91. Sayı: "Yaz Döneminin Çocuklarımızın Dini Eğitimlerinde Ayrı Bir Önemi Var"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiDünya Ancak Bir İmtihan Meydanıdır
İnsan

Şuhur-u selasenin rahmet yüklü ikliminde seyeran ettiğimiz şu mübarek zamanların bereketinden azami derecede istifade ve istifaza etme gayretiyle memnunken, bütün bir milletçe, büyük bir teessür ve üzüntünün kucağında bulduk kendimizi. Soma’da kömür madeninde çalışan vatandaşlarımzın düçar olduğu elim kaza ve vefat haberleri mahzun etti hepimizi. Dünya ancak bir imtihan meydanıdır, hakikati kulağımızda çınladı. Ne var ki ateş düştüğü yeri yakıyor ve yaktı. Fakat bu kez milletçe yandık. Ailesinin nafakasını helal yoldan kazanırken bir musibetle vefat edenlerin şehid-i uhrevi olduğu müjdesi, tesellimiz oldu. Kardeşlerimizi, dünya meşakkatinden Rabbimizin daha büyük ve geniş rahmet yurduna uğurlamanın şuuruyla müteselli olduk. Milletimizin başı sağ olsun. Rabbimiz, vefat edenlere, rahmet kapılarını ardına kadar açtığı  şu mübarek günlerde gani gani rahmet eylesin. Amin. Evet, nihayetinde, Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, “Ticaret ve me’muriyet için mühim vazîfelerle bu dâr-ı imtihân olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazîfelerini bitirip ve hizmetlerini itmâm ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlik-ı Zülcelâllerine dönecekler. Ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani bu dâr-ı fânîden gidip dâr-ı bâkîde huzûr-u kibriyâya müşerref olacaklar. ” Her musibetin acı ve hüzün tarafları olmakla birlikte, alınacak ibretler ve öğrenilecek tecrübeler cihetiyle –eğer değerlendirilebilirse- faydaları da olacaktır. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, bizleri her türlü madi manevi musibet ve belalardan muhafaza eylesin. Sevgili İrfan Mektebi okuyucuları! Muhakkak ki her insan ölümlüdür ve her nefis bir gün ölümü tadacaktır. Bununla birlikte her genç, gelcektir. Ve her genç, ardımızda bırakacağımız en güzel şeydir. Geleceğe vereceğimiz umudumuzdur. İrfan Mektebi olarak biz de, okulların tatile girmesiyle başlayan Kur’an ve din eğitimi seferberliğine faydası olur düşüncesiyle Yaz Kur’an Kurslarına dönük bir dosya hazırladık. Gerek ebeveynlere, gerek eğitimcilere, gerekse çocuklarımıza fayda sağlayacak ve yön gösterecek çok kıymetli bilgileri, uzmanlarına danışarak sizlerin istifadesine sunduk. Sevgili anne ve babalar! Üç ayların bereketinden de istifade ederek, el birliğiyle geleceğimizi daha aydın ve nurani kılmak için olanca gayretimizle çalışmak mecburiyetindeyiz. Evlatlarımızı geleceğe hazırlamak için, bilmediklerimiz varsa öğrenerek, eksiklerimiz varsa tamamlayarak onların yanında olmalıyız. Yaz Kur’an eğitimi kursları, çocuklarımızı başımızdan savmak için değildir. Ayrıca eğitim, sadece öğretmenlere bırakılarak devam ettirilecek bir süreç –asla- değildir. Eğitimin temel direği, anne ve babalardır. Ve eğitimin temelinde, insanı insan olarak muhatap almak ve onu gerçekten sevmek yatmaktadır. Geliniz, iki fırsatı bir arada yakaldığımız şu günleri iyi değerlendirelim ve geleceğimizi hep beraber inşa edelim. İstikbal ettiğimiz Ramazan-ı Şerifinizi tebrik eder, bütün millet ve ümmet hakkında hayırlara vesile olmasını Rabbimizden niyaz ederim. Hayırlı dualarınız âsân, feyziniz bol olsun. Kalın sağlıcakla...

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiİyi Bir Din Eğitimcisinin Vasıfları Neler Olmalıdır?
Eğitim

Ülkemizde 10 milyon civarında çocuk, her yaz İslam dini konusunda eğitim almaktadır. Bu eğitim, genellikle cami hocaları ve gönüllü eğitimciler tarafından yapılmaktadır. Milyonlarca çocuğa yönelik düzenlenen bu İslami eğitimin daha sağlıklı bir şekilde yürütülmesini sağlamak için her kişiye, ve her kuruma görevler düşmektedir. Çünkü söz konusu olan çocuktur ve çocuğa yapılan öğretim, din gibi kutsal bir alanda yapılan bir eğitimdir. Din öğretimi başlı başına kapsamlı bir süreç olduğu gibi, çocuklara öğretim yapmak da başlı başına bir bilgi birikimini gerektirmektedir. Din eğitimi yapacak bir kişide aranacak özelliklerin başında şüphesiz doğru dini bilgilere sahip olmak gelir. Anlatacağı konuyu kendisi idrak etmemiş ve anlatacaklarının bütününe vakıf olamamış bir eğitimcinin başarılı bir eğitim programı yürütmesi imkânsızdır. Üstelik din konusunda verilecek eksik ve yanlış bilgiler, itikadi birçok sorunu da beraberinde getirebilmektedir. Din eğitimcilerinin, bu alandaki bilgilerini derinleştirecek her türlü çalışmaya ihtiyaç vardır. Ancak söz konusu çocuk olduğunda iyi bir dini bilgi, iyi bir dini eğitim vermek için yeterli olmamaktadır.   Ülkemizin en büyük eğitim kurumu Milli Eğitim Bakanlığı’dır. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde çocuklara yönelik bir öğretim faaliyetinde bulunacak kişilerden mesleki formasyonun yanında pedagojik formasyon da istenmektedir. Çünkü çocuklara sadece mesleki bilgilere haiz olarak eğitim gerçekleştirmenin mümkün olmadığı artık kabul görmüş bir gerçektir. Yeterli pedagojik birikim olmadan yürütülen eğitim faaliyetleri, istem dışı sonuçlar üretip çocuklara zarar da verebilmektedir. Bu nedenle ideal olarak çocuklara yönelik her türlü eğitim gerçekleştirecek kişilerin mesleki formasyonun yanında pedagojik bir donanıma da sahip olması beklenmektedir. Çocuklara yönelik başarılı bir eğitim gerçekleştirebilmek için, mesleki bilgi ve pedagojik bilginin yanında gerekli olan diğer bir özellik de çocuk sevgisidir. Nice eğitimciler vardır ki, mesleki bilgileri çoktur, pedagojik olarak iyi bir birikime sahiptir ama çocuklara yönelik sevgileri azdır. Çocuklar gönül kapılarını açmayan kişilere zihin kapılarını da açmazlar. Çocukları bir “yük” olarak gören, “yaramaz, baş belası” olarak niteleyen ve onları sıkı disiplinle terbiye edilmesi gereken varlıklar olarak gören eğitimciler, genelde çocuklara bir şeyler öğretemezler. Bu nedenle çocukla çalışacak kişilerde aranacak bir diğer şart da çocuk sevgisidir. Bazı eğitimciler çocukları çok sevdiklerini söylerler ve zannederler ki sadece çocuk sevgisi ile iyi bir eğitim gerçekleştirebilirler. Ancak pedagojik bilgi ile süslendiğinde çocuk sevgisi faydalı olabilir. Akvaryum balıklarını çok seven birisi, doğru bilgiye sahip olmazsa, onlara sevgisinin sonucu olarak çok fazla yem verebilir ve bu da balıkların ölümüne sebep olabilir. Yani sevgiyi tek başına yeterli görmek de doğru değildir. Pedagoji genel olarak birkaç başlığı içinde barındırmaktadır. Bunlardan ilki, çocuk gelişimi ve psikolojisidir. Çocukların zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimi yıldan yıla farklılık gösterir. Gelişim dönemleri bilinmeden gerçekleştirilen bir eğitim faaliyeti, çocuklara aşırı yük getirebilir. Örneğin çocuklar henüz soyut düşünceyi öğrenememişken onlara soyut konuları anlatmaya çalışmak, öğretimi etkisiz kılabilir. Ergenlik döneminin dinamikleri bilinmeden ergenlere yanlış yaklaşmak mümkündür.  Çocuk gelişiminin yanında çocuk psikolojisi de pedagojik bilgi içinde yer alır. Çocuk ruh dünyasının önceliklerini, kırılma noktalarını bilmek çocuklara doğru yaklaşım göstermek açısından çok önemlidir. Örneğin oyun, çocuk ruh sağlığında önemli bir yere sahiptir. İçinde oyun barındırmayan bir program çocuklar için fayda sağlamayabilir. Yine çocuk psikolojisinin olmazsa olmazı olan “hareket” kavramı bilinmeden bir eğitim planlamak, eğitimin verimini düşürür. Çocuk davranışlarının kökenleri, psikolojik yaralar, öğrenmenin önündeki psikolojik engeller, bu başlık altında ele alınacak diğer konulardır. Pedagojik bilginin ikinci önemli ayağı eğitim bilimleridir. Eğitim süreleri ne kadar olacağı, eğitim zamanının kullanımı, konunun hangi yöntemle nasıl anlatılacağı, öğretim planlaması, motivasyon teknikleri, sınıf yönetimi, ölçme değerlendirme teknikleri ve olumsuz davranışlarla baş etme gibi konular bu başlık altında toplanabilir.   Özetle diyebiliriz ki; söz konusu çocuk olduğunda hepimizin çok daha hassas davranması gerekiyor. Ülkemizdeki yaz Kur’ân kursları; çocuklara yönelik yapılan en kapsamlı çalışmalardan biridir. Bu nedenle bu yaz kurslarının dikkatli bir şekilde planlanması gerekmektedir. Planlamanın bir parçası da eğitimcilerdir. İyi bir din eğitimcisinde dini bilginin yanında pedagojik bilginin ve çocuk sevgisinin de bulunması eğitimi çok başarılı kılacaktır. Günümüzde insanların saçını kesip berber olmak için belli bir sertifika ve eğitim programı gerekmektedir. Gerekli eğitimi almayanlara berberlik yapma yetkisi verilmemektedir. Şüphesiz ki çocuklara din eğitimi vermek çok daha ciddi ve önemli bir iştir. Yakın gelecekte din eğitimcilerini bir dizi eğitimden geçirip yapacakları işe dair belgelendirmek güzel bir adım olabilir. Bu konuda bir bilinç oluşmuş ve çalışmalar da başlamış durumdadır. Bu durum ülkemiz çocukları adına oldukça sevindiricidir.

Mehmet TEBER 01 Haziran
Konu resmiİngiltere'den Mektup: Nereden Nereye...
Aile ve Çocuk

Bir zamanlar Gladstone’un Müslümanların elinden almayı hedeflediği Kur’an-ı Kerim şimdilerde İngiltere’nin göbeğinde hem de İngiliz okulunda öğretiliyor. Sadece Kur’an değil aynı zamanda tefsiri olan Risale-i Nur’dan da dersler öğretiliyor. Kur’an-ı Kerim ve Risale-i Nur’un öğretildiği şehir: Basingstoke Hayrât Vakfı İngiltere temsilciliği olarak, Aldworth Science School adlı fen lisesi ayarındaki bir okulda hafta sonları, İngilizce konuşan Müslüman öğrencilere İslamî bilimler ve Risale-i Nur dersleri veriyoruz. 5-13 yaşları arasındaki öğrenciler için hafta sonu okulunda, İslam’ı sevdirme ve sağlam bir Müslüman kimlik kazanmaları hedefleniyor. Şimdiye kadar aldığımız geri dönüşler çok sevindirici. kız, erkekler verdiğimiz dersler gerek öğrenciler, gerek aileler ve gerekse öğretmenleri tarafından takdir ile karşılanıyor elhamdülillah. Ailelere Risale-i Nur dersleri Okulun öğrencilerine Risale dersleri verildiği gibi, çocuklarını okula bırakmaya gelen Müslüman öğrencilerin ebeveynlerine de aile toplantılarında Risale-i Nur’dan nükteler ve imani hakikatler anlatılıyor. Kısa sunumlar ve soru cevap bölümlerinden oluşan oturumlara ilgi sevindirici.  Her sözünüzde bir hikmet Risale-i Nur’un parlak hakikatleri öyle ikna edici ve asrın insanının hastalıklarına Allah’ın izniyle öyle güzel şifa veriyor ki, hakikatleri duyanların gözlerindeki pırıltı bizleri daha da şevke ve gayrete getiriyor. Velilerden birisinin sunumlarda bizi çok dikkatle dinlediğini ve her fırsatta takdir ettiğini biliyorduk. Bir sözü ise bizi fazlasıyla şaşırttı. Bizim her konuşmamızın hikmet dolu olduğunu ve bizlerden daha fazla ders dinlemek istediğini söyledi. Her sözde hikmet bizim haddimizin fevkinde olan bir hüsn-ü zan. Biz sözlerimizin menbaının Kur’ân-ı Azimüşşân ve onun tefsiri Risale-i Nur’dan olduğunu söyledik. Varsa bir güzellik o da Allah’dandır dedik. Hafta sonu okulunun sloganı: “İlim Nurdur.” Okul müdürü Reyhan Ahmed, okulda ders vermeye başlamamızdan duyduğu memnuniyeti şöyle ifade etti: “Okulumuza gelip ders vermekle, bize ve ekibimize yeni bir enerji ve daha iyi bir eğitim verme şevki kattınız. Sizin gibi dindar Türklerin böyle inisiyatiflerde rol alması ümmet için ümit verici. Çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.”

