82. Sayı: "İslam Dünyası Dualarımızı Bekliyor"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiTövbe Kapısı Açıktır!
İnsan

Ebû Said (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Sizden önce yaşayanlar arasın­da doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam var­dı. Bir ara yeryüzünün en âlim kişisini sordu. Kendisine bir râhib ta‘rîf edildi. Ona gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib: ‘Hayır, yoktur!’ dedi. Adam onu da öldürüp cinâyetini yüze tamamladı. Adamcağız yeryüzünün en âlimini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi daha ta‘rîf edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim: ‘Evet, vardır! Seninle tövben arasına kim perde olabilir?’ dedi ve ilâve etti: ‘Ancak, felân memlekete gitmelisin. Zîrâ ora­da Allah’a ibâdet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah’a ibâdet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zîrâ orası kötü bir yer.’ Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır var­maz, ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: ‘Bu adam tövbekâr olarak geldi. Kalben Allah’a yönelmişti’ dediler. Azab melekleri de: ‘Bu adam hiçbir hayır işlemedi’ dediler. Onlar böyle çekişirken, insan sûretinde bir başka melek yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara: ‘Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslîm edin’ dedi. Allah (cc) beriki köye adamdan uzaklaşmayı, öbür köye de yaklaşmayı vahyetti. Ölçtüler, gördüler ki gitmeyi arzu ettiği iyiler diyârına bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldı.” Buhârî

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiLisan-ı Hâl İle Nasihat
İnsanİtikad

 “Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff Sûresi, 2) meâlindeki âyet-i kerîme ile “İnsanlara sözünle değil, fiilinle vaaz et.” (Ahmed bin Hanbel, zühd) hadîs-i şerîfi, nasîhatin insanlara en iyi ve mükemmel bir şekilde te’sîr edebilmesi için, nasîhat edenin söylediklerini yaşaması gerektiğini gösteriyor. Çünkü nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Başka bir hadîs-i şerîfte de "Sizden herhangi biriniz bir kötülük görürse, onu he­men eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa, diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmiyorsa, kalbiyle değiştirsin (buğz etsin). İmanın en zayıfı da budur.” (Sahih-i Müslim, Kitabu'l – İman) buyrulmasından anlaşılan hakîkat şudur ki: Bir fenâlığa karşı çıkmak; fiilen, elle müdâhale etmek; kavlen, sözle müdâhale etmek, kalben de ondan nefret etmek ile olabilir. Bu üç muâmelenin birden tahakkukunun daha çok müessîr olduğu, bunların eksilmesi nisbetinde te’sîrin de azalacağı muhakkaktır. Geçen âyet-i kerîme ve bu hadîs-i şerîfler bir ibâdetin, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-mün­kerin özellikle yaşayarak yapılması gerektiği­ni, ifâde ediyorlar. Bu te’sîrin hikmetini şöylece ifâde edebiliriz: Nasıl ki üç elif ayrı ayrı olsa üç kıymeti vardır. Rakam olarak yan yana konulsa yüz on bir (111) kıymetini ifâde eder. Eğer o rakamlardan birisi alınırsa, sayı yüz on birden (111), on bire (11) düştüğü gibi, bir nasîhat da inanarak, söyleyerek ve yaşayarak yapıldığında yüz on bir (111) kıymet ve kuvvet-i mânevîyeye sahip olduğu için daha fâideli ve müessîr olur. Söylediğimiz şeyleri yaşamadığımız takdirde, te’sîri o nisbette azalır. Eğer inandığımızı söyleyip yaşamıyorsak, sözün tesiri ânında bir (1) elif seviyesine iner. Zaten hadîs-i şerîf, sadece kalpte muhâfaza edilen bir îmânın da böylece zayıf olduğunu ifade ediyor. Şuna da dikkat etmek îcab ediyor ki, “Yapmadığınızı niçin söylüyorsunuz?” demek, “Söylediğiniz şeyleri yapınız!” demektir. Yoksa “Yapmadığınız bir ibâdeti başkasına söylemeyiniz, bunu söylemek yanlıştır.” anlamına gelmez. Çünkü bir ibâdeti yaşamak farz olduğu gibi, onu başkalarına söylemek de farzdır. Ancak nasîhatin daha çok müessîr olması için yaşamak lâzımdır. Ekserîyetle fiilen yapılan bir ibâdet, lisânen söylemeyi ve kalben buğz etmeyi de ifâde ettiğinden, daha ziyâde müessîr olduğu gibi hem lisân-ı hâl ile yapılan, basara yani görmeye hitâb ettiği için, görenlerin daha çok anlamalarına vesîle olur. Çünkü hiçbir zaman gören ile işiten bir olmaz. Ama söylenilen ve îtikad edilenler ise insanların basîretine, anlayışına ve ruhlarına hitâb et­mek olduğundan, herkesin basîreti her vakit tam açık olamadığından ve rûhen istenilen seviyede her vakit müteyakkız olup hassasiyet gösterilemediğinden, istifâde de o nisbette azalır. Çünkü ruhî hassasiyet ve basîretin açılması ekserîyetle ilmî terakkî ve manevî huzûr ile mümkün olabilir. Bilhassa her cihetle ruhu meşgul eden ve huzûr-ı dâimîyi kazanmaya mâni olan ve ha­kâik-i îmâniye ve istikameti gösteren ilimlere vâsıl olup ulaşmaya engel olan her türlü fitne ve fesadların yaşandığı böyle bir zamanda bulunan insanların, yaşayarak yapılan bir nasîhate ne kadar muhtaç olduklarını az bir tefekkür ile anlamamız mümkündür. Hatta bugün umûm âlemde ve bilhassa İslâm dün­yasında, Siyonizm ve zındıka komitesinin yap­tığı tahribâtın, hemen hemen yüzde sekseni görsel basın denilen faaliyetle yapılan ifsâda­tın tahribâtı olduğu şüphesizdir. Televizyonlar vâsıtasıyla ve ahlâkı bozan filmler ve bilhassa her türlü saygı ve hürmete lâyık olan kadınları, ifsâd edip açmak ve tahribâta âlet etmek gibi vesîlelerle beşeriyeti belki de kâinatı felâketlere sürüklemeye sebep oluyorlar. Bu hususta bizleri ve belki bütün Müslüman-ları en çok üzen de bu kadar tahribâta vesîle olan tesettürsüzlüğe ve kadınların açılmasına fetvâ veren ulemâ-i sû’ tâbirine lâyık olan bir kısım âlimlerdir ki bu tahribâtın getirdiği mes’uliyeti nasıl düşünemiyorlar diye hayret ediyoruz. Hâlbuki İslâm uleması nâmahreme bakmayı fuhşîyâtın kapısı olarak kabûl ediyor. Ve bu hususta içinde fâsıkların bulunduğu bir toplumda kadının yüzünü ve ellerini açmasına bile cevaz vermiyor. Şu anda bu fetvâyı düşünürken bile sıkılıp titrediğimiz halde onlar, sıkılıp titremeden hangi cesâretle bu fetvâyı veriyorlar, diye aklımıza geliyor. Çünkü ulemâ-i sû hakkında büyük bir tehdîd vardır. Hatta bu hususta İmâm-ı Ali de, “Âhir zamanın en fenâ insanları bir kısım ulemâ-i sû’dur ki,  hırs sebebiyle karınlarını haramla doldurmak için bid’alara fetvâ verip, intişârına yardım edenlerdir.” diye ulemâ-i sû’u yani bid’alara fetvâ veren hocaları, âhir zamanın en fenâ insanları diyerek tehdîd eder. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de bid’alara taraftar olmayı mubikât-ı seb’a denilen, insanın helâkine sebep olan en büyük yedi günahtan birisi olarak sayar ve kabul eder. Demek nasıl ki, yaşayarak yapılan nasihatin büyük bir tesiri vardır. Öyle de yaşayarak yapılan günahların da tahribatı büyüktür. Cenâb-ı Hakîm-i Rahîm, bizleri ve bütün ehl-i îmânı bid’alara taraftar olan ulemâ-i sû zümresine dâhil olmaktan muhâfaza eyleyip İslamiyeti hakkıyla yaşayan ve insanlara güzel örnek olan kullarından eylesin. Âmîn.

Fatih KIRAR 01 Eylül
Konu resmiİslam Dünyası Duâlarımızı Bekliyor…
İnsan

2010 yılının 17 Aralık tarihinde Muham­med Buazizi isminde bir seyyar satıcının kendini ateşe vererek başlattığı ‘inkılâp ateşi’ büyüyerek yanmaya devam ediyor. Kürenin ve bölgenin güçleri bu ateşi kontrol altına almaya, mecrasını değiştirmeye hatta bölge insanının bilhassa Arapların on yıllardır biriken haklı öfkesini bu ateşin dumanında boğmaya çalıştılar, el an da bu şerli ve kirli faaliyetlerine devam ediyorlar. Bir yazarın ‘tsunami’den mülhem ‘Tnusami’ dediği bu ‘uyanış dalgası’ Suriye’de büyük ve çetin bir duvarı aşmaya çalışırken 3 Tem­muz’da bölgenin ve Arap dünyasının lider ülkesi Mısır’da çok ittifaklı kanlı bir darbe gerçekleşti. Bu darbe, tüm sonuçlarıyla, üç yıl önce başlayan ‘uyanış’ın derinleşmesine ve küreselleşmesine sebep oluyor. Suriye’deki rejime muhalif mücadele İslam Dünyasında boyutları çok büyük bir inkılaba sevk ettiği gibi, Mısırlıların ve İslam Dünyasının 3 Tem­muz darbesine karşı aldığı tavır da ikinci fik­ri ve siyasi bir inkılaba zorluyor. Tüm bu gelişmeler İslam Dünyasını parlak bir istikbal ve hakiki istiklal için düşünmeye ve harekete geçmeye davet ediyor. Başta ‘İs­lam Birliği’ olmak üzere tahakkuku için gayret edilen ideallerin korunması ve bu uğurda gerekli mekanizmaların kurulması, insan kaynağının yetiştirilmesi bugünün tabanda üzerinde durulması gereken önemli mevzuları.    UZUN SOLUKLU MÜCADELE İslam Dünyası’nın yeni bir döneme girdiği­ne şüphe yok. Bu yeni dönemde Müslümanlara yönelik taarruzlara mukabil ani savunma ve cevaplar kadar uzun soluklu planlama ve faaliyetler de çok önemli. Bugün her zamankinden daha çok hem ümitvar olma hem de tedbirli ve müteyakkız davranma zarureti var. Kimi zaman rahlede, kimiz zaman rıhle­de; bazen meydanda her zaman mescidde ve medresede; gerektiğinde cephede icap ettiğinde siperde ama sabır ve sebatla, feraset ve basiretle gidilecek bir sefer bu. Zaferle değil seferle mükellef olduğunu bilen, ücrete değil hizmete ve külfete talip olanlar için değişen bir şey yok aslında. Sadece dönemin hayatiyetinden kaynaklanan bir hassasiyet var.     DUA VAKTİ Dua en tesirli silahımız, en geçer akçemiz. Her şeyin dizgini yanında, her şeyin anah­tarı elinde olan Rabbimiz’e halimizi, ihti­yaçlarımızı arzetmek ve düşmanlarımıza kar­şı O’nun Kudret’ine dayanmak en birinci vazifemiz. Bu hassas süreçte, ızdırar lisanıyla, ihtiyac-ı fıtri lisanıyla ve istidat lisanıyla nefsmize, neslimize, aslımıza, asrımıza ve bilhassa İslam Dünyasına duamızı artırmalıyız: Hem kavli hem fiili duamızı… Bunu bir temenni gibi görürsek körüz de­mektir. Bunu bir tercih zannedersek hayatımızın ha­ta­sını yapmışız demektir. Bu ne bir temenni ne bir tercih, bu hepimi­zin üzerine muzaaf farz bir vazife. ‘Bu’ derken kastettiğim açık: Her türü ve şekliyle dua etmek. Bazen bu sabahlara kadar zikretmek, secdede gözyaşı dökmektir. Bazen bu hatimler yapmaktır. Bazen bu ‘adam’ yetiştirmektir. Bazen bu ‘ilim’ tahsil etmektir. Bazen bu ‘hizmet’e talip olmaktır. Bazen bu ‘infak’ etmektir. Bazen bu zalime hakkı haykırmaktır. Bazen bu koşmak, konuşmak; bazen de susmaktır.   Bazen candan, canandan geçebilmektir.     Ama her hal ve şartta devam eden ‘Allah Rı­zası’nı yegâne gaye bilen bir dua halidir bu. VİTES BÜYÜTMEK, FABRİKANIN ÇARKLARI GİBİ ÇALIŞMAK Yüksek ideallere ulaşmak için çok güçlü adamlar yetiştirmek, devasa müesseseler kur­mak da yetmez her zaman. İttifak, tesanüd ve hakiki meşveret güçlü adamların ve devasa kurumların muhtaç ol­duğu en devasa ve hayati unsurlardır. Bilhassa bu zamanda; ihtisaslaşmanın, ce­­maat­leşmenin, koordinasyonun her şeyin önünde ve üstünde olduğu bir devirde küçük hesaplarla, dünyevi ve kısır çekişmelerle hiçbir mevzi kazanılamaz, hiçbir başarı elde edilemez. Son hadiselerin geliştirdiği ve beslediği en mühim netice de bu zaten: Ümmet şuuru. Bu şuur olmadan ne ittihad-ı İslam tesis edilebilir, ne de İslam Dünyası’na faydalı kişi ve kurumlar yetiştirilebilir. Âlemlerin Rabbi, elbette ne eylerse güzel eyler. İslam Dünyası’ndaki hadiseleri hikmet naza­rıyla okuyup Rabbimizin rızasına uygun adımlar atmak niyazıyla Allah’a emanet olunuz.  

