Havaların soğumasıyla beraber hastalıklar da tüm ülke genelinde önemli bir artış gösterdi. Soğuk algınlığı, grip, nezle bunlardan yalnız birkaçı. Kâinat eczasından hazırlayacağımız karışımlarla doktor doktor gezmekten, sürekli antibiyotik kullanmaktan kurtulabiliriz. Derlediğimiz kış çayları sizi nezle, grip, farenjit, öksürük gibi hastalıklara karşı koruyacaktır. Bağışıklık Sistemini Güçlendiren “Kış Çayı” Ihlamur (1 poşet), papatya (1 poşet), adaçayı (1 poşet), karanfil (4-5 adet), tane karabiber (4-5 adet), zencefil (2-3 ince dilim), bir tutam kekik ve orta boy bir elmanın kalın soyulmuş kabuğunu en az yarım litre sıvı alabilecek bir cam kanaya veya porselen demliğe koyunuz. Parça iyi kalite tarçın varsa, küçük bir kabuk parçası da ilâve edilebilir. Üzerine 5 su bardağı kaynar su ilâve edip 15-20 dakika kadar çay gibi demleyiniz. Süzüp içiniz. Tatlandırıcı olarak fincanınıza 1-2 kaşık bal ilâve edebilirsiniz. Bu çayı, göğüs yumuşatıcı, balgam söktürücü ve rahatlatıcı olarak kullanabilirsiniz. Boğaz Enfeksiyonlarına Karşı Bitkisel “Gargara” Porselen bir kupaya 1 poşet adaçayı (çok iyi kaliteli bitki hatta kendi topladığınız da olabilir) koyunuz. Üzerine kaynar su ilâve edip 10 dakika kadar bekletiniz, adaçayını çıkarıp bu sıvı ile gargara yapınız. Gargara yaptıktan sonra en az 1 saat herhangi bir şey yiyip içmeyiniz. Aynı şekilde taze hazırlanmış sıvı ile günde 5-6 defa gargara yapabilirsiniz. Boğaz ağrı ve yanmasına iyi geldiğini göreceksiniz. Çünkü adaçayının anti mikrobiyal ve anti viral etkisi var. Üst Solunum Yolları Enfeksiyonlarına Karşı “Buğu” Küçük bir tencereye kaynar su koyup, üzerine 1 çay kaşığı okaliptus, 1 çay kaşığı da kekik yağı ilâve ediniz. Başınızın üzerini hemen büyükçe bir havlu ile kapatıp, 5 dakika kadar ağız ve burundan nefes alınız. Günde 2-3 defa yapabilirsiniz. Hem buharın hem de uçucu yağların etkisiyle daha rahat nefes alacaksınız. Yağların kaliteli olmasına dikkat ediniz. Eğer uçucu yağ yoksa, kaynar suyun üzerine nane yaprağı, kekik atıp çıkan kokulu buharlardan benzer şekilde yararlanabilirsiniz.
‘Evliliğin kitabı olmaz!’ dedi, Anadolu irfanı içinde yoğrulduğu belli adam. ‘Bilgelik/irfan’ ırmağının suyundan içtiği gün gibi ortadaydı. ‘Evliliğin kitabı olmaz; çünkü…’ Aslında bir ayrılık hikâyesidir bizimkisi; bizimkisi yani biz fanilerinki. Bir geride bırakış ve geride kalana kavuşma çabasının anlatıldığı/yaşandığı bir hikâye. Cennetten dünyaya düşüşün öyküsüdür bu ve ruhlar âleminden ana rahmine düşüşle başlar. Vakti saati geldiğinde ise, ana rahminin güvenli sığınağını geride bırakırız. Ana kucağının, baba ocağının her isteğimize duyarlı olunan o efsunlu vakti gelir çatar. Ağladığımızda gelen, güldüğümüzde bakan, yüzünü yüzümüzden alamayanlarla etrafımızın çevrildiği bir çağın meyvesiyizdir artık. Mutsuz isek, mutlu olmamız başkasının sorumluğunda; hasta isek yükü, bizden çok başkasında… Yürüyeceksek elimizden tutacaklar, konuşacaksak dinleyip yüzümüze bakacak biri var. Ve bütün bu bakışlar, öpüşler, kucakta sıcacık sarıp sarmalamalar, bizi hep o ‘rahim’e götürür, onu hatırlatır; ana rahmine ve Rahim olan Yaratıcının merhametine yani. Ne var ki, bir ayrılık hikâyesidir bu ve ‘ayrılmaya’ devam ederiz. Her ayrılış, ‘kavuşmaya’ dair özlemimizi büyütür sadece. Ayrılış şarttır; zira Hz. Mevlana’nın dediği gibi, “Sütten ayrılmadan çocuk, kebabın tadını nerden bilecek!” Güvenli limandan ayrılarak, birçok yeni sahille tanışırız. Yeni kişiler tanırız, yeni şeyler görürüz ve her yenilikle biz yenileniriz. Öğrendiğimiz her şey hayata dair, bizi biraz daha büyümüş kılar. Her büyüyüşte biraz daha ‘fert/kişi’ oluruz. Öğrendiğimiz, tattığımız, zevkine vardığımız her yeni şey bizi biraz daha ‘farklı’ kılar diğer ‘kişiler’den. Her farklılık oysa biraz daha ayrılık demek, her ayrılık ise, biraz daha ‘yalnızlık’. Bu hikâye, ‘birlik/bütünlük’ halini geride bırakışın da öyküsü ayrıca. Her şeyin ‘bir/bütün olup bizim de o bütüne dâhil olduğumuz, onun içinde olduğumuz, doğduğumuz, belirdiğimiz, zuhur ettiğimiz’ halin yerine gelen, ‘dağılıp, bölünüp, parçalanıp’ kayboluyormuşuz gibi olduğumuz bir ‘acıtıcı’ halin öyküsü. Hâsılı ayrılırız, ayrışırız, başkalaşırız, acırız ve illa hep ‘birlik’ ararız. Bir birlik sevdası, birliktelik arayışı, yazarın dediği gibi adeta ‘kuş olur her daim öter yüreğimizde’. Çocukluk oyunlarımızı süsler ‘evcilik’ olur bu arayış. Gün döner, büyür ve ‘evlilik’ olur bu sevdanın durağı. İşte! Evlilik, kopup geldiğimiz diyarın kokusunu barındıran, ayrılığın acısını bir lahza olsun dindirme ümidini göğsünde taşıyan, bize ‘birliği’, ‘bütünlüğü’ vadeden cennetimiz olarak gülümser yüzümüze. Ne var ki, cennetimiz olma vaadindeki evliliğimizi, ‘cehennem’e çevirmek hiç de zor olmaz biz fanilere. Her fert kendi kitabıyla gelir ‘ev’e, kendi hikâyesiyle. Herkesin kendi ‘ev’i vardır, öbürüne ısrar ettiği. Kocanın kitabında ayrıdır evlilik, kadının kitabında apayrı. ‘Kadın, şöyle olur, bunu yapar, şunu yapmaz’, ‘Erkek şuna karışmaz, bunları yapar’ vs.nin olduğu kimi zaman kendi ana-babamızdan miras aldığımız, kimi zaman da etraftan devşirdiğimiz bir kitaptır bu. Geleceğe dair, geleneğe dair, nesle, nefse dair umutlarımızı, niyetlerimizi, hayallerimizi barındıran şeyler yazılıdır bu kitapta. Öte yandan bir de, kitabı-kuralı olmayanlar vardır. Sözüm ona, ‘özgür, romantik/dizi(tik)’ hülyalarla bezenmiş kendi bencil isteklerini evliliğin kuralı sayan kitaplar… ‘Birlik/bütünlük’ arayışımızın bir timsali, sembolü, somutlaşmış hali olan evliliği, cehennem vadisine çevirmenin pek çok yolu vardır. Hatta evli fertler sayısınca yolu olduğu söylenir. Bu vadide ‘birleşmek’ şöyle dursun, var olan bütünlüğümüz de parçalanıverir. Kalpler ayrı düşer, bedenler ayrı düşer, mekânlar ayrı düşer. Yapılan araştırmalar, boşanan çiftlerin ayrılma kararı almadan önce en az 6 aylarını, ayrı mekânda geçirdiklerini söylemektedir. Yani fiziki olarak ayrı yerlerde olmak ‘ayrılmamıza’ güçlü bir sebep olabilmektedir. Ya da ayrıldıkça, mekânlarımız da ayrışıyor. Bu kadar ayrılık varken, çocukların terbiyesi, eğitimi gibi ümmet-i Muhammed’i alakadar eden hususlar unutulup gitmekte, çocuğun en birinci okulu olan ‘yuva’sı, dağılmakta, çocuklarımız dağılmaktadır. Araştırmalar, ‘bağımlılık’ tehdidine karşı çocukları koruyan en etkin aşının, ‘güçlü ailevî ilişkiler’ olduğunu söylemektedir. Araştırma sonucunu tersten okuduğumuzda ise, yavrularımızı yuvalarından dağıtan, uyuşturucu, teknoloji bağımlılığına ittiren en önemli şeyin, mekânların, kalplerin ayrıldığı, muhabbetsiz aile ortamları olduğudur. Cennetimizi cehenneme çevirmede etkili diğer bir yol ise; ‘Acaba bu adam/kadın benim ideal eşim mi? Doğru kişi mi? Ruh ikizim bu mu?’ diye düşünedurmaktır. Bu düşünceler evliliğin muhabbet bağını yiyip bitiren küf gibidir. Evlilikte, bizi bekleyen ‘doğru kişi, ideal adam/kadın, ruh ikizi’ yoktur oysa. Sadece ‘doğru kişi olmaya çalışabiliriz’. Kâinatın içinde bizi bekleyen bir ruh ikizimiz yoktur da, biz evlilik boyunca, tabiri caizse, ‘iki bedende bir ruh’ mesabesine ulaşmaya çalışabiliriz sadece. Ruh ikizimiz bizi beklemez, biz birlikte ruhumuzu birleştirebiliriz ancak. Evliliği kemiren bir diğer düşünce ise, ‘Sen bana/bu evliliğe ne verdin/veriyorsun?’ diye düşünmektir. Çünkü bu düşünce bizi, bir ilişkiyi patlatan dört dinamite ulaştırmaktadır. Bunlar; Suçlama, savunma, eleştirme ve duvar örmedir. Bunun yerine, ‘Ben bu evliliğe ne kattım/katıyorum?’ diye düşünmek evlilik bağını güçlendiren bir efsuna dönebilmektedir. Bir konuşmada bu ‘dörtlünün’ ne kadar kullanıldığı çiftin, ayrılık süresini tahmin etmeyi bile mümkün kılmaktadır. Yani karı-kocamızla muhabbet ederken, ne kadar çok suçluyoruz, ne kadar savunmacı oluyoruz, ne kadar eleştirel/kritik edici (laf sokucu) konuşuyoruz ve muhatabımızla aramıza ne kadar duvar örüyor, adeta duvar gibi oluyorsak cennetimiz cehennem olmuştur bile. Ayrılığa düşe düşe geldik buralara; doğrudur! Biliriz ki her ayrılış bir yaradır ve şairin dediği gibi, ‘kemik gibi, ne yöne dönsek batar.’ Bunca ayrılık ve yalnızlık içinde, ne çok ihtiyacımız vardır karşılanmayan. Çocukluğumuz, gençliğimiz aslında karşılanmamış isteklerin, arzuların hikâyesidir bir parça da. Bu sebepledir ki, ‘karı-koca kavgalarımız çoğu zaman, çocukluk ağlamalarımızın yetişkinliğe yansımasıdır’. Bu sebeple biraz da çocuklaşırız evlilikte. Karı/kocamızdan, tıpkı çocukluğumuzda yapıldığı gibi her isteğimize duyarlı, her ‘ağlamamıza’ tesellikâr, bizi dünyanın merkezinde hissettirecek biri olmasını bekleriz. Yalnızlık ve ayrılık ızdırabımızı dindirecek kişi olsun diye bekleriz. Ama o da bir fanidir oysa. O da ayrılıklarla sarılıp sarmalanmıştır. Bu gerçeği unutuveririz. Bize sanki hakkımız olan bir şeyi elimizden alıyormuş gibi gelir. İşte o zaman ‘bana ne veriyor ki!’ diyerek suçlamalara, eleştirilere başlarız. Muhatabımız da bunları savunmayla, duvar gibi olarak cevaplamaktadır. Mutsuz bir evliliğin, evlilikler sayısınca özelliği vardır. Herkesin kendine göre bir mutsuzluk şekli vardır. Oysa araştırmalar ‘mutlu evliliklerin belirli sayıda ortak özellikleri’ bulunduğunu söylemektedir: Cennetten bir rayiha taşıyan evliliklerde karı-kocalar, kendi anne-baba ve kardeşleriyle bağlarını koparmadan, onlardan ayrılmayı sağlayabilmişlerdir. ‘Yeni bir aile’ olduklarını bilmektir bu. ‘Bize kimse karışamaz!’ meydan okumasına kapılmadan, ‘Biz her şeyi kendimiz yaparız’ hoyratlığına düşmeden, onları incitmeden usülce, ‘Yeni Aile’yi belirginleştirmektir bu. Cennete dönüş yolcuları, tıpkı diğer ailelerin arasında yeni aileyi korumaları gibi, birlik/bütünlük yolunda ‘biz’ olmayı öğrenirken, ‘ben’i de korumayı sağlamışlardır. Yani, birlikte oluyoruz diye ferdiyetten yoksunluk göstermemektir. Karı-koca birçok konuda birlikte davransalar da gerekli gördükleri yerlerde farklı düşünebilmekte, ayrı karar verebilmekte ve çok farklı çevreye sahip olabilmektedir. ‘Biz’ olurken ‘ben’i koruyabilmek ve ‘ben’ ile ‘biz’ olabilmek ne de büyük bir ihtiyacımızdır. Cennet numunesi bir mutlu evlilikte, evliliğin en temel gerekçesi olan cinsellik konusunda, iki tarafta mutluluk yaşayabilmekte, beklentilerini karşılayabilmektedir. Ayrıca eşler birbirlerinin beklentilerini karşılamakta da isteklidirler. Cinselliğin ihmal edildiği bir evlilik, ayrı düştüğümüz ‘bütünle’ birleşme arzumuzu da engellemektedir. Hayvanlar ‘çiftleşir’ ama değil mi ki insanlar ‘birleşir’. Bir evliliğin mutluluğuna mutluluk katan, göz aydınlığı evlatlarımız konusunda da, ebeveynler arasında fikir birliği vardır mutlu evlilerde. Onlar için ortak hayallere sahip, onları büyütürken ortak kurallara tabidirler. Yoksa çocuklarımızın geleceğinin (ta cennete kadar) hesap edilmediği, göz ardı edildiği bir evlilik mutluluk sağlamaz. Mutluluk tek başına gelmez zira. Hayat yolculuğunda ‘refik/a-arkadaş’ saydığımız eşimize, zorluklarda destek sunmayı başarabilmek mutlu bir evlilikteki diğer özelliktir. Tartışmalar! Her evlilikte tartışma olur. Çocukluk ağlamasının bir yansıması gelir bulur bizi bir tartışmada. Bu sebeple çocukken ‘ağlamamak’ ne kadar mümkün ise, evlilikte de ‘tartışmamak’ o derece mümkündür. Ancak mutlu evlilik yaşayan fertler, tartışmalarında öfke patlamasına izin vermezler. Tartışmalarını hayırla neticelendirme gayreti içinde olurlar. Tartışmalar garez duyguları içinde yıkıcı değil de, tam tersine yapıcı olmaktadır. Bu ailelerde yapılan tartışmalar hakkında mutlaka bir sonuca ulaşılır ve konu ortada bırakılmaz. Mutlu evlilik yaşayan çiftlerde görülen ehemmiyetli bir husus ise, birlikte ‘gülebilmeleridir’. Eğer birlikte gülmeyi sağlayabiliyor, bunu başarabiliyor isek bu ilişkiyi başka bir ufka taşıma özelliği sunar bizlere. Hayat yükü ağır gelebilir veya muhatabımıza kızabilir ve bu yüzden bunalabiliriz. Mutlu çiftler, eşlerini nasıl rahatlatabileceğini de bilirler. Eşinin ihtiyacına duyarsız, bigâne kalmayıp onu rahatlatmayı başarabilmektedir. Evliliklerinde mutlu olan kişilerin ortak diğer özellikleri, birbirine dair evliliğin başında var olan olumlu hayalleri canlı tutmaya özen göstermektir. İlk günlerde hayat arkadaşıyla ilgili kalbinde ve aklında var olan olumlu şeyleri bir yerlerde yaşatmaya devam etme çabasıdır bu. Ne zaman ki, ‘çantada keklik’ olarak bakmaya başladık; ‘Geçmiş olsun!’ demektir bu. Gözümüzdeki cennet hurisi, o latif prenses, sultan, ‘evin pasaklı karısı, burnu büyük, kendini beğenmiş’ olmaya başladığında, ya da o dağ gibi adam, karizmatik, yakışıklı delikanlı gidip onun yerine ‘sümsük, bir işe yaramaz adamın biri, buzdolabı gibi, duvar gibi’ geldiğinde cennetimizden hızla uzaklaşıyoruz demektir. Cennete geri dönme yolculuğumuzun en latif destekçisi olabilme umudunu göğsünde taşıyan evliliklerimiz umut ister, emek ister büyümek için. Bir kitabı yoktur bunun. Değil mi ki, başkasından öğrenilemez, başkasına öğretilemez de bir şeydir ayrıca. ‘Evliliğin kitabı olmaz! Çünkü evliliğin kitabı birlikte yazılır ve hiçbir kitap aynı olmaz!’
“Ve Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi ve ana-babaya iyilik etmeyi emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlığa erişirse, sakın onlara ‘Öf!’ bile deme! Onları azarlama ve onlara güzel söz söyle!”1 Kullarına daima lütuf ve ihsanda bulunan Cenab-ı Hak, bu ayette önce zatından başkasına ibadet etmemeyi ve hemen ardında da ana-babaya ihsanda bulunmayı, onlara hürmet etmeyi ve haklarında güzelce muamelede bulunmayı emretmektedir. Allah hakkından sonra, en büyük haklardan biri de anne-baba hakkıdır. Bir evlât için, anne-baba hakkının önemini bilmek ve öğrenmek çok mühim ve elzemdir. Peder ve valideye karşı hürmet ve muhabbet ise, Cenab-ı Hakkın hesabına ait olduğundan onlara hürmette bulunmak asli vazifelerimizdendir. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflere bakıldığında anne-baba hakkının hem itikadî, hem de ahlakî bir sorumluluk olarak karşımıza çıkacağı görülmektedir. Her Müslüman -farz ibadetlerini yapmakla mükellef olduğu gibi- anne babaya hürmet ve iyilik yapmakla da mükelleftir. Anne babaya hizmette bulunmak, Hak Tealâ katında çok kıymetli ve faziletli bir ameldir. Anne-Babanın İnsan Dünyasında Yeri Ve Değeri Anne ve babamız, dünyadaki varlığımızın sebebi olan iki insandır. Onlar en güçsüz ve bakıma muhtaç olduğumuz bebeklik ve çocukluk dönemlerinde hep yanımızda oldular. Bizler, hayatı ve dünyayı anne babamızdan öğrenmeye başladık. Onlar bizim ilk ve en tesirli muallimlerimizdir. Asrımızın müceddidi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, anne ve babanın değerini bizlere şöyle ifade etmektedir. “Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlatlarına karşı olan şefkatleridir. Ve en ali hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil, onlara hürmet etmektir. Çünkü onlar, hayatlarını kemâl-i lezzetle evlatlarının hayatı için feda ediyorlar, sarf ediyorlar. Öyle ise; insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılap etmemiş her bir veledin farz olan bir vazifesi de, o muhterem, sadık, fedakâr dostlara, halisane hürmet ve samimine hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir.” - Evet, anne babalardaki şefkat bütün envaıyla latif ve nezihtir. - Hem şefkat pek geniştir. Bir zât, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle bütün yavrulara, hatta zîruhlara şefkatini ihata eder. - Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın Yusuf Aleyhisselâm’a karşı şedîd ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir. Belki şefkattir. Çünkü şefkat aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir. Ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Kur’an’dan aldığı bu hakikati bizzat hayatıyla tasdik etmiş; annesi için şu sözleri söylemiştir. “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerim o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” Bediüzzaman Hazretleri Van’da Tahir Paşa'nın konağında kaldığı yıllarda bir gün basit kıyafetli bir köylünün kapıda kendisini beklediğini bildirdiler. Hemen kapıya koşarak inen Üstad Bediüzzaman, bir merkeple Nurs’tan kalkıp Van’a gelen babası Mirza Efendi'nin kapıda beklediğini gördü. Hemen babasının elini öpen Bediüzzaman Hazretleri onu içeri aldı. Mirza Efendi oğluna: “Burada benim senin baban olduğumu kimseye söyleme” diye tembihledi. Babasını konağa alan Bediüzzaman Hazretleri, onu vali ve diğer ileri gelenlerin bulunduğu salona getirir. Burada hemen girişteki eşiğe yakın bir yere oturan Mirza Efendi'yi oradakilere şöyle tanıtır: “Bu zat, benim babam Mirza Efendi'dir. Babasını kapı ağzından alarak başköşeye, Vali Tahir Paşa'nın yanındaki sedire oturtur. Evet, Bediüzzaman Hazretleri, anne ve babaya gösterilmesi gereken hürmeti en güzel bir şekilde bizlere ders vermektedir. Anne- Baba Bir Nimettir İnsan fıtraten kendisine ihsan edilen nimetlere mukabil minnet ve memnuniyet duygusuyla teşekkür eder. Bu teşekkür, nimetlerin farklı olması sebebiyle ya lisan ya davranış ya da kalp ile yapılır. Rabbimizin bizlere ihsan ettiği iki türlü nimet vardır. Birisi hususi yani özel nimetlerdir. Diğeri ise umumi yani genel nimetlerdir. Bizler çok defa şahsımıza olan hususi nimetlere karşı şükür vazifemizi yerine getirir ancak iman, hayat, hava, su, göz, kulak, akıl, sağlık anne baba gibi herkese verilen umumî nimetlere karşı gaflet ederiz. Hâlbuki bunlar daha fazla şükre layıktırlar. Evladın peder ve validesine göstermiş olduğu hürmet ve tazim, onların hizmet ve fedakârlıklarına karşı bir vazife-i şükrandır. Bu konuda Hz. Üstad şöyle demektedir. “Peder ve valideyi şefkat ile teçhiz eden ve bizleri onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına anne babaya hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine aittir. Peder ve valideye karşı muhabbet Cenâb-ı Hak hesabına olduğu için, hem bir ibadet, ve bizlere anne ve baba gibi bir nimeti ihsan ettiği için bir nevi şükürdür, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirmek en âlî bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tûl-i ömrünü ciddi arzu edip bekalarına dua etmek, ve samimane hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhani almaktır. Evet, kulun anne baba hakkına dikkat etmesi, Allah’a karşı bu nimetin şükrünü eda etmesidir. Ahiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zat vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum, sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi: O zat ise, ihtiyar peder ve validelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş; inşallah ahiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen, ona benzemeli.” Anne- Baba Hakkını Ödemek Mümkün müdür? Anne babamızın en önemli hakları, bizlerin varlığa çıkmamıza sebep olmalarıdır. Bizler bütün güzelliklere, varlıkta olmamız dolayısıyla nail oluruz. Dolayısıyla, kavuştuğumuz maddi ve manevi bütün nimetlerde anne-babamızın hisseleri vardır. Hatta şükretmek ve haklarını vermekte bile onların hisseleri vardır. Onun için onların hakkını ödemek mümkün değildir. Fakat bir istisna var ki Hz. Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Resûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir çocuk babasının hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bulup da satın alıp azad etmesi müstesna.” “Evet, rahmet-i Rabbâniyenin en hürmetli, en lâtif ve en şirin bir cilvesi olan şefkat-i valide ve peder hakaik-i kâinat içinde en muhterem, en mükerrem bir hakikattir. Ve valide, en kerîm, en rahîm, öyle fedakâr bir dosttur ki, o şefkat saikasıyla, bir valide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını veledi için feda eder. Hatta valideliğin en basit ve en edna derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, aslana saldırır. Evet, peder dahi yalnız veledinin kendinden daha ziyâde iyi olmasını ister; ona mukabil, veled dahi pedere karşı hak dava edemez. Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, gıptadan veya hasedden gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dava etsin.” İşte böyle muhterem ve muazzez bir hakikati taşıyan peder ve validelerin hakkını ödemek mümkün değildir. Anne-Babaya Hürmetteki Teşvikin Sebebi Kur’an-ı Kerim ve Hadislere baktığımızda anne-babaya hürmet gösterilmesi hususunda çok durulmuş ve ikazlarda bulunulmuştur. Bunun sebebi ise, ebeveyn fıtratları gereği evlatlarına sahip çıkarlar. İhtiyaçlarını giderirler. Anne-baba, evlatlarına karşı olan hizmetleri için çok bir teşvike ihtiyaç duymaz. Çünkü fıtratları bunu gerektirir. Fakat evlatların -fıtratları gereği- anne-babaya saygı duymak için bir gayret gerekir. Onun içindir ki çok teşvik edilmişlerdir. Anne-babaya gösterilecek üç tarz hizmet vardır: 1- Can u gönülden onlara karşı sevgi göstermek. Samimi saygı duymak ve İlahi emirlere zıt olmayan emirlerini dinlemek. 2- Dünyevi ihtiyaçlarını gidermek. 3- Vefatlarından sonra vasiyetlerini yerine getirmek. Onlar için sadaka ve hayırlarda bulunmak, dostlarını gözetmek. Kaynak: 1- İsrâ Suresi, 23.