Hamza BERAAT 01 Haziran
Konu resmiDehâ Mı? Hüdâ Mı?
Risale-i Nur

Her insanın içinde hakkı arama, işin hakikatini ve doğrusunu öğrenme merakı vardır. Hakkı aradığı gibi, hakkın kendi tarafında olmasına ve haklı olanın kendisi olmasına da son derece iştiyakı ve arzusu vardır. Peki, acaba hakkı bulmak, hak üzere olmak ve hak yolda yürümek için insanın kendi zekâ seviyesi ve ‘kendisinin haklı olduğu’na dair kuvvetli inancı yeterli midir? Eğer yeterli olsaydı, tarih boyunca peygamberler gelmeksizin insanların hidâyet üzere olmaları ve sapkın fikirlerden korunmuş olmaları gerekmez miydi? Hâlbuki bunun tam tersi bir durum söz konusu olmuştur. Yani Allah’tan bir hidâyet (yani hüdâ) gelmedikçe insanların kendi akılları, hatta dehâları onları dalalete düşüp sapmaktan alıkoyamamıştır. İşte vahiy kavramının önemi de burada ortaya çıkmaktadır. İnsan aklı her ne kadar hak ile batılı, eğri ile doruyu ayırt edebilecek kabiliyette ise de, semadan inen İlâhî vahyin rehberliğine muhtaçtır ve ancak onun rehberliğiyle hakikate ulaşabilir ve istikamet üzere yürüyebilir. Bu noktada Üstad Bediüzzaman, Lemâat isimli eserinde, hüdâ ile dehânın karşılaştırmasını yaparak aralarındaki farkı şöyle ortaya koyar: “Hüdâ (hidâyet)(Haşiye)  işler, kalbi de karıştırır. (İnsanın kendi aklı -velev dehâ derecesinde de olsa- zihinde faaliyet gösterir; fakat hidâyetten mahrum olduğu müddetçe, kalb ve duygularında karışıklıklara ve sapmalara sebeb olur. Misalen, dehâsını firavunlaşmaya ve insanları saptırmaya sarfedenler gibi…) Hüdâ ruhu eder tenvîr, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır. İstidâd-ı kemâli birdenbire yol alır. Nefs-i cismânî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek sîmâ ediyor insan-ı himmetperver.  (Allah’tan gelen hidâyetle –Kur’ân ve sünnetin, İslâm dininin, vahyin, ilhamın yol göstermesiyle- insanın ruhundaki güzel ahlakın kâbiliyetleri gelişerek, peygamberler ve velilerde olduğu gibi onu bir nevi melekleştirir. Hidâyetin, ruhunda meydana getirdiği aydınlanma ile kâinata baktığında her şeyde bir hayır ve güzellik bulunduğunu görür, huzur bulur.) Dehâ ise, evvelen nefse ve cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidâd-ı nefsânî neşv ü nemâ buluyor. Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın sîmâsını beşerde gösteriyor. (Hidâyetten mahrum bir insanın dehâsı ise, kendini yüceltmek ve nefsini şımartmakla meşgul olur, ruhundaki güzel ahlakın çekirdeklerini kuruturken, nefsin kâbiliyetlerini geliştirir ve zamanla rablik dava eden bir Nemrud olabilir. Kâinata baktığı zaman ise, manasını anlamaktan mahrum kalır ve tabiat bataklığına saplanır. Yani her şeyin kendiliğinden olup bittiğini hayal eder. Yaratıcısını göremez. Hüdânın insanı melekleştirmesine bedel, dehâ insanı azgın bir şeytana çevirir.) Hüdâ hayâteyne saadet veriyor, dâreyne ziyâ neşrediyor. İnsanı yükseltiyor. (Hidâyete tâbi olmasıyla insanın -dünya ve âhiret- iki hayatı da saadete kavuşur, iki dünyası da aydınlanır ve insan yaradılış gayesine yükselerek insan-ı kâmil olup ebedî saadete kavuşur.) Deccâl-misâl dehâ-yı a‘ver, bir dâr ile bir hayatı anlar. Maddeperest olur ve dünyaperver. İnsanı yapar birer canavar. (Âhiret hayatını göremeyen dehâ, tek gözlü Deccala benzer ve onun gibi hayatı bu dünyadan ibaret bilir, maddeye, dünyaya tapar. Maneviyattan ve ebedî ahiret saadetinden mahrum kalır.)”(1) Bediüzzaman Hazretleri, en genel anlamda hidâyet ve dehânın muvazenesini, hidâyete tâbi olmayan dehânın insanı nasıl felakete götürdüğünü bu şekilde ortaya koymakla beraber, yine Lemâat’ta kalbden gelen hidâyet ışığının akla yardım etmesinin “hakikate ulaşmak ve doğru yolda olmak” için zaruretini şöyle ifade eder: “Nûr-u akıl, kalbden gelir. (Aklı aydınlatacak olan nur kalbdeki hidâyettir, kendi sönük fikri değildir.) Zulmetli münevverler, bu sözü bilmeliler. Ziyâ-yı kalbsiz olmaz, nûr-u fikir münevver. (Karanlık aydınlar, yani kendini aydın zanneden fakat hidâyetten mahrumiyeti sebebiyle aklı da kalbi gibi karanlık kimseler, bu halden kurtulmak istiyorlarsa şu sözlere kulak vermeliler.) O nûr ile bu ziyâ mezc olmazsa zulmettir. Zulüm ve cehli fışkırır. Nûrun libâsını giymiş bir zulmet-i müzevver. (Akılda bulunan fikir nuru, kalbdeki imanın ve hidâyet ışıklarının desteğiyle aydınlatılmazsa, nur olamaz karanlık olarak kalır. Öyle bir akıldan –hakikat yolunda- isabetli düşünceler yerine sapkın fikirler ve câhilce düşünceler çıkar. Böyle bir aklın felsefî süslü laflar gibi mahsulleri, görünüşte parlak görünse de, hakikatte karanlık hurafelerden ibarettir. Her şeyi Allah’ın yarattığını reddedip yaradılışı şuursuz tabiata veren tabiatçılar gibi…) Gözünde bir nehâr var. Lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevâd var ki bir leyl-i münevver. O içinde bulunmazsa, o şahm-pâre göz olmaz. Sen de bir şey göremez. (Bu durum gözün haline benzer. Gözün beyaz kısmı, görünüşte aydınlık ise de gerçekte karanlıktır ve göremez. Siyah göz bebeği ise aslında aydınlıktır ve gören odur. Eğer o olmazsa göz bir şey göremezdi.) Basîretsiz basar da para etmez. Ger fikret-i beyzâda süveydâ-yı kalb olmazsa, halîta-i dimâğî ilim ve basîret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz. (Aynen bunun gibi, eğer bir insanda kalbdeki basiret nuru, -yani hidâyet- olmazsa aklın basarı (görmesi), -yani düşünmesi- bir kıymet ifade etmez. İnsanın zihnindeki fikirlerin içine, kalbinden gelen hidâyet aydınlığı girmezse zihninde oluşan şey ilim ve hikmet olamaz. Böyle bir kimse hakka ve hakikate ulaşamaz. Kalbden destek almayan bir akıl işe yaramaz, yaradılış gayesine uygun çalışmaz.)”(2) Allah’tan gelen hidâyete, vahye, hak dinin hükümlerine sırtını dönmüş bir akıl sahibi, Allah’ı bırakıp kendine tapmaya başlar. Bunun tokadı olarak kâinatın hakikati, anlamı, eşyanın sırları ondan gizlenir. Aklı çalışır; fakat nur yerine karanlık fışkırtır, çünkü kalbi ölmüştür. Bu hale düşen bir insanın benliği (enesi) ile hüdâya tâbi olan bir müminin benliği arasındaki farkı Ene ve Zerre Risalesi’nde Hz. Üstad şöyle anlatır: “İşte ene, şu hâinâne vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu (fenleri) bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir (en câhil olduğu halde kendini bilir zanneder). Çünki duyguları, efkârları (fikirleri) kâinatın envâr-ı marifetini (Allah’ı tanıtan marifet nurlarını) getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek (devam ettirecek) bir madde (bir özellik) bulmadığı için sönerler. Gelen her şey, nefsindeki (manasızlık, nursuzluk, kendi kendine sahip olmak zannı gibi) renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet (apaçık hakikatli bir bilgi) gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka (tamamen anlamsızlık) suretini alır. Çünki şu haldeki ene'nin (böyle bir benlik sahibinin) rengi, şirk ve ta'tildir (redddir), Allah'ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene'deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez. (Mesela, kâinatın big bang denilen büyük bir patlama ile yoktan ortaya çıktığını savunduğu halde kâinatı yoktan yaratan Allah’ı bu hakikatin içinde göremeyen fen bilimcisinin hâli gibi…) “(Hüdâya tâbi olup benliğini doğru kullanan) enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene'ye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bütün mülkü Mâlikü’l-Mülk'e (mülkün sahibi olan Allah’a) teslim etmişler ve hükmetmişler ki: O Mâlik-i Zülcelal'in ne mülkünde, ne rububiyetinde (idaresinde), ne ulûhiyetinde (ibadet edilmekte) şerik ve naziri (ortağı ve benzeri) yoktur; muin (yardımcı) ve vezire muhtaç değil; her şeyin anahtarı onun elindedir; her şeye Kadir-i Mutlaktır. Esbab (âlemdeki sebebler), bir perde-i zahiriyedir (Allah’ın yarattığı perdelerdir); tabiat, bir şeriat-ı fıtriyesidir (yaradılış kanunlarıdır) ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır (kudretin faaliyet düzenidir).”(3) Bütün bunlardan ortaya çıkan netice şudur ki, insan ne kadar kendi aklına, dehâsına, bilgi ve kabiliyetlerine güvenir, ona itimad eder ve kendini beğenirse hak ve hakikatten ve Rabbinden o kadar uzaklaşır. Çünkü böyle bir kimse hidâyeti aramak ve Allah’tan istemek için hakiki bir ihtiyacı ruhunda hissedemeyecektir. Hidâyetten uzak düşen bir akıl ise hakkı bulamayacaktır, ne kadar dehâ sahibi olsa bile! Lâkin hakikatte Allah’ın kendisine bir ihsanı olan aklını -eğer varsa dehâsını- istikametle çalıştıracak şeyin yalnız Allah’tan kalbine inecek bir hidâyet olduğunu bilse ve bütün acz ve fakr ve ihtiyacıyla ona yönelse, diliyle olduğu gibi lisan-ı haliyle de “Rabbimiz bizi dosdoğru yola hidâyet eyle!”(4) diye yalvarsa, işte o zaman o akıl zulmet değil nur fışkırtan münevver bir akıl olur. “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam'a açar.”(5) ve “Hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilmişse şüphesiz ki, ona pek çok hayır verilmiştir.”(6) âyetlerinin sırlarına mazhar olur. Haşiye: Hidâyet anlamındaki Arabca “hüdâ-هدا” kelimesi ile, farsça Allah ismi yerinde kullanılan “Hudâ-خدا  ” kelimesi birbirine karıştırılmamalıdır. “Hidâyet eden” manasındaki Allah’ın ismi ise, hüdâ değil, “Hâdî”dir. Kaynaklar: (1) Sözler, s. 340(2) Sözler, s. 331(3) Sözler, s. 221(4) Fatiha, 6(5) En’âm, 125(6) Bakara, 269

Cemal ERŞEN 01 Haziran
Konu resmiKalb Bir Et Parçasından İbaret Değildir
İnsan

Kalb kelimesi lügatlerde, bir halden başka bir hale çevirme, değiştirme şeklinde izah edilir. Aslı Arapçadır ama Türkçemizde de kullanılan, bir nevi Türkçeleşmiş bir kelimedir. Arapçada olduğu gibi dilimizde de Kalb kelimesi, kıymetli iki şeye isim olarak kullanılır. Kalb 2'dir Bunlardan biri, vücudumuzun hayatının devam etmesine hizmet eden ve tüm azaların vazifelerinin devamı için onlara kan yetiştiren çam kozalağı şeklindeki et parçasıdır. Bu sanevberi / çam kozalağı şeklinde olan et parçası, vücudun bir yerinde olmasıyla beraber, adeta her yerindeymiş gibi iş gören harika bir can makinesidir. Diğeri, hislerin mazharı / görünme yeri olan vicdanı ve efkârın ma’kesi / gözüken dimağı içine alan ruhtaki Rabbani bir latifedir. Manevi vazifeler görür. Ruhta bulunan insanın hislerinin imdadına yetişip manen ihyalarına / hayat bulmalarına çalışır. Dış âlemden gelen bilgileri değerlendirmeye alıp yorumlar. Kendi kalitesine göre sonuçlar çıkarır. Birincisi, ciğerlerin yardımıyla dışarıdan gelen oksijen ile kirli kanın temiz kana çevrilip tüm vücudun diri kalmasına hizmet eder. Diğeri ise, vicdanın desteğiyle âlemden gelen malumatın / bilginin marifete / Allah’ı ve yarattıklarını tanıma bilgisine çevrilip, tüm ruhun ve hislerin manen canlı kalmasına hizmet eder. Çam kozalağı Biri maddi, diğeri manevi hayat makinesi olan bu kalblerin aynı isimleri taşımalarında güzel bir letafet vardır. “O latife-i insaniyenin (manevi kalbin) insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cismi-i sanevberinin (kozalak benzeri maddi kalbin) cesede yaptığı hizmet gibidir. Nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâü’l-hayatı (hayat suyunu yani kanı) neşreden (dağıtan) o cismi sanevberi bir makine-i hayattır ve maddi hayat onun işlemesi ile kaimdir (ayakta durur). Sekteye uğradığı zaman ceset de sukuta uğrar (düşer). Kezalik (bunun gibi) o latife-i rabbaniye (manevi kalb) a’mal ve ahval ve maneviyatın heyet-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır. Işıklandırır. Nur-u imanın sönmesi ile mahiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi (hareketsiz ölü) bir heykelden ibaret kalır.” (İşaratü’l-İ'caz) Maddi kalbi incelediğimizde; kalbde bulunan sol kulakçıkta, iliklerde üretilerek gelen bir alyuvar, bol miktarda oksijen ve gıda bulur. Burada yüklendiği malzemelerle yola koyulan kırmızı küre, yanındaki arkadaşlarıyla beraber güçlü bir pompalama ile aort atardamarından başlayan bir yolculuğa koyulur. Akciğer dışında herhangi bir noktaya gitmek üzere başlayan bu hareketin sonucunda, vazifeli olduğu hücreye ulaşır ve o hücrenin ihtiyacı olan oksijeni ona bırakıp ondaki karbondioksit yükünü alır. Ve karbondioksiti dışarı atılmak üzere toplardamarlar vasıtasıyla akciğere getirir. Ciğerler yardımıyla dışarıdan gelen hava, kanın temizlenmesinde kullanılır ve temiz kan sürekli bir şekilde kalb sayesinde bedene ulaştırılıp hayatın devamı sağlanır. Bir yerde hem her yerde Maddi kalb, yani çam kozalağı şeklinde olan bu et parçası, vücudun bir yerinde olmasıyla beraber, adeta her yerindeymiş gibi iş gören harika bir can makinedir demiştik. Çünkü götürdüğü kan ile tüm vücutta iş görür. Yaptığı bu vazife ile hangi organa gitse onu ihya eder. Hangi hücreye ulaşsa ona can olur. Kalbde bir hastalık olsa, tüm işler aksar ve tüm uzuvlar zarar çeker. Mesela insan beyni kalbten dört saniye destek almadan fonksiyonlarını sürdüremez. Bedende imdadına yetişmediği hiçbir nokta olmayan bu alet, maddi hayatın devamının olmazsa olmazıdır. Hayat, onun işlemesine bağlıdır. Ne zamanki sekteye uğrar, yaşayan beden cansız cesede döner ve hayat son bulur. Kalbi durdu, beden öldü denilir. 5 duyu organı Manevi kalbe baktığımızda; insanın dış âlemden aldığı malumatı / bilgileri görürüz. İnsan baktığında, koca koca dağları görür. Yürüyen çocukları, akan ırmakları, buğday taşıyan karıncaları, güneşi, ayı görür. Meyve yüklü ağaçları, üzerinde isimler yazan mezar taşlarını, iç içe girmiş binaları… Adeta her yeri maviye boyamış okyanusları, her yeri aniden ihtiyarlandıran bembeyaz kar’ı görür. Nazarını her nereye çevirse oralardan çeşit çeşit bilgilerle döner bakışları. Her an türlü türlü sesleri duyar kulakları. Bazen bir gök gürültüsü, bazen bir su şırıltısı, bazen bir kuş sesi veya bir arı vızıltısı… İnsanların seslerini duyar. Çocukların ağlama seslerini, hastaların inleme seslerini, ihtiyarların yavaş ve kesik kesik çıkan seslerini, bir vaizin nasihatlerini, bir hafızın tilavetini, bir dostun sohbetini, bir hocanın anlattığı dersi, bir melodiye eşlik eden güfteleri işitir. Hiçbir özel çaba sarf etmeden kulağı toplar gelir çeşit çeşit sesleri. Burun fark eder her bir kokuyu. Gülü koklar mesela. Mesela ıhlamuru. Ayırabilir her bir yiyeceği kokusundan. Ayvanın kokusu farklıdır, çileğinki farklı. Hiç birini ihmal etmeden havadaki tüm kokuları fark eder burun. Dil teftiş eder her bir tadı. Ağza gelen her bir yiyecek hakkında tüm detayı söyler. Hangi hurma Medine hurması, hangi elma Amasya elması ayırabilir. Bunun tadı ekşi, bununki tatlı, bu mayhoş, bu acı, şu ise çok lezzetli der. Tatlar âleminin mütehassıs bir müfettişi olarak pek çok bilgiler verir insana.

Muammer KÜÇÜKYAZICI 01 Haziran
Konu resmiKur'an Okumanın Fazileti
İbadet

Sevgili Peygamberimiz (sav), “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir” (Buhari, Fedailu’l-Kur’an, 21) buyurarak Kur’an öğrenmenin büyük faziletine işaret etmiştir. Peygamberimizin Kur’an okumanın fazilet ve değerine işaret eden pek çok hadisleri vardır. Onlardan bir kısmı şöyledir:  “Kullar Allah’a ondan nâzil olan şu Kur’an’la yaklaştıkları gibi hiçbir şeyle yaklaşamazlar” (Tirmizi) “Kur’an’ı okuyunuz Muhakkak ki o, kıyamet günü dostlarına şefaat edici olarak gelecektir.” (Müslim) “Kur’an’ın acayiplikleri, harikaları tükenmez. Çok okumakla eskimez. Onu okuyunuz. Çünkü Allah, onu okumanın her bir harfine karşılık (en az) on sevap verir.” (Hâkim) Üstad Bediüzzaman şöyle der: “Kur’an-ı Hakîm’in hadisin bildirmesiyle her bir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on Cennet meyvesi getirir. Fazl-ı İlahîden o harflerin sevabı sümbüllenir, bazen yetmiş, Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi bazen yedi yüz, Sure-i İhlas’ın harfleri gibi bazen bin beş yüz, bazen Berat gecesinde ve makbul vakitlere okunan ayetler gibi on bin sevab kazandırır. Ramazan-ı Şerifte her bir harfin, on değil bin ve Âyetü’l-Kürsî gibi ayetlerin her bir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuz bin hasene sayılır. Kadir Gecesi’nin bin aya mukabil olduğunun Kur’an’da bildirilmesinin işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olduğu anlaşılır. Evet, her bir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nurlu bir tuba ağacı hükmüne geçiyor ki; milyonlarla bâki meyveleri, kazandırır. İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu harflerin kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir zararda olduğunu anla!” Tarih boyunca Müslümanlar, Allah’ın kelâmı olan yüce Kur’an’a çok büyük önem vermişlerdir. Bir ibadet aşkıyla okumuşlar, ezberlemişler, dinlemişler, yazmışlar, öğrenmiş ve öğretmişlerdir. Bu gün de ülkemizde Kur’an öğretimi, Kur’an Kurslarında, camilerde ve özellikle yaz kurslarında yapılmaktadır. Kur’an bilen veya öğrenen kimseler bunun kıymetini iyi bilmeli, düzenli olarak mümkünse her gün okumaya çalışmalıdır. Ayrıca ömür boyunca Kur’an okumayı hiç bırakmamalı ve sürekli olarak başından sonuna kadar Kur’an’ı okuyup hatmetme gayreti içinde olmalıdır. Kur’an’ı hatmetmenin önemi hakkında Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: Bir defasında kendisine, “Ey Allah’ın Resûlü, Allah’a hangi amel daha sevimlidir?” diye sorulduğunda “Kur’an’ı başından sonuna okuyup, bitirdikçe yeniden başlamaktır” cevabını vermiştir. (Tirmizî, Kırâat 4) Kur’an’da, öyle bir tatlılık var ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’an okuyanlar için söz konusu olmaz. Hatta değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış insanlara tekrar tekrar okumak tatlılığını arttırdığı, eski zamandan beri herkesçe bilinen Kur’an’ın bir harikasıdır. Kur’an okuyan kişilerin ona olan saygı ve hürmetlerinin bir göstergesi olarak abdestli olmaları gerekir. Allah, bunu Kur’an’da şöyle emretmiştir: “Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir” (Vakıa Suresi, 79) Ayrıca Kur’an’ı güzel okuma kuralları demek olan “Tecvid Kaidelerine” uygun bir şekilde, yavaş yavaş ve mümkünse manalarını da anlamaya çalışarak okumak iyi bir davranış olur. Kur’an’ı özenle okumaya işaret eden bir ayet-i kerimede Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “…Kur’an’ı ağır ağır, tane tane oku.” (Müzzemmil Suresi, 4)

risaleonline. com 01 Haziran
Konu resmiUhud Gazvesi'nden Günümüze Dersler
Tarih

Derslerle dolu uhud gazvesi Uhud Gazvesi, İslâm tarihinin en önemli gazvelerinden birisi olmakla birlikte, içinde pek çok dersleri barındırmaktadır. Gerek gazve başlamadan önce Peygamber Efendimizin (sav) ashabıyla yaptığı istişare, gerek münafıkların ayrılmasıyla sayıları 700’e düşen İslâm ordusunun intikam duygusuyla yanıp tutuşan 3000 kişilik müşrik ordusuyla karşı karşıya kalması, gerek okçuların muharebe esnasında yerlerini terk etmeleri, gerek Hz. Hamza’nın (ra) şehadeti ve gerekse de Peygamber Efendimizin (sav) yaralanması… Gazve öncesinde ve sırasında yaşanan bu hadiseler, çıkaracağımız derslerin çokluğuna da işaret ediyor bir manada. Uhud, münafıkların açığa çıkmasını sağlamıştır Hâlbuki (Uhud’da) iki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelenler, böylece Allah’ın izniyle olup, müminleri ortaya çıkarması içindi. Bir de münafıklık edenleri ortaya çıkarması içindi. Bunlara: “Gelin, Allah yolunda savaşın veya müdafaada bulunun!” denilmişti. (Onlar ise:) “Eğer harb etmeyi bilseydik, elbette size tâbi‘ olurduk” dediler. Onlar o gün îmandan daha çok küfre yakın idiler! Ağızlarıyla, kalblerinde olmayanı söylüyorlardı. Hâlbuki Allah, (onların) gizlemekte olduklarını en iyi bilendir. (Âl-i İmrân, 166-167) Âl-i İmrân Sûresi 166. ayet ve devamındaki ayetler, bize Uhud’da başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere Ashâb-ı Kirâm’ın yaşadığı sıkıntıların boşa olmadığını gösteriyor. Uhud’da yaşanan sıkıntılar ilk olarak münafıkların açığa çıkmasını sağlamıştır. Hicret’in başarılı bir şekilde gerçekleşmesinin ve Bedir Gazvesi’nin Müslümanlarca kazanılmasının ardından menfaatleri öyle gerektirdiği için, Müslüman olmuş gibi görünüp aslında iman etmeyen bir kısım Medinelilerin gerçek yüzü, Uhud Gazvesi ile ortaya çıkmıştır. Kim gerçek sahabe, kim münafık bu sayede belli olmuştur. Günümüzde de menfaati öyle gerektirdiği için ehl-i imanın safında yer alıyormuş gibi görünen, aslında kalben ehl-i dalâletin yanında yer alanlar ne yazık ki hâlâ mevcut. Asr-ı Saâdet’teki münafıkların günümüzdeki uzantıları olan bu tipler, Müslümanların sıkıntılı zamanlarında gerçek yüzlerini gösteriyorlar. İşte böyle sıkıntılı süreçler veya durumlar, ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söyleyenlerin açığa çıkmasına vesile olabiliyor. Kalbi başka, söylediği başka olan böyle kimselere karşı dikkatli olmak zorundayız. “Eğer bize itaat etselerdi, öldürülmezlerdi!” Onlar ki (savaşa gitmeyip, evlerinde) oturdukları hâlde, (Uhud günü şehîd edilen) kardeşleri için: “Eğer bize itaat etselerdi, öldürülmezlerdi!” dediler. (Ey Habibim!) De ki: “Eğer (iddianızda) doğru kimseler iseniz, haydi kendinizden ölümü def‘ edin!” (Âl-i İmrân, 168) İkinci olarak alınacak ders, münafıkların gazveye katılarak şehîd olan sahabeler için söyledikleri; “Eğer bize itaat etselerdi, öldürülmezlerdi!” sözünün günümüzde de dünyanın her yerinde zulme ve küfre karşı çıkan Müslümanlara söyleniyor olmasıdır. Dünyanın her tarafında zulümlerine Müslümanları da ortak etmek isteyenler ya da Müslümanların zulme olan itirazlarını susturmak isteyenler, yine aynı cümleleri kullanıyorlar. Hak uğrunda, hakikat uğrunda, maddî manevî bütün varlıklarını feda ederek, İslâmiyet’e hizmet eden ehl-i imanın mücadeleleri boş ve gereksiz gösterilmeye çalışılmaktadır. Şundan kesin olarak emin olabiliriz ki; 1400 sene önce Uhud’da şehid olan sahabelere söylenenler, dün iman hakikatlerinin ülkemizde tekrar yeşermesi için canlarını feda eden Hafız Ali Ağabey ve Hasan Feyzi Ağabey gibi şehidlere söyleniyordu. Günümüzde de bu sözlerin benzerleri başta Mısır olmak üzere bütün dünyada zulme, haksızlığa ve dalâlete karşı mücadele veren Müslümanlara söyleniyor. Uhud Gazvesinde şehid olan veya yaralanan sahabeler zâhiren kaybetmiş gibi görünseler de, aslında sadece bu dünyada kaybettiler. Ancak karşılığında ahiretlerini kazandılar. Sahabelere gazveye gitmeyip bizim yanımızda kalsaydınız diyen münâfıklar, ebedî yaşayacaklarını zannediyorlardı. Ancak ecel gizlidir ve Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Kur’ân her asırda varlıklarını devam ettirecek olan bu münafıklara sesleniyor: “Eğer (iddiânızda) doğru kimseler iseniz, haydi kendinizden ölümü def‘ edin!” “Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun (da) omayacaklardır” Ve sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Bilakis (onlar) hayatdardırlar, Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar. (Hem onlar,) Allah’ın kendilerine ihsanından verdiği şeylerle sevinen kimselerdir ve arkalarından kendilerine (henüz) katılamayanları: “Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun (da) olmayacaklardır” diye müjdelemek isterler! (Onlar) Allah’tan (gelen) bir nimeti ve bir ihsanı ve şübhesiz Allah’ın, müminlerin mükâfâtını zâyi‘ etmeyeceğini (de) müjdelemek isterler. (Âl-i İmrân, 169-171) İ’lây-ı kelîmetullah uğrunda hayatlarını feda eden ehl-i iman, şehâdet şerbetini içtikten sonra arkalarında mücâhedeyi devam ettiren kardeşlerini müjdelemek isteyeceklerdir. Cenâb-ı Hakk’ın müminlerin çektikleri sıkıntıları zayi etmeyeceğini ve katından onları rızıklandıracağını anlatmak isterler. “Allah’a iman edene korku yoktur ve Allah’a inanıyorsan mahzun olmayacaksın” hakikatini arkalarında bıraktıkları kardeşlerine haykırmak isterler. Şundan eminiz ki; iman hakikatlerinin bu vatan sathı başta olmak üzere bütün dünyada unutulmaması ve her tarafta muhtaç gönüllere ulaşması için maddî manevî varlıklarını feda ederek ahirete göçen yiğitler, geride bıraktıkları dava arkadaşlarına bu müjdeleri vermek istiyorlar. Bu ayetler, bu yiğitlerin bu isteklerine de tercüman oluyor bir manada. Kılıç korkusuyla değil, hakikati görerek islâmiyet’e girenler “Müşrikler içinde, o zamanda saff-ı Sahâbede bulunan ekâbir-i Sahâbeye, istikbâlde mukâbil gelecek Hazret-i Hâlid gibi çok zâtlar bulunduğundan, şânlı şerefli olan istikbâlleri nokta-i nazarında bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlâhiye, hasenât-ı istikbâ­liyelerinin bir mükâfât-ı muaccelesi olarak mâzîde onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek hazırdaki sahabeler, müstakbeldeki sahabelere karşı mağlûb olmuşlar. Ta o müstakbel sahabeler, berk-ı süyûf korkusuyla değil, belki bârika-i hakîkat şevkiyle İslâmiyet’e girsin ve o şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin.” (7. Lem’a) Bedîüzzaman Hazretleri, Uhud Gazvesine geçmişte çıkarılan derslerden başka olarak farklı bir yönden bakmış ve mühim bir ders çıkarmıştır. Günümüze kadar gazvenin hep menfî cihetten bakılan bir yönüne, orijinal bir bakış açısıyla yeni bir yorum getirmiştir. Halid bin Velid (ra), Müslüman olmadan önce Uhud Gazvesinin Müslümanlarca kaybedilmesine sebep olan kişiyken, Müslüman olduktan sonra Seyfullah lakabını alacak derecede büyük fetihlere vesile olan mücahid bir komutan olmuştur. Üstâd Hazretleri, bu noktadan hareketle Uhud Gazvesine mevcut sahabelerle gelecekteki sahabelerin mücadelesi nazarıyla bakmıştır. Gazvenin ardından birkaç sene içinde Müslüman olan Mekkelilerin kılıç korkusuyla değil, hakikati görerek İslâmiyet’e girmeleri bu meseleyi isbât ediyor. Üstad Hazretlerinin Uhud Gazvesinden çıkardığı bu ders, nazarlarımızı Uhud’a çeviriyor. Günümüze de ışık tutacak birçok dersleri içinde barındırdığını bir manada bizlere gösteriyor. Müslümanların bugün yaşadığı bazı yenilgiler, ileride İslâm dairesine girip büyük hizmetlere vesile olabilecek olanlara işaret ediyor olabilir. Bugün dalâlet cephesinde gördüğümüz bir kısım insanlar gün gelip İslâm’ın hakikatini görüp imana geldiklerinde, kılıç korkusuyla değil kalben İslâm’ı seçmiş olacaklar inşallah.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiYaz Kurslarının, Çocuklarımızın Dini Eğitimlerinde Ayrı Bir Önemi Var
Mülakatlar

Mülakat: MEB Ortaöğretim Genel Müdürü Ercan TÜRKMülakatı Yapan: Yavuz YEKELER Kıymetli Hocam, Ortaöğretim Genel Müdürü Ercan TÜRK’ü nasıl tanımlarsınız, bu konuda kısaca neler paylaşmak istersiniz? İnsanın kendisi hakkında konuşması biraz zor. Bir kişiyi onu tanıyan başka birinden dinlemek gerekir diye düşünürüm. Kendim hakkında ancak kayda geçen özgeçmişimi paylaşabilirim. “1970 yılında Giresun’un Dereli ilçesinde doğmuşum. İlköğrenimimi Dereli’de, ortaöğrenimimi Giresun’da tamamladım. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Planlaması Bölümünde Lisans eğitimimi tamamladım. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Yönetimi ve Teftişi Ana Bilim Dalı’nda Yüksek Lisans yaptım ve “Cumhuriyet Döneminde Millî Eğitim Bakanlığı Merkez Örgütündeki Yapısal Değişmeler” konulu tez çalışmamla “Eğitim Yönetimi Bilim Uzmanı” oldum. 1988 yılında kamu görevine başladım. Mesleki yaşamım süresince değişik unvan ve görevlerde bulundum. Görevlerim ile ilgili konularda çok sayıda kursa ve seminere kursiyer, öğretim elemanı ve eğitim yöneticisi olarak katıldım. Eğitim ve yönetim alanında yürütülen bazı önemli proje ve çalışmalara katkıda bulundum ve bazılarını bizzat yönettim. Finlandiya, Belçika, Almanya, Malezya, Singapur, Dubai, İspanya, İngiltere, Fransa, Japonya, Suudi Arabistan, Kenya ve İsviçre´de inceleme ve araştırmalarda bulundum. Akademik alana ve sınavlara yönelik bireysel çalışma ve ortak yayın olarak, on bir kitabım bulunmaktadır. “Millî Eğitim Bakanlığında Yapısal Değişmeler: Türk Eğitim Sistemi”, “Millî Eğitim Mevzuatı”, “Eğitimde Stratejik Planlama”, “Cumhuriyet Döneminde Türk Millî Eğitim Sistemindeki Gelişmeler”, “Türk Eğitim Sistemi ve Yönetimi” adlı kitaplarımın yanında”. Aklın Yolu Bir” isimli basıma hazır bir çalışmam bulunmaktadır. Yayımlanmış eserlerimden, “Türk Eğitim Sistemi ve Yönetimi” adlı kitabım bazı üniversitelerde yüksek lisans düzeyinde ders kitabı olarak okutulmaktadır. Çeşitli dergi ve internet sitelerinde eğitim konularında makalelerim ve akademik yazılarım yayınlanmıştır. Eğitim politikası, eğitim planlaması, stratejik yönetim ve planlama, strateji geliştirme konuları uzmanlık alanlarım olup, eğitim- öğretim ve yönetime dair çalışmalarım devam etmektedir. Birçok sivil toplum kuruluşunda görevim bulunmaktadır. Evliyim, biri kız biri erkek olmak üzere iki çocuk babasıyım. Millî Eğitim Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı Stratejik Yönetim ve Planlama Daire Başkanı olarak görev yapmakta iken 21.11.2011 tarihinde Ortaöğretim Genel Müdürlüğü Eğitim Politikaları Grup Başkanı olarak atandım. 22.11.2011 tarihinde görevlendirildiğim Genel Müdürlük makamına 24.04.2013 tarihli ve 28627 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Müşterek Kararname ile atandım ve hâlen görevime devam etmekteyim.” Muhterem Hocam, sekiz aylık tempolu bir eğitim dönemi bitiyor. Çocuklarımız tatile girecekler. Tatili nasıl tanımlarsınız? ve çocuklar tatilde neler yapmalıdır sizce? Eğitim-öğretim döneminin sona ermesiyle gençlerimiz yaz tatiline girecekler. Yaz tatilini öğrenciler, aileler ve öğretmenler için bir dinlenme fırsatı olarak görmekle birlikte, bütün öğrencilerimizin uzun süren eğitim-öğretim dönemi sonundaki yorgunluklarını atmak, dinlenmek ve kendilerini yenileyerek yeni öğretim yılına zinde ve dinlenmiş olarak başlamak için değerlendirilmesi gereken iyi bir fırsat olarak tanımlayabiliriz. Tatil döneminde çocuklarımız dinlenmenin yanında kitap okuma, çeşitli sportif, kültürel ve sosyal faaliyetlerde bulunma gibi etkinliklerle kendilerini geliştirecek aktivitelerde bulunmalılar. Böylelikle bir sonraki eğitim-öğretim yılına enerji ve umut dolu bir başlangıç yapmış olacaklardır. Tatil süreci içerisinde çocuklarımızın başarı ve başarısızlık nedenleri yapıcı bir dille konuşulmalı,  aile içerisinde ortaya konulmalı ve nasıl daha iyi olabilir sorusuna birlikte cevap aranmalıdır. Bunu yaparken de asla kıyaslama yapılmamalı, incitici bir dil ve yöntem kullanılmamalıdır. Yaz tatili çocuklarımız için okul dönemindeki koşuşturma ve stresten uzak, yeni beceriler kazanma ve kazanılmış becerilerin pekiştirilmesi için de en uygun zamandır. Bu süreç hem öğretmenler hem de öğrencilerin yeni dönem için hazırlık sürecidir. Özellikle son yıllarda eğitim sistemimizin öğrenciler için vizyon tanımlayan ve ileri hedefleri olan bir yapılanma içinde olduğu düşünüldüğünde; çocukların yoğun bir akademik dönemin sonunda keyif alacakları bir tatile ihtiyaç duyacakları bir gerçektir. Bununla birlikte, öğrencilerin eğitim dönemi içerisinde öğrendiği yeni bilgileri bir sonraki döneme transfer edebilmeleri için gerekli bir zaman olarak da değerlendirilmelidir. Ülkemizdeki yaz tatili süresini nasıl buluyorsunuz? Hem çocuklar hem de öğretmenler açısından değerlendirebilir misiniz? Ülkemizde bir eğitim-öğretim yılı iki dönem hâlinde toplam 180 iş gününden oluşmaktadır. Öğrenciler diğer tatil günleri hariç 15 günlük bir ara tatil ve yaklaşık üç aydan oluşan bir yaz tatili ile birlikte 105 gün tatil yapmaktadırlar. Hatta bazı yıllar bu sayının bile üstüne çıkılabilmektedir. Yaz tatili gün sayısı incelendiğinde ülkeler ortalaması 69 gündür. Yaz tatilini kısa tutan ülkelerin diğer tatil türlerinde daha esnek olduğu görülmektedir. Türkiye iki dönemli yapısıyla her yılın takvimine göre küçük oranda değişme göstermekle birlikte 90 günlük yaz tatili süresi ile İtalya ve Letonya ile birlikte eğitime en uzun süre ara veren üç ülkeden birisi konumundadır. Toplam tatil gün sayısında ülkemiz 114 günle AB ortalamasının (106) üstünde olsa da yaz tatili haricindeki tatil sürelerinin diğer ülkelere oranla daha düşük olduğu görülmektedir. Tatillere çok fazla meyilli olduğumuz ve bunları fırsata dönüştüremediğimize inanıyorum. Gereğinden uzun tatillerin alternatifi olarak yeni öğrenme fırsatları oluşturmalıyız. Öğrencilere bu manada yeni seçenekler sunmamız gerektiğine inanıyorum. Ülkemizde yaz tatili süresinin belirlenmesinde coğrafi konum esas alınmakla birlikte, kırsal kesimdeki öğrencilerin ailelerine tarlada yardım etmeleri de ayrıca bir etken olarak dikkate alınmaktadır. Yıl boyu okul uygulamasının, alt sosyo-ekonomik bölgelerden gelen çocukların, yaz tatili nedeniyle kültürel öğrenme açıklarının telafi edilmesi için etkili bir uygulama olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Sizin gibi STK’ların üstleneceği görevler ile öğrencilerimizin yaz tatilini amacına uygun ve daha verimli bir şekilde değerlendirebilmelerini önemsediğimi belirtmek isterim. Öğretmenlerimiz; çağın bilgi ve teknolojik gelişmelerine bağlı olarak, toplumun ihtiyaçları doğrultusunda bireyin yetiştirilmesi, geliştirilmesi, değerlerine bağlı nitelikli bir insan olarak topluma kazandırılmasına yönelik çalışmalar yaparak toplumsal kalkınmada belirleyici ve öncü bir rol üstlenmişlerdir. Yaz tatilinin öğretmenlerimiz açısından değerlendirilmesine yönelik olarak Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğinde yaptığımız değişiklik ile derslerin kesimi tarihinden Temmuz ayının ilk iş gününe; Eylül ayının ilk iş gününden derslerin başlangıç tarihine kadar geçen sürelerde kadrolarının bulunduğu/görevlendirildikleri okulda meslekî çalışma yapmalarını zorunlu kıldık. Esasen, eğitim sistemimizin üst kuruluşu olarak varlık sebebimiz olan öğrencilerimiz ile her türlü gelişime ve değişime rağmen sistem içerisinde alternatifi olmayan öğretmenlerimiz için zamanın her anını öğrenme, bireysel ve mesleki gelişim için fırsatlara dönüştürme adına plan, program ve projeler hazırladığımızı ve uyguladığımızı söyleyebilirim. Ülkemizde yaz ayları -çoğu vatandaşımız için- din eğitimi anlamına geliyor. Geçirdikleri eğitim sürecini göz önüne alırsak nasıl bir planlama yapılırsa çocuklarımız hem öğrenir hem de yorulmaz ve sıkılmazlar? Yaz ayları ve tatiller, son bir kaç yıldır Ramazan ayına denk düşmektedir. Bilindiği gibi Ramazan ayı, üç aylar olarak bilinen Recep ve Şaban’dan sonraki üçüncü aydır. Ramazan’dan önceki bu iki ay içinde, birçok kişi Ramazan ayına hazırlık olarak oruç tutmakta, hayır işlerine daha çok önem vermektedir. Dini atmosferin yoğun olarak yaşanacağı dönemin tatile rastlıyor olması, ailelerimiz için bulunmaz bir fırsattır. Bu ayların ve özel günlerin mana ve öneminin anlatılması, değerlerimize ait hususların yaşanarak örnek olunması, birlikte tarihi mekânların ziyaret edilmesi çocuklarımızın sosyal, kültürel ve manevi gelişimlerine çok önemli katkılar sağlayacaktır. Manevi iklimin yaşandığı bu günlerde gerçekleştirilecek dini muhtevalı programlar, neticeleri bakımından daha etkili olur. Bu yüzden söz konusu programları, etkili öğretme yöntemleri ve alanında yetkin, bilgili ve gönüllü kişiler vasıtasıyla halka hizmeti hakka hizmet şiarıyla planlayarak değerlendirebiliriz. Bu dönemlerde, çocuklarımızı teşvik ederek, başarılarını ödüllendirerek yorulmadan, sıkılmadan bir tatil geçirmelerini sağlayabiliriz diye düşünüyorum. Hayrât Vakfının insanımızın muhtaç olduğu iman hakikatlerinin sadece aile fertlerine değil bütün insanlığa anlatılması ve yaşantımızda tatbik edilmesi adına yaptığı örnek ve öncü çalışmalar çok yerinde ve çok anlamlıdır.  Bu vesile ile Hayrât Vakfı yöneticilerine, bu hayırlı çalışmalara katkı sunan herkese teşekkür ediyorum. Ailelere yaz aylarında çocuklara karşı tutumlarında, yönlendirmelerinde daha verimli olmaları açısından neler söylenebilir? “Tatil döneminde ilk yapılacak şey nedir?” dendiğinde, “Zaman planlaması ve buna bağlı olarak da yapılacak aktivitelerin planlanmasıdır” derim. Tatil, ailenin gerçekten de bir aile olup olmadığının test edildiği dönemlerden biridir. Çünkü okul ve çalışma döneminde anne-baba ve çocuklar 7-8 saat birbirlerinden ayrı kalıyorlar. Çocuk bu süreçte -aidiyet duygusuyla- aileye bağlı olup olmadığını göremiyor. Tatil bunun için çok önemli bir gösterge olabiliyor. Anne-babaların, tatil dönemlerinde çocuklarıyla, okul döneminden çok daha fazla birlikte olma fırsatları oluyor. Tatile çocuklarımızın dini bilgileri öğrenme ve ahlaki yönden yetiştirilmesi nazarıyla baktığımızda bu dönemler bir başka anlam kazanıyor. Dolayısıyla anne-babaların sorumlulukları daha da artıyor. Nasihat etmekten ziyade, örnek olmayı başarmamız lazım. Bilgimizle ve yaşantımızla örnek olabildiğimiz ölçüde çocuğumuz manevî gelişime açık olur. Değerlerimiz çocuklarımıza, yaşayarak ve yaşatarak aktarılır. Sevmenin ve sevdirmenin sağaltıcı gücü konusunda bir idrak oluşturmalıyız. Her dönemin yoğun meşguliyet araçları olur. Yazılı-görsel medya, internet, sokak, popüler kültürün bazı alt bileşenleri amacına uygun kullanılmadığında risk içermektedir. Hayatımızın bir parçası olan internet ve bilişim araçlarının, çocuklarımızca, bilinçli ve ölçülü kullanılması gerekir. Aksi halde her zaman için olumsuz sonuçlarla karşılaşılması muhtemeldir. Bu itibarla, anne-babaların her şeyden önce çocuklarına mükellefiyetin gerektirdiği dini eğitimi ve sorumluluğu vermesi gerekiyor. Bunu kendisi yapabildiği gibi, bu konuda yetkili kurum ve STK’ların hizmetlerinden de yararlanabilirler. Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı yaz Kur’an Kursları bulunmaktadır. Her mahallede, her camide çocuklarımızın istifade edebileceği yaz Kur’an Kursları açılmaktadır. Bu kursların, çocuklarımızın dini eğitimlerinde ayrı bir önemi vardır. Söz konusu kurslar, cami-çocuk buluşmasını sağlayan mekânlar olarak dini sorumlulukların manevi bir hava içerisinde birlikte öğrenildiği ve uygulandığı ortamlardır. Çocuklarımızın gelişiminde, anne ve babanın varlığı ve gösterecekleri sevgi çok önemlidir. Çocuklarımızın her zaman bu sevgiye ihtiyaçları vardır. Çünkü çocuklarımızın en büyük ihtiyacının ebeveynleri tarafından sevildiklerini bilmeleri olduğuna inanıyorum. Anne-baba sevmelidir ki sevginin önemini ve gücünü anlatmak zor olmasın.  Seven, sevdirmeyi de başarır. Bu sevgi, en sevgiliyi anlamakta ve sevmekte bize yardımcı olacaktır. Eğitim planlamasında, kariyer sahibi vasfınızla, yaz tatili Kur’an ve din eğitimi yapan başta Diyanet İşleri Başkanlığı olarak diğer STK ve vakıflara nasıl bir planlama tavsiye edersiniz? Bu konuda yapılan çalışma istişareleriniz var mı? Bugün özellikle camilerimiz ve Kur’an Kursları, Müslüman halkımızın yaygın din eğitimi ihtiyacını karşılamak bakımından büyük bir işleve sahiptir. Bu ihtiyacın karşılanmasında, Hayrât Vakfı gibi birçok sivil toplum kuruluşunun faaliyetleri de bu alanda dikkate değerdir. Hayrât Vakfı olarak çok önemli bir boşluğu doldurduğunuza inanıyorum. Bir bakıma, yaygın din eğitimi anlamına gelen Kur’an Kurslarının öneminin farkında olan Diyanet İşleri Başkanlığı, yaz Kur’an Kurslarında verimliliği artırmak için ihtiyaçlara uygun alternatif çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar olumludur ve takdire değerdir. Bugün gençlerimizin yöneldikleri Kur’an Kursları, yaygın din eğitimi konusunda önemli bir hizmet sunmakta; Kur’an-ı Kerimi, Hz. Peygamberimizin (sav) hayatını, temel dini bilgileri öğrenmelerine imkân sağlamaktadır. Aynı şekilde çeşitli vakıf ve derneklerin gerçekleştirdikleri kültürel değeri olan yayınlar ve eğitim amaçlı faaliyetler ile de dini konularda bilgi edinilmekte, dolayısıyla çocuklarımızın dini gelişimlerine katkı sunulmaktadır. Burada düşünülmesi gereken, Kur’an Kurslarının ve sivil toplum kuruluşlarının ne kadar çocuğumuza, anne-babaya veya aileye ulaşabildiği; onların bu konudaki ihtiyaçlarını ne oranda karşılayabildikleridir. Bu noktada yapılacak çalışmaların, iyi ve doğru planlanması şarttır. Burada bir konunun önemini özellikle vurgulamak isterim. O da bu faaliyetlerde görev alacak hocalarımızın nitelikleridir. Çocuklarımıza ve gençlerimize yönelik yapılacak faaliyetlerde gerek öğreticilerin niteliği gerekse mekânların uygunluğu da son derece önemlidir. Bu nedenle söz konusu faaliyetlerde istenilen faydanın temin edilebilmesi için yapılacak planlamalarda ve çalışmalarda; öğretim elemanlarının, programın, eğitim-öğretim yöntemlerinin, kullanılacak araç-gerecin ve öğretim materyallerinin amaca uygun, doğru ve etkin olması gerekmektedir. Son yıllarda bu kursların eğitim-öğretim planlamasının yeniden yapılandırıldığını, bu kurslarda görevli öğreticilerin eğitimine özen ve dikkat gösterildiğini biliyoruz. Bu iyileştirmeler memnuniyet vericidir. Geçtiğimiz sene itibariyle Kur’an ve Siyer okullarda seçmeli ders oldu. Talep de güzeldi. Yaz din eğitimi kursları ile birlikte değerlendirdiğimizde birbirlerine nasıl bir katkıları olur, ya da ‘bunlar yeterli yaz kurslarına gerek yok’ demek mümkün mü? Yaygın eğitim faaliyeti olarak örgün eğitim anlayışıyla eğitim veren Kur’an Kurslarına, her geçen yıl ilgi daha da artmaktadır. Özellikle de ilköğretim çağındaki öğrencilerin ve velilerinin bu kurslara yoğun ilgisinin olduğu görülmektedir. Bilindiği üzere, ortaokullar ile ortaöğretim kurumlarında Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in  (sav) Hayatı ile Temel Dini Bilgiler dersleri seçmeli ders olarak okutulmaktadır. Yaz kurslarındaki Kur’an-ı Kerim ve Temel Dini Bilgiler dersinin saatleri, ilköğretimlerde bir yıl içinde okutulan ders saatinden yaklaşık bir kat, liselerden ise üç kat daha fazladır. Bu rakam, yaz kurslarının din eğitimi ve öğretimi açısından değerlendirilmesi gereken önemli bir fırsat olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla yaz Kur’an Kursları bu anlamda son derece önemlidir. Bu bakımdan okullar ile Kur’an Kursları birbirinin alternatifi değil, birbirlerini tamamlayan mütemmim cüzlerdir. Yaz aylarında yapılacak gerek Kur’an gerekse din eğitimi konusunda Millî Eğitim Bakanlığı da çalışmalar yapabilir mi? Ya da alan öğretmenlerinden bu kurslara destek için görevlendirme planınız veya uygulamanız var mı? Öğrencilerimizin yaz Kur’an Kurslarına katılımını teşvik etmeye yönelik olarak okullarımızda gerekli bilgilendirme ve duyuruların faydası azımsanamaz. Bu konuda başta Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ile Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in (sav) Hayatı ve Temel Dini Bilgiler derslerinde görev alan öğretmenlerimiz, çocuklara okulda öğrendiklerini yaz tatili boyunca pekiştirmeleri gerektiğini vurgulamalıdırlar. Bu kurslardan, Diyanet İşleri Başkanlığımız sorumludur. Talep olması hâlinde Bakanlığımız da -yaygın eğitim çerçevesinde- bu taleplere “Evet” diyecek durumdadır. Okul ve kurumlarımızın uygun mekânları da, bu amaç için, milletimizin ve çocuklarımızın hizmetinde olacaktır. Buna mani bir durum bulunmamaktadır. Bilindiği üzere, Bakanlığımızın uygulamakta olduğu “Okullar Hayat Olsun Projesi” vardır. Bu proje ile okullarımızın eğitim-öğretim saatleri dışında, hafta sonlarında ve yaz aylarında dersliklerinin, kütüphanelerinin, bilgi teknolojileri sınıflarının, çok amaçlı salonlarının, konferans salonlarının, spor salonları ve okul bahçelerinin velilerin, mahallelinin ve çevrenin hizmetine açılması; okulların öğrenciler ve yetişkinler için birer “hayat boyu öğrenme merkezi” ve eğlenme ve dinlenme aktivitelerine imkân veren “yaşayan güvenli alanlar” hâline dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. Proje kapsamında Bakanlığımız ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında yapılacak bir iş birliğinde okullarımızın imkânlarından yararlanılabileceği gibi, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi alan öğretmenlerimizin yaz kurslarında görev alabilmeleri mümkündür. Millî Eğitim Bakanlığına ait okulların yaz tatillerinde kurs ve çalışmalar için kullanıma izin verildiğini biliyoruz. Bu konuda çalışma yapanlar istifade etmek isterlerse nasıl bir yol izlemeli, kimlerle, nasıl muhatap olmalıdırlar? Biraz önce de bahsettiğimiz gibi “Okullar Hayat Olsun Projesi”  kapsamında okullarımızın eğitim-öğretim saatleri dışında, hafta sonlarında ve yaz aylarında “hayat boyu öğrenme merkezi” olarak kullanılabilmesi mümkündür. Bu amaçla İl/İlçe Millî eğitim müdürlüklerimiz ile Okul müdürlüklerimize başvurulması yeterlidir. Sayın Genel Müdürüm, bize ayırdığınız vakit ve paylaşımlarınızdan dolayı teşekkür ederiz. Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Bu vesile ile çocuklarımızın geleceği için ve milletimizin hayrına yaptığınız çalışmalar sebebiyle bir kez daha tebrik ediyor, başarılı çalışmalarınızın devamını diliyorum.