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Eylül
Konu resmiEn Güzel İsimler, Esmâü'l-Hüsnâ
İnsan

Esma ismin cem’idir (çoğuludur). Hüsna keli­mesi de en güzel manasına tafdil sigasıdır1. Bu terkibin manası da “en güzel isimler” demektir. Yani “en güzel isimler Allah’a mahsus olup O’nun isimleri en ileri ve mutlak bir kemal ifade eden mukaddes kelimelerdir”2 anlamını ifade etmektedir. Sözlük manası ile Esma-ül Hüsna, “Kur’an ve hadislerde Allah’a izafe edi­len fiil veya sıfatlardan türetilmiş veya doğrudan Allah'ı (cc) ifade etmek amacıyla kullanılmış olan isimlerdir” anlamındadır3. Esma-ül Hüsna hakkında ulema-i İslam “Her kim Cenab-ı Hakkı tanımak ve bilmek isterse Esma-ül Hüsna’yı tahsil etsin” anlamında kul­lanılan bir terkip olan “Allah bilgisi” ifadesini kullanmışlardır. Tanımak, daha önce görülen, bilinen bir kimse veya şeyle karşılaşıldığında bunun kim veya ne olduğunu hatırlamak, bil­mek ise bir şeyi anlamış veya öğrenmiş bu­lunmak anlamlarında kullanılmaktadır.3 Ce­nab-ı Hakkı bilmek ise O’nun isim ve sıfatlarını öğrenmekle olur. Zira Allah (cc) bilgisi Allah (cc) sevgisinin tohumudur2. Bu konuda bir hadis-i kudsi de Allah-u Azi­müşşan buyurur ki: “Ben, kulum beni nasıl bilirse öyleyim, beni andığında ben de onunla olurum. Beni kendi kendine anarsa, ben de onu öyle anarım. Şayet beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. Bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir kol, bana bir kol boyu yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim”4. Bu hadisi destekleyen ayet-i kerimeler de çoktur5. Sevgili üstadımız bu konuda Rabbimize iman etmek, O’nu tanımak ve bilmek ve O'nu sev­mek konusunda meseleyi üç eşsiz cümleyle ifade etmektedir. “Kat'iyyen bil ki “Hılkatin (yaradılışın) en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billah’tır (Allah’a ve O’nun sıfatlarına iman etmek/inanmak). Ve in­saniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki Marifetullah’tır (Allah’ı bilmek ve tanımak). Cinn-ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki Muhabbetullah’tır (Allah’ı sevmek)”6. Cenab-ı Hakk'a iman ettikten sonra meselenin bitmediğini, Rabbimizi tanımamızın gerekli olduğuna işaret eden bu altın cümleler, onun evsaf ve sıfatlarını öğrenmemizin yolu olan Esma-ül Hüsna ilmini nazara vermektedir. ESMA-ÜL HÜSNA HADİSİ Ebu Hureyre (ra)’ den rivayetle Mefahir-i Mevcudat Hz. Resulullah Efendimiz (asm) buyuruyorlar ki “Allahın 99 ismi vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer”7 Hadisin orijinal metninde “İhsa ederse Cennete girer” ifadesi bulunmaktadır. Bu kelimeye âlimler üç tür mana vermişler; “Saymak, ezberlemek, manalarını şuurla anlamak” ve eklemişler “Şu halde İhsa tahakkuk etmek için hem ezberlemek, hem manalarını öğrenmek hem de saymak gerektir. Zira insan gibi şuurlu bir varlığa da yakışan budur”. Burada 99 isim zikredilmesi “hasr” için değildir. Yani “sadece Allah’ın (cc) 99 ismi vardır, bundan başka yoktur” manasında değildir. “Filancanın bin lirası vardır ki, hayır/hasenat için hazırlamıştır.” cümlesi nasıl ki bu insanın başka parası yoktur manasına gelmez2. Aynen öyle de Cenab-ı Hakkın bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok isimleri mevcuttur ve sadece 99 isim değildir. ESMA-ÜL HUSNA VE İNSAN Bediüzzaman Hazretleri insanın fıtratını Es­ma-ül Hüsna ile tarif ederken: “Bahardan sor. Bak nasıl [Ya Hannan, Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Latif, Ya Atûf, Ya Musavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Müzeyyin] gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin”8 ifadelerini kullanıyor ve insanın bütün esmaya mazhar olarak yaratıldığını ve Esma-i İlahiyye konusunda çalışarak azim mertebelere ulaşabileceklerini hatırlatıyor. Yani Üstadımız, Mazhariyet-i Esma’ya en cami bir ayna, insan9 derken ondaki bu azim istidadı nazara vermektedir. Risale-i Nur’un çok değişik eczalarında da kâinatın derinliklerinde çok gizli hazineler saklı olduğu, insanın ise bu hazineleri keşfedebilecek en gelişmiş cihazlara  sahip özel bir varlık olarak yaratıldığı hatırlatılmaktadır. ESMA-ÜL HUSNA VE EFENDİMİZ (asm) Risale-i Nur bize Rabbimizi hakkıyla tanıt­tıracak üç tarif ediciden bahsederken bun­lardan birinin de peygamberlik müessesesi ve Hz. Resul-u Mücteba Efendimiz (asm) olduğuna işaret ediyor. Kendisi için de “Künuz-u Esma-i İlahiyenin keşşafı” (Her biri birer hazine olan Allah’ın en güzel isimlerinin keşf edicisi)10, “Künuz-u mahfiyenin miftahı” (Kâinatın gizli hazinelerini açabilecek istidatta/kabiliyette yaratılmış, O hazinelerin anahtarı elinde olan kişi)11 “Esma-i İlahiyenin gizli definelerinin keşşafı” (Her biri keşfedilmeyi bekleyen gizli esma hazinelerini keşfedebilecek olan zat)12 ifade­lerini kullanarak, şunu nazara veriyor ki; O zat (asm), öyle kabiliyetlerle, istidatlarla donatılmıştır ki bütün Esma-i İlahiyye hazi­nelerini idrak edebilir ve okuyabilir. Diğer peygamberlere ihsan edilen sadece tek bir esmada ihtisaslaşmak hakikati O zatta Kül­liyet kesp etmiştir. Bu hakikat O zatı bütün peygamberlerin içerisinde çok eşsiz bir yere taşır ve onların en ekmeli ve en üstünü mer­tebesine ulaştırır. “Meselâ; İsm-i Kadîr'e mazhar Hazret-i İsa Aleyhisselâm, hangi semada Peygamber Aley­hissalâtü Vesselâm ile görüştü ise, işte o sema dairesinde Cenab-ı Hak Kadîr ünvanıyla bizzât orada mütecellidir. Meselâ; Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın makamı olan sema dairesinde en ziyade hükümferma, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın mazhar olduğu Mütekellim ünvanıdır ve hâkeza... İşte Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, çünki ism-i a'zama mazhardır ve nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır. Elbette bütün devair-i rububiyetle alâkadardır. Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla (as) görüşmek ve umum tabakattan geçmek; hakikat-ı Mi'racı iktiza ediyor.” 13 Sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ı, Esma-i İlahiyye penceresinden tarif ederken de Efendimiz (asm) için kullandığı ifadelere benzer şekilde; “Zeminde ve gökte gizli Esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı” (Yerde ve gökte Allah’ın en güzel isim ve fiillerinin manevi hazinelerini bünyesinde bulunduran)14 “Esma-i Hüsna’nın definelerinin keşşafı” (Al­lah’ınisimlerini definelerini keşfedecek ec­zaları kendisinde bulunduran)15 ifadeler kul­lanıyor ve sanki böyle bir kitabın ancak böyle bir peygamberi olabilir der gibi bir büyük hakikati dile getiriyor. ESMA-ÜL HUSNA VE SÜNNET-İ SENİYYE Risale-i Nur’da her zaman okuduğumuz ama çoğu zaman gözümüzden kaçan, Esma-i İlahiyye ile Sünneti Seniyye arasındaki rabıta­yı nezih, vazih (açık) bir surette ifade eden altın bir cümle vardır. “Sünnet-i seniyye’deki edeb, O Sani-i Zül­celal’in esmalarının hudutları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.”16 Bu cümle sünnet-i seniyye ile tesis edilen edebin/ahlakın esma-i ilahiyye hudutları içerisinde en güzel/makbul bir şekilde muhafaza edildiğine ve Cenab-ı Hakk'ın rızasına muvafık olduğuna işaret etmektedir. ÜSTAD VE KURAN HİZMETİ Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’a ve sün­net’e istinaden tesis ettiği hizmetini Risale-i Nur’un değişik yerlerinde tanımlamakta ve başkalarının bu kudsi hizmeti ahirzaman tezgâhlarında kendisinin yerine ve istedikleri gibi tanımlamalarına ve cereyanlarına alet et­melerine müsaade etmemektedir. Bu tanımı Esma-i Hüsna konusunda da yaparak eşsiz ifadeler kullanmaktadır. “İnşallah Risale-i Nur'un bütün eczalarının (parçaları), o Kur' an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nuranîsinde (nurlu yolunda) birer elektrik lâmbası hizmetini gördüklerini ifade edip, yani, mev­cudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istih­dam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mut­lak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk'a bir yol bulmaktır.”.17 Ayrıca tesis ettiği Kur'ân hizmetinde çok esaslı bir yere sahip olan Cevşen-ül Kebir dua-i azimesine işaret edip Cevşenin Esma-ül hüsna noktasındaki fevkalade ehemmiyetine dikkat çekerek "Kur'ân'dan çıkan bir hârika münacat olan ve marifetullahta terakki eden bütün âriflerin münacatlarının fevkinde olduğuna" işaret etmiştir. 18 Yazımızı eşrefi mahlukatın hane-i saadetinde kendisi ve temizliği Kur’ân-ı Azimüşşan’ın tasdiki ile sabit olan Valide-i sıddıka arasındaki nezih bir konuşma ile bitirelim: Hz. Âişe Validemiz, Rabbine şöyle yöneliyor: “Rabbim, Esma-i Hüsnandan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münacat ederim. Her vechiyle büyüklerin büyüğü olan isminle Sana dua ederim. Her kim Sana bu isimlerinle dua ederse, icabet edersin Rabbim.” Hz. Aişe annemizin bu duasını işiten Pey­gamber Efendimiz (asm), “İsabet ettin, isabet ettin” buyuruyor.19 Her daim dualarınızda isabet etmeniz temen­nisiyle, Allaha emanet olunuz. Kaynaklar: [1] İsmi tafdil, faziletlendirmek manasında bir derece­lendirme olup bir vasfın başka bir varlıktakinden daha çok olduğunu göstermek için türetilen isimdir. İki şey arasındaki ortak fakat biri diğerinden üstün olan sıfatı bildirir. Burada hüsün kelimesinin hüsna olarak ifade edilmesidir. Zira Allah’ın isimleri güzel değildir en güzeldir. Bu konuda cemil/ecmel, şeref/eşref, kerem/ekrem, kebir/ekber gibi misaller verilebilir. [2] Ali Osman TATLISU. “Esma’ül Hüsna şerhi” Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, sayı 60, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1969. [3] Büyük Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, http://www.tdk.gov.tr.[4] Tirmizî, es-Sunen. 37, Zuhd, 51, hadis no: 2383 (IV. 596).[5] Bu ayetlerden bir kaçı; Kur’an-ı Kerim, Bakara suresi 186. ayet. “Habîbim, yâ Muhammed! Kullarım sana benden sorarsa, şübhe yok ki ben (onlara) pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevab veririm; öyle ise (onlar da) benim (rızâm) için (da‘vetime) icâbet etsinler ve bana îmân etsinler; tâ ki hak yolu bulsunlar”. Kur’an-ı Kerim, Bakara suresi 152. ayet. “Öyle ise beni (ibâdetle) zikredin ki, (ben de) sizi (rahmetimle) yâd edeyim; ve bana şükredin fakat bana nankörlük etmeyin!”.[6] Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat 1, 20. Mektub, Mukaddime.[7] Müs-lim, “Zikr” 5, 6 [no:2677-2678]; Tirmizî, “Deavât” 82 [no:3428-3430]; İbn Mâce, “Duâ” 10 [no:3860]; Ahmed b. Hanbel,Müsned, II, 258, 267, 314, 427, 503.[8] Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 24. Söz, sayfa 125.[9] Risale-i Nur Külliyatı, Zülfikar, 10.söz, Onbirinci Hakikat.[10] Risale-i Nur Külliyatı, Zülfikar, 6-14. Reşha[11] Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar,[12] Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar, 6. Reşha[13] Risale-i Nur Külliyatı, Sözler 31. Söz, İkinci esas.[14] Risale-i Nur Külliyatı, Zülfikar, 25.söz, Mukad­deme.[15] Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, 14.Reşha, İkinci katre.[16] Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, 11. Lema.[17] Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 26. Söz (Zeyl).[18] Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, 15. Şua.[19] Tecrit Terc. 8/192. 3- Buhârî, 8/1165; Tirmizî, Daavât, 86.