Şefkat kanatlarını evlerinin dört bir yanına geren annelerin melekleştiği, çocukların tatlı bir musikinin nağmelerine dönüştüğü, babaların merhamet merhamet evlerin her köşesine sindiği, zahiren daracık, ama sonsuzluğa salonlarca, odalarca ulaşan bu evlerin bu dünyevi huzuru, ebediyen sürecek cennet bestesinin ilk notasıydı sadece. Yakında büyük bir deprem olacak diye haykırdı şehre doğru koşan adam… Ruhkırım olacak, feryatlar kopacak, yuvalar yıkılacak… Yalın ayak koşuyordu, yalın iman, yalın takva koşuyordu şehre doğru: - Binalar yıkılacak, evler göçecek! İnsanlar kaçacak yer arayacak bu depremin şiddetinden. Kalpler kırılacak, çocuklar ölecek, arlar kirlenecek, evlerin içine yangın düşecek, kor ateşler yakacak huzurumuzu… - Hazır olun ey insanlar! Hazır olun sizi bekleyen o günlere. Yüreğinizin cidarlarına sarmalanan bir veba, bir salgın, bir hastalık kuşatacak tüm varlığınızı. Yalnız kalacaksınız sonra, kalabalıklar içinde yalnız, evinizde dahi yapayalnız. Kent görünümlü şehir baktı dev adama uzaktan. Öyle betonsu, öyle sessiz, öyle sakin baktı şehir. Üzerindeki kalın kent kabuğundan sıyrılıp şehirliğine, bin yıllık bir medeniyetin hem temel hem de zirvesindeki o mükemmel haline kavuşmayı istedi ama beceremedi. Ufuktan doğan adam devam etti haykırmaya: - Bahsettiğim deprem, bütün dünyayı kuşatacak, dalga dalga dünyanın bütün şehirlerine, bütün köylerine yayılacak bu deprem. Türkiye’miz de oldukça fazla çatlaklarla dolu, pek çok tektonik harekete gebe bir fay hattının üzerindeyiz. Uyarıyorum sizi, anlayın! Her an sallandı sallanacak evlerimiz. - Hangi depremden bahsettiğimi anlamadınız mı hala? Bir ruhkırımdan bahsediyorum sizlere. Bütün ruhları kasıp kavuracak bir fırtınadan, bir hortumdan soluğu cehennemde alacak, bir yalnızlıktan sizi bütün değerlerinizden koparacak. Bir ruhkırım var dünyada Barlarla, diskolarla belgelenen Damarlarına bir gencin Eroince, esrarca sokulan Bir ruhkırım var dünyada Vesikası sokaklar Gözyaşları çocukların, Anaların feryatları Suriye’de, Filistin’de… Bir ruhkırım var dünyada Annelerin ninnilerini Öldüren topluca, Çocukları düşman eden Eli nasırlı babalara… Şehir boynunu büktü masumca. Gökdelenlerin buğulu camlarından süzülen gözyaşlarını gizleyemedi. Karanlığa doğru koşan, yangından bir kısrak gibi sıçradı, bulaştı yüreklere bu sözler. - Gençler, anne ve babalarına asi… Her türlü ahlaksızlık çevremizde dal budak salmış durumda. Yalanlar, hırsızlıklar, cinayetler, terör bir karabasan gibi çöktü dünyanın ufuklarına. Sekülerizmin meyvelerini, bu acı meyvelerini yutmakta zorlanıyoruz artık. - Huzurun, dayanışmanın adresi olan evleriniz, şimdi kavganın, isyanın, nefretin mekanı durumunda. Kadınlar kocalarından, erkekler de hanımlarından şikayetçi. Ebeveynler çocuklarının durumunu beğenmiyor. Çocuklar anne babalarına isyankâr. Saadet asrından haber veren o saadet kaynağı yuvalarımız, çöktü çöküyor. Batmak üzere olan güneşin kızıllığına boyanan bakışlarıyla kuşattı bir kere daha şehri. Şehrin kapısından girdiğinde dinmişti gökyüzü, dinmişti bu sessizlik. - Burası sessiz biraz, diye fısıldadı henüz onu buyur eden karanlığa… Burası sessiz biraz… Boyuna makine sesleri… Boyuna uçaklar... Gürleyen arabalar… Feryatlar, ağıtlar… Ezanlar, dualar yok burada! Burası sessiz biraz... - Kurtuluş yolunu göstermek istiyorum sizlere. Bu karanlık sessizlikten kurtarmak istiyorum geleceğinizi. Evlerinizdeki bu karanlık Kur’ân’la aydınlanmadığınızdan diyorum. Yüreklerinizdeki bu yangın, günahlarınızdan diyorum, imani zaaflarınızdan… - Çocuklarınız sizi arıyor aslında diskolarda, barlarda, sosyal medyada. Kendi geçim dertlerinizin arasında unuttuğunuz o çocuklarınız... Dünyalarını ve ahiretlerini imar etmeyi önemsemediğiniz, istikbâlde cehenneminiz olacak evlatlarınız… - Evinizi, eş ve çocuklarınızla birlikte cennete seyahat edeceğiniz bir sefineye çevirin. Bu dünyada ailece piknik yapmak için hazırlandığınız gibi, sonsuz hayattaki cennet pikniklerine hazırlanın şimdiden. Kevser havuzunun kıyısında ebedi bir tatil için planlar yapın mesela. Şimdiden ayırtın ebedi köşklerinizi ibadetlerinizle. - Haydi gelin, ebedi hayatınızı kurtarmak için dinleyin dediklerimi. Ben sizler için buraya geldim. Ben bunun için şehre koşan adamım. Ben bunun için her yerde hakikati haykırdım. Ondan bu kadar sesli haykırıyorum hala. Ondan böyle ısrarlıyım. Ben sizlerin istikbâli için kendini yangınlara atanım… Yüreklerinden yaralanmış bir erkek ve bir kadına baktı usulca. Birbirlerini seven ve birbirlerini sevdikleri için de huzurlu bir geleceğe baş koyan bir ruh iki bedene bakmak istiyordu aslında. Ama olmadı. Birbirlerine öylesine hırçın, geleceklerine öylesine katil, itaate o derece isyankâr bakışlardı şehre koşan adamın gözyaşlarının sebebi. Bu ruhları birbirinden kopmuş çifti, bütün öfkelerinden, bütün depresyonlarından ve çağın sadakatlerine çaldığı bütün seküler kirlerden arındırmak için haykırdı bir daha: -Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. -Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp "Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim" diye takvâya girer. -Veyl o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer. -Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder. -Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını ve sefahetini taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar. Bu etkili ikazla birlikte, sonsuzluğa açılan bir kapı gibi, şehre koşan adamın öğütlerine açıldı yürekler. Kentin beton kabuklarını çatlatırcasına şehre koşan adamın öğütlerini sızıyordu birkaç ev gürül gürül: - Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, her biri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. - Onun için, daire-i meşruadaki keyfe iktifâ ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir. Hem kat'iyen biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet iman dairesindedir ve imandadır. Ve a'mâl-i salihanın her birisinde bir mânevî lezzet var. Şefkat kanatlarını evlerinin dört bir yanına geren annelerin melekleştiği, çocukların tatlı bir musikinin nağmelerine dönüştüğü, babaların merhamet merhamet evlerin her köşesine sindiği, zahiren daracık, ama sonsuzluğa salonlarca, odalarca ulaşan bu evlerin bu dünyevi huzuru, ebediyen sürecek cennet bestesinin ilk notasıydı sadece.
Yeni nesil gençliğin evlilik beklentisini maalesef televizyon belirliyor. Her ne kadar televizyonda (dizi veya filmlerde) izlediğimiz durumları tasvip etmesek de zamanla bu tasvip etmediğimiz durumları farkında olmadan kabul etmeye başlıyoruz. Bu durum bir sonraki nesil için ise, gayet normal bir hale gelmektedir. Bu durum annenin giyimi ile kızının giyimi arasındaki uçurumun sebebini de açıklamaktadır. Evlenmeye Niyetlenenlerİşe Nereden Başlamalı? Aday önce kendini tanımalı, kendine uygun eş arayıp sonra da onu tanımalıdır. Fakat bunu “Ben ne için evleniyorum?” sorusuna verdiği cevabın şemsiyesi altında gerçekleştirmelidir. Maalesef evlenecek gençlerin zihninde “Ne için evleniyorum?” sorusunun cevabı yok. İnsanın zihninde bu sorunun cevabı olmayınca bilinçaltı, deposundan bu soruya ani ve düşünülmemiş cevaplar veriyor: - Çok mutlu bir yuva kurmak için. - Mükemmel bir aile olmak için. - Ne bileyim herkes evleniyor, ben de evleneyim dedim. - Âşık olmak için. - Romantik ve duygusal ilişkiler yaşamak için, vs. Bu beklentilerin kimisi abartılı, kimisi ise yanlıştır. Peki, evlenecek olan gençler bu yanlış düşüncelere veya beklentilere nasıl kapılıyor? Aslında bu düşüncelere kapılmıyor, kanalize ediliyor. İzledikleri film ve pembe dizilerdeki ikili ilişkilerde; aşk, sevgi, arkadaşlık ve romantiklik var. İnsanoğlunun istek ve arzularını en çok etkileyen unsurlar, gördükleri ve duyduklarıdır. Gördüklerimiz ve duyduklarımız istek, arzu ve beklentilerimize yön vermektedir. Yeni nesil gençliğin evlilik beklentisini maalesef televizyon belirliyor. Her ne kadar televizyonda (dizi veya filmlerde) izlediğimiz durumları tasvip etmesek de zamanla bu tasvip etmediğimiz durumları farkında olmadan kabul etmeye başlıyoruz. Bu durum bir sonraki nesil için ise, gayet normal bir hale gelmektedir. Bu durum annenin giyimi ile kızının giyimi arasındaki uçurumun sebebini de açıklamaktadır. Buraya kadar bir özet yapacak olursak, evlenecek gençlerin en büyük sorunu yanlış beklentilerdir. Bu yanlış beklentilerin en büyük kaynağı ise televizyondur. Bu konuda anne babalar daha dikkatli, gençlerimiz de daha bilinçli olmalıdır. Sadece televizyona bağlamak yanlış olur diye düşünmeyin. Hadi diyelim ki; televizyon izlemeyen çocuklar yetiştirdiniz, ailecek güzel nitelikli vakitler geçirdiniz; televizyona ihtiyaç bile hissetmedi çocuklarınız. (Çok mümkün değil de hadi diyelim oldu. Burada açıklamak isterim ki evinde televizyonsuz kalmak mümkün, fakat çocukların televizyon istememesi biraz zor.) Peki, arkadaşları ya da akranları hiç mi televizyon izlemedi. Mutlaka izleyen arkadaşları oluyor ve onlarla etkileşimi oluyor değil mi? İşte tam da burada ilmin kapısı Hz. Ali’nin “7 yaşına kadar çocuğunuzla oynayınız, 15 yaşına kadar arkadaşlık ediniz, 15 yaşından sonra istişare ediniz.” sözünü hatırlıyoruz. Hz. Ali, çocuğunuzla 15 yaşına kadar arkadaş gibi olursanız onun ruhuna iner, onu yönlendirirsiniz demek ister. Fakat verdiği örtük mesaj “Bireyi arkadaşı yönetir, arkadaşlık ilişkisi en yönlendirici unsurdur” der. Çevresel etkenlere televizyonu, interneti, yazılı medyayı ve tüm bunlardan etkilenen arkadaşları da ekleyelim. Ortaya çıkan net sonuç: birey çevreden etkilenir. Peki, ne yapmak lazım? El-cevap: bilinçlendirmek lazım. Evlenecek gençler kendi fikri zannettiği yönlendirilmiş, abartılı beklentilerden kurtulup bilinçaltını yeniden inşa etmelidirler. İşe aile ilmihali okuyarak başlamaları uygundur. Allah (cc), ayetlerinde insanları çift yarattığını vurgularken, eksik olduğumuzu ve eksiğimizin eşlerimiz tarafından kapanması gerektiğini de vurgular. “Kadınlar sizin için, sizde kadınlar için birer elbisesiniz.” (Bakara, 187) Peygamber Efendimiz, Müslüman kimsenin evlenmesi yönünde birçok hadisle bizleri evlenmeye, evlenmeye gücü yetmeyene ise yardım etmeye yönlendirmiştir. “Karısı olmayan erkek de kocası olmayan kadın da ne kadar zavallıdır.” (Hadis-i Şerif) Bu bakış açısı ile aday kendini tanımalı, belki de toparlamalıdır. İsteklerini, arzularını, amaçlarını, inancına ve kültürüne göre yeniden -uzun uzadıya- düşünüp bir sonuca varmalıdır. Ben kimim? Nasıl bir aile yapısında yetiştim? (İnsan yetiştiği aile yapısını mutlaka model almıştır.) Olması gereken aile yapısı nasıl olmalıdır? Ben nasıl bir aile istiyorum? Benim için en önemli olgu nedir? Hayatımın anlamı dediğim şeyler nedir? Nasıl bir eş isterim? Nasıl bir eş olurum? Nasıl anne/baba olurum? Eşler nasıl olmalı? Eş adayları arası denklik (küfüv) olmalıdır. Bununla birlikte, adaylar arasında dini, ahlaki ve kültürel değerlerde uyum varsa bireysel farklılıklar çok önemli değil, hatta evlilik için gereklidir. Mesela gezmeyi her iki eş adayının da sevmesi mükemmel bir uyumdur. Bunun yanında eşlerden birisi akraba ve eş dost gezmesini severken diğeri doğal ortamda gezmekten hoşlanır. Bu durum ise uyumsuzluk değil aile olabilmek için zenginliktir. Zamanla eşler birbirlerine olan saygı ve sevgi kaynaklı fedakârlıklarla farklı etkinlikten hoşlanmaya başlar. Her ne kadar eş adayları birçok noktada uyum sağlasa da, aile kültürlerinin birbirine yakın ya da uyumlu olması çiftlerin uyumunu arttırmaktadır.