Mülakatlar * 01 Haziran
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Ebû Turâb Sehl bin Sa’d (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) kızı Fâtıma’nın (ra) evine teşrif etti ancak damadı Hz. Ali’yi (ra) orada bulamadı: ‘Ali nerede?’ diye sordu. Hz. Fâtıma (ra): ‘Aramızda bir tartışma olmuştu, darıldık. O da öğle uykusunu benim yanımda uyumadan çıktı gitti.’ dedi. Resûlullah (asm) orada bulunan bir adama: ‘Git bak nerede?’ buyurdu. O adam geldi ve: ‘Yâ Resûlallâh (asm), mescidde uyuyor.’ dedi. Resûlullah (asm) mescide girdi; baktı ki Hz. Ali (ra), elbisesi sıyrılmış bir vaziyette yatmış, üstü başı toprak olmuştu. Resûlullah (asm) bir yandan Hz. Ali’nin (ra) tozlarını silkeliyor, bir yandan da topraklanmış adam anlamında; ‘Kalk ey Ebû Turâb! Kalk ey Ebû Turâb!’ diyordu. (Buharî, Salât, 58) Vakit Girince Kayıkta İkindi Namazını Edâ Etti Üçüncü sürgün yeri Barla’ya giderken Bedîüzzaman Hazretlerine refakat eden jandarma eri, o anları anlatmaya devam ediyor: “Dikkatle hâline bakıyordum; son derece sakin ve mutedil idi. Parmakları ince ve uzun idi. Sanki içinde elektrik yanıyor gibi pırıl pırıl parlıyordu. Taşlı gümüş bir yüzüğü, sırtında çok kıymetli kumaştan bir abası vardı. Günler bu mevsimde kısa olduğu için hemen ikindi namazı vakti girmişti. Kayıkta namaz kılmak istedi. Kayığın yönünü kıbleye çevirdik. ‘Allahu Ekber’ diye bir sadâ duydum. Ömrümde bu şekilde heybetli ve haşmetli bir tekbir alışı ilk defa duymuştum. Öyle bir tekbirle namaza durdu ki; hepimiz adeta ürperdik. Hâli hiçbir hocanın hâline benzemiyordu. Biz kayığı kıbleden ayırmamaya çalışıyorduk. Selâm verdikten sonra bize döndü ve: ‘Beli kardeşim, zahmet ettiniz!’ dedi. Çok nazik ve efendi bir adamdı.” Divriği Ulu Câmiive Dârüşşifâsı Divriği Ulu Câmii ve Dâ­rüşşifâsı, Mengücekoğullarından Ahmed Şah tarafından 1228-1229 yıllarında yaptırılmıştır. İslam mimarîsinin bu başyapıtı, iki kubbeli türbeye sahip bir cami ve ona bitişik bir hastaneden oluşmaktadır. Yapılar, mimarî özelliklerinin yanı sıra, sergiledikleri zengin Anadolu geleneksel taş işçiliği örnekleriyle UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer almaktadırlar. Her sene Ağustos ayında ikindi vakitlerinde, eserin batı kapısı üzerinde namaz kılan ve Kur’ân okuyan insan silueti belirmektedir. Eserin şifahanesinde su sesi ve musiki ile hastalar tedavi edilmekteydi. Yapının türbe kısmında ise Ahmed Şah ve aile efradı medfûndur. 25 Haziran 1861Sultan AbdülmecidVefat Etti Sultan Abdülmecîd, Sultan 2. Mahmud’un Bezmialem Sul­tan’­­dan olan oğludur. Döneminde Tanzimat ve Islahat Fermanları ilan edilmiştir. Osmanlı Devleti'nin son dört padişahının babasıdır. Boğaz köprüsü, tüp geçit ve Küçükçekmece Gölü liman projesi gibi birçok büyük projenin fikrini ilk olarak ortaya atan Padişah’tır. Dolmabahçe Sarayı, Beykoz Kasrı, Küçüksu Kasrı, Mecidiye Camii, Teşvikiye Camii, Hırka-i Şerîf Camii, Bezmialem Valide Sultan Gureba Hastanesi ve Yeni Galata Köprüsü onun döneminde inşa edilen eserler arasındadır. Sultan Abdülmecîd, babası gibi tüberküloza yakalandıktan sonra, Ihlamur Kasrı'nda vefat ettiğinde 38 yaşındaydı. Yavuz Sultan Selim Camii Haziresi’nde kendi adına yapılan türbeye defnedilmiştir. 22 Haziran 1533Avusturya Arşidükü Sadrazam’a DenkSayıldı Kanunî’nin 1. Viyana kuşatmasından sonra İstanbul’a elçi gönderen Ferdinand, Macar Kralı olarak tanınmasını istedi. Fakat bu isteği Kanunî tarafından reddedildi. Bunun üzerine Ferdinand, ağabeyi Şarlken'e güvenerek Budin'i tekrar işgal etti. Avrupa’da Şarlken’in üstünlüğüne son vermek isteyen Kanunî, sefere çıkarak Budin’i tekrar almış ve Almanya içlerine kadar ilerlemiştir. Kanuni’nin karşısına ne Ferdinand ne de Şarlken çıkmaya cesaret edememiş, Osmanlı ordusu bazı kaleleri alarak ele geçirdiği ganimetlerle geri dönmüştür. Osmanlı Devleti ile baş edemeyeceğini anlayan Ferdinand’ın barış istemesiyle, Osmanlı Devleti ve Avusturya arasında İstanbul Antlaşması imzalanmıştır. 22 Haziran 1533’de imzalanan bu antlaşmaya göre, Avusturya Arşidükü (Kralı) protokol bakımından Osmanlı sadrazamına denk sayılmıştır. 12 Haziran 1966Keban Barajı’nınTemeli Atıldı Türkiye’nin 2. büyük baraj gölü olan Keban Barajının uzunluğu, Murat Nehri Vadisi boyunca 125 km’dir. Genişliği yer yer değişmektedir. Keban baraj gölünde elektrik üretiminin yanı sıra su avcılığı yapılmakta ve balık üretimi de gerçekleştirilmektedir. 1965 yılında yapımına başlanılmıştır. 1974 yılında ilk 4 büyük tribünü, 1981 yılında da diğer 4 tribünü devreye girdi. Barajın toplam kurulu gücü 1330 Megawatt olup yıllık enerji üretimi 6 Milyar kWh’dir. Kurulduğunda Türkiye’de üretilen elektriğin %20 sini tek başına karşılamaktadır. Baraj mevkii Elazığ'ın 45 km. kuzeybatısında, Malatya'nın 65 km. kuzeydoğusunda olup, Karasu ve Murat nehirlerinin birleştiği yerden 10 km. daha aşağıda nehrin aktığı en dar boğazlarından birindedir. Karasu ile Murat nehirlerinin birleşmeleri ile meydana gelen Fırat nehrinin bu birleşme noktasından itibaren ilk uygun baraj yeridir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiYaz Ayları Kur'an Eğitimi İçin Bir Fırsattır
Mülakatlar