Yusuf Bahadır DEREN 01 Eylül
Konu resmiHâfızlığın Yaşı Yoktur!
Eğitim

Asr-ı saadetten beri beşerin hem zikir; hem fikir, hem duâ, hem şeriat kitabı, hem; her türlü maddî ve manevî ihtiyaçlarının menbaı olan yüce Kur’ân’ı öğrenmek için başta ashab ve onların nurlu yolunu takip edenler birbirleriyle yarışmıştır. Kur’ân’ın en birinci muallimliğini yapan ve “Ümmetimin en hayırlıları Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” sözleriyle ümmetini teşvik eden Peygamberimiz (a.s.m) Kur’ân ilmine çok ehemmiyet verirdi. Bundandır ki kırk yıldan fazla Kûfe’de insanlara Kur’ân okutan tabiin büyüklerinden Ebu Abdurrahman Sülemi bu hadise işaret ederek, “Beni şu bulunduğum yerde Kur’ân öğretmek için oturtan sır işte budur” demiştir. Kur’ân ilmine dair bir diğer husus da Kur’ân’ın hıfz edilmesidir. Kur’ânın tamamını ezberleyene hâfız denir. Hâfız-ı Kur’ân sa­dece Kur’ân-ı Kerîm’in kelimelerini âyet­lerini ezberleyen değil, aynı zamanda onun mânâsını kalbine ve rûhuna nakşeden, gö­nül dünyasında seyreden insandır. Kur’ân-ı hem hıfzına hem hayatına nakşeden bir hâfız, yürüyen ve konuşan  Kur’ân demektir. Yoksa Kur’ân sadece hıfz edilip hakîkatleri yaşanmadıktan sonra o kimseye şefaatçi değil şikâyetçi olacaktır. Zira bir hadiste, “Öyle hâfızlar vardır ki; Kur’ân onlara lânet eder” buyrulmuştur. Elbette mercimek tanesi kadar bir kuvve-i hâfızada 600 sayfalık bir kitabın hiçbir keli­mesi ve harfi eksik olmaksızın yerleşmesi kü­çümsenecek bir iş değildir. Bu olsa olsa yine Kur’ân’ın bir mûcizesidir. Kur’ân’ın tamamını ezberlemek ancak düzenli ve sürekli olarak ceht ve gayret ile mümkün olur. Bu çalışmanın tamamlanma süresi ise kişiye göre farklılık gösterir. Lakin cây-ı dikkattir ki; Kur’ân’dan başka hiçbir kitabın eksiksiz ve sürekli fütur gelmeden hıfzı mümkün değildir. Bu cihetiyle Kur’ân mûcize olduğunu bir kez daha gösterir. Hem fütur vermez, hem de kendisiyle meşgul olan kalplere ayrı bir lezzet ve huzur verir. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Hıfz-ı Kur’ânî her müşkilata gâlip ve lezzet-i îmâniye her kederi unutturur”. Hele ki Kur’ân’ı lafzından anlamayan bir in­sanın anlamadığı halde ezberlemesi fev­ka­ladedir. Bunu Kuveytli Arap bir aileye ziya­rete gittiğim bir vakit başımdan geçen bir hadisede bilmüşahede tasdik ettim. Şöyle ki; ziyaretimiz esnasında bir hâfız-ı Kur’ân da bulunuyordu. Arap hanımefendi bunu öğrenince şaşırdı. “Mânâsını anlamadığı halde bir insanın Kur’ânı ezberlemesi zor olmuyor mu? Müşkil.. müşkil..” diyordu. Onun bu şaşkınlığı da beni şaşırttı. Demek Arapça konuştuğu halde Kur’ân’ın hıfzını müşkil gören bir insan için Kur’ânın lafzına yabancı birisinin onu hıfz etmesi olağanüstüydü.           HÂFIZLIĞIN YAŞI YOKTUR Hâfızlık yapmaya niyetlenmiş bir insanın aklına önce şu soru takılır; “Kaç yaşında hâfızlık yapılır? Hâfızlığın yaşı var mıdır?” Hâfız olmanın belli bir yaşı yoktur elbette. Tabiîn ulemâsından Süfyan bin Uyeyne gibi dört yaşında hâfız olanlar olduğu gibi, 60-70 yaşında da hıfzını tamamlayanlar olmuştur. Küçük yaşta iken hâfızlık yapmanın avantajları elbette fazladır. Çünkü malum olduğu üzere zihin daha açık olur, daha çabuk hıfzeder. Fakat azmi elinden bırakmadan Kur’ân’ın hıfzına başlayan uzun zamanda da olsa tamamlayan çok büyüklerimiz olmuştur. Mühim olan azimdir, şevktir ve işin şuuruna ermektir. Nitekim bir hâfızlık kursunda torunu yaşındaki talebelerle beraber yılmadan çalışmaya devam eden bir teyzemiz, beş yıl sonra hıfzını tamamlamış ve gençlere hâfızlık merasiminde şu mesajı vermiştir: “Gençler bu işe biraz olsun vakit ayırırlarsa inşallah yarı yolda kalmazlar. Zamanlarını öldürmesinler ve gönülden isteyince, Allahın kendilerini yarı yolda bırakmayacağına inansınlar.” Hâfızlar Peygamberimizin (sav) özel iltifatına mazhar olmuşlardır. “Hâfız olup da Kur’ân okuyan kimse meleklerle beraberdir.” hadisinde de bildirildiği gibi hâfız her an meleklerle birliktedir. Çünkü melekler en çok Kur’ân okunduğu ve dile getirildiği yerlerde bulunurlar. Bir başka iltifatında Peygamber Efendimiz (sav) “Kur’ân ehli, ümmetimin en şereflileridir.” buyurmuşlardır. Hâfızasında Kur’ân’ı taşıyana bir müjde daha vardır ki şefaat hakkı verilir: “Kim Kur’ân’ı okur onu ezberler helâl kıldığını helal kabul eder haram kıldığını haram kabul ederse, Allah bu Kur’ân sebebiyle onu Cennetine koyar ve ailesinden Cehenneme girmeyi hak eden on kişiye şefaat hakkı tanınır.” İLK HÂFIZ-I KUR’ÂN EFENDİMİZDİR (asm) Peygamberimiz de kendisine vahyolunan âyet­­­­leri hâfızasında tutar ve daha sonra saha­belere okurdu. Kur’ân’ı hâfızasına nakşedip muhafaza eden bizzat kendisidir, ilk hâfız O'dur. Zira Cebrail (as)’dan  gelen vahyi, Ne­bî-yi Zîşan (asm) derhal ezberlemiş olurdu. Bu yönüyle hâfızlık bir peygamber mesleğidir. Asr-ı saadet devrinde de sahabelerin büyük çoğunluğu Kur’ân’ı ezberlemiş durumdaydılar. Ancak ashaptan hâfız olanların sayısı tam bilinmemektedir. Buna rağmen bazı hadiseler ışığında sahabeler arasında çok sayıda hâfız bulunduğunu öğreniyoruz. Bi’ru Maüne vak’asında 70, Yemame savaşında 70 bazı kay­naklara göre 500, 700 veya daha fazla hâfız sahabenin şehit olduğu rivâyet edilmektedir. Bunun dışında isimlerini bildiğimiz Osman bin Affan, Ali bin Ebi Talip, Ubey bin Kab, Abdullah bin Mesud, Zeyd bin Sabit, Ebu Musa el-Eşari ve Ebudderda da (r.anhüm ecmain) hâfızlardan idi. İslâm’ın irşadında vazife yapmış bu sahabeler Peygamberimiz tarafından çokça iltifata mazhar olmuşlardır.            RİSÂLE-İ NÛR’A ÇALIŞARAK KUR’ÂN’A LAYIK BİR KAP OLMAK İslâm ulemâsı Kur’ânın hıfzedilmesini de­vam­lı teşvik etmiş ve bu vazifenin ihmal edil­memesi üzerinde durmuşlardır. Zira Kur’ân’ı ezberlemenin hükmü ‘farz-ı kifaye’dir. Lakin  üzülerek ifade etmeliyiz ki âhir zamanda açık saçıklık yüzünden umumi bir unutkanlık hastalığı hasıl olmuştur. Çünkü İmam-ı Şâ­fî’nin dediği gibi “Nâmahreme nazar nisyan verir”. İşte bu umumi hastalığın artmasıyla hadis-i şerifin verdiği müthiş haberin tevili ucunda görünüyor: “Ahir zamanda hâfızla­rın göğsünden Kur’ân nezdediliyor, çıkıyor, unutuluyor”. Bediüzzaman Hazretleri’nin de ifade buyurduğu gibi; “Demek ki bu hastalık dehşetlenecek hıfz-ı Kur’ân’a bu su-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin te’vilini gösterecektir.” “Kur’ân’ın hıfzına çalışmak mı yoksa Risâle-i Nûrla meşgul olmak mı daha iyidir?” şeklindeki bir soru üzerine de yine asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleri şu cevabı verir: “Bu kainatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır. Ve her harfinde, ondan tâ binler sevap bulunan Kur’ân’ın hıfzı ve kıraati her hizmete mukaddem ve müraccahtır. Fakat Risâle-i Nûr dahi o Kur’ân-ı Azimüşşan’ın hakaik-i imaniyesinin burhanları huccetleri olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıratına vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.” (Kastamonu Lahikası) Evet hâfız-ı Kur’ân olmak, Kur’ân’a bir nevi kap olmak demektir. Kur’ân’a layıkıyla bir kap olmak isteyenler en ziyade Risâle-i Nûr’dan istifade etmekle inşallah bu ulvî maksatlarına en kısa bir şekilde ulaşabileceklerdir. 

Ayşenur YİĞİTLER 01 Eylül
Konu resmiEhl-i Cennetin Reisleri: Hâfızlar
İnsan

Hâfızlar, Kur’ân'ın hizmetkârları, Kelâm’ın fiilî tezahürleridir. Asr-ı saâdetten âhir zamana kadar gelen nûrun taşıyıcılarıdır. Çünkü onlar Kelâmullah için gece gündüz çalışırlar. Vakitlerini Allah yolunda harcarlar. Kur’ân-ı Kerîm'in dostları, hâfız-ı kelâmlarıdır. Âdeta Kur’ân-ı Kerîm bir gül, onlar ise bülbülleridir. Onlara karşı tüm ihsanlar, ikramlar Cenâb-ı Hakk’tan medh-ü senâ ve övgüler Peygamber-i Zîşan’dandır. Ve bakınız habib-i zîşan nasıl taltif ediyor hâfız-ı Kur’ânları: “Kur’ân’ı okumada ve ezberlemede mahareti olan kişi ‘sefere’ denilen kerîm ve mutî meleklerle beraberdir.” “Kur’ân’ı ezberleyen yaşayışıyla da onun hükümlerine ayna olan kimseler cennet ehlinin rehberleridir.” “Kur’ân’ı ezberleyerek okuyan hâfız, tıpkı vahiy getiren melekler gibidir.” “Hâfız olup da Kur’ân okuyan kimse, Melâike-i Kiram ile birliktedir.” “Ümmetin en şereflisi hamele-i Kur’ân, hâfız-ı kelâmlardır.” Şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın en mükemmel kitabı olan Kelâmullah, aklını nurlandıran bu hâfız-ı kelâmlar kâinatın en değerli insanından, Sultan-ı Levlâk’tan medh-ü senâ ve övgüler almışlardır. Öyle değerli hâdim-i Kur’ânlar, onların sıkıntıya düşmeleri Habîb-i Ekrem (asm)’a çok ağır gelir. Şöyle ki: Benî Lihyanlılar hicretin 4. yılında Bi'r-i maune mevkiinde 70 tane Kur’ân hâfızı ve muallimini hunharca şehit etmişlerdi. Fahr-i Âlem (asm)’ı ağlatan bu haber Ashâb-ı Kiram’ı dahi ağlatmıştı. Çünkü Kur’ân hâfızları ve muallimlerinin kanları yerde kalmamalıydı. Peygamber Efendimiz, büyük bir ordu hazırlayıp harekete geçti. Bizler de buradan Asr-ı saâdete sesleniyoruz: “Ya Resûlallah! Sen üzülme. Senin yüreğini serinletecek, senin acını ve ızdırabını dindirecek nice fedailer yetişiyor. Kur’ân yoluna adanmış nice erler yetişiyor. Hak ile bâtılı birbirinden ayıran, zulümatlı bir geceyi aydınlığa ulaştıran, melekleri bile hayran bırakan hâdim-i Kur’ânlar yetişiyor. Farz-ı kiyâfe gibi bir emri yerine getiriyorlar. Tâ ki insanların üzerlerinden bu yükümlülüğü kaldırabilsinler. Ancak bu dehşetli asırda hatmettiğimiz mukaddes kitabı aklımızda ve sînemizde muhafaza etmek çok zordur. Eğer bu Kelâmullah’ı unutur, emir ve yasaklarından kaçınmazsak, Resûl-i Ekrem (asm)’ın buyurduğu şu dehşetli hadîs-i şerife mazhar oluruz: “Kim Kur’ân’ı Kerîm’i ezberler ve onu okursa, sonradan (onu terk eder ve okumayı) unutursa, kıyamet günü cüzzamlı olarak Allah'a kavuşur" Bizler bu hadîs-i şerife mazhar olmamak için Risâle-i Nûr'un bize verdiği derslerle kendimizi takviye ediyoruz ve Kur’ân-ı Azîmüşşân’a daha sıkı sarılmaya çalışıyoruz. HAFIZLIK YAPANLARA TAVSİYELER Allah yolunda fedakârlıkta bulunanların Ce­nâb-ı Hakk’ın inâyeti onların üzerinde ol­du­ğunu unutmamak lazımdır. Hâfızlık kudsi bir vazifedir. Bu meslekte olan kardeşlerimize birkaç tavsiyemiz olacaktır: Hâfızlık süresince çok imtihanlardan, sıkıntılardan geçiriliriz. Bu da hâfızlığın Allah indinde değerini ve makbûliyetini gösterir. “Zîrâ hayırlı işlerin mu­­zır mânîleri çok olur. Şeytanlar bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar” düsturuyla “Rıza-i İlahî dairesinde olan başarılar fedakarlık ister” deyip her türlü zorluklara metânetle katlanıp neticeyi Allah’tan beklemelidir. Montaigne’nin bir sözü vardır: “Amacı olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez" Bizim de bir hedefimiz olmalı ki başarıya ulaşabilelim. İyi ağaç kolay yetişmez. Rüzgâr ne denli güçlü eserse, ağaç da o denli sağlam olur. Zorluklar başarının değerini attıran süslerdir. Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri Mektûbat isimli kitabında "Ye'se karşı 'La Taknetü' kılıncı kullanınız." (Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz buyurmaktadır.) Bizler de böyle dersleri kendimize rehber ittihaz edersek inâyet-i ilahiyenin yardımını daha yakından hissederiz inşâallah.

F. Rufeyde SAFTEKİN 01 Eylül
Konu resmiHariciye'nin Yeni Aktörleri
Tarih

Merkezi İstanbul’da olan bir sivil toplum kuruluşu gönüllüleri insani yardım amacıyla Türk Hava Yolları (THY) ile gittikleri ku­raklık ve yoksullukla mücadele eden bir Af­rika ülkesinde bugüne kadar hiçbir yardım kuruluşunun gitmediği bir kasabaya ulaşırlar. Yardıma muhtaç kasaba halkına gerekli mal­zemeleri götürürler. En yakındaki Anadolu Ajansı (AA) muhabirini bölgeye davet ederler ve AA, kasabadaki insanları, kültürlerini ve yapılan insani yardım çalışmasını özel röpor­tajlarla birlikte altı dilde dünyaya servis eder. AA’nın haberi üzerine Türkiye’den bir grup doktor bölgeye gelip incelemelerde bu­lunur. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajan­sı Baş­kanlığı (TİKA) kasabaya bir grup uzma­nı­nı göndererek su kuyusu açtırır ve sürdürülebilir tarım projeleri ve mesleki eğitim programı için ülke yetkilileri ve STK’larla çalışma başlatır. Türkiye ile tarihi ilişkileri bulunan ülkenin bu bölgesinden Türkiye’ye öğrenciler davet edilir. O ülkedeki büyükelçilik konuyu yakından takip eder ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB)’nin Türkiye Bursları kapsamında bir grup öğrenci Türkiye’de eğitime başlarlar. Bir süre sonra bölge cazibe merkezi haline gelir ve işadamları da kasabaya yatırım yapmaya başlarlar. Türkiye ile ilişkileri ciddi boyutlarda artış gösteren ülkede Türkçe’ye karşı merak uyanır ve Yunus Emre Enstitüsü’nün yeni bir şubesi bu ülkede açılır. Yukarda anlatılan ‘hikâye’ bir kurgu. Ancak bu kurgunun her bir cümlesindekine benzer pek çok gerçek hadise hemen her gün yaşanıyor artık. Hemen her gün benzer haberleri oku­yor veya izliyoruz. Bir kısmımız ise benzer hadiseleri bizzat yaşıyoruz. İsimleri sayılan kurumlar bugün hiçbir sınır tanımadan dün­yanın pek çok bölgesinde faaliyet yapıyor ve dış politika yapım sürecine bizzat katılıyor. Hariciyenin bu yeni aktörleri, Türkiye’nin adı­nı, bayrağını, gücünü, ilgisini, insani du­yar­lılığını ulaşabildikleri dünyanın en ücra köşelerine taşıyorlar. YENİ DIŞ POLİTİKA, YENİ AKTÖRLER Uluslararası ilişkiler veya dış politika yakın zamana kadar devletlerin faaliyet icra ettik­le­ri ve ‘menfaat’ odaklı stratejiler yürüttükleri bir saha idi.  Son elli yılda küreselleşme, teknoloji ve ileti­şim alanındaki gelişmeler, bölgesel ve küre­sel çok çeşitli ve çok boyutlu entegrasyon­lar, ulus üstü ve uluslararası devlet dışı sivil ve­­ya resmi aktörlerin ve özel şirketlerin sayılarının ve etkinliklerinin artması uluslararası ilişki­leri ulus-devletlerin tekelinden ve sadece hükümetlerin inisiyatifindeki bir saha olmak­tan çıkardı. Bugün uluslararası sistemin ak­törleri ve ulus-devletler bu yeni duruma adapte olmaya, ulusal ve küresel yönetişim modelleri geliştirmeye çalışıyorlar. Türkiye, Soğuk Savaş sonrası iç istikrarsızlık­lar sebebiyle dış politikasını çok kulvarlı çok aktörlü hale getirme anlamında kaçırdığı fırsatları son on yıldır kurumsal ve kuramsal anlamda yeniden yakalamaya çalışarak, dış siyasetini inşa ve icra ederken yeni aktörleri de bir bir sahaya ya sürüyor yahut hükümet dışı (f)aktörlerin karar alma mekanizmalarına dâhil edilmesi için kapıları bir bir açıyor. Böylelikle, sürece yeni aktörleri ‘dâhil’ ettikçe, ‘hariciyemiz’, yatay ve dikey olarak hem genişlik hem de derinlik kazanıyor. Doç.Dr. İbrahim Kalın’ın ifadesiyle “tarihin etkin bir öznesi olmak” adına manevra sahası gittikçe genişle­yen ve pek çok vasıtayı aynı anda kullanabilen bir kapasite çizgisine doğru seyir izliyor. Başta anlatılan ‘kurgu hikâye’ tam da buna işaret eden, aslında son on yılın gerçeklerini anlatan hikâyenin bir kare fotoğrafından ibaret.   TİKA Son yıllarda başarılı projeleriyle sıkça adını işit­tiğimiz 1992’de kurulan ve Türkiye’nin ‘işbir­liği eli’ olan TİKA bugün, 30 işbirliği ortağı ülkede, 33 Program Koordinasyon Ofisiyle 100 ülkede proje ve faaliyet gerçekleştiriyor. Türkiye’nin kalkınma işbirliği politikalarının uygulama sorumluluğu verilen Dr. Serdar Çam başkanlığındaki TİKA ile Türkiye 5 kıtada eğitim, sağlık, su ve sanitasyon, kültürel işbirliği, restorasyon, barınma, konut ve tarım sahalarında projeler gerçekleştiriyor. TİKA, Osmanlı bakiyesi tarihi eserleri res­tore ediyor, sivil toplum kuruluşları ile or­tak projeler gerçekleştiriyor ve mesleki ve teknik eğitim faaliyetleri düzenliyor ve ger­çekleştirdiği kalkınma yardımlarıyla (2011’de 1,3 milyar dolar) Türkiye’yi ‘alan el’ olmaktan ‘veren el’ durumuna yükseltiyor.      YTB Üç yıl önce (24.03.2010) kurulan Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) yurtdışında yaşayan vatandaşların so­­­runlarını çözmek, Türkiye’nin tarihi iliş­kileri bulunan ‘akraba’ topluluklarla müna­sebetleri güçlendirmek ve Türkiye’nin misa­fir öğrencilerine destek olmak adına güzel hizmetlere imza atıyor. Kemal Yurt­naç baş­kanlığındaki YTB’nin misyonu ve çalışma sahası gelecek için heye­can ve ümit veriyor. Yurt dışındaki vatandaşlarımızın asimile ol­ma­dan bulundukları topluma entegre olma­larına katkıda bulunacak, sosyal etkinlik ve siyasi temsil güçlerini artıracak sağlıklı bir seviye yakalamalarına yönelik YTB’nin ger­çekleştireceği faaliyetler önümüzdeki dö­nem Türk dış politikası için hayati önemi haiz. Yine bugün otuz bini aşkın uluslararası öğrenci bulunan Türkiye’yi cazip bir eğitim ülkesi haline getirecek düzenlemeleri yap­mak ve önümüzdeki yıllarda uluslararası öğrenci sayısını yüz binlere taşımak, böy­le­likle akraba topluluklarla kalıcı ve geleceğe dönük kuvvetli bağlar tesis etmek YTB’nin gelecek yıllarda yapacağı önemli hizmetler olacaktır.      THY Bir devlet felsefesi gibi de bilinen “Gitme­di­ğin yer senin değildir” sözünün tahakkukuna bugün artık dünyada en çok hizmet eden havayolu şirketi Türk Hava Yolları (THY) olmuş durumda. Dünyada en çok ülkeye uçuş yapan havayolu olan THY, 2003 yılında 53 ülkeye uçuş yaparken bugün bu sayı 96 ülkede 219 uçuş noktasına ulaştı. 2011 ve 2012’de Avrupa’nın En İyi Havayolu seçilen THY’nin daha pek çok aldığı ödül de var. THY’nin bu başarısı hiç şüphesiz Türkiye’nin son dönem dış politikasına ciddi anlamda itibar ve güç veriyor. Yeni açılan diplomatik misyonlar, ge­liştirilen ilişkiler, imzalanan vize muafiyeti an­laşmaları gibi gelişmelere paralel bir büyü­me grafiği çizen, Hamdi Topçu Başkanlığında­ki THY, bugün 202 uçak bulunan filosunu 2020’de 375 sayısına ulaştırmayı ve gelecek beş yılda dünyanın ilk yüz markası içerisine girmeyi hedefliyor. Bu gücü ve gelişim seyri ile Türk dış poli­tikasının hem reel hem muhayyel hedeflerine hizmet edip güç veriyor.    AA Türkiye’nin 93 yıllık haber kuruluşu olan Anadolu Ajansı (AA) son zamanlarda ham­le üstüne hamle yapı­yor;  Kemal Öztürk lider­li­ğindeki AA, yü­züncü yılına doğru dünya­nın pek çok sıcak bölgesinden (Arakan, Suriye, Mali, Mısır, Libya gibi) geçtiği özel haberlerle, yeni kurulan bölge ofisleriyle (Kahire, Beyrut, Bosna-Hersek) ve çok dilli yayınlarıyla (En son Arapça ve Boşnakça-Hırvatça-Sırpça BHS) dünya çapında bir ajans haline geldi. AA, son yıllarda yapısal ve insan kaynakları yönünden devasa adımlar atmakla birlikte Türkiye’nin yeni dış politikasının yoğunlaştığı bölgelerden ve Türkiye’den geçilen haberlerde yeni inşa edilmeye çalışılan ‘haber dili’ ile de dikkat çekiyor. Hadiselerin nasıl olduğundan çok nasıl algılandığının önem kazandığı gü­nü­müzde AA’nın güçlenmesi ve Türk Hariciyesi’nin vizyonuna, Andolu vicdanının olgunluğuna uygun bir dil yakalaması son yıl­ların en sevindirici gelişmelerindendir. Dev­let Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın ifade ettiği gibi AA, tarihinin en güçlü döneminde ve 100. Yılına daha da güçlenerek gireceği şimdiden belli oluyor.     STK’LAR Türkiye, ‘vakıf geleneği’ oldukça güçlü bir geçmişe sahip olmasına rağmen Cumhuriyet dönemi politikaları sebebiyle ‘vakıf ruhu’, tedavisi zor yaralar almış durumda. Buna rağ­men, son yıllardaki siyasi ve ekono­mik istikrarın kazanılmasıyla birlikte özellikle ta­rihi münasebetlerimiz bulunan coğrafyalarla ilgili toplumun sahip olduğu bilinç ve düşünce zenginliği gelişen sivil toplum yapılarıyla bir kez daha gün yüzüne çıktı. Bosna-Hersek, Filistin, Açe, Keşmir, Çeçe­nistan, Irak, So­mali ve son olarak Suriye’deki krizlerde de çok açıkça görülen insani yardım duyarlılığı gün geçtikçe de artıyor. İnsani yardım kuru­luşlarımız bugün sadece kriz bölgelerinde değil dünyanın 100’ü aş­kın ülkesine yardım götürüp projeler geliştiriyorlar. Sağlık hizme­ti amaçlı kurulan sivil toplum kuruluşları dünyanın pek çok bölgesinde kli­nik hizmetle­ri veriyor. İşadamları dernekleri bilhassa İs­lam dünyası ile yakın ilişkiler kurup karşılıklı yatırım anlaşmaları yapıyorlar. Bu dernek ve vakıflar bazen Türkiye’nin dış politikası­nı destekler faaliyetler yapıyorlar bazen de proje ve kurdukları ilişkilerle dış politikayı yönlendirip alan açıyorlar. Resmi kurumların nüfuz edemediği bölge­lere, toplumların kıl­cal damarlarına erişebilen, manevra sahası devletle kıyaslandığında çok daha geniş olan STK’lar ‘Hariciye’nin uçbeyleri’ gibi icraat yapabiliyorlar. Son Suriye krizinde İnsani Yardım Vakfı (İHH)’nın gerçekleştirdiği ‘insani diplomasi’ çalışması, 53 ülkede 226 üyesi ile İslam Dünyasının en büyük sivil çatı teşkilatı olan İslam Dünyası STK’lar Birliği (İDSB)’nin Suriye’ye yönelik yardım ve duyarlılık kampanyasını aynı anda 20 ülkede başlatabilmesi, MÜSİAD’ın kurduğu ekono­mik işbirliği ağı ile dış politikaya alan açması Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları­nın Türk dış politikasına katkılarına sadece birkaç örnek olarak sıralanabilir.        Yine sayıları son yıllarda gittikçe artan ve hızlı bir gelişim seyri çizen düşünce kuruluşlarının (SETA, SDE, USAK, ORSAM, TASAM gibi) çalışmaları, raporları ve düzenledikleri toplantılar Türk dış politikasına zenginlik katmakla birlikte, hariciye mutfağına da yeni malzemeler üretmekteler.   Sonuç olarak, Türkiye, son on yılda yeni bir ‘yürüyüş’ gerçekleştiriyor. İçerde yakalanan si­ya­si ve iktisadi istikrar ve kalkınma, sosyal barışla taçlandırılmaya çalışılıyor. Buna para­lel olarak son on yılda ülkenin tarihi ve stratejik derinliğine münasip olarak yeni bir dış poli­ti­ka dili ve vizyonu hayata geçirilmeye çalışılıyor. Türkiye adeta küllerinden yeniden doğuyor. Ayaklarındaki prangalarından kurtuldukça, yayını ne kadar gerebileceğini ve dolayısıyla oklarını ne kadar ileriye atabileceğini, etki gücünü ve kapasitesini fark ediyor. Bu süreç­te Türkiye, yeni ve çok çeşitli aktörlere ihtiyaç duyduğunu hem görüyor hem de yeni doğan aktörlerle dış politika sahasında ortak çalışma modelleri arıyor. Hariciyenin yeni aktörleri­ni bazen arkasın­da, bazen yanında çoğu zamanda yumuşak gücünün akıncıları gibi hemen önünde görüyor. Henüz çok genç ve yeni olan yukarda sıralanan kurumlarla etkin ve güçlü bir Türkiye inşa edilmeye çalışılıyor. Bu heyecan verici ve uzun soluklu maratona katılan ve destek veren Hariciye’nin yeni aktörlerini hem desteklemek hem de bu aktörlere yenilerini eklemek şart.   

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Eylül
Konu resmiHiç Kimse, Hiçbir İşini Besmelesiz Bırakmasın!
Kültür ve Medeniyet

BESMELENİN ÖNEMİNE DAİR BAZI RİVÂYETLER Peygamber Efendimiz (asm), “Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü Teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır.” buyurdu. (İbn-i Kesir) “Besmele ile başlanmayan her önemli iş noksan kalır. (Beyhâkî)” “Yemeğe başlarken, Allahü teâlânın adını anın, yani Besmele çekin! Başında Besmele çekmeyi unutan, hatırladığı zaman, "Bismillâhi alâ evvelihi ve ahirihi" desin! (Ebu Davud, Tirmizi, Hâkim)” “Besmele ile yazı yazanın haceti kolaylaşır, Allahü Teâlâ da râzı olur. (Deylemî)”      “Eve girerken Besmele çekilirse, şeytan, “Bu eve girmeme imkân yok” der, dönüp gider. (Tibyan)” “Osman İbn Affan (ra) Resûllullah (sav)’a besmeleyi sorduğunda, Resûlullah (sav) buyurdu ki: “O Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Allah’ın en büyük ismi (İsmi A’zâm) ile onun arasında sadece iki gözün karasıyla akı arasındaki yakınlık kadar fark vardır.” Başka bir hadiste ise: “Meryem oğlu Îsâ’yı (as) annesi yazıcıya teslim etti ki ona yazmayı öğretsin. Öğretmen ona ‘yaz’ deyince o ‘ne yazayım?’ dedi. Öğretmen de ‘bismillâh’ (Allah’ın ismiyle) diye karşılık verdi. İsa (as) öğretmene, ‘Bismillâh nedir?’ deyince öğretmen ‘bilmiyorum’ karşılığını verdi. Hz. Îsâ (a.s) ona dedi ki: ‘Be Allah’ın bahası, Sin senâsı, Mim de memleketidir. Allah, ilâhların ilâhıdır. Rahmân, dünya ve âhirette son derece merhametlidir. Rahîm ise sadece âhirette merhametlidir.’” (İbn-i Kesir)” Hadiste: “Kim, üzerinde besmele yazılı bir kâğıdı Allah’a saygısından dolayı yerden kaldırırsa, Allah katında sıddıklardan yazılır, ana babasının müşrik de olsalar azabları hafifletilir.” Bu konuda Bişr-i Hafi’nin hikâyesi meşhurdur. (Râzî) ÂLİMLERİN SÖZLERİ “Bismillâh,  kudret-i ezeliyenin (Allah’ın ezelî kudretinin) taalluk (ilgi, alâka) ve tesirini celbeder (çeker). Ve o taallûk (alaka, ilgi), abdin (kulun) kesbine (çalışmasına, kazancına) ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyle ise hiç kimse, hiçbir işini Besmelesiz bırakmasın!” (Bedîüzzaman) “Ben ‘Errahmanirrahîm’ isimlerini öyle bir nûr-ı azam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder (kuşatır). Ve her ruhun bütün hâcât-ı ebediyesini (ebedî ihtiyaçlarını) tatmin edecek hadsiz düşmanlarından emin edecek nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nûr-ı azam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile fakr ile şükür; acz ile şefkattir. Yani ubûdiyet (kulluk) ve iftikardır (fakirliğini bil­mektir).” (Bedîüzzaman) Besmelede bu üç ismin zikredilmesinin hik­meti Kur’ân-ı Kerîm’de muhatap alınanların üç kısım olmasındandır. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Onlardan nefsine zulmedenler vardır. Onlardan orta yolu tutan vardır. Ve onlardan hayırlarda en önde olan vardır.” (Fatır, 32)  Bu âyette Cenâb-ı Hakk sanki şöyle buyurmaktadır: “Ben, hayırlarda en önde olanların Allah’ıyım. Orta yolu tutanların Rahmân’ıyım. Zulmedenlerin de Rahîm’iyim.” Aynı şekilde Allah, lütuflarda bulunan; Rahmân, seçkin kullarının (evliyâ) zellelerini (küçük hatalarını) bağışlayan; Rahîm de kabalığı (cefâ) bağışlayandır. Rahmetinin kemalinden dolayı Cenâb-ı Hakk, adeta şöyle diyor: “Ey kulum! Ben senin öyle hallerine muttaliyim (haberdarım) ki, eğer anne ve baban onları bilmiş olsaydı, seni terk ederlerdi. Eğer hanımın bilseydi, sana cefâ ederdi. İnsanlar bilseydi, evini yerle bir etmeye çalışırlardı. Ben, bütün bunları biliyorum. Fakat benim Kerim bir Rabb olduğumu bilesin diye onları örtüyorum.” (Râzî) Allah ismi, Allah’ın dostluğunu gerektirir. “Allah, iman edenlerin dostudur.” (Bakara, 257) Rahmân ismi, Allah’ın muhabbetini gerektirir. “Hakikaten iman edip de salih ameller işleyenler yok mu? Rahman onların gönüllerinde (kendi) sevgisini yaratacaktır.” (Meryem, 96) Rahîm ismi ise, Allah’ın rahmetini gerektirir. “Cenâb-ı Allah, mü’minlere merhametlidir.” (Ahzab, 43) (Râzî) BESMELE İLE İLGİLİ BAZI KISSALAR Hazreti Musa (as) hastalandı ve karnının ağrısı iyice şiddetlendi de halini Cenâb-ı Hakk’a arzetti. Allah da ona sahradaki bir otu gösterdi. O da ondan yedi de Allah’ın izniyle şifa buldu. Sonra başka bir zaman bu hastalık ona tekrar musallat oldu. Bunun üzerine aynı otu yedi. Fakat hastalığı arttı. Hastalığı artınca şöyle dedi: “Hastalığı artınca şöyle dedi: “Ya Rabbi, ilk önce bu otu yedim ve ondan faydalandım. İkinci defa onu yediğimde ise hastalığım arttı.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu: “Çünkü birincide seni ota sevk eden Ben idim, böylece onda şifa meydana geldi. İkincisinde ise, sen kendin ota gittin de, bunu müteakip hastalığın arttı. Bilmiyor musun ki, bütün dünya öldürücü zehir, onun panzehiri de benim ismimdir.” (Râzî) Anlatıldığına göre firavun, tanrılık iddiasında bulunmadan önce bir saray yaptırdı. Sarayın dış kapısına da besmelenin yazılmasını emretti. Ulûhiyet iddiasına kalkışıp da, Hz. Musa (as)  peygamber olarak ona gelip, onu hak dine davet edince, onda doğruya ulaşma kabiliyeti görmedi. Bunun üzerine şöyle dedi: “Ya Rabbi, onu ne kadar dine davet ettimse de onda her hangi bir hayır görmedim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu: “Ey Musa, belki de sen, onun küfrüne bakarak, onu helak etmemi istiyorsun. Hâlbuki Ben, onun sarayının dış kapısının üzerine yazdırmış olduğu besmeleye bakıyorum.” Buradaki incelik şudur: Kâfir de olsa, kim bu kelimeyi dış kapısının üzerine yazarsa, helak olmaktan emin olur. Kim bu kelimeyi, ömrünün başından sonuna kadar kalbine yazarsa, onun durumu nasıl olur, var sen düşün. (Râzî) Bizans imparatoru, Hz. Ömer’e (ra), devamlı bir baş ağrısı olduğunu, bunu için kendisine bir ilaç göndermesini yazmıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) bir fes gönderdi. İmparator bu fesi başına koyduğunda, baş ağrısı duruyor, çıkarınca başı yeniden ağrımaya başlıyordu. İmparator hayret ederek fesi kontrol etmeye başladı. Fesin içinde besmele yazılı bir kâğıt buldu. (Râzî) BESMELEDEN ÇIKAN HÜKÜMLER Kur’ân yazarken “Tevbe” Sûresi’nden başka sure başlarında “Bismillâhirrahmanirrahim” yazmak farzdır. Hayvan keserken veya ava silahla ateş ederken sadece “Bismillâh” demek farzdır. Kasıtlı olarak besmele terk edilirse o hayvanın eti yenmez. Fakat besmele unutulursa bir sakıncası yoktur. “(Kesilirken) üzerine Allah’ın ismi anılmayan hayvanlardan yemeyin!” (En’am, 121)” Bunda ve bu gibi bazı yerlerde “errahmanirrahim” denilmemesi sünnettir. Namaz dışında Kur’ân okumaya başlarken sûre başlarında ise “Eûzu-besmele” âlimlerin çoğuna göre sünnettir. Bu cümleden olarak Atâ gibi bazı imamlara göre vaciptir. Yalnız “Tevbe” Sûresi’nde besmele okunmaz. İki sûre arasında ise iki kıraat vardır. Âsım kıraatında besmele okumak mendubtur. Kur’ân okumaya başlamak, sûre başından değil de ortasından veya sonundan ise “Eûzu-besmele” okumak mendubtur. Yukarda açıklandığı üzere namazda Hanefîlere göre Fatihadan önce gizlice “Eûzu-besmele” okumak sünnet, Şâfilere göre gizli veya sesli besmele çekmek farz, Mâlikîlere göre okunmaması mendubtur. İki sûre arasında ise Hanefîlerce de böyledir (mendubtur). Kıraatten başka diğer İslâm’a uygun işlerde besmele ile başlamak işin önem derecesine göre ya mendub veya sünnet veya vacibtir. (Elmalılı) Besmelenin mânâ ve ehemmiyeti Risâ­le-î Nûr’un birinci risâlesi olan Birinci Söz’de hârikulade bir sûrette işlenmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri’nin ilk talebe­lerinden Sabri Efendi bu risâle için, “Bi­rinci Söz tevhid miftahıdır” der. Yine Bedîüzzaman Hazretleri’nin ilk ta­lebelerinden Hulûsi Bey ise Birinci Söz’deki temsilâttan yola çıkarak şu câ­lib-i dikkat yorumu yapmıştır: “Birinci Söz'deki temsilde seyahat eden mütevazi zât, tamamen Üstadımızdır. Nebat, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök, damar­ları nasıl "Bismillâh" tesiriyle, yer altında sert taşı toprağı delip geçiyorsa aynen onun gibi, "Bismillâh" ile mevki-i intişara vaz' olunan Sözler de, hârika bir tarzda arza yayılıyor. Ve en münevver ve mükemmel mey­ve olan beşerin mü'minlerinin kalb­lerine nüfuz ediyorlar. Bu bid'atların kes­reti ve muharriblerin bolluğu devrinde "Bismillâh" ile gars olunan Nur fidanının yap­rakları olan diğer Sözler ve Mektublarla, bu kudsî fidanın dal ve budakları olan Hizb-ül Kur’ân ve bu hizbin esası ve seyyidi olan muhterem Üstad da bir hıfz-ı gaybîye mazhar bulunuyorlar.”  (Barla Lâhikası)

İlyas BUÇAKÇI 01 Eylül
Konu resmiRisale-i Nur Işığında Bir Müfredat Önerisi
Risale-i Nur

Bugüne kadar kimi eğitimcilerin Allah’ı yok sayan, evrim, materyalizm gibi felsefeleri; var­lığı ve hayatı anlamlandırmada “yegane bakış açısı” olarak gösteren yorumlarına önem vermeden, iman ve Kur’an gözlükleriyle kâinata bakmaya çalıştık.   Evrim teorisi, tabiatçılık, maddecilik, tesa­düfçülük gibi bakış açıları, bilimsel kitapların hakikatleri gösteren en önemli işaretlerini bir örümcek ağı gibi sarmalamış, bir balçık gibi sıvamıştı yıllardır. Biz yine de direndik ve vahyin gösterdiği bakış açısından bakmaya çalıştık varlığa. Halbuki eğitim gönüllü ve istekli gerçekleşmesi gereken bir süreçti. Vaktiyle Kur’an öğrenimini belli bir yaş sınırına hapseden zihniyet, Allah, İman, İslam, Kur’an, Peygamber gibi bütün manevi alanları anlamsızlaştıran “materyalist”, “evrimci” bakış açısını ilkokulların 1. Sınıf­larından itibaren zorunlu kılıyordu tap taze beyinlere… Bu bakışı bize öğreten Risale-i Nur'lara el­bet­te müteşekkiriz. Risale-i Nur'lar bize, var­lıkların kendi kendine (Self Organizasyon), tabii olarak (Natural) ya da sebepler yoluyla (Kozalite-Nedensellik) var olamayacağını öğretmişlerdi. Tabiat Risalesi bu manada onlarca yıldan beri milyonlarca insan tarafından gönüllü olarak uygulanmış, benimsenmiş ve faydaları da ehli tarafından gözlemlenmiş  “imanî bakış açısıyla eğitimin” kaynak müfredatı hükmündedir. Belki de Tarihçe-yi Hayat’ta geçen şu amaç güdülüyordu bu tek tipçi eğitim modeliyle: "Mekteplerde yaptıracağımız yeni öğretim usûlleriyle yetişecek gençlik, Kur'ân-ı ortadan kaldıracak ve bu sûretle milletin İslamiyetle olan alakası kesilecek." Avrupa’da ve Rusya gibi devletlerde doğan pozitivist-materyalist-evrimci eğitim sistem­le­rinden kopyalanmış ülkemizdeki eğitim sis­temi de, kendi öz evlatlarının beyinlerini bu bakış açılarına mahkum etti yıllarca… Tertemiz kalpleri, ruhları ve bütün manevi latifeleri bu felsefelerin bakış açılarıyla aç, susuz, güçsüz bıraktılar acımadan. Güneş hükmündeki İman, İslam, Kur'ân gibi bütün o vahyi değerlere şüpheyle bakan, ancak insanlığı nereye ve nasıl götüreceği bilinmeyen kör, sağır, elsiz, ayaksız felsefe fenerleriyle yetinen bir nesil yetişti maalesef ülkemizde ve dünyada. Risale-i Nur ise, bu tahribatın zararlarını ortadan kaldırmak adına bir Hızır gibi yetişmişti insanlığın imdadına. Çocuklarının inançsız ve maddeci olarak yetişmesini istemeyen kitleler bu eserleri esas alan örgün ve yaygın eğitimlerin rahle-yi tedrisine oturdular gönüllü olarak.      Halbuki eğitim, gönüllü olması gereken bir süreçti. Her ebeveyn kendi evladının nasıl yetişmesini istiyorsa, o eğitim şıkkını seçebilmeliydi özgürce. Bugün Amerika’da yaşayan Yahudiler, Mor­monlar, ülkemizde yaşayan Ermeniler ya da Fransızlar, kendi okullarında istedikleri gibi eğitim alabilirlerken, dindar Müslümanlar, evrimci, pozitivist, materyalist bakış açılarıyla kirlenmiş bir eğitime mahkum ediliyorlar. Aslında ülkemizdeki İmam-Hatipler bile aynı batıl felsefelerin kıskacı altındadır. Zira bu okullarda okutulan “bilim içerikli” ders kitapları bile evrimci, tabiatçı, tesadüfçü bakış açılarıyla yazılmış kitaplardır. Bu açıdan bakıldığında eğitim özgürlüğünün görüldüğü ülkelerde bile gençler, aynı felsefelerin mayasıyla mayalanmaktadırlar farkına varılmadan. “Din eğitimi” alma özgürlüğü olan insanların, nedense bilimi istedikleri bakış açısıyla öğrenme özgürlüğü yoktur dünyada. İşte Risale-i Nurlar, hiç de fark edilmeyen böylesine hayati bir cephede oldukça önemli bir boşluğu doldurmaktadırlar. Bu nedenle Risale-i Nurlar sadece Müslümanlara değil, dünya üzerindeki bütün insanlara alternatif bir “bakış açısı” imkanı sunmaktadır. Sözde özgürlükçü görünüp, global ve tek tipçi bir dünya sistemi kurma tasavvurunda olan kimi güçler, insanlığı tek bakış açısına, evrimci materyalist zihniyete mahkum etme yanılgısına düşmüşlerdir. Halbuki bütün bölünmelerin, kavgaların ve fesatların kaynağı bu bakış açılarının tam da kendileridir. İşte Risale-i Nurlar bu “yokçul” yanılgının farkına varan yegane eserlerdir. Bu nedenle şu yeni geldiğimiz noktada Türkiye elindeki bu hazinelerden istifade edebilmesini bilmeli ve bütün insanlığa hitap edecek yepyeni bir alternatif eğitim programı oluşturmalıdır. Aslında bu istek bize değil Bediüzzaman’a aittir.  O Emirdağ Lahikasında bu isteğini şöyle dile getirir:  Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyetin maslahatı, herşeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem tâcil, hem tasdik ve hem de çabuk mekteplerde tatbik edilmesi elzemdir. Bediüzzaman’ın dikkat çektiği “mektepler­deki serbestiyet” meselesi eğitim ve öğretim müfredatını seçme özgürlüğü anlamına gel­mektedir aslında. Bu özgürlüğün gerçek­leşeceğine inanan Bediüzzaman, “Risale-i Nurların mekteplerde okutulacağı” gerçe­ğini pek çok konuşmasında vurgulamıştır. Ülkemizin gerçek münevverlerinden olan Yusuf Kaplan gibi yazarların, “din eğitimine mahkum edilmiş” bir eğitim sisteminden şi­kayetleri de işte sırf bu yüzdendir. Din eğiti­mi ağzımıza sürülen geçici bir bal hükmündedir. Halbuki diğer derslerde hakim olan bütün o batıl felsefeler, ruhlarımızı, aklımızı ve kalbimizi “şüphelerle” zehirlemektedir. Bediüzzaman’ın Medrese’tüz Zehra hayali­nin ne anlama geldiğini de şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Bu eğitim sisteminde din ilimleriyle fen ilimlerinin bir arada okutul­ması demek, bu derslerin ayrı ayrı öğretilmesi anlamına gelmiyor. Kur’an-ı Kerim’in kâinata bakış açısı ve var­lığı anlamlandırışı ayrışık düzlemlerde gerçekleşmez. Kur’an kâinata “vahdet” naza­rıyla bakar. Zira kâinat bir tek vahid-i ehadin eseridir. O “vahid-i ehadin” yaratmalarını an­latan “bilimler” de  o “tek olandan” bağımsız anlaşılamazlar. “Bütün ilimlerin üssül esası iman-ı billahtır” diyen Bediüzzaman da, yüzlerce yıldan be­ri, Kur’an’dan uzaklaşmanın bir sonucu ola­rak ayrıştırılmış, şaşılaştırılmış, bölünmüş, da­ğıl­mış olan o “varlığa bakış” eylemini “vahdet” düzleminde yeniden birleştirmiş ve toparlamıştır.  Risale-i Nurların bu “vahdetçi” bakışını elde etmiş bir insan, bu nedenle fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vb. bilimleri okurken, hem yeni konular öğrenir, hem de Allah’ın fiillerini, tecellilerini, sanatlarını marifetullah basamaklarında müşahede ederek ibadet eder. Elbette bu bakış açısını kimseye zorlamaya da hakkımız yoktur. İngiltere gibi “liberal” ülkelerdeki örnekleri dikkate almak gibi bir tavsiyemiz de olamaz. Zira biz kendi medeniyetimizin zenginliklerinin, bizi her türlü doğruya götürecek örneklerle dolu olduğunu çok iyi biliyoruz… Medine Şehir Devletine, Endülüs’e,  Osman­lı’ya bakmamız bile yeterlidir gerekli eğitim modellerini bulabilmemiz için. Osmanlı’da, kendi seçtikleri eğitim sistemiyle ve müf­redatıyla eğitim görme hakkına sahip Hıris­tiyanları ve Yahudileri bile hatırlamamız yeterlidir. Bütün bu örneklerden yola çıkarak hükü­metimizden  “özgürlükçü bir eğitim müfredatı” talebinde bulunmamız da vatandaş olarak hakkımızdır. Bu yeni oluşturulacak müfredat, velilere ço­cuklarını istedikleri bakış açısına göre eğitme imkanını sunmalıdır. Öğretilecek konular aynı olacak ama bu konuların anlatımındaki bakış açısı farklı olacaktır. “Big Bang-Büyük Patlama” teorisini günü­müzdeki bakış açısıyla anlatan ders kitapları olacağı gibi, bu olayı Risale-i Nur’un önerdiği “imani” bakış açısıyla anlatan ders kitapları da olmalıdır. Dolayısıyla bu bakış açısıyla hazırlanmış yeni öğretim programlarına ihtiyaç vardır. Vatandaş uygun gördüğü eğitim müfredatına göre çocuklarının eğitim görmesini sağlaya­bilmelidir. Yeni eğitim sistemi de bu açıdan oldukça uygundur. Almanların Grund Schule (Temel Okul) olarak adlandırıldığı ilk 4 yıllık bölümden başlayacak böyle bir model, gerçekte istediği gibi eğitim ve öğretim hakkından yoksun olan “inanan” insanların eğitim haklarına kavuşmasının da teminatı olacaktır. Dersin adı: Biyoloji/İlm-i Hayat Sınıf: Medresetüzzehra 1 Ünitenin adı: Genetik Bilgi Taşıyan Moleküller Konu: Proteinlerde çeşitlilik, Prote­in Sente­zinin kontrolü Süre: 1 ders saati Öğretme-Öğrenme Yöntem ve Tek­nik­leri: An­latım, tartışma, ispat, temsil ÖĞRENCİ KAZANIMLARI/HE­DEF VE DAVRANIŞLAR: HEDEF: Protein sentezinin kavra­tılması, protein sentezi sırasında tecelli eden esmâ-yı ilâhiyyenin anlaşılması. DAVRANIŞLAR: Proteinlerin çeşitliliğinin açıklama. Proteinlerin çeşitliliğinin İlahi isim­lerin çeşitliliği ile ilgisini açıklama Enzimlerin protein yapısında oldu­ğunu açıklama. Şuursuz, cansız proteinlerin tesa­düfen ama bilinçlice hayattar birer tiryak oluştu­ramayacaklarının Tabiat Risalesi ışığında açık­lanması. Protein sentezinin genlerin kont­rolünde yapıldığının açıklanması Genlerin gerçekte aciz, kör, sağır, şuursuz varlıkları oldukları, üstelik onların zaten kendileri yapılageldik­leri halde bu halleriyle hiçbir şey kontrol edemeyecekleri, genlerin üzerinde tecelli eden “İlim”, “Hikmet”, “Hâ­kim”, “Hafiz” gibi ilâhi isimler gösterilerek ortaya konması. 7-Kur’an-ı Kerim ve hadislerden ko­nuyu açık­layacak hakikatlerin ortaya konulması.

Oğuz DÜZGÜN 01 Eylül
Konu resmiAnneyim Ben
Aile ve Çocuk

Evet, anneyim ben. Yeri gelince evladını ko­ru­yan bir aslan, yeri gelince şefkatli kanatlarıyla yavrusunu saran bir kuş, bir bakmışsınız sert, tâviz vermez bir idareci olmuşum, bir bakmışsınız evladının en yakın dostu. Annelik dünyanın en büyük mesleği. Kimi psikologsunuzdur, kimi aşçı, kimi öğretmen, kimi doktor. Hiçbir meslekte bu kadar tezat yoktur. Hem çok sertsinizdir, hem çok merhametli, hem çok ciddisinizdir, hem çok samimî. Anneliğin meziyetleri anlatmakla bitmez. O bir “lütf-u İlahî”dir. Akıl ermez, mantık barındırmaz bir lütuftur. Peki, annelik neden bu kadar teçhizatlarla donatılmıştır. Neden içine bu kadar meslekler, bu kadar özellikler yerleştirilmiştir. Acaba yalnız çocu­ğumuzu besleyip büyütmek, onu koruyup kollamak için çok büyük bir donanım değil midir? Bir anne çocuğu sağlıklı ve akıllı olsun, dünyevî ve uhrevî görevlerini yerine getirsin ister. Peki, bir anne bu noktada bir öğretmen olarak ne kadar başarılıdır? Eminim bir aşçı olarak, bir dekoratör olarak, bir doktor olarak çok başarılıdır. Ama öğretmenlikte de bu kadar başarılı mıdır? Annelere sesleniyorum. Dedikodu, kul hakkı, kin, nefret, bedduâ, sevgi, saygı vb… konularda ne kadar çocuğumuzu uyarıyoruz. Siz hiç çocuğunuza: — "Yavrum, bu arsadan geçmeyelim, sâhibini tanımıyoruz. Arsasından geçtiğimiz için helâl­lik istemek gerekir, yoksa kul hakkına girersek cennete giremeyiz." dediniz mi? Ya da: — Oğlum okulda arkadaşlarınla aranda ge­çenleri bana anlatırken, isim vermezsen, de­dikodu olmaz, deyip dedikodu yapmamayı aşıladınız mı? Bu şekilde örnekleri çoğaltmamız mümkün. Düşünün ki o körpecik yavrunuzun beynine, kalbine bu kötü huyları yapmaması gerektiği küçük yaşta aşılanır. Bu şekilde büyüyen bir evladı düşünün, bir de bu şekilde yetişen bir toplumu düşünün. Tılsım annelerin elinde. İşte size bir hikâye. Bakalım biz, bize veri­len bu annelik lütfunu en güzel şekilde de­ğerlendirebiliyor muyuz? Eksiklerimiz mi var, yoksa daha ileri bir seviyede miyiz? Haydi, kendinizi hikâyedeki kahramanların yerine koyun, bakalım sonuç ne olacak. GIYBETİN İLACI Tren büyük bir sarsıntıyla yoluna devam ediyordu. Genç kız camdan dışarıyı sey­re daldı. Hızla değişen manzara ona dün­yanın değişkenliğini, hayatın geçiciliğini, in­sanların farklılıklarını ve daha birçok şeyi çağ­rıştırıyordu. Zamanın ince çizgisi üstünde, yoldan sapmadan, dalalet girdaplarına ka­pıl­madan, günah âlemlerine dalmadan iler­leyebilmek ne zordu. Mâsumiyeti korumak, kibirsiz, riyasız, gıybetsiz, enesiz bir hayat ne zordu. Aklı bu fikirle dolu gözlerini kapadı Sâliha. Açtığında Eskişehir’e varmak üzereydi. Doğup büyüdüğü yer Eskişehir’in küçük bir kasabasıydı. Taksi topraklı yolda hızla ilerledikçe arkasında büyük bir toz bulutu bırakıyordu. Biraz sonra Sâliha çocukluğunun geçtiği evin önündeydi. Gözünün önünde eski günler canlandı. Bahçedeki koca çınar ağacındaki salıncakta annesinin onu salladığı zamanlar aklına geldi. Sinema şeridi gibi her şey canlandı gözünde. — Anne bugün okulda ne oldu, biliyor mu­sun? Öğretmenin sorduğu soruyu Mehmet bilemedi. Annesi Sâliha’nın salıncağını biraz daha hız­landırdıktan sonra, müşfik ve yumuşak bir sesle: — Sâlihacım, hani okulda geçen olayları isim vermeden anlatıyorduk. Sonra dedikodu olur­sa, biliyorsun cennette bir sürü oyuncağın var, oyuncakların eksilebilir. Hem sonra Allah’ın sevmediği şeyleri yapmayı biz de istemeyiz. O’nun sevdiği şeyleri yapmalıyız ki O’nun gözünde sevgimiz çoğalsın. — Anne yaramaz çocuklar cehenneme mi gider? — Olur mu kızım? Allah çocukları çok seviyor. Onlara cennette bir sürü oyuncak, çikolata, dondurma ne isterlerse hazır. Ama yaramaz çocukların yaptığı her kötülük karşısında cen­nette bir oyuncağı eksiliyor. Onlar cennete gidince çok üzülecekler “Keşke dünyada yarmazlık yapmasaydım da benimde birçok oyuncağım olsaydı.” diyecekler. Annesinin amacı Sâliha’nın zihnine Allah sev­gisinin en güzel şekilde yerleşmesiydi. Ona göre çocukların o engin hayal gücüne Allah’ın büyüklüğünü, cömertliğini, merhametini iş­le­mek gerekliydi. Buda ceza sistemindense, ancak mükâfat sistemiyle olabilirdi. Öncelikle çocuğa mükâfatı peşin peşin veril­meliydi. Kendileri için içi oyuncaklarla dolu bir cennet olduğunu bilmek onlarda Allah sevgisinin yerleşmesine, yapılan kötülük sonucu bir oyuncağın eksilmesi ve yapılan iyilik sonucu oyuncaklarının çoğalması adalet anlayışlarının gelişmesiyle, dürüst bir nesil yetiştirmede çok fayda sağlayacaktı. Ayrıca gıybetin ilacının annelerin elinde ol­duğuna inanırdı. Çocuğunun kendi yanında başkalarını anlatması sonucu annenin tepki ver­mesi, hem çocuğun zihninde dedikodu­nun kötü bir şey olduğunu yerleştirecek, hem de anne çocuğuna güzel örnek olma noktasında gıybetten uzak duracaktı. Bir taşla iki kuş. Anne çocuğa cennet eksenli dedikodudan kurtulma tezi sunarken, kendisini de oto­matik olarak dedikodudan uzak tutacaktı. İşte mükemmel bir ilaç. İnsanlığın büyük bir yarası olan, insanın damarlarına kadar işleyen gıybetten uzak durmak o kadarda ko­lay değildir. Ama kılına bile zarar gelmesini istemediği çocuğunun ebedî saadetini garanti altına almak için elbette ki özveride bulunacak, bu mükemmel ilacı hem kendisi, hem evladı için kullanacaktı. Yoldan geçen traktörün sesi Sâliha’yı eski günlerden bugüne getirdi. Annesi her zaman onun gönlüne îman temellerini en sağlam şekilde atmayı amaçlardı. Onun kalbine Al­lah sevgisini ilmek ilmek, nakış nakış işler, korkuyla değil sevgiyle inşa etmeye çalışırdı. Babası küçük yaşta ölünce daha da üzerine düşmüştü Sâliha’nın. En güzel bir şekilde yetişmesi için çok fedakârlıklar yapmış, çok uğraşmıştı. Sâliha’nın kendine, vatanına, milletine faydalı birisi olmasını istiyordu. İşte annesinin isteği gerçekleşmiş, Sâliha memleketine bir Kur’ân Kursu öğretmeni olarak dönmüştü. Dönmüştü ama annesinin ömrü bu günleri görmeye yetmemişti, üç yıl önce vefat etmişti. Sâliha kasabadaki görevine başlamıştı. O yaz tatilinde çocuklara verdiği derslerin yanında, annelerine de ders veriyordu. Zâten önemli olan anneleri eğitmek değil miydi? Anne üniversitesinden mezun olan bir çocuğun huylarını değiştirmek o kadar kolay değildir. Anne ne aşıladıysa, o aşıyla dal budak salacak, artık o dallarına işlemiş aşıyı çekip çıkarmak mümkün olmayacaktı. Bu noktada elbette ki eğitimli bir annenin çocuğa verdikleriyle, eğitimsiz bir annenin verdikleri kıyaslana­mazdı bile. Peygamber Efendimiz (asm), İslâmiyet’in to­humlarını atmaya başlayınca işin bidayetin­de hanımların eğitilmesine önem vermiştir. Câ­­­hi­liye zamanının Mekke’sinde İslâmiyet gelmeden önce okuma yazma bilenlerin sayısı 17 idi. İçlerinde bir tek kadın yoktu. Câhiliye döneminde kadına insan değeri verilmemişti ki okuma yazma öğretilsin. Ama İslâmiyet’in ilk mektebi olan Dârü’l-Erkâm’ın ilk 45 talebesinden 13’ü kadındı. Peygamber Efendimiz (asm), daha işin bidayetinde ka­dının eğitilmesine ne kadar önem verdiği bu sayıdan da belli oluyordu.       Bu fikirle yola çıkan Sâliha, bildiklerini önce annelere, sonra çocuklara iletiyordu. O günde konu gıybetti. — Bugün sizlere Tirmizî’nin îman babından bir hadis-i şerif bildireceğim. İlmiyle, vakarıyla dirayetiyle önde giden bir sahâbe olan Muaz bin Cebel, Peygamber Efendimiz (asm)’a şöyle bir soru sorar. “Yâ Resûlallah, bana bir amel söyle, yaptığımda beni cehennemden uzaklaştırsın, cennete yakınlaştırsın.” Aslında Peygamber Efendimiz (asm)’a “En hayırlı amel nedir?” ya da “Rabbimizi en hoşnut edecek amel nedir” gibi sorular çok sorulmuştu. Peygamber Efendimiz (asm) da muhatabına göre farklı cevaplar vermiş, bazısına tâdil-i erkâna göre dosdoğru kılınan namaz, bazısına anaya babaya itaat, bazısına az da olsa sürekli yapılan amel bazısına da Allah yolunda kılıç sallamak demişti. Muaz bin Cebel’e de namaz, zekât, oruç, hac gibi birçok amel saydı. Âlim bir sahâbe olduğu için ona verilecek cevap tabii ki farklı olacaktı. Bütün bunları saydıktan sonra “Bu (din) işinin başını, direğini ve zirvesini sana haber vereyim mi?” dedi “Evet, ey Allah'ın Resûlü!” dedi. “Dinle öyleyse” buyurdu ve açıkladı: “Bu dinin başı İslâm'dır, direği namazdır, zirvesi cihattır!” dedikten sonra Efendimiz (asm) “Ey Muaz, bu saydıklarımın hepsini tamamlayan ve hayrın tamamının ortaya çıkmasına vesile olan şeyi de haber vereyim mi?” deyince Muaz (ra) iyice heyecanlanmıştı. Düşünün, yaptığınız hayırların hepsi sıralan­mış, öyle bir şey yapacaksınız ki o olunca Al­lah katında bir değer kazanacak.  Peygamber Efendimiz (asm), sağ elini mübarek ağzına götürmüş “Şuna (diline) sâhip çık, cennet senindir” demiştir. Yani cennetin kapılarını açan da, insanı cehenneme sürükleyen de dildir. Yine başka bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki “Kişinin duyduklarını başkasına iletmesi, günah ola­rak ona yeter.” (Ebû Hureyre (ra), Müslim) Sâliha bunları anlattıktan sonra biraz durak­ladı. Gerçekten de seninle hiç alâkası olma­yan, sana hiçbir yarar sağlamayan dedikoduya sebebiyet verecek şeyler üzerinde ısrar edip ebedî saadetin için topladığın sevaplarını dağıtmak hiç akıl kârı değildi.    Annesinin son anları geldi aklına. “Kızım doğ­ru yolda ısrarcı ol, dünyanın yalanları seni aldatmasın. İstikbalin cennet, istikametin Cemâlullah olsun. Sâliha “dünyanın yalanları” diye başlayarak sohbetine devam etti…

Nurcan DURGUT 01 Eylül
Konu resmiÖmer bin Abdülazîz (ra)
Tarih

Büyük dedesi Hz. Ömer (ra) gibi adâlet ve basîret sâhibi olan Ömer bin Abdülazîz (ra) devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adâlet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işler için tahsîs ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü devlet ve millet yazışmalarında kullanırdı. Halîfe birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi. Yakınlarından birisi Ömer bin Abdülazîz’e bir elma hediye yollamıştı. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sâhibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi: “Ona de ki, elma yerini bulmuştur.” Fakat görevli i‘tirâz edecek oldu. “Ey mü’minlerin halîfesi! Resûlullâh (asm) hediye kabûl ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.” Halîfe cevab verdi: “Evet ama Resûlullâh’a (asm) verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.” Vâlilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı: “Vâliler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa kendilerini halkın işlerine vakfederler.” Bir gece halîfenin yanında bir misafir vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki: “Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin!” “Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem!” “Öyle ise ben kalkıp kandile yağ koyayım!” “Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.” Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi: “Ben kalkıp iş yaparken de Ömer’dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer’im!” Bu mübârek zât iki buçuk yıllık halîfelik döneminde İslâm âleminde adâleti hâkim kılmıştı.

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

 Hz. Râbiatü’l Adeviye (ksa) Hz. Râbiatü’l Adeviye’nin annesi ve babası vefat ettikten sonra, Basra’da büyük bir kıtlık baş göstermişti. Sahipsiz kalan Râbia’nın kızkardeşleri sağa sola dağıldılar. Kendisi de zalim birinin eline düştü. Bu zalim, onu birkaç akçeye sattı. Yeni efendisi Râbia’ya güç ve çetin işler emrediyordu. Bir gün Râbia, yolda rastladığı bir namahremden kaçarken düştü, kolu kırıldı ve şöyle niyaz etti: “İlahî! Garibim, annem babam yok. Esir düştüm, kolum kırıldı. Fakat yine de bunların hiçbiri umurumda bile değil. Bana ancak senin rızan gerek. Benden razı olup olmadığını bir bilsem!” Hâtiften şöyle bir ses işitti: “Gam yeme, gelecekte öyle bir merteben olacak ki; semadaki Allah’a yakın melekler seninle iftihar edecekler, sana imrenecekler.” (Feridüddîn Attâr, Tezkîretü’l-Evliyâ) Bedîüzzaman’ın esâret günleri Bedîüzzaman Hazretleri, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esârette kalmıştır. Bütün hayâtını, vatana, millete, âlem-i İslâm’a ve beşeriyete hizmete hasreden bu büyük dâhî kahraman buralarda da kat’iyyen boş durmamış, içerisinde bulunduğu muhîti tenvîr ve irşâd etmek için bütün kuvvetiyle çalışmıştır. Hattâ arkadaşları olan doksan kadar esîr zâbite ders verdiği sıralarda Rus Kumandanı; “Siyasî ders veriyor.” diye mâni olur. Fakat faâliyetinin dînî, ilmî ve ictimâî olduğunu öğrenince serbest bırakır. Nihâyet esâretten firâr ile kurtulan Üstad Hazretleri, Petersburg ve Varşova’ya gelmeye muvaffak olur. Bilâhere Viyana tarîkiyle İstanbul’a 1918 senesinde teşrîf eder. İstanbul’u tekrâr şereflendirmesi, ehl-i ilmi ve halkı çok fazla memnûn ve mesrûr eder. O zamanki gazeteler, Üstâd’ın İstanbul’a gelişini birinci sayfadan duyururlar. Mescid-i Musalla (Gamâme) Peygamber Efendimiz (asm), bayram namazlarını, Mescid-i Nebevî’ye güneybatı yönünde 500 metre mesafedeki, açık alanda kıldırırlardı. Bazen yağmur duası için de kullanılan ve Medine’ye gelen kafilelerin konakladığı bu yerin bir bölümü musallâ hâline getirilmişti. Ömer bin Abdülaziz, Medine Valiliği esnasında burayı imar etmiş ve bundan sonra Mescid-i Musallâ adıyla anılmıştı. Peygamber Efendimiz (asm), bayram namazı ve yağmur duası için buraya çıktığı zaman kendisini bir bulutun gölgelemesi sebebiyle sonraki dönemlerde Gamâme Mescidi adıyla meşhûr oldu. Sultan 1. Abdümecid tarafından yeniden inşa edilen 32,5 x 23,5 metre ölçüsündeki Mescid-i Gamâme, Sultan 2. Abdülhamid döneminde ve 1990’da geniş bir tamirattan geçirilmiş olup, Osmanlı mimarî tarzını hâlâ korumaktadır. 08 Eylül 1609Sultanahmed Camii'nininşasına başlandı Sultanahmed Camii, 1609-1616 yılları arasında Sultan I. Ahmed tarafından Mimar Sinan’ın çıraklarından Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa'ya yaptırılmıştır. Cami mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de yine mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami (Blue Mosque)" olarak adlandırılır. Cami, 20.000'i aşkın İznik çinisiyle bezenmiştir. Bu çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki bitki motifleri kullanılmıştır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 200'den fazla renkli cam ile aydınlatılmıştır. Yazıları Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye oluşturur ve Sultanahmed, Türkiye'nin altı minareli ilk camiidir. 17 Eylül 1176Miryokefalon Meydan Muharebesi 1176 senesinde Anadolu Selçuklu Sultanı 2. Kılıçarslan­’ın barış tekliflerini reddeden Doğu Roma İmparatoru 1. Manuel, çok büyük bir orduyla İstanbul’dan hareket etti. Asıl hedefi Konya’yı ele geçirip, oradan da Hatay’a yönelmekti. Fakat Konya’yı müdafaa eden Türkmen bir­­­lik­lerinin mukâvemetini kı­ra­­­mayınca, Denizli tarafları­na yöneldi. Günümüzde De­niz­li’nin Çivril ilçesinde olduğu tahmin edilen Miryokefalon kalesinin bulunduğu geçitte Doğu Roma or­dusunu kar­şı­layan Selçuk­lu ordusu, kesin bir zafer kazandı. Bu zaferle birlikte Selçuklular, Ana­do­lu’daki hâ­ki­miyetle­ri­ni kesinleştirirken, Doğu Roma, sa­dece sınırlarını savunmaya çalışan bir ülke konumuna düştü. 25 Eylül 1969İslâm İşbirliği Teşkilâtı kuruldu İslam Konferansı Teşkilatı, 21 Ağus­tos 1969 tarihinde İsrail'in işgali altında bulunan Kudüs'teki, Mescid-i Aksa’nın yakılmasının İslâm dünyasında uyandırdığı tepki üzerine, 22-25 Eylül 1969 tarihlerinde Rabat’ta ilk kez düzenlenen İslâm Zirve Konferansında alınan bir kararla kurulmuştur. Teşkilatın ismi 2011 Haziran ayında Astana’da düzenlenen 38. Dışişleri Bakanları Konseyi’nde İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) olarak değiştirilmiştir. 1970 Mart ayında Cidde’de gerçekleştirilen Birinci İslam Dışişleri Bakanları Konferansında Genel Sekreterliğin oluşturulmasına ve Sekretaryanın, Kudüs’ün kurtarılmasına kadar, Cidde'de faaliyet göstermesine karar verilmiş, ayrıca bir Genel Sekreter atanmıştır. Günümüzde genel sekreterlik görevini Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu yürütmektedir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiDaimi Zikrullahla Memurdum
Aile ve Çocuk

 Kötü hal ve ef’alim düşürdü şu hallere Deli gibi şenlendik dalınca veballere! Hâdî ism-i şerifin tecelli etsin artık! Yıllarca me’yus baktık ufka, istikballere   Nefsimdeki hatalar kuşattı her yanımı, İnsi, cinni şeytanlar sulattı izanımı, Yanlış düşüncelere, efkâra kapılarak, Oyunlarına geldim, unuttum rahmanımı!   Hâlbuki ben daimi zikrullahla memurdum, Hakka vuslat şevkiyle nice hayaller kurdum, Demek ki ben o zaman gözü açık uyurdum! O halimle sanmıştım, hak mesajı duyurdum.   Pür huzur ve yakinen ibadet etmek nerde, Gözüme nasıl inmiş o kadar kalın perde? Bana da nasip olsa o cemali temaşa! Veliler cemalini seyrederken her yerde!   Ey vamık sözden garaz amil, arif olmaktır! Nefis ve iblis mekrine karşı tedbir almaktır! “Kâlu belâ” daki o ahde sadık kalmaktır!        Fırsat elde var iken hubb-u Hakkla dolmaktır!..   Cavid Saraçoğlu 13 Ekim 2007, İstanbul

Cavid SARAÇOĞLU 01 Eylül
Konu resmiEy Rabbimiz! Kalblerimizi Doğru Yola İlettikten Sonra Bir Daha Eğriltme!
İtikad

Yalnız sana kulluk ediyoruz, sadece senden yardım diliyoruz. Bizleri îmândan, Kur’ân’dan, sana varan hak yoldan ayırma. Ey Rabbimiz! Dünyanın sıkıntılarıyla buna­lan ruhlarımızı, işlediğimiz günahlarla kararan kalblerimizi, Kur’ân’ın nûru ile senin ve sevgili Habîbinin aşkıyla temizlemek istiyoruz! Ey Rabbimiz! Nefislerimize zulmettik, sana isyan ettik, eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan, dünyada da âhirette de kaybedenlerden oluruz Rabbimiz! Bizi hüsrâna uğrayanlardan eyleme, bize cezâ emrini söyleme! Ey Rabbimiz! Ettiklerimize binlerce tevbeler olsun! Beşer âcizdir şaşar, ayakları doğru yoldan kayar. Hidâyet de istikamet de senin elinde... Bizi dâimâ Hak yolunda tut! Şeytanın kalbimize girip bizi saptırmasına fırsat verme. Kalblerimizi zikrinle ve aşkınla meşgul eyle! Ey Rabbimiz! Gerçi günahımız çoktur ama; senin rahmetin de her şeyin üzerindedir, her şeyi kuşatmıştır. Bir kulun bütün isyanına rağmen, ellerini sana açtığında, onun günahını affetmemekten utandığını söyleyecek kadar Kerîmsin, Rahîmsin... Günahlarımızı affeyle Yâ Rabbî! Ey Rabbimiz! Mülkün sâhibi sensin, diledi­ğine verir, dilediğinden alırsın, dilediğini azîz, dilediğini zelîl edersin, Sen her şeye kādirsin! Ey Rabbimiz! Kalblerimizi doğru yola ilet­tikten sonra bir daha eğriltme! Sen lut­feden­sin. Bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver, bizi cehennem azabından koru!. Bütün Müslümanların günahlarını bağışla... Hasta kullarına şifâlar, borçlu kullarına edâlar nasîb eyle!

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiHalalen, Tayyiben!
Sağlık

1- GİMDES helal sertifikalı ürünler listesi­nin giderek arttığını görmekteyiz. Şu anda ülkemizde GİMDES helal sertifikasına sahip firma sayısı hakkında bilgi verebilir misiniz? Bugün ülkemizde 400 kadar helal sertifikalı firmanın 350’sinin belgesi GİMDES tarafın­dan verilmiştir. GİMDES 2005 yılından itibaren dünyadaki 2 milyar Müslümanın kursağına Helal lokmayı ikame etme yolunda gece gündüz, yurt içinde ve yurt dışında çalışmalarını aralıksız devam ettirmektedir. Ülkemizde günde 3 milyondan fazla tavuk kesiliyor. Bunun 2 milyonunun helal ve tayyib kurallara uygunluğunu GİMDES Kontrol etmektedir. GİMDES Sertifikalı et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, un ve un mamulleri, yağlar, çikolata ve şekerleme ürünleri, kozmetik ürünleri ile oteller, restoranlar, helal turizm, helal lojistik hizmetleri tümü ile yurtiçinde ve yurt dışında GİMDES Helal Sertifikalı olmak yolunda büyük bir alan oluşturmaktadır. 2- GİMDES Helal sertifikasına sahip firma­ların takibini nasıl gerçekleştirmektedir? Özellikle kesimhanelerin kontrolü nasıl yapılmaktadır? GİMDES, helal sertifikalandırma uygulama­larında, helal güvence sistemi dâhilinde aşa­ğıdaki denetimleri yapmaktadır. İlk denetim ve sertifika yenileme denetimi: Firmalara sertifikalandırma yapılabilmesi için gerekli olan ve haberli yapılan denetimlerdir. Ara denetimler: Denetim tarihi ve saatleri belli değildir ve her firmanın risk derecesine göre senede en az 2 defa gerçekleştirilir. HGS belge denetimi: Helal Güvence Sis­temi (HGS) içerisinde gerçekleştirilen belge denetimleri örneğin; bizim belirlediğimiz gün aralıklarında üretim formları, satın alma formları, girdi kontrol formları, geri çekme tat­bikatları, izlenebilirlik uygulamaları, eğitim raporları ve temizlik takip formları gibi form­lar periyodik olarak takip edilmektedir. Numune analizi: Firmaların üretimde kul­landıkları yarı mamul, mamul, katkı maddeleri ve piyasada bulunan ambalajlı ürünlerinden numuneler alınıp akredite laboratuarlarda analiz yaptırılmasıdır. Kameralı denetim: Beyaz et ve kırmızı et olmak üzere tüm kesimhanelerin boğazlama üniteleri internet üzerinden online olarak izlenmektedir. 3- GİMDES’in dünyada bir ilk olarak bu yıl Ramazan Ayı’nda ilan etmiş olduğu Dünya He­lal Günü çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Dünya Helal Günü, "helal" konusundaki bi­lincimizin ve anlayışımızın arttırılması ve bu davanın daha geniş çevrelere duyurulması niyetiyle belirlenmiştir. WHC (World Halal Council) üyeleri olarak tüm dünyadaki İslam ümmetine “Dünya Helal Gününü” hediye ediyoruz. Dünya Helal Gününün, 100 yıldır unutulmaya yüz tutmuş, helal lokma sorumluluğumuzu bize tekrar hatırlatacağını düşünerek, hep birlikte Allah’ın ipine sarılarak, lokmamızın helale doğru daha da yakınlaşmasına ve hayatımızın helalleşmesine önemli katkı sağlayacağını ümit ederek, ilan edilmiş olan bir çalışmadır. Elhamdülillah Dünya Helal Günü çalışmamız ülkemizde ve dünyada medyadan büyük ilgi görmüştür. Medya yolu ile bu çalışmamız daha büyük kitlelere ulaşmış bulunmaktadır. Bütün dünyaya ilan ediyoruz!.. Artık her Ramazan Ayı’nın 17. Gününün, insanlığın yeniden dirilişine ve Allah’a isyandan vazgeçmemize ’’Helal ve Tayyib’’ ürünlerle yaşanabilirliğine vesile olmasını diliyoruz. 4- Dünya Helal Günü nasıl belirlendi? Neden “Dünya Helal Günü” olmasın? Soru­muz üzerine Fıkıh Kurulu üyelerimizden gö­rüş bildirildi. İstişareler sonucunda ise; helal konusunda müminlere inen ilk Ayet olan Enfal suresinin 69. ayetinin bizler için çok büyük önem arz etmekte olduğunda ittifak edildi. Bu Ayet-i Kerime Hicretin 2. yılında(Miladi 624), Ramazanın 17. Günü, İslam ve küfrün ilk savaşı olan Bedir savaşında nazil oldu. Ayet-i kerimenin meali:  “Artık elde ettiğiniz ganîmetten helâl ve tayyib olarak yiyin ve Allah’dan korkun! Şübhesiz ki Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” Bu Ramazan’ın 17’si Dünya Helal Günü olarak GİMDES’in organizasyonunda çeşitli etkinlikler ile kutlanmıştır. Bundan sonraki bütün Ramazan aylarının 17. gününün "DÜNYA HELAL GÜNÜ" olarak kutlanması en büyük arzumuzdur. GİMDES Gönüllü Gençlik olarak açtığımız stantlarla, afişlerle helal gıdayı dile getirdik. Sos­yal medyada helali dünyanın gündemine getirip milyonlarca gönüle GİMDES’in ihlâslı önderliğinde helal lokmayı anlatmaya çalıştık. 5- İlk olarak 2008 yılında uluslararası plat­formda gerçekleştirmiş olduğunuz konferans ve fuar çalışmalarınıza 05-08 Eylül tarihin­de yine ev sahipliği yapacaksınız. Konferans ve fuar çalışmalarınızın içeriği hakkında bilgi verebilir misiniz? Bu yıl GİMDES olarak; 4.Uluslararası Helal ve Tayyib Ürünler Fuarı, 6.Uluslararası Helal ve Tayyib Gıda Konferansını gerçekleştireceğiz. 05-08 Eylül 2013 İstanbul etkinlikleri helali arayışımızda önemli bir kilometre taşı olacaktır. 05-08 Eylül 2013 günlerinde İstanbul’da gerçekleştirilecek olan Helal ve Tayyib Ürünler Fuarı için dünyadaki Müslümanlar İstanbul’da buluşuyor. Dünyada Malezya MİHAS Helal Fuarından sonra 2. Büyük Helal Fuar olan İstanbul Helal Expo bu yıl büyük sürprizlerle açılıyor. 6. Uluslararası HELAL VE TAYYİB GIDA KONFERANSI 7 EYLÜL 4. Uluslararası HELAL VE TAYYİB ÜRÜN­LER FUARI 5-8 EYLÜL 11. WHC (WORLD HALAL COUNCIL) KONGRESİ 8 EYLÜL Bu etkinliklere GİMDES ve CNR FUARCI­LIK ev sahipliği yapmaktadır. Yüz yıldır ken­disine dayatılan, kendisine ait olmayan bir moderniteye mahkûm edilmiş İslam Ümmeti artık kaybettiği helallerini arıyor. 05-08 Eylül 2013 günlerinde CNR Fuarcılık işbirliği ile 4. Uluslararası Helal Ve Tayyib Ürünler Fuarı İslam Ümmetinin hizmetine sunulacaktır. Fuarda GİMDES’den Helal Ser­tifika almış Helal ve Sağlıklı; gıda, kozmetik, tekstil, temizlik ürünleri yer alacaktır. 2.5 trilyon dolarlık helal pazarın gerçek­leştirilmesi için üreticimiz, ihracatçımız, satı­cılarımız, tüketicimiz ve kamu kurumlarımız olarak güç birliği, gönül birliği yapmalıyız. Bütün ümmet el ele, gönül gönüle, omuz omuza olmak için ’’Helal ve Tayyib Ürünler’’  fuarında buluşalım.

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiCamilerde Mihrab
Kültür ve Medeniyet

Cami ve mescitlerin inşasında medeniyetimizin gösterdiği ihtimam takdire şayandır. Fonksiyonelliğin yanında mimari açıdan da şaheserler meydana getirilmiştir. Cami elemanları olarak isimlendirebileceğimiz mihrap, minber, vaaz kürsüsü, minare ve kubbeler bu unsuru tamamlayan öğeler olmuşlardır. Tamamında bir tenasüp ve uyumun olmasına dikkat edilmiştir. İslam medeniyeti içerisinde özel bir yeri olan Osmanlı mimarisinde bu konuda çok fazla örnek önümüzde bulunmaktadır. Mabetlerde, yukarıda belirtilenlerin yanında kitâbe, yazı ve levhalar da mimariyi tamamlayan unsurlar olmuştur. Kubbe göbeğinde veya kubbe kas­nağında bulunan ya­zılar, mihrap, minber ve müezzin mahfilinde bu­lunan yazılar, tac kapı üzerindeki kitâbeler; bazen cami içini çevreleyen ve kuşak tabir ettiğimiz yazılar; “Cami takımı” olarak isimlendirilen Lafza-i Celâl, İsm-i Nebi, Ciharyâr-ı Güzîn efendilerimizin (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.)  isimleri ve Hasaneyn (Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin) levhaları, hüsn-i hat olarak mabetlere revnak vermiştir. Genellikle mihrapların tepelik denilen kısmına “Mihrap âyetleri” olarak isimlendirilen âyetler yazılmıştır. Bunlar, “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram’a çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin.” meâlindeki Bakara suresi 2/144. âyetinden kısımlar; nâdiren meâlini verdiğimiz âyetin tamamı yazılmıştır. Yine, “Zekeriyya mabette durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler.” meâlindeki Âl-i İmran suresi 3/39. âyetin ilk kısmı; Âl-i İmran suresi 3/37. âyetin bir kısmı olan, “Zekeriyya, onun yanına, mabede her girişinde…” meâlindeki metin de yazılmıştır. Fakat bu son metin, bu hâliyle anlamı yarım kaldığından, neden yaygın şekilde kullanılmıştır anlamak zordur. Herhalde, mekâna uygunluk amacıyla ayette “Mihrap” kelimesi geçtiği için terminolojik açıdan çokça kullanılmıştır. Yukarıda belirttiğimiz âyetlerden başka mihraplara, kelime-i tevhid (İstanbul Cerrah Mehmed Paşa Camii) ve besmele-i şerife de yazılmıştır. (Bursa Yıldırım Camii). Edirne Üç Şerefeli Camii mihrabında ise, Âl-i İmran suresi 3/37. âyeti celi sülüs ile yazılmış, aynı alan içerisinde üst kısma ise kûfi hat ile besmele yazılmıştır. Bursa Emir Sultan Camii mihrabında ise mihrap ayetinin üst tarafına celi talik hat ile “Maşallah” ibaresi konulmuştur.   Medine-i Münevvere’de Hz. Peygamber (s.a.s.)’in namaz kıldırdı­ğı ve başlangıçta son derece mü­te­vazı bir yapı olan Mescid-i Ne­bevi’de, inşa edildiğinde bir mihrap bulunmamakta idi. Fakat Hz. Peygamber’in namaz kıldırdığı yer belli idi. Sonraki dönemlerde, Ömer b. Abdülaziz tarafından mescidin tamiratında, Hz. Peygamber’in namaz kıldırdıkları yere bir mihrap yapılmıştır. Daha sonra bu mihrap, Memluk Sultanı Kayıtbay tarafından yeniden yaptırılmış, kuşak şeklinde yazılar eklenmiştir. Rasul-i Ekrem’in mihrabı olarak tanınan bu mihrap son olarak 1984 yılında yenilenmiştir. Mescid-i Nebevi’ye Kanuni Sultan Süleyman tarafından da bir mihrap yaptırılmıştır. Bugün, minberin sol tarafındaki ilk mihrap, daha önce Sultan Kayıtbay tarafından yaptırılan mihrabın bir benzeridir.  Şu an kullanılan mihrap ise Hz. Osman dönemindeki genişlemede belirlenmiş ve yapılmıştır. Sonraki dönemlerde geçirdiği tadilatlarla bugünkü yapısına kavuşmuştur. Dolayısıyla şu an Mescid-i Nebevi’de üç adet mihrap bulunmaktadır. Bunlar, Kayıtbay Mihrabı, Kanuni Mihrabı ve Mihrab-ı Osmanî’dir. (Şu an kullanılan mihrap.) Müslümanların ilk kıblesi olan ve Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’nın mihrabı yapısıyla klasik bir mihrap formuna sahiptir. Ayna kısmında, celi sülüs hat ile dört satır hâlinde minberin yapımından bahseden bir kitâbe bulunmaktadır. Mihrabın dıştan çeviren üç kısımda ve devamında ise kûfi hat ile İsra suresinin ilk âyeti yazılıdır. Mirac hadisesinin vuku bulduğu mahal olarak buraya uygun bir âyet yazılmıştır. Anadolu Selçuklu mimarisinin bir diğer önemli örneği olan Ankara Aslanhane Camii mimarisiyle olduğu kadar mihrabıyla da dikkat çeker. Bu mihrapta taş, çini ve ahşap birlikte kullanılmıştır. Mihrap etrafına, üç tarafına celi sülüs hat ile ve ahşap kesme olarak âyetü’l-kürsi yazılmıştır. Yazının zemini kıvrık dallı motiflerle doldurulmuştur. Bu yazı, döneminin karakteristik özelliğini taşımaktadır. Mihrap nişi içerisine de, “Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah yoktur. Allah katında hak din İslam’dır.” meâlindeki Âl-i İmran suresi 3/18-19. âyetleri celi sülüs hatla ve çini üzerine yazılmıştır.   İslam Medeniyeti içerisinde özel bir yeri olan Osmanlı döneminde mimari yapıların ihtişamıyla uyumlu mihraplar yapılmıştır. Bu mihrapların taş işçiliği, çinileri ve yazıları aynı şekilde muhteşemdir Mimar Sinan eseri olan camilerde mihrap yazısı olarak genellikle, “Zekeriyya mabette durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler.” anlamındaki,  Âl-i İmran suresi 3/39. âyetinin ilk kısmı yazılıdır. Fakat Süleymaniye Camii mihrabında farklı olarak, “Zekeriyya, onun yanına, mabede her girişinde…” meâlindeki Âl-i İmran suresi 3/37. âyetin bir kısmı celi sülüs hatla yazılmıştır. Netice olarak şunlar söylenebilir: Müslümanların kıblesi olan Kâbe dışında cami ve mescitlerde imamın namaz kıldıdığı mekan olan mihrap, bir mimari eleman olarak ele alınmıştır.  Duvara oyulan bir niş veya bir çıkıntı şeklinde yapılmıştır. Çok farklı malzemeden mermer, taş, alçı, çini ve ahşaptan mihrap yapılmıştır. Ana şekil değişmemekle birlikte, coğrafi ve kültürel şartlara uygun olarak mihraplarda farklı tezyinat anlayışını görmek mümkündür. Mihraplarda bulunan ana tezyinat unsurlarından biri yazılar olmuştur. Günümüzde yapılan cami ve mescitlere de özellikle mihrap kısmına “mihrap ayetleri” denilen yazılardan birinin konulması gelenek hâline gelmiştir. Bunun yanında cami ve mescitlere “Cami takımı” denilen, Lafza-i Celal, İsm-i Nebi, Ciharyar-ı Güzin efendilerimizin (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.)  isimleri ve Hasaneyn levhalarının asılması da bir güzel bir gelenek olarak sürdürülmektedir.      

Mustafa YILMAZ 01 Eylül
Konu resmiKültür ve Sanat
Kültür ve Medeniyet

Tarihi İstanbul Üniversitesi kapısı onarılıyor İstanbul Üniversitesi'nin dünyaca meşhur kapısı onarılıyor. Restorasyon çalışmalarında kapının orijinalinde yer alan Sultan Abdülaziz'in tuğrası gün yüzüne çıkarılacak. Yaklaşık 4 yıl önce İstanbul Üniversitesi'nin tarihî duvarlarının restorasyonu ile başlayan 'tarihe sahip çıkma projesi', kapının yenilenmesiyle devam edecek. Aralık ayında bitmesi planlanan restorasyonla tarihî kapının orijinalinde yer alan Sultan Abdülaziz'in tuğrası da gün yüzüne çıkmış olacak. Bakım ve onarım çalışmalarının aralık ayında bitmesi planlanıyor. İstanbul Üniversitesi Yapı İşleri ve Teknik Daire Başkanı Dr. Cemil Akçay, 1994 depreminden sonra çeşitli onarımdan geçen kapıda ilk defa bu çaplı bir restorasyonun yapılacağını söylüyor. “İstanbul Üniversitesi giriş kapısı olan görkemli yapı, Harbiye Nezareti Kapısı olarak inşa edilir. Ünlü hattat Mehmed Şefik Bey'in üç parçadan oluşan kitabesinin üzerindeki  madalyonun içine de dönemin padişahı Abdülaziz'in tuğrası yerleştirilir. 1927 yılında Osmanlı kitabelerinin ve tuğralarının çıkarılmasıyla ilgili kanun çıkarılınca tuğranın ve alttaki üç parçadan oluşan kitabenin üzeri mermerle kapatılır.  1933 yılında Darülfünun'un kapatılıp İstanbul Üniversitesi'nin kurulması ile kitabeye "İstanbul Üniversitesi", kitabenin üzerinde bulunan mermere de T.C. yazılır. 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın fonuyla Şirin Akıncı Mimarlık tarafından projesi tamamlanan tarihi kapıya ihtiyacı doğrultusunda korumaya yönelik bir restorasyon yapılacak.” Tarihi kapının komple elden geçmediğini vurgulayan Dr. Cemil Akçay, bu sene  üniversitenin kendi kaynaklarıyla ihalesinin yapıldığını söylüyor. Sene sonunda tarihi Beyazıt giriş kapısının restorasyonunun tamamlanarak yeni haliyle hizmete açılacağını dile getiren Akçay, "Tarihi yapı çatısından kapısına, dış cephe temizliğinden zemin iyileştirmesine kadar ne ihtiyaç duyuluyorsa elden geçirilecek. Işıklandırması da yeniden yapılacak. İç kısımdaki odalardaki kalem işlemeleri tamir edilecek." diyor. Ebrulu bastonlarla dünyaya açıldı Yaklaşık yüz yıllık aile mesleği olan baston yapımını yaşatmak için ebru sanatını bastonla buluşturan Cumali Birol, bastonlarıyla ünlü Bitlis'in Adilcevaz ilçesinden birçok ülkeye el yapımı ve ebrulu baston pazarlıyor. Baston ustası Birol, birçok Avrupa ülkesinden talep olduğunu, ama bu ara Arap ülkelerinden gelen taleplerin ağır bastığını söyledi. Mukaddes miras açılıyor Geçtiğimiz aylarda Ayasofya Müzesi'nde gerçekleşen ve sanatseverlerin yoğun ilgisine mazhar olan Hattın Sultanları Sergisi çok özel bir sergiye daha imza attı. Kültür sanat alanındaki etkinlikleriyle adından sıkça söz ettireceğe benzeyen İslam Kültür ve Sanat Platformu, Ramazan'da özel el yazması Mushaf-ı Şerif Sergisi düzenledi. T.C. Başbakanlık, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın himayelerinde ve Yıldız Holding'in katkılarıyla 2 Ağustos- 2 Eylül tarihleri arasında düzenlenen sergi, Sultanahmet Medresesi'nde görücüye çıktı. Sergi açılışı Başbakan Yardımcısı Sayın Bekir Bozdağ, Diyanet İşleri Başkanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Görmez, Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Sayın Ali Ülker'in katılacağı bir törenle Sultanahmet Medresesi'nde yapıldı. Sergide 3. asırdan 18. asıra kadar, Abbasilerden, Emevilere, Çin'den Moğolistan'a bütün İslam coğrafyasında kaleme alınan, İslam hat sanatında ekol olarak kabul edilen Hafız Osman, Mehmet Emin Üsküdari, Mahmud Sivasi, Hafız Yusuf ve Derviş Mehmed gibi ünlü hattatların da eserlerinin bulunduğu, 99 adet el yazması Mushaf-ı Şerif sergilendi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Ali Rıza Özcan'ın sanat danışmanlığında İstanbul'un önemli mekânlarından tarihi Sultanahmet Medresesi'nde gerçekleştirilen olan sergide döneminin en meşhur eserleri sanatseverlerle buluştu. Türkiye'nin en büyük Mushaf-ı Şerif Sergisi olma özelliğine sahip "Mukaddes Miras" Sergisi'nde ayrıca Şeyh Hamdullah, Sami Efendi, Mahmud Celaleddin, Yesarizade Mustafa İzzet, Ömer Vasfi Efendi, Hulusi Yazgan, Kamil Akdik, Mehmet Şefik gibi önemli isimlerin hüsn-i hat çalışmalarına da yer verildi.

Sena İKBAL 01 Eylül