Toplum hayatında, “en cem’iyetli merkez ve en esaslı zemberek” olarak ifade edilen aile hayatımız için, sünnet-i seniye, bütün yönleriyle, saadetimizin ve çıkmazlardan kurtuluşumuzun anahtarıdır. Kendilerine meyledip ülfet edebilmek için bizlere eşler yaratan ve onlarla aramızda bir sevgi ve bir şefkat kılan Âlemlerin Rabbine sonsuz hamd-ü senalar olsun. Veda hutbesinde “Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emriyle helal kıldınız.” buyuran Resûl-i Ekrem (asm)’e sayısız salat ü selamlar olsun. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîmde قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ ferman etmiştir. Yani “Habibim ya Muhammed! (De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tabi’ olun ki, Allah (da) sizi sevsin.”1 Allah’a muhabbet, Sünnet-i Seniyeye uymayı lüzumlu kılar. Çünkü Allah’ı sevmek, Onun razı olduğu şeyleri yapmakla mümkündür. Allah’ın en razı olduğu hal, en mükemmel bir surette Hz. Muhammed (asm)’da ortaya çıkıyor. Kutlu Aile Reisi (asm) Hz. Peygamber (asm)’ın on bir hanımının, vefatı esnasında sadece dokuz hanımı nikâhı altındaydı. Diğer ikisi Peygamber (asm)’den evvel vefat etmişti. Bu dokuz hanımın ise altısını, hayatının son altı yılında nikâhlamıştır. Bu hanımların çoğunun, vefat etmiş olan eski kocalarından çocukları vardı. Böylelikle farklı yaşlarda ve muhtelif kavimlere mensup on bir hanımı, yedi evladı, ondan fazla üvey evladı, torunları, evlatlık edinmiş olduğu çocuklar ile beraber Hz. Peygamber (asm), idaresi zor olan, büyük ve geniş bir ailenin reisiydi. Bu büyük ve geniş ailenin her bir ferdi, gönül hoşluğu ile kutlu aile reislerinden memnun ve razı olmuşlardır. Peygamber (asm)’a, Medine’de on yıl hizmet eden ve O’nun aile hayatını en iyi bilenlerden biri olan Enes b. Malik (ra) şöyle der: “Çoluk-çocuğuna ve aile fertlerine karşı Hz. Muhammed’den (asm) daha şefkatli olan hiçbir kimse görmedim.” Şimdi sizlere Resûl-i Ekrem (asm)’ın saadetli hanelerinden, ummandan bir katre misal numuneler sunmaya çalışalım. Bu numunelerle aile hayatımızı sünnet-i seniye ışığında yeniden bir değerlendirelim. Vefa Bir gün Peygamber (asm)’in yanına girmek için bir kadın geldi. Peygamber (asm) çok heyecanlandı. Çünkü bu kadın, Hatice validemizin kardeşi Hale’ydi. Sesi kız kardeşine çok benziyordu. Allah Resûlü (asm), hırkasını, üzerine oturması için yere sererek, bu misafirine çok iltifat etti ve ona çeşitli hediyeler verip uğurladı. Bu davranışın nedeni için de: “O, Hatice’yi çok severdi.” diyordu. Hatice validemizi sevenleri sevmesi bile kızdırmıştı Aişe validemizi. Ve Allah Resûlü’ne şöyle dedi: “Hatice, Hatice! Allah sana Hatice’den daha gencini, daha güzelini nasip etmedi mi?” Vefa timsali olan Peygamber (asm) Hatice validemizi bu genç eşine karşı içtenlikle savundu: “Yemin ederim ki; Allah bana ondan daha hayırlısını nasip etmedi. Herkes benim peygamberliğimi inkâr ederken, o beni tasdik etti. Kimse bana bir şeycikler vermezken, o malını mülkünü benim emrime verdi. Herkes beni yalancılıkla suçlarken o beni doğruladı. O bana altı çocuk verdi.”2 HİSSE: Vefa sadece İstanbul’da bir semtin adı değildir. Belki hane-i saadetin en hassas köşe taşlarından biri vefadır. Vefalı olan eşi kim sevmez! “Aklı başında olan adam, refikasına olan muhabbetini ve sevgisini beş – on senelik fani ve zahiri hüsn-ü cemaline bina etmez.” Hoşgörü Bir gün Aişe validemiz, Resûlullah (asm) ile birlikte sefere çıkmıştı. Aişe validemizin kolyesi kayboldu. Allah Resûlü (asm), Aişe validemizin kolyesini aramaya koyuldu. Kolye bulunamıyordu. Peygamber (asm), Aişe validemizin kolyesi bulunmadan oradan ayrılmak istemedi. Resûlullah (asm) ile birlikte herkes orada kalmak zorunda kaldı. Kalınan bölgede su yoktu. İnsanların yanındaki su da bitmişti. Abdest almakta zorlanan sahabiler Aişe validemizi, babası Hz. Ebu Bekir’e şikayet ettiler. “Aişe’nin yaptığını görüyor musun? Resûlullah’ı alıkoydu. Burası su bulunan bir yer değil, susuz kaldık!’’ Hz. Ebu Bekir doğruca kızının yanına gitti ve; “Senin yüzünden burada kalındı. İnsanların yanında su da kalmadı.’’ dedi. Aişe validemiz, kendisini azarlayan babasını şu şekilde anlatır: “Maşallah, demediğini bırakmadı. Eliyle göğsüme dürterek canımı bile acıttı.’’ Peygamber (asm) da sabaha kadar susuz uyumuştu ama O eşine kızmadı ve onu azarlamadı. Sabah olduğunda ise teyemmüm ayeti nazil oldu. “Su (bulamazsanız,) o vakit temiz toprakla teyemmüm edin, yüzlerinizi ve (dirseklere kadar) ellerinizi ondan mesh edin.’’3 Bir kadının kaybolan gerdanlığı ve ona eşinin davranışı bir rahmeti netice vermişti. Aişe validemiz yüzünden nazil olan bu hüküm için sahabeden Useyd b. Hudayr (ra) şu iltifatlarda bulunmuştur; “Ey Ebu Bekir’in ailesi! Bu sizin ilk bereketiniz değildir.’’ Aişe validemiz der ki: “Bindiğim deveyi dürtüp kaldırdım, bir de ne göreyim, kaybolan kolye devenin altında!’’ Peygamber (asm), eşinin en küçük arzusuna bile merhametle yaklaşmıştı. Herkesin kızdığı yerde O, kızmadan eşinin kolyesini aramıştı. Seferde bu kadar önemli meseleler içinde bunun ne önemi var, dememişti. HİSSE: Beklemek en zor ama en bereketli zaman dilimleridir. Bekletilmek yüzümüzü ekşitmemizi gerektirmez. Ta ki bereketi kaçırmayalım. Kapıda beklemek, arabada beklemek bize zor gelmemeli. “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Musibetler, dinî olmamak şartıyla, her bir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.” Sabır Peygamber (asm), Aişe validemizin odasındaydı. Diğer eşi olan Safiye validemiz Peygamber (asm) için bir kap yemek getirmişti. Aişe validemiz, Peygamber (asm) kendi yanındayken, başka hanımlara ait hiçbir şey istemezdi. Safiye validemiz, çok güzel yemek yapardı. Böyle güzel yemek yapan bir hanımdan yemeğin gelmesi Aişe validemizi rahatsız etmişti. Aişe validemiz bu konudaki rahatsızlığını kendisi de itiraf ederek der ki: “Çok şiddetli bir kıskançlık hissettim. Gidip kabını kırdım. Sonra da pişman oldum.’’ Yemek tabağı yere düşüp kırılmıştır. Yemekler de yere dökülmüştür. Hataları yüze vurmayan Allah Resûlü kalkar, kırılan tabak parçalarını ve dökülen yemekleri toplamaya başlar. Olayı beğenmediğini davranışlarıyla gösterir. Yemekleri bir taraftan toplarken bir taraftan da etraftakilere: “Yeyiniz ananız gayrete geldi.’’ “Yeyiniz ananız kıskandı.’’ der. Yanlışını anlayan Aişe validemiz pişmandır. Peygamber (asm)’a, kendisini nasıl affettireceğini sorar. Peygamberimizin cevabı kısas türüdür:4 “Tabağa aynıyla tabak, yemeğe misliyle yemek.’’ HİSSE: Sabır olmayan hanede saadet olur mu? Bu ancak topraksız kayalardan mahsul beklemek gibidir. “Evet, mü’min, (kard)eşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, hadisin hükmüyle, üç (vakitten) günden fazla, mü’min (kard)eşine küsüp konuşmayı terk etmemeli.” İstişare Sahabeler, umre için yola çıktılar. Bin beş yüz can dostu Mekke yakınlarındaydı. Fakat umre yapamayacaklardı. Hudeybiye’de anlaşma yolu tercih edilmişti. Anlaşma şartları arasında o yıl içinde umre yapmama şartı da vardı. Kimse Peygamber (asm)’ın emrini yerine getirmek istemedi. Bu kritik dönemde, yanında eşi Ümmü Seleme validemiz vardı. Peygamber (asm)’in bu zor anında Ümmü Seleme validemiz, ferasetiyle, eşine şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü! Emrinin yerine getirilmesini istiyorsan çık, bir daha kimseye emretme, deveni kes, tıraşını ol.’’ Peygamber (asm) öyle yaptı. Çadırından çıktı, devesini kesti, tıraş oldu. Bunu gören sahabiler peygamberlerinin yaptığını hemen yapmaya başladılar. Böylelikle, Allah Resûlü (asm), en kritik durumu eşi Ümmü Seleme validemiz ile yaptığı istişare ile aşmıştı.5 HİSSE: Ne yani, çözüm kapısı eşimiz olamaz mı? Parola eşimizde olamaz mı? Artık 11 olma vaktidir, 2 olma vakti değil. “Zira, haklı şura ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden üç elif 111 olması gibi menfaati vardır.” Çocuklarla Alâka Bir gün, torunlarını öpüp okşarken bir adam huzuruna gelmişti. Evlat şefkatinden mahrum olan bu kişi, gördüğü manzaraya duyduğu hayretini gizleyemedi ve; “Benim on çocuğum var, bunlardan hiçbirini öpmüş değilim.” dedi. Peygamber (asm): “Şayet senin kalbinden Cenab-ı Hak merhameti söküp atmışsa, ben ne yapabilirim?” buyurdu ve ilave etti: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” Başka bir hadis-i şerifte ise Allah Resûlü (asm): “Çocuklarınızı çok öpün, zira her öpücük için size Cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında 500 yıllık mesafe mevcuttur. Melekler, öpücüklerinizi sayarlar ve sizin için yazarlar.” Çocuklarımızı öperken, sakın ama sakın cimrilik etmeyelim. Çocuklarla çocuklaşma Öte yandan “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın’’ buyuran Allah Resûlü (asm), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in gönüllerince oynayıp eğlenmeleri için onlara eşlik eder, bir çocuk gibi onlarla oynardı. Resûllullah’tan (asm) deve olmalarını istediklerinde hemen yere eğilir ve onları mübarek sırtına alırdı. Bir gün onlar sırtında iken, hane-i saadete Hz. Ömer gelmişti. Onları böyle şerefli bir yerde görünce “Ne güzel bineğiniz var’’ dedi. Buna karşılık Allah Resûlü (asm) şöyle dedi: “Onlar da ne güzel süvarilerdir!’’ HİSSE: Çocuklar şefkat kahramanlarını yanında göremezse kendilerine başka kahramanlar bulacaklardır. Şefkat çocuğun harçlığıyla alabileceği bir şey değildir. Çocuklarımıza vakit ayırmak için özel gayret etmemiz gerekir. “Bizlerin evlerimizdeki günahsız evlâtlarımızla masumane yaptığımız sohbetlerimiz, yüzer sinema ve dizilerden daha ziyade zevklidir.” Çocuk Eğitimi En önemli konulardan birisi olan eğitimde iki şeye dikkat; Ağıza girene dikkat! Hz. Hasan’a (ra), “Resûlüllah’tan bir şey hatırlıyor musun?” diye sorulduğunda “Zekât hurmasından bir hurma alıp ağzıma attım, onu ağzımdan çıkardı’’ cevabını verdi. Zekât hurması Ehl-i Beyte haramdı. Allah’ın Resûlü (asm), “Çocuktur bir tek hurmayı yese ne olur”, diye düşünmedi. Peki, bizler ağızımıza girenlere dikkat ediyor muyuz? Ağızdan çıkana dikkat! Abdullah b. Amir (ra) anlatıyor: “Bir gün, evimizde otururken annem beni çağırdı: ‘Hele bir gel sana ne vereceğim!’ dedi. Resûlullah (asm), anneme: ‘Çocuğa ne vermek istemiştin?’’ dedi. Annem ise; ‘Ona bir hurma vermek istemiştim!’ dedi. Bunun üzerine Peygamber (asm); ‘Dikkat et! Eğer ona bir şey vermeyecek olursan üzerine bir yalan yazılacak’ diyerek annemi ikaz etti.” HİSSE: Evet, ağzıma girenler gibi, ağzımızdan çıkanlara da çok dikkat etmemiz gerekir. Şaka dahi olsa asla bir yalan, şüpheli de olsa bir haram lokma bir çuval inciri berbat edebilir ve çocuklarımız evlilik çağında bile namazsız olabilirler. Hâlbuki “Yedi yaşına gelen çocuğumuza namaz gibi farzları alıştırmak için teşvik ederek emretmek ve on yaşına geldiğinde, muhakkak namaz kıldırmak ve alıştırmak, omuzumuza yüklenmiş en önemli mesuliyetimiz değil midir?” Resülüllah (asm)’ın Nazarında Ev Hanımı Medine’de Peygamberimize ilk iman edenlerdendi Esma (ra). Peygamberimiz, güzel konuşmasından dolayı ona kadınların hatibi unvanını vermişti. Esma (ra) bir gün peygamberin huzuruna geldi. Dedi ki: “Anam babam sana feda olsun Ya Resûlallah. Ben sana kadınların elçisi olarak geldim. Allah seni bütün erkek ve kadınlara peygamber olarak göndermiştir. Biz sana ve senin Rabbine iman ettik. Kadın olduğumuz için evlerimize kapandık kaldık. Nefislerinizi tatmin ettik, çocuklarınızı karnımızda taşıdık. Siz erkekler ise Cuma namazı kılmak, camiye ve cemaate girmek, hasta ziyaret etmek, cenazelerde bulunmak, birden fazla hacca gitmek gibi hususlarda bize üstünlük sağlamış bulunuyorsunuz. En önemlisi Allah yolunda cihad etmeniz. Siz hac, umre ve düşmanla savaşmak için evlerinizden çıktığınız zaman mallarınızı biz koruruz. İplik eğeriz, size elbise yaparız. Çocuklarınızı besleriz. Peki, biz sizin kazandığınız hayır ve sevaplarda size ortak olamaz mıyız?’’ Esma’nın bu sözleri peygamberimizin çok hoşuna gitmişti. Ashabına dönerek dedi ki: “Siz bir kadından din konusunda bundan daha güzel bir soru duydunuz mu?’’ Peygamber (asm) sonra Esma’ya dönerek: “İyi anla ve seni buraya gönderen hanımlara da iyi anlat. Bir kadının kocasıyla güzel geçinip onun hoşnutluğunu kazanması sevap bakımından o saydığın üstünlüklerin hepsine denktir.’’ buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte ise Allah Resûlü (asm): “Kocası kendisinden razı olduğu halde vefat eden her kadın cennete girer.” “Eğer birine Allah’tan başkasına secde etmesini emredecek olsaydım; kocanın hanımı üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı kadının kocasına secde etmesini emrederdim.” HİSSE: Secde olur da tavaf olmaz mı? Kâbe’ye sırt dönülür mü hiç? Kocasına Kâbe’ye bakar gibi bakan hanımlar! Haccınız mübarek olsun. “Evet, Kâbe hürmetinde olan iman ve İslâmiyet gibi çok evsâf, muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü’min (eşin)e karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslamiyet’e tercih etmek, pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.” Şiddet Yasağı Peygamber’in (asm) vefatından önce ashabına tavsiyede bulunduğu ve sesi kısılıncaya kadar tekrar ettiği üç tavsiye arasında kadınlara iyi davranma konusu da vardı. Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “Kadınlarınız hakkında Allah’tan korkun! Onlar sizin yanınızda bir emanettir.” Hz. Peygamber (asm), işin inceliğine dikkat çekmek için bir defasında kızılacak bir iş yapan hizmetçisine, “Eğer ahirette kısas korkusu olmasaydı şu misvakla senin canını biraz yakardım” buyurmuş ve ondan da vazgeçmiştir. O hanımlarına iyi davranmış, onları dövmemiş ve “Kadınları ancak kötüleriniz döver” ikazında bulunmuştur. HİSSE: Bir arkadaşım, eşini kastederek “Bazen sopayı göstermek lazım” derken bu düşüncesini “Dayak cennetten çıkmadır” diyerek desteklemeye çalışmıştı. “Hayır, kat’a ve asla! Medenilere galebe ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar (zorlama) ile değildir.” Son Olarak Hz. Aişe-i Sıddıka validemiz, sahabelere Peygamber (asm)’ı tarif ettikleri zaman, خلقه القرآن yani “O’nun ahlakı, Kur’ân’dır” diye tarif etmişlerdi. Madem, zât-ı Ahmediye (asm) insanlara en güzel örnektir; elbette Cenâb-ı Hak hesabına hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek mümkünse, fıtraten benzemek ister. Habibullah (asm)’ı Kur’ân’ın istediği gibi sevmek için, Sünnet-i Seniyye’ye uymaya, hususen aile saadetimiz için mecbur ve mükellefiz. Toplum hayatında, “en cem’iyetli merkez ve en esaslı zemberek” olarak ifade edilen aile hayatımız için, sünnet-i seniye, bütün yönleriyle, saadetimizin ve çıkmazlardan kurtuluşumuzun anahtarıdır. Unutmayalım, hanemizin saadeti hane-i saadettedir! Kaynaklar: 1- Al-i İmran, 312- Prof. Dr. İ. Lütfi Çakan, Hz. Peygamber Ve Aile Hayatı3- Maide Süresi, 64- İbrahim Canan, Kütüb-Ü Sitte,12;4105- Buhari, Şurut 15, Hac: 106; Ebu Davud, Cihad 168
Zaman ilerledikçe hayatımızdaki ekran sayısı artıyor. Önceleri bir tek siyah beyaz televizyon vardı. Şimdi ise her evde bir kaç telefon, tablet ve televizyon olmak üzere birçok ekran var. Medyanın olduğu ve olmadığı dönemdeki annelik birbirinden oldukça farklı. Medya, kadını ve anneyi ister istemez dönüştürdü. Şüphesiz şimdi burada ele alacağımız değişimlerin ana nedeni medya değildir ama medya önemli bir tetikleyicisidir. Medya ve Annenin Kendilik Algısı Medya ile muhatap oldukça, annelerin önce kendilik algıları değişti. Medyadaki kadınlar zayıf kadınlardı. Köyde zayıflayayım diye derdi olmayan anneler, şehre göçtüklerinde beden kaygısını taşımaya başladılar. Bu günümüz annelerinde ise çok fazla. Yani medya, annenin ilgi odağını tam çocuğuna yönlenebileceği bir dilimde kendi bedenine çevirdi. Beden imajının yanına moda da eklendi. Anneler hem fit olmak, hem de şık olmak zorundaydılar artık. Giydiklerinde bir uyum olmalıydı. Annelerin kendilerine odaklanması güzeldi. Çünkü uzun yokluk yılları boyunca kendilerini unutmuşlardı. Kadın olduklarını yeni kuşakla birlikte keşfettiler. Ancak annenin kendine olan bu odağı hep dış görünümde, yüzeyde kaldı. Kendi ruhsal gelişimine odaklanamadı, çünkü medya bunu sunmadı. Böylece görünüm anneler için önemli bir dert halini aldı. Yeni kuşak annelerde, hatta bu annelerin çocuklarında “kombin yapmak”, “zayıf olmak”, “uyumlu giyinmek”, “aynı kıyafetleri giymemek” bir değer haline geldi. Bu şıklık ve fitlik kaygısı, anneyi psikolojik olarak gerdi. Köydeki anneleri düşünelim, onlar için kıyafet ve kilo belki de sonraki konulardı. Önce iş vardı. Köy erkekleri de medyada başka kadın profili görmediği için, eşlerinden bir beklenti içine pek girmediler. Yani medya yolu ile annenin üzerine iki temel baskı yüklendi: “Şık olacaksın!” “Fit olacaksın!” Bu baskı sonucu yeni kuşak annelerinin gündemine spor, alışveriş bol bol girmeye başladı. İşten boşalan zamanı, alışveriş ve zayıflama çalışmaları almıştı artık. Medya ve Hayatı Yaşama Arzusu Medyanın evlere girmesi ile modern hayat da annelerin gündemine girdi. Sinema, tiyatro, tatil köyleri, gezi turları gibi kavramlar, köy kuşağında ve şehirlere göç eden kuşakta yokken yeni kuşak anneleri modern çağın bu nimetlerinden faydalanmak istiyor. Medyada gördüğü tüm modern çağ nimetlerini yaşamak isteyen anneler, çocukları bu hayatı yaşamanın önünde engel olarak görebiliyorlar. Gerçekten de çocuklu bir anne, ne sinemaya ne de tiyatroya gidebilir. Büyük şehirde yaşayıp onun nimetlerini yaşayamamanın önündeki en büyük engel çocuklar gibi durmaktadır. Bu nedenle çocuk sayısı azalmaya başladı. Hem çocuğu bırakacak yerin olmaması, hem anneye sosyal desteğin sunulmaması, hem de çocukların dünya nimetlerinden faydalanmanın önünde bir engel gibi durması nedeni ile çocuk sayısı azaldı. Medya dolaylı olarak ailenin ve insanların çocuğa bakışını değiştirdi. Medya ve Ev Düzeni Medya, annenin dikkatini kendi ile birlikte evine de çevirdi. Evdeki mobilyalar, eşyalar annenin gözüne zamanla batmaya başladı. Sürekli değişen moda evleri de etkiledi. Evin güzelleştirilmesi, modaya uygun donatılması, mutfak eşyalarında değişen gündemin yakalanması derken annenin kendi ile birlikte gününün çocuğunu geçirdiği ev de ilgi alanına daha fazla girdi. Anne kendi şıklığı ile ilgilenirken, evinin şıklığı ile de ilgilenmeye başladı. Hatta bazı yemek ve ev dekorasyon programları ile ev içindeki düzen uyum, mobilya dizimi işini o kadar abarttılar ki anneler evlerindeki ufak detaylarla vakitlerini geçirir oldular. Medya ve Annenin Evlilikteki Mutluluğu Medya, annelerin eşlerine bakışını da değiştirdi; aynen erkeklerin eşlerine bakışını değiştirdiği gibi. Sürekli ekranda en güzel kadınları, en güzel fizikleri ile gören erkekler, kendi eşlerini ekrandakilerle kıyasladılar ve daha az beğenir oldular. Kadınlar da dizilerde ve filmlerde daha romantik erkekleri gördükçe kendi eşlerini sorgular hale geldiler. İlk kuşak erkekler işe odaklıydı, anneler de öyleydi. Dolayısı ile birbirlerini pek görmüyorlardı. Köy kuşağının annelerinin eşlerinden temel beklentisi, işleri zamanında bitirmesi, olabildiğince kendine az iş düşürmesiydi. İlk şehirleşen anneler, eşlerinden iş yükünü azaltmalarının yanında ilgi de beklemeye başladılar. Bu anneler, eşlerinin evine ve çocuklarına karşı azıcık ilgili olmasını istediler. Akşam birlikte vakit geçirmeyi dilediler. Üçüncü kuşak anneler, ilk iki kuşağın beklentilerine sahipler ama onların yeni bir beklentileri daha var: o da sürprizler yapan, kendisini eğlendiren, romantik bir eş. Medyadaki eş ile evdeki eş arasındaki farkın çok olması ve boşanmanın medya yolu ile normalleştirilmesi sebebiyle evlilikteki sorunlar daha çok gün yüzüne çıktı ve boşanmalar arttı. İlk kuşakta boşanmış anne çok çok nadir görüldü. İkinci kuşakta da öyle; ama üçüncü kuşakta artık boşanmış anneleri daha fazla görmek mümkün. Medya ve Kaygı Köyde yaşayan bir anne düşünelim. Bu köyde her gün bir çocuk kayboluyor. Haftada bir çocuk tacize uğruyor. Her hafta bazı çocuklar olmadık kazalar geçirerek ölüyorlar. Böyle bir köyde yaşayan anne muhtemelen çok kaygılı olurdu. Özellikle çocukları ile ilgili. Ancak gerçek böyle değil. Köy kuşağının anneleri en fazla civardaki 10 köy, yaklaşık olarak da 1000 kişi hakkında bilgiye sahipti. Yakındaki köydeki olup biten ilginç olayları bilirdi. İlçe merkezindeki, il merkezindeki, İstanbul’daki olaylardan hiç haberdar değildi. Çünkü radyo, televizyon, gazete ve internet yoktu. Şehirleşme ile birlikte eve televizyon girince anne tüm Türkiye’deki olumsuz olayları duymaya başladı. Medya tüm Türkiye’nin köylerini birbirine yakın hale getirdi. Hal böyle olunca yaklaşık 35 bin köy komşu gibi oldu. Bir köydeki haberi diğer tüm köyler duymaya başladı. Anne artık 70 milyon kişiden haberdardı. Medya Türkiye’yi bir köye çevirdiği için artık taciz, kaçırılma, olmadık çocuk ölüm haberlerini anneler her gün duyar oldular. Algı yanılması ile çok uzaklarda olan bir olayı kendi yakınlarında olmuş gibi yaşadılar. Dolayısı ile medya nedeni ile şehir annelerinin kaygıları iyice arttı. Çocuğunu özgür bırakan kendisi de rahat olan anne gitti, çocuğunu kısıtlayan kaygılı anneler geldi. Özetleyecek olursak, medya annenin işe verdiği dikkati bedenine ve giyimine çevirdi öncelikle. Sonrasında bu dikkatin bir kısmı eve, evin düzenine yöneltildi. Bunun yanında anneler modern zamanın nimetlerinin neler olduğunu televizyondan öğrendiler ve bu nimetlere ulaşıp hayatın tadını çıkarma arzusuna sahip oldular. Hayatı tam anlamıyla yaşamak için çocuklar önde engel teşkil ediyor izlenimine sahip oldular. Medya eşlerin birbirinden beklentilerini yükseltti ve bu da evlilikteki huzursuzlukları arttırdı. Ve yine medya yoluyla dünyanın tüm kaygı verici olayları evin salonunun tam ortasına düşüverdi. Bu da anneleri daha kaygılı hale getirdi.