Mülakat:  Prof. dr. Ali ERBAŞMülakatı Yapan: Yavuz YEKELER 1. Muhterem hocam, okuyucularımıza Ali Erbaş’tan kısaca bahsedebilir misiniz? 1961 Ordu doğumluyum. 1980 Sakarya İHL, 1984 MÜ. İlahiyat Fakültesi mezunuyum. Aynı fakültede mastır ve doktoramı tamamladım. 1993 yılında Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne Yardımcı Doçent olarak atandım. 1998’de doçent, 2003’te Profesör oldum. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlık görevini yürütmekte iken 2011 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Hizmetleri Genel Mürdürlüğü’ne atandım. Şu an bu görevime devam ediyorum. 2. 2013-2014 eğitim-öğretim yılı, Haziran ayı itibariyle sona erecek, çocuklarımız karnelerini alacak ve yaz tatili başlayacak. Fakat biz tatili boşa geçirilecek bir zaman olarak değil, bilakis fırsat olarak görüyoruz. Ülkemizde, yaz aylarında ciddi din eğitimi çalışmaları yapılmaktadır. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ne gibi çalışmaları var? Diyanet İşleri Başkanlığı olarak en çok önem verdiğimiz faaliyetlerimizden biri de yaz Kur’an kurslarıdır. Zira vatandaşlarımızın çoğunun hayatlarında “din eğitimi” sadedinde sahip oldukları tek fırsat, yaz Kur’an kurslarıdır. Uzun dönem Kur’an kurslarına ya da İmam Hatip Lîselerine giderek din eğitimi alma imkanı bulamayan vatandaşlarımızın di­ni bilgileri özellikle ilkokul ve orta ortaokul dönemlerinde devam etmiş oldukları yaz Kur’an kurslarına dayanmaktadır. Okullarda zorunlu olan Din Kültürü ve Ahlak Blgisi dersinde konular oldukça yüzeysel geçilmektedir. Seçmeli dersler de ismi üzerinde herkes tarafından seçilmemektedir. Dolayısıyla yaz kurslarının önemi ortaya çıkmaktadır. Bunun için dönem başlamadan önce tüm ekibimizle hazırlıklarımıza başlıyoruz. Bir önceki yıl için oluşturduğumuz yaz Kur’an kursları raporunu dikkate alarak artılarımızı ve eksilerimizi önümüze koyuyor ve eksikliklerimizi tamamlamaya çalışıyoruz. Her yıl için bir sinevizyon hazırlıyoruz. Bu yılın sinevizyon metnini yazdırıp yapımcıya teslim ettik. İnşallah geçen seneki gibi yine etkili bir çalışmayla talebelerimizi cami ve Kur’an kurslarına davet edeceğiz. Sinevizyondan alınmış 1 dakikalık kamu spotunu RTÜK başkanlığına teslim ettik. Onaylandıktan sonra ulusal ve yerel radyo ve televizyonlarda yayınlanmaya başlayacak. Ayrıca üç milyon kadar kitabı ve pek çok görsel ve işitsel materyali, ücretsiz olarak tüm cami ve Kur’an kurslarımıza ulaştırmak için gerekli çalışmalarımız devam etmektedir. Duyuru amaçlı 250 bin kadar duyuru afişimizi de kurslarımızı yapacağımız tüm mekanlara ulaştıracağız. 3. Yaz Kur’an kurslarının camilerde imam-hatipler tarafından yapıldığını biliyoruz. Buralarda yapılacak kurslarda nasıl bir program takip edilecek? Program, üçer haftalık üç dönem olarak yapılacaktır. Kursun öğreticisi, her dönem için öğrencilerini “Eğitim Hizmetleri Yönetim Sistemi” dediğimiz EHYS’ye kayıtlarını yapmaları gerekmektedir. Bunu çok önemsiyoruz; zira geçen yıldan itibaren bütün kayıt ve takiplerimizi elektronik ortamda gerçekleştiriyoruz. Hiçbir öğrencimizin kayıt dışı kalmasını istemiyoruz. Çünkü bütün planlamalarımızı buradaki bilgilere göre yapıyoruz. Öğrencilerin seviyelerine göre Kur’an-ı Kerim, temel dini bilgiler ve Peygamberimizin(asm) hayatı başlıkları altında hazırladığımız müfredatta kur sistemi önerilmektedir. Yani kursa gelen öğrencinin seviyesi hangi kura uygunsa o kurun müfredatına tabi tutulmaktadır. 4. Kur’an eğitiminin dışında başka temel bilgiler de verilecek mi? Elbette. Biraz önce de ifade ettiğim gibi, temel dini bilgiler, ahlak, siyer yani Peygamberimizin(asm) hayatı. Bu konularla ilgili hazırlattığımız kitaplar eşliğinde öğreticilerimiz derslerini yapmaktadırlar. 5. Camilerin haricinde kursların yapılacağı başka mekanlar ve kurumlar da olacak mı? Bizim öncelikli amacımız, çocuk-cami buluşmasını sağlamaktır. Zaten tüm Kur’an kurslarımız, yaz kursları için de faaliyetlerini devam ettirmektedirler. Ancak camiler ve Kur’an kurslarımızın kafi gelmediği yerlerde- müftülüğün talebi ve mülki amirin onayıyla başka uygun yerlerde de- kurslar açılabilmektedir. Zaruri durumlarda ancak bu çareye başvurulmaktadır. Her yaz döneminin sonunda yapmış olduğumuz istatiki çalışmalarla hangi mekanda kaç öğrencinin bu kurslara katıldığını tespit etmekteyiz. 6. Yapılan faaliyetler içerisinde uygulama kısmı yaz kurslarının ne kadarını kapsıyor? Kurslarımızda ilk önce Kur’an öğrenme ve temel dini bilgiler derslerine ağırlık verilmektedir. Bu derslerde başarılı olanlar, yavaş yavaş uygulamaya geçmeye heveslenirler. Uygulama ilahi söyleme, müezzinlik yapma, ezan okuma ile başlar, namaz kılma, namaz kıldırma gibi faaliyetlerle devam eder. Bunları ancak sınıfın birkaç öne geçmiş öğrencileri yaparlar. Zira burada sadece bilgi değil, kabiliyet ve medeni cesaret de devreye girmektedir. 7. Yaz kurslarında vazife alacak öğreticilerin pedagojik formasyon eğitimi alması gibi bir çalışmanız var mı? Pedagojik fomasyon eğitimi, üniversiteler bünyesinde yapılmaktadır. Biz, ancak hizmet içi eğitimle, yaz Kur’an kurslarında dikkat etmemiz gereken hususları 3 günlük 5 günlük seminerlerle öğreticilerimizle paylaşmaya çalışıyoruz. Bu da çok yeterli olmuyor. Bizim görevlilerimizin büyük çoğunluğunun pedagojik-formasyon eğitimi almadıkları bir gerçektir. Bir yıllık bir programı birkaç güne sığdırmak oldukça zor. Ama yine de faydadan hâlî değildir. 8. Yaz Kur’an kurslarına genel olarak kaç kişi katılıyor? Geçen yıl EHYS’ye (Eğitim Hizmetleri Yönetim Sistemi) kayıtlı 3.050.000 kişi vardı. Ancak çeşitli sebeplerle sisteme kaydı girilmeyenler de oldu. En kalabalık yaş grubu, 10-14 yaş arasıdır. Bu yıl daha fazla öğrenci bekliyoruz inşallah. Yaz Kur’an kursları, okullardaki seçmeli Kur’an-ı Kerim dersleri için de bir nevi takviye oluyor. Öğrencilerimizin bu hususu dikkate almalarını özellikle tavsiye ederim. 9. Yaz kurslarının zaman planlaması ve eğitim materyalleri hakkında bilgi verebilir misiniz? Yaz kurslarımız, genel olarak okullar tatil olduktan 1 hafta sonra başlamaktadır. Bu yıl 23 Haziranda başlayacak ve 9 hafta sürecektir. Her biri üçer hafta süren üç dönem şeklinde planlamamızı yapıyoruz. Öğrencilerimiz her dönem için ayrı kayıt yaptıracaklardır. Her dönem için üç ayrı kur uygulaması vardır. Öğreticiler , gelen öğrencileri seviyelerine göre kura kaydedeceklerdir. Bir öğrenci bir döneme devam edebileceği gibi, üç dönem boyunca da devam edebilir. Tavsiyemiz, üç döneme de devam etmesidir. 10. Sivil toplum kuruluşları, vakıf, dernek ve kurumlarla yaptığınız ortak çalışmalar var mı? Türkiye’de yaygın din eğitimi ,Diyanet İşleri Başkanlığı olarak bizim rehberliğimizde yapılmaktadır. Bu konuda çeşitli kurum ve kuruluşlarla işbirliğimiz de söz konusudur. Örneğin, Gençlik ve Spor Bakanlığı ile yapmış olduğumuz bir protokol çerçevesinde yaz kurslarına gelen öğrencilerimize spor etkinlikleri yapma imkanı tanıyoruz. Spor İl Müdürlükleri ve müftülüklerimiz, camilerin dışında uygun ortamlarda bu etkinlikleri organize etmektedirler. Ayrıca bazı belediyelerle hem spor ve hem de tarihi ve dinî mekanlara gezi düzenleme konusunda işbirliğimiz olabilmektedir. 11. Vatandaşlarımıza yaz kursları hakkında son olarak neler söylemek istersiniz? Nasıl bir yol takip ederlerse çocuklarımız için daha iyi ve güzel neticeler alabiliriz? Yaz Kur’an kurslarımız, gönüllülük esasına dayanan bir eğitimdir. Bu yüzden hem velilerimize ve hem de öğreticilerimize tavsiyemiz, peygamberi bir metotla çocuklarımızı camilere yönlendirmektir. “Öğretiniz, kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz (sevdiriniz), nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifi bizim en önemli metodumuz olmalı. Kursun bir ayı Ramazan’a rastlıyor. Dolayısıyla katılımın azalmaması için tedbirlerimizi almamız gerekmektedir. Ramazanın bereketini, yaz kurslarımızda da hem sayısal ve hem de verimli bir eğitim olarak yaşarız inşaallah diyor ve teşekkür ediyorum. Röportaj talebimizi kabul ettiğiniz ve zaman ayırdığınız için biz teşekkür ederiz.

Mülakatlar * 01 Haziran
Konu resmiYaz Kur’ân Kursları Çocuklarımızı Başımızdan Savmak İçin Değildir
Mülakatlar

Mülakat: Yrd. Doç. Dr. Muhammet KIZILGEÇİT Mülakatı Yapan: Yusuf ALAGAN Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Muhammet Kızılgeçit Hocamla yaklaşan Yaz Kurslarında münasebetiyle Din Psikolojisi muvacehesinde, nasıl bir yol izlenmesi üzerine konuştuk. Türkiye’nin genelinde yaz aylarında Kur’an Eğitimi çalışmaları yapılıyor. Cemaatler, camiler, diyanet yapıyor. Size göre çocukların hem tatilini yapacağı hem de Kur’an öğrenebilecekleri yaz çalışmaları nasıl olmalıdır? Sizin de dediğiniz gibi hem çalışma olacak hem de tatil olacak; ikisini de gözetmek gerekiyor. Bilinçli, doğru bir şekilde yönetilmesi gerekiyor. Eğitim açısından en önemli, en verimli vakit sabahın erken vakitleridir. Günün ilk saatleridir. Verilmesi gereken temel eğitim, günün ilk saatlerinde, kahvaltıdan sonraki saatlerde başlamalıdır. 3 veya 4 saati ders saati pedagojisinde en fazla 40 dakika ayarlanacak olursa bunun kendisine faydası olur. Toplumun çocuğa Kur’an öğretme talebi var. Çok şükür okulda öğreniyor, ama her ne kadar okullarda öğrenmeye başlasa da, yine yaz tatillerinde somut bir sonuç görmek istiyor. Bu noktada, sınıfların az olması, öğreticilerin çok olması lazım. 18 ya da 20 kişilik bir sınıfsa 2’ye bölünmesi gerekiyor. Basit bir siyer dersi ve hadis ezberletilebilir. Ödüller verilebilir. Hadis ezberleyenlere, siyer dersinden sonra, basit ilmihal dersi ve özellikle çocukların kendilerini ifade edecekleri ya da arkadaşlarıyla birlikte izlemek isteyecekleri ya da kendileri için farklı olacak bir ortam oluşturmak lazım. Beyin fırtınası yapmak, tartışma ortamları sağlamak lazım. Öğleden sonrası için biz kitap okuma koymuştuk, fakat artık kitap okumak istemediler. Çocuklar bir an önce etkinlik, sportif faaliyetler yapmak istiyor. Bir an önce gezi olmasını ya da futbol olmasını istiyor. Çocukların o duygularını tutturarak, öğleden öncesi tatili, özelikle istedikleri bir sportif faaliyete ayırmak gerekiyor. Burada bir ayrıntı var. Çocuk tatile anne babasıyla yani kendi başlarına gidebilirler. O üç ayı tamamen tatil de yapabilir. Fakat çocuk için bir kursa dâhil olduğunda, kendi yaş grubu arkadaşlarla birlikte olmak, beraber etkinlik yapmak daha kıymetli olsa gerek. Bu birliktelik, çocuğun psikolojisi açısından yaz ayları din eğitimini de kolay kılacaktır. Birincisi, çocuğa hitap edecek etkinliği seçmek gerekiyor. Tabi bunun şehirle alakası var, imkânlarla alakası var. Olabildiğince şartları zorlamak gerekiyor. Bir de az yapılan, çocuğun çok alıştığı etkinlik olmaması lazım. Bundan önce de çocuğun bulunacağı grubu iyi tespit etmek gerekiyor. Biz genelde Kur’an okuma seviyesine göre tespit yaparız. Kur’an okuyanların boyu kısa uzun,  yaşları farklı da olsa iyi Kur’an okuyorsa aynı gruba alırız. Burada dikkat edilmesi gereken şey, aynı yaşıt güzel okuyanlar ayrımı yapılmasıdır. Aynı aktiviteye, aynı spora katılamayacaklarsa bu durum yine problem olur. Birlikteliği sağlamaz, öğleden sonraki faaliyeti çok talep edilecek bir faaliyete dönüştürmez. Bu gibi unsurlara dikkat edilmesi önemlidir. Burada çocuk psikolojisi önemli, dersleri alabilmesi için o duruma getirilebilmesi gerekiyor; burada da en önemli fonksiyon öğretmen yani eğitici kimse. Eğitici nasıl olmalı ki çocuk hakikaten severek öğrensin? Eğiticinin, alanını bilmesi gerekiyor. Vereceği bilgiyi iyice içselleştirmiş olması gerekiyor. Ve eğiticilerin daha ziyade pedagojik formasyon almış olmasını tavsiye ediyoruz, talep ediyoruz. Hem pedagojik formasyon olacak, hem tecrübesi olacak, hem de bu alanın ehli olacak; bunları gözetmesi lazım. Bir de çocuk psikolojisinden anlamalı. Mesela, sabah geldiği zaman derse ilgisizliğin kahvaltısızlıktan mı, yoksa dersi sevmediği için mi olduğunu fark edecek tecrübeye sahip olmalıdır. İçten ve samimi davranması gerekiyor. Bunu bir muhabbet, bir ibadet şuuruyla yapması gerekiyor eğitimcinin. Eğitimcinin ilgili kursa isteyerek gelmesi gerekiyor. Eğitimciye yaptığı işten dolayı destekte bulunmak da marifet iltifata tabidir kabilinden önemli. Fakat gönüllülük her zaman bir adım öndedir. Özelikle öğretmen din dersi öğretmeni, PDR bölümünden öğretmen, ya da psikoloji bölümünden, ya da bu alana ilgi duymuş din psikolojisi bölümünden birileri bulunabilirse; bir de öğleden sonraki etkinliklerde de tecrübeli birileri kullanılırsa verim iyi olacaktır. Belli bir tecrübe kazandırılmış öğrenciler olmalı bunlar. Bu öğrenciyle ilgilenmesini öğrenebilmiş, yüzü muhabbetli olan bir öğrenci olmalı ama aynı zamanda daha önce yavaş yavaş bu işin içine katılmış, öğrenciyken bu işin içinde bulunmuş, kendisi de bu kurslara katılmış olmalı. Onlara gerçekten abilik yapabilecek bir öğrenci olmalı. Bu öğrenci zaten öğretici de olacaktır. Zamanımız çocuklarıyla eğiticiler arasında kuşak çatışması/örtüşmesi noktasında bir sıkıntı var. Bunun en büyük sıkıntısı da çocukların itildiği bir taraf var. Bu da nedir? Bilgisayar oyunları vesaire şeylerdir. Ben şuna dikkat ediyorum çocukların fıtri olan tarafa yönelmesi için eğitici, özellikle anne baba en büyük amillerdendir. Ve az önce söylediğiniz gibi anne baba neticeye odaklanmak istiyor. Bir şeyler görmek istiyor. Bu da çocukları zorlayabiliyor. Artı 3 ay boyunca kurslarda olsun istiyorlar. Bunun ayarı nasıl olmalı? Ayrıca bu eğitim sabahtan akşama yatılı olacak şekilde mi yoksa çocuğu etkinliklerin haricinde eve gidecek şekilde mi olması iyidir? Bizim iki tür uygulamamız vardı. Yatılı kalanlar, bir de kalmayanlar. Bu kurslar hakkında ailelerin, bu kursların değerini görmeleri, çocuğu yönlendirmeleri gerekiyor. Genelde şehirde oturanlar çocuklarına iltifat eder, tatlı dille muhatap alırlarsa daha verimli oluyor. Çocuklarını yaz Kur’an kurslarına gönderecek ailelere tavsiyeniz nedir? Çocukları başlarından savmak adına, bir bağlantıları olsun, bir yere takılsınlar diye göndermemek gerekiyor. Ailelerin de çocuklarına kesinlikle zaman ayırmalarının bilincinde olmaları önemlidir. Kışın böyle gidiyordu, yazın da böyle gitsin şeklinde bir yaklaşım çok yanlış olur. Çocukla olan ilişki kesintiye uğrar. Çocuğu karnesini alır almaz kursa almamak lazım. Çocuk bir nefeslensin bir hafta ya da 2 hafta dinlenmelidir. Ramazanda eğitim nasıl olabilir? Eğitimin bir kısmı Ramazan ayına sarkacak. Ayrıca çocuklarda uygulamayla alakalı problemler oluyor. Mesela Ramazan’ı anlatıyorsunuz, fakat oruç tutma fiili apayrı bir şey. Bu durumlarda eğitici nasıl yaklaşmalı çocuğa? Çocuk taklitle öğrenir, genç özdeşim kurarak öğrenir. Ebeveynin ya da eğiticinin iyi bir model olması gerekir. Benim yaşamam lazım. Ben diyelim ki her gece yatsı namazına gidiyorum. Bir gün gitmediğimde, 3 buçuk yaşındaki kızım diyor ki; “Baba ezan okundu camiye gitmiyor musun?” Benim her gece namaza gitmem çocukta kodlanmıştır: Baba ezan okunduğu zaman yatsı namazına cemaate gidecektir. Ve biz her ne kadar gözden kaçırsak da, çocuk bunu kesinlikle kayıt etmiştir. Bizim, çocuğa karşı tutarlı bir yaklaşım içerisinde olmamız lazım ve biz ebeveynlerin yaklaşımı “nasıl bir çocuk”tan ziyade, “ben nasıl olmalıyım ki çocuk öyle olsun” olmalıdır. Bizim temel problemimiz bu. Ben neyse de, çocuğum iyi olsun düşüncesi yanlıştır. Burada ebeveynin kendisine şunu söyleyebilmesi gerekir: Herkesten önce ben çocuğuma rol model olabilmeliyim. Ben bunu birilerine havale etmemeliyim. Biz her şeye tüketim mantığıyla bakıyoruz; bu yanlış bir yaklaşım. Eğitimcilerin söylediği bir şey var. En önemli okul anne-babadır. Bu da ebeveynin çocuğu kursa gönderse de çocukla ilgi ve alakanın kesilmemesini gerektiriyor. Özellikle söyledim. Ben olmadım ben görmedim, çocuğum görsün; ya da ben değil, çocuğum yapsın demek doğru eğil; çocuğun bunu alma imkanı yok. Neticede çocuk, temelde kendisine gösterileni alıyor. Ve anne babanın yaşadığı halin bir değer olduğu anne-baba tarafından benimsenmesi gerekiyor. Ben doğru yaşıyorum, ben doğruyu ortaya koyuyorum ve ben doğruyu ortaya koyarak örnek olabilirim anlayışı içerisinde olması lazım. Bu noktada anne kendisine güvendiği zaman, baba kendisine güvendiği zaman çocuk onunla özdeşime girecek ve alması gerekeni alacaktır. Biz kendimize ebeveyn olarak güvenmiyoruz; rol model olacağımızı düşünmüyoruz. Bunu yapamıyorsak, çocuklarımızı rol model olacak nesillerle, dini kurumlarla, sosyal kurumlarla buluşturmalıyız. Çocuğun dışlanması ya da arkadaşlarından alıkonulması çözüm olmaz, iyice oraya yoğunlaşmasına sebep olur. Bunun için alternatif ortamlar oluşturarak çocuğu o alternatif ortama taşımaktır. Lise çağına gelmiş gençler için de ciddi bir problem var. Anne baba çocuğa bir şey veremediyse marangoz mantığıyla “Al bunu düzelt” diyerek kursa getiriyor. Bu gençlere nasıl davranmak lazım ki davranış değişikliği kolay olsun? Genci önce dinleyebilmek, bunun için de dinleyecek bir ortam sağlamak gerekiyor. Biz gençlere karşı -genelde nasihatçi olduğumuzdan- kendilerini ifade edecek ortam, imkan vermeyiz. Onun beklentilerinin olduğunun, ergenlik döneminden geçişte fizyolojik bir gelişimden dolayı tepkilerinin de kişiliğinden değil, fizyolojik değişiminden kaynaklandığının farkında olmamız lazım. Gencin davranışlarını doğrudan hedef almamak gerekiyor. Özelikle bizlerin gençlerle empati kurmamız gerekiyor. Kendi dönemimizde, biz genç iken, nasıl hatalarımız, yanlışlarımız olduysa, genç de gençliğini yaşıyor, onların da hatası ya da yanlışı olabilir. Bu noktada önemli olan, gencin döndüğünde tekrar kapıyı açık bulabilmesidir. Genç için en önemli olan, akran grubudur. Kendisini niçin akranlarla buluşturuyor? Çünkü akranları onun gibi düşünüyor, onun gibi tepki veriyor ve kendisi olduğu gibi akranlarıyla takılıyor. Burada bir zorlama, davranışa yönlendirme, onu kendisini ifade etmekten alıkoyuyor. Gence kendisini ifade edecek bir zaman vermek gerekir. Onları dinlemek gerekiyor. Biz bunları yapmıyoruz. Bir de gençlere uzun bir eğitim imkanından ziyade, gençlik kamplarında, gençlik buluşmalarında eğitimin daha etkin, daha aktif olduğu, daha kalıcı bir eğitim verilebildiğini söyleyebiliriz. Ders ortamları nasıl olmalı? Ders, çok bilinçli bir şekilde yönetilecek. Önce öğretmen kısa bir süre içerisinde -10 veya 20 dakika- konuyu aktaracak, sunumunu yapacak, bilgisini paylaşacak; daha sonra o konuda gencin konuya dahil edilmesi gerekiyor mutlaka. Genç, kendisine verileni, eğitimcinin vermek istediğini aktardıktan sonra, içselleştirmesi için de –özellikle- onu anlatacak, aktaracak, paylaşacak bir ders olması gerekiyor. Peygamber Efendimizin(sav) yöntemleri önemli. Sorularla konuya dikkati çekiyor, merak uyandırıyor. Sorular sorulur, konular hakkında, daha sonra özellikle konu anlatılır; kısa bir süre içinde sorulara geçilir. Kurs döneminde en büyük sıkıntılar, olayların bireyselleşmesi. Eğitimciyle öğrenciler bazen problem yaşıyorlar. Bazen bir davranışın üzerine çok gitmek doğru olmaz. Çok sevdiğimiz bir arkadaşın oğlu gelmişti. Geçmişte İslami gayretleri olan bir insan olduğunu biliyorduk. Çocuğun bir davranışı fark edilmiş ve davranışın üzerine gidilmiş; davranışın üzerine gidildiği için de çocuk patladı ve onu o programdan çıkartmak zorunda kaldık. Gencin bir davranışı üzerinde çok fazla odaklanıldığı zaman, bu, kedinin karşısındaki kocaman bir köpeğe saldırması gibi aynı tepkiyi verebilir. Burada -özellikle çocukların- o kısa süre içerisinde eksikleri varsa da çok fazla yüz göz olmadan ve bir de çocuklara bu eğitimi sevdirerek, özelikle geldiği yer, mekan irtibatının devam edebilmesi ve davranışını ben 40 günde bitireceğim, düzelteceğim anlayışından uzak olarak muhatap alınması ehemmiyetlidir. Genç, sevgi ve saygı içerisinde muhatap alınmalıdır. Neticede iyi ki de ben buraya geldim ve insanların arasında bulundum diyebilmesi lazım.

