını geçen yıl çeşitli etkinliklerle kutlayan İzmir Milli Kütüphane, tarihi binasının ısı ve nem kontrollü özel bölümlerinde 5 binden fazla el yazması ve taş baskı paha biçilemeyen kitaba ev sahipliği yapıyor. Basılan tüm eserlerin toplandığı "Derleme Kanunu"na tabi, İstanbul ve Ankara dışındaki tek kütüphane olan İzmir Milli Kütüphane, 850 binden fazla kitabı bünyesinde barındırıyor. Her yıl 50 bin yeni kitabın katıldığı kütüphanenin arşivi ise, 5 bin kadar tarih ve kültür hazinesinin bekçiliğini yapıyor. Isı ve nem kontrollü odalarda muhafaza edilen eserler arasında ilk sırayı Osmanlı öncesi Türk tarihini anlatan en kapsamlı kitap olarak kabul edilen "Düsturname-i Enveri" alıyor. 500 yaşını geride bırakan ve iki nüsha olarak kaleme alınan bu paha biçilemeyen yazmanın diğer kopyası ise, kaçırıldığı Fransa'da Ulusal Kütüphane'de sergileniyor. Kütüphanenin paha biçilmezleri arasında manevi ve tarihi değeri kadar, olağanüstü bir hat sanatı örneği olmasıyla da dikkat çeken, 1252 yılından kalma Kur'an-ı Kerim öne çıkıyor. Çok sayıda el yazması Kur'an bulunan arşivin nadide parçalarından biri de yağmalanan Girit Kütüphanesi'nden Girit'te yaşayan bir Türk tarafından güçlükle kaçırılan Kur'an-ı Kerim. Özel arşivde ilk matbaa olan Gutenberg matbaası ile İbrahim Müteferrika matbaasında basılan onlarca taş baskı, Victor Hugo ve Lamartine gibi yazarların eserlerinin ilk baskıları saklandıkları yerden kurtulup kitap dostlarının karşısına çıkmayı bekliyor. Kitaplar mor ötesi ışınlarla temizleniyor İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdullah Kılıç, yaptığı açıklamada, Halil Hamit Paşa Halk Kütüphanesi'nde 59 bin kitap bulunduğunu, 12 bin civarında da üyesi olduğunu belirtti. Kütüphanede kitapların hijyenik ortamda bulunduğunu ancak ödünç verilmesi dolayısıyla bazı olumsuzluklar yaşandığına dikkati çeken Kılıç, kullananlar ve personelin sağlığını düşünerek Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan gelen ödenekle 11 bin 500 liraya kütüphane için ''kitap yıkama makinesi'' aldıklarını kaydetti. Makinenin 15 saniye içinde kitaptaki her türlü bakteriyi kimyasal madde kullanmadan mor ötesi ışınla temizlediğini anlatan Kılıç, ''Kitaplar temizlenerek yeniden raflardaki yerine konuluyor. Halk sağlığı açısından yapılan hizmet çok önemli. Böylece bulaşıcı hastalıklarının önüne geçilmiş oluyor'' dedi. Kılıç, daha önce kitapların fırça veya buna benzer yöntemlerle temizlendiğini kaydederek, bunun tam anlamıyla temizlik sağlayamadığını, bu durumun da halk sağlığını tehdit ettiğini vurguladı. Kılıç, makinenin Türkiye'de kütüphanelerin çoğunda bulunmadığını sözlerine ekledi. Yaklaşık 1 metre büyüklüğündeki cihazın içine konulan kitabın sayfaları, alttan gelen üflemenin etkisiyle