Çocuk yetiştirme tarzı bir anlamda toplumun aynasıdır. Çünkü eğitim, en basit tanımıyla “insan yapma” aracıdır. Bebekken kollarımıza aldığımız canlıyı yetiştirip gerçek bir insan yaparken de doğal olarak toplumumuzun ideal insan tanımları bizi yönlendirir. Bundan yaklaşık elli yıl öncesine kadar bu topraklarda uygulanan -ve hala bazı bölgelerde kısmen devam eden- sisteme baktığımızda, büyüklerinin yanında varlık göstermeyen, ağzı var dili yok, itaatkâr bir prototip görürüz. Hatta kolektif bilinçaltımızın aynası olan atasözlerinde durumun vahameti daha çarpıcı şekilde ortaya konur: “A o mu? Çok iyi bir insandır, başına vur, ekmeğini al!” Nasıl? Bu size de garip gelmiyor mu hakikaten? Bir insanın başına vurup ekmeğini alıyoruz, sesini çıkarmıyor ve bu acziyetini onun iyiliğine delil sayıyoruz… Yani artık tasavvur ediniz, o kadar iyi bir insan ki zulüm gördüğünde, haksızlığa uğradığında bile efendiliğini(!) bozmuyor. (Oysa bu durum olsa olsa patolojik bir özgüvensizliğe işaret eder). Uç noktalardan normale dönmek çok kolay olmuyor. Bir sarkacı en uç noktadan bıraktığımızda nasıl diğer uç noktaya salınmadan gelip ortada duramıyorsa toplumsal olgular da aynen böyledir… İtaat bekleyen sistemde yetişmiş olan bugünün ebeveynleri, adeta bunun acısını çıkarmak istercesine kendilerine yapılanların tam tersini yapıyor. Özgüvenli olsun diye aşırı özgürlük vererek, vasat bir müzik yeteneğine sahip çocuğa bile -bir kursa gidince Mozart olacakmış gibi- beklenti yükleyerek çocukların -tabiri caizse- hepten dengesini bozuyor. Niye mi böyle diyorum? Çünkü bu çocukların velileri uzun yıllardır “Biz nerede yanlış yaptık?” diye bizlere soruyorlar. Özellikle eğitimli ve üst sosyo-ekonomik seviyeden velilerde yayılan bir moda var: “Proje çocuklar yetiştirmek”. Çocuğun eğilimlerine, yeteneklerine, mizacına nerdeyse hiç bakmadan ona beklentiler yükleniyor. Hem okulda en başarılı olması, hem sosyal, hem de sanatsal açıdan yeteneklerini mükemmelen geliştirmiş falan olması bekleniyor. Peki ama niçin? Çocuktaki potansiyeli en iyi şekilde işleyelim diye mi? Hayır maalesef o kadar masum bir eğilim değil bu. Öyle olsa çocukta neye kabiliyet varsa onu desteklersiniz. Ama el-insaf, 10 yaşında bir çocuk aynı anda hem okul takviye kursuna, hem İngilizce kursuna, hem baleye hem karateye gider mi? Bu çocuklar kendilerini sürekli başarılı olmak zorunda hissediyorlar. Başarılı olmalılar ki anneleri işyerinde veya altın günlerinde onlarla övünebilsin. “Şekerim Aysun çok başarılı, bütün dersleri pekiyi, resim dersi alıyor, İngilizceye gidiyor, piyano kursuna da yollayacağım, çok kabiliyetli…” Anne övgüleri alabilsin, “Helal olsun! Ne kadar özeniyor çocuğunun eğitimine” densin diye olan Aysun’a oluyor. Eğer dindar bir aileyse o zaman bu programa “Her şeyi yaparım dinimi de öğretirim, hiçbir şeyi eksik bırakmam” anlayışına uygun olarak bir de özel din dersi ekleniyor. Çocuk bizatihi o ailenin çocuğu olduğu için değil, -bir proje olarak- başarılı olduğu için ve ailesinin yüzünü ağartan bir performans ortaya koyduğu için sevildiğini düşünüyor çoğunlukla. (Buna şartlı sevgi diyoruz, başka bir yazı konusu) “Biz senin iyi yetişmen için kendimizi paralıyoruz, o halde sen de başarılı olarak bize projemizle övünme şerefini çok görme!” kabilinden örtülü bir mesaj alıyor çocuk. Potansiyel geliştirmek çocuğun yeteneklerini yönlendirerek olur demiştik, ebeveynin ukdelerini gerçekleştirerek değil. “Ben yapamadım, o yapsın, ben okuyamadım, o okusun, o hep en iyi, en mükemmel yerlerde olsun” demek, aslında çocuk için iyi dilekte bulunmaktan çok, kendi içimizde kalan arzuları çocuk üzerinden yaşama isteğidir. O yaptığında biz yapmışız gibi gurur duyacağız çünkü. Her ebeveyn çocuğunun başarısına sevinir, kastettiğimiz başka bir şey… “Onun başarısında benim de payım var, onu bu hale ben getirdim, ben yetiştirdim, bakın ne mükemmel bir anne-babayım, eserime/projeme bakın!” anlamında bir sevinç/övünç vardır burada. Sevgili ana-babalar, çocuklardan beklentilerinizi lütfen bu yaklaşım ışığında tekrar gözden geçirin. Onları kendi hayatlarına mı hazırlıyorsunuz, yoksa yaşayamadıklarınızı ona yükleyip projenizi gerçekleştirmeye mi çalışıyorsunuz?
Aile bütün toplumlarda temel kurumdur. Aile en genel manada; akrabalık ilişkisiyle birbirine bağlanan fertlerin bir araya getirdikleri topluluk. Diğer bir ifadeyle toplumun en küçük birimi olarak kabul edilir. Toplumsal kurum; bir toplumda örgütlenmiş, göreli bir bütün oluşturan düşünceler, davranışlar, değerler ve normlardır. Toplumsal kurumlar (aile, eğitim, siyaset gibi), kendi içinde ve diğer kurumlarla karşılıklı ilişkileri sonucunda toplumsal sistemleri oluştururlar. Toplumsal kurumlar, insanlar arası ilişkiler sonucu ortaya çıkan toplumsal bir olgudur ve bütün toplumların kendilerine özgü yapılarına göre biçimlenir. Burada toplumun temel kurumu aile üzerinde duracağız. Aile Nedir? Aile bütün toplumlarda temel kurumdur. Aile en genel manada; akrabalık ilişkisiyle birbirine bağlanan fertlerin bir araya getirdikleri topluluk (Aydın,1989:198). Diğer bir ifadeyle toplumun en küçük birimi olarak kabul edilir (Giddens, 2003:178). Aile, bireyin ve toplumun fonksiyonlarında en temel öğedir. Aile, bireyin yaşamında çok önemli bir yer tutan beslenme, bakım, sevgi ihtiyacı, duygusal gelişim, psikolojik gelişim, eğitim, kültürel değerleri kazanma, sağlıklı zekâ gelişimini sürdürme gibi temel ihtiyaçlarını karşıladığı birincil yer ve çevredir. Birey öncelikle aile kurumunda sosyalleşir. Önce aile içinde toplumsal kimlik kazanmaya başlar. Toplumun sağlam temeller üzerinde durması aile kurumun ne derece sağlam bir kale olmasına bağlıdır. Aile kurumunu yönlendiren aslında geleceğini şekillendirmiş olur. Bir çok marjinal fikri cereyanlar (komünizm vs.) ilk hedeflerinde ailenin kaldırılması vardır. Çünkü geleneğin, kültürün örf ve âdetin bir nevi muhafızıdır. Bu nedenle ilk hücum aileyedir. Aile, bireyin toplumsal çevresinin ilk ve en önemli boyutunu oluşturur. Çocuğun, toplumun beklentilerine uygun bir birey olarak yetişmesi ailede gerçekleştirilir. Bireylerin mutlu ve huzurlu olmaları, sağlıklı bir aile yaşamına bağlıdır. Toplumsal bir kurum olan aile, toplumun vazgeçilmez bir parçası, temel yapıtaşıdır. Sağlıklı ve güçlü bir toplum, sağlıklı ve güçlü ailelerden oluşur. Ailenin Toplumsal Açıdan Önemi Aile, toplumun çekirdeğini oluşturur. Bu nedenle aile toplumun toplumda ailenin genel özelliklerini taşır (Ünlü, 2014:6). Bir ülkedeki toplum yapısı, bize oradaki aile yapısını izhar eder. Toplum sağlıklı ve istikrarlı ise, bu aileden kaynaklanır; bu nedenle aile çok önemlidir. Her devlet aile üzerine ciddi politikalar üretmektedir. Hatta bakanlıkları vardır. Ailedeki yozlaşma doğrudan doğruya toplumun yozlaşmasına neden olur. Toplumumuzun daha yaşanılacak bir yer olmasını istiyorsak, öncelikle kendimizi rehabilite edeceğiz; sonra toplumun çekirdeği olan ailemizi. Toplumun rehabilitasyonu aileden başlar. Aile sadece toplumsal hayat için değil, aynı zamanda bireysel yaşam içinde çok önemlidir. Ailenin hem bireysel hem de toplumsal hayat için bu kadar değerli olması, onu zorunlu bir biçimde evrensel bir olgu haline getirmektedir. Ailenin İşlevleri Aile tanımlamalarından da anlaşıldığı gibi aile çok yönlü bir olgudur ve toplumda pek çok işleve sahiptir. Bir kısmına değineceğiz. Neslin Devamı: Toplumun kendi varlığını sürdürebilmesi için aile neslin devamını sağlar. (Çağan, 2009:106). Koruma: Diğer canlılardan farklı olarak insan yavrusu çok uzun süreli bir bakım ve ekonomik güvenliğe ihtiyaç duyar. Çocukların bu ihtiyaçları aileler tarafından karşılanır. Bütün kültürlerde aile bu konuda nihai sorumludur. Toplumsallaşma: Ebeveynler ve diğer akrabalar, çocukları gözetirler; onlara normları, değerleri ve kültürü aktarırlar. Cinsel Münasebetin Düzenlenmesi: Cinsel normlar toplumdan topluma değişebileceği gibi aynı toplum içinde zamanla da değişebilir. Ancak aile bu konuda bir düzenleme getirir. Yoksa katı bireyciliğin ve cinsel serbestliğin (örneğin eşcinselliğin yaygınlaşması); ya da başka bir ifadeyle aileye alternatif birlikte yaşama biçimlerinin (Goody,2004:202) günümüzde oluşan toplumsal atmosferde ortaya çıkan aile modelleri, neslin devamının ya hiç kalmadığı ya da minimum düzeyde kaldığı aile biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Bu da toplumu yozlaştırır. Bu bağlamda aile çok önemli bir vazifeyi ifa etmektedir. Psikolojik işlev: Aile, sevgi şefkat ve güvenin ilk doğal kaynağıdır. Kişinin kendisini huzur ve güven içinde hissettiği bir ortamdır. İdeal bir aile, mensuplarına sıcak ve şefkatli bir ortam sağlar. İnsanlar kendilerini aile içinde güvende ve mutlu hissederler. Ailede oluşturulan sevgi saygı ve güven ortamı ailenin diğer işlevlerini yerine getirmesine de temel oluşturur. Çocuğun içinde yaşadığı toplumun kültürünü öğrenme süreci ilk önce ailede başlar. Ekonomik işlevi: Aile kendi ihtiyaçlarını karşılayan bir üretim birimidir. Aile üyelerinin beslenme, barınma ve korunma gibi ihtiyaçlarını karşılar. Böylelikle topluma yük olmamakla birlikte aile fertleri özgüven noktasında kendilerini ikmal etmiş olur. Eğitim işlevi: Toplumsal bir varlık olan insan, hayatını sağlıklı bir biçimde sürdürebilmek için belli bir eğitimden geçmek zorundadır (Çağan,2009:108). Eğitimciler aileyi ilk ve en etkili eğitim kurumu olarak kabul ederler. Çocuk, temel davranışları ailede kazanır. İyiyi kötüyü ailede öğrenir. Kişiliğinin temelleri ailede atılır. Kültürel değerler ve toplumsal kurallar ailede benimsenir. Ailede yaşanılan ilk çocukluk yılları, çocuğun geleceği açısından önem taşır. Sorumluluk ve görevleri, aile kazandırır. Toplumsal Statü Sağlanması: Bizler ailemizin geçmişinden gelen belirli sosyal statüleri miras olarak alırız. Ailenin imkânları, çocuğun daha sonra alacağı eğitim dâhil birçok konuda belirleyici olacaktır. Dini İşlevi: Modern öncesi toplumlarda aileler kendi üyelerine sadece dinsel eğitim vermekle kalmazlar, aynı zamanda dini eğitimin oluşturduğu pratik durumu denetlemeyi de görev edinirlerdi (Çağan, 2009:109). Modern toplumların seküler yapılanması her ne kadar dini eğitimi belirli bürokratik örgütlere devretmiş olsalar da, aileler ihtiyaç hissettikleri takdirde bu işlevlerini yerine getirmeye devam etmekte ve inandıkları dini değerleri ve davranışları çocuklarına aktarabilmektedirler. Dini kültürün aktarımı için aile en uygun ortamdır. Bu bağlamda aileye büyük vazife düşmektedir. Dini hassasiyeti mevcut olan bir toplum oluşturmak aileden geçmektedir. Bu nedenle marjinal fikir cereyanları, ilk hedef olarak aileyi görmektedirler. Aileyi ortadan kaldırarak gelenek ve kültürle bağı koparmış olacaklar. Sonuç Olarak Aile, bir üyesi olmanın mutluluğunu duyduğumuz, kendimizi her açıdan güven içinde hissettiğimiz, kısaca, yaşamı ve başkalarıyla bir arada yaşamayı öğrendiğimiz sosyal bir yapıdır. Ailenin insan hayatındaki göz ardı edilemeyecek biyolojik, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik ihtiyaçları karşılayan işlevleri vardır. Kısaca; bireyleri kişilik gelişimini tamamlamış, kendilerinden hoşnut, kendine güvenen, yenilikçi ve üretken bir hale getirir. Aile üyeleri arasında karşılıklı güven, sevgi, dürüstlük ve samimiyeti ihdas eder. Toplumun değer yargılarına ve beklentilere uygun fertler meydana gelir. Bu işlevlerin sağlıklı olarak fonksiyonlarını yerine getirmesi bu saydıklarımızla birlikte daha sayamadığımız birçok faydayı da yanında getirmektedir. Aile içinde anne ve babanın çocuğa duyduğu sevgi ve ilgi, onların yaşamlarına farklı bir anlam ve değer kazandırmaktadır. Çocuk sahibi olmak, insan egoizmini engelleyen sayısız şeylerden biridir. Bu nedenle, çocuk sahibi olmak ve aile kurmak, kişiye sorumluluk ve paylaşma duygularını aşılayarak onu hem bencillikten korumakta hem de toplum ve insanlar arasında anlamlı bir ilişki kurmasına yardımcı olmaktadır. Bu bağlamda, sevgisi ve anlayış duygusunun en iyi karşılandığı ortam olan aile, insanı bireycilikten kurtarıp sosyalleştirdiği gibi onu aynı zamanda yalnızlıktan ve ruhi boşluktan uzaklaştırmaktadır. Aile kişiye, toplumun bir üyesi olduğu duygu ve düşüncesini vererek sorumluluk yüklemektedir. Onu düzenli bir hayat kurmaya, kanun ve nizamlara uymaya ve herkesle iyi ilişkiler geliştirmeye yöneltmektedir. Toplum beklentilerine uygun düzenli bir yaşantı kuran ve çevresindeki insanlarla iyi ilişkiler oluşturan kişi, doğal olarak daha mutlu olmakta ve daha tatmin edici bir hayat sürdürmektedir. İstikbalde İslam’ın en gür seda olmasını istiyorsak toplumun temeli aileyi bu bağlamda değerlendirip evlerimizde saadetli bir aile yaşamını tesis etmemizle ve irfan mektebi haline getirmemizle olacaktır. Kaynakça: AYDIN, Mehmet Akif (1989), Aile, İslam Ansiklopedisi, Cild: 2, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul.ÇAĞAN, Kenan (2009), “Ailenin İşlevleri”, Aile Sosyolojisi, Açılım Kitap, İstanbul.ERKAL, Mustafa E. (1993), Sosyoloji, 5. Baskı, Der Yayınları, İstanbul.GİDDENS, Anthony (2003), “Aileler”, Sosyoloji, Hazırlayan: C. Güzel, Ayraç Yayınları, Ankara.GOODY, Jack (2004), Avrupa’da Aile, çev. S. Aksoy, Literatür Yayıncılık, İstanbul.ÜNLÜ, Sezen (2014), Aile Yapısı ve ilişkileri, http://books.google.com.tr/books?id=t (30.11.2014).
Yaratılış gayesi, Rabbini tanımak ve ona ibadet etmek olan insanın, ebedi hayatına bir sermaye olan ömrünü tamamen maddi kazanç yolunda harcamakla, gezip eğlenmekle geçirmesinin bu gayeye muhalif olduğu aşikârdır. Ecel gizli olduğundan ve her bir günde ölmek ihtimali hak olduğundan, hakiki kul olmak; hayatın her dönemi, ömrün her yaşı için en büyük hedef olmalıdır. Bu yüzdendir ki, 40 yaşına kadar vaktini geçim kaygısını ortadan kaldırmak ve hayatı düzene oturtmak için sarf eden, fikirleri, hisleri ve tecrübeleriyle kemale ermiş insanın; artık hakiki kul olmak vakti gelmiştir. İş, ev, tatil silsilesi yerine; ilim tahsili, ibadet ve kulluk vaktidir. Büyük işler başarmanın vakti zamanı gelmiştir. Çocukluk dönemi yaşantısının endişesiz lezzeti sonrası, ergenlik döneminin ruhi yükleriyle boğuşur insan. Geçimini sağlamak adına adımlar atması beklenirken çocuk mu yetişkin mi olduğunu anlayamamış ruhundan, yaratanını anlaması için verilmiş yüksek hislerin idaresini öğrenmeye çalışır, bocalar durur. Dener ve yanılır. Yaşar ve öğrenir. Bir olayın büyüklüğünün, insanın onu nasıl algıladığı ve hislerin o olayı nasıl karşıladığı ile ilgili olduğu insanın dünyasında, dağlar-vâri yüklerle boğuşur kanı deli tüm halleriyle. Ulaşılamayan yüksek hayallerden aşağı yuvarlanırken, aldığı darbelerle biraz daha olgunlaşır. Benliğinden gelen “Artık ben oldum” toy sesine inat, yeni çarpışmalara mahkumdur. Yıkılır ve yine yıkılır. Eğitim hayatı, iş bulmak, bir düzen kurmak… Her biri ayrı bir heyecanken; beraberinde getirdiği küçüklü büyüklü darbeleriyle hep biraz daha olgunlaşmaktadır insan. Evlilik ve çocuklar... Yıllar geçer… Hemen hemen herkesin yaşadığı bu süreçler boyunca olaylar olgunlaştırırken insan ruhunu, hislerini kontrol etmeyi öğrendiğini düşünür insan. Fakat başka bir hastalık peyda olmuştur: Damar ve sinirlerine kadar sessizce işleyen tembellik, yılgınlık, atalet hastalığı. Hayallerin küçülmesi, azmin zayıflaması, hayatın kısıtlanması… Yaptığı kadarının yettiğini düşünmesi insanın… Evlenmiştir, geçimini sağlamaya yetecek kadar ilim tahsil etmiştir. Eş, evlat, ev, araba… Tam bu noktada, aslında her şeyin karar bulduğu, bütün bu birikimle hayalleri adına çalışabileceği, kendisi ve insanlık adına büyük şeyler başarabileceği bu noktada; tekdüzelik seline kapılıyor çoğumuz. İş, ev, tatil silsilesi… Daha da acısı; televizyon karşısında bir ömür; 40 yaş ve yaş kemale erdi diyoruz. Artık bizim vazifemiz, çocuklarımızın mürüvvetini görmek; onlara sağlıklı, kolaylıklı bir hayat sunmak, dinlenmek. Hâlbuki işte tam bu noktada başlar hayat. Ecel gizlidir ama ortalama insan ömrünün giderek arttığı ülkemizde geriye kalan belki 50 yılınız var! Düşünelim, ayaklarınızın üzerinde durabilmişsiniz, hayat gençliğe nisbetle karar bulmuş. İşte insanın gençliğinde hayal ettiği şeyleri gerçekleştirme zamanı. 40 yaşın verdiği geniş bakış açısıyla şöyle bir tartmalı hayatı; durmalı önce. Ben neyim, bu hayat deveranı beni öylece sürükleyip daha bir içine çekerken. Aslında nedir benden istenen, bir daha elime geçmeyecek bu yıllarda ne yapmalıyım? Evet, önümüzde –belki de- bir elli yıl daha var. Ne yapmalıdır insan? Dünya için çalıştığı 40 yılına bakıp, daha çok çalışmak ve daha rahat yaşamın yollarını aramak mı? Gezip eğlenmek mi? Ya da artık hakiki vazifeye hakkıyla kafa yormak mı? Yaratılış gayesi, Rabbini tanımak ve ona ibadet etmek olan insanın, ebedi hayatına bir sermaye olan ömrünü tamamen maddi kazanç yolunda harcamakla, gezip eğlenmekle geçirmesinin bu gayeye muhalif olduğu aşikârdır. Ecel gizli olduğundan ve her bir günde ölmek ihtimali hak olduğundan, hakiki kul olmak; hayatın her dönemi, ömrün her yaşı için en büyük hedef olmalıdır. Bu yüzdendir ki, 40 yaşına kadar vaktini geçim kaygısını ortadan kaldırmak ve hayatı düzene oturtmak için sarf eden, fikirleri, hisleri ve tecrübeleriyle kemale ermiş insanın; artık hakiki kul olmak vakti gelmiştir. İş, ev, tatil silsilesi yerine; ilim tahsili, ibadet ve kulluk vaktidir. Büyük işler başarmanın vakti zamanı gelmiştir. Nasıl olur demeyin; örneklerden ilham alalım; Her hayırlı işte olduğu gibi bu işte de en büyük örneğimiz, Resul-i Ekrem (asm)’dır. Amerikalı ilim adamı Michael H. Hart, dünyadaki en meşhur 20 bin kişiyi kabiliyetleri, mücadeleleri, icraatları ve muvaffakiyetleri yönünden bir bilgisayar programı aracılığıyla değerlendirmiştir. Çalışma verilerinin değerlendirildiği 1978’de yayınlanan kitabında Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)’ın gelmiş geçmiş en etkin insan olduğunu ilan eden Hart, kendisiyle yapılan bir röportajda; yıllar geçse de bu listede 1 numaranın değişeceğine inanmadığını belirtmiştir. Peygamberimiz (asm)’a 40 yaşında verilen peygamberlik vazifesi sonrası, 23 yıl içerisinde dünyada hem maddi hem manevi en büyük devrimi gerçekleştirmiştir. İşte davamıza en muhteşem örnek! Çünkü Efendimizin icraatları, sebepler dairesindedir. “Benden olmaz artık” diyen yorgun ruha bir örnek daha; cahiliye devrini yaşamış ve 38 yaşında Müslüman olmuş Hz. Ebubekir; geri kalan ömründeki yaşantısı ve takvasıyla “Eğer, Ebu Bekir’in imanı, bütün insanların imanı ile karşılaştırılsa, Ebu Bekir’in imanı daha ağır gelecektir.”1 iltifatına mazhar olmuştur. Her insanın en kıymetli varlığı ahireti kazanmada sermayesi olan ömrü değil midir? İşte; “40 yaşındayım, -ne oldum değil- ne olacağım” diyenlere; o sermaye ile yapılacak en bereketli ticaret, Hz. Ebubekir’in ticareti. “Bu yaştan sonra mı?” dememeli, geri kalan her yılı ebedi yıllar yapmak vaktidir! Cahiliye âdetlerini bırakarak 40 yaşında Müslüman olan, 62 yaşında vefat eden Hz Ömer ise; 10 yıllık hilafet döneminde Suriye, Filistin, İran, Irak, Mısır, Azerbaycan’ı fethetmiş, adaletin simgesi olmak vasfını yine 40 yaşından sonra elde etmiştir. İslam cemiyeti bugünde böyle fatihler ve fetihler ister ve bekler. Gayretle çalışmak vaktidir. Bir başka örneğimiz ise; 9 yaşında evinden ilim için ayrılan, doğu illerini ilim tahsili için karış karış dolaşan, gençliğini İslam’a hizmet için adeta at üstünde geçiren üstad Bediüzzaman’ın çilelerle dolu hayatıdır. 40 yaşından sonra telif ettiği eserler ve İslam’a ettiği hizmetiyle çığır açmış, milyonların imanının kurtulmasına vesile olmuştur. Peki, bizim 40 yaş sonramız kimlere şifa olacak? “Onlar büyük adamlar!” diyenlere bizden bir örnek; Çanakkale’nin Çan ilçesine bağlı bir köyünde ikamet eden iki çocuk annesi 40 yaşında bir kadın. 11 ayda Kur’an-ı Kerim-i ezberledi. Hedefiniz mi yok, işte size hedef. “Artık dinlenmeli” sözünün köleleştiren zincirlerini kırıp -muhtemel 50 yıl için- büyük planlar yapmak zamanıdır. Bu 50 yıl ilimsiz geçmez! Kur’an’ı hıfz etmek, Hadis-i Şerif ve Siyer’le haşir neşir olmak, meali kavramak, tefsirler okumak; “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir” diyen Bediüzzaman’a kulak verip, Risale-i Nurları anlamak vaktidir. Yaş 40. Gaye anlaşıldı, insan hayatının mahiyetini anladı, hissi kararsızlıklar ortadan kalktı. Şimdi büyük hedefler koymak, durmadan çalışmak gerek yüksek gayeler uğruna. Eğer 40 yaş durgun ve tekdüze bir hayata geçişin yaşı olsaydı, Peygamberimiz (sav), başta olmak üzere pek çok peygambere peygamberlik vazifesi kırk yaşında verilir miydi? Hislerin, duyguların, heyecanın, latifelerin kemal bulduğu, insan cihazatının koşmaya hazır olduğu, hayat meşgalelerinin bu koşuya izin vermek adına kenara çekildiği yaştır, kemal yaşıdır 40’ıncı yaş. İstikrarlı bir gayrete hazır hale gelmiş melekelerin varlığında koşmak vaktidir şimdi. Hele İslam kendine hizmet edeceklere dünden daha muhtaç, Müslümanlar mazlum, çokların imanı tehlikede, dünya ahir ömründeyken… Kaynak: 1- Tuhfetu’l-Ahvezî, 7/298, Şamile; Kenzü’l-Ummal, hn: 35614.
Mülakat: Kumru Özge YağmurMülakatı Yapan: Şirin Kalem Çocuk Dergisi Burada öğretmenlik yapmak birilerinin sadece geleceğine, gideceği üniversiteye dokunmak değil onların YÜREKLERİNE, onların HAYATLARINA, onların BENLİKLERİNE dokunmaktır. Benim 9. sınıfta aldığım şimdi 12. sınıfta olan CAN’larım var. O kadar kıymetliler ki benim için, bunu anlatabilmek zor. Onların sevgileri her gün okula gitmeme sebep. Ki bunu hiç abartmadan yazıyorum. Ne derdim olursa olsun, onların gülümsemeleri her şeyi unutturuyor. Kumru Hanım, kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz? Adım Kumru Özge YAĞMUR. 1984 Mersin doğumluyum. 2008 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Biyoloji Öğretmenliği Bölümünden mezun oldum. 2008-2010 Mersin Final Dergisi Dershanesinde öğretmenlik yaptım. 4 ay kadar Mersin Yenişehir Başarım Dershanesinde çalıştıktan sonra Şubat 2012’de Şemdinli Derecik İMKB Çok Programlı Lisesine (Yeni adıyla Şemdinli İMKB Çok Programlı Anadolu Lisesine) Biyoloji Öğretmeni olarak atandım. 2013 yılından beri, okulumdaki ve çevre okullardaki öğrenciler için yardım toplayıp dağıtıyorum. Kıyafet, yiyecek, kitap, dergi, puzzle, ayakkabı, örgü yünleri, okullara saat. Yani aklıma gelen, ulaşabildiğim her yerden yardım topluyorum. Her adımım da bir sonraki için fikir veriyor. Size yazmamda, buradaki insanların dini hassasiyetlerine karşı bilgi eksikliklerinin çok olduğunu imam arkadaşlarla olan konuşmalarımızda çok fazla dile getirmemiz, etkili oldu. Onlar bu konularda sadece çocuklara değil, ailelere de yakın olunca eksiği görmeleri daha kolay, çıkarımları daha doğru oluyor. Açıkçası çok dergiye, çok yayınevine yazdım ama bana bu kadar içtenlikle ve güvenerek dönen sadece siz oldunuz. İnsanların birbirlerine güvenmeye korktuğu bir zamanda bana güvenmeniz beni ayrıca çok mutlu etti. Hakkâri’de kutsal ve önemli bir vazife icra ediyorsunuz, öğretmenlik yapıyorsunuz. Öğretmen ve öğrenciyi -vazife yaptığınız bölge şartlarını da göz önünde bulundurarak- tanımlayabilir misiniz? Hakkâri’de öğretmenlik farklıdır. Şemdinli’de daha farklı; (atandığım yıl Şemdinli’de dershanede çalıştığım için bunu çok net söyleyebiliyorum). Derecik Beldesinde çalışmak çok daha farklı. Bulunduğunuz bölgede eğitim şartları –eksik ve fazlasıyla- ne durumda? Burada çocukların sosyal hayatları yok. Özellikle kız öğrencilerin arkadaşlarını gördükleri, rahat rahat birlikte zaman geçirdikleri, kendileri için bir şeyler yaptıkları özgür oldukları bir yerdir okul. Aynı mahallede oturup okul dışında görüşemeyen öğrenciler var burada. Aynı aileden olup aile içindeki kırgınlıktan dolayı birbirlerini sadece okulda görebilen çocuklar var. Okul, öğretmenlerle iletişimleri de iyiyse onlar için ilaç… Mutlu oldukları, çalışabildikleri, kimse karışmadan kitap okuyabildikleri bir yerdir okul. Kendileri oldukları belki de tek yer. Öğrencileriniz için en acil ve ehemmiyetli konu -size göre- nedir, neler söylersiniz? Burada öğretmenlik yapmak birilerinin sadece geleceğine, gideceği üniversiteye dokunmak değil onların YÜREKLERİNE, onların HAYATLARINA, onların BENLİKLERİNE dokunmaktır. Benim 9. sınıfta aldığım şimdi 12. sınıfta olan CAN’larım var. O kadar kıymetliler ki benim için, bunu anlatabilmek zor. Onların sevgileri her gün okula gitmeme sebep. Ki bunu hiç abartmadan yazıyorum. Ne derdim olursa olsun, onların gülümsemeleri her şeyi unutturuyor. Şu anki halinize katkı olarak ne olsa daha şevkli ve verimli şekilde öğretmenlik yapardınız? Burası her sene daha iyi olsa da sıkıntılı bir coğrafya. Elektrik kesintisi, su kesintisi, şebekenin olmaması, ulaşımın zor hatta çok zor olması başlı başına burada yaşamayı zor kılan şeylerken; insanların sıcaklığı, misafirperverliği, samimiyetleri burada geçen zamanı yaşanılır kılıyor. Bir gün öğrencimin birine “Sınava hazırlanman senin için daha kolay değil mi? Şansın varken sınavı kazanıp bir üniversiteye gitsen, kurtulsan bu hayattan demiştim.” “Babam ya çalış ya da ekmek yok sana dedi; çalışmak zorundayım” demişti. İnsanlar zor hayatlar yaşıyorlar ne kadar zor olduğunun farkında olmadan hem de. Her şeye o kadar hızlı alışıyor ki insanoğlu, şartlar değişince farkına varabiliyor ancak. Çocuklara kızamıyorum. İlkokul ve ortaokulda bir şey öğrenmeden gelmişler. Gelen öğretmenlerin büyük çoğunluğu, geldiği ilk yıl hemen evlenip gitme derdine düşüyor. Bu durumda verdikleri eğitimin kalitesini konuşmaya bile gerek kalmıyor çoğu zaman. Liseye boş gelen öğrenciye de ne kadar destek olursanız olun, bir şeyler yapması gerçekten zor. İyi öğrencilerimiz de var ama azınlıktalar. Şartlar zor. Sınırda yaşam böyle… Her şey olumsuz değil tabi. İlk geldiğim yıla göre daha iyi durumdayız; bunu da eklemeliyim. Her yıl daha çok öğrenciyi üniversiteye gönderiyoruz ya da bilinçlenip Van’a ya da akrabaları varsa farklı illere –dershanelere- gidip üniversite okumak için çabalayan öğrencilerimiz artıyor. Bu yıl kendi sınıfımdan Tıp Fakültesine gidecek kapasitede öğrencilerim var. Sınav kaygılarını aşarlarsa inşallah o günleri de göreceğim :) Ve Şirin Kalem Çocuk Dergisi… Bizimle irtibat kurup dergilerden talep ettiniz ve buradaki yavrularımıza ulaşmasına vesile oldunuz. Öncelikle teşekkür ederiz. Peki neden? Aileler çocuklarını okula gönderiyorlar ama her şeyin devlet tarafından yapılması gerekiyormuş gibi bir anlayışa sahip olanları çok fazla. Servis ve öğle yemeği ücreti yok zaten. Ama kitap almaları gerektiğinde para verecek aile sayısı çok az. Çocukların çoğu kendileri çalışmasa paraları olmaz. Şimdi kazandıklarını telefon ya da benzeri eşyalara vererek hayatları güzelmiş gibi yaşıyorlar, mezun olduktan ve işsiz kaldıktan sonra “KEŞKE” diyecekler biliyorum, çünkü bunu çok yaşadım. Okulun fiziki yapısı normal. Akıllı tahtamız yok ama karatahta sayısı da az. Kitap satılan bir yer olmadığı için öğrencilerin kaynak sıkıntılarını biz karşılamaya çalışıyoruz. Okul içinde -çok ciddi- eğitimi aksatacak sıkıntılar yok. Kütüphanemizde kitaplar çok fazla değil ne yazık ki. Okumayı ne kadar çok sevdiklerini bilseniz, bunu neden söylediğim anlardınız. Bu yıl müzik odasını aldım ve uzun bir uğraştan sonra açtım. Kendi kitaplarımı, topladığım dergileri ve kitapları, illerden istediğim tanıtım broşürlerini, puzzle ve tabu gibi oyunları koydum. Kuzularım çok sevindi. Öğle aralarında iyi vakit geçirecekleri bir ortam oluşturmaya çalışıyorum. Tabi bütün öğrencilere ulaşmam zor. Sadece gerçekten emek veren ve okumak isteyen öğrencileri yönlendiriyorum. Sizin dergilerinizden kendime ayırdığım birkaç sayıyı da koydum. Eksik çok ama zamanla tamamlanacağını düşünüyorum. Öğrencilerin yaşadıkları sıkıntılar çok. Bu yıl rehber öğretmenimiz var, ama geçen 2 yılda yoktu. Öğrencilerin aile içinde gördükleri tacizler, dayaklar ve incitici olaylar da çok. Bu konuda onlara yardımcı olmanın yollarını bulabilsek keşke… Çok çocuklu ailelerin ‘kayıp’ çocukların birçoğu. Onları o hayattan uzaklaştıracak bir yol olarak puzzle almıştım ki birkaç öğrenci beni şaşırtacak derecede odaklanmıştı ve iletişim kurmaya başlamıştı benimle. Bu konuda ne yapılabilir, inanın hala bilmiyorum. Öğrencilerle geçen zaman sınırlı, hepsine ulaşmak zor. -Taşımalı eğitim olunca- okul sonrası görüşebilmek -evlerine gitmediğiniz sürece- zor. Evlerine gidebileceğiniz yakınlıkta öğrenci sayısı az. 2 saatlik mesafeden gelen çocuklar var. Bu konu, yazımdaki karmaşadan da anlayacağınız gibi karmaşık. Bu şartlarda onlar için en öncelikli şey, çalışabilecekleri sakin bir ortam. Aile baskısı, ev işi yapma, misafir, düğün derdi olmadan sadece derslerine, sınavlarına ve kendilerine odaklanabilecekleri bir ortam. Bunun için de yurt gerekiyor. Sözde yapılacak ama hala bir taş bile konulmuş değil. Onlara daha farklı hayatların var olduğunu, yaşadıkları hayatın sınırları içinde hapsolmamaları gerektiğini göstermek gerekiyor. Dergilerle bunu yapmaya çalışıyorum. Bilim Teknik, Atlas ya da National Geographic gibi dergilerle dünyadan haberdar olmalarını sağlamaya çalışıyorum. Sadece fotoğraflara bakıp etkilenen o kadar çok öğrenci var ki şaşkınlıkla ve sevinçle izliyorum. Dergilerin çocuklara ulaşması konusunda nasıl bir yol takip ettiniz, ne gibi durumlar yaşadınız, ilginç ve güzel olan neler vardı bu faaliyette, bizlerle paylaşır mısınız? Dergileri aldıktan sonra, okullarla irtibata geçtim. Daha önce farklı yardımlar da gönderdiğim için birçok okulla iletişim halindeyim. (KIRCA, ÜÇYAN, DERECİK, KOÇYİĞİT, UMURLU, YEŞİLOVA, YOLGELDİ, ÖNTEPE, GELİŞEN İLKOKULLARI) Bazı okullara araç bulursam kendim götürüyorum ki bu benim en sevdiğim durum:) Bazılarını da o köyde yaşayan imam arkadaşlarla ya da öğrencilerle gönderdim. Çocukların dergileri alınca öğretmenlerine beni aratıp teşekkür ettikleri zaman, benim için çok güzel bir andı. Yine dergileri götürdüğüm 2 okulda çocuklar sarılıp öptü beni ve teşekkür ettiler. Nasıl mutlu olduklarını anlatmak zor! Küçücük yüreklere dokunmak çok farklı… Beni gördüklerinde yanıma gelip “Dergileri okuyorum” ya da “Resimleri boyadım” diyen kuzular çok fazla. Çocuklar çok farklı. İmam arkadaşlarla gönderdiklerim için imamlara sürekli teşekkür ediyorlarmış. Öyle bir şey oldu ki beni gören çocuk dergi istiyor :) Van’a üniversiteye gidip geldiğim için bu ara yoğunluğum fazla. Kış da gelince zor oluyor çıkıp okulları ziyaret etmek ama elimden geleni yapıyorum. Bu çalışmanın devam etmesi herhalde iyi olur. Buradan bizimle irtibata geçerek bu tarz yayınların size ulaştırılmasına destek vermek isteyenlere neler söylemek istersiniz? Şirin Kalem Çocuk Dergisi konusunda bize destek olacak arkadaşlar, kuzucukların yüzünde kocaman bir gülümseme görecekler öncelikle. Sonra kuzucuklar dergileri okudukça, bir şeyler öğrendikçe, sizi her gördükleri yerde sorular soracaklar; “Daha başka dergi yok mu?” diyecekler. Okumayı, öğrenmeyi sevmeye başlayacaklar. Sizi sevecekler, tertemiz yürekleriyle ve sizi asla unutmayacaklar… Ayırdığınız vakit ve yaptığınız çalışmalardan dolayı bir kez daha teşekkür eder, başarılar dileriz.
Aynı hakikatin birbiriyle örtüşen farklı birer veçhesi olan “ruh, ene ve nefis” kavramları, âlem-i ervahtan başlayıp, şehâdet âleminden geçerek âlem-i berzâha, oradan ebed memleketine uzanan uzun bir yolculuğun öznesini teşkil ederler. Nefsin Biri Zat, Diğeri Latîfe Olmak Üzere İki Manası Var Zat anlamına olan nefis, kişinin kendisi yani ‘ben’ demektir. Bu itibarla nefis, insan olarak yaratıldığımız asıl varlığımız olan ruhumuzdur. Yani ruhumuzla kastedilen şey biziz, nefsimizdir. Biz zahiren genelde cesedimizi ‘ben’ olarak kabul ederiz ama hakikatte bu maddi vücudumuz ruhumuzun elbisesi hükmündedir. Dünyada kaşımızla-gözümüzle, elimizle-kolumuzla, kalbimizle-beynimizle üzerimizdeki bu vücut elbisesini giyiyoruz. Bir sonraki durağımız olan kabirdeki hayat ise cismanî değil, sadece ruhanîdir. Öldüğümüzde, beden elbisesini çıkardığımızda ruhumuz bütün bütün çıplak kalmayacak, âlem-i ervâhta ve âlem-i berzâhta yani kabirde üzerinde ince bir tül gibi bir gılâf-ı latîfi bulunacak.* Ruh mahiyeti itibariyle vücud-u hâricî giydirilmiş, zîşuur ve zîhayat bir mahlûk olup beden dışında sanal bir kavram değil, mahlûktur. Ruh bedenden ayrıldığında beden ölür ve dağılır ama ruh kendi latîf vücuduyla kaim kalır, hayatiyetini devam ettirir. Doğan, büyüyen ve ölen bedendir. Çünki ruh beka sahibidir. Cesedle değil, binefsihî, zatı itibariyle kâimdir. Yani varlıkta kalmak için o bedene ihtiyacı yoktur. Mevt, ruh için bir son değil, başka bir hayat mertebesine intikaldir. Yunus Emre’nin “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez!” derken kastettiği şey, bedenle ruh arasındaki bu farktır. Bizler son durağımız olan âhirette, dünyevî vücuttan çok daha mükemmel bambaşka bir bedeni elbise olarak tekrar giyeceğiz. Haşir, kabir hayatı gibi sadece ruhanî değil, aynı zamanda cismanî olacaktır. Yani ebed memleketinde bize oraya münasip buradan çok daha mükemmel bir başka vücut daha verilecek. Her âleme münasip olarak ruhumuza çeşit çeşit giydirilen bu beden elbiselerinin hiçbiri, bizim gerçek kimliğimiz değildir. “Biz kimiz?” dendiğinde ‘gerçek biz’ olarak verilecek cevap, bizim ruhumuzdur. Ne dünyadaki, ne de âhiretteki kolumuz, bacağımız değildir. İşte bu itibarla ruh, bir varlık ve zat anlamında ‘nefis’tir. كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ “Her nefis ölümü tadıcıdır” derken kastedilen nefis, zat anlamıyla, herkes, her birimiz demektir. Ruh –Ene Münasebeti Cenab-ı Hak ruhumuzu mürekkep olmayan bir mahiyette, yani bir kaç şeyden terkip edilmemiş, basit bir surette yaratmıştır. Bu hüviyetiyle ruh, tek ve bölünmez bir cevherdir. Ruhumuz böyle tek bir cevher olmakla birlikte çok değişik fonksiyonlara, kabiliyetlere, sıfatlara sahiptir. Nasıl ki her mahlûk, mesela bir portakal, adı şudur, tadı şudur, yuvarlaktır, şu renktir, kokusu şöyledir, içindeki paketçikler şu vitaminleri haizdir, şu bahçede yetişir, şu zaman olgunlaşır gibi, o portakal mürekkep de olsa tek bir şey olduğu halde, birbirinden çok farklı sıfatlara sahiptir. Öyle de ruhumuz da mahiyeti itibariyle basit, bölünemez tek şey olduğu halde, ona takılan akıl, kalb, vicdan gibi latîfelere, ilim, irâde gibi, işitmek, sevmek gibi çok farklı sıfatlara sahiptir. Kudret-i İlâhiye ruhumuzun mahiyetine ben’lik vermiştir. Bu sayede biz, kendimizi biliriz, bizim ve çevremizin farkındayız. Bir benliğimiz ve bir kimliğimiz var. Başka şeyleri ve kendimizi birbirinden temyiz ederiz. Etrafımızdakilerden farklı biri olduğumuzu biliriz. Birçok mahlûkta olmayan ve ruhumuza tanınan bu fonksiyon, bu benlik şuuru, bizi diğer mahlûklardan farklı kılan bu emanet ‘ene’dir. Semâvât ve arzın hamlinden çekindiği mukaddes yük. Ruhumuz bu ‘ene’ vasıtasıyla kendini ve etrafında olan biteni bildiği gibi, asıl maksadı olan Rabbini de bilir ve tanır. Ene öyle bir cihaz, öyle bir istidaddır ki bütün Esmâ-yı Hüsnâ’ya âyinedarlık eder. Yani Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri bizim âyine-i ruhumuzda tecelli eder. Biz sadece kendimizi ve çevremizi değil, ene’nin farazî ve mevhum rububiyetiyle üzerimizde tecelli eden bütün isimleri böylelikle fark ederiz, hissederiz. Aynadaki görüntüler nasıl mukabilindeki eşyayı gösteriyorsa, ruhumuzun âyinesinde tecelli eden manalar da Rabbimizi tanımak için bize verilen bir referans, bir özellik, bir anahtardır. Onu bir mana-yı harfî ile farklı farklı isimleriyle bize tanıtır. Ama insan ene’nin sadece bu maksatla ruhumuza tevdi edilmiş ‘bir emanet’ olan bu özelliğini anlayamazsa, âyine-i ruhunda tecelli eden bu harika özellikleri kendinden bilir, öyle zanneder. Rabbiyle nisbeti kuramayınca, âyinesinde gördüklerine sahip çıkar, kendini mâlik görür, hâkim görür, kadîr görür ve emanete hıyanet eder. Bu reddin bir sonucu olarak, neuzübillâh nefsini rab ittihaz etmeye kadar gider. Ve مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ tokadına müstehak olur. Ruhumuzun İletişim Kodları: Latîfeler “İnsanın mahiyet-i câmiasında ve istidâd-ı hayâtiyesinde çok letâif var.” Kudret-i İlâhiye tarafından ruhumuza birer fonksiyon olarak tanımlanan latîfelerin her biri, nihayetsiz Esmâ-yı İlâhiye tecellilerini anlamamıza vesile olan âletler, reseptörler hükmündedir. Ve biz dış âlemi bunlar vasıtasıyla idrak eder ve tavrımızı belirleriz ki bunun hayatımıza yansıyan şekli, bizim çeşit çeşit fiillerimiz ve tercihlerimiz olur. Görmek, işitmek, anlamak, sevmek, merhamet etmek, kızmak gibi sayısız fiillerimizi asıl gerçekleştiren ve onların gerçek sahibi olan, bedenimiz değil, ruhumuzdur. Nasıl ki kesmek fiilinin fâili bıçak değil, biz isek; bedenimiz de bu fiiller noktasında sadece bir araç hükmündedir. Dolayısıyla onları belirleyen irâde bedene değil, ruha aittir, fâil ruhtur. Üzerimizdeki Esmâ-yı İlâhiye tecellileri, ruhumuzdaki latîfeler vasıtasıyla bazen misliyle, benzeriyle, örnekler ve nakışlar suretinde; bazen de acz, fakr, naks gibi zıtlarıyla Rabbimizi bize tanıtırlar. Her bir latîfe, bir isme müteveccih âyine hükmündedir. İnsan, o ismin tecellisinden bu latîfe vasıtasıyla zevk alır, o perde arkasındaki hakikatin farkına varır. Bu farkındalık onun ruhuna bir pencere olur. Kişi o latîfeleri gaflet perdesiyle, farkına varmamakla, tefekkürsüzlükle, zikirden uzak kalmakla ihmal ederse, o kıymettar âletler zamanla susuz kalan çiçek gibi körelir, pörsür ve söner. Hâlbuki insan, etrafındaki her biri birer kıymettar hârika-i san’at olan nimetlerin Ehad-ı Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünse ve derk etse, o latîfeleri mütemadiyen işletip istimal edebilse, etrafında olup bitenden ibret almaya çalışsa marifeti artar. Ve kâinat kitabını okumaya başlar. رَبَّهُ عَرَفَ فَقَدْ نَفْسَهُ عَرَفَ مَنْ “Nefsini tanıyan Rabbini de tanır” hadisi bu hakikate işaret eder. Ruh bu âlem-i şehadetle ilişkiyi beden mekanizması üzerinden kurar. Ama cismanî hayat derecesinden ruhun mertebe-i hayatına ulaşan bir ehl-i kemal, görmek için göz penceresine ihtiyaç duymaz. Kâinatı olanca genişliğiyle ruhunun penceresinden seyreder. Kemale eren bir ruh, bedene muhtaç değildir. Ne görmek, ne işitmek, ne de bir yere intikal için. Bundandır ki hücresinden dışarı çıkmayan bir Allah dostu bu marifetle, dünya ehline dünyanın dört bucağındaki gizli sırlardan haber verir. İbrahim Hakkı gibi, semâvâtın yollarını Tillo’nun sokaklarından daha iyi bilir. ‘Zat’ Manasından Farklı Olarak ‘Latîfe’ Mahiyetinde Olan ‘Nefis’ Cenab-ı Hakk’ın ruhumuza taktığı istidad ve latîfelerden biri de, bütün hissiyatımızın kaynağı olan ve diğer tüm latîfelerimizi ve akıl, kalb, irade gibi sair cihazâtımızı câzibesiyle hissiyatı istikametinde etkileyen ve yön veren ‘nefis’ latîfesidir. ‘Nefis’ bu itibarla zat manasından ayrı olup, İlâhî bir latîfedir. Ve ‘nüfus-u seb’a’ olmak üzere yedi mertebesi vardır. Yani biz bu istidadımızı yedi farklı şekilde kullanabiliriz. Allah herkesi İslam fıtratı üzere yaratmıştır. Ama imtihan cihetiyle meleklerden farklı olarak bize hem hayra, hem şerre yönelik bir serbestiyet, bir kabiliyet tanımıştır. İnsan, işte bu ‘nefis’ denilen, hayra ve şerre kabil özelliğiyle imtihan olur. Nefsimiz bize kötülüğü emretmiyor olsaydı, yani bizim şerre de kabiliyetimiz olmasaydı ve nefsimizin emmâre vasfı olmasaydı, biz de melekler gibi olurduk. Ve imtihan olmazdı. Nitekim melaikenin şerre kabiliyeti yoktur. Onlar ibâdun mükremun’durlar. وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Ne emr olunursa onu yaparlar.” Ama insanlar ve cinnîlerin hem hayra hem şerre kabiliyeti vardır. Bu yüzdendir ki imtihana tabi tutulan bizleriz. Nefsin İlk Mertebesi: Nefs-i Emmâre إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ âyetinin ifade ettiği gibi, nefsimiz bize kötülüğü emreder. Kendini beğenir ve kutsar. Şımarık ve kibirlidir. Üzerine toz kondurmaz. Süflî arzular peşinde koşar. Bu mertebedeki nefis, ‘emmâre’dir. Ama nefsimiz sadece emmâre olsaydı, yani sadece şerre kabiliyeti olsaydı, biz bu vartadan kurtulamazdık. Hâlbuki nefsin yedi mertebesinden sadece biri kötülüğü emreder. Nefsin merâtibi içinde nefs-i emmâre hariç, diğer altı mertebenin hepsi bizi hayra teşvik ediyor. Ki bu da Cenab-ı Hakk’ın bizlere bir lütfudur ve rahmetinin gadabına galebesinin bir başka cilvesidir. Nasihat dilinde nefis, her ne kadar istiaze, çekinme ve tedbir anlamında, ikaz makamında hep olumsuz manasıyla vurgulansa da, diğer altı mertebede tezkiye edilmiş bir nefis olarak artık muteber bir şeydir. Ama büyükler, hep şeytanın iş ortağı, en büyük düşmanımız olan ve irademizi etkilemekle tercihlerimizi kötüye yönlendiren nefs-i emmârenin şerrinden Allah’a sığınmışlar, ondan asla emin olmamışlardır. فَلَا تُزَكُّوا أَنفُسَكُمْ “Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz.” ‘Onun tezkiyesini tezkiyesizliğinde biliniz’ manası bizlere bu tehlikeyi ihtar ediyor. Nefis Pişman da Olur Nefsin, emmâre olmaktan bir sonraki mertebesi ‘levvâme’dir. Bu noktadaki nefis, artık kötülüğü emretmez. Bilakis bir şekilde hata yapmışsa, ondan pişmanlık duyar. Husrev Efendi Üstadımız “Risâle-i Nura intisab eden bir kişinin nefsi şayet emmâre ise, o intisab ile levvâmeye inkılab eder.” buyurmuş. Yani artık o kardeş mücerred o intisab bereketiyle kendini sorgulamaya, artık hatasını, eksiğini fark etmeye başlar. Süreç içinde hatalardan tam sakınamasa da, işlediği günahlardan pişmanlık duyar. Bu hal, emmâre olan o nefis için bir mertebe terakkidir, iyiye doğru yönelmedir. Her Nefse İlham Yolu Açıktır Kişi istikamete devam ettiği takdirde daha sonra ‘nefs-i mülheme’ mertebesine vâsıl olur. Yani kul yaşantısıyla takip ettiği bu seyr u sülük içinde Rabbine yaklaştıkça, Rabbi de rahmetiyle ona yaklaşır. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ona ilham eder, bildirir. Nefis kendisine aslında daha önce de yapılmakta olan bu ilhamı artık fark etmeye başlar. قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا önümüzde bir düsturdur. Nefsini temizleyen, emmâre olmaktan kurtaran kişi felaha erer, kurtulur. Nefisten gelen iyi ve kötü emirler bu eksende düşünülmeli. Emmâre olan nefis, bize mutlak olarak kötülüğü emreder. Ama levvâme mertebesine intikal eden bir nefis artık her halinde bize kötülüğü emretmez. Tam tersine kendi hatasını sorgulayan, hesaba çekilmeden kendini hesaba çeken bir kimliğe bürünür. Kendimizi tutamaz ve bir şekilde yine nefs-i emmârenin tuzağına düşersek, bizi levm eder. “Neden böyle yaptın?” diye bizi yargılar. Nefis, mülheme olduğunda, önüne çıkan ikilemlerde kişiye “Bu doğru, bu yanlış!” der. فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا Yani Allah neyin fücur, neyin takva olduğunu bu mertebedeki nefse ilham eder. Burada mülhim, yani ilham eden, Cenab-ı Hakk; mülhem, yani kendisine ilham olunan, nefistir. Hani zaman zaman “Aklıma geldi” deriz ya! Daha önce hiç aklımızda olmayan, bizde olmayan bir şey nereden bizim aklımıza geliyor? İlham, vicdanlarda meşhud bir hakikattir. Bu mertebedeki nefse Cenab-ı Hakk fücurunu ve takvasını telkin eder, uyarır. Kalbin İtmi’nan Bulduğu Nokta: Nefs-i Mutmainne Nefis bir sonraki mertebede ‘mutmainne’ olur. Artık o kul neyin hayır, neyin şer olduğunu bilir. Tesadüfün olmadığını, her şeye hükmedenin Rabbi olduğunu bilen bir kanaat sahibi olur. Her şeyin üstünde onun mührünü görür. Kâinat kitabını mütalaaya başlar. Bilir ki her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir. Her şey onun emriyle halledilir. Etrafında olan bitenin Rabbinden geldiğine mutmaindir. Esbâb perdesi altında cereyan eden hadisatın içyüzünü anlar. Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de ارْجِعِي إِلَىرَبِّكِرَاضِيَةًمَّرْضِيَّةً يَا أَيَّتُهَاالنَّفْسُالْمُطْمَئِنَّةُ diyerek nefs-i mutmainne olanlara iltifat buyurur ve onları bir adım sonrasına, yani râdıye ve mardıye mertebelerine davet eder. Salih kulların arasında cennete girmekle müjdeler. Rabbinden Razı Olmak Bir sonraki mertebe, ‘nefs-i râzıye’dir. Yani mutmainne makamındaki bir insan, neyin ne olduğunu anlar da, peki bu tasarruflara rızası nasıldır? Akıl ve kalbi hissiyatına galip midir? Bir nevi kaderi tenkit manasında “Keşke!” der mi? Canı yandığında “Of! Puf!” der, şikâyet eder mi? Yoksa narı da nuru gibi sırf ondan geldiği için şey-i vâhid bilir mi? “Hoştur bana senden gelen, ya hil’atü yahut kefen, ya taze gül yahut diken, lütfun da hoş, kahrın da hoş” der mi, diyebilir mi? İşte bu mertebedeki nefis, oğlunu kurban etmeye götüren İbrahim (as) gibi, o hali bildiği halde milim sarsılmayan İsmail (as) gibi, Rabbinin her türlü tasarrufundan razıdır. Şu köşede vurulacağını bilse gider. Hz. Ömer Efendimiz de, Hz. Ali Efendimiz de katillerini biliyorlardı ve yakınlarındakilere haber vermişlerdi. Halife idiler. İsteselerdi onları derdest edebilirlerdi. Ama yapmadılar. Sahabe olarak nefis mertebelerinin en üst hududuna mazhar olmuş bu sıra dışı insanlar murad-ı İlâhîyi görüyorlardı ve bundan razı idiler. Radıyallahü anhüm ecmain. Rıza-yı İlâhî’ye Mazhariyet! Nefs-i Marzıye Sonraki mertebe ‘nefs-i marzıye’dir. Kul ne çilelere katlanır, göğüs gerer, Rabbisinden razı olur da, peki Rabbi de ondan razı mıdır? Her hareketinde Cenab-ı Hakkın rızasını esas maksad tutan bir nefis, bu istikametle öyle bir noktaya gelir ki Rabbi de onun ahvâlinden hoşnut olur, ondan razı olur. Husrev Efendi Üstadımız “Ömrünüzde bir kez Rabbiniz sizden razı olsa, o size yeter!” buyururmuş. O Ezel ve Ebed Sultanı yüzümüze baksa ve bir kez bile “Senden razı oldum!” dese. Ya Rab! Onun içindir ki Bediüzzaman Hazretleri Üstadımız ihlasın ilk düsturunda “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı!” derken Nur Talebelerinin önüne koyduğu hedef, işte bu râdıye ve mardıye mertebeleridir. Bu haslete sahip olanlarda, kulu Rabbinden, Rabbi de kulundan razıdır. Nefsin Evc-i Bâlâsı: Nefs-i Sâfiye Nefsin en son mertebesi ise ‘sâfiye’dir. Emaneti aldıkları gibi koruyan, hiç kirletmeyen ve ‘asfiya’ tabir edilen kibar-ı evliyâullahtan olan bu Allah dostları, nefs-i sâfiye mertebesine ulaşan ve kendilerine şeytanın bile artık pes ettiği, emmâre olan nefsin tamamen teslim olduğu sıra dışı insanlardır. Normal insanlar için bu mertebenin ilerisi yoktur. Bir adım sonrası Hâtemünnebî (sav) Efendimizin son halkasını teşrif ettiği peygamberlik makamıdır ki, o da ancak tavzif ile olur. Çalışmakla olmaz. İnsan nefis mertebeleri arasında sâfiye makamına, böyle sağlam bir noktaya gelene kadar iniş çıkışlar yaşar. Hangi mertebedeki nefis hükmünü icra ederse, diğer mertebelerin de tesiri bulunmakla beraber, insanda esas itibariyle o hal galebe eder. Ama sâfiye makamına gelen bir nefis mertebesi kolay kolay sarsılmaz, emmâre olan nefsin etkisi kalmaz. Bu mertebede nefs-i emmârelerini tamamen öldürmelerine rağmen Allah dostları yine de emn vartasından kurtulmak için mütemadiyen nefs-i emmârenin şerrinden Allah’a sığınmışlar. Bediüzzaman Hazretleri Üstadımız, bu mertebeye gelen bu mübarek zatlarda bir nevi’ a’saba devredilen sanal bir emmâre halin, onlarda nefse asla itimad etmeme ve Allah’a sığınma hissiyatını canlı tuttuğuna ve onları müteyakkız kıldığına işaret ediyor. Elhasıl Latîfe manasındaki nefis, emmâre olduğu mertebede bize hep kötülüğü emreder. Diğer mertebelerde ise belki mükemmel surette huzur-u dâimîyi yakalayamasak bile, bizi hep hayra teşvik eder. Nefsimizin türlü şekilde bizi teşvik ettiği bu meyiller bizim hislerimizdir, tercihlerimizdir. Yani öyle arzularız, öyle hissederiz, öyle isteriz. Hissiyatımızın kaynağı ama iyi, ama kötü, hep ruhumuza takılan nefis latîfemizdir. Bu makamda irademiz, nefsimizin bu taleplerinin hududunu belirleyen, sınırlayan bir sıfatımızdır. İrademizin şe’ni, tahrik edici türlü türlü meyelânımızda tasarruf ederek, yapmak veya yapmamak noktasında, tercih kavşaklarında kabul veya ret ekseninde böyle bir işi görmektir. Filhakika son sözü hep irade söyler. Hâsılı, ruha takılan bir ‘latîfe’ manasındaki nefis, ruhumuzun kendisini ifade eden ‘zat’ manasındaki nefisten farklıdır. Ruha benlik kavramını kazandıran ‘ene’, insana emanet olarak tevdi olunan ve onu farklı kılan en önemli özelliktir. Cenab-ı Hak âyine-misal ruhumuzda tecelli eden esmasından, bizi bir an bile gafil kılmasın ve bir göz açıp kapayıncaya kadar bile bizi nefsimizin eline bırakmasın. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanetinde emin kılsın. Âmin.
Kur’an-ı Kerim, Yusuf (as) Kıssasına kıssaların en güzelini anlatıyoruz diyerek dikkatleri edebiyatındaki güzelliğe çekmektedir. Kıssa-ı Yusuf’un (as) nasıl güzel anlatıldığını anlamak isteyenler için bir tarif sunuyoruz. Kıssa-i Yusuf’un (as) sinema filmlerinde kullanılan senaryo tekniklerine uygun bir yapısı olduğunu tespit ettik. Sinemanın kısa tarihi boyunca sinema uzmanları, izleyiciyi ekrana kilitlemek için insan fıtratıyla uyumlu bir yöntem geliştirdiler. Bu yöntem sinema filminin kalbi olan hikâyesinin anlatıldığı senaryo denilen bir metni gerekli kılar. Bu metin ne kadar etkili olursa çekilen film de o kadar zevkle izlenir. Senaryo metni kötü olan bir filme hangi görsel efektlerle makyaj yapılırsa yapılsın, izleyicinin merakı yarıda kalır ve filmden zevk almaz. Kıssa-ı Yusuf’un (as) metni tasarım ve içerik olarak senaryo tekniğindeki mühim öğeleri barındırmaktadır. İnsanların fıtratına uygun olarak keşfedilmiş olan senaryo tekniğiyle Kur’an’ın anlatış tarzının benzer olması garipsenmemelidir. Zira Kıssa-ı Yusuf’un (as) da muhatabı insanlardır. İnsanların fıtratına ve beğenme kıstaslarına uygun olmalıdır. Sinema Nasıl Anlatır? Piyesler diyalog güdümlüdür. Romanlar, kahramanların düşünceleri ve duygularıyla ilgilenir. Sinema ise görseldir. Göstererek anlatır. Drama söz konusudur. Gösterme- nin yanında diyalog ve iç dünya öğeleri de ustaca ele alınır. İyi sinema filmi bir solukta izlenir. İyi hikâye de bir solukta okunur. En etkili tebliğ, doğruyu yaşayarak göstermek olduğu gibi sinema ve senaryo tekniği hikâyelerde kullanılabilecek önemli bir tebliğ aracı olabilir. Tekniğine uygun yazılmış bir hikâye kendi ayakları üzerinde durur. Dışarıdan bilgi takviyesine ihtiyaç duymaz. O halde insanlara dini nasıl yaşayacaklarını, nefisle nasıl başa çıkacaklarını, ahireti nasıl kazanacaklarını göstermenin söylemekten çok daha etkili olduğunu söyleyebiliriz. Hikâyenin İskeleti ve Planı İyi bir senaryonun şu temellerle sahip olması gerekir: Açık ve hususi bir hedefi olan bir başkahraman. O hedefe güçlü bir şekilde muhalefet ederek sonunda bir krize neden olacak rakipler. Duygusal olarak tatmin edici bir bitiş. Çoğu senaryo sırf bu asgari gerekleri yerine getirmediği için başarısız olur. Öte yandan, senaryo tekniği sert bir şekilde uyulması gereken keskin kurallar değildir. Kilit noktaları yakalayıp hikâyenize uyarlamanız yeterli olacaktır. Sanat, biçim ve içeriğin imtizacıdır. Bir insan bedeni, doku ve iskeletin bir biçim ile birleştirilmesiyle yaratılmıştır. Eğer kaslar iskelete uygun biçimde tutturulmasaydı, hele ki iskelet olmasaydı, olduğu yere yığılırdı. Hikâyenizin etlerini tutturduğunuz bir iskeleti olmalıdır. Bu iskelet sayesinde hikâyeniz her seferinde bir adım ileriye taşınarak izleyicinin dikkatini canlı tutacaktır. Geleneksel olarak hikâye üç ana bölümden oluşur: giriş, gelişme, sonuç. Giriş bölümünde hikâyenin geçtiği ortam, şahıslar, hikâyedeki önemli öğeler tanıtılır. Çatışma kurulur. Böylece izleyicinin merakı çekilir. Gelişme bölümünde, hikâye çatışmalar üzerine geliştirilerek iyice karmaşıklaşır ve sonunda bir krize neden olur. Sonuç bölümünde çatışma çözümlenerek hikâye neticelendirilir. Çoğu senaryoda gelişme bölümü iki parçadan oluşur. Bir senaryo yaklaşık 110 sayfa kadar sürer. Takriben ilk 15-25 sayfası giriş, sonraki 50 sayfası gelişme, son 15-25 sayfası sonuç bölümüne ayrılır. Gerçek uzunluklar değişebilir. Tetkik ettiğimiz birçok sinema filminde zamanlama açısından toplam sürenin yaklaşık ilk %25’i giriş, sonraki %50’si gelişme, sonraki %25 sonuç bölümüne ayrıldığını tespit ettik. İyi filmler, senaryo tekniklerine azami uymaya çalışıyorlar. Senaryolarda olayların akış yönünü değiştiren noktalar veya anlar vardır. Bunlara dönüm veya kıvrım noktaları denilir. Bunlardan onlarca olabilir ancak birkaç tanesi çok mühimdir. Zira ana bölümler arasında geçişi sağlayarak hikâyenin sonraki büyük adıma geçişini sağlar. Birincisi Katalist denilen dönüm noktasıdır. Baştan 10-15 sayfalar arasına rast gelir. Hikâye başladığından Katalist anına kadar başkahramanımızın hayatı dengededir. Dengeden kastımız her şey yolunda veya iyi demek değildir. Başkahramanımızın hayatı iyi veya kötü her zamanki gibi devam etmektedir. Katalist gelir, bu dengeye esaslı bir tekme vurarak bozar. Başkahraman, hikâyenin sonuna kadar bu dengeyi tekrar sağlamak için uğraşır. Katalist, aynı zamanda başkahramana çözmek zorunda olduğu bir problem verir. İzleyicinin zihninde ise acaba ile başlayan bir soru uyandırır? Acaba başkahramanımız hayatının dengesini tekrar bulabilecek mi? Bu acabaları yerli yerinde uyandıramazsanız izleyici devamını izlemek için kendinde merak bulamaz. Giriş bölümünden gelişme bölümüne geçiren dönüm noktasına Büyük Olay denilir. Başkahramanın başına onun hayatını dramatik bir şekilde etkileyen bir olay gelir. Bazen Büyük Olayla Katalist birleşir. Yani Katalist yoktur, sadece Büyük Olay vardır. Bazen Katalist, sonunda Büyük Olayı netice verecek olaylar zincirini başlatır. Büyük olay genellikle kahramana bir hedef kazandırır. Bu onun ana büyük hedefi olmak zorunda değildir, bazen de olabilir. Hikâyenin ortasına yakın bir yerde Çimdik (Pinch) isimli bir kıvrım noktası daha vardır. Bu öyle bir andır ki bunu anlamak isterseniz sinema filmlerinde molaya girildiği sıradaki son hadiseye dikkat edin. Molaya öyle kritik bir anda giriyorlar ki bu anda başkahramanız hedefine tam gaz kilitlenir. Biz izleyiciler de filmin geri kalanını izlemek için yeni bir motivasyon buluruz. Molada kaçıp gitmeyiz. Hedefe kilitlenme nasıl olur? Başkahramanımız yeni bir bilgi edinebilir. Pozisyonu değişebilir. İnsanlığın veya sevdiklerinin ona ihtiyacı doğabilir. Bu andan sonra başkahraman mücadeleyi bırakamaz. Bu ana kadar belki pes edebilirdi. Ama artık böyle bir lüksü yoktur. Derenin yarısı geçilmiştir. Çimdik anından itibaren kriz anına kadar olaylar, tuzaklar, git-geller devam eder. Kriz öyle bir andır ki başkahraman önemli bir tercih yapmak zorunda kalır. Bu tercihi yapmasına özellikle karşıt karakterler neden olur. Onu çok zor durumda bırakırlar. Tercih ise iki şeyden birisi olabilir. Tercihlerden birincisinde hedefler ve zaaflar vardır, diğerinde ise ihtiyaçlar vardır. İkincisini tercih etmelidir. Bu Kriz anındaki tercihi başkahramanımızın gerçek rengini ortaya çıkarır. Seyirciye verilmek istenen ders tam burada düğümlenir. Başkahramanımız bu hikâyede öğrenmesi gereken dersi öğrenmiş olduğunu doğru tercihi yaparak gösterir. Biz izleyiciler de aynı dersi kendimizi başkahramanla özdeşleyerek öğrenmiş oluruz. Doğruları söylemeyin! Gösteri! Yusuf (as) Suresi ve Kıssası Risale-i Nur’un 28. Söz Birinci Makamına başlarken Kur’an’ın Cenneti anlatması Cennetin güzelliklerinden daha güzel ve tatlı olduğu nazara verilir. Kur’an’ın Yusuf’u (as) anlatması Yusuf’tan (as) ve yaşadığı hayattan daha güzeldir. Yusuf (as) kıssası 111 ayetten oluşur. Doğrudan hikâyenin anlatıldığı kısım bir görüşe göre 4. ayetle başlar 101. ayet dâhil olarak biter. Diğer görüşe göre 3. ayetle başlayıp 102. ayet dâhil olarak biter. Sırayla 98 veya 100 ayette hikâye anlatılmıştır. Kıssadaki diğer ayetler ise kıssanın hisse kısmını oluşturur. Alınması gereken dersleri ve nice İlahi mesajları dile getirir. Küçük bir çocukken Yusuf (as), babacığı ve kardeşleriyle mutlu mesut yaşar. Tam da 15. ayette Yusuf’u (as) kuyuya bırakırlar. Yusuf (as), babacığı ve kardeşlerinden ayrılmış olur. Acaba Yusuf (as), babacığı ve kardeşleriyle tekrar bir araya gelebilecek mi? Hikâyenin son sahnesinde, 100. ayette ancak bir araya gelebilirler. İşte bu yerli yerinde bir Katalisttir. Yusuf (as) kıssasının, senaryo tekniğiyle ne kadar mütenasip yürüdüğü görülmeye başlanmıştır. Yusuf (as) kuyudan çıkmıştır. Ancak Mısır’a vardığında Mısır’ın ikinci adamının evine evlatlık olarak yerleştirilmiştir. Önceleri şefkatle bakan iki göz Yusuf (as) büyüyüp yakışıklı bir genç adam olduğunda şehvetle bakmaya başlamıştır. Tam 25. ayette Yusuf’un (as) başına o büyük olayın gelmesine neden olmuştur. Üvey annesi pozisyonundaki kişi Yusuf’un (as) tüm maddi manevi kariyerini bitirecek bir tuzak kurmuştur. Acaba babacığının asıl endişe ettiği kurt bu dişi kurt mudur? Tuzak amacına ulaşamadan hemen sonra Aziz ve başka bir şahitle karşılaşmışlardır. Bu, Aziz, karısı ve Yusuf (as) için en sıkıntılı andır. Gerçek bir şok halidir. Yerli yerinde bir Büyük Olaydır. Bundan sonraki ayetleri iştahla okutacak bir merak uyandırarak gelişme bölümü başlar. Zira bundan sonraki olaylar zincirinde yeni durum iyice gelişerek arapsaçına döner. Yusuf’un (as) büyük olaydan edindiği hedefi, kadınlara karşı iffetini korumaktır. Ana hedefi ise hikâye başında gösterilmiştir. İnsanlara maddi ve manevi rehberlik etmektir. Başkahraman aksiyonlara girecektir. Bu aksiyonlar başarısız olacak ve yeni aksiyonlara atılacaktır. Hikâyenin ortasına doğru olaylar öyle giriftleşir ki içinden çıkılamaz gibi gözükür. ayette Melik karmakarışık bir rüya görür. İleri gelenler ise bunlar ‘Adgâsu Ahlâm’ derler. Yani yeşil ve kuru otların yumak gibi birbirine dolaştığı karmakarışık rüyalardır. Göstere göstere, hikâyenin rüya güdümlü planı dâhilinde nasıl da karıştığını ‘Adgâsu Ahlâm’ deyimiyle dile getirmiş oldular. Yusuf (as) kıssasındaki Çimdik anı 54. ayette melikin Yusuf’la (as) konuştuktan sonra onun çok değerli birisi olduğunu anlayıp yanına almasıdır. Hemen 55. ayette Yusuf (as) açık açık mısır krallığını kıtlıktan kurtarmak, yani insanlığa rehberlik için Melik’ten yetki ister. Artık Yusuf (as) için geri dönüş yoktur. Hikâyenin bütünlüğünü ve 77’nci içeriğini dikkate aldığımızda 77. ayet tam da Kriz anıdır. Hem de surenin kıssanın anlatıldığı kısmının %75’nci noktasında yer alır. İçeriğinde ağabeyleri şöyle diyor: “Eğer o (Bünyamin) çaldıysa, doğrusu daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı.” Ağabeyleri karşıt karakterler olarak farkında olmadan Yusuf’un (as) nefsini şiddetle tahrik ettiler. Eğer nefsinin arzusuna uysaydı, hazır eline düşmüşlerken onlardan intikam alabilirdi. Ama ne yaptı? 77. ayet devamla “O vakit Yusuf (as) , bunu içine attı ve onlara bunu belli etmedi” diye ekler. Bu tercihiyle “Vel kazimine’l-gayza, vel afine aninnas” sırrına mazhar oldu. Gerçek rengini gösterdi. Kahramanlar, Hedefler, İhtiyaçlar, Zaaflar ve Hikâye İçinde Hikâye Senaryolarda iki ana karakter olmak zorundadır. Bunlardan iyi adam olanı başkahramandır. Olaylar başkahramanın etrafında döner. Çoğu olayın ya öznesi ya nesnesidir. Bir de karşıt karakter veya karakterler olabilir. Karşıt karakter başkahramana muhalefet ederek onun hedefine ulaşmasını engellemeye çalışır. Karşıt karakterlerin tam bir şeytan olması gerekmez. Başkahramanla aynı hedefi ister ya da sadece onu engellemek ister. Ama karşıt karakterler de kendilerine göre haklı bir gerekçe sahibidirler. Karşıt karakterler bir çeteyse, çeteden birini öne çıkartıp biraz daha hırslı yapmak dramayı artıracaktır. Başkahramanın ekibinde de yardımcı karakterler olabilir. Fakat her karakterin filmi bir adım öteye taşımak gibi bir görevi vardır. Gereksiz karakterler olmaz. Hikâyenin giriş bölümünde karakterler, hikâyenin teması ve geçtiği mekân tanıtılır. Çoğu zaman açılış sahnesi başkahramanın tanıtımıyla başlar. Daha sonra giriş bölümü bitmeden karşıt karakterler tanıtılır. Karşıt karakterler de baş tarafa yakın tanıtılsa daha iyidir. Başkahramanın farkında olmadığı, fakat izleyicinin farkında olduğu ihtiyaçları ve karakter zaafları vardır. Dış hedefe karşıt karakterler muhalefet eder, ihtiyaçlara zaaflar muhalefet eder. Kriz anında sıklıkla ihtiyaçlar şuur seviyesine çıkar. İhtiyaçları, zaafları ve hedefleri arasında bir tercih yapmak zorunda kalır. Hikâyedeki her karakterin kendine göre hedef, ihtiyaç, zaaf ve dönüm noktaları olabilir. Bir hikâye içinde iki hikâye anlatılır. Dış hikâye ve iç (duygusal) hikâye. Dış hikâye ana omurgadır. Ama asıl amaç dış hikâye değildir. O sadece hikâyeyi ileri taşımak için vardır. İç hikâye ise ilişkiler üzerinden gider. Kriz anında iç hikâye ve dış hikâye kafa kafaya tokuşur. Krizden sonra hikâyenin sonuna doğru son gösteriler yapılır. Son gösteride mutlaka başkahraman en faal eleman olmalıdır. Kendi kurtuluşunu kendi sağlamalıdır. Hikâyenin en sonunda en büyük sahne bulunur. Bu sahne Büyük Olaydan bile büyüktür. Çünkü geçmiş kısımdaki her şey bu sahneyi hazırlamak için var olmuştur. Yusuf (as) kıssasında hadiseler Hazret-i Yusuf (as) etrafında dönmektedir. Başkahraman odur. Karşıt kahramanlar ise başta şeytandır. Karşıt karakterler tam bir şeytan olmak zorunda değil demiştik. Ancak bu hikâyenin teması gereği bütün kötülerin ilham kaynağı olan şeytan burada baş karşıt karakterdir. Ana karakterin kalitesi karşıtıyla ortaya çıkar. O yüzden Şeytan’ın karşıtlığı dramayı körüklemiştir. Şeytan bilfiil değil de nefislere tesir ederek etkisini gösterir. Diğer karşıt karakterler Ağabeyleri, azizin karısı ve mısırlı kadınlardır. Yusuf (as) kıssası 4. ayette Yusuf’un (as) babacığına rüyasını anlatması ile başlar. Hemen sonraki ayette ise ağabeylerinin tuzak kurma ihtimali ve şeytanın insan için apaçık bir düşman olduğu söylenir. Azizin karısı da 21. ayette devreye sokulur. Yusuf’un (as) farkında olduğu açık bir hedefi vardır. Bu hedef 6. ayette bir peygamberlik olarak ortaya konmuştur. Bunu vazife olarak da tevil edebiliriz. Zira peygamberlik alınmaz, verilir. Hedefi buna layık olmak diyelim. Yusuf’un (as) iki ihtiyacı vardır. Birisi ağabeylerinin onu kardeş olarak kabul etmeleridir. Dünya kabul ettiği halde en yakınlarının kabul etmesi mühim bir ihtiyaçtır. İkinci ihtiyaç ise, ahiret mükâfatının elbette daha hayırlı olduğunu anlamasıdır. İki zaafı vardır. Biri yakışıklı bir bedene, güçlü bir zekâ ve ilme sahip olması, diğeri ise nefsinin arzularıdır. Nefsin arzuları diğer karakterlerin de zaafıdır. Kıskançlık, şehvet, unutkanlık olarak kendini gösterir. Kıssanın sonuç kısmında Yusuf (as) çeşitli planlarla ailesini adım adım Mısır’a taşımıştır. Kardeşleri veya babası Yusuf’u (as) bulup Kenan’a götürmemiştir. 100. ayette tüm aile bir araya gelir. Yusuf’a (as) saygı secdesine giderek ta baştaki rüyayı gerçekleştirmiş olurlar. Sonuç bölümü boyunca başkahraman ve diğer kahramanlar, ihtiyaçların ve almaları gereken derslerinin farkına varırlar. 100. ayette Yusuf (as) asıl düşmanın şeytan olduğunu öğrenmiştir. Ve dünya mükâfatının en zirvesindeyken bunun devamını istemek yerine, Müslüman olarak vefatını istemiştir. Yusuf (as) kısasının ana fikir 57. ayette açıkça ilan edilmiştir. ”Elbette âhiret mükâfatı iman edip (günahlardan) sakınanlar için daha hayırlıdır.”
Her eskiye elveda bir yeniye merhaba demek aynı zamanda… Miladi bir seneyi daha tamamladık. Bir seneyi daha irfan mektebinde diz çökerek, hakikat ve marifet taharrisiyle –inşallah rıza ve muhabbet ile- uğurladık. Mevkute olmanın geçiciliği ve çabuk tüketilme özelliği ile birlikte, hayatlarımızın satırlarını İrfan Mektebi vesilesiyle kalın çizgilerle çizme fırsatı yakaladık. Dertlerimizi konuştuk. Dermanını konunun uzmanlarıyla tartıştık. Sizlerin dünyasına taşıdık. Beraberce kafa yorduk, yorulduk, yoğrulduk… Hiçbir söz kulaktan girdiği gibi kalmaz insan ruhunda. O an olmasa bile zamanı gelir, icraat yapar; en hassas ve kritik anlarımızda. Buna binaen çaldık kapılarını mütehassısların. Ve gerek onların söyledikleri, gerek hakikat kitabından iktibas edilip şerh edilenler, gerekse tecrübeden yansıyıp ruhumuzda makes bulan nice güzel meseleleri taşıdık irfan soframıza. Merhun vakte kadar devam edecek beşer yolculuğu. Ve hep aranacak arananlar. Ve irfan taşıyıcıları hep var olacaklar; yıpranmış ruhlarımıza, unutulmuş hatıramıza, bedenimize sığmayan ruhlarımıza yol bulacaklar her daim. Ve her vedayla gelen merhaba ile sizlere seslenecekler Peyami Safa’nın cümlesiyle: “Ancak şimdiye hâkimiz. Şimdilik durmak değil, şimdiden başlamak gerek.” Evet, sevgili dostlar! Zaman eğer manası, hikmeti, kıymeti bilinmezse aleyhimize işliyor. Her ne yaparsak yapalım Hak namına çalışmak, Hakikat uğruna uğraşmak, Ahiret beyderine dane taşımak olmazsa derdimiz, ha var olmuşuz şu âlemde, ha hiç olmamışız. Madem varız, o zaman olması gerekenle muhatap olalım ve işgal ettiğimiz yerin de zamanın da hesabı var olduğunu hiç ama hiç aklımızdan çıkarmayalım. Bütün bunlarla birlikte yine ve yeni bir sayıyla karşınızdayız. Kıyafetle karşılanan, fakat sözle uğurlanan dünya meclisinin iktizasınca evvel beyan etmeliyim ki tasarımla başladık işe. Yeni bir yüzle, yeni bir kıyafetle huzura vardık. Mezkûr zikrimce ifade eylediğim üzere gayetle biliriz ki, sözleriyle uğurlanmak var bu âlemde. Evet, sözümüzü de kavi kıldık inşallah. Dosyamızda toplumun temel çekirdeği olan aileye yer verdik. Geleceğimizin inşasına temel taşı olan fertlerin yetişme, ahirete uzayan refakatlerin durağı ve toplumu ayakta tutan direği aileye bir kez daha dikkatleri çekmek istedik. Kâh ruhun derinliklerine seyahat ettik, kâh 40’ından sonra hayatı nasıl yaşanması gereğine dikkat çektik. Hakkâri’de yavrucukların yüreğine dokundu şirin kalemlerimiz. Tahlillere devam dedik. Efendimizin viladetine dikkat çektik. İnsan var oldukça söz olacaktır. Rabbim güzel söyleyip güzel yazabilmeyi, en önemlisi de rızasına dâhil olabilecek etkileşim ve irtibatı nasib eylesin. Biz yeni seneye yepyeni bir enerji ve iştiyakla müheyya ve hazırız. Bütün ekibimizle çalışmalarımıza devam ediyoruz. Sizlerin de kavli ve fiili dualarıyla daha pek çok güzel çalışmaları hep birlikte yapacağız inşallah. Aczimizin farkında olarak ve sene itibariyle işin başında olmak haysiyetiyle kudret-i İlahiye müteveccihen duamızdır: “Allah’ım! Bizim için bu günün evvelini rahmet, ortasını fâni ve fena şeylerden çekinmekle saadet, sonunu fazlını göstermekle ikram eyle.” Amin. Kalın sağlıcakla.
Bedîüzzaman Hazretleri nasıl geçiniyordu? Kimseden yardım görmeden nasıl geçinebildiği Eskişehir Hapishanesinde Bedîüzzaman Hazretlerinden sorulmuş, Üstâd şöyle cevâp vermiştir: “Dokuz sene ikâmet ettiğim Barla halkının müşâhedesiyle, şiddet-i iktisâd berekâtıyla, tam kanaat hazinesiyle. Ekser günlerde her bir gün yüz para (2,5 kuruş) ile, bazı daha az bir masrafla yaşadığımı benimle temas eden dostlarım bilirler. Hatta yedi sene zarfında; elbise, pabuç gibi şeylere yedi banknot ile idare ettim… Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de aldığım maaştan çoğunu, o zaman yazdığım kitapların tab’ına sarf ettim. Az bir kısmını, Hacc’a gitmek için sakladım. İşte o cüz’î para, iktisâd ve kanâat berekâtiyle on sene bana kâfi geldi ve yüzsuyumu döktürmedi; daha o mübarek paradan biraz var.” (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, 1. Cild, Sayfa 347) Ataşehir Mimar Sinan Câmii 20 Temmuz 2012 Cuma günü ibadete açılan Mimar Sinan Câmii, 22 ayda inşa edilmiş ve 40 milyon TL’ye mâl olmuştur. Dış görünüşü itibariyle Edirne Selimiye Câmiini andıran câmi, altı ayaklı plan tipine göre inşa edilmiştir. 42 metre kubbe yüksekliğine sahip olan camide, 72 metre yüksekliğinde üçer şerefeli 4 minare bulunmaktadır. Caminin ana kubbesinde Fâtır Suresinin 41. ayeti, yarım kubbelerin her birinde ise Furkan Suresinin ilk altı ayeti sırasıyla yazıldı. Camideki avizeler hat sanatının kullanıldığı özel tasarımlarıyla dikkat çekmektedir. Ana avizede ‘Ol der ve olur’ manasına gelen ‘Kün fe yekün’ ayeti, diğer altı avizede ise Allah’ın isimlerinden ‘Sübhân’, ‘Bürhân’, ‘Deyyân’, ‘Mennân’ ve ‘Hannân’ yazılıdır. Bu isimler, ‘Kerîm’ ismi ile birbirine bağlanmıştır. Halep oradaysa, arşın burada Vaktiyle görgüsüzün biri kısa bir müddet Halep’te kalmış. Yurduna dönünce de yerli yersiz konuşmaya; “Ben Halep’te şöyle yaptım, böyle yaptım.” gibi atıp tutmaya başlamış. Öyle ki övünmelerinden halka gına gelmiş. Günlerden birinde köy odasında oturulurken söz cirit oyunundan, uzun atlamadan açılmış. Bizim övünme meraklısı dayanamayıp söze girmiş: “Ben Halep’te iken on beş arşın (on metre) atladım.” Sabrı tükenenlerden biri itiraz etmiş: “Yapma be iki gözüm, on beş arşın atlamak kim, sen kim?” Bunun üzerine palavracı cevap vermiş: “Canım ne var on beş arşında, atladım işte!” O sırada aralarında bulunan bir marangoz, malzemeleri arasındaki arşını (68 cm) çıkarıp ortaya koymuş: “Halep oradaysa, arşın burada! Haydi, atla da görelim.” (İskender Pala, İki Dirhem Bir Çekirdek) 06 Ocak 1389 Muhammed Bahâeddîn Nakşibendî Hazretleri vefat etti 1318 senesinde Buhara’nın yakınlarındaki Kasr-ı Ârifân Köyünde dünyaya geldi. Daha üç günlük bebek iken Muhammed Baba Semmasî Hazretleri tarafından manevî evlâd olarak kabul edildi. Daha sonra Semmasî Hazretleri onu müridi Seyyid Emîr Külal Hazretlerine teslim etti ve tasavvuf terbiyesinde yetiştirilmesini istedi. Şâh-ı Nakşibendî lakabıyla şöhret buldu. Şâh-ı Nakşibendî Hz., tarikatın âdâb ve usulünü öğrendiği sıralarda, bir gece rüyasında, kendisinin doğumundan bir asır evvel vefat etmiş olan Abdülhâlik-ı Gücdüvanî Hazretlerini görür ve onun manevî şahsiyetine intisâb eder. Evvelâ tasavvufu öğrenip bilahare ilmî eğitimini tamamlamış olduğundan, “Üveysî” lakabıyla anılmaya başlanır. Hafî zikri esas alan Nakşibendî tarikatının kurucusu olan Hazret, 1389 senesinde vefat etmiştir. 22 Ocak 1842Baytar Mektebi açıldı İlk Baytar (Veteriner) Mektebi, 12 öğrenci ve 3 yıllık öğretim süresi ile açıldı. Dersler 1849’dan itibaren Maçka’da, 1853’den itibaren Taşkışla’da ve 1873’den itibaren ise Galatasaray’daki askerî tıp okulunda verildi. 1886’da ilk baytar rüşdiyesi açıldı. Bu rüşdiyeyi bitiren öğrenciler, Çengelköy’deki askerî idadiye, oradan da baytar mektebine gitmeye hak kazanıyorlardı. Baytar mektebi 1905’de Haydarpaşa semtinde yeni inşa edilen tıb mektebi binasının bir kanadına nakledildi. Diğer yandan 1889’da ilk sivil baytar mektebi kuruldu. İlk mezunlarını 1893’de verdi. Bunlar arasında Millî Şairimiz Mehmed Akif Ersoy da bulunuyordu. 1894 senesinde ise Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlîsi kuruldu. 17 Ocak 395Roma İmparatorluğu ikiye ayrıldı Roma İmparatorluğu, Roma Cumhuriyetinin Augustus liderliğinde M.Ö. 1. yüzyılda yeniden teşkilatlanmasıyla kurulan Antik Roma Devleti’dir. Roma İmparatoru Theodosius’un 395 senesinde ölümünün ardından ülke, oğulları Arcadius ve Honorius arasında bölüştürüldü. Arcadius, başşehri İstanbul olmak üzere ülkenin doğusunun imparatoru, Honorius ise başşehri önceleri Milano sonradan Ravenna olan ülkenin batısının imparatoru oldu. Batı Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçü ile Avrupa’ya gelen Cermen kavimlerinin saldırıları neticesinde 476 senesinde yıkılmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu ise 1453’de Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle birlikte tarih sahnesinden silinmiştir.
“İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir hazine-i nûr buluyor. O hazineyi bulmanın çaresi, rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o rahmetin en belîğ bir lisânı ve dellâlı olan ve Rahmeten-li’l-Âlemîn unvanıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebeiyetidir. Ve bu Rahmeten-li’l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesîle ise, salavattır.” Âlemlere Rahmet Enbiyâ Suresi 107. ayet-i kerimesinden de “(Ey Resulüm!) (Biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik.” Anlaşıldığı üzere Peygamber Efendimiz (asm), en başta ümmeti için, daha sonra ve daha geniş dairede insanlık ve mevcûdât için ve en geniş dairede de bütün kâinât için bir rahmettir. Hattâ öyle bir rahmettir ki; bu rahmetten istifade etmeyen kalmamıştır. “İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir hazine-i nûr buluyor. O hazineyi bulmanın çaresi, rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o rahmetin en belîğ bir lisânı ve dellâlı olan ve Rahmeten-li’l Âlemîn unvanıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebeiyetidir. Ve bu Rahmeten-li’l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesîle ise, salavattır. Evet, salavatın manası rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete, rahmet duâsı olan salavat ise, o Rahmeten-li’l-Âlemîne vusule vesîledir. Öyle ise sen, salavatı kendine, o Rahmeten-li’l-Âlemîne ulaşmak için vesîle yap. Ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesîle ittihâz et. Umum ümmetin, Rahmeten-li’l-Âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, hadsiz bir kesretle, rahmet manasıyla salavat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymetdâr bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir surette isbât eder. Elhâsıl: Hazine-i rahmetin en kıymetdâr pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı da Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavattır. (Tılsımlar 11-12)” Tılsımlar Mecmûasındaki bu izâhâttan da anlaşıldığı üzere Ümmet-i Muhammed’in bu rahmetten istifâdelerinin ziyâde olması için bol bol salavat getirmeleri gerekmektedir. Salavat getirenler, bitmez tükenmez rahmet hazinelerini, bereketi ve hayrı üzerlerine celb ediyorlar. Salavat, Peygamber Efendimiz’le (asm) salavatı getiren arasında bir bağ kuruyor. Bu bağ, insanın üzerine rahmeti çekiyor. salavat, bu rahmete ulaşmak için bir anahtar hükmüne geçiyor. Âlemlere Rahmet Olarak Gönderildi Cenâb-ı Hakk, ilk olarak Nûr-u Muhammedî’yi yarattı. Kâinatı ise bu Nûr-u Muhammedî’den yarattı. Bu sebeble Nûr-u Muhammedî yaratıldığından beri, rahmete nasıl vesîle olduğunun sayısız örnekleri görünmüştür. En başta kâinatın yaratılışı bile Nûr-u Muhammedî’nin vesîlesi ile olmuştur. Şimdi Peygamber Efendimizin (asm) nasıl âlemlere rahmet olduğunun sayısız örneklerinden bir kaçını burada zikredelim: Hz. Âdem’in (as) Tövbesinin Kabulü Hz. Âdem (as) cennetten çıkarılarak dünyaya gönderildikten sonra yıllarca tevbe istiğfâr etti ve ağladı. Bir rivayete göre en son; “Ya Rabbi, Muhammed Aleyhisselâm hürmetine beni affet.” dediği için tövbesi kabul olunmuştur. Bu duası üzerine Cenâb-ı Hakk buyurdu ki; “Ya Âdem, Muhammed Aleyhisselâm’ı nasıl bildin?” Hz. Âdem (as) cevaben: “Ya Rabbi, bana ruh verdiğin zaman gözümü açtım. Arşın kenarında ‘Lâ ilâhe illallâh, Muhammedü’r-Resulüllâh’ yazılmış gördüm. İsmini ismine yakın yazdığından O’nu çok sevdiğini anladım.” dedi. Cenâb-ı Hakk buyurdu ki: “O, senin zürriyetinden bir Peygamberdir. O’nu yaratmasaydım, seni ve evlâdını yaratmazdım. O’nu şefaatçi gösterdiğin için seni affettim ve günahını bağışladım.” (Meâricü’n-Nübüvve, s.133) Ebû Leheb’in Azâbının Hafifletilmesi Ebû Leheb’in Süveybe isimli bir cariyesi vardı. Peygamber Efendimiz (asm) doğduğu gece Ebû Leheb’e haber verdiler. O da sevinip, bu müjdeye karşı Süveybe’yi azâd etmiştir. Peygamberimizi doğumundan sonra ilk yedi gün annesi emzirdi. Daha sonra ise sütannesi Hz. Halime’ye (ra) kadar -bir rivayete göre- Süveybe emzirdi. Hz. Abbas (ra) dedi ki: “Ebû Leheb’i öldükten sonra rüyamda gördüm. Hâlini sordum. Cevaben; ‘Öldüğüm günden beri çeşitli azâblarla karşılaştım. Fakat her pazartesi gecesi azâbım hafifler. Şehadet parmağımla orta parmağımdan su damlar, onu içerim. O gece Muhammed’in (asm) doğum haberine sevinip Süveybe’yi azâd etmiştim.’ dedi.” (Meâricü’n-Nübüvve, s.262) Fil Hâdisesi Peygamber Efendimizin (asm) dünyaya teşriflerine iki ay vardı. Habeş Meliki Ebrehe, Kâbe-i Muazzama’ya rakip olarak bir kilise inşâ ettirmişti. Bu sayede insanların Kâbe’yi bırakıp bu kiliseyi ziyaret edeceklerini zannediyordu. Ancak ümit ettiği gibi olmadı. O da kendince Kâbe’yi yıkmaktan başka çare olmadığına karar verdi ve içinde Fil-i Mahmudî isimli çok büyük bir filin de olduğu altmış bin kişilik büyük bir ordu hazırlattı. Ancak ordu Mekke’ye yaklaşınca fil yürümediği için geri dönmek zorunda kaldılar ve geri dönüş yolunda ebabil isimli kuş sürülerinin attığı taşlarla Ebrehe ve ordusu helak oldular. Fil suresinde anlatılan bu hâdisenin olduğu seneye Fil Senesi denmiştir. Bir rivayete göre bu hâdiseden yaklaşık elli iki gün sonra Peygamber Efendimiz (asm) dünyaya gelmiştir. Âlemlere rahmet Peygamber Efendimiz (asm), daha dünyaya gelmeden Mekke ve Mekkeliler için bir rahmet olmuş; büyük bir felâketten kurtulmalarına vesîle olmuştur. O’nun Yüzü Suyu Hürmetine Yapılan Duanın Kabulü Peygamber Efendimiz (asm), annesi vefat ettiğinde altı yaşındaydı. Annesinin vefatından sonra dedesi Abdülmuttalib, Peygamber Efendimiz’i (asm) himayesine aldı. Peygamber Efendimizin (asm) dedesinin himâyesinde bulunduğu bu dönemde, Mekke’de şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Bir gün Abdülmuttalib, yanına Peygamber Efendimiz’i (asm), Ebû Talib’i ve Kureyşliler’i de alarak Ebû Kubeys dağına çıktı. Yüzünü Kâbe’ye çevirdi ve Peygamber Efendimiz’i (asm) üç defa semaya doğru kaldırarak; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için bizi bereketli bir yağmur ile sevindir.” diye dua etti. Cenâb-ı Hakk, Peygamber Efendimizin (asm) yüzü suyu hürmetine yapılan bu duayı kabul etti ve yağmur yağmaya başladı. Şeytanların Taşlanması Peygamber Efendimiz (asm), dünyaya geldiği gece gökyüzünde çok sayıda yıldızın kaydığı görüldü. Bu kayan yıldızlar, ‘Allahu a’lem’ aslında yıldız değil, göktaşlarıydı. Bu göktaşları, kâhinlere bilgi getiren cinnîleri ve şeytanları semadan uzak tutmak için melekler tarafından atılmıştır. Peygamber Efendimiz (asm) dünyaya gelene kadar, cinnîler ve şeytanlar sema kapılarına kadar gelir, meleklerin Levh-i Mahfûz hakkındaki konuşmalarını dinlerlerdi. Fakat kutlu doğumdan sonra kâhinlerin bilgi kapısı kapanmıştır. Şeytanlar ve cinnîler daha gaybî haber getirememektedirler. Cevşen Cebrâil (as), Peygamber Efendimiz’e (asm) Cevşenü’l-Kebîr duasını getirdiğinde; Peygamber Efendimiz (asm), Cebrâil’e (as) sordu: “Bu duânın tesîri ve hâssası yalnız bana mıdır? Yoksa ümmetime de şâmil midir?” Cebrâil (as) dedi: “Ya Resulallâh! Bu dua, Allahu Azîmüşşân tarafından sana ve ümmetine bir hediyedir. Bu duanın sevabını Allahu Azîmüşşân’dan gayrı kimse bilmez.” Cevşen özelindeki bu örnek, Peygamber Efendimizin (asm) hayatı boyunca çok defalar tekrarlanmıştır. Peygamber Efendimiz (asm), kendisine verilen her ikramı, lütfu ve ihsanı ümmeti için de istemiştir. Makâm-ı Mahmûd Peygamber Efendimiz’e (asm) şefaat hakkı kazandıracak olan Makâm-ı Mahmûd ise, Ümmet-i Muhammed için rahmetlerin en büyüğü olsa gerek. Mahşer günü Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’e (asm) Makâm-ı Mahmûd’u vermesi için her ezân ve kâmetten sonra yaptığımız duâ da rahmet kapılarını açacak anahtarlardan birisi.
İhlas Suresi’nin i’cazının bir nüktesi O Kur’ân-ı Azîmüşşân nasıl bir bahr-i tevhîddir, bir tek katre, misâl için bir tek sûre, fakat kısa bir tek remzi, nihâyetsiz rumûzundan, bütün envâ‘-ı şirki reddeder. Hem de yedi envâ‘-ı tevhîdi eder isbat. Üçü menfî, üçü müsbet, şu altı cümlede birden. Kur’an-ı Kerim Allah’ın bir olduğunu gösteren bir okyanus gibidir. Bu okyanustan bir damla ve güzel bir örnek İhlas Suresi’dir. Bu surenin sayısız işaretlerinden birisi kısaca açıklanacaktır. İhlas Suresi genel olarak şirk türlerinin bütününü reddetmektedir. Bununla birlikte tevhidin yedi mertebesini de ispat etmektedir. İhlas Suresindeki ilk üç cümle الصَّمَدُ اللَّهُ /أَحَدٌ اللَّهُ /هُوَ قُلْ Cenab-ı Hakk’ın var ve sabit olan isimleriyle tevhidi ispat etmektedir. Diğer üç cümlesiyle de أَحَدٌ كُفُوًا لَّهُ يَكُن وَلَمْ / يُولَدْ وَلَمْ /يَلِدْ لَمْ Allah’ın ne olmadığını gösteren yönüyle tevhidi ispat etmektedir. Birinci cümle: هُوَ قُلْ karînesiz işarettir. Demek ıtlâkla ta‘yîndir. O ta‘yînde taayyün var. Eyهُوَ اِلَّا هُو لَا Şu tevhîd-i şuhûda bir işarettir. Hakîkatbîn nazar, tevhîde müstağrak olursa der ki: لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو هُوَ قُلْ karînesiz işarettir. “De” Habibim ya Muhammed (asm)! Allah’ın sana indirdiği bu Kur’an-ı Kerim, Allah’ın hak kelamıdır. İçindekiler hakikattir. Şeksiz ve şüphesiz tasdik ettiğin gibi herkese de söyle. Onlar da böyle söylesin. ‘O’ anlamına gelen ‘Hüve’ lafzı, isim, sıfat ve herhangi bir özellik belirtmeksizin bir zata işaret etmektedir. Demek ıtlâkla ta‘yîndir. Ancak hiçbir özelliği belirtilemeden ve ona hiç bir sınır çizilemeden gösterilen, gösterilmek istenen bir zat vardır. Hiçbir hususiyeti verilmeden anlaşılması istenen o zat, idrak edilemez bir zat olmalı ki ancak ıtlakla (her şeyi kuşatmasıyla, sonsuzluğuyla, hadsiz olmasıyla) ona işaret edilebilmektedir. Bu da onun isim ve sıfatlarının bir sınırlandırma kabul etmediğini göstermektedir. Demek O, sınırlandırılamamakla, nihayetsizliğiyle, her şeyi kuşatmasıyla, istiklaliyle belirtilen bir zattır. O ta‘yînde taayyün var. Ey هُوَ اِلَّا هُو لَا Şu tevhîd-i şuhûda bir işarettir. Hakîkatbîn nazar, tevhîde müstağrak olursa der ki: مَشْهُودَ اِلَّا هُو لَا Her ne kadar ‘Hüve’ lafzıyla, ıtlakla işaret edilen bir zat varsa da, O, Cenab-ı Hakk’ın zatıdır. Yani ‘Hüve’ kelimesi Cenab-ı Hakk’ın zatını gösteren bir lafızdır. Çünkü haddi, hududu, olamayan, sıfatları ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Allah’ı tanımak isteyen kullar içinde en yüksek mertebe sahibi olan mukarreb kullar, bu kelimeyle Yüce Allah’ın zatını kastederler. Çünkü onlar varlığa baktıkları zaman; Her bir şeyin yaratıldığını, bunların kendi başlarına varlıkta kalamadıklarını, varlıklarının Allah’a bağlı olduğunu görmektedirler. Varlığın her an, her şeyleriyle Allah’a muhtaç olduğunu müşahede etmektedirler. Varlığın meydana gelmesinin gerçek sebebinin Allah olduğunu bilirler. Bizzat hiçbir şeye muhtaç olmadan ezeli ve ebedi varlığa sahip bir tek Allah olduğunu bilir ve görürler. Yani vacibu’l-vücud Allah’tır. Ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayan yegâne varlık Allah’tır. İşte varlığı zorunlu, muhtaç olmaktan uzak, ezeli ve ebedi olan bir Allah’ı gördüklerinden, ondan başka bizzat, müstakil, bağımsız ikinci bir varlık görmediklerinden derler ki: “Ondan başka vacibü’l-vücud, ezeli ve ebedi bir varlık yoktur. Bir tek O vardır. Bu anlamda ikinci bir varlık yoktur. Onun için “O” diye ifade edilir.” İşte nefislerini safileştiren mukarreb kulların bu tevhidi, tefekkürle, basiretle, keşfiyatla gördükleri bir hakikattir. Hakikati gören bir fikir bizzat, müstakil, bağımsız, zorunlu, muhtaç olmaktan münezzeh, ezeli ve ebedi bir tek varlığın Allah’ın zatı olduğunu görür ve der ki “Görünen bütün varlıklar Allah’ın yaratmasıyla onun birer eseridir. Kendi başlarına meydana gelmemişlerdir. Onları varlığa çıkaran ve varlıkta tutan O’dur. Varlığı kendinden olan ise O’dur. Bu manada müşahede edilen ve anlaşılan tek vücud onundur. Kısacası “Ondan başka vacibü’lüvücud olma yönüyle müşahede edilen yoktur.” İkinci cümle: اَحَدٌ اَللّٰهُ dir. Ki tevhîd-i ulûhiyete tasrîhtir. Hakîkat, hak lisânı der ki: مَعْبُودَ اِلَّا هُو لَا Allah lafzı bütün kemal sıfatları içine alan ve Yüce Allah’ın zatına delalet eden bir lafızdır. Ehad ismi ise hiçbir cihetle ortağı ve dengi olmayan Cenab-ı Hakkın bütün/ekser Esma-yı Hüsna’sı ile her bir varlığın yanında hazır ve nazır olmasıdır. O, tektir. Böyle bakıldığında mana şöyle olmaktadır: Bütün kemal sıfatların sahibi olan, ortağı ve benzeri bulunmayan ve bütün Esma-yı Hüsna’sı ile her bir varlığın yanında hazır, nazır ve mekândan münezzeh Allah ibadete layıktır. Allah’tan başka hiçbir varlığa ibadet edilmez ve edilemez. İşte bu hakikat der ki “Ondan başka ibadete layık olan yoktur.” Evet, bütün peygamberler insanlara gerçek bir tevhid için iki hakikati tebliğ etmişlerdir. Birincisi: Her bir şeyin yaratıcısı yalnız Allah’tır. Ondan başka yaratıcı yoktur. İkincisi: Ondan başka ibadet edilecek İlah yoktur. Mabud yalnız O’dur. Bu ikisi ile tevhid tamam olmaktadır. Yoksa Allah’ın varlığını ve birliğini kabul edip başka varlıklara tapmak, ibadet etmek gerçek tevhidi ifade etmemektedir. Mekke müşrikleri yerin ve göğün yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ederlerdi. Fakat putlara da ibadet ederlerdi. Bundan dolayı Kur’an onlara müşrik dedi. Demek yaratıcı, bir ve tek olan Allah olduğu gibi ibadet edilecek Mabud da bir ve tek olan Allah’tır. Üçüncü cümle: الصَّمَدُ اَللّٰهُ dir. İki cevher-i tevhîde sadeftir. Birinci dürrü, tevhîd-i rubûbiyet. Evet, nizâm-ı kevn lisânı der ki: خَالِقَ اِلَّا هُو لَا Bu kelam iki inci hükmünde olan ve tevhidin iki cevherini içinde bulunduran bir sadeftir. Birinci inci: Yüce Allah’ın Rububiyetindeki tevhididir. Evet, her şeyin sahibi yalnız odur. Her şeyi idare eden yalnız odur. Varlığı yaratıp hedeflerine giderken onları kollayıp gözeten yalnız odur. Bu yolda ihtiyaçlarını görüp ve önlerindeki engelleri kaldırarak hayatlarının devamını sağlayan yalnız odur. Her bir şeyi nimetleriyle terbiye ederek ıslah eden yalnız odur. Her şeyin seyyidi yalnız odur. Cenab-ı Hakkın, bu manaları taşıyan rububiyetinde ortağı yoktur. İşte bu manaların bir ifadesi hükmünde olan âlemdeki düzen, bunu şöyle ifade etmektedir: “ Ondan (Allah’tan) başka yaratıcı, terbiye edici, ıslah edici ve seyyid olan başka yoktur.” İkinci dürrü, tevhîd-i kayyûmiyet. Evet, serâser kâinâtta, vücûd ve hem bekada müessire ihtiyaç lisânı der ki: قَيُّومَ اِلَّا هُو لَا İkinci inci: Kayyumiyetteki tevhiddir. Evet, kayyumiyetin manasında görülüyor ki bizzat var olan ve varlığında hiçbir şeye, hiçbir şekilde muhtaç olmayan yalnız Allah’tır. Her bir şey var olmada ve varlıklarını devam ettirmede Allah’a muhtaçtır. Çünkü varlıkların dükkânında, ne kendi ihtiyaçlarını ne de başkalarının ihtiyaçlarını görecek iktidar ve servet yoktur. Mahlûkat tam bir acz ve zafiyet içindedir. Maddi-manevi bütün ihtiyaçlarını Allah yaratmaktadır. Evet, iğnenin ustasını göstermesi, bir harfin kâtibinden haber vermesi, bir nakşın, nakkaşına işaret etmesi gibi her bir varlık ta kendisini yaratan Allah’tan haber vermektedir.
Yapıldığı günden bugüne kadar bir mimari şâheser olduğu konusunda herkes ittifak etmiştir. Selimiye için “Taşın dehaya ulaşması veya dehanın taş kesilmesi” tarifini yapanlar olmuştur. Bu cami Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki gücünün hâlâ devam ettiği XVI. yüzyıldaki politik egemenliğini de vurgulayan son sultan yapısıdır. Selimiye’nin kubbesi, sanayi öncesi mimaride tek kubbeli mekân yapılarının gelişmesini en son noktaya ulaştıran bir “doruk nokta” olarak kabul edilir Mimar Sinan'ın 80 yaşında iken yaptığı ve "ustalık eserim" dediği Selimiye Camii, teknik mükemmelliği, boyutları ve estetik değerleriyle döneminin ve sonraki zamanların en muhteşem eseridir. Osmanlı-Türk mimarlık tarihinin olduğu kadar dünya mimarlık tarihinin de şâheseridir. Cami, Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu II. Selim tarafından Hassa Mimarı Koca Sinan'a yaptırılmıştır. Yapım tarihi 1569-1575 yılları arasında olup yapımı altı yıl sürmüştür. Yapımında dört yüz kalfa ve on dört bin işçi çalışmıştır. Evliya Çelebi Camii için 27.760 kese akçe harcandığını yazmaktadır. Cami'nin içi takriben 6000 kişi almaktadır. 27 Kasım 1574 Cuma günü açılması planlanmışsa da ancak II. Selim’in ölümünün ardından 14 Mart 1575’te ibadete açılmıştır. Edirne'nin ve Osmanlı Devleti'nin simgesi olan Selimiye Camii, kentin merkezinde, eskiden Sarıbayır ve Kavak Meydanı denilen yerdedir. Burada daha önce Yıldırım Bayezid'in bir sarayı bulunmaktaydı. Mimar Sinan camiye ilişkin yazdığı tezkirede yabancı mimarların Ayasofya'nın kubbesi kadar büyük bir kubbenin İslam dünyasındaki yapılarda olmadığını öne sürerek öğündüklerini söyler. O büyüklükte bir kubbeyi oturtmanın çok güç olduğunu ileri sürmelerinin kendini etkilediğini ve çok üzdüğünü, ama sonunda Ayasofya'nın kubbesinden daha büyük bir kubbeyi gerçekleştirdiğinden söz eder. Bu özelliğinden başka çok uzaklardan dört minaresi ile göze çarpan eser, kurulduğu yerin seçimiyle, Mimar Sinan'ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu da göstermektedir. Mimarlık tarihine, kapladığı yer bakımından en geniş cami olarak geçen Selimiye Camii, yapı olarak 1.620 m2'lik, tümüyle 2.475 m2'lik bir alanı kaplamaktadır. Duvarları kesme taştan yapılmıştır. Duvarlarla çevrili bir avlunun ortasında yer alan cami, yaklaşık kırk metre boyunda, altmış metre eninde bir ibadet yeri ile buna kuzeyden bitişen, hemen hemen aynı ölçülerde bir şadırvanlı avludan oluşur. Bu avlunun çevresi üstü örtülü, önü açık olan revak ve sundurmalarla çevrilidir. İbadet yerine bitişik olan revaklar caminin son cemaat yerini oluşturur. Avlunun orta yerinde on altı köşeli, üzeri açık bir şadırvan bulunmaktadır. Bir tepe üzerinde bulunan Selimiye Camii’nde daha önceki hiçbir camide ya da antik çağ mabedinde görülmemiş bir teknik kullanılmıştır. Daha önceki kubbeli yapılarda, asıl kubbe kademeli yarım kubbelerin üzerinde yükselmesine rağmen, Selimiye Camii 43,25 metre yüksekliğinde, 31,25 metre çapındadır. Kubbe sekiz sütuna dayanan bir kasnak üzerine oturtulmuştur. Kasnak, fil ayaklarına 6 m. genişliğinde kemerlerle bağlıdır. Sinan, bu şekilde örttüğü iç mekâna verdiği genişlik ve ferahlıkla birlikte mekânın bir kerede kolayca anlaşılmasını sağlar. Kubbe aynı zamanda camiinin dış görünüşünün ana hatlarını da belirler. Mihrabın yer aldığı çıkıntılı bölümün üzeri yarım kubbe ile örtülmüştür. Yapıyı kubbenin eteklerindeki otuz iki küçük pencere ile caminin dört yüzünde yer alan ve üst üste altı sıra oluşturan pencereler aydınlatır. Caminin dört köşesinde bulunan her biri üç şerefeli 380 santimetre çapındaki minareler 70,89 metre yüksekliğindedir. Minarelerin alem dahil yükseklikleri 85 metredir. Cümle kapısının iki yakınındaki minarelerin şerefelerine üç ayrı yoldan çıkılır. Diğer iki minare tek merdivenlidir. Öndeki iki minarenin taş oymaları çukur, ortadaki minarelerin oymaları ise kabarıktır. Minarelerin kubbeye yakın olması, camiyi göğe doğru uzanıyormuş gibi gösterir. Bu caminin en büyük özelliği Edirne'nin her tarafından görülmesidir. Selimiye Camisi'nin mimari özellikleri kadar ilgi çeken bir başka yanı da taş, mermer, çini, ahşap, sedef gibi değişik malzemelerin kullanıldığı süslemeleridir. Caminin mihrap ve minberi mermer işçiliğinin başyapıtlarındandır. İçeride, tam ortadaki Müezzin Mahfili on iki mermer sütun üzerine oturtulmuştur. Altında küçük bir mermer havuz vardır. Kubbe ve yarım kubbeler ise son derece canlı, özgün kalemişi ile bezenmiştir. Mihrap, minber, hünkâr mahfili, kadınlar mahfilinin duvarları ve öteki duvarlar İznik çinileriyle kaplanmıştır. Bu çiniler sır altı tekniğiyle yapılmıştır; Çinilerin bir kısmı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında sökülerek Moskova'ya götürülmüştür. Caminin Müezzin Mahfili’nin mermer ayaklarından birinin altında ters bir lâle motifi bulunmaktadır. Rivayet edilen menkıbeye göre, caminin yapılacağı arsa üzerinde bir lâle bahçesi bulunmaktaydı. Bu arsanın sahibi, başlarda arsasının satılmasını istememiştir. En sonunda, Mimar Sinan'dan camide bir lâle motifi olmasını isteyerek arsasını satmıştır. Mimar Sinan’da lâle motifini ters olarak yapmıştır. Lâle motifi bu arsada bir lâle bahçesi olduğunu, ters olması ise sahibinin tersliğini temsil ettiği rivayet edilmektedir. Ters lâle konusu çok yorumludur. Selimiye'nin yapıldığı yerin özel bir kişiye ait lale tarlası olduğu da kabul edilemez. Çünkü o alan Edirne'de ilk Saray'a ait olmasına rağmen, ters lâle motifi halk arasında latif bir hikâye olarak anlatılagelmektedir. Selimiye Camisi cami, medrese, hamam, türbe, imaret gibi birçok binadan oluşan ve külliye denen yapılar topluluğunun bir parçasıdır. Mimar Sinan külliyenin öbür yapılarının ölçülerini küçük tutarak tüm dikkatlerin cami üzerinde toplanmasını sağlamıştır. Bugün Edirne Müzesi'nin bir bölümünün yer aldığı medreseler dış avlunun güney kenarının köşelerinde ve caminin kıble duvarının önündedir. Külliyenin son yapısı olan Arasta (çarşı) sonradan III. Murad döneminde, Selimiye'ye gelir getirmesi amacıyla vakıf olarak yaptırılmıştır. Arastada karşılıklı iki sıra halinde dizilmiş 124 dükkân vardır.Dünya mimarlık tarihinin ortak mirası olan bu şâheser cami, her mimarın rüyasını süsleyen dehâ mahsulü bir eserdir.