Mülakatlar * 01 Haziran
Konu resmiEzân-ı Muhammedi (sav)
İbadet

“Biz, kısık sesleriz. Minareleri, Sen, ezansız bırakma Allahım!” Ezan, lügatte “bir şeyi bildirmek, ilan etmek” manalarına gelmektedir. Tevbe sûresinde  “Ve Hacc-ı Ekber (en büyük hac) günü Allah ve Resûlünden insanlara bir ilândır ki, şübhesiz Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır.”  ayetinde “ezan” kelimesi bu manada kullanılmıştır. Şeriat lisanında ise farz namazlarının vaktini bildiren, nassla belirlenmiş belli lafızlardan müteşekkil ilana denilir.  Allah Teâlâ Cuma Sûresinin dokuzuncu ayetinde bizlere şöyle demektedir: “Ey îmân edenler! Cuma günü namaz için seslenildiği (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alış-verişi bırakın! Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır.” Ezan, şeâir-i İslâmiyedendir Mana ve muhtevası yönüyle ezan, hem tevhid, hem İslâm hem de namaz için bir ilandır. Yani ezan vasıtasıyla insanlar bir taraftan namaza çağrılırken; diğer taraftan İslâm’ın esasları da duyurulmaktadır. Allah’tan başka ilah olmadığı, Hz. Muhammedin (sav) O’nun Resûlü olduğu ve asıl kurtuluşun namazda olduğu hakikati ilan edilir. Bu manada ezan İslam şeâirinden olup bütün Müslüman memleketlerinde aslî şekliyle okunması ve muhafaza edilmesi gerekmektedir. Bu açıdan, ezanın şeâir-i islamiyeden olma özelliğini koruması asli şekliyle okunmasına bağlıdır. Nitekim İslam tarihi boyunca ezan hep bu haliyle okunmuştur. Memleketimizde ise yaklaşık 18 meşûm yıl boyunca Türkçe olarak okunmuştur. Resûlullah’ın (sav) ve Hz. Ebûbekir’in (ra) beldelerinde ezan duyulmayan kabilelerle savaşılmasını emretmesi Halid b. Saîd babasından şöyle naklediyor: Resûlullah (sav), Halid b. Said b. As’ı (ra) Yemen’e göndererek, “Bir köyün yanından geçtiğinde eğer ezanı işitmezsen onları esir et!” dedi. O da Benî Zübeyd kabilesinin yanından geçti, ezanı duymadığından onları esir aldı. Fakat Amr b. Ma’dikerb gelip onlar hakkında Halid’e (ra) rica etti. Halid de (ra) onları affetti.  Talha b. Abdullah anlatıyor: Hz. Ebûbekir (ra) dinden dönen Arapların üzerine askerî birlikler gönderdi ve kumandanlara, “Herhangi bir kabileye saldırmadan önce ezan sesini bekleyin, eğer ezan okunursa ‘Niçin itaatsizlik ediyorsunuz?’ diye sormadıkça sakın onlara saldırmayın. Eğer ezan sesi duymazsanız, o zaman baskın yapın. Size karşı koyarlarsa onları öldürün ve sindirin ki, Resûlullah’ın (sav) ölümünden ötürü gevşediğinizi sanmasınlar” dedi. Zührî naklediyor: Hz. Ebûbekir (ra) irtidat edenlerle savaşmak üzere ordu gönderdiğinde “Geceleyin saldırmayın. Nerde ezan sesini işitirseniz, onlara dokunmayın. Çünkü ezan imanın işaretidir.” dedi. İlk ezan Peygamber Efendimiz (sav) Medine’ye hicret ettiğinde cemaat halinde rahatça namaz kılınmaya başlanmıştı. Fakat namaza çağırmak için belirli bir şey yapılmıyordu. Ashab, ezan daha bilinmezken “es-salâtu câmi’atün / Namaz, bir araya getiricidir” diye bağırıyorlardı. Halk böylece toplanıyordu. Kıble Kâbe’ye döndürüldükten sonra ezan emredildi. Ezân emredildikten sonra “es-salâtu Câmi’atün” nidası, bir şey meydana geldiğinde halka duyurulmak için kullanılmak üzere devam etti. Bu nida ile insanlar, haberi almak, kendilerine farz kılınan emirleri öğrenmek için geliyorlardı. Bu nida, namaz vakitleri dışında da söyleniyordu. Resûlullah’ın (sav) namaz vâkitlerini bildirmek için çan ve boru kullanılmasını hoş görmemesi Ebû Umeyr b. Enes, Ensârdan olan amcalarından şöyle rivayet ediyor: Resûlullah (sav) namaz vakitlerini halka bildirmek için bir çare arıyordu. Ona, “Namaz zamanı geldiğinde bir bayrak açalım. Halk onu gördüğünde birbirlerine namaz vaktinin geldiğini söyler!” dediler. Bu Resûlullah’ın (sav) hoşuna gitmedi. “Yahudilerin borusu gibi boru çalalım” denildi. Bu da hoşuna gitmedi ve “Bu, yahudilerin işidir” dedi. Ona hristiyanların çanından bahsedildi. “Bu da hristiyanların işidir” dedi. Abdullah b. Zeyd (ra), Resûlullah’ın (sav) huzurundan, onun üzülmesi sebebiyle, üzüntülü olarak ayrıldı. Bu zata rüyasında ezan öğretildi.   Abdullah b. Zeyd (ra) anlatıyor: Resûlullah (sav) namazı ilan etme işine çok önem veriyordu. Namaz vakti geldiğinde bir kişiyi yüksek bir yere çıkartıyordu. Adam da, namaz vaktini bildirmek için birtakım işaretler yapıyordu. Adamı görenler namaz vakti olduğunu anlıyorlar, görmeyenler ise habersiz kalıyorlardı. Resûlullah (sav) bu duruma üzülüyordu. Ashabdan bazıları, “Ya Resûlüllah! Keşke halka çan çalınmasını emretseydin” dediler. Resûlüllah (sav), “O, hristiyanların yaptığıdır, olmaz!” dedi. Bunun üzerine, “Keşke boru kullanılmasını emretseydin!” dediler. Resûlullah (sav), “Yahudilerin işidir. O da olmaz” dedi. Böylece ben aile efradıma üzüntülü olarak döndüm, çünkü Peygamber üzülüyordu. Geceleyin, fecirden önce uyuyakalmışım. Rüyamda bir kişi gördüm. Elinde de bir çan vardı. Ona, - Ey Allah’ın kulu! Bu çanı satar mısın, dedim. - Ne yapacaksın, dedi. - Namaza davet edeceğiz, dedim. - Sana daha hayırlı olan bir şey bildireyim mi, dedi. - Olur göster; nedir o, deyince, bana ezanı öğretti. Ezanı bitirdikten sonra, az geriye durup, namaza kalkacağın sırada kameti okursun dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sav), “İnşallah bu hak rüyadır. Bilal ile birlikte kalk da gördüğünü ona öğret. Ezanı okusun. Zira onun sesi, seninkinden daha gürdür.” buyurdu. Bilal ile kalktık. Ben ona öğretmeye o da okumaya başladı. Bu sesi evinden işiten Hz. Ömer, hemen çıkıp geldi ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü! Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, onun gördüğü rüyanın aynısını ben de gördüm.” Bu sözü işiten Peygamberimiz (sav) Allah’a hamd etti. Ashabdan bazılarının ezan ve müezzinler hakkında söyledikleri S’ad b. Ebû’l-Vakkas (ra) anlatıyor: “Müezzinlerin kıyamet gününde Allah katındaki payları mücahidlerin payları gibidir. Müezzin ezan ile kamet arasında, Allah yolunda kanlara boyanan kimse gibidir.” Abdullah b. Mes’ud (ra) anlatıyor: “Eğer ben müezzin olsaydım, hac ve umre yapmamak umurumda olmazdı.” Hz. Ömer (ra) şöyle diyor: “Eğer müezzin olsaydım, benim işim kemâle ererdi. Gece ibadetine kalkmamaktan, gündüzün nafile oruçlarını tutmamaktan perva etmezdim. Resûlullah’ın ‘Ya Rabbi! Müezzinleri affet. Yâ Rabbi! Müezzinleri affet!’ dediğini duydum. Bunun üzerine, ‘Ya Resûlüllah! Sen hep müezzinlere dua ediyorsun. Bize bir şey yok mu? Öyleyse biz de ezan için birbirimizle dövüşürüz’ dedim. Resûlullah (sav), ‘Ya Ömer! Hayır. Halkın üzerine bir zaman gelecektir ki ezan sadece zayıf insanlara bırakılacaktır. Fakat Allah bazı kimselerin etlerini ateşe haram kılmıştır. O da müezzinlerin etleridir’ dedi.” Hz. Aişe (rah) şöyle diyor: “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ben Müslümanlardanım diyenden söz bakımından kim daha güzel olabilir?  (Fussilet 33) ayeti müezzinler hakkında nazil olmuştur. Müezzin “Hayyealessalâh” diye bağırdığında Allah’a davet ediyor. Namazı kıldığında salih amel işliyor. “Eşhedüenlâilâheillallah, dediğinde Müslümanlardandır.” Ebû Ma’şer anlatıyor: “Duyduğuma göre Hz. Ömer (ra), ‘Eğer ben müezzin olsaydım, farz olan hacdan başka, hiç bir hac ve umre yapmasam bana hiç de ağır gelmezdi. Ancak eğer melekler inseydi ve ezan okumayı bilseydiler, hiç kimse ezanı onların elinden alamazdı’ demiş.” Kays b. Ebû Hâzim anlatıyor: “Hz. Ömer’in (ra) yanına gittik. Bize, ‘Sizin müezzinleriniz kimlerdir?’ diye sordu. Biz de, ‘Kölelerimiz ve azatlılarımızdır’ dedik. Hz. Ömer (ra), ‘Bu sizin için büyük bir eksikliktir. Eğer halifelik vazifesi tüm vaktimi doldurmasaydı ve ezan okumak için vakit bulsaydım ezan okurdum’ dedi.” Hz. Ali (ra) şöyle diyor: “Resûlullah’a (sav) Hasan ile Hüseyin’i müezzin tayin etmesini istemediğimden dolayı pişman oldum.” Türkçe Ezan İlk Türkçe ezan,  30 Ocak 1932 tarihinde Fatih Camii’nde okundu. 3 Şubat 1932 tarihinde ise, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kur’an, tekbir ve kamet okundu. 18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti, ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. Takip eden günlerde, yurdun her yerindeki Evkaf Müdürlüklerine Türkçe ezan metni gönderildi. 4 Şubat 1933 tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarını, buna uymayanların kati ve şedid bir şekilde cezalandırılacaklarını bildiren bir tamim gönderildi. 1941 yılında çıkarılan bir kanuna göre de Arapça ezan okuyanlar ve kamet getirenler, üç aya kadar hapsedilecek ve 10 liradan 200 liraya kadar para cezası ödeyeceklerdi. 1950 seçimlerinden sonra Demokrat Parti, seçim beyannamesinde de yer alan ‘Ezanın aslına çevrilmesi’ için harekete geçmiştir. Yaklaşık bir aylık çalışmadan sonra 17 Haziran 1950’de ezanın aslıyla okunmasının serbest olduğuna dair kanun yürürlüğü girmiştir. Bu iki tarih arasında 18 yıllık bir süre, koyu bir hasret ve teessür vardır. Ezanın Aslıyla Okunması Gerekir Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ezan, şeâir-i İslâmiyedendir. Şiâr olması, aslıyla okunmasına bağlıdır. Bunun sebeplerini Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir: “Elfâz-ı Kur’âniye (Kur’ân’ın lafızları) ve tesbîhât-ı Nebeviyenin lafızları, câmid (cansız) libâs (elbise) değil, cesedin hayatdâr cildi gibidir. Belki mürûr-u zamanla (zamanın geçmesiyle) cild olmuştur. Libâs değiştirilir, fakat cild değişse vücûda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübârekeler, ma‘nâ-yı örfîlerine alem ve nâm olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez.” Ezan gibi alem (özel isim) haline gelmiş mübarek lafızlar değiştirilse, nûrâniyetini kaybettiği gibi, bir süre sonra usanç vermeye başlar. Halbuki bu mübarek lafızların tekrarında bütün manevî duyguların hissesi vardır. Bu durumu bizzat tecrübe eden Bediüzzaman Hazretleri, “İşte kendim tecrübe ettiğim şu hâlet gösteriyor ki, ezan gibi ve namazın tesbîhâtı gibi ve her vakit tekrar edilen Fâtiha ve Sûre-i İhlâs gibi hakâikleri, başka lisân ile ifade etmek çok zararlıdır. Çünki menba‘-ı dâimî (esas kaynak) olan elfâz-ı İlâhiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o dâimî letâifin (güzelliklerin) dâimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâakal (en az) on sevabı zâyi‘ olması (kaybolması); ve huzûr-u dâimî bütün namazda herkes için devam etmediğinden, gaflet içinde, tercüme vâsıtasıyla insanların tabirâtı (tabirleri) ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur” demektedir.  Elhâsıl: Zarûriyât-ı dîniye (dine ait değiştirilemez hükümler) mahfazaları (koruyucuları) olan elfâz-ı kudsiye-i İlâhiyenin yerine hiçbir şey ikâme edilemez (konulamaz). Ve yerlerini tutamaz. Ve vazîfelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de, dâimî, ulvî, kudsî ifade edemezler.