açılıyor. Cihazda yaklaşık 15 saniye kalan kitap, uygulanan mor ötesi ışınla temizleniyor. Yeryüzünü kuşatan yürek: Bahattin Yıldız Afgan yetimlere yardım götürmek için çıktığı yolculukta bindiği uçağın düşmesi sonucu şehit olan Mücahid Bahattin Yıldız, bir kitap vesilesiyle yeniden hatırlanıyor. Yaşam boyunca ömrünün tamamını mazlum halkların yanında geçiren her zaman yoksullara ve yetimlere kol kanat geren Mücahid Bahattin Yıldız, Mustafa Yürekli'nin senaryosunu kaleme aldığı "Mücahid Bahattin Yıldız" belgeselinin kitap haline getirilmesi vesilesiyle yeniden hatırlanıyor. Yürekli'nin kaleme aldığı 'Mücahid Bahattin Yıldız' kitabı Bizim Çocuklar yayınlarından çıktı. 548 sayfadan oluşan eserde Yıldız'ın hayatı ve onu tanıyanların ağzından mücadeleci hayatı anlatılıyor. Şehit Bahattin Yıldız, bütün ömrünü rızasını kazanmak için harcadığı Rabbi'ne doğru yola çıktı. O zaten bütün ömrünü bu yolculuğun hayaliyle yaşamıştı. Kavuşmak hayal etmekle başlar derdi. O hayal etti ve Rabbi'ne kavuştu. Diyanet, Hüsn-i Hat sergisi düzenleyecek Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara ve İstanbul'da hattat Osmanlı sultanlarının eserlerinin de içinde yer aldığı ''Hüsn-i Hat'' sergisi düzenleyecek. Diyanet Basın Merkezi'nden alınan bilgiye göre, 2013 yılı Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri kapsamında İstanbul ve Ankara'da hat sergisi düzenlenecek. İstanbul Ayasofya ve Ankara Congressium'da İslam Sanat Tarihi Uzmanı Prof. Dr. Uğur Derman'ın danışmanlığında ''Hüsn-i Hat'' ismiyle gerçekleştirilecek sergide, İslam hat sanatlarının nadide parçaları sergilenecek. Sergilenecek eserler arasında, hattat Osmanlı sultanlarından II. Mahmud, III. Selim, III. Murad, Abdülmecid ve Vahidüddin'in eserleri de yer alacak. Vakıf Hat Sanatları Müzesi, Süleymaniye Kütüphanesi, İstanbul Şehir Müzesi, Topkapı Sarayı ve özel koleksiyonlardan seçilen nadide eserlerden oluşan ''Hattın Sultanları'' olarak tanımlanan koleksiyonun sanatseverlerle buluşacağı sergide, 300'e yakın eserin sanatseverin beğenisine sunulacak. Sergide ayrıca, son dönemin önemli hattatları Hafız Osman, Yesarizade Mustafa İzzet, Sami Efendi, Fehmi Efendi, Mustafa Rakım, Mahmud Celaleddin, Selma Hanım, Abdullah Üsküdari, Hamid Aytaç, Necmeddin Okyay'a ait yazma eserlere de yer verilecek. Günümüzün önemli hattatlarının özel çalışmalarının da yer alacağı sergi, 12 Nisan-12 Mayıs 2013 tarihlerinde İstanbul Ayasofya Müzesi'nde, 18 Nisan-23 Nisan 2013 tarihlerinde Ankara Congressium'da sanatseverlerle buluşacak. Geçtiğimiz yıl Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Ayasofya'da düzenlenen Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi Hilye-i Şerif sergisi iki ayda 1 milyon sanatsever tarafından ziyaret edilmişti.

Sena İKBAL 01 Mayıs
Konu resmiAfganistan 2012 Kurban İzlenimlerimiz
İtikad

Hayrat Vakfı Kurban Organizas­yonu Projesi kapsamında 23 Ekim 2012 Salı günü saat 23.55’te İstanbul’dan Afgan Havayollarına âit uçakla Afganistan’ın Başkenti Kabil’e hareket ettik. 6 saat süren bir yolculuk neticesinde Kabil Havaalanına indik. Bizi Esedullah Rahmanî isimli Afgan bir kardeşimiz karşıladı. Kendisi Kabil Üniversitesi Türk Dili Edebiyatı bölümünden mezun olmuş ve şuan burslu olarak Türkiye’de okumaktadır. Bu kardeşimiz bizi Kabil’de kalacağımız Bektaş İşci Beyin ve Cevzican Vâlisi Muhammed Âlim Sayi Beyin Kabildeki misafirhane ve ofisine götürdü. Bektaş İşci Bey; Kabil’de büyük bir iş adamı olup, İstanbul üniversitesi Uluslararası ilişkiler bölümünden mezundur. İthalat ve ihracat firması sâhibidir. Aslen Cevzican vilayetinden olup hâlen Kabil’de ikamet etmekte ve Maliye Bakanlığı’nda müfettiş olarak çalışmaktadır. Türkiye’ye sık sık gelip gider. Babası emekli eski Cevzican vâlisidir. Burada bir müddet istirahat ettikten sonra Kabil şehrini gezdik. Babür Şah’ın (1483-1530) meşhur bahçesi, külliye ve türbesini ziyaret ettik. Türbe o gün ziyaretçi kabul etmiyormuş. Biz Türkiye’den geliyoruz deyince bizim için külliyeyi açtırdılar. O akşam Doktor Gulam Beyin evine misafir olduk. Kendi çevresindeki arkadaşlarını da dâvet etmiş. Geç saatlere kadar doktor bey ve diğer eşrafla hoş sohbet ettik. Misafirleri gittikten (içlerinde albay ve mahallenin ileri gelenleri de vardı.) sonra biz yazılarımızı yazmaya başladık. Yazının etrafında doktor ve çocuklarıyla saat 01.20’ye kadar sohbet edip uzun uzun Türkiye’deki hizmetlerden bahsettik. Bu samimî konuşmalardan sonra bize şunu söyledi: “Çocuğumu Amerika’da okutabilecek imkânım var, fakat bozulmasından korktuğum için göndermedim." Biz de doktorun iştahlı ve samimî konuşmasından sonra, yaz çalışmalarımızdan bahsettik ve çocuklarını bu çalışmalara gönderebileceğini söyleyince o da “İnşaallah tâtil olur olmaz göndereceğim.” dedi. Bu teklifimiz karşısında çok memnun olduğunu ifade etti. Yazıdan çok etkilendiğini ve bizden divit ve yazı istediler. Vakit geç olunca “Sohbet çok güzel, fakat sizin istirahat etmeniz gerekiyor” dedi. Sonra istirahata çekildik. 25 Ekim 2012 Perşembe günü Sahur vakti kalkıp saat 03.20 gibi yola revan olduk. Heyetimiz (Halit Bağdatlı, Tevfik Çoban, Abdulsattar ve Esadullah Rahmanî kardeş) ile beraber Abdulvali kardeşimizin ağabeyi Abdulsattar bizi almak üzere getirdiği özel bir taksi ile Tahar vilayetine hareket ettik. Yollar bozuk, tozlu ve çok dardı. Yol boyu savaşlarda yıkılmış evler, belirli aralıklarla şehit mezarları mevcut. 9 saatlik süren bir yolculuk neticesinde Tahar vilayetine ulaştık. Şehrin 10 kilometre dışında kalabalık bir topluluk sıraya dizilmiş olarak bizi karşıladılar. Tahar vilayetinin eşrafı, âlimleri, mollaları, medrese talebeleri bizi hoşamedi ettiler. İleri gelen âlimleri bize birer cübbe giydirdiler. Kucaklaşma ve musafahadan sonra karşılıklı kısa bir konuşma yaparak, başta büyüklerimizin ve Türkiye’deki bütün kardeşlerimizin selamlarını ve dualarını kendilerine ilettik. Uzun bir araba konvoyu eşliğinde misafir kalacağımız eve geldik. Karşılamaya katılamayan mahalle halkı ayrı bir sıra oluşturmuşlar ve bizi sokakta hoşamedi ettiler. Sonra Abdulvali Akbulut isimli Afgan kardeşimizin evine geçtik. Burada da bize özel diktirdikleri Afgan elbiseleri giydirdiler. 6 gün boyunca gelen heyetlerle (milletvekili, mollalar, talebe, eşraf) ve gittiğimiz her yer ve ortamlarda:, Türkiye’den Afganistan’a geliş gâyemizi; Bedîüzzaman Hazretleri’nden, Ahmet Husrev Üstadımızdan, Risâle-i Nurlardan, Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’i, Hayrat Vakfı’ndan ve hizmetden metodumuzdan dilimiz döndüğü kadar bahsetmeye çalıştık. Bizler de bazı konuşmalarımızın bir kısmını (özellikle mollalarla)  Farsça ve Arapça yapınca özellikle Farsça konuşmamız onların dillerini bilmemiz onları daha da memnun etti.  Çok samimî ortamlarımız oldu. Hummalı bir hazırlık yapmışlar. Rabbim başta Abdulvali’nin pederi Hacı Abdulkuddüs, ağabeyleri Abdulkayyum, Komutan Abdulkahhar ve isimlerini bilmediğimiz diğer Afgan kardeşlerimizden ebediyen râzı olsun. Kısa bir zamanda ortama adapte olduk. Kendimizi sanki daha önce de buralara gelmiş, tanışmış gibi hissediyorduk. “Anadolumuzun düşmanlar tarafından kuşatılıp istila edildiği yıllarda Afgan kardeşlerimizin yaptıkları yardımları, genç kızların ve gelinlerin kıymetli ziynet eşyalarını toplayıp bize gönderdiklerini unutmadık. Her şeyin ötesinde İslâm kardeşliği bizi birbirimize kuvvetli bağlarla bağlamıştır. Sizlerin elem ve kederi bizleri de çok mahzun ediyor. Huzur ve saadetiniz bizi de memnun ve mesrur ediyor.” deyince, Tahar vilayetinin en büyük câmisinin İmamı olan Mevlevî (Âlim) Muhammed Yasin, Asr-ı Saadet’ten şu misali verdi: “Çocuklar annelerine sorardı: Anneciğim babam nereye gitti? Annesi, babanız Hindistan’a din-i mübini tebliğe gitti. Bir başka çocuk annesine, anneciğim babam nereye gitti diye sorduğunda annesi babanız Mısır’a İslâm’ı tebliğe gitti derlerdi. Ve hâkeza. Aynen onun gibi Türkiye’den gelen bu kardeşlerimizin çocukları da annelerine, anneciğim babam nereye gitti dediğinde anneleri babanız Afganistan’a kurbanlık ve hediyeler götürdü, bayramını oradaki Afgan kardeşlerimizle geçirecek diye cevap verecekler. Bu kardeşlerimiz aynen sahâbe hayatı gibi bir hayat yaşıyorlar. Bu kardeşlerimiz tâ oralardan âilelerini, çocuklarını bırakıp buraya kadar gelmişler. Bizde sizi yalnız bırakmayacağız. Yoksa yarın mahşerde Huzur-u İlahî’de mesul oluruz.” deyince hepimiz duygulandık. Yine “Bu kurban programını geçen sene de yaptınız, gerçekten ihtiyaç sâhiplerine güzel bir şekilde dağıttınız, bu sene de öyle oldu inşaallah bu tür hayırların vakfınız tarafından Afganistan’a yapılmasının devamını arzu ediyoruz.” dedi. Daha sonra Yazar ve Şair Hâfız Nurullah Raci bizim için yazdığı aşağıda yazılı şiirini Fârisî bir lisan ve bestesiyle okudu.                                 HOŞGELDİNİZ Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz. Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz. Lütfedip ey kardeşlerim bizim yanımıza hoş geldiniz. Bizim en güzel günlerimizden olan Kurban Bayramı günü Çok fakir insanları hatırlayıp cömertliğinizi göstererek hoş geldiniz.                               Nakarat! Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.                                              Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.   Bu ihsanlarınıza karşılık Allahım hesapsız ecirler versin. Bu fakir ve yoksul insanlara destek olmak için hoş geldiniz.                               Nakarat! Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.                                              Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.   Din sever ümmet severlik duygusunu hissedip Sahâbeler yolunu izleyip hoş geldiniz.                               Nakarat! Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.                                              Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.   Şüphesiz dindaşımız dildaşımız soydaşımızsınız. Eski Tahhar elinin kalbi olan Talkan’a hoş geldiniz.                                 Nakarat! Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.                                                Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.   Sesi soluğu çıkmayan fakir insanları sorup ellerinden tutmaya Türk halkına merhametli olduğunuz gibi Afgan halkını da kucaklamaya hoş geldiniz.                                 Nakarat! Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.                                                Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.   Kalbimin derinliklerinden sizlere (Hayrat Vakfı câmiasına) uzun ömürler ve başarılar dilerim. O’nun (Hz. Üstad Bedîüzzaman’ın) bu kafilesinin öncüleri olarak hoş geldiniz.                                 Nakarat! Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.                                                Türkiye ülkesinden Afganistan’a hoş geldiniz.                                                                                                 Teşekkürler… Daha sonra Türkiye’den getirdiğimiz 5 koli (120 çift) çocuk ayakkabısını dağıttık. 26 Ekim 2012 Cuma günü Bayram Namazı’nı kıldık ve câmi avlusunda, kalabalık bir cemaatle tekbirler eşliğinde büyüklerimizin kurbanlarını kestik. (Afganistan’da Kurban Bayramı Türkiye’den birgün sonra idi.) Daha sonra kurbanlık büyük ve küçükbaş hayvanlarımızın bulunduğu yere geldik. Medreselerden gelen görevlilere kurbanlık hayvanlarını vekâlet vererek teslim ettik. 560 hisse kurbanlıkların dağıtımından sonra kurbanların kesimlerini izlemek üzere medreseleri dolaştık. Bu arada talebelerin medrese programlarını inceleyip hocalarından bilgiler aldık. Kendilerine, Bedîüzzaman Hazretleri’nin eğitim konusundaki projelerinden bahsettik. İlmin bir bütün olduğunu, parçalanmayacağını, ulûm-u dîniyenin yanında fünûn-u medeniyenin de verilmesi gerektiğini, bizler Türkiye’de bu şekilde bir eğitim ve öğretim metodu uyguladığımızı ve çok güzel müspet neticeler aldığımızı Risâle-i Nurdaki delillerle uzun uzun anlatıp izah ettik.                          İkindi vakti Tahar vilayetinin il meclis Üyesi General Şah Mahmud’un (Ruslarla savaşırken Tahar vilayetinde Garnizon Komutanı imiş) evine misafir olduk. Geniş bir evi var, evini sohbetler ve toplantılar için Hayrat Vakfı’na tahsis edebileceğinden bahsetti. Gün boyunca bizimle beraberdi. Akşam olunca Hacı Necibullah bizi evinde misafir etti. Tahar vilayetinin ileri gelenlerinden birisi. Arabasını ve şoförünü bize tahsis etti. Hanımı, evinde misafir olduğumuz için sabaha kadar sevinçten uyuyamamış. 27 Ekim cumartesi sabah kahvaltısını Esedullah Rahmanî’nin babası Molla Abdülbaki’nin evinde yaptık. Burada da Tahar’ın büyüklerinden birçok halka hizmetimizden bahsettik. Bu evin karşısındaki bir câmide bir hareketlilik vardı. Sorduğumuzda “Bayram müddetince komşulardan yemek gelir hep birlikte ve sâdece erkeklere mahsus olarak toplu hâlde yemek yenir ve duâ edilir. Bu da bizim uhuvvetimize ve kaynaşmamıza bir ayrı bir vesiledir.” dediler. Daha sonra Hacı Necibullah’ın bize tahsis ettiği araçla Mezar-ı Şerif vilayetine gitmek üzere yola çıktık, 5 saatlik bir yolculuktan sonra Mezarı Şerif’e geldik. Burası turistik bir yerdir. Hz Ali (ra )’ın türbesi, külliye ve câmisini ziyaret ettik. Hârika bir sanat eseri olan bu külliyenin her tarafı çini kaplamalarla süslenmiştir. Ziyaretimizi bitirdikten sonra Cevzican vilayetine gitmek için yola revan olduk. 2 saat sonra Cevzican vilayetine ulaştık. Cevzican Vâlisi Muhammed Âlim Sai Beyin evine misafir olduk. Kendisi ve eşi 2002 yılında İsparta İlahiyat Fakültesi’nden mezun olmuş ve aynı üniversitede mastır yapmışlar. Bir dönem Afganistan meclisinde milletvekilliği de yapmış. Aslen Taharlı’dır. Eşi de hâlen Cevzican Üniversitesi’nde Din Dersi muallimesi olarak görev yapmaktadır. Tevfik Çoban’la Isparta İlahiyat Fakültesi’nden aynı dönemde beraber mezun olmaları ve birbirlerini tanımaları kaynaşmamıza ve samimiyetimize ayrı bir renk kattı. Vâli Beyle akşama kadar hoş sohbetimiz oldu. Akşam ise beraber yemek yedikten sonra Cevzican eşrafını ve bir kısım bürokratları evine dâvet etti. Bize birer cübbe giydirdi. Akşam geç vakitlere kadar gelenlerle sohbetimiz oldu. Tercümanlığımızı da bizzat kendisi yaptı. Saat 24.00’a kadar misafirlerle başta belirlediğimiz konuları geniş bir şekilde izah ettik. Misafirler gittikten sonra Vâli Bey bir ara evine gitti tekrar geldi. Bir buçuk saat kendisine hizmetimizden, talebe ve cemaat programlarımızdan geniş bir şekilde bahsettik. 28 Ekim Pazar günü Bektaş İşçi Bey bizi Cevziccan’ın eski vâlisi ve babası İnciniyar Ahmed Beyin evine götürdü. Kahvaltımızı orada yaptıktan sonra Cevzican vilayetini gezdik. Birçok âileyle bizi tanıştırdı. TİKA’nın yaptırdığı kız lisesini dolaştık. Daha sonra aynı gün Mezar-ı Şerif Havaalanı’na geldik. Bir buçuk saat süren bir yolculuktan sonra Kabil Havaalanı’na indik. O gece Bektaş İşçi Beyin ofisinde misafir olduk. 29-30 Ekim Pazartesi ve Salı günleri İki gece daha Kabil’de kaldık. Akşam olunca Cevzican Eski Belediye Başkanı ve hâlen Cevzican Vâli Yardımcısı Mühendis Abdurrahman ve İl Millî Eğitim Müdürü Abdullah Yasin ile bir toplantımız oldu. Afganistan’a geliş gayemizden geniş geniş bahsettik. Konuşmalarımızdan çok etkilendiler. Ertesi gün Vâli Muhammed Âlim Sai Bey ve Bektaş İşci Beyin öncülüğünde birçok bürokrat ve işadamlarının da katılımıyla kurulmuş olan Aydın Vakfı’nı ziyaret ettik. Buradaki üniversite talebeleriyle toplu namaz kıldık. Vakıf çalışmaları hakkında bilgi aldık. Biz de Hayrat Vakfı’nın çalışmaları hakkında bilgi verdik. Biz Osmanlıcadan bahsedince talebelerin başında duran bir Afgan kardeş koşarak yukarı katlardan bir şeyler alıp getirdi. Ağabey sizin bahsettiğiniz eserleri ben de okuduğundan bahsetti. Genç sevinçten âdeta yerinde duramıyordu. Odasından bize Osmanlıca Beş Risâle’yi getirip gösterdi ve ben sizlerle tanışmayı çok istiyordum dedi. Osmanlıca eserlerimizin bizden önce buralara kadar geldiğini görünce çok duygulandık ve Rabbimize hamdettik. O vakıftaki çocukları göreceksiniz. Etrafımızda pervane gibi dönüyorlardı. Ağabey biz namaz kılacağız, bizlere imamlık yaparsanız çok memnun oluruz dediler. Beraber namaz kıldık. Bol bol hatıra resimler çektik. Gençler sevinçten uçuyorlardı. Çok duygusal anlar yaşadık. Sonra konferans salonlarına geçtik Tevfik Çoban kısa bir konuşma yaptı. Daha sonra yurt sorumlusu da kısa bir konuşma yaptı. Uçak saatine az bir zamanımız kalmıştı. Bir taraftan saate bakıyoruz bir taraftan onların gözlerine bakıyoruz onlar da âdeta ne olur biraz daha durun dercesine mânâlı bakışlar ve lisan-ı hâlleriyle... Fakat şoförümüz “ağabeyler, havaalanına geç kalıyoruz, lütfen acele edelim” deyince biz de gençlerle vedalaştık ve bütün talebeler kapıya kadar bizleri uğurladılar. 30 Ekim 2012 Salı günü saat 19.00 da Kabil Havaalanı’ndan hareket ederek 6 saat süren bir yolcuğun ardından İstanbul’a geldik. Afgan halkı; Özbek, Türkmen, Peştün ve Farslardan müteşekkil bir toplum olup hemen hemen tamamı Hanefî mezhebindendir. Uzun yıllar Ruslara ve bilahare de Taliban’a karşı mücadele etmiş ve neticede ekonomik yönden çok zayıf duruma düşmüşler. Elektrik Türkmenistan’dan yüksek fiyatla alındığından gecenin belli bir vaktinden sonra kesilmektedir. Bu nedenle televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi gibi elektronik âletler hâli vakti çok iyi olup özel jeneratör bulunduran nâdir kişilerde bulunmaktadır. Ancak bu yokluklar içerisinde Afgan kardeşlerimizin gönülleri çok zengin misafirperver insanlardır. Yoksulluk, fakirlik had safhada. İslâmiyet hususunda fıtrî bir hâlleri var. Beş vakit namazı mescitlerde cemaatle kılıyorlar. Televizyon ve internet şehir merkezlerinde kontrollü olarak mevcut. Köylerde televizyon yok. Akşamları erkekler oturup uzun uzun sohbet ediyorlar. Mahremiyet hususunda âzamî bir hassasiyet gösteriyorlar. Kadınlar burka dedikleri mavi renkli bir çarşaf giyiyorlar. Yüzleri de kapalı. Dışarıda, çarşı ve pazarda pek kadın göremiyorsunuz. Mecbur olmadıkça kadınlar dışarı çıkmıyorlar. Yürürken kadınlar beylerini beş metre geriden takip ediyorlar. Haremlik selamlık evlerde muntazaman uygulanıyor. SONUÇ OLARAK; Kurban faaliyeti bizim için gâyet verimli geçti. Pek çok duâlar alarak geri döndük. Türkiye’den selamlar götürdük, Türkiye’deki kardeşlerimize çokça selam ve muhabbetler getirdik. Rabbim yapılan bütün faaliyetleri rızasına muvafık eylesin. Âmîn.. Bu organizasyonda bizleri yalnız bırakmayan başta Vâli Muhammed Âlim beye, Bektaş İşçi beye Takhar ve gezdiğimiz diğer vilayetlerdeki kardeşlerimize, özellikle Abdulvali ve Asadullah Rahmanî kardeşimize ve âilelerine, bizleri evinde misafir eden ve yalnız bırakmayan tüm AFGAN halkına vakfımız adına teşekkür ederiz. Kabil, Tahar ve Cevzican vilayetlerinde bizlere evlerini ve gönüllerini açarak misafirperverlik gösteren tüm dindar, mazlum ve mağdur Afgan kardeşlerimizi Cenâb-ı Hak her türlü zulüm, fitne ve fücurdan muhafaza eyleyip Risâle-i Nur’un şahs-i mânevisi altında dünyada ve ukbada huzurlu ve mutlu bir hayat sürmelerini Rabb-i Rahimimizden niyaz eyliyoruz. Âmîn.    

İrfan MEKTEBİ 01 Mayıs
Konu resmiÜstad Bediüzzaman Hazretleri Vefat Yıldönümünde Adıyaman’da Anıldı
Risale-i Nur

Hayrat Vakfı Adıyaman temsilciliği ve Adıyaman Altınbaşak Eğitim ve Kültür Derneği’nin ev sahipliğinde 31 Mart tarihinde Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur Hizmeti konulu bir panel düzenlendi. Adıyaman TPAO Bölge Müdürlüğü Konferans Salonunda tertiplenen panele çok sayıda davetli katıldı. Program, Kur’an tilavetinin ardından Hayrat Vakfı Adıyaman Temsilcisi İlyas Buçakçı’nın  açılış konuşmasıyla başladı. Adıyaman Altınbaşak Eğitim ve Kültür Derneği’nin Başkanı İlyas Buçakçı açılış konuşmasında derneklerinin amaçlarının toplumda sevgi ve kardeşlik duygularını geliştirmek olduğunu belirterek, “Bu kadar sıkıntılar ve zorluklar esnasında Bediüzzaman hazretleri ihlâs sırrıyla tamamen Allah’a dayanarak teslim olmuş. O teslim ve tevekkülle yalnız Allah rızası için iman hizmetini yapmıştır. Yapmış olduğu hizmetin neticesinde milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olmuştur. Şu anda yaklaşık 50 dile çevrilen Risaleler dünyanın her tarafında insanların imanına hizmet etmektedir.” dedi. AK Parti Milletvekili Murtaza Yetiş, 1950’li yıllara kadar bu coğrafyada Müslümanların çok ciddi acılar yaşadığını, sürgünler ve işkenceler olduğunu kaydederek, insanların manevi değerlerinin tahrip edilerek, değerlerin gelecek nesillere aktarılmaması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Hayrat Vakfı Yönetim Kurulu üyesi ve İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) Genel Sekreteri Av. Ali Kurt, âlem-i İslam’ın her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe muhtaç olduğunu ifade etti. Ayrıca Hayrat Vakfı’nın tüm dünyada bu gayeye matuf hizmetlerine de dikkat çekti. Hayrat Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Bülent Güner, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin en büyük hayali Medresetü’z Zehra projesinin önemine vurgu yaparak, Âlem-i İslam ve insanlık için Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nde alınacak çok örnekler olduğuna dikkat çekti. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin “Evleriniz bir Medrese-i Nuriye ve bir Mekteb-i İrfan olsun” emir ve tavsiyesini hatırlatan Güner, evlerimizde ailemizle birlikte her gün en az on beş dakika Risale-i Nur okumakla Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni evlerimizde misafir etmiş olacağımızın altını çizdi. Hayrat Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Muhammed Zakir Çetin de konuşmasında, İslam’da ilimle meşgul olmanın önemine işaret ederek, risalelerin ilmi iman mücadelesi olduğunu ve Bediüzzaman’ın ümmetin dertleriyle dertlendiğini vurguladı.

İrfan MEKTEBİ 01 Mayıs