Abdulmelik YANGIN 01 Haziran
Konu resmiRisale-i Nur Talebelerinin Yetkinlikleri
Risale-i Nur

Yetkinlik, insanın sahip olduğu bilgi, beceri, yetenekleri ve o insanı, bir nevi diğer insanlardan farklı kılan özellikleri olarak ifade edilebilir. Benzer şekilde organizasyonların da; entelektüel sermayelerinin temelini oluşturan ve diğer organizasyonlardan ayıran -insan sermayesi başta olmak üzere- temel yetkinlikleri vardır. Organizasyonu diğerlerinden a­yıran en temel özellik, zamanla kurumsallaştırabileceği çalışanlarının yetkinliğidir. Stratejilerini hayata geçirebilmenin en önemli ayağını, uygulayıcıların yetkinliği oluşturmaktadır. Çok mükemmel bir vizyon ortaya koyabilirsiniz, inanılmaz stratejiler üretirsiniz, ama onları uygulayacak insanlar o konularda yetkin değillerse, vizyonunuz da stratejileriniz de bir işe yaramayacaktır. Binaenaleyh dünyaya mâl olmuş bir hizmetin tabilerinin taşıması gereken özellikler ve yetkinliklerin belirlenmesi ve ortaya konulması oldukça önemlidir. Elbette bu cihanşümul davayı omuzlayacak fertler belli konularda yetkin olmalıdır. Bu fertlerin, Allah’tan başkasına eğilmeyen ihlâslı başları, fırtınalara karşı duracak metanetli omuzları,  asla sarsılmaz sadık gönülleri, canından vazgeçebilecek fedakâr ruhları olmalıdır ki dava yürüsün, Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğu dünyaya gösterilsin, insanların imanı kurtulsun. Bu minvalden bakılınca, Bediüzzaman Hazretlerinin,  eserlerinin muhtelif yerlerinde, iman ve Kur’an hizmeti yapan Risale-i Nur talebelerinin taşıması gereken özelliklere ve yetkinliklere dikkat çektiği görülmektedir. Zaman zaman Üstad, bu özellikleri sayarak ve özellikle saff-ı evvel Risale-i Nur talebelerini örnek göstererek, adeta bu şekilde olunmalı diye ifade etmektedir. Bazen de kendisinden örnekler vererek bu konulara dikkat çekmektedir. Üstadın stratejik hedeflerini gerçekleştirecek ve vizyonuna ulaştıracak kadrolardan beklediği yetkinliklerin önde gelenlerini; ihlâs, sebat, metanet, sadakat, terk-i enaniyet, takva, ictinab-ı kebair (günahlardan kaçınmak), sünnet-i seniyyeye mutabaat (tabi olmak), uhuvvet ve tesanüd (kardeşlik ve dayanışma) olarak sıralamak mümkündür. Bu yetkinlikleri birbirinden ayırmak çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Bediüzzaman Hazretleri birçoğunu birlikte ele almaktadır. Ancak bazılarını özellikle birlikte vurgulamaktadır. Biz de birlikte vurgulananlara dikkat çekerek, bu yetkinlikleri kendi ifadelerimizi sadece birleştirici olması için katıp, Risale-i Nurda geçen ifadelere fazla dokunmadan aktarmaya çalışacağız. İhlâs İhlâs, Risale-i Nur talebelerinin en önde gelen yetkinliğidir. Risale-i Nur’da tek başına ele alınan yerlerin yanı sıra birçok yerde diğer yetkinlikler ile beraber, özellikle zikredilmektedir. İhlâslı olmak, diğer tüm yetkinlikleri adeta gerçek hüviyetine büründürmesi açısından, diğer yetkinliklerle beraber hemen hemen her yerde ihlâstan bahsedilmektedir. Adeta, ihlâssız diğer yetkinliklerin bir değerinin olmayacağı vurgusu yapılmaktadır. Üstad, ihlâsı bazen bir vazife, bazen en büyük bir meslek esası, bazen de kazanılması gereken en önemli bir yetkinlik olarak vurgulamaktadır. Aşağıda bu ifadelerden bir kaçı bulunmaktadır. Vazifemiz ihlâs ile iman ve Kur'ân'a hizmet etmektir (Emirdağ Lahikası-2, 55)! Evet, mesleğimizde ihlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. (Kastamonu Lahikası 322 ) Böyle manevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz وَ يُؤْثِرُونَ عَلَى اَنْفُسِهِمْ sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. (Lem'alar,169) Sebat,  Sadakat ve Metanet Risale-i Nur’da sebat, sadakat ve metanet çoğu zaman ikili ya da üçlü olarak beraber zikredilmektedir. Birbirlerini gerekli kılan bu yetkinlikler, davanın sürdürülebilmesi ve vazifenin gerçekleştirilebilmesi açısından oldukça önemlidir. Sadakatle hizmet etmek, sarsılmadan sıkıntılara karşı metanetli olmak ve davasında sebat göstermek, Üstadın üzerinde durduğu olmazsa olmazlardır. Bu yetkinlikler, bazen de başta ihlâs olmak üzere, diğer bazı yetkinliklerle birlikte ifade edilmektedir. Aşağıda bu yetkinlikler ile ilgili bazı yerler aktarılmaktadır. Risale-i Nur kendi sadık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymetdar neticeye mukabil fiat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister. (Kastamonu Lahikası, 155) Risale-i Nur'un o zahmet çekenlere kazandırdığı iman-ı tahkikî ve iman-ı tahkikî ile hüsn-ü hatime ve şirket-i maneviye ile yüzer adam kadar a'mal-i sâliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, Bu iki neticenin fiatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkârlıktır. (Şualar, 383) Hem yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir. (Kastamonu Lahikası, 112) Bu yetkinliklerin ihlâs ile beraber zikredildiği yerlere birkaç misal aşağıya alınmıştır. Risale-i Nur'un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. (Kastamonu Lahikası, 110) Mahkemeye hükmedip galebe çalan, sizlerin hârika sadakatınız ve fevkalâde ihlâsınız ve sarsılmaz metanetiniz ve kuvvetli tesanüdünüz olduğu bizce kat'iyyet kesbetti, şübhemiz kalmadı. (Kastamonu Lahikası, 191) Isparta ve havalisindeki Risale-i Nur şakirdlerinde fevkalâde bir sadakat ve sebat ve uhuvvet ve ihlâs ve kahramanlık var ki; bu acib zamanda binler esbab-ı fesad ve ifsad içinde vahdetlerini ve ittifaklarını ve hizmette ciddiyetlerini muhafaza ediyorlar. (Kastamonu Lahikası, 312) Onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun. (Kastamonu Lahikası, 133) İhlâs ve sadakat ve sünnet-i seniyyeye mütâbaat ve hizmet derecesine göre o küllî ubudiyete sahib olur (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 168). Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlâsta, sadakatta çalışmak gerektir. (Kastamonu Lahikası, 120) Takva, Azimet, İctinab-ı Kebair ve sünnet-i seniyyeye Mutabaatt Bediüzzaman Hazretlerinin birlikte ifade ettiği diğer bir yetkinlik kümesi de takva, azimet, ictinab-ı kebair ve sünnet-i seniyyeye uymaktır. Bu ifadelerin bazen ihlâs ve diğer yetkinlikler ile beraber geçtiği yerler de vardır. Başta da denildiği gibi, bu yetkinlikleri birbirinden ayırmak pek mümkün olmamaktadır. Sadece birlikte vurgulananları ifade etmek için böyle bir kümelemeye gidilmiştir. Risale-i Nur'un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebairdeki takvalarında, Kur'an hesabına vazifedar sayılırlar. (Kastamonu Lahikası, 235) Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlâsta, sadakatta çalışmak gerektir (Kastamonu Lahikası, 120) İhlâs ve sadakat ve Sxünnet-i Seniyyeye mütâbaat ve hizmet derecesine göre o küllî ubudiyete sahib olur. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 168) Uhuvvet, Tesanüd ve Terk-i Enaniyet Risale-i Nur talebelerinin taşıması gereken ve beraber kullanılan diğer yetkinlikler, uhuvvet, tesanüd ve terk-i enaniyettir. Daha açık olarak, kardeşlik, dayanışma ve benlikten sıyrılmaktır. Bu yetkinliklerin, talebeleri bir arada tutan ve cemaat olmayı sağlayan yetkinlikler olduğu göze çarpmaktadır. Üstadın bunları bir arada özellikle kullanmasının bir sebebi de cemaat olma şuuruna vurgu yapmak istemesi olabilir. Yine bu yetkinlikler ile beraber özellikle ihlâsı birlikte ele alan yerler bulunmaktadır. Onun için ehl-i hakikat, -hattâ meşru bir tarzda dahi olsa- enaniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur'un hakikî şakirdleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşallah bu fırtınada sarsılmayacaklar. (Şualar, 386) Hâfız Ali'nin mektubunda, Risale-i Nur şakirdlerinde sırr-ı ihlâsın ne derece yüksek bir terk-i enaniyet ve hazz-ı nefsîden teberri etmek gibi, ihlâsın en yüksek seciyeleri Risale-i Nur şakirdlerinde tezahür ediyor diye bir delil oldu. (Kastamonu Lahikası, 318) Zâten Risale-i Nur'un bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlâs ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. (Emirdağ Lahikası-1, 49) Mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enaniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir. (Şualar, 381) Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat'î kanaatimiz olduğu gibi; yirmi senedir nefs-i emmarem ister istemez o mesleğe itaate mecbur olmuş. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi,53 ) Evet, bahtiyar odur ki; kevser-i Kur'anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev'indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir. (Lem'alar, 173) Yukarıda yazdıklarımızın dışında da Risale-i Nur talebeleri için başka yetkinlikler muhakkak düşünülebilir ve Risale-i Nurun farklı yerlerinde karşılaşılabilir. Ama Üstad Hazretlerinin özellikle üzerinde durduğu ve çok yerlerde tekrar tekrar ele aldıkları yetkinlikler bunlardır diyebiliriz. Bediüzzaman Hazretleri bu yetkinliklere vurgu yaparak, davasını omuzlayacak talebeleri için bir çerçeve çizmektedir. Onun yolunda gidecek olanlar bu yetkinliklerini tanımlamalı ve geliştirmeye çalışmalıdır ki, Üstadın istediği ve beklediği bir hizmet tarzı sürdürülebilsin.

Mecit Asaf ÇALIK 01 Haziran
Konu resmiMerhamet
İnsan

Kanadı kırıkların sığınağı, âlemlere rahmet olarak gelen yaratılmışların en şereflisi, en asili, en güzeli olan Efendimiz (sav) için bir zavallının gönlünü kırmak O’nu çok üzerdi. Efendimiz (sav)’i böyle hassas duygularla yaratan Rabbimiz O’nu (sav) bize şöyle tanıtıyor: “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128-129) Efendimizin en kısa hadisi neydi, hatırlayalım: “Kızmayın!” Çünkü biliyordu ki kalbi kırmak imanı zayıflatır, muhabbetî uhuvvete halel getirir. Her işin başı Müslim -İslam Dininin gerektirdiği tarzda yaşayan- bir mümin, Allah’ı (cc) Esma-yı Hüsna’sındaki Rahman, Rahim, Rauf gibi isimlerinin anlamıyla, merhamet eden, acıyan, şefkat göstermek demek olan sıfatlarıyla tanır, bilir. Bunu bize telkin etmek içindir ki yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, her hayırlı işe ilk ayeti olan “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” diye başlar, bize de başlayın diye ders verir. Rahman ve Rahim olan Allah ile başlayan, kazanç ile başlar. Çünkü merhamet, büyüklüğün şanındandır. Ve Allah, en büyüktür. İnancımızın temel taşı olan ihlâsımız da bize merhametli olmamız gerektiğini işaret eder. Allah’a karşı samimi olan bir Müslüman, “(Habibim, ya Muhammed!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi‘ olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın! Çünkü Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (Al-i İmran, 31) emr-i İlahî mucibince, Efendisi (sav) gibi ihlâslı olmak için merhametli olmalıdır. Aydınlığımızı azaltan azalanlarımız Karanlık odaların aydınlığa dönüşmesi için gaz lambası vardı eskiden, gazı azaldığında içerisi loş bir hal alır, gaz yağı bittiğinde ise tamamen karanlık olurdu. Günümüzde gündüzümüz bile karanlık… Aydınlığımızı azaltan azalanlarımız mı var? “Ey iman edenler iman ediniz!” ikazı bizler için değil miydi? Dönüp kendimize bakalım. Tamamen bitmeden önce, Rahman ve Rahim olan Allah’ın (cc) merhametine iltica edelim. Merhametimizi kaybedersek, aydınlıktan nasıl bahsedebiliriz? Zarif olmak gerekiyor merhamet için; ince, nazik ve kalp kırmaktan korkmak gerekiyor. Ahir zamanda zalimler değil kalp kırmak; can alıyor, zulmediyor, kana doymuyor. Samimiyetsizler, çaresizler, gayretsizler, bana neciler de sadece seyrediyor. Gecemizi aydınlatacak günümüzde merhamete ne kadar çok ihtiyacımız var oysa. Büyük lamba Karanlıkta kalmış bir oda misali artık dünya! Aydınlanması için büyük bir lambaya, ittihad-ı İslam şuuruna ihtiyacımız var hulasa, merhamete ihtiyacımız var doyasıya. Çünkü; Cerir bin Abdullah Radıyallahu Anhın naklettiğine göre Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: “Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz.” (Buhari, Tevhid 2, Edeb 27; Müslim, Fedail 66, Tirmizi, Birr 16) “Günümüzde incelik kalmadı” ika­zı, merhamet rezervlerimizin azaldığına mı işarettir? Yoksa kalbimize her an damla damla akan günahların kararttığı merhamet yoksunlarına mı dönüşüyoruz? Evlerimizin Truva atı Yoksa çağımızın vebası televizyon/interet vb. günahları evimizin içine, mahremimize hatta kalplerimize, kafalarımıza kadar işliyor da farkında mı olmuyoruz? Çocuklar yıllarca, kaçan fare kovalayan kedi ile avunurken ‘eğleniyor’ diye ses çıkarmayan bizler, şimdi kapısına gelen Müslüman kardeşine, “Neden benim çocuğum merhamet etmiyor, zalimler gibi davranıyor” diye şikâyet ediyoruz! Aslında kabahatli televizyon değil, -üzülerek söylemeliyim ki- televizyonu evimize sokan yine bizleriz. Su kırılır mı? Meşhur su araştırması vardır; yanında güzel şeyler söylenen suyun kristal yapısı ile menfi, kötü şeyler söylenen suyun kristal şekli değişiyor hani. Cesedimizin dörtte üçünün su ile dolu olduğu bilgisi ışığında, kalbimizin kabil yani Allah’a dönük ve alıcı olacağı saatlerde televizyon karşısına geçip dövüş filmleri izlemek, elbette merhametsizliğimize yol verecek, asabi ruhlar yetiştirecektir. İslamiyet, insaniyet-i kübradır. İnsanı yüceltecek de iman ve İslam’dır. Ve İslamiyet, merhamet dinidir. Düşmanın bile hakkını, hukukunu koruyan anlayışa sahiptir. İman varsa insan da vardır, merhamet de… Said olmak için Ahmed er-Rifai Hazretlerinin bir eserinde okumuştum… Said Olanların üç alameti vardır: Nebiyy-i Muhtar (sav)’in sünnetine sarılmak, Hakk’ın dostlarıyla birlikte olmak, Melik ve Cabbar olan Allah’tan utanmak. Reçetemiz, başta da dediğimiz gibi Âlemlere Rahmet olan Efendimiz (sav)’in sünnetine sımsıkı bağlanmak. Geldiğimiz, olduğumuz ve gideceğimiz yerin şuurunda olmak… Yalancı televizyon dostları yerine; derdi ile dertleneceğimiz, neşesi ile neşeleneceğimiz dostlar edinmek; ki Allah dostu olan insanlar ile yaşayabilmek, en önemlisi de Allah (cc) karşısında mahkeme-i kübra da cevap vereceğimizi düşünerek hayâ ile hareket etmek. Tüm bunlar bizi merhametli bir kul, merhametli bir toplum/ümmet yapar, vesselam. İşi 66’ya bağlamak İşi duaya bağlamak, merhametin kaynağından merhamet ummak ise, buyurun duaya… Allah'ım, kalplerimizi İmân ve Kur'ân nuruyla nurlandır. Allah'ım, bizi sana muhtaç olduğumuzun şuuruyla zenginleştir. Senden müstağnî durma fakirliğine düşürme. Kendi güç ve kuvvetimizden teberrî ediyor, senin havl ve kuvvetine sığınıyoruz. Bizi Sana tevekkül edenlerden kıl. Bizi nefsimizin eline bırakma. Bizi, koruyuculuğunla muhâfaza eyle. Bize ve erkek, kadın bütün müminlere merhamet et. Kulun, peygamberin, seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, masnuatının meliki ve sultanı, inâyetinin gözbebeği, hidayetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin timsali, mahlûkatının nuru, mevcudatının şerefi, mahlûkatının çokluğu içinde birliğinin kandili, kâinat tılsımının keşşâfı, rubûbiyet saltanatının dellâlı, hoşnut olduğun şeylerin tebliğ edicisi, gizli isimlerinin tanıtıcısı, kullarının muallimi, ayetlerinin tercümanı, rubûbiyet güzelliğinin aynası, şuhud ve işhâdının medârı, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Habîbin ve Resûlün olan Efendimiz Muhammed'e, onun bütün âl ve ashâbına, kardeşleri olan diğer peygamber ve resûllere, melâike-i mukarrebîne ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle. Âmin.

Ali MAMAK 01 Haziran
Konu resmiSer Mimârân-ı Hâssa Mimar Sinan
Tarih

Mimar Sinan, 1490 yılında, Kayseri’nin Ağırnas köyünde dünyaya gelmiştir. Yirmi iki yaşında, Yavuz Sultan Selim’in hükümdarlığı sırasında başlatılan ve Rumeli’de olduğu gibi Anadolu’dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama nedeniyle İstanbul’a gelişinin ardından, orduya asker yetiştiren “Acemi Oğlanlar Ocağı”na girmiştir. Ocakta dülgerliği (marangozluk) öğrenen Sinan, yapı işlerinde görev alırken, çağın önde gelen mimarlarının yanında çalışma fırsatını elde etmiştir. 1514’te Çaldıran Savaşı ve 1516-1520 arasında yapılan Mısır Seferlerinden sonra, İstanbul’a dönüşünün ardından Yeniçeri Ocağı’na alınan Sinan, Kanuni döneminde, 1521’de katıldığı Belgrad, 1522’deki Rodos Seferlerinden sonra subaylığa yükseltilmiştir. 1526 yılında, Yaya başı olarak çıktığı Mohaç Seferinden sonra, cephane sorumlusu görevi verilen Mimar Sinan, 1529’da Viyana, 1529-1532 arasında Almanya, 1532-1535 arasında da Irak’a düzenlenen, Bağdat ve Tebriz Seferlerine katıldı. Son Bağdat seferinde, Van Gölü’nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması, Sinan’a, “Haseki” unvanını getirmiştir. 1536’da Pulya Seferlerinin ardından çıkılan 1538 yılındaki Moldova seferinde, Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekerek, Yüksek Dergâh Mimarları Başkanı olan ve 1539’da, Mimar Acem Ali’nin ölümü üzerine onun yerine saray baş mimarı olan Sinan, ölümüne kadar, günümüz devlet sisteminde Bayındırlık Bakanlığı’na denk gelen bu görevi sürdürmüştür. Osmanlı’nın en güçlü çağında yaşayan ve Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat olmak üzere, üç padişah döneminde mimarbaşılık görevini yapan Mimar Sinan, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık eserlerini tasarlanıp uygulanmasında en büyük rolün sahibiydi. Elli yıla yakın süreyi kapsayan Osmanlı Devleti’nde yaptığı mimarlık görevi boyunca, yapılarında gerçekleştirdiği deneyler ve getirdiği yeniliklerle, zirveye taşıdığı Osmanlı-Türk mimarlığının klasik döneme geçişini sağladı. Mimar Sinan, birçoğu İstanbul’da olan, 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret ve 3 darüşşifa, 7 suyolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam ve kaydı olmayanlarla beraber, üç yüz elliyi aşkın yapının baş mimarlığını üstlenmiştir. Yeniçeri ordusunda bir asker olarak değil, istihkâm işlerinin idare ve tasarımından sorumlu olarak görev yapan Mimar Sinan’ın ilk eseri, 1536-1537 arasında yaptığı, Halep’teki Hüsreviye Camii’dir. İstanbul’daki ilk eseri ise 1539’da inşa edilen Haseki Külliyesi olan Mimar Sinan’ın, mimarbaşı olduktan sonraki ilk büyük ve önemli eseri ise, 1543-1548 seneleri arasında yapılan, kendisinin çıraklık dönemi eseri olarak tanımladığı dönemde yaptığı, dört ayağın taşıdığı ve dört yarım kubbenin desteklediği bir kubbe ile örtülü olan, içerde daha aydınlık bir mekân oluşturmanın hedeflendiği ve dış görünümün kitlesel etkisi azaltılan, İstanbul’daki Şehzade Mehmed Camii’dir. Daha sonra yaptığı, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’nde, yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekân elde etmeyi deneyen Sinan’ın, kalfalık dönemi eseri olarak adlandırdığı, Osmanlı-Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri olan Süleymaniye Camii ve Külliyesi’nin yapımında, İstanbul’daki Bayezid Camii’nde kullanılan taşıyıcı sistem tekrarlanarak, dört ayaküstüne oturan kubbe, mihrap yönündeki yarım kubbelerle desteklenmiştir. Mimar Sinan, ustalık dönemi eseri olarak nitelendirdiği, Klasik dönem Osmanlı-Türk mimarlık üslubunu ortaya koyan, kurallarını belirleyen çok önemli bir şâheseri olan Edirne Selimiye Camii’ni inşa etti. 1557’de tamamladığı ve kendisine “Koca” unvanını getiren, Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın baş eseridir. Sultan III. Murad döneminde Mekke’nin onarımı için Hicaz’a gönderilen Sinan, 1573’te tamamladığı, Kasımpaşa’daki Kaptan-ı Derya Piyale Paşa Camii’nde eski ulu camilerin planına dönüş yaparak, kuruluş döneminin özellikleriyle, uzun mimarlık hayatı süresince edindiği deneyimlerin sentezini uygulamıştır. İstanbul’un su sorununu çözmekle görevlendirilen Sinan’ın mühendis yanı, suyolları ve köprüleri yaparken ortaya çıktı. Bentleri, tünelleri, suyolları ve suyolu kemerleriyle, biriktirme ve dağıtma yapılarıyla, uzunluğu 50 kilometreyi aşan ve Kırkçeşme adıyla anılan su yapıları inşa eden Sinan, bu yapıların bazılarında zamanın mühendislik bilgilerini de aşan çeşitli tasarımlara imza attı. Sinan’ın, İstanbul’daki Süleymaniye Külliyesi’ni yedi, Edirne’deki Selimiye Camii’ni de altı yılda tamamlamış olması, XVI. yüzyıl Osmanlı mimarlık ve yapı kurumlarının hız ve verimini ispatlar. 17 Temmuz 1588’de İstanbul’da vefat ettiğinde, ardından yüzlerce mimari eser bırakan Mimar Sinan’ın beyaz taşlı, sade bir yapı olan türbesi, Süleymaniye Külliyesi’ndeki, Haliç duvarının önündedir.

Mustafa YILMAZ 01 Haziran
Konu resmiHeybe
Tarih

Çinicilik, UNESCO korumasına giriyor Kültür Ve Turizm Bakanlığı, Anadolu topraklarında bin yıldır yaşatılan çiniciliğin, UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültür Mirası Listesi’ne dâhil edilmesi amacıyla dosya hazırladı. Araştırma ve Eğitim Genel Müdürü Ahmet Arı, Anadolu’nun en eski sanatlarından çiniciliğin de dünyanın korunacak ortak mirasları arasında yerini almaya hazırlandığını söyledi. Kültürel değerlerin gözle görülür kılınması, bilinçlenmesinin sağlanması ve kültürel diyaloğun desteklenmesi amacıyla böyle bir liste hazırlandığını anlatan Arı, Türkiye’nin bu listeye giren kültürel geleneklerinin sayısının ise kısa süre önce listeye kabul edilen Türk kahvesiyle 11’e yükseldiğini belirtti. Kitap okuma AB’de yüzde 21, bizde 0,1! Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), Türk insanının kitap okuma alışkanlığı ile ilgili yaptığı araştırma içler acısı bir gerçeği gözler önüne serdi. Türkiye’nin okuma alışkanlığında dünyada 86. sırada olduğunu gösteren çalışmada, okuma alışkanlığımızla ilgili elde edilen veriler utanılacak cinsten. Geçen yıl 26 ilde 6212 kişiyle yapılan araştırma sonuçlarına göre günde 6 saat televizyon izleyip, 3 saat internete giren Türk insanı, kitap okumaya sadece 1 dakika ayırıyor. Vatan’ın haberine göre, vatandaşların okuma alışkanlıklarını ortaya koymayı hedefleyen araştırma, Türkiye’nin 26 ilinde Adana, Ağrı, Ankara, Antalya, Aydın, Balıkesir, Bursa, Erzurum, Gaziantep, Hatay, İstanbul, İzmir, Kastamonu, Kayseri, Kırıkkale, Kocaeli, Konya, Malatya, Manisa, Mardin, Samsun, Şanlıurfa, Tekirdağ, Trabzon, Van ve Zonguldak’ta 6212 kişiyle yüz yüze görüşme yapılarak gerçekleştirildi. Çalışmada varılan bir diğer sonuçta ise Avrupa’da yüzde 21 olan okuma oranının Türkiye’de sadece binde bir olduğu ortaya çıktı. Dünyada en fazla kitap okuyan ülkelerin başında yüzde 21 oranıyla İngiltere ve Fransa yer alırken, bu ülkeleri sırasıyla Japonya yüzde 14, Amerika yüzde 12 ve İspanya yüzde 9 ile takip etti. Türkiye, yüzde 0,1 okuma oranı ile listenin son sıralarında yer buldu. Türk edebiyatından bin adet eser 54 dile çevrildi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından edebiyatımızın dışa açılımını amaçlayan TEDA projesi kapsamında yayımlanan eser sayısı bine ulaştı. Türk kültür, sanat ve edebiyatının yurtdışında tanıtılmasında görülen eksiklik üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde çeviri ve yayım destek projesi çalışmaları başlatılmıştı. Çalışmalar sonucu 2005’te TEDA Projesi hayata geçirildi. Aradan geçen 9 yılda bin eseri yabancı okurların beğenisine sundu. Proje bugüne kadar 54 dile ulaştı ve 58 ülkeye ulaştı. Bu ülkelerde faaliyet gösteren 382 yayımcı kuruluşa 54 farklı dilde toplam bin 456 esere destek sağlandı. Bunlardan bin kadarı yayımlanarak okurların beğenisine sunuldu. Proje kapsamında yazarlarımızın eserlerinin en çok çevrildiği diller sırasıyla Almanca, Bulgarca, Arapça, Arnavutça, İngilizce, Farsça, Makedonca, Fransızca, Boşnakça ve Yunanca oldu. 2013’te 36 dilde 227 eser yayımlanarak yabancı okurlarla buluştu. TEDA Programı yıl boyunca başvuru kabul ediyor. Başvurular, TEDA Danışma ve Değerlendirme Kurulu’nca yılda 2 kez yapılan toplantılarda değerlendiriliyor. Destek başvurusu yapılan eser için planlanan baskı adedi en az bin olmak zorunda. 25 metrelik Kur’an-ı Kerim’e büyük ilgi Osmanlı eserleri arasında yer alan ve 19. yüzyılda 25 metre bez üzerine tamamı yazılan Kur’an-ı Kerim, ziyaretçilerin ilgi odağı oluyor. Erzurum’daki Yakutiye Medresesi’nde açılan “Mukaddes Miras Mushaf-ı Şerif” sergisinde, Çin’den Fas, Tunus, Cezayir’e, Osmanlı coğrafyasının yayıldığı merkezlerden Mısır, Irak, İran, Hindistan topraklarına kadar dönemin hattatları tarafından yazılan eserler yer alıyor. Bez, deri, kâğıt gibi farklı malzemeler üzerine yazılan ve kûfi, muhakkak, reyhani, sülüs, nesih hat çeşitleri olan Kur’an-ı Kerimler, ziyaretçilerin dikkatini çekiyor. Sergide ilgi odağı olan ve Osmanlı eserleri arasında yer alan 25 metrelik Kur’an-ı Kerim’in 19. asırda yazıldığı ve Türkiye’de tek olduğu tahmin ediliyor. Hattatın ismi belli olmayan eserde, Kur’an-ı Kerim’in tamamının yazıldığı görülüyor. Bezin üzerine rahat yazılması için özel bir işlem uygulanan eserin, kuru, havadar yerde korunarak, gelecek nesillere aktarılması sağlanıyor. Serginin sanat danışmanlığını üstlenen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Rıza Özcan yaptığı açıklamada, “Mukaddes Miras Mushaf-ı Şerif” sergisinin yedinci ayağının Erzurum olduğunu belirterek, serginin kentte büyük ilgi gördüğünü söyledi. Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar ve Kaçarlar dönemlerinden günümüze kadar geniş bir zaman ve coğrafyada ortaya konan eserlerin sergide yer aldığını anlatan Özcan, “Ayrıca sergilenen küçük Kur’an-ı Kerim, sancak Kur-ân’ı’dır. Sancakların üzerine takıldığı için bu isimle anılıyor. Ebatları oldukça küçüktür. Mushaf’ın tamamı yazılıdır. Müze ve özel koleksiyonlarda örneklerine rastlamak mümkündür” ifadelerini kullandı. dedi. Yaptığım incelemede eserin 19. yüzyılda yapıldığını tespit ettim Özcan, “25 metrelik Kur-ân da 19. asırda yazılmıştır. Hattat ismi yani yazanı belli değildir. Osmanlı eseridir. Burada da Kur-ân’ın tamamı yazılmıştır” dedi. Bezin üzerine rahat yazılması için özel bir işlem uygulandığını anlatan Özcan, “Hattatlar kâğıtları terbiye ediyor. Farklı teknikler var. Kâğıtlar çok emicidir. Zemini oluşturmak için buğday nişastasını pişirip, şap katıyoruz. Yumurta akını şapla kestiriyoruz. Böcek gelmesin diye. 25 metre bez üzerine Kur-ân’ı yazarken böyle bir teknik uygulanmış. Çünkü bez üzerine yazmak kolay değil” diye konuştu. Özcan, bu Kur’an-ı Kerim’in dünyada nadir eserler arasında yer aldığını vurgulayarak, “25 metre bez üzerine Fatiha’dan Nas Suresine kadar Kur’an’ın tamamı var. Süsleme özellikle Kur’an’ın sonunda yok. Yaptığım incelemede eserin 19. yüzyılda yapıldığını tespit ettim. Bu eser, Osmanlı coğrafyasında nadir örneklerden biridir. Türkiye’de gördüğüm tek örnek, 25 metre olarak. Rulo şeklinde, sayfa mantığıyla da yapılmamış”

Sena İKBAL 01 Haziran
Konu resmiNiçin Hayrât Vakfını tercih ettim?
Risale-i Nur

İstanbul Zeytinburnu’nda gasilhanede Ahmet Ammar’ın cenazesinin yıkanılmasını beklerken, yanıma Said Nuri Hoca ve Hayrât’ın bir büyüğü geldi. Sabretmemiz için bize teselli vermek istiyorlardı.  Onlar da en sevgili talebelerinden birini kaybetmişlerdi. Said Nuri Hoca, Bediüzzaman Hazretleri ve Ahmet Hüsrev Efendi’den sonra cemaatin üçüncü lideri durumundadır. Said Nuri Hoca, bana çok nasihat verdi ve bana daima “Ahmet Ammar bir dava adamı olarak, ameli, Allah tarafından razı olunan bir şehid olmuştur” diyordu. Onun kaybından dolayı üzülmekle  beraber, “Bu çocuk Allah’ın rahmetine güzel bir şekilde gittiği için mutluyum” diyordu. Said Nuri Hoca'nın hiç unutamadığım bir sözü de şu idi: “Ahmet Ammar ile Muhammed Fatih’in bir benzerlikleri var. Her ikisi de fatihtir. Muhammed Fatih İstanbul’u  fethettiği için bu unvanı aldı; Ahmet Ammar da gelecekte gençlerin kalp şehirlerini fethedecek ve bu da çok mühim” diyordu. O zaman ben -hala hadisenin tesirinde olduğum için- sadece kafamı sallamakla yetiniyordum ama Hocanın ne demek istediğini pek anlayamamıştım. Dört ay içerisinde Ahmet Ammar’ın hadisesi bütün ülkede, anne ve babalar arasında, özellikle gençler arasında çok yayıldı. Bu hadiseyi, gençler, büyük bir şevkle karşıladılar. Ben ve hanımım, her nereye Ahmet Ammar hakkında  konuşmak için davet edilmişsek, onlar da oraya koşarak geldiler. Sunumlarımız birçok üniversite ve okulda fevkalade bir şekilde karşılandı, hatta gelecek 2 aya kadar, bütün günlerimiz programlarla, davetlerle dolu. Niçin ben Hayrât Vakfını tercih ettim? Belki daha iyi ve daha heybetli başka cemaat de olabilirdi. Neden başkası değil de Hayrât Vakfı? Çok defalar, hususen 2005 yılında, IDSB ile beraber çalışmaya başladıktan sonra, Türkiye'ye sıklıkla gidip geldiğimde, Türkiye'de İslam için mücahede eden birkaç cemaati değerlendirme fırsatı buldum. Hayrât Vakfı tarafından terbiye edilen gençlerden çok etkilendim. Onlara vazife verildiği zaman, gayet şevkli ve ciddi idiler. Daima sabırlı ve edepli bir halleri vardı. Ihlâs nuru, daima yüzlerinde parlıyordu. Hayrât’ın önde gelenlerinden birisine ahlaklı talebe yetiştirmek hakkında sormaya  fırsat buldum. O dedi ki: “Biz, bir gencin imanını kurtarmak için, dünyamızı feda etmeye hazırız.” İşte bu cevap, Hayrât Vakfı'nın Ahmet Ammar’a yol gösterip, ahiret geleceğini onunla kazanması noktasında bana kanaat verdi. Elhamdülillah, Ahmet Ammar, Hayrât’ın başarılı bir talebesi oldu. 8 ay içerisinde Risale-i Nur'un tamamını Türkçesinden okumaya muvaffak oldu. Hala hatırlıyorum, İstanbul’da beraber olduğumuz zaman bana dedi ki: “Ben Risale-i Nur'un tamamını okudum. İkinci defa maneviyatını anlamak ve daha da derinleşmek için tekrar okuyacağım.” Ahmet Azzam Abdurrahman tarafından, bu konuda Malayca olarak 3 ay içerisinde 3 kitap yazıldı ve yaklaşık 200 bin sattı. Her kitapta Hayrât Vakfının hizmetlerine temas edilmekle beraber, özellikle son kitapta Bediüzzaman Hazretleri, Hüsrev Efendi ve Risale-i Nurlar tanıtılırken, Vakfın Türkiye ve yurtdışındaki hizmet ve faaliyetleri hakında detaylı bilgiler verilmektedir.

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiHayrât Vakfı Gençlik
İnsan

Hayrât Vakfı Gençlik Komisyonu’nun 2010 yılından itibaren her yıl organize ettiği "Gençler Yarışıyor Kitap Okuma ve Bilgi Yarışması" bu sene de tüm hızıyla devam ediyor. Uluslararası Eğitimciler Derneği (ULUED)’e üye gönüllü muallimler, soruların hazırlanmasında yardımcı olarak organizasyona destek oldular. Uzman eğitimcilerden oluşan bir komisyon da, yarışmanın her etabı için, farklı zamanlarda toplantılar düzenleyip soruları hazırladılar. 3 etaptan oluşan imtihanlarda, gençler, her etapta farklı kaynaklardan olmak üzere, genel olarak aşağıdaki kaynaklardan sorumlu oldular: 1-Siyer-i Nebi (Mekke-Medine dönemi) 2-Bediüzzaman Hazretleri ve Hüsrev Altınbaşak’ın Tarihçe-i Hayatı (3 cild) 3-Asa-yı Musa Mecmuası (Osmanlıca) 4-Gençlik Rehberi (Osmanlıca) 5-Tam Namaz Hocası 6-İslam Ahlakı (Süeda Basım Yayın) 7-40 Ayet-Hadis-Vecize Kartelası İmtihanlar 23 Mart, 27 Nisan ve 25 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirildi. Üç imtihan neticesinde -ortalaması en yüksek- 30 öğrenci finale yükselerek 2 haftalık Isparta'da yaz kampı yapacak ve dereceye girenlere ödülleri verilecek. Sponsorlar: Hayrât Neşriyat SUEDA Basım Yayın A.Ş.

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran