98. Sayı: "Hânemizin Saâdeti Hâne-i Saâdettir"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKış Çayları
Sağlık

Havaların soğumasıyla beraber hastalıklar da tüm ülke genelinde önemli bir artış gösterdi. Soğuk algınlığı, grip, nezle bunlardan yalnız birkaçı. Kâinat eczasından hazırlayacağımız karışımlarla doktor doktor gezmekten, sürekli antibiyotik kullanmaktan kurtulabiliriz. Derlediğimiz kış çayları sizi nezle, grip, farenjit, öksürük gibi hastalıklara karşı koruyacaktır. Bağışıklık Sistemini Güçlendiren “Kış Çayı” Ihlamur (1 poşet), papatya (1 poşet), adaçayı (1 poşet), karanfil (4-5 adet), tane karabiber (4-5 adet), zencefil (2-3 ince dilim), bir tutam kekik ve orta boy bir elmanın kalın soyulmuş kabuğunu en az yarım litre sıvı alabilecek bir cam kanaya veya porselen demliğe koyunuz. Parça iyi kalite tarçın varsa, küçük bir kabuk parçası da ilâve edilebilir. Üzerine 5 su bardağı kaynar su ilâve edip 15-20 dakika kadar çay gibi demleyiniz. Süzüp içiniz. Tatlandırıcı olarak fincanınıza 1-2 kaşık bal ilâve edebilirsiniz. Bu çayı, göğüs yumuşatıcı, balgam söktürücü ve rahatlatıcı olarak kullanabilirsiniz. Boğaz Enfeksiyonlarına Karşı Bitkisel “Gargara” Porselen bir kupaya 1 poşet adaçayı (çok iyi kaliteli bitki hatta kendi topladığınız da olabilir) koyunuz. Üzerine kaynar su ilâve edip 10 dakika kadar bekletiniz, adaçayını çıkarıp bu sıvı ile gargara yapınız. Gargara yaptıktan sonra en az 1 saat herhangi bir şey yiyip içmeyiniz. Aynı şekilde taze hazırlanmış sıvı ile günde 5-6 defa gargara yapabilirsiniz. Boğaz ağrı ve yanmasına iyi geldiğini göreceksiniz. Çünkü adaçayının anti mikrobiyal ve anti viral etkisi var. Üst Solunum Yolları Enfeksiyonlarına Karşı “Buğu” Küçük bir tencereye kaynar su koyup, üzerine 1 çay kaşığı okaliptus, 1 çay kaşığı da kekik yağı ilâve ediniz. Başınızın üzerini hemen büyükçe bir havlu ile kapatıp, 5 dakika kadar ağız ve burundan nefes alınız. Günde 2-3 defa yapabilirsiniz. Hem buharın hem de uçucu yağların etkisiyle daha rahat nefes alacaksınız. Yağların kaliteli olmasına dikkat ediniz. Eğer uçucu yağ yoksa, kaynar suyun üzerine nane yaprağı, kekik atıp çıkan kokulu buharlardan benzer şekilde yararlanabilirsiniz.

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiEvlilik Kitabı
İnsan

‘Evliliğin kitabı olmaz!’ dedi, Anadolu irfanı içinde yoğ­rulduğu belli adam. ‘Bilgelik/irfan’ ırmağının suyundan içtiği gün gibi ortadaydı. ‘Evliliğin kitabı olmaz; çünkü…’ Aslında bir ayrılık hikâyesidir bizimkisi; bizimkisi yani biz fanilerinki. Bir geride bırakış ve geride kalana kavuşma çabasının anlatıldığı/yaşandığı bir hikâye. Cennetten dünyaya düşüşün öyküsüdür bu ve ruhlar âleminden ana rahmine dü­şüş­le başlar. Vakti saati geldiğinde ise, ana rahminin güvenli sığınağını geri­de bırakırız.  Ana kucağının, baba oca­ğının her isteğimize duyarlı olunan o efsun­lu vakti gelir çatar. Ağladığımızda gelen, güldüğümüzde bakan, yüzünü yüzümüz­den alamayanlarla etrafımızın çevrildiği bir çağın meyvesiyizdir artık.  Mutsuz isek, mutlu olmamız başkasının sorumluğunda; hasta isek yükü, bizden çok başkasında… Yürüyeceksek elimizden tutacaklar, konuşa­cak­sak dinleyip yüzümüze bakacak biri var. Ve bütün bu bakışlar, öpüşler, kucakta sıca­cık sarıp sarmalamalar, bizi hep o ‘rahim’e götürür, onu hatırlatır; ana rahmine ve Ra­him olan Yaratıcının merhametine ya­ni. Ne var ki, bir ayrılık hikâyesidir bu ve ‘ayrıl­maya’ devam ederiz. Her ayrılış, ‘ka­vuşmaya’ dair özlemimizi büyütür sadece. Ayrılış şarttır; zira Hz. Mevlana’nın dediği gibi, “Sütten ayrılmadan çocuk, kebabın tadını nerden bilecek!” Güvenli limandan ayrılarak, birçok yeni sahille tanışırız. Yeni kişiler tanırız, yeni şeyler görürüz ve her yenilikle biz yenileni­riz. Öğrendiğimiz her şey hayata dair, bizi biraz daha büyümüş kılar. Her büyüyüşte biraz daha ‘fert/kişi’ oluruz. Öğrendiğimiz, tattığımız, zevkine vardığımız her yeni şey bizi biraz daha ‘farklı’ kılar diğer ‘kişiler’den. Her farklılık oysa biraz daha ayrılık demek, her ayrılık ise, biraz daha ‘yalnızlık’. Bu hikâye, ‘birlik/bütünlük’ halini geride bırakışın da öyküsü ayrıca. Her şeyin ‘bir/bütün olup bizim de o bütüne dâhil olduğumuz, onun içinde olduğumuz, doğ­duğumuz, belirdiğimiz, zuhur ettiğimiz’ halin yerine gelen, ‘dağılıp, bölünüp, par­çalanıp’ kayboluyormuşuz gibi olduğu­muz bir ‘acıtıcı’ halin öyküsü. Hâsılı ayrılırız, ayrışırız, başkalaşırız, acırız ve illa hep ‘birlik’ ararız. Bir birlik sevdası, birliktelik arayışı, yazarın dediği gibi ade­ta ‘kuş olur her daim öter yüreğimizde’. Çocukluk oyunlarımızı süsler ‘evcilik’ olur bu arayış. Gün döner, büyür ve  ‘evlilik’ olur bu sevdanın durağı. İşte! Evlilik, kopup geldiğimiz diyarın ko­kusunu barındıran, ayrılığın acısını bir lahza olsun dindirme ümidini göğsünde taşıyan, bize ‘birliği’, ‘bütünlüğü’ vadeden cennetimiz olarak gülümser yüzümüze. Ne var ki, cennetimiz olma vaadindeki ev­liliğimizi, ‘cehennem’e çevirmek hiç de zor olmaz biz fanilere. Her fert kendi kitabıyla gelir ‘ev’e, kendi hikâyesiyle. Herkesin ken­di ‘ev’i vardır, öbürüne ısrar ettiği. Ko­canın kitabında ayrıdır evlilik, kadının kitabında apayrı. ‘Kadın, şöyle olur, bunu yapar, şunu yapmaz’, ‘Erkek şuna karışmaz, bunları yapar’ vs.nin olduğu kimi zaman kendi ana-babamızdan miras aldığımız, kimi zaman da etraftan devşirdiğimiz bir kitaptır bu. Geleceğe dair, geleneğe dair, nesle, nefse dair umutlarımızı, niyetlerimizi, hayallerimizi barındıran şeyler yazılıdır bu kitapta.  Öte yandan bir de, kitabı-kuralı ol­ma­yanlar vardır. Sözüm ona, ‘özgür, ro­mantik/dizi(tik)’ hülyalarla bezenmiş kendi bencil isteklerini evliliğin kuralı sayan kitaplar… ‘Birlik/bütünlük’ arayışımızın bir timsali, sembolü, somutlaşmış hali olan evliliği, cehennem vadisine çevirmenin pek çok yolu vardır. Hatta evli fertler sayısınca yolu olduğu söylenir. Bu vadide ‘birleşmek’ şöyle dursun, var olan bütünlüğümüz de parçalanıverir. Kalpler ayrı düşer, bedenler ayrı düşer, mekânlar ayrı düşer. Yapılan araştırmalar, boşanan çiftlerin ayrılma ka­rarı almadan önce en az 6 aylarını, ayrı me­kânda geçirdiklerini söylemektedir. Ya­ni fiziki olarak ayrı yerlerde olmak ‘ayrıl­mamıza’ güçlü bir sebep olabilmektedir. Ya da ayrıldıkça, mekânlarımız da ayrışıyor.  Bu kadar ayrılık varken, çocukların terbiyesi, eğitimi gibi ümmet-i Muhammed’i ala­kadar eden hususlar unutulup gitmekte, çocuğun en birinci okulu olan ‘yuva’sı, da­ğılmakta, çocuklarımız dağılmaktadır. Araştırmalar, ‘bağımlılık’ tehdidine karşı ço­­­cukları koruyan en etkin aşının, ‘güçlü ailevî ilişkiler’ olduğunu söylemektedir. Araş­­tırma sonucunu tersten okuduğumuz­da ise, yavrularımızı yuvalarından dağıtan, uyuşturucu, teknoloji bağımlılığına itti­ren en önemli şeyin, mekânların, kalplerin ay­rıl­dığı, muhabbetsiz aile ortamları olduğudur. Cennetimizi cehenneme çevirmede etkili diğer bir yol ise; ‘Acaba bu adam/kadın benim ideal eşim mi? Doğru kişi mi? Ruh ikizim bu mu?’ diye düşünedurmaktır. Bu düşünceler evliliğin muhabbet bağını yiyip bitiren küf gibidir. Evlilikte, bizi bekleyen ‘doğru kişi, ideal adam/kadın, ruh ikizi’ yoktur oysa. Sadece ‘doğru kişi olmaya çalışabiliriz’. Kâinatın içinde bizi bekleyen bir ruh ikizimiz yoktur da, biz evlilik boyunca, tabiri caizse, ‘iki bedende bir ruh’ mesabesine ulaşmaya çalışabiliriz sadece.  Ruh ikizimiz bizi beklemez, biz birlikte ruhumuzu birleştirebiliriz ancak. Evliliği kemiren bir diğer düşünce ise, ‘Sen bana/bu evliliğe ne verdin/veriyorsun?’ diye düşünmektir. Çünkü bu düşünce bizi, bir ilişkiyi patlatan dört dinamite ulaştırmaktadır. Bunlar; Suçlama, savunma, eleştirme ve duvar örmedir. Bunun yerine, ‘Ben bu evliliğe ne kattım/katıyorum?’ diye düşünmek evlilik bağını güçlendiren bir efsuna dönebilmektedir. Bir konuşmada bu ‘dörtlünün’ ne kadar kullanıldığı çiftin, ayrılık süresini tahmin etmeyi bile mümkün kılmaktadır. Yani karı-kocamızla muhabbet ederken, ne ka­dar çok suçluyoruz, ne kadar savunmacı olu­yoruz, ne kadar eleştirel/kritik edici (laf sokucu) konuşuyoruz ve muhatabımızla aramıza ne kadar duvar örüyor,  adeta du­var gibi oluyorsak cennetimiz cehennem olmuştur bile. Ayrılığa düşe düşe geldik buralara; doğ­rudur! Biliriz ki her ayrılış bir yaradır ve şairin dediği gibi, ‘kemik gibi, ne yöne dönsek batar.’ Bunca ayrılık ve yal­nız­lık içinde, ne çok ihtiyacımız var­dır karşı­lan­ma­yan. Çocukluğumuz, gençliği­miz as­lında kar­şılanmamış isteklerin, arzu­ların hikâ­ye­sidir bir parça da. Bu sebep­ledir ki, ‘karı-koca kavgalarımız çoğu zaman, çocukluk ağ­la­malarımızın yetişkinliğe yansımasıdır’. Bu sebeple biraz da çocuklaşırız evlilikte. Karı/kocamızdan, tıpkı çocukluğumuzda yapıldığı gibi her isteğimize duyarlı, her ‘ağlamamıza’ tesellikâr, bizi dünyanın mer­kezinde hissettirecek biri olmasını bekleriz. Yalnızlık ve ayrılık ızdırabımızı dindirecek kişi olsun diye bekleriz. Ama o da bir fani­dir oysa. O da ayrılıklarla sarılıp sarmalanmıştır. Bu gerçeği unutuveririz. Bize sanki hakkı­mız olan bir şeyi elimizden alıyormuş gibi gelir. İşte o zaman ‘bana ne veriyor ki!’ diyerek suçlamalara, eleştirilere başlarız. Muhatabımız da bunları savunmayla, duvar gibi olarak cevaplamaktadır. Mutsuz bir evliliğin, evlilikler sayısınca özelliği vardır. Herkesin kendine göre bir mutsuzluk şekli vardır. Oysa araştırmalar ‘mutlu evliliklerin belirli sayıda ortak özellikleri’ bulunduğunu söylemektedir: Cennetten bir rayiha taşıyan evliliklerde karı-kocalar, kendi anne-baba ve kardeş­leriyle bağlarını koparmadan, onlardan ay­rıl­mayı sağlayabilmişlerdir. ‘Yeni bir aile’ olduklarını bilmektir bu. ‘Bize kim­se karışamaz!’ meydan okumasına kapıl­ma­dan, ‘Biz her şeyi kendimiz yaparız’ hoy­rat­lığına düşmeden, onları incitmeden usül­ce, ‘Yeni Aile’yi belirginleştirmektir bu. Cennete dönüş yolcuları,  tıpkı diğer aile­­ler­in arasında yeni aileyi korumaları gibi, bir­lik/bütünlük yolunda ‘biz’ olmayı öğrenir­ken, ‘ben’i de korumayı sağlamışlardır. Yani, birlikte oluyoruz diye ferdiyetten yoksun­luk göstermemektir. Karı-koca birçok ko­nu­da birlikte davransalar da gerekli gör­dük­leri yerlerde farklı düşünebilmekte, ayrı karar verebilmekte ve çok farklı çevreye sahip olabilmektedir.  ‘Biz’ olurken ‘ben’i ko­ruyabilmek ve ‘ben’ ile ‘biz’ olabilmek ne de büyük bir ihtiyacımızdır. Cennet numunesi bir mutlu evlilik­te, evliliğin en temel gerekçesi olan cin­sel­lik konusunda, iki tarafta mutlu­luk yaşa­yabilmekte, beklentilerini karşılayabil­mek­tedir. Ayrıca eşler birbirlerinin bek­len­tilerini karşılamakta da isteklidirler. Cin­selliğin ihmal edildiği bir evlilik, ayrı düş­tüğümüz ‘bütünle’ birleşme arzumuzu da engellemektedir. Hayvanlar ‘çiftleşir’ ama değil mi ki insanlar ‘birleşir’. Bir evliliğin mutluluğuna mutluluk katan, göz aydınlığı evlatlarımız konusunda da, ebe­veyn­ler arasında fikir birliği vardır mut­lu evlilerde. Onlar için ortak hayallere sa­hip, onları büyütürken ortak kurallara tabidirler. Yoksa çocuklarımızın geleceğinin (ta cennete kadar) hesap edilmediği, göz ardı edildiği bir evlilik mutluluk sağlamaz. Mutluluk tek başına gelmez zira. Hayat yolculuğunda ‘refik/a-arkadaş’ say­dığı­mız eşimize, zorluklarda destek sun­ma­yı başarabilmek mutlu bir evlilikteki diğer özelliktir. Tartışmalar! Her evlilikte tartışma olur. Çocukluk ağlamasının bir yansıması gelir bulur bizi bir tartışmada. Bu sebeple çocuk­ken ‘ağlamamak’ ne kadar mümkün ise, evlilikte de ‘tartışmamak’ o derece müm­kündür. Ancak mutlu evlilik yaşayan fert­ler, tartışmalarında öfke patlamasına izin vermezler. Tartışmalarını hayırla netice­len­dirme gayreti içinde olurlar. Tartışmalar garez duyguları içinde yıkıcı değil de, tam tersine yapıcı olmaktadır. Bu ailelerde ya­pılan tartışmalar hakkında mutlaka bir sonuca ulaşılır ve konu ortada bırakılmaz.  Mutlu evlilik yaşayan çiftlerde görülen ehem­miyetli bir husus ise, birlikte ‘güle­bilmeleridir’. Eğer birlikte gülmeyi sağlaya­biliyor, bunu başarabiliyor isek bu ilişkiyi başka bir ufka taşıma özelliği sunar bizlere. Hayat yükü ağır gelebilir veya muha­tabımıza kızabilir ve bu yüzden bunala­biliriz. Mutlu çiftler, eşlerini nasıl rahatlata­bileceğini de bilirler. Eşinin ihtiyacına du­yarsız, bigâne kalmayıp onu rahatlatmayı başarabilmektedir. Evliliklerinde mutlu olan kişilerin ortak diğer özellikleri, birbirine dair evliliğin başında var olan olumlu hayalleri canlı tutmaya özen göstermektir. İlk günlerde hayat arkadaşıyla ilgili kalbinde ve aklında var olan olumlu şeyleri bir yerlerde yaşat­maya devam etme çabasıdır bu. Ne za­man ki, ‘çantada keklik’ olarak bakmaya başladık; ‘Geçmiş olsun!’ demektir bu. Gözümüzdeki cennet hurisi, o latif prenses, sultan, ‘evin pasaklı karısı, burnu büyük, kendini beğenmiş’ olmaya başladığında, ya da o dağ gibi adam, karizmatik, yakışıklı delikanlı gidip onun yerine ‘sümsük, bir işe yaramaz adamın biri, buzdolabı gibi, duvar gibi’ geldiğinde cennetimizden hızla uzaklaşıyoruz demektir. Cennete geri dönme yolculuğumuzun en latif destekçisi olabilme umudunu göğ­­­sünde taşıyan evliliklerimiz umut is­ter, emek ister büyümek için. Bir kitabı yoktur bunun. Değil mi ki, başkasından öğ­renilemez, başkasına öğretilemez de bir şeydir ayrıca. ‘Evliliğin kitabı olmaz! Çünkü evliliğin kitabı birlikte yazılır ve hiçbir kitap aynı olmaz!’

Ramazan USLU 01 Ocak
Konu resmiAnne - Baba Hakkı
Aile ve Çocuk

“Ve Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi ve ana-babaya iyilik etmeyi emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlığa erişirse, sakın onlara ‘Öf!’ bile deme! Onları azarlama ve onlara güzel söz söyle!”1 Kullarına daima lütuf ve ihsanda bulunan Cenab-ı Hak, bu ayette önce zatından başkasına ibadet etmemeyi ve hemen ar­dında da  ana-babaya ihsanda bulunmayı, onlara hürmet etmeyi ve haklarında güzelce muamelede bulunmayı emretmektedir. Allah hakkından sonra, en büyük hak­lardan biri de anne-baba hakkıdır. Bir evlât için, anne-baba hakkının önemini bilmek ve öğrenmek çok mühim ve el­zemdir. Peder ve valideye karşı hürmet ve muhabbet ise, Cenab-ı Hakkın hesabına ait olduğundan onlara hürmette bulunmak asli vazifelerimizdendir. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflere bakıl­dığında anne-baba hakkının hem itikadî, hem de ahlakî bir sorumluluk olarak karşı­mıza çıkacağı görülmektedir. Her Müslüman -farz ibadetlerini yapmakla mükellef olduğu gibi- anne babaya hürmet ve iyilik yapmakla da mükelleftir. Anne ba­­baya hizmette bulunmak, Hak Tealâ ka­tında çok kıymetli ve faziletli bir ameldir. Anne-Babanın İnsan Dünyasında Yeri Ve Değeri Anne ve babamız, dünyadaki varlığımızın sebebi olan iki insandır. Onlar en güçsüz ve bakıma muhtaç olduğumuz bebeklik ve çocukluk dönemlerinde hep yanımızda oldular. Bizler, hayatı ve dünyayı anne babamızdan öğrenmeye başladık. Onlar bizim ilk ve en tesirli muallimlerimizdir. Asrımızın müceddidi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, anne ve babanın değerini bizlere şöyle ifade etmektedir. “Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlatlarına karşı olan şef­katleridir. Ve en ali hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil, onlara hürmet et­mektir. Çünkü onlar, hayatlarını kemâl-i lezzetle evlatlarının hayatı için feda edi­yorlar, sarf ediyorlar. Öyle ise; insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılap etmemiş her bir veledin farz olan bir vazifesi de, o muhterem, sadık, fedakâr dostlara, halisane hürmet ve samimine hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir.” - Evet, anne babalardaki şefkat bütün en­vaıyla latif ve nezihtir. - Hem şefkat pek geniştir. Bir zât, şefkat et­tiği evlâdı münasebetiyle bütün yavrulara, hatta zîruhlara şefkatini ihata eder. - Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın Yusuf Aley­­hisselâm’a karşı şedîd ve parlak hissi­yatı, muhabbet ve aşk değildir. Belki şef­kattir. Çünkü şefkat aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir. Ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Kur’an’dan aldığı bu hakikati bizzat haya­tıyla tasdik etmiş; annesi için şu sözleri söylemiştir. “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerim o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” Bediüzzaman Hazretleri Van’da Tahir Pa­şa'nın konağında kaldığı yıllarda bir gün basit kıyafetli bir köylünün kapıda ken­di­sini beklediğini bildirdiler. Hemen ka­pı­ya koşarak inen Üstad Bediüzzaman, bir merkeple Nurs’tan kalkıp Van’a gelen babası Mirza Efendi'nin kapıda beklediğini gördü. Hemen babasının elini öpen Bedi­üz­zaman Hazretleri onu içeri aldı. Mirza Efendi oğluna: “Burada benim se­nin baban olduğumu kimseye söyleme” di­ye tembihledi. Babasını konağa alan Be­di­üz­zaman Hazretleri, onu vali ve diğer ileri gelenlerin bulunduğu salona getirir. Burada hemen girişteki eşiğe yakın bir yere oturan Mirza Efendi'yi oradakilere şöyle tanıtır: “Bu zat, benim babam Mirza Efendi'dir. Babasını kapı ağzından alarak başköşeye, Vali Tahir Paşa'nın yanındaki sedire oturtur. Evet, Bediüzzaman Hazretleri, anne ve ba­baya gösterilmesi gereken hürmeti en güzel bir şekilde bizlere ders vermektedir. Anne- Baba Bir Nimettir İnsan fıtraten kendisine ihsan edilen ni­met­lere mukabil minnet ve memnuniyet duy­gu­suyla teşekkür eder. Bu teşekkür, ni­metlerin farklı olması sebebiyle ya lisan ya davranış ya da kalp ile yapılır. Rabbimizin bizlere ihsan ettiği iki türlü nimet vardır. Birisi hususi yani özel nimet­lerdir. Diğeri ise umumi yani genel nimet­lerdir. Bizler çok defa şahsımıza olan hususi nimetlere karşı şükür vazifemizi yerine getirir ancak iman, hayat, hava, su, göz, kulak, akıl, sağlık anne baba gibi herkese verilen umumî nimetlere karşı gaflet ederiz. Hâlbuki bunlar daha fazla şükre layıktırlar. Evladın peder ve validesine göstermiş oldu­ğu hürmet ve tazim, onların hizmet ve fe­dakârlıklarına karşı bir vazife-i şükrandır. Bu konuda Hz. Üstad şöyle demektedir. “Peder ve valideyi şefkat ile teçhiz eden ve bizleri onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına anne babaya hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine aittir. Peder ve valideye karşı muhabbet Cenâb-ı Hak hesabına olduğu için, hem bir ibadet, ve bizlere anne ve baba gibi bir nimeti ihsan ettiği için bir nevi şükürdür, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve mu­habbeti ziyadeleştirmek en âlî bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tûl-i ömrünü ciddi arzu edip bekalarına dua etmek, ve samimane hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhani almaktır. Evet, kulun anne baba hakkına dikkat etmesi, Allah’a karşı bu nimetin şükrünü eda etmesidir. Ahiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş is­minde bir zat vardı. Dininde, dünya­sında muvaffakiyetli görüyordum, sırrını bil­mez­dim. Sonra anladım ki, o muvaffa­ki­ye­tin sebebi: O zat ise, ihtiyar peder ve vali­delerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş; inşallah ahiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen, ona benzemeli.” Anne- Baba Hakkını Ödemek Mümkün müdür? Anne babamızın en önemli hakları, bizlerin varlığa çıkmamıza sebep olmalarıdır. Bizler bütün güzelliklere, varlıkta olmamız dola­yısıyla nail oluruz. Dolayısıyla, kavuştu­ğumuz maddi ve manevi bütün nimetlerde anne-babamızın hisseleri vardır. Hatta şük­retmek ve haklarını vermekte bile onların hisseleri vardır. Onun için onların hakkını ödemek mümkün değildir. Fakat bir istis­na var ki Hz. Ebu Hüreyre'den rivayet edil­diğine göre Resûlüllah (sav) şöyle bu­yurmuştur: “Hiçbir çocuk babasının hak­kını ödeyemez. Ancak onu köle ola­rak bu­lup da satın alıp azad etmesi müstesna.” “Evet, rahmet-i Rabbâniyenin en hürmetli,  en lâtif ve en şirin bir cilvesi olan şefkat-i valide ve peder hakaik-i kâinat içinde en muhterem, en mükerrem bir hakikattir. Ve valide, en kerîm, en rahîm, öyle fedakâr bir dosttur ki, o şefkat saikasıyla, bir valide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını veledi için feda eder. Hatta valideliğin en basit ve en edna derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, aslana saldırır. Evet, peder dahi yalnız veledinin kendin­den daha ziyâde iyi olmasını ister; ona mukabil, veled dahi pedere karşı hak dava edemez. Demek vâlideyn ve veled or­tasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa,  gıptadan veya hasedden gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dava etsin.” İşte böyle muhterem ve muazzez bir haki­kati taşıyan peder ve validelerin hakkını ödemek mümkün değildir. Anne-Babaya Hürmetteki Teşvikin Sebebi Kur’an-ı Kerim ve Hadislere baktığımız­da anne-babaya hürmet gösterilmesi hu­su­­sunda çok durulmuş ve ikazlarda bulu­nul­muş­tur. Bunun sebebi ise, ebeveyn fıtratları gereği evlatlarına sahip çıkarlar. İhtiyaçlarını giderirler. Anne-baba, evlat­larına karşı olan hizmetleri için çok bir teşvike ihtiyaç duymaz. Çünkü fıtratları bunu gerektirir. Fakat evlatların -fıtratları gereği- anne-ba­baya saygı duymak için bir gayret gerekir. Onun içindir ki çok teşvik edilmişlerdir. Anne-babaya gösterilecek üç tarz hizmet vardır: 1- Can u gönülden onlara karşı sevgi gös­ter­mek. Samimi saygı duymak ve İlahi emirlere zıt olmayan emirlerini dinlemek. 2- Dünyevi ihtiyaçlarını gidermek. 3- Vefatlarından sonra vasiyetlerini yerine getirmek. Onlar için sadaka ve hayırlarda bu­lunmak, dostlarını gözetmek. Kaynak: 1- İsrâ Suresi, 23.

Sevde KARATAŞ 01 Ocak
Konu resmiCennet Bestesinin İlk Notası
İbadet

Şefkat kanatlarını evlerinin dört bir yanına geren anne­lerin melekleştiği, çocukların tatlı bir musikinin nağmeleri­ne dönüştüğü, babaların merhamet merhamet evlerin her köşesine sindiği, zahiren daracık, ama sonsuzluğa sa­lonlarca, odalarca ulaşan bu evlerin bu dünyevi huzuru, ebediyen sürecek cennet bestesinin ilk notasıydı sadece.  Yakında büyük bir deprem olacak diye hay­kırdı şehre doğru koşan adam… Ruhkırım olacak, feryatlar kopacak, yuvalar yıkıla­cak… Yalın ayak koşuyordu, yalın iman, ya­lın takva koşuyordu şehre doğru: - Binalar yıkılacak, evler göçecek! İnsanlar ka­çacak yer arayacak bu depremin şiddetinden. Kalpler kırılacak, çocuklar ölecek, arlar kir­lenecek, evlerin içine yangın düşecek, kor ateşler yakacak huzurumuzu… - Hazır olun ey insanlar! Hazır olun sizi bekleyen o günlere. Yüreğinizin cidarlarına sarmalanan bir veba, bir salgın, bir has­talık kuşatacak tüm varlığınızı. Yalnız ka­lacaksınız sonra, kalabalıklar içinde yalnız, evinizde dahi yapayalnız. Kent görünümlü şehir baktı dev adama uzaktan. Öyle betonsu, öyle sessiz, öyle sakin baktı şehir. Üzerindeki kalın kent kabuğundan sıyrılıp şehirliğine, bin yıllık bir me­deniyetin hem temel hem de zirve­sindeki o mükemmel haline kavuşmayı is­tedi ama beceremedi. Ufuktan doğan adam devam etti haykır­maya: - Bahsettiğim deprem, bütün dünyayı kuşa­tacak, dalga dalga dünyanın bütün şehir­lerine, bütün köylerine yayılacak bu deprem. Tür­kiye’miz de oldukça fazla çatlaklarla do­lu, pek çok tektonik harekete gebe bir fay hattı­nın üzerindeyiz. Uyarıyorum sizi, anlayın! Her an sallandı sallanacak evlerimiz. - Hangi depremden bahsettiğimi anlamadı­nız mı hala? Bir ruhkırımdan bahsediyo­rum sizlere. Bütün ruhları kasıp kavuracak bir fırtınadan, bir hortumdan soluğu cehen­nemde alacak, bir yalnızlıktan sizi bütün de­ğerlerinizden koparacak. Bir ruhkırım var dünyada Barlarla, diskolarla belgelenen Damarlarına bir gencin Eroince, esrarca sokulan Bir ruhkırım var dünyada Vesikası sokaklar Gözyaşları çocukların, Anaların feryatları Suriye’de, Filistin’de… Bir ruhkırım var dünyada Annelerin ninnilerini Öldüren topluca, Çocukları düşman eden Eli nasırlı babalara… Şehir boynunu büktü masumca. Gökde­lenlerin buğulu camlarından süzülen göz­yaşlarını gizleyemedi. Karanlığa doğru ko­şan, yangından bir kısrak gibi sıçradı, bu­laştı yüreklere bu sözler. - Gençler, anne ve babalarına asi… Her türlü ahlaksızlık çevremizde dal budak salmış du­rumda. Yalanlar, hırsızlıklar, cinayetler, te­rör bir karabasan gibi çöktü dünyanın ufuk­larına. Sekülerizmin meyvelerini, bu acı mey­velerini yutmakta zorlanıyoruz artık. - Huzurun, dayanışmanın adresi olan evle­ri­niz, şimdi kavganın, isyanın, nefre­tin me­kanı durumunda. Kadınlar kocaların­dan, erkekler de hanımlarından şikayetçi. Ebe­veynler çocuklarının durumunu beğenmiyor. Çocuklar anne babalarına isyankâr. Saadet asrından haber veren o saadet kaynağı yu­valarımız, çöktü çöküyor. Batmak üzere olan güneşin kızıllığına bo­yanan bakışlarıyla kuşattı bir kere da­ha şehri. Şehrin kapısından girdiğinde din­mişti gökyüzü, dinmişti bu sessizlik. - Burası sessiz biraz, diye fısıldadı henüz onu bu­yur eden karanlığa… Burası sessiz biraz… Bo­­yuna makine sesleri… Boyuna uçaklar... Gür­­­le­­yen arabalar… Feryatlar, ağıtlar… Ezan­­­­lar,  dualar yok burada! Burası sessiz bi­raz... - Kurtuluş yolunu göstermek istiyorum sizlere. Bu karanlık sessizlikten kurtarmak istiyo­rum geleceğinizi. Evlerinizdeki bu karanlık Kur’ân’la aydınlanmadığınızdan diyorum. Yü­rek­lerinizdeki bu yangın, günahlarınızdan di­yo­rum, imani zaaflarınızdan… - Çocuklarınız sizi arıyor aslında diskolarda, barlarda, sosyal medyada. Kendi geçim dert­lerinizin arasında unuttuğunuz o çocuk­larınız... Dünyalarını ve ahiretlerini imar et­meyi önemsemediğiniz, istikbâlde cehenne­mi­niz olacak evlatlarınız… - Evinizi, eş ve çocuklarınızla birlikte cennete seyahat edeceğiniz bir sefineye çevirin. Bu dün­yada ailece piknik yapmak için hazırlan­dığınız gibi, sonsuz hayattaki cennet pik­niklerine hazırlanın şimdiden. Kevser havu­zu­nun kıyısında ebedi bir tatil için plan­lar yapın mesela. Şimdiden ayırtın ebedi köşklerinizi ibadetlerinizle. - Haydi gelin, ebedi hayatınızı kurtarmak için dinleyin dediklerimi. Ben sizler için buraya geldim. Ben bunun için şehre koşan adamım. Ben bunun için her yerde hakikati haykırdım. Ondan bu kadar sesli haykırıyorum hala. Ondan böyle ısrarlıyım. Ben sizlerin istikbâli için kendini yangınlara atanım… Yüreklerinden yaralanmış bir erkek ve bir kadına baktı usulca. Birbirlerini seven ve birbirlerini sevdikleri için de huzurlu bir geleceğe baş koyan bir ruh iki bedene bakmak istiyordu aslında. Ama olmadı. Birbirlerine öylesine hırçın, geleceklerine öylesine katil, itaate o derece isyankâr bakış­lardı şehre koşan adamın gözyaşlarının se­bebi. Bu ruhları birbirinden kopmuş çifti, bü­tün öfkelerinden, bütün depres­yonlarından ve çağın sadakatlerine çaldığı bütün seküler kirlerden arındırmak için haykırdı bir daha: -Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyane­tine bakıp taklit eder; refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. -Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyane­ti­ne bakıp "Ebedî arkadaşımı kaybet­me­yeyim" diye takvâya girer. -Veyl o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kay­bet­tirecek olan sefahete girer. -Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî ko­ca­­sı­nı taklit etmez, o mübarek ebedî arka­daşını kaybeder. -Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını ve sefahetini taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar. Bu etkili ikazla birlikte, sonsuzluğa açılan bir kapı gibi, şehre koşan adamın öğütlerine açıldı yürekler.  Kentin beton kabuklarını çatlatırcasına şehre koşan adamın öğütlerini sızıyordu birkaç ev gürül gürül: - Hem her insanın küçük bir dünyası, bel­ki küçük bir cenneti dahi kendi ha­ne­si­dir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, her biri şefkat ve muhabbet ve alâka­dar­lığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme dö­ner veya­hut muvakkat eğlenceler ve sefahet­lerle aklını tenvim edip uyutur. - Onun için, daire-i meşruadaki keyfe iktifâ ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâ­sû­­mâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir. Hem kat'iyen bili­niz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lez­zet iman dairesindedir ve imandadır. Ve a'mâl-i salihanın her birisinde bir mânevî lezzet var. Şefkat kanatlarını evlerinin dört bir yanı­na geren annelerin melekleştiği, çocukların tatlı bir musikinin nağmelerine dönüştüğü, babaların merhamet merhamet evlerin her köşesine sindiği, zahiren daracık, ama son­suzluğa salonlarca, odalarca ulaşan bu evlerin bu dünyevi huzuru, ebediyen süre­cek cennet bestesinin ilk notasıydı sadece.

Oğuz DÜZGÜN 01 Ocak
Konu resmiEvliliğe İlk Adım
İnsan

Yeni nesil gençliğin evlilik beklentisini maalesef televizyon belirliyor. Her ne kadar televizyonda (dizi veya filmlerde) izlediğimiz durumları tasvip etmesek de zamanla bu tasvip etmediğimiz durumları farkında olmadan kabul etmeye başlıyoruz. Bu durum bir sonraki nesil için ise, gayet normal bir hale gelmektedir. Bu durum annenin giyimi ile kızının giyimi arasındaki uçurumun sebebini de açıklamaktadır.  Evlenmeye Niyetlenenlerİşe Nereden Baş­lamalı? Aday önce kendini tanımalı, kendine uy­gun eş arayıp sonra da onu tanımalıdır. Fa­kat bunu “Ben ne için evleniyorum?” so­ru­suna verdiği cevabın şemsiyesi altında ger­çekleştirmelidir. Maalesef evlenecek gençlerin zihninde “Ne için evleniyorum?” sorusunun cevabı yok. İnsanın zihninde bu sorunun cevabı olma­yınca bilinçaltı, deposundan bu soruya ani ve düşünülmemiş cevaplar veriyor: - Çok mutlu bir yuva kurmak için. - Mükemmel bir aile olmak için. - Ne bileyim herkes evleniyor, ben de evleneyim dedim. - Âşık olmak için.       - Romantik ve duygusal ilişkiler yaşamak için, vs. Bu beklentilerin kimisi abartılı, kimisi ise yanlıştır. Peki, evlenecek olan gençler bu yanlış dü­şüncelere veya beklentilere nasıl kapılıyor? Aslında bu düşüncelere kapılmıyor, kanali­ze ediliyor. İzledikleri film ve pembe diziler­deki ikili ilişkilerde; aşk, sevgi, arkadaşlık ve romantiklik var. İnsanoğlunun istek ve arzularını en çok etkileyen unsurlar, gör­dük­leri ve duyduklarıdır. Gördükleri­miz ve duyduklarımız istek, arzu ve beklentileri­mize yön vermektedir. Yeni nesil gençliğin evlilik beklentisini maa­lesef televizyon belirliyor. Her ne ka­dar televizyonda (dizi veya filmlerde) izle­di­ğimiz durumları tasvip etmesek de za­manla bu tasvip etmediğimiz durumları farkında olmadan kabul etmeye başlıyoruz. Bu durum bir sonraki nesil için ise, gayet normal bir hale gelmektedir. Bu durum annenin giyimi ile kızının giyimi arasında­ki uçurumun sebebini de açıklamaktadır. Buraya kadar bir özet yapacak olursak, ev­lenecek gençlerin en büyük sorunu yanlış beklentilerdir. Bu yanlış beklentilerin en büyük kaynağı ise televizyondur. Bu konu­da anne babalar daha dikkatli, gençlerimiz de daha bilinçli olmalıdır. Sadece televizyona bağlamak yanlış olur diye düşünmeyin. Hadi diyelim ki; televiz­yon izlemeyen çocuklar yetiştirdiniz, aile­cek güzel nitelikli vakitler geçirdiniz; tele­viz­yona ihtiyaç bile hissetmedi çocukları­nız. (Çok mümkün değil de hadi diyelim oldu. Burada açıklamak isterim ki evinde televizyonsuz kalmak mümkün, fakat ço­cukların televizyon istememesi biraz zor.) Peki, arkadaşları ya da akranları hiç mi te­levizyon izlemedi. Mutlaka izleyen arkadaş­ları oluyor ve onlarla etkileşimi oluyor de­ğil mi? İşte tam da burada ilmin kapısı Hz. Ali’nin “7 yaşına kadar çocuğunuzla oyna­yınız, 15 yaşına kadar arkadaşlık ediniz, 15 yaşından sonra istişare ediniz.” sözünü hatırlıyoruz. Hz. Ali, çocuğunuzla 15 ya­şı­na kadar arka­daş gibi olursanız onun ruhuna iner, onu yönlendirirsiniz demek ister. Fakat verdiği örtük mesaj “Bireyi arkadaşı yönetir, arka­daş­lık ilişkisi en yönlendirici unsurdur” der. Çevresel etkenlere televizyonu, interneti, ya­zılı medyayı ve tüm bunlardan etkilenen arkadaşları da ekleyelim. Ortaya çıkan net sonuç: birey çevreden etkilenir. Peki, ne yapmak lazım? El-cevap: bilinçlendirmek lazım. Evlenecek gençler kendi fikri zannettiği yön­lendirilmiş, abartılı beklentilerden kur­tu­lup bilinçaltını yeniden inşa etmeli­dir­ler. İşe aile ilmihali okuyarak başlamaları uygundur. Allah (cc), ayetlerinde insanları çift yarattı­ğını vurgularken, eksik olduğumuzu ve ek­siğimizin eşlerimiz tarafından kapanması gerektiğini de vurgular. “Kadınlar sizin için, sizde kadınlar için birer elbisesi­niz.” (Bakara, 187) Peygamber Efendimiz, Müs­­lü­­man kimsenin evlenmesi yönünde birçok hadisle bizleri evlenmeye, evlen­meye gücü yetmeyene ise yardım etmeye yönlendirmiştir. “Karısı olmayan erkek de kocası olmayan kadın da ne kadar zavallıdır.” (Hadis-i Şerif) Bu bakış açısı ile aday kendini tanımalı, bel­ki de toparlamalıdır. İsteklerini, arzularını, amaçlarını, inancına ve kültürüne göre yeniden -uzun uzadıya- düşünüp bir sonu­ca varmalıdır. Ben kimim? Nasıl bir aile yapısında yetiştim? (İnsan ye­tiştiği aile yapısını mutlaka model almıştır.) Olması gereken aile yapısı nasıl olmalıdır? Ben nasıl bir aile istiyorum? Benim için en önemli olgu nedir? Hayatımın anlamı dediğim şeyler nedir? Nasıl bir eş isterim? Nasıl bir eş olurum? Nasıl anne/baba olurum? Eşler nasıl olmalı? Eş adayları arası denklik (küfüv) olmalıdır. Bununla birlikte, adaylar arasında dini, ah­laki ve kültürel değerlerde uyum varsa bi­reysel farklılıklar çok önemli değil, hatta evlilik için gereklidir. Mesela gezmeyi her iki eş adayının da sevmesi mükemmel bir uyumdur. Bunun yanında eşlerden birisi akraba ve eş dost gezmesini severken diğeri doğal ortam­da gezmekten hoşlanır. Bu durum ise uyum­suzluk değil aile olabilmek için zenginliktir. Zamanla eşler birbirlerine olan saygı ve sev­gi kaynaklı fedakârlıklarla farklı etkinlik­ten hoşlanmaya başlar. Her ne kadar eş aday­ları birçok noktada uyum sağlasa da, aile kültürlerinin birbirine yakın ya da uyumlu olması çiftlerin uyumunu arttırmaktadır.

Mustafa KAPUKAYA 01 Ocak
Konu resmiHânemizin Saâdeti Hâne-i Saâdettir
Aile ve Çocuk

Toplum hayatında, “en cem’iyetli merkez ve en esaslı zem­berek” olarak ifade edilen aile hayatımız için, sünnet-i se­niye, bütün yönleriyle, saadetimizin ve çıkmazlardan kur­tuluşumuzun anahtarıdır. Kendilerine meyledip ülfet edebilmek için bizlere eşler yaratan ve onlarla aramızda bir sevgi ve bir şefkat kılan Âlemlerin Rabbine sonsuz hamd-ü senalar olsun. Veda hutbesinde “Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Al­lah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz ka­dın­ları, Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın em­riyle helal kıldınız.” buyuran Resûl-i Ekrem (asm)’e sayısız salat ü selamlar olsun. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîmde  قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ ferman etmiştir. Yani “Habibim ya Muham­med! (De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tabi’ olun ki, Allah (da) sizi sevsin.”1  Allah’a muhabbet, Sünnet-i Seni­ye­ye uymayı lüzumlu kılar. Çünkü Al­lah’ı sevmek, Onun razı olduğu şeyleri yap­mak­la mümkündür. Allah’ın en razı olduğu hal, en mükemmel bir surette Hz. Muhammed (asm)’da ortaya çıkıyor. Kutlu Aile Reisi (asm) Hz. Peygamber (asm)’ın on bir hanımının, vefatı esnasında sadece dokuz hanımı ni­kâhı altındaydı. Diğer ikisi Peygamber (asm)’den evvel vefat etmişti. Bu dokuz ha­nımın ise altısını, hayatının son altı yılında nikâhlamıştır. Bu hanımların çoğunun, vefat etmiş olan eski kocalarından çocukları vardı. Böylelikle farklı yaşlarda ve muhtelif ka­vimlere mensup on bir hanımı, yedi evladı, ondan fazla üvey evladı, torunları, evlatlık edinmiş olduğu çocuklar ile beraber Hz. Peygamber (asm), idaresi zor olan, büyük ve geniş bir ailenin reisiydi. Bu büyük ve geniş ailenin her bir ferdi, gönül hoşluğu ile kutlu aile reislerinden memnun ve razı olmuşlardır. Peygamber (asm)’a, Medine’de on yıl hiz­met eden ve O’nun aile hayatını en iyi bi­lenlerden biri olan Enes b. Malik (ra) şöyle der: “Çoluk-çocuğuna ve aile fertlerine karşı Hz. Muhammed’den (asm) daha şefkatli olan hiçbir kimse görmedim.” Şimdi sizlere Resûl-i Ekrem (asm)’ın saa­det­li hanelerinden, ummandan bir katre misal numuneler sunmaya çalışalım. Bu numu­nelerle aile hayatımızı sünnet-i seni­ye ışığında yeniden bir değerlendirelim. Vefa Bir gün Peygamber (asm)’in yanına girmek için bir kadın geldi. Peygamber (asm) çok heyecanlandı. Çünkü bu kadın, Hatice validemizin kardeşi Hale’ydi. Sesi kız kar­deşine çok benziyordu. Allah Resûlü (asm), hırkasını, üzerine oturması için yere sererek, bu misafirine çok iltifat etti ve ona çeşitli hediyeler verip uğurladı. Bu davranışın nedeni için de: “O, Hatice’yi çok severdi.” diyordu. Hatice validemizi sevenleri sevmesi bile kız­dırmıştı Aişe validemizi. Ve Allah Resûlü’ne şöyle dedi: “Hatice, Hatice! Allah sana Ha­ti­ce’den daha gencini, daha güzelini nasip etmedi mi?” Vefa timsali olan Peygamber (asm) Hatice validemizi bu genç eşine karşı içtenlikle savundu: “Yemin ederim ki; Allah bana ondan daha hayırlısını nasip etmedi. Her­kes benim peygamberliğimi inkâr ederken, o beni tasdik etti. Kimse bana bir şeycikler vermezken, o malını mülkünü benim emri­me verdi. Herkes beni yalancılıkla suçlar­ken o beni doğruladı. O bana altı çocuk verdi.”2 HİSSE: Vefa sadece İstanbul’da bir semtin adı değildir. Belki hane-i saadetin en hassas köşe taşlarından biri vefadır. Vefalı olan eşi kim sevmez! “Aklı başında olan adam, refikasına olan mu­habbetini ve sevgisini beş – on senelik fani ve zahiri hüsn-ü cemaline bina etmez.” Hoşgörü Bir gün Aişe validemiz, Resûlullah (asm) ile birlikte sefere çıkmıştı. Aişe validemizin kolyesi kayboldu. Allah Resûlü (asm), Aişe validemizin kolyesini aramaya koyuldu. Kol­ye bulunamıyordu. Peygamber (asm), Aişe validemizin kolyesi bulunmadan ora­dan ayrılmak istemedi. Resûlullah (asm) ile birlikte herkes orada kalmak zorunda kaldı. Kalınan bölgede su yoktu. İnsanların yanındaki su da bitmişti. Abdest almakta zorlanan sahabiler Aişe validemizi, babası Hz. Ebu Bekir’e şikayet ettiler. “Aişe’nin yaptığını görüyor musun? Resûlullah’ı alı­koydu. Burası su bulunan bir yer değil, su­suz kaldık!’’ Hz. Ebu Bekir doğruca kızının yanına git­ti ve; “Senin yüzünden burada kalındı. İn­sanların yanında su da kalmadı.’’ dedi. Aişe validemiz, kendisini azarlayan babasını şu şekilde anlatır: “Maşallah, demediğini bı­rakmadı. Eliyle göğsüme dürterek canımı bile acıttı.’’ Peygamber (asm) da sabaha kadar susuz uyumuştu ama O eşine kızmadı ve onu azarlamadı. Sabah olduğunda ise teyem­müm ayeti nazil oldu. “Su (bulamazsanız,) o vakit temiz toprakla teyemmüm edin, yüzlerinizi ve (dirseklere kadar) ellerinizi ondan mesh edin.’’3 Bir kadının kaybolan gerdanlığı ve ona eşinin davranışı bir rahmeti netice vermişti. Aişe validemiz yüzünden nazil olan bu hüküm için sahabeden Useyd b. Hudayr (ra) şu iltifatlarda bulunmuştur; “Ey Ebu Bekir’in ailesi! Bu sizin ilk bereketiniz değildir.’’ Aişe validemiz der ki: “Bindiğim deveyi dürtüp kaldırdım, bir de ne göreyim, kay­bolan kolye devenin altında!’’ Peygamber (asm), eşinin en küçük arzusuna bile merhametle yaklaşmıştı. Herkesin kız­dığı yerde O, kızmadan eşinin kolyesini aramıştı. Seferde bu kadar önemli meseleler içinde bunun ne önemi var, dememişti. HİSSE: Beklemek en zor ama en bereketli zaman dilimleridir. Bekletilmek yüzümüzü ekşitmemizi gerektirmez. Ta ki bereketi ka­çırmayalım. Kapıda beklemek, arabada beklemek bize zor gelmemeli. “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Musibetler, dinî olmamak şartıyla, her bir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.” Sabır Peygamber (asm), Aişe validemizin odasın­daydı. Diğer eşi olan Safiye validemiz Pey­gamber (asm) için bir kap yemek getirmiş­ti. Aişe validemiz, Peygamber (asm) kendi yanındayken, başka hanımlara ait hiçbir şey istemezdi. Safiye validemiz, çok güzel yemek yapardı. Böyle güzel yemek yapan bir hanımdan yemeğin gelmesi Aişe vali­demizi rahatsız etmişti. Aişe validemiz bu konudaki rahatsızlığını kendisi de itiraf ederek der ki: “Çok şiddetli bir kıskançlık hissettim. Gidip kabını kırdım. Sonra da pişman oldum.’’ Yemek tabağı yere düşüp kırılmıştır. Ye­mekler de yere dökülmüştür. Hataları yüze vurmayan Allah Resûlü kalkar, kırılan ta­bak parçalarını ve dökülen yemekleri toplama­ya başlar. Olayı beğenmediğini davranış­larıyla gösterir. Yemekleri bir taraftan toplarken bir taraftan da etraftakilere: “Yeyiniz ananız gayrete geldi.’’ “Yeyiniz ana­nız kıskandı.’’ der. Yanlışını anlayan Aişe validemiz pişmandır. Peygamber (asm)’a, kendisini nasıl affettire­ce­ği­ni sorar. Peygamberimizin cevabı kısas türüdür:4 “Tabağa aynıyla tabak, yemeğe misliyle yemek.’’ HİSSE: Sabır olmayan hanede saadet olur mu? Bu ancak topraksız kayalardan mahsul beklemek gibidir. “Evet, mü’min, (kard)eşini sever ve sevmeli. Fa­­kat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle de­­ğil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, ha­disin hükmüyle, üç (vakitten) günden faz­la, mü’min (kard)eşine küsüp konuşmayı terk etmemeli.” İstişare Sahabeler, umre için yola çıktılar. Bin beş yüz can dostu Mekke yakınlarındaydı. Fa­kat umre yapamayacaklardı. Hudeybiye’de anlaşma yolu tercih edilmişti. Anlaşma şartları arasında o yıl içinde umre yapmama şartı da vardı. Kimse Peygamber (asm)’ın emrini yerine getirmek istemedi. Bu kritik dönemde, yanında eşi Üm­mü Seleme validemiz vardı. Peygamber (asm)’in bu zor anında Ümmü Seleme vali­de­miz, ferasetiyle, eşine şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü! Emrinin yerine geti­ril­mesini istiyorsan çık, bir daha kimseye emretme, deveni kes, tıraşını ol.’’ Peygamber (asm) öyle yaptı. Çadırından çıktı, devesini kesti, tıraş oldu. Bunu gö­ren sahabiler peygamberlerinin yaptığını hemen yapmaya başladılar. Böylelikle, Allah Resûlü (asm), en kritik durumu eşi Ümmü Seleme validemiz ile yaptığı istişare ile aşmıştı.5 HİSSE: Ne yani, çözüm kapısı eşimiz ola­maz mı? Parola eşimizde olamaz mı? Artık 11 olma vaktidir, 2 olma vakti değil. “Zira, haklı şura ihlas ve tesanüdü netice ver­diğinden üç elif 111 olması gibi menfaati vardır.” Çocuklarla Alâka Bir gün, torunlarını öpüp okşarken bir adam huzuruna gelmişti. Evlat şefkatin­den mahrum olan bu kişi, gördüğü man­za­ra­ya duyduğu hayretini gizleyemedi ve; “Be­nim on çocuğum var, bunlardan hiçbirini öpmüş değilim.” dedi. Peygamber (asm): “Şayet senin kalbinden Cenab-ı Hak merhameti söküp atmışsa, ben ne yapabilirim?” buyurdu ve ilave etti: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” Başka bir hadis-i şerifte ise Allah Resûlü (asm): “Çocuklarınızı çok öpün, zira her öpücük için size Cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında 500 yıllık mesafe mevcuttur. Melekler, öpücüklerinizi sayar­lar ve sizin için yazarlar.” Çocuklarımızı öperken, sakın ama sakın cim­rilik etmeyelim. Çocuklarla çocuklaşma Öte yandan “Çocuğu olan onunla çocuk­laşsın’’ buyuran Allah Resûlü (asm), torun­ları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in gönül­lerince oynayıp eğlenmeleri için onlara eşlik eder, bir çocuk gibi onlarla oynardı. Resûllullah’tan (asm) deve olmalarını iste­diklerinde hemen yere eğilir ve onları mübarek sırtına alırdı. Bir gün onlar sırtında iken, hane-i saade­te Hz. Ömer gelmişti. Onları böyle şerefli bir yerde görünce “Ne güzel bineğiniz var’’ dedi. Buna karşılık Allah Resûlü (asm) şöyle dedi: “Onlar da ne güzel süvarilerdir!’’ HİSSE: Çocuklar şefkat kahramanlarını ya­nında göremezse kendilerine başka kahra­manlar bulacaklardır. Şefkat çocuğun harç­lığıyla alabileceği bir şey değildir. Çocuk­larımıza vakit ayırmak için özel gayret etmemiz gerekir. “Bizlerin evlerimizdeki günahsız evlâtları­mız­la masumane yaptığımız sohbetlerimiz, yüzer sinema ve dizilerden daha ziyade zevklidir.” Çocuk Eğitimi En önemli konulardan birisi olan eğitimde iki şeye dikkat; Ağıza girene dikkat! Hz. Hasan’a (ra), “Resûlüllah’tan bir şey hatırlıyor musun?” diye sorulduğunda “Ze­kât hurmasından bir hurma alıp ağzıma attım, onu ağzımdan çıkardı’’ cevabını verdi. Zekât hurması Ehl-i Beyte haramdı. Al­lah’ın Resûlü (asm), “Çocuktur bir tek hurmayı yese ne olur”, diye düşünmedi. Peki, bizler ağızımıza girenlere dikkat edi­yor muyuz? Ağızdan çıkana dikkat! Abdullah b. Amir (ra) anlatıyor: “Bir gün, evimizde otururken annem beni çağırdı: ‘Hele bir gel sana ne vereceğim!’ dedi. Resûlullah (asm), anneme: ‘Çocuğa ne vermek istemiştin?’’ dedi. Annem ise; ‘Ona bir hurma vermek istemiştim!’ dedi. Bunun üzerine Peygamber (asm); ‘Dikkat et! Eğer ona bir şey vermeyecek olursan üzerine bir yalan yazılacak’ diyerek annemi ikaz etti.” HİSSE: Evet, ağzıma girenler gibi, ağzımız­dan çıkanlara da çok dikkat etmemiz gerekir. Şaka dahi olsa asla bir yalan, şüpheli de olsa bir haram lokma bir çuval inciri berbat edebilir ve çocuklarımız evlilik çağında bile namazsız olabilirler. Hâlbuki “Yedi yaşına gelen çocuğumuza na­maz gibi farzları alıştırmak için teşvik ederek emretmek ve on yaşına geldiğinde, muhakkak namaz kıldırmak ve alıştırmak, omuzumuza yüklenmiş en önemli mesuliyetimiz değil midir?” Resülüllah (asm)’ın Nazarında Ev Hanımı Medine’de Peygamberimize ilk iman eden­lerdendi Esma (ra). Peygamberimiz, güzel konuşmasından dolayı ona kadınların hati­bi unvanını vermişti. Esma (ra) bir gün peygamberin huzuruna geldi. Dedi ki: “Anam babam sana feda olsun Ya Resûlal­lah. Ben sana kadınların elçisi olarak gel­dim. Allah seni bütün erkek ve kadınlara peygamber olarak göndermiştir. Biz sa­na ve senin Rabbine iman ettik. Kadın olduğumuz için evlerimize kapandık kaldık. Nefislerinizi tatmin ettik, çocuklarınızı karnımızda taşıdık. Siz erkekler ise Cuma namazı kılmak, camiye ve cemaate girmek, hasta ziyaret etmek, cenazelerde bulunmak, birden fazla hacca gitmek gibi hususlarda bize üstünlük sağlamış bulunuyorsunuz. En önemlisi Allah yolunda cihad etmeniz. Siz hac, umre ve düşmanla savaşmak için evlerinizden çıktığınız zaman mallarınızı biz koruruz. İplik eğeriz, size elbise yaparız. Çocuklarınızı besleriz. Peki, biz sizin ka­zan­dığınız hayır ve sevaplarda size ortak olamaz mıyız?’’ Esma’nın bu sözleri peygamberimizin çok hoşuna gitmişti. Ashabına dönerek dedi ki: “Siz bir kadından din konusunda bundan daha güzel bir soru duydunuz mu?’’ Pey­gamber (asm) sonra Esma’ya dönerek: “İyi anla ve seni buraya gönderen hanım­lara da iyi anlat. Bir kadının kocasıyla güzel geçinip onun hoşnutluğunu kazanması se­vap bakımından o saydığın üstünlüklerin hepsine denktir.’’ buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte ise Allah Resûlü (asm): “Kocası kendisinden razı olduğu halde ve­fat eden her kadın cennete girer.” “Eğer birine Allah’tan başkasına secde etmesi­ni emredecek olsaydım; kocanın hanımı üze­rindeki hakkının büyüklüğünden do­la­yı kadının kocasına secde etmesini em­rederdim.” HİSSE: Secde olur da tavaf olmaz mı? Kâ­be’ye sırt dönülür mü hiç? Kocasına Kâbe’ye bakar gibi bakan hanımlar! Haccınız müba­rek olsun. “Evet, Kâbe hürmetinde olan iman ve İslâmi­yet gibi çok evsâf, muhabbeti ve ittifakı iste­diği hâlde, mü’min (eşin)e karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslamiyet’e tercih etmek, pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.” Şiddet Yasağı Peygamber’in (asm) vefatından önce asha­bına tavsiyede bulunduğu ve sesi kısılıncaya kadar tekrar ettiği üç tavsiye arasında ka­dınlara iyi davranma konusu da vardı. Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “Kadınlarınız hakkında Allah’tan korkun! Onlar sizin yanınızda bir emanettir.” Hz. Peygamber (asm), işin inceliğine dik­kat çekmek için bir defasında kızılacak bir iş yapan hizmetçisine, “Eğer ahirette kısas korkusu olmasaydı şu misvakla senin canını biraz yakardım” buyurmuş ve ondan da vazgeçmiştir. O hanımlarına iyi davranmış, onları döv­memiş ve “Kadınları ancak kötüleriniz dö­ver” ikazında bulunmuştur. HİSSE: Bir arkadaşım, eşini kastederek “Bazen sopayı göstermek lazım” derken bu düşüncesini “Dayak cennetten çıkmadır” diyerek desteklemeye çalışmıştı. “Hayır, kat’a ve asla! Medenilere galebe ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar (zorlama) ile değildir.” Son Olarak Hz. Aişe-i Sıddıka validemiz, sahabelere Peygamber (asm)’ı tarif ettikleri zaman, خلقه القرآن yani “O’nun ahlakı, Kur’ân’dır” diye tarif etmişlerdi. Madem, zât-ı Ahmediye (asm) insanlara en güzel örnektir; elbette Cenâb-ı Hak hesabına hadsiz bir muhabbete lâyık­tır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek mümkünse, fıtraten benzemek ister. Ha­bibullah (asm)’ı Kur’ân’ın istediği gibi sevmek için, Sünnet-i Seniyye’ye uymaya, hususen aile saadetimiz için mecbur ve mükellefiz. Toplum hayatında, “en cem’iyetli merkez ve en esaslı zemberek” olarak ifade edilen aile hayatımız için, sünnet-i seniye, bütün yönleriyle, saadetimizin ve çıkmazlardan kurtuluşumuzun anahtarıdır. Unutmayalım, hanemizin saadeti hane-i saadettedir! Kaynaklar: 1- Al-i İmran, 312- Prof. Dr. İ. Lütfi Çakan, Hz. Peygamber Ve Aile Hayatı3- Maide Süresi, 64- İbrahim Canan, Kütüb-Ü Sitte,12;4105- Buhari, Şurut 15, Hac: 106; Ebu Davud, Cihad 168

Abdurrahman KEMALOĞLU 01 Ocak
Konu resmiMedya ve Annelik
Aile ve Çocuk

Zaman ilerledikçe hayatımızdaki ekran sayısı artıyor. Önce­leri bir tek siyah beyaz televizyon vardı. Şimdi ise her evde bir kaç telefon, tablet ve televizyon olmak üzere birçok ekran var. Medyanın olduğu ve olmadığı dönemdeki annelik bir­­birinden oldukça farklı. Medya, kadını ve anneyi ister istemez dönüştürdü. Şüphesiz şimdi burada ele alacağımız değişimlerin ana nedeni medya değildir ama medya önemli bir tetikleyicisidir.  Medya ve Annenin Kendilik Algısı Medya ile muhatap oldukça, annelerin önce kendilik algıları değişti. Medyadaki kadınlar zayıf kadınlardı. Köyde zayıflayayım diye derdi olmayan anneler, şehre göçtüklerinde beden kaygısını taşımaya başladılar. Bu günümüz annelerinde ise çok fazla. Yani medya, annenin ilgi odağını tam çocuğuna yönlenebileceği bir dilimde kendi bedenine çevirdi. Beden imajının yanına moda da eklendi. Anneler hem fit olmak, hem de şık ol­mak zo­rundaydılar artık. Giydiklerinde bir uyum ol­malıydı. Annelerin kendilerine odak­­­lan­ması güzeldi. Çünkü uzun yokluk yıl­ları boyunca kendilerini unutmuşlardı. Ka­dın ol­duklarını yeni kuşakla birlikte keş­fet­tiler. Ancak annenin kendine olan bu oda­ğı hep dış görünümde, yüzeyde kaldı. Kendi ruh­sal gelişimine odaklanamadı, çün­­kü medya bunu sunmadı. Böylece gö­rü­nüm anneler için önemli bir dert halini aldı. Yeni kuşak annelerde, hatta bu annelerin çocuklarında “kombin yapmak”, “zayıf ol­mak”, “uyumlu giyinmek”, “aynı kıyafet­leri giymemek” bir değer haline geldi. Bu şıklık ve fitlik kaygısı, anneyi psikolojik olarak gerdi. Köydeki anneleri düşünelim, onlar için kıyafet ve kilo belki de sonraki konulardı. Önce iş vardı.  Köy erkekleri de medyada baş­ka kadın profili görmediği için, eşlerin­den bir beklenti içine pek girmediler. Yani medya yolu ile annenin üzerine iki temel baskı yüklendi: “Şık olacaksın!” “Fit ola­caksın!” Bu baskı sonucu yeni kuşak an­nelerinin gündemine spor, alışveriş bol bol girmeye başladı. İşten boşalan zamanı, alışveriş ve zayıflama çalışmaları almıştı artık. Medya ve Hayatı Yaşama Arzusu Medyanın evlere girmesi ile modern hayat da annelerin gündemine girdi. Sinema, tiyatro, tatil köyleri, gezi turları gibi kav­ramlar, köy kuşağında ve şehirlere göç eden kuşakta yokken yeni kuşak anneleri mo­dern çağın bu nimetlerinden faydalanmak istiyor. Medyada gördüğü tüm modern çağ nimetlerini yaşamak isteyen anneler, çocukları bu hayatı yaşamanın önünde engel olarak görebiliyorlar. Gerçekten de ço­cuklu bir anne, ne sinemaya ne de tiyatro­ya gidebilir. Büyük şehirde yaşayıp onun nimetlerini yaşayamamanın önündeki en büyük engel çocuklar gibi durmaktadır. Bu nedenle çocuk sayısı azalmaya başladı. Hem çocuğu bırakacak yerin olmaması, hem anneye sosyal desteğin sunulmaması, hem de çocukların dünya nimetlerinden faydalanmanın önünde bir engel gibi dur­ması nedeni ile çocuk sayısı azaldı. Medya dolaylı olarak ailenin ve insanların çocuğa bakışını değiştirdi. Medya ve Ev Düzeni Medya, annenin dikkatini kendi ile birlikte evine de çevirdi. Evdeki mobilyalar, eşyalar annenin gözüne zamanla batmaya başladı. Sürekli değişen moda evleri de etkiledi. Evin güzelleştirilmesi, modaya uygun do­natılması, mutfak eşyalarında değişen gün­demin yakalanması derken annenin kendi ile birlikte gününün çocuğunu geçirdiği ev de ilgi alanına daha fazla girdi. Anne kendi şıklığı ile ilgilenirken, evinin şıklığı ile de ilgilenmeye başladı. Hatta bazı yemek ve ev dekorasyon programları ile ev içindeki düzen uyum, mobilya dizimi işini o kadar abarttılar ki anneler evlerindeki ufak de­taylarla vakitlerini geçirir oldular. Medya ve Annenin Evlilikteki Mutluluğu Medya, annelerin eşlerine bakışını da değiş­tirdi; aynen erkeklerin eşlerine bakışını de­ğiştirdiği gibi. Sürekli ekranda en güzel kadınları, en güzel fizikleri ile gören er­kekler, kendi eşlerini ekrandakilerle kıyas­ladılar ve daha az beğenir oldular. Kadınlar da dizilerde ve filmlerde daha romantik erkekleri gördükçe kendi eşlerini sorgu­lar hale geldiler. İlk kuşak erkekler işe odaklıydı, anneler de öyleydi. Dolayısı ile birbirlerini pek görmüyorlardı. Köy kuşağının annelerinin eşlerinden te­mel beklentisi, işleri zamanında bitirmesi, olabildiğince kendine az iş düşürmesiydi. İlk şehirleşen anneler, eşlerinden iş yükünü azaltmalarının yanında ilgi de beklemeye başladılar. Bu anneler, eşlerinin evine ve çocuklarına karşı azıcık ilgili olmasını istediler. Akşam birlikte vakit geçirmeyi di­lediler. Üçüncü kuşak anneler, ilk iki ku­şa­ğın beklentilerine sahipler ama onların ye­ni bir beklentileri daha var: o da sürprizler ya­pan, kendisini eğlendiren, romantik bir eş. Medyadaki eş ile evdeki eş arasındaki far­kın çok olması ve boşanmanın medya yolu ile normalleştirilmesi sebebiyle evlilikteki sorunlar daha çok gün yüzüne çıktı ve boşanmalar arttı. İlk kuşakta boşanmış anne çok çok nadir görüldü. İkinci kuşakta da öyle; ama üçüncü kuşakta artık boşan­mış anneleri daha fazla görmek mümkün.    Medya ve Kaygı Köyde yaşayan bir anne düşünelim. Bu köyde her gün bir çocuk kayboluyor. Haf­tada bir çocuk tacize uğruyor. Her hafta bazı çocuklar olmadık kazalar geçirerek ölüyorlar. Böyle bir köyde yaşayan anne muhtemelen çok kaygılı olurdu. Özellikle çocukları ile ilgili. Ancak gerçek böyle değil. Köy kuşağının anneleri en fazla ci­vardaki 10 köy, yaklaşık olarak da 1000 kişi hakkında bilgiye sahipti. Yakındaki köydeki olup biten ilginç olayları bilirdi. İlçe merkezindeki, il merkezindeki, İstan­bul’daki olaylardan hiç haberdar değildi. Çünkü radyo, televizyon, gazete ve internet yoktu. Şehirleşme ile birlikte eve televizyon girin­ce anne tüm Türkiye’deki olumsuz olayları duymaya başladı. Medya tüm Türkiye’nin köylerini birbirine yakın hale getirdi. Hal böyle olunca yaklaşık 35 bin köy komşu gibi oldu. Bir köydeki haberi diğer tüm köyler duymaya başladı. Anne artık 70 mil­yon kişiden haberdardı. Medya Türkiye’yi bir köye çevirdiği için artık taciz, kaçırılma, olmadık çocuk ölüm haberlerini anneler her gün duyar oldular. Algı yanılması ile çok uzaklarda olan bir olayı kendi yakınlarında olmuş gibi yaşadılar. Dolayısı ile medya nedeni ile şehir annelerinin kaygıları iyice arttı. Çocuğunu özgür bırakan kendisi de rahat olan anne gitti, çocuğunu kısıtlayan kaygılı anneler geldi. Özetleyecek olursak, medya annenin işe ver­­diği dikkati bedenine ve giyimine çe­vir­di öncelikle. Sonrasında bu dikkatin bir kısmı eve, evin düzenine yöneltildi. Bunun yanında anneler modern zamanın nimetlerinin neler olduğunu televizyondan öğrendiler ve bu nimetlere ulaşıp hayatın tadını çıkarma arzusuna sahip oldular. Hayatı tam anlamıyla yaşamak için çocuk­lar önde engel teşkil ediyor izlenimine sahip oldular. Medya eşlerin birbirinden beklentilerini yükseltti ve bu da evlilikteki huzursuzlukları arttırdı. Ve yine medya yoluyla dünyanın tüm kaygı verici olayları evin salonunun tam ortasına düşüverdi. Bu da anneleri daha kaygılı hale getirdi.

Mehmet TEBER 01 Ocak
Konu resmiEbeveynlerin Ukdesi Ya Da "Proje Çocuklar"
Aile ve Çocuk

Çocuk yetiştirme tarzı bir anlamda toplu­mun aynasıdır. Çünkü eğitim, en basit tanı­mıyla “insan yapma” aracıdır. Bebekken kollarımıza aldığımız canlıyı yetiştirip gerçek bir insan yaparken de doğal olarak toplumumuzun ideal insan tanımları bizi yönlendirir. Bundan yaklaşık elli yıl öncesine kadar bu top­raklarda uygulanan -ve hala bazı bölgelerde kısmen devam eden- sisteme baktığımızda, bü­yüklerinin yanında varlık göstermeyen, ağ­zı var dili yok, itaatkâr bir prototip görürüz. Hatta kolektif bilinçaltımızın aynası olan ata­sözlerinde durumun vahameti daha çarpıcı şekilde ortaya konur: “A o mu? Çok iyi bir insandır, başına vur, ekmeğini al!” Nasıl? Bu size de garip gelmiyor mu hakikaten? Bir insanın başına vurup ekmeğini alıyoruz, sesini çıkarmıyor ve bu acziyetini onun iyiliğine delil sayıyoruz… Yani artık tasavvur ediniz, o kadar iyi bir insan ki zulüm gördüğünde, haksızlığa uğradığında bile efendiliğini(!) boz­muyor. (Oysa bu durum olsa olsa patolojik bir özgüvensizliğe işaret eder). Uç noktalardan normale dönmek çok ko­lay olmuyor. Bir sarkacı en uç noktadan bı­raktığımızda nasıl diğer uç noktaya salın­madan gelip ortada duramıyorsa toplumsal olgular da aynen böyledir… İtaat bekleyen sistemde yetişmiş olan bugünün ebeveynleri, adeta bunun acısını çıkarmak istercesine kendilerine yapılanların tam tersini yapıyor. Özgüvenli olsun diye aşırı özgürlük vererek, vasat bir müzik yeteneğine sahip çocuğa bile -bir kursa gidince Mozart olacakmış gibi- beklenti yükleyerek çocukların -tabiri caizse- hepten dengesini bozuyor. Niye mi böy­le diyorum? Çünkü bu çocukların velileri uzun yıllardır “Biz nerede yanlış yaptık?” diye biz­lere soruyorlar. Özellikle eğitimli ve üst sosyo-ekonomik sevi­yeden velilerde yayılan bir moda var: “Proje çocuklar yetiştirmek”. Çocuğun eğilimlerine, yeteneklerine, mizacına nerdeyse hiç bakma­dan ona beklentiler yükleniyor. Hem okul­da en başarılı olması, hem sosyal, hem de sanatsal açıdan yeteneklerini mükemmelen geliştirmiş falan olması bekleniyor. Peki ama niçin? Çocuktaki potansiyeli en iyi şekilde işleyelim diye mi? Hayır maalesef o kadar masum bir eğilim değil bu. Öyle olsa çocukta neye kabiliyet varsa onu desteklersiniz. Ama el-insaf, 10 yaşında bir çocuk aynı anda hem okul takviye kursuna, hem İngilizce kursuna, hem baleye hem karateye gider mi? Bu çocuklar kendilerini sürekli başarılı ol­mak zorunda hissediyorlar. Başarılı olmalılar ki anneleri işyerinde veya altın günlerinde onlarla övünebilsin. “Şekerim Aysun çok ba­şarılı, bütün dersleri pekiyi, resim dersi alı­yor, İngilizceye gidiyor, piyano kursuna da yollayacağım, çok kabiliyetli…” Anne övgüleri alabilsin, “Helal olsun! Ne ka­dar özeniyor çocuğunun eğitimine” densin diye olan Aysun’a oluyor. Eğer dindar bir aileyse o zaman bu programa “Her şeyi yapa­rım dinimi de öğretirim, hiçbir şeyi ek­sik bırakmam” anlayışına uygun olarak bir de özel din dersi ekleniyor. Çocuk biza­tihi o ailenin çocuğu olduğu için değil, -bir proje olarak- başarılı olduğu için ve ailesinin yüzünü ağartan bir performans or­taya koyduğu için sevildiğini düşünüyor çoğunlukla. (Buna şartlı sevgi diyoruz, başka bir yazı konusu) “Biz senin iyi yetişmen için kendimizi paralıyoruz, o halde sen de başarılı olarak bize projemizle övünme şerefini çok görme!” kabilinden örtülü bir mesaj alıyor çocuk. Potansiyel geliştirmek çocuğun yetenekleri­ni yönlendirerek olur demiştik, ebeveynin ukdelerini gerçekleştirerek değil. “Ben yapa­madım, o yapsın, ben okuyamadım, o oku­sun, o hep en iyi, en mükemmel yerlerde olsun” demek, aslında çocuk için iyi dilekte bulunmaktan çok, kendi içimizde kalan arzuları çocuk üzerinden yaşama isteğidir. O yaptığında biz yapmışız gibi gurur duyacağız çünkü. Her ebeveyn çocuğunun başarısına sevinir, kastettiğimiz başka bir şey… “Onun başarısında benim de payım var, onu bu hale ben getirdim, ben yetiştirdim, bakın ne mükemmel bir anne-babayım, eserime/projeme bakın!” anlamında bir sevinç/övünç vardır burada. Sevgili ana-babalar, çocuklardan beklentileri­ni­zi lütfen bu yaklaşım ışığında tekrar göz­den geçirin. Onları kendi hayatlarına mı hazır­lıyorsunuz, yoksa yaşayamadıklarınızı ona yük­leyip projenizi gerçekleştirmeye mi çalışıyorsunuz?

Rukiye KARAKÖSE 01 Ocak
Konu resmiToplumun Temel Kurumu: Aile
Aile ve Çocuk

Aile bütün toplumlarda temel kurumdur. Aile en genel manada; akrabalık ilişkisiyle birbirine bağlanan fertlerin bir araya getirdikleri topluluk. Diğer bir ifadeyle toplumun en küçük birimi olarak kabul edilir.  Toplumsal kurum; bir toplumda örgütlen­miş, göreli bir bütün oluşturan düşünceler, davranışlar, değerler ve normlardır. Top­lumsal kurumlar (aile, eğitim, siyaset gibi), kendi içinde ve diğer kurumlarla karşılıklı ilişkileri sonucunda toplumsal sistemleri oluştururlar. Toplumsal kurumlar, insanlar arası ilişkiler sonucu ortaya çıkan toplum­sal bir olgudur ve bütün toplumların ken­di­lerine özgü yapılarına göre biçimlenir. Burada toplumun temel kurumu aile üze­rinde duracağız. Aile Nedir? Aile bütün toplumlarda temel kurumdur. Aile en genel manada; akrabalık ilişkisiyle birbirine bağlanan fertlerin bir araya ge­tirdikleri topluluk (Aydın,1989:198). Di­ğer bir ifadeyle toplumun en küçük birimi olarak kabul edilir (Giddens, 2003:178). Aile, bireyin ve toplumun fonksiyonlarında en temel öğedir. Aile, bireyin yaşamında çok önemli bir yer tutan beslenme, bakım, sevgi ihtiyacı, duygusal gelişim, psikolojik gelişim, eğitim, kültürel değerleri kazanma, sağlıklı zekâ gelişimini sürdürme gibi temel ihtiyaçlarını karşıladığı birincil yer ve çev­redir. Birey öncelikle aile kurumunda sos­yalleşir. Önce aile içinde toplumsal kim­lik kazanmaya başlar. Toplumun sağlam temeller üzerinde durması aile kurumun ne derece sağlam bir kale olmasına bağlıdır. Aile kurumunu yönlendiren aslında gele­ceğini şekillendirmiş olur. Bir çok mar­ji­nal fikri cereyanlar (komünizm vs.) ilk he­deflerinde ailenin kaldırılması vardır. Çün­kü geleneğin, kültürün örf ve âdetin bir nevi muhafızıdır. Bu nedenle ilk hücum aileyedir. Aile, bireyin toplumsal çevresinin ilk ve en önemli boyutunu oluşturur. Çocuğun, top­lumun beklentilerine uygun bir birey olarak yetişmesi ailede gerçekleştirilir. Bi­rey­­lerin mutlu ve huzurlu olmaları, sağlıklı bir aile yaşamına bağlıdır. Toplumsal bir ku­­rum olan aile, toplumun vazgeçilmez bir par­­ça­sı, temel yapıtaşıdır. Sağlıklı ve güçlü bir top­lum, sağlıklı ve güçlü ailelerden olu­şur. Ailenin Toplumsal Açıdan Önemi Aile, toplumun çekirdeğini oluşturur. Bu nedenle aile toplumun toplumda ailenin genel özelliklerini taşır (Ünlü, 2014:6). Bir ül­kedeki toplum yapısı, bize oradaki aile ya­pısını izhar eder. Toplum sağlıklı ve istik­rarlı ise, bu aileden kaynaklanır; bu ne­denle aile çok önemlidir. Her devlet aile üze­rine ciddi politikalar üretmek­te­dir. Hatta bakanlıkları vardır. Ailedeki yoz­­laş­ma doğrudan doğruya toplumun yoz­laşmasına neden olur. Toplumumuzun daha yaşanılacak bir yer olmasını istiyor­sak, öncelikle kendimizi rehabilite edeceğiz; sonra toplumun çekirdeği olan ailemizi. Toplumun rehabilitasyonu aileden başlar. Aile sadece toplumsal hayat için değil, aynı zamanda bireysel yaşam içinde çok önemlidir. Ailenin hem bireysel hem de toplumsal hayat için bu kadar değerli olması, onu zorunlu bir biçimde evrensel bir olgu haline getirmektedir. Ailenin İşlevleri Aile tanımlamalarından da anlaşıldığı gibi aile çok yönlü bir olgudur ve toplumda pek çok işleve sahiptir. Bir kısmına değineceğiz. Neslin Devamı: Toplumun kendi varlığını sürdürebilmesi için aile neslin devamını sağlar. (Çağan, 2009:106). Koruma: Diğer canlılardan farklı olarak insan yavrusu çok uzun süreli bir bakım ve ekonomik güvenliğe ihtiyaç duyar. Ço­cukların bu ihtiyaçları aileler tarafından karşılanır. Bütün kültürlerde aile bu konuda nihai sorumludur. Toplumsallaşma: Ebeveynler ve diğer ak­rabalar, çocukları gözetirler; onlara norm­ları, değerleri ve kültürü aktarırlar. Cinsel Münasebetin Düzenlenmesi: Cin­sel normlar toplumdan topluma değişe­bi­leceği gibi aynı toplum içinde zamanla da değişebilir. Ancak aile bu konuda bir dü­zenleme getirir. Yoksa katı bireyciliğin ve cinsel serbestliğin (örneğin eşcinselliğin yaygınlaşması); ya da başka bir ifadeyle aileye alternatif birlikte yaşama biçimleri­nin (Goody,2004:202) günümüzde oluşan toplumsal atmosferde ortaya çıkan aile modelleri, neslin devamının ya hiç kalmadığı ya da minimum düzeyde kaldığı aile biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Bu da toplumu yozlaş­tırır. Bu bağlamda aile çok önemli bir vazifeyi ifa etmektedir. Psikolojik işlev: Aile, sevgi şefkat ve gü­venin ilk doğal kaynağıdır. Kişinin ken­disini huzur ve güven içinde hissettiği bir ortamdır. İdeal bir aile, mensuplarına sıcak ve şefkatli bir ortam sağlar. İnsanlar kendilerini aile içinde güvende ve mutlu hissederler. Ailede oluşturulan sevgi saygı ve güven ortamı ailenin diğer işlevlerini ye­rine getirmesine de temel oluşturur. Çocu­ğun içinde yaşadığı toplumun kültürünü öğrenme süreci ilk önce ailede başlar. Ekonomik işlevi: Aile kendi ihtiyaçlarını karşılayan bir üretim birimidir. Aile üyele­rinin beslenme, barınma ve korunma gibi ihtiyaçlarını karşılar. Böylelikle top­luma yük olmamakla birlikte aile fertleri özgüven noktasında kendilerini ikmal etmiş olur. Eğitim işlevi:  Toplumsal bir varlık olan in­san, hayatını sağlıklı bir biçimde sür­dürebil­mek için belli bir eğitimden geçmek zorundadır (Çağan,2009:108). Eğitimciler aileyi ilk ve en etkili eğitim kurumu olarak kabul ederler. Çocuk, temel davranışları ailede kazanır. İyiyi kötüyü ailede öğrenir. Kişiliğinin temelleri ailede atılır. Kültürel değerler ve toplumsal kurallar ailede benim­senir. Ailede yaşanılan ilk çocukluk yılları, çocuğun geleceği açısından önem taşır. Sorumluluk ve görevleri, aile kazandırır. Toplumsal Statü Sağlanması: Bizler aile­mizin geçmişinden gelen belirli sosyal sta­tüleri miras olarak alırız. Ailenin imkân­ları, çocuğun daha sonra  alacağı eğitim dâhil birçok konuda belirleyici olacaktır. Dini İşlevi: Modern öncesi toplumlarda aileler kendi üyelerine sadece dinsel eğitim vermekle kalmazlar, aynı zamanda dini eği­timin oluşturduğu pratik durumu de­netlemeyi de görev edinirlerdi (Çağan, 2009:109). Modern toplumların seküler ya­pılanması her ne kadar dini eğitimi belirli bürokratik örgütlere devretmiş olsalar da, aileler ihtiyaç hissettikleri takdirde bu işlev­lerini yerine getirmeye devam etmekte ve inandıkları dini değerleri ve davranış­ları ço­cuklarına aktarabilmektedirler. Dini kül­­­türün aktarımı için aile en uygun or­tam­dır. Bu bağlamda aileye büyük vazife düşmektedir. Dini hassasiyeti mev­cut olan bir toplum oluşturmak aileden geçmektedir. Bu nedenle marjinal fikir ce­reyanları, ilk hedef olarak aileyi görmek­tedirler. Aileyi ortadan kaldırarak gelenek ve kültürle bağı koparmış olacaklar. Sonuç Olarak Aile, bir üyesi olmanın mutluluğunu duy­duğumuz, kendimizi her açıdan güven içinde hissettiğimiz, kısaca, yaşamı ve baş­kalarıyla bir arada yaşamayı öğrendi­ği­miz sosyal bir yapıdır. Ailenin insan ha­yatındaki göz ardı edilemeyecek biyolojik, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik ihtiyaç­ları karşılayan işlevleri vardır. Kısaca; birey­leri kişilik gelişimini tamamlamış, ken­dilerinden hoşnut, kendine güvenen, yeni­likçi ve üretken bir hale getirir. Aile üyeleri arasında karşılıklı güven, sevgi, dü­rüst­lük ve samimiyeti ihdas eder. Top­lumun değer yargılarına ve beklentilere uygun fertler meydana gelir. Bu işlevlerin sağlıklı olarak fonksiyonlarını yerine getir­mesi bu saydıklarımızla birlikte daha sa­ya­madığımız birçok faydayı da yanında getirmektedir. Aile içinde anne ve babanın çocuğa duy­duğu sevgi ve ilgi, onların yaşamlarına fark­lı bir anlam ve değer kazandırmaktadır. Ço­cuk sahibi olmak, insan egoizmini engel­leyen sayısız şeylerden biridir. Bu nedenle, çocuk sahibi olmak ve aile kurmak, kişiye sorumluluk ve paylaşma duygularını aşıla­yarak onu hem bencillikten korumak­ta hem de toplum ve insanlar arasında an­lam­lı bir ilişki kurmasına yardımcı ol­mak­tadır. Bu bağlamda, sevgisi ve an­la­yış duygusunun en iyi karşılandığı ortam olan aile, insanı bireycilikten kur­tarıp sosyalleştirdiği gibi onu aynı za­manda yalnızlıktan ve ruhi boşluktan uzak­laştır­maktadır. Aile kişiye, toplumun bir üyesi olduğu duygu ve düşüncesini vererek sorumluluk yüklemektedir. Onu düzenli bir hayat kurmaya, kanun ve nizamlara uy­maya ve herkesle iyi ilişkiler geliştirmeye yöneltmektedir. Toplum beklentilerine uy­­gun düzenli bir yaşantı kuran ve çevre­sinde­ki insanlarla iyi ilişkiler oluşturan kişi, do­ğal olarak daha mutlu olmakta ve daha tatmin edici bir hayat sürdürmektedir. İstikbalde İslam’ın en gür seda olmasını istiyorsak toplumun temeli aileyi bu bağ­lamda değerlendirip evlerimizde saadet­li bir aile yaşamını tesis etmemizle ve irfan mek­tebi haline getirmemizle olacaktır. Kaynakça: AYDIN, Mehmet Akif (1989), Aile, İslam Ansiklopedisi, Cild: 2, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul.ÇAĞAN, Kenan (2009), “Ailenin İşlevleri”, Aile Sosyolojisi, Açılım Kitap, İstanbul.ERKAL, Mustafa E. (1993), Sosyoloji, 5. Baskı, Der Yayınları, İstanbul.GİDDENS, Anthony (2003), “Aileler”, Sosyoloji, Hazırlayan: C. Güzel, Ayraç Yayınları, Ankara.GOODY, Jack (2004), Avrupa’da Aile, çev. S. Aksoy, Literatür Yayıncılık, İstanbul.ÜNLÜ, Sezen (2014), Aile Yapısı ve ilişkileri, http://books.google.com.tr/books?id=t (30.11.2014).

Mustafa ŞAHİN 01 Ocak
Konu resmiHayat 40'ından Sonra Başlar
İnsan

Yaratılış gayesi, Rabbini tanımak ve ona ibadet etmek olan insanın, ebedi hayatına bir sermaye olan ömrünü tamamen maddi kazanç yolunda harcamakla, gezip eğlenmekle geçirmesinin bu gayeye muhalif olduğu aşikârdır. Ecel gizli olduğundan ve her bir günde ölmek ihtimali hak olduğundan, hakiki kul olmak; hayatın her dönemi, ömrün her yaşı için en büyük hedef olmalıdır. Bu yüzdendir ki, 40 yaşına kadar vaktini geçim kaygısını ortadan kaldırmak ve hayatı düzene oturtmak için sarf eden, fikirleri, hisleri ve tecrübeleriyle kemale ermiş insanın; artık hakiki kul olmak vakti gelmiştir. İş, ev, tatil silsilesi yerine; ilim tahsili, ibadet ve kulluk vaktidir. Büyük işler başarmanın vakti zamanı gelmiştir.  Çocukluk dönemi yaşantısının endişesiz lez­zeti sonrası, ergenlik döneminin ruhi yük­leriyle boğuşur insan. Geçimini sağlamak adına adımlar atması beklenirken çocuk mu yetişkin mi olduğunu anlayamamış ru­hundan, yaratanını anlaması için verilmiş yüksek hislerin idaresini öğrenmeye çalışır, bocalar durur. Dener ve yanılır. Yaşar ve öğ­renir. Bir olayın büyüklüğünün, insanın onu nasıl algıladığı ve hislerin o olayı nasıl karşıladığı ile ilgili olduğu insanın dün­yasında, dağlar-vâri yüklerle boğuşur kanı deli tüm halleriyle. Ulaşılamayan yüksek ha­yal­lerden aşağı yuvarlanırken, aldığı darbe­lerle biraz daha olgunlaşır. Benliğinden gelen “Artık ben oldum” toy sesine inat, yeni çarpışmalara mahkumdur. Yıkılır ve yine yıkılır. Eğitim hayatı, iş bulmak, bir düzen kurmak… Her biri ayrı bir heyecanken; beraberinde getirdiği küçüklü büyüklü darbeleriyle hep biraz daha olgunlaşmaktadır insan. Evlilik ve çocuklar... Yıllar geçer… Hemen hemen herkesin yaşadığı bu süreç­ler boyunca olaylar olgunlaştırırken insan ruhunu, hislerini kontrol etmeyi öğrendiği­ni düşünür insan. Fakat başka bir hastalık peyda olmuştur: Damar ve sinirlerine ka­dar sessizce işleyen tembellik, yılgınlık, ata­let hastalığı. Hayallerin küçülmesi, azmin zayıflaması, hayatın kısıtlanması… Yaptığı ka­darının yettiğini düşünmesi insanın… Ev­lenmiştir, geçimini sağlamaya yetecek ka­dar ilim tahsil etmiştir. Eş, evlat, ev, araba… Tam bu noktada, aslında her şeyin karar bulduğu, bütün bu birikimle hayalleri adına çalışabileceği, kendisi ve insanlık adına bü­yük şeyler başarabileceği bu noktada; tek­düzelik seline kapılıyor çoğumuz. İş, ev, tatil silsilesi… Daha da acısı; televizyon karşı­sında bir ömür; 40 yaş ve yaş kemale erdi diyo­ruz. Artık bizim vazifemiz, çocuklarımızın mürüvvetini görmek; onlara sağlıklı, kolay­lık­lı bir hayat sunmak, dinlenmek. Hâlbuki işte tam bu noktada başlar hayat. Ecel gizlidir ama ortalama insan ömrünün giderek arttığı ülkemizde geriye kalan belki 50 yılınız var! Düşünelim, ayaklarınızın üze­rinde durabilmişsiniz, hayat gençliğe nisbetle karar bulmuş. İşte insanın gençliğinde hayal ettiği şeyleri gerçekleştirme zamanı. 40 yaşın verdiği geniş bakış açısıyla şöyle bir tartmalı hayatı; durmalı önce. Ben neyim, bu hayat deveranı beni öylece sürükleyip daha bir içine çekerken. Aslında nedir benden istenen, bir daha elime geçmeyecek bu yıllarda ne yapmalıyım? Evet, önümüzde –belki de- bir elli yıl daha var. Ne yapmalıdır insan? Dünya için çalıştığı 40 yılına bakıp, daha çok çalışmak ve daha rahat yaşamın yollarını aramak mı? Gezip eğlenmek mi? Ya da artık hakiki vazifeye hakkıyla kafa yormak mı? Yaratılış gayesi, Rabbini tanımak ve ona ibadet etmek olan insanın, ebedi hayatına bir sermaye olan ömrünü tamamen maddi kazanç yolunda harcamakla, gezip eğlen­mek­le geçirmesinin bu gayeye muhalif ol­duğu aşikârdır. Ecel gizli olduğundan ve her bir günde ölmek ihtimali hak oldu­ğundan, hakiki kul olmak; hayatın her dö­nemi, ömrün her yaşı için en büyük hedef olmalıdır. Bu yüzdendir ki, 40 yaşına kadar vaktini geçim kaygısını ortadan kaldırmak ve hayatı düzene oturtmak için sarf eden, fikirleri, hisleri ve tecrübeleriyle kemale ermiş insanın; artık hakiki kul olmak vakti gelmiştir. İş, ev, tatil silsilesi yerine; ilim tahsili, ibadet ve kulluk vaktidir. Büyük işler başarmanın vakti zamanı gelmiştir. Nasıl olur demeyin; örneklerden ilham alalım; Her hayırlı işte olduğu gibi bu işte de en büyük örneğimiz, Resul-i Ekrem (asm)’dır. Amerikalı ilim adamı Michael H. Hart, dün­yadaki en meşhur 20 bin kişiyi kabiliyetleri, mücadeleleri, icraatları ve muvaffakiyetleri yönünden bir bilgisayar programı aracılı­ğıyla değerlendirmiştir. Çalışma verilerinin değerlendirildiği 1978’de yayınlanan kita­bında Pey­gamberimiz Hz. Muhammed (asm)’ın gelmiş geçmiş en etkin insan oldu­ğunu ilan eden Hart, kendisiyle yapılan bir röportajda; yıllar geçse de bu listede                          1 numaranın değişeceğine inanmadığını be­lirt­miştir. Peygamberimiz (asm)’a 40 yaşında verilen peygamberlik vazifesi sonrası, 23 yıl içerisinde dünyada hem maddi hem manevi en büyük devrimi gerçekleştirmiştir. İşte davamıza en muhteşem örnek! Çünkü Efen­dimizin icraatları, sebepler dairesindedir. “Benden olmaz artık” diyen yorgun ruha bir örnek daha; cahiliye devrini yaşamış ve 38 yaşında Müslüman olmuş Hz. Ebubekir; geri kalan ömründeki yaşantısı ve takvasıyla “Eğer, Ebu Bekir’in imanı, bütün insanların imanı ile karşılaştırılsa, Ebu Bekir’in imanı daha ağır gelecektir.”1 iltifatına mazhar ol­muştur. Her insanın en kıymetli varlığı ahi­reti kazanmada sermayesi olan ömrü değil midir? İşte; “40 yaşındayım, -ne oldum değil- ne olacağım” diyenlere; o sermaye ile yapılacak en bereketli ticaret, Hz. Ebu­bekir’in ticareti. “Bu yaştan sonra mı?” de­memeli, geri kalan her yılı ebedi yıllar yapmak vaktidir! Cahiliye âdetlerini bırakarak 40 yaşında Müslüman olan, 62 yaşında vefat eden Hz Ömer ise; 10 yıllık hilafet döneminde Suriye, Filistin, İran, Irak, Mısır, Azerbaycan’ı fet­hetmiş, adaletin simgesi olmak vasfını yine 40 yaşından sonra elde etmiştir. İslam cemi­yeti bugünde böyle fatihler ve fetihler ister ve bekler. Gayretle çalışmak vaktidir. Bir başka örneğimiz ise; 9 yaşında evinden ilim için ayrılan, doğu illerini ilim tahsili için karış karış dolaşan, gençliğini İslam’a hizmet için adeta at üstünde geçiren üstad Bediüzzaman’ın çilelerle dolu hayatıdır. 40 yaşından sonra telif ettiği eserler ve İslam’a ettiği hizmetiyle çığır açmış, milyonların imanının kurtulmasına vesile olmuştur. Peki, bizim 40 yaş sonramız kimlere şifa olacak? “Onlar büyük adamlar!” diyenlere bizden bir örnek; Çanakkale’nin Çan ilçesine bağlı bir köyünde ikamet eden iki çocuk annesi 40 yaşında bir kadın. 11 ayda Kur’an-ı Kerim-i ezberledi. Hedefiniz mi yok, işte size hedef. “Artık dinlenmeli” sözünün köleleştiren zin­cir­lerini kırıp -muhtemel 50 yıl için- büyük planlar yapmak zamanıdır. Bu 50 yıl ilimsiz geçmez! Kur’an’ı hıfz et­mek, Hadis-i Şerif ve Siyer’le haşir neşir ol­mak, meali kavramak, tefsirler okumak; “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mü­him, hakikatli bir âlimi olabilir” diyen Bediüzzaman’a kulak verip, Risale-i Nurları anlamak vaktidir. Yaş 40. Gaye anlaşıldı, insan hayatının ma­hiyetini anladı, hissi kararsızlıklar ortadan kalktı. Şimdi büyük hedefler koymak, dur­madan çalışmak gerek yüksek gayeler uğ­runa. Eğer 40 yaş durgun ve tekdüze bir ha­yata geçişin yaşı olsaydı, Peygamberimiz (sav), başta olmak üzere pek çok peygambere peygamberlik vazifesi kırk yaşında verilir miydi? Hislerin, duyguların, heyecanın, lati­felerin kemal bulduğu, insan cihazatının koş­maya hazır olduğu, hayat meşgalelerinin bu koşuya izin vermek adına kenara çekildiği yaştır, kemal yaşıdır 40’ıncı yaş. İstikrarlı bir gayrete hazır hale gelmiş melekelerin var­lığında koşmak vaktidir şimdi. Hele İslam kendine hizmet edeceklere dünden daha muhtaç, Müslümanlar mazlum, çokların imanı tehlikede, dünya ahir ömründeyken… Kaynak: 1- Tuhfetu’l-Ahvezî, 7/298, Şamile; Kenzü’l-Um­mal,  hn: 35614.

Nurullah TÜRKER 01 Ocak
Konu resmiÇocukların Yüreğine Dokunmak İster Misiniz?
Aile ve ÇocukMülakatlar

Mülakat: Kumru Özge YağmurMülakatı Yapan: Şirin Kalem Çocuk Dergisi Burada öğretmenlik yapmak birilerinin sadece geleceğine, gideceği üniversiteye dokunmak değil onların YÜREKLERİNE, onların HAYATLARINA, onların BENLİKLERİNE dokunmaktır. Benim 9. sınıfta aldığım şimdi 12. sınıfta olan CAN’larım var. O kadar kıymetliler ki benim için, bunu anlatabilmek zor. Onların sevgileri her gün okula gitmeme sebep. Ki bunu hiç abartmadan yazıyorum. Ne derdim olursa olsun, onların gülümsemeleri her şeyi unutturuyor.  Kumru Hanım, kısaca kendinizden bah­sedebilir misiniz? Adım Kumru Özge YAĞMUR. 1984 Mer­sin doğumluyum. 2008 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Bi­yoloji Öğretmenliği Bölümünden mezun oldum. 2008-2010 Mersin Final Dergi­si Dershanesinde öğretmenlik yaptım. 4 ay kadar Mersin Yenişehir Başarım Ders­hanesinde çalıştıktan sonra Şubat 2012’de Şemdinli Derecik İMKB Çok Programlı Lisesine (Yeni adıyla Şemdinli İMKB Çok Programlı Anadolu Lisesine) Biyoloji Öğretmeni olarak atandım. 2013 yılından beri, okulumdaki ve çevre okullardaki öğrenciler için yardım toplayıp dağıtıyorum. Kıyafet, yiyecek, kitap, dergi, puzzle, ayakkabı, örgü yünleri, okullara saat. Yani aklıma gelen, ulaşabildiğim her yerden yardım topluyorum. Her adımım da bir sonraki için fikir veriyor. Size yazmamda, buradaki insanların dini hassasiyetlerine karşı bilgi eksikliklerinin çok olduğunu imam arkadaşlarla olan konuşmalarımızda çok fazla dile getirme­miz, etkili oldu. Onlar bu konularda sadece çocuklara değil, ailelere de yakın olunca eksiği görmeleri daha kolay, çıkarımları daha doğru oluyor. Açıkçası çok dergiye, çok yayınevine yazdım ama bana bu kadar içtenlikle ve güvenerek dönen sadece siz oldunuz. İnsanların bir­birlerine güvenmeye korktuğu bir zaman­da bana güvenmeniz beni ayrıca çok mut­lu etti. Hakkâri’de kutsal ve önemli bir vazi­fe icra ediyorsunuz, öğretmenlik yapıyor­su­nuz. Öğretmen ve öğrenciyi -vazife yap­tığınız bölge şartlarını da göz önünde bulundurarak- tanımlayabilir misiniz? Hakkâri’de öğretmenlik farklıdır. Şemdin­li’de daha farklı; (atandığım yıl Şemdinli’de dershanede çalıştığım için bunu çok net söyleyebiliyorum). Derecik Beldesinde ça­lışmak çok daha farklı. Bulunduğunuz bölgede eğitim şartları –eksik ve fazlasıyla- ne durumda? Burada çocukların sosyal hayatları yok. Özellikle kız öğrencilerin arkadaşlarını gör­dükleri, rahat rahat birlikte zaman ge­çir­dikleri, kendileri için bir şeyler yap­tıkları özgür oldukları bir yerdir okul. Aynı mahallede oturup okul dışında gö­rüşemeyen öğrenciler var burada. Aynı aileden olup aile içindeki kırgınlıktan do­layı birbirlerini sadece okulda görebilen çocuklar var. Okul, öğretmenlerle ile­ti­şimleri de iyiyse onlar için ilaç… Mut­lu oldukları, çalışabildikleri, kimse karışma­dan kitap okuyabildikleri bir yerdir okul. Kendileri oldukları belki de tek yer. Öğrencileriniz için en acil ve ehemmiyetli konu -size göre- nedir, neler söylersiniz? Burada öğretmenlik yapmak birilerinin sa­dece geleceğine, gideceği üniversiteye do­kun­mak değil onların YÜREKLERİNE, onların HAYATLARINA, onların BEN­LİK­LERİNE dokunmaktır. Benim 9. sınıf­ta aldığım şimdi 12. sınıfta olan CAN’larım var. O kadar kıymetliler ki benim için, bunu anlatabilmek zor. Onların sevgileri her gün okula gitmeme sebep. Ki bunu hiç abartmadan yazıyorum. Ne derdim olursa olsun, onların gülümsemeleri her şeyi unutturuyor. Şu anki halinize katkı olarak ne olsa daha şevkli ve verimli şekilde öğretmen­lik yapardınız? Burası her sene daha iyi olsa da sıkıntılı bir coğrafya. Elektrik kesintisi, su kesintisi, şebekenin olmaması, ulaşımın zor hatta çok zor olması başlı başına burada yaşama­yı zor kılan şeylerken; insanların sıcaklığı, misafirperverliği, samimiyetleri burada ge­çen zamanı yaşanılır kılıyor. Bir gün öğrencimin birine “Sınava hazır­lanman senin için daha kolay değil mi? Şansın varken sınavı kazanıp bir üni­ver­siteye gitsen, kurtulsan bu hayattan demiş­tim.” “Babam ya çalış ya da ekmek yok sana dedi; çalışmak zorundayım” demişti. İnsanlar zor hayatlar yaşıyorlar ne kadar zor olduğunun farkında olmadan hem de. Her şeye o kadar hızlı alışıyor ki insanoğlu, şartlar değişince farkına vara­biliyor ancak. Çocuklara kızamıyorum. İlkokul ve orta­okulda bir şey öğrenmeden gelmişler. Ge­len öğretmenlerin büyük çoğunluğu, gel­diği ilk yıl hemen evlenip gitme derdine düşüyor. Bu durumda verdikleri eğitimin kalitesini konuşmaya bile gerek kalmıyor çoğu zaman. Liseye boş gelen öğrenciye de ne kadar destek olursanız olun, bir şeyler yapması gerçekten zor. İyi öğrencilerimiz de var ama azınlıktalar. Şartlar zor. Sınırda yaşam böyle… Her şey olumsuz değil tabi. İlk geldiğim yıla göre daha iyi durumdayız; bunu da eklemeliyim. Her yıl daha çok öğrenciyi üniversiteye gönderiyoruz ya da bilinçlenip Van’a ya da akrabaları varsa farklı illere –dershanelere- gidip üniversite okumak için çabalayan öğrencilerimiz artıyor. Bu yıl kendi sınıfımdan Tıp Fakültesine gi­decek kapasitede öğrencilerim var. Sınav kaygılarını aşarlarsa inşallah o günleri de göreceğim :) Ve Şirin Kalem Çocuk Dergisi… Bizimle irtibat kurup dergilerden talep ettiniz ve buradaki yavrularımıza ulaşmasına vesile oldunuz. Öncelikle teşekkür ederiz. Peki neden? Aileler çocuklarını okula gönderiyorlar ama her şeyin devlet tarafından yapılması gerekiyormuş gibi bir anlayışa sahip olan­ları çok fazla. Servis ve öğle yemeği ücreti yok zaten. Ama kitap almaları gerektiğinde para verecek aile sayısı çok az. Çocukların çoğu kendileri çalışmasa paraları olmaz. Şimdi kazandıklarını telefon ya da benzeri eşyalara vererek hayatları güzelmiş gibi yaşıyorlar, mezun olduktan ve işsiz kal­dıktan sonra “KEŞKE” diyecekler bili­yorum, çünkü bunu çok yaşadım. Okulun fiziki yapısı normal. Akıllı tahta­mız yok ama karatahta sayısı da az. Kitap satılan bir yer olmadığı için öğrencilerin kaynak sıkıntılarını biz karşılamaya çalı­şıyoruz. Okul içinde -çok ciddi- eğitimi aksatacak sıkıntılar yok. Kütüphanemizde kitaplar çok fazla değil ne yazık ki. Oku­mayı ne kadar çok sevdiklerini bilseniz, bunu neden söylediğim anlardınız. Bu yıl müzik odasını aldım ve uzun bir uğraştan sonra açtım. Kendi kitaplarımı, topladığım dergileri ve kitapları, illerden istediğim tanıtım broşürlerini, puzzle ve tabu gibi oyunları koydum. Kuzularım çok sevindi. Öğle aralarında iyi vakit geçirecekleri bir or­tam oluşturmaya çalışıyorum. Tabi bü­tün öğrencilere ulaşmam zor. Sadece ger­çekten emek veren ve okumak isteyen öğ­rencileri yönlendiriyorum. Sizin dergi­lerinizden kendime ayırdığım birkaç sayı­­yı da koydum. Eksik çok ama zamanla ta­mamlanacağını düşünüyorum. Öğrencilerin yaşadıkları sıkıntılar çok. Bu yıl rehber öğretmenimiz var, ama ge­çen 2 yılda yoktu. Öğrencilerin aile içinde gördükleri tacizler, dayaklar ve inci­tici olaylar da çok. Bu konuda onlara yar­dımcı olmanın yollarını bulabilsek keş­ke… Çok çocuklu ailelerin ‘kayıp’ ço­cukların birçoğu. Onları o hayattan uzak­laştıracak bir yol olarak puzzle almıştım ki birkaç öğrenci beni şaşırtacak derecede odaklanmıştı ve iletişim kurmaya başlamıştı benimle. Bu konuda ne yapılabilir, inanın hala bil­miyorum. Öğrencilerle geçen zaman sı­nırlı, hepsine ulaşmak zor. -Taşımalı eği­tim olunca- okul sonrası görüşebilmek -ev­lerine gitmediğiniz sürece- zor. Evlerine gi­debileceğiniz yakınlıkta öğrenci sayısı az. 2 saatlik mesafeden gelen çocuklar var. Bu konu, yazımdaki karmaşadan da an­layacağınız gibi karmaşık. Bu şartlarda onlar için en öncelikli şey, ça­lışabilecekleri sakin bir ortam. Aile baskısı, ev işi yapma, misafir, düğün derdi olmadan sa­dece derslerine, sınavlarına ve kendilerine odaklanabilecekleri bir ortam. Bunun için de yurt gerekiyor. Sözde yapılacak ama hala bir taş bile konulmuş değil. Onlara daha farklı hayatların var olduğu­nu, yaşadıkları hayatın sınırları içinde hap­­solmamaları gerektiğini göstermek ge­­­­rekiyor. Dergilerle bunu yapmaya çalı­şı­­yorum. Bilim Teknik, Atlas ya da Natio­nal Geographic gibi dergilerle dünyadan ha­berdar olmalarını sağlamaya çalışıyorum. Sadece fotoğraflara bakıp etkilenen o kadar çok öğrenci var ki şaşkınlıkla ve sevinçle izliyorum. Dergilerin çocuklara ulaşması konu­sun­da nasıl bir yol takip ettiniz, ne gibi du­rumlar yaşadınız, ilginç ve güzel olan ne­ler vardı bu faaliyette, bizlerle paylaşır mısınız? Dergileri aldıktan sonra, okullarla irtibata geçtim. Daha önce farklı yardımlar da gön­derdiğim için birçok okulla ileti­şim halindeyim. (KIRCA, ÜÇYAN, DE­RE­CİK, KOÇYİĞİT, UMURLU, YE­ŞİL­OVA, YOLGELDİ, ÖNTEPE, GELİ­ŞEN İLKOKULLARI) Bazı okullara araç bulursam kendim götürüyorum ki bu benim en sevdiğim durum:) Bazılarını da o köyde yaşayan imam arkadaşlarla ya da öğrencilerle gönderdim. Çocukların dergileri alınca öğretmenleri­ne beni aratıp teşekkür ettikleri zaman, benim için çok güzel bir andı. Yine der­gileri götürdüğüm 2 okulda çocuklar sa­rılıp öptü beni ve teşekkür ettiler. Nasıl mutlu olduklarını anlatmak zor! Küçücük yüreklere dokunmak çok farklı… Beni gördüklerinde yanıma gelip “Dergileri okuyorum” ya da “Resimleri boyadım” di­yen kuzular çok fazla. Çocuklar çok farklı. İmam arkadaşlarla gönderdiklerim için imamlara sürekli te­şek­kür ediyorlarmış. Öyle bir şey oldu ki beni gören çocuk dergi istiyor :) Van’a üniversiteye gidip geldiğim için bu ara yoğunluğum fazla. Kış da gelince zor olu­yor çıkıp okulları ziyaret etmek ama elimden geleni yapıyorum. Bu çalışmanın devam etmesi herhalde iyi olur. Buradan bizimle irtibata geçerek bu tarz yayınların size ulaştırılmasına destek vermek isteyenlere neler söylemek istersiniz? Şirin Kalem Çocuk Dergisi konusunda bi­ze destek olacak arkadaşlar, kuzucukların yüzünde kocaman bir gülümseme göre­cekler öncelikle. Sonra kuzucuklar dergile­ri okudukça, bir şeyler öğrendikçe, sizi her gördükleri yerde sorular soracaklar; “Daha başka dergi yok mu?” diyecekler. Okumayı, öğrenmeyi sevmeye başlayacaklar. Sizi se­vecekler, tertemiz yürekleriyle ve sizi asla unutmayacaklar… Ayırdığınız vakit ve yaptığınız çalış­ma­lardan dolayı bir kez daha teşekkür eder, başarılar dileriz.

Mülakatlar * 01 Ocak
Konu resmiRuh, Ene ve Nefis
Risale-i Nur

Aynı hakikatin birbiriyle örtüşen farklı birer veçhesi olan “ruh, ene ve nefis” kavramları, âlem-i ervahtan başlayıp, şehâdet âleminden geçerek âlem-i berzâha, oradan ebed memleketine uzanan uzun bir yolculuğun öznesini teşkil ederler. Nefsin Biri Zat, Diğeri Latîfe Olmak Üzere İki Manası Var Zat anlamına olan nefis, kişinin kendisi yani ‘ben’ demektir. Bu itibarla nefis, insan olarak yaratıldığımız asıl varlığımız olan ruhumuzdur. Yani ruhumuzla kastedilen şey biziz, nefsimizdir. Biz zahiren genelde cesedimizi ‘ben’ olarak kabul ederiz ama hakikatte bu maddi vücudumuz ruhu­mu­zun elbisesi hükmündedir. Dünyada kaşımızla-gözümüzle, elimizle-ko­­­lu­muzla, kalbimizle-beynimizle üzeri­miz­­­­de­ki bu vücut elbisesini giyiyo­ruz. Bir son­­raki durağımız olan kabir­deki ha­yat ise cis­manî değil, sadece ruhanî­dir. Öldüğü­müzde, beden elbisesini çıkardığı­mızda ru­hu­muz bütün bütün çıplak kalmayacak, âlem-i ervâhta ve âlem-i berzâhta yani kabirde üzerinde ince bir tül gibi bir gılâf-ı latîfi bulunacak.* Ruh mahiyeti itibariyle vücud-u hâricî giydirilmiş, zîşuur ve zîhayat bir mahlûk olup beden dışında sanal bir kavram değil, mahlûktur. Ruh bedenden ayrıldığında beden ölür ve dağılır ama ruh kendi latîf vücuduyla kaim kalır, hayatiyetini devam ettirir. Doğan, büyüyen ve ölen bedendir. Çünki ruh beka sahibidir. Cesedle değil, binefsihî, zatı itibariyle kâimdir. Yani varlıkta kalmak için o bedene ihtiyacı yoktur. Mevt, ruh için bir son değil, başka bir hayat mertebesine intikaldir. Yunus Emre’nin “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez!” derken kastettiği şey, bedenle ruh arasındaki bu farktır. Bizler son durağımız olan âhirette, dünyevî vücuttan çok daha mükemmel bambaşka bir bedeni elbise olarak tekrar giyeceğiz. Haşir, kabir hayatı gibi sadece ruhanî değil, aynı zamanda cismanî olacaktır. Yani ebed memleketinde bize oraya münasip buradan çok daha mükemmel bir başka vücut daha verilecek. Her âleme münasip olarak ruhumuza çe­şit çeşit giydirilen bu beden elbiselerinin hiçbiri, bizim gerçek kimliğimiz değildir. “Biz kimiz?” dendiğinde ‘gerçek biz’ olarak verilecek cevap, bizim ruhumuzdur. Ne dünyadaki, ne de âhiretteki kolumuz, ba­ca­­ğımız değildir. İşte bu itibarla ruh, bir varlık ve zat anlamında ‘nefis’tir. كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ “Her nefis ölümü tadıcıdır” derken kastedilen nefis, zat anlamıyla, herkes, her birimiz demektir. Ruh –Ene Münasebeti Cenab-ı Hak ruhumuzu mürekkep olma­yan bir mahiyette, yani bir kaç şey­den terkip edilmemiş, basit bir surette yaratmıştır. Bu hüviyetiyle ruh, tek ve bölünmez bir cevherdir. Ruhumuz böyle tek bir cevher olmakla birlikte çok değişik fonksiyonlara, kabiliyetlere, sıfatlara sahiptir. Nasıl ki her mahlûk, mesela bir portakal, adı şudur, tadı şudur, yuvarlaktır, şu renktir, kokusu şöyledir, içindeki paketçikler şu vitaminleri haizdir, şu bahçede yetişir, şu zaman olgunlaşır gibi, o portakal mürek­kep de olsa tek bir şey olduğu halde, bir­birinden çok farklı sıfatlara sahiptir. Öyle de ruhumuz da mahiyeti itibariyle basit, bölünemez tek şey olduğu halde, ona takılan akıl, kalb, vicdan gibi latîfelere, ilim, irâde gibi, işitmek, sevmek gibi çok farklı sıfatlara sahiptir. Kudret-i İlâhiye ruhumuzun mahiyetine ben’lik vermiştir. Bu sayede biz, kendimizi biliriz, bizim ve çevremizin farkındayız. Bir benliğimiz ve bir kimliğimiz var. Başka şeyleri ve kendimizi birbirinden temyiz ederiz. Etrafımızdakilerden farklı biri oldu­ğumuzu biliriz. Birçok mahlûkta olmayan ve ruhumuza ta­nınan bu fonksiyon, bu benlik şuuru, bizi diğer mahlûklardan farklı kılan bu emanet ‘ene’dir. Semâvât ve arzın hamlinden çekin­diği mukaddes yük. Ruhumuz bu ‘ene’ vasıtasıyla kendini ve etrafında olan biteni bildiği gibi, asıl maksadı olan Rabbini de bilir ve tanır. Ene öyle bir cihaz, öyle bir istidaddır ki bütün Esmâ-yı Hüsnâ’ya âyinedarlık eder. Yani Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri bizim âyine-i ruhumuzda tecelli eder. Biz sadece kendimizi ve çevremizi değil, ene’nin farazî ve mevhum rububiyetiyle üzerimizde te­celli eden bütün isimleri böylelikle fark ederiz, hissederiz. Aynadaki görüntüler nasıl mukabilindeki eşyayı gösteriyorsa, ruhumuzun âyinesinde tecelli eden manalar da Rabbimizi tanımak için bize verilen bir referans, bir özellik, bir anahtardır. Onu bir mana-yı harfî ile farklı farklı isimleriyle bize tanıtır. Ama insan ene’nin sadece bu maksatla ru­humuza tevdi edilmiş ‘bir emanet’ olan bu özelliğini anlayamazsa, âyine-i ruhunda te­celli eden bu harika özellikleri kendinden bilir, öyle zanneder. Rabbiyle nisbeti kura­mayınca, âyinesinde gördüklerine sahip çı­kar, kendini mâlik görür, hâkim görür, ka­dîr görür ve emanete hıyanet eder. Bu reddin bir sonucu olarak, neuzübillâh nefsini rab ittihaz etmeye kadar gider. Ve  مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ tokadına müstehak olur. Ruhumuzun İletişim Kodları: Latîfeler “İnsanın mahiyet-i câmiasında ve istidâd-ı hayâtiyesinde çok letâif var.” Kudret-i İlâhiye tarafından ruhumuza birer fonksiyon olarak tanımlanan latîfelerin her biri, nihayetsiz Esmâ-yı İlâhiye tecellilerini anlamamıza vesile olan âletler, reseptörler hükmündedir. Ve biz dış âlemi bunlar vasıtasıyla idrak eder ve tavrımızı belirleriz ki bunun hayatımıza yansıyan şekli, bizim çeşit çeşit fiillerimiz ve tercihlerimiz olur. Görmek, işitmek, anlamak, sevmek, merha­met etmek, kızmak gibi sayısız fiillerimizi asıl gerçekleştiren ve onların gerçek sahibi olan, bedenimiz değil, ruhumuzdur. Nasıl ki kesmek fiilinin fâili bıçak değil, biz isek; bedenimiz de bu fiiller noktasında sadece bir araç hükmündedir. Dolayısıyla onları belirleyen irâde bedene değil, ruha aittir, fâil ruhtur. Üzerimizdeki Esmâ-yı İlâhiye tecellileri, ru­hu­muzdaki latîfeler vasıtasıyla bazen mis­liyle, benzeriyle, örnekler ve nakışlar sure­tinde; bazen de acz, fakr, naks gibi zıt­larıyla Rabbimizi bize tanıtırlar. Her bir latîfe, bir isme müteveccih âyine hükmündedir. İnsan, o ismin tecellisinden bu latîfe vasıtasıyla zevk alır, o perde ar­kasındaki hakikatin farkına varır. Bu far­kındalık onun ruhuna bir pencere olur. Kişi o latîfeleri gaflet perdesiyle, farkına var­mamakla, tefekkürsüzlükle, zikirden uzak kal­makla ihmal ederse, o kıymettar âlet­ler zamanla susuz kalan çiçek gibi kö­relir, pörsür ve söner. Hâlbuki insan, etrafındaki her biri birer kıymettar hârika-i san’at olan nimetlerin Ehad-ı Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünse ve derk etse, o latîfeleri mütemadiyen işletip istimal edebilse, etrafında olup bitenden ib­ret almaya çalışsa marifeti artar. Ve kâinat ki­tabını okumaya başlar. رَبَّهُ عَرَفَ فَقَدْ نَفْسَهُ عَرَفَ مَنْ “Nefsini tanıyan Rabbini de tanır” hadisi bu hakikate işaret eder. Ruh bu âlem-i şehadetle ilişkiyi beden me­kanizması üzerinden kurar. Ama cismanî hayat derecesinden ruhun mertebe-i haya­tına ulaşan bir ehl-i kemal, görmek için göz penceresine ihtiyaç duymaz. Kâinatı olanca genişliğiyle ruhunun penceresinden seyreder. Kemale eren bir ruh, bedene muhtaç değildir. Ne görmek, ne işitmek, ne de bir yere intikal için. Bundandır ki hücresinden dışarı çıkma­yan bir Allah dostu bu marifetle, dünya ehli­ne dünyanın dört bucağındaki gizli sırlar­dan haber verir. İbrahim Hakkı gibi, semâvâ­tın yollarını Tillo’nun sokaklarından daha iyi bilir. ‘Zat’ Manasından Farklı Olarak ‘Latîfe’ Mahiyetinde Olan ‘Nefis’ Cenab-ı Hakk’ın ruhumuza taktığı istidad ve latîfelerden biri de, bütün hissiyatımız­ın kaynağı olan ve diğer tüm latîfelerimizi ve akıl, kalb, irade gibi sair cihazâtımızı câ­zibesiyle hissiyatı istikametinde etkileyen ve yön veren ‘nefis’ latîfesidir. ‘Nefis’ bu itibarla zat manasından ayrı olup, İlâhî bir latîfedir. Ve ‘nüfus-u seb’a’ ol­mak üzere yedi mertebesi vardır. Yani biz bu istidadımızı yedi farklı şekilde kul­lanabiliriz. Allah herkesi İslam fıtratı üzere yaratmıştır. Ama imtihan cihetiyle meleklerden farklı olarak bize hem hayra, hem şerre yönelik bir serbestiyet, bir kabiliyet tanımıştır. İn­san, işte bu ‘nefis’ denilen, hayra ve şerre kabil özelliğiyle imtihan olur. Nefsimiz bize kötülüğü emretmiyor olsay­dı, yani bizim şerre de kabiliyetimiz olma­saydı ve nefsimizin emmâre vasfı olmasaydı, biz de melekler gibi olurduk. Ve imtihan olmazdı. Nitekim melaikenin şerre kabiliyeti yoktur. Onlar ibâdun mükremun’durlar. وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Ne emr olunursa onu yaparlar.” Ama insanlar ve cinnîlerin hem hayra hem şerre kabiliyeti vardır. Bu yüzdendir ki im­tihana tabi tutulan bizleriz. Nefsin İlk Mertebesi: Nefs-i Emmâre إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ âyetinin ifade ettiği gibi, nefsimiz bize kötülüğü emreder. Ken­dini beğenir ve kutsar. Şımarık ve kibirli­dir. Üzerine toz kondurmaz. Süflî arzular peşinde koşar. Bu mertebedeki nefis, ‘em­mâre’dir. Ama nefsimiz sadece emmâre olsaydı, ya­ni sadece şerre kabiliyeti olsaydı, biz bu varta­dan kurtulamazdık. Hâlbuki nefsin yedi mer­tebesinden sadece biri kötülüğü emreder. Nefsin merâtibi içinde nefs-i emmâre ha­riç, diğer altı mertebenin hepsi bizi hayra teşvik ediyor. Ki bu da Cenab-ı Hakk’ın bizlere bir lütfudur ve rahmetinin gadabına galebesinin bir başka cilvesidir. Nasihat dilinde nefis, her ne kadar isti­aze, çekinme ve tedbir anlamında, ikaz makamında hep olumsuz manasıyla vur­gu­lansa da, diğer altı mertebede tezkiye edilmiş bir nefis olarak artık muteber bir şeydir. Ama büyükler, hep şeytanın iş ortağı, en büyük düşmanımız olan ve irademizi etkilemekle tercihlerimizi kötüye yönlendiren nefs-i emmârenin şerrinden Allah’a sığınmışlar, ondan asla emin olma­mışlardır. فَلَا تُزَكُّوا أَنفُسَكُمْ “Nefislerinizi tezkiye et­meyiniz.” ‘Onun tezkiyesini tezkiyesizli­ğinde biliniz’ manası bizlere bu tehlikeyi ihtar ediyor. Nefis Pişman da Olur Nefsin, emmâre olmaktan bir sonraki mer­te­besi ‘levvâme’dir. Bu noktadaki ne­fis, artık kötülüğü emretmez. Bilakis bir şekilde hata yapmışsa, ondan pişmanlık duyar. Husrev Efendi Üstadımız “Risâle-i Nura intisab eden bir kişinin nefsi şayet emmâ­re ise, o intisab ile levvâmeye inkılab eder.” buyurmuş. Yani artık o kardeş mücerred o intisab bereketiyle kendini sorgulamaya, artık hatasını, eksiğini fark etmeye başlar. Süreç içinde hatalardan tam sakınamasa da, işlediği günahlardan pişmanlık duyar. Bu hal, emmâre olan o nefis için bir mertebe terakkidir, iyiye doğru yönelmedir. Her Nefse İlham Yolu Açıktır Kişi istikamete devam ettiği takdirde daha sonra ‘nefs-i mülheme’ mertebesine vâsıl olur. Yani kul yaşantısıyla takip ettiği bu seyr u sülük içinde Rabbine yaklaştıkça, Rabbi de rahmetiyle ona yaklaşır. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ona ilham eder, bildirir. Nefis kendisine aslında daha önce de yapılmakta olan bu ilhamı artık fark etmeye başlar. قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا önümüzde bir düsturdur. Nefsini temizleyen, emmâre olmaktan kur­taran kişi felaha erer, kurtulur. Nefisten gelen iyi ve kötü emirler bu ek­sende düşünülmeli. Emmâre olan nefis, bi­ze mutlak olarak kötülüğü emreder. Ama levvâme mertebesine intikal eden bir nefis artık her halinde bize kötülüğü emretmez. Tam tersine kendi hatasını sorgulayan, he­saba çekilmeden kendini hesaba çeken bir kimliğe bürünür. Kendimizi tutamaz ve bir şekilde yine nefs-i emmârenin tuzağına düşersek, bizi levm eder. “Neden böyle yaptın?” diye bizi yargılar. Nefis, mülheme olduğunda, önüne çı­kan ikilemlerde kişiye “Bu doğru, bu yan­lış!” der. فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا Yani Allah neyin fücur, neyin takva olduğunu bu mertebedeki nefse ilham eder. Burada mülhim, yani ilham eden, Cenab-ı Hakk; mülhem, yani kendisine ilham olunan, nefistir. Hani zaman zaman “Aklıma geldi” deriz ya! Daha önce hiç aklımızda olmayan, bizde olmayan bir şey nereden bizim aklımıza geliyor? İlham, vicdanlarda meşhud bir hakikattir. Bu mertebedeki nefse Cenab-ı Hakk fücurunu ve takvasını telkin eder, uyarır. Kalbin İtmi’nan Bulduğu Nokta: Nefs-i Mutmainne Nefis bir sonraki mertebede ‘mutmainne’ olur. Artık o kul neyin hayır, neyin şer olduğunu bilir. Tesadüfün olmadığını, her şeye hükmedenin Rabbi olduğunu bilen bir kanaat sahibi olur. Her şeyin üstünde onun mührünü görür. Kâinat kitabını mütalaaya başlar. Bilir ki her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir. Her şey onun emriyle halledilir. Etrafında olan bitenin Rabbinden geldiğine mutmaindir. Esbâb perdesi altında cereyan eden hadisatın içyüzünü anlar. Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de  ارْجِعِي إِلَىرَبِّكِرَاضِيَةًمَّرْضِيَّةً يَا أَيَّتُهَاالنَّفْسُالْمُطْمَئِنَّةُ diyerek nefs-i mutmainne olanlara iltifat buyurur ve onları bir adım sonrasına, yani râdıye ve mardıye mertebelerine davet eder. Salih kulların arasında cennete girmekle müjdeler. Rabbinden Razı Olmak Bir sonraki mertebe, ‘nefs-i râzıye’dir. Yani mutmainne makamındaki bir insan, neyin ne olduğunu anlar da, peki bu tasarruflara rızası nasıldır? Akıl ve kalbi hissiyatına galip midir? Bir nevi kaderi tenkit manasında “Keşke!” der mi? Canı yandığında “Of! Puf!” der, şikâyet eder mi? Yoksa narı da nuru gibi sırf ondan geldiği için şey-i vâhid bilir mi? “Hoştur bana senden gelen, ya hil’atü yahut kefen, ya taze gül yahut diken, lütfun da hoş, kahrın da hoş” der mi, diyebilir mi? İşte bu mertebedeki nefis, oğlunu kurban etmeye götüren İbrahim (as) gibi, o hali bildiği halde milim sarsılmayan İsmail (as) gibi, Rabbinin her türlü tasarrufundan razıdır. Şu köşede vurulacağını bilse gider. Hz. Ömer Efendimiz de, Hz. Ali Efen­di­miz de katillerini biliyorlardı ve yakınlarında­kilere haber vermişlerdi. Halife idiler. İste­selerdi onları derdest edebilirlerdi. Ama yapmadılar. Sahabe olarak nefis merte­be­lerinin en üst hududuna mazhar olmuş bu sıra dışı insanlar murad-ı İlâhîyi görüyor­lardı ve bundan razı idiler. Radıyallahü anhüm ecmain. Rıza-yı İlâhî’ye Mazhariyet! Nefs-i Marzıye Sonraki mertebe ‘nefs-i marzıye’dir. Kul ne çilelere katlanır, göğüs gerer, Rabbisinden razı olur da, peki Rabbi de ondan razı mıdır? Her hareketinde Cenab-ı Hakkın rızasını esas maksad tutan bir nefis, bu istikametle öyle bir noktaya gelir ki Rabbi de onun ahvâlinden hoşnut olur, ondan razı olur. Husrev Efendi Üstadımız “Ömrünüzde bir kez Rabbiniz sizden razı olsa, o size yeter!” buyururmuş. O Ezel ve Ebed Sultanı yüzü­müze baksa ve bir kez bile “Senden razı oldum!” dese. Ya Rab! Onun içindir ki Bediüzzaman Hazretleri Üstadımız ihlasın ilk düsturunda “Ameli­nizde rıza-yı İlâhî olmalı!” derken Nur Talebelerinin önüne koyduğu hedef, işte bu râdıye ve mardıye mertebeleridir. Bu haslete sahip olanlarda, kulu Rabbinden, Rabbi de kulundan razıdır. Nefsin Evc-i Bâlâsı: Nefs-i Sâfiye Nefsin en son mertebesi ise ‘sâfiye’dir. Ema­neti aldıkları gibi koruyan, hiç kirlet­meyen ve ‘asfiya’ tabir edilen kibar-ı evli­yâullahtan olan bu Allah dostları, nefs-i sâfiye mertebesine ulaşan ve kendilerine şeytanın bile artık pes ettiği, emmâre olan nefsin tamamen teslim olduğu sıra dışı insanlardır. Normal insanlar için bu mertebenin ileri­si yoktur. Bir adım sonrası Hâtemünnebî (sav) Efendimizin son halkasını teşrif ettiği peygamberlik makamıdır ki, o da ancak tavzif ile olur. Çalışmakla olmaz. İnsan nefis mertebeleri arasında sâfiye ma­kamına, böyle sağlam bir noktaya ge­le­ne kadar iniş çıkışlar yaşar. Hangi merte­be­deki nefis hükmünü icra ederse, diğer mer­te­belerin de tesiri bulunmakla bera­ber, insanda esas itibariyle o hal galebe eder. Ama sâfiye makamına gelen bir nefis mertebesi kolay kolay sarsılmaz, emmâre olan nefsin etkisi kalmaz. Bu mertebede nefs-i emmârelerini tama­men öldürmelerine rağmen Allah dostları yine de emn vartasından kurtulmak için mütemadiyen nefs-i emmârenin şerrinden Allah’a sığınmışlar. Bediüzzaman Hazretleri Üstadımız, bu mer­tebeye gelen bu mübarek zatlarda bir nevi’ a’saba devredilen sanal bir emmâre halin, onlarda nefse asla itimad etmeme ve Allah’a sığınma hissiyatını canlı tuttuğuna ve onları müteyakkız kıldığına işaret ediyor. Elhasıl Latîfe manasındaki nefis, emmâre olduğu mertebede bize hep kötülüğü emreder. Di­ğer mertebelerde ise belki mükemmel suret­te huzur-u dâimîyi yakalayamasak bi­le, bizi hep hayra teşvik eder. Nefsimizin tür­lü şekilde bizi teşvik ettiği bu meyiller bizim hislerimizdir, tercihlerimizdir. Yani öyle arzularız, öyle hissederiz, öyle isteriz. Hissiyatımızın kaynağı ama iyi, ama kötü, hep ruhumuza takılan nefis latîfemizdir. Bu makamda irademiz, nefsimizin bu talep­lerinin hududunu belirleyen, sınırla­yan bir sıfatımızdır. İrademizin şe’ni, tahrik edici türlü türlü meyelânımızda tasarruf ederek, yapmak veya yapmamak noktasında, ter­cih kavşaklarında kabul veya ret ekseninde böyle bir işi görmektir. Filhakika son sözü hep irade söyler. Hâsılı, ruha takılan bir ‘latîfe’ manasındaki nefis, ruhumuzun kendisini ifade eden ‘zat’ manasındaki nefisten farklıdır. Ruha benlik kavramını kazandıran ‘ene’, insana emanet olarak tevdi olunan ve onu farklı kılan en önemli özelliktir. Cenab-ı Hak âyine-misal ruhumuzda te­cel­li eden esmasından, bizi bir an bile ga­fil kılmasın ve bir göz açıp kapayıncaya ka­dar bile bizi nefsimizin eline bırakmasın. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanetinde emin kılsın. Âmin.

Ali KURT 01 Ocak
Konu resmiYusuf (as) Kıssası Analizi
Risale-i Nur

Kur’an-ı Kerim, Yusuf (as) Kıssasına kıssaların en güzelini an­latıyoruz diyerek dikkatleri edebiyatındaki güzelliğe çekmek­tedir.  Kıssa-ı Yusuf’un (as) nasıl güzel anlatıldığını anlamak is­teyenler için bir tarif sunuyoruz.  Kıssa-i Yusuf’un (as) sinema filmlerinde kullanılan senaryo teknikleri­ne uygun bir yapısı olduğunu tespit ettik. Sine­manın kısa tarihi boyunca sinema uz­­manları, izleyiciyi ekrana kilitlemek için in­san fıtratıyla uyumlu bir yöntem ge­liş­tir­diler. Bu yöntem sinema filminin kal­bi olan hikâyesinin anlatıldığı senaryo deni­len bir metni gerekli kılar. Bu metin ne kadar etkili olursa çekilen film de o kadar zevkle izlenir. Senaryo metni kötü olan bir filme hangi görsel efektlerle makyaj yapılırsa yapılsın, izleyicinin merakı yarı­da kalır ve filmden zevk almaz. Kıssa-ı Yusuf’un (as) metni tasarım ve içerik ola­rak senaryo tekniğindeki mühim öğe­leri barın­dırmaktadır. İnsanların fıtratına uygun ola­­rak keşfedilmiş olan senaryo tek­niğiyle Kur’an’ın anlatış tarzının benzer ol­ması ga­rip­sen­memelidir. Zira Kıssa-ı Yusuf’un (as) da muhatabı insanlardır. İn­san­ların fıtratına ve beğenme kıstaslarına uygun olmalıdır. Sinema Nasıl Anlatır? Piyesler diyalog güdümlüdür. Romanlar, kah­­­­­­raman­ların dü­­şünceleri ve duygularıyla il­gile­nir. Sine­ma ise görseldir. Göstererek anlatır. Dra­ma söz konusudur. Gösterme- nin yanında diyalog ve iç dünya öğeleri de ustaca ele alınır. İyi sinema filmi bir solukta izlenir. İyi hikâye de bir solukta okunur. En etkili tebliğ, doğruyu yaşayarak göstermek olduğu gibi sinema ve senaryo tekniği hikâyelerde kullanılabilecek önem­li bir tebliğ aracı olabilir.  Tekniğine uygun yazılmış bir hikâye kendi ayakları üze­rinde durur. Dışarıdan bilgi takviyesine ih­ti­yaç duymaz. O halde insanlara dini na­­sıl yaşayacaklarını, nefisle nasıl başa çı­kacak­larını, ahireti nasıl kazanacaklarını gös­termenin söylemekten çok daha etkili olduğunu söyleyebiliriz. Hikâyenin İskeleti ve Planı İyi bir senaryonun şu temellerle sahip ol­ması gerekir: Açık ve hususi bir hedefi olan bir baş­kahraman. O hedefe güçlü bir şekilde muhalefet ede­rek sonunda bir krize neden olacak rakipler. Duygusal olarak tatmin edici bir bitiş. Çoğu senaryo sırf bu asgari gerekleri yerine getirmediği için başarısız olur. Öte yandan, senaryo tekniği sert bir şekilde uyulması gereken keskin kurallar değildir. Kilit nok­taları yakalayıp hikâyenize uyarlamanız yeterli olacaktır. Sanat, biçim ve içeriğin imtizacıdır. Bir in­san bedeni, doku ve iskeletin bir biçim ile birleştirilmesiyle yaratılmıştır. Eğer kaslar iskelete uygun biçimde tutturulmasaydı, he­le ki iskelet olmasaydı, olduğu yere yığı­lırdı. Hikâyenizin etlerini tutturduğunuz bir iskeleti olmalıdır. Bu iskelet sayesinde hikâ­yeniz her seferinde bir adım ileriye taşı­narak izleyicinin dikkatini canlı tutacaktır. Geleneksel olarak hikâye üç ana bölümden oluşur: giriş, gelişme, sonuç. Giriş bölümünde hikâyenin geçtiği ortam, şahıslar, hikâyedeki önemli öğeler tanıtılır. Ça­tışma kurulur. Böylece izleyicinin mera­kı çekilir. Gelişme bölümünde, hikâye çatış­malar üzerine geliştirilerek iyice karma­şık­laşır ve sonunda bir krize neden olur. Sonuç bölümünde çatışma çözümlenerek hi­kâ­ye neticelendirilir. Çoğu senaryoda ge­liş­me bölümü iki parçadan oluşur. Bir senaryo yaklaşık 110 sayfa kadar sürer. Takriben ilk 15-25 sayfası giriş, sonraki 50 sayfası gelişme, son 15-25 sayfası sonuç bölümüne ayrılır. Gerçek uzunluklar deği­şe­bilir. Tetkik ettiğimiz birçok sinema fil­minde zamanlama açısından toplam sü­renin yaklaşık ilk %25’i giriş, sonraki %50’si gelişme, sonraki %25 sonuç bölümüne ayrıldığını tespit ettik. İyi filmler, senaryo tekniklerine azami uymaya çalışıyorlar. Senaryolarda olayların akış yönünü değişti­ren noktalar veya anlar vardır. Bunlara dönüm veya kıvrım noktaları denilir. Bun­lardan onlarca olabilir ancak birkaç tanesi çok mühimdir. Zira ana bölümler arasında geçişi sağlayarak hikâyenin sonraki büyük adıma geçişini sağlar. Birincisi Katalist denilen dönüm noktası­dır. Baştan 10-15 sayfalar arasına rast gelir. Hikâye başladığından Katalist anına ka­dar başkahramanımızın hayatı dengededir. Den­ge­den kastımız her şey yolunda veya iyi demek değildir. Başkahramanımızın haya­tı iyi veya kötü her zamanki gibi devam etmektedir. Katalist gelir, bu dengeye esaslı bir tekme vurarak bozar. Başkahraman, hikâyenin sonuna kadar bu dengeyi tekrar sağlamak için uğraşır.  Katalist, aynı zaman­da başkahramana çözmek zorunda olduğu bir problem verir. İzleyicinin zihninde ise acaba ile başlayan bir soru uyandırır? Acaba başkahramanımız hayatının dengesini tek­rar bulabilecek mi? Bu acabaları yerli ye­rinde uyandıramazsanız izleyici devamını izlemek için kendinde merak bulamaz. Giriş bölümünden gelişme bölümüne geçi­ren dönüm noktasına Büyük Olay denilir. Başkahramanın başına onun hayatını dra­matik bir şekilde etkileyen bir olay gelir. Bazen Büyük Olayla Katalist birleşir. Yani Katalist yoktur, sadece Büyük Olay vardır. Bazen Katalist, sonunda Büyük Olayı neti­ce verecek olaylar zincirini başlatır.  Bü­yük olay genellikle kahramana bir hedef kazandırır. Bu onun ana büyük hedefi olmak zorunda değildir, bazen de olabilir. Hikâyenin ortasına yakın bir yerde Çimdik (Pinch) isimli bir kıvrım noktası daha var­dır. Bu öyle bir andır ki bunu anlamak is­ter­­se­­niz sinema filmlerinde molaya girildiği sı­ra­da­ki son hadiseye dikkat edin. Molaya öyle kritik bir anda giriyorlar ki bu anda başkahramanız hedefine tam gaz kilitlenir. Biz izleyiciler de filmin geri kalanını izle­mek için yeni bir motivasyon buluruz. Mo­lada kaçıp gitmeyiz. Hedefe kilitlenme nasıl olur? Başkahrama­nımız yeni bir bilgi edinebilir. Pozisyonu değişebilir. İnsanlığın veya sevdiklerinin ona ih­tiyacı doğabilir. Bu andan sonra baş­kahraman mücadeleyi bırakamaz. Bu ana kadar belki pes edebilirdi. Ama artık böyle bir lüksü yoktur. Derenin yarısı geçilmiştir. Çimdik anından itibaren kriz anına kadar olaylar, tuzaklar, git-geller devam eder. Kriz öyle bir andır ki başkahraman önemli bir tercih yapmak zorunda kalır. Bu tercihi yap­masına özellikle karşıt karakterler neden olur.  Onu çok zor durumda bırakırlar. Tercih ise iki şeyden birisi olabilir. Tercih­lerden birincisinde hedefler ve zaaflar var­dır, diğerinde ise ihtiyaçlar vardır. İkincisini tercih etmelidir. Bu Kriz anındaki tercihi başkahramanımızın gerçek rengini ortaya çıkarır.  Seyirciye verilmek istenen ders tam burada düğümlenir. Başkahramanımız bu hikâyede öğrenmesi gereken dersi öğrenmiş olduğunu doğru tercihi yaparak gösterir. Biz izleyiciler de aynı dersi kendimizi baş­kahramanla özdeşleyerek öğrenmiş olu­ruz. Doğruları söylemeyin! Gösteri! Yusuf (as) Suresi ve Kıssası Risale-i Nur’un 28. Söz Birinci Makamı­na başlarken Kur’an’ın Cenneti anlatması Cen­­netin güzelliklerinden daha güzel ve tatlı olduğu nazara verilir. Kur’an’ın Yu­suf’u (as) anlatması Yusuf’tan (as) ve ya­şadığı hayattan daha güzeldir. Yusuf (as) kıssası 111 ayetten oluşur. Doğ­rudan hikâyenin anlatıldığı kısım bir görüşe göre 4. ayetle başlar 101. ayet dâhil olarak biter. Diğer görüşe göre 3. ayetle başlayıp 102. ayet dâhil olarak biter. Sırayla 98 veya 100 ayette hikâye anlatılmıştır. Kıssadaki diğer ayetler ise kıssanın hisse kısmını oluş­turur. Alınması gereken dersleri ve nice İla­hi mesajları dile getirir. Küçük bir çocukken Yusuf (as), babacığı ve kardeşleriyle mutlu mesut yaşar. Tam da 15. ayette Yusuf’u (as) kuyuya bırakırlar. Yusuf (as), babacığı ve kardeşlerinden ayrıl­mış olur.  Acaba Yusuf (as), babacığı ve kar­deşleriyle tekrar bir araya gelebilecek mi? Hikâyenin son sahnesinde, 100. ayette an­cak bir araya gelebilirler. İşte bu yerli yerinde bir Katalisttir. Yusuf (as) kıssasının, senaryo tekniğiyle ne kadar mütenasip yürüdüğü görülmeye başlanmıştır. Yusuf (as) kuyudan çıkmıştır. Ancak Mısır’a vardığında Mısır’ın ikinci adamının evine evlatlık olarak yerleştirilmiştir. Önceleri şefkatle bakan iki göz Yusuf (as) büyüyüp yakışıklı bir genç adam olduğunda şehvet­le bakmaya başlamıştır. Tam 25. ayette Yusuf’un (as) başına o büyük olayın gel­mesine neden olmuştur. Üvey annesi po­zis­yonundaki kişi Yusuf’un (as) tüm mad­di manevi kariyerini bitirecek bir tuzak kur­muştur. Acaba babacığının asıl endişe ettiği kurt bu dişi kurt mudur? Tuzak amacına ulaşamadan hemen sonra Aziz ve başka bir şahitle karşılaşmışlardır. Bu, Aziz, karısı ve Yusuf (as) için en sıkıntılı andır. Gerçek bir şok halidir. Yerli yerinde bir Büyük Olaydır. Bundan sonraki ayetleri iştahla okutacak bir merak uyandırarak gelişme bölümü başlar. Zira bundan sonraki olaylar zincirinde yeni durum iyice gelişerek arapsaçına döner.  Yusuf’un (as) büyük olaydan edindiği he­defi, kadınlara karşı iffetini korumaktır.  Ana hedefi ise hikâye başında gösterilmiş­tir. İnsanlara maddi ve manevi rehberlik etmektir. Başkahraman aksiyonlara gire­cektir. Bu aksiyonlar başarısız olacak ve yeni aksiyonlara atılacaktır. Hikâyenin ortasına doğru olaylar öyle giriftleşir ki içinden çıkılamaz gibi gözükür. ayette Melik karmakarışık bir rüya görür. İleri gelenler ise bunlar ‘Adgâsu Ahlâm’ derler. Yani yeşil ve kuru otların yumak gibi birbirine dolaştığı karmakarışık rüyalardır. Göstere göstere, hikâyenin rüya güdümlü planı dâhilinde nasıl da karıştığını ‘Adgâsu Ahlâm’ deyimiyle dile getirmiş oldular. Yusuf (as) kıssasındaki Çimdik anı 54. ayet­te melikin Yusuf’la (as) konuştuktan sonra onun çok değerli birisi olduğunu anlayıp yanına almasıdır. Hemen 55. ayette Yusuf (as) açık açık mısır krallığını kıtlıktan kur­tarmak, yani insanlığa rehberlik için Melik’ten yetki ister. Artık Yusuf (as) için geri dönüş yoktur. Hikâyenin bütünlüğünü ve 77’nci içeriğini dikkate aldığımızda 77. ayet tam da Kriz anıdır. Hem de surenin kıssanın anlatıldığı kısmının %75’nci noktasında yer alır. İçeriğinde ağabeyleri şöyle diyor: “Eğer o (Bünyamin) çaldıysa, doğrusu daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı.” Ağabeyleri karşıt karakterler olarak farkında olmadan Yusuf’un (as) nefsini şiddetle tahrik ettiler. Eğer nefsinin arzusuna uysaydı, hazır eline düşmüşlerken onlardan intikam alabilirdi. Ama ne yaptı? 77. ayet devamla “O vakit Yusuf (as) , bunu içine attı ve onlara bunu belli etmedi”  diye ekler. Bu tercihiyle “Vel kazimine’l-gayza, vel afine aninnas” sırrına mazhar oldu. Gerçek rengini gösterdi. Kahramanlar, Hedefler, İhtiyaçlar, Zaaf­lar ve Hikâye İçinde Hikâye Senaryolarda iki ana karakter olmak zo­run­­dadır. Bunlardan iyi adam olanı baş­kah­­­ramandır. Olaylar başkahramanın et­­ra­­­­­­­fın­da döner. Çoğu olayın ya öznesi ya nes­­ne­sidir. Bir de karşıt karakter ve­ya karak­terler olabilir. Karşıt karakter baş­kahramana muhalefet ederek onun he­de­­fi­ne ulaşmasını engellemeye çalışır. Kar­şıt karakterlerin tam bir şeytan olması ge­rekmez. Başkahramanla aynı hedefi ister ya da sadece onu engellemek ister. Ama karşıt karakterler de kendilerine göre haklı bir gerekçe sahibidirler. Karşıt karakterler bir çeteyse, çeteden birini öne çıkartıp biraz daha hırslı yapmak dramayı artıracaktır. Başkahramanın ekibinde de yardımcı ka­rak­terler olabilir. Fakat her karakterin fil­mi bir adım öteye taşımak gibi bir görevi vardır. Gereksiz karakterler olmaz. Hikâyenin giriş bölümünde karakterler, hi­kâ­yenin teması ve geçtiği mekân tanıtılır. Çoğu zaman açılış sahnesi başkahramanın tanıtımıyla başlar. Daha sonra giriş bölümü bitmeden karşıt karakterler tanıtılır. Karşıt karakterler de baş tarafa yakın tanıtılsa daha iyidir. Başkahramanın farkında olmadığı,  fakat izleyicinin farkında olduğu ihtiyaçları ve karakter zaafları vardır. Dış hedefe karşıt karakterler muhalefet eder, ihtiyaçlara zaaf­lar muhalefet eder. Kriz anında sıklıkla ihtiyaçlar şuur seviyesine çıkar.  İhtiyaçları, zaafları ve hedefleri arasında bir tercih yapmak zorunda kalır. Hikâyedeki her ka­rak­terin kendine göre hedef, ihtiyaç, zaaf ve dönüm noktaları olabilir. Bir hikâye içinde iki hikâye anlatılır. Dış hikâye ve iç (duygusal) hikâye. Dış hikâye ana omurgadır. Ama asıl amaç dış hikâye değildir. O sadece hikâyeyi ileri taşımak için vardır. İç hikâye ise ilişkiler üzerinden gider. Kriz anında iç hikâye ve dış hikâye kafa kafaya tokuşur. Krizden sonra hikâyenin sonuna doğru son gösteriler yapılır. Son gösteride mutlaka başkahraman en faal eleman olmalıdır. Kendi kurtuluşunu ken­di sağlamalıdır. Hikâyenin en sonunda en büyük sahne bulunur. Bu sahne Büyük Olaydan bile büyüktür. Çünkü geçmiş kısımdaki her şey bu sahneyi hazırlamak için var olmuştur. Yusuf (as) kıssasında hadiseler Hazret-i Yusuf (as) etrafında dönmektedir. Başkah­raman odur. Karşıt kahramanlar ise başta şeytandır. Karşıt karakterler tam bir şeytan olmak zorunda değil demiştik. Ancak bu hikâyenin teması gereği bütün kötülerin ilham kaynağı olan şeytan burada baş karşıt karakterdir. Ana karakterin kalitesi karşıtıyla ortaya çıkar. O yüzden Şeytan’ın karşıtlığı dramayı körüklemiştir. Şeytan bil­fiil değil de nefislere tesir ederek etkisini gösterir. Diğer karşıt karakterler Ağabeyleri, azizin karısı ve mısırlı kadınlardır.  Yusuf (as) kıssası 4. ayette Yusuf’un (as) ba­bacığına rüyasını anlatması ile başlar. He­men sonraki ayette ise ağabeylerinin tuzak kurma ihtimali ve şeytanın insan için apaçık bir düşman olduğu söylenir. Azizin karısı da 21. ayette devreye sokulur. Yusuf’un (as) farkında olduğu açık bir hedefi vardır. Bu hedef 6. ayette bir peygamberlik olarak ortaya konmuştur. Bunu vazife olarak da tevil edebiliriz. Zira peygamberlik alınmaz, verilir. Hedefi buna layık olmak diyelim. Yusuf’un (as) iki ihtiyacı vardır. Birisi ağa­­beylerinin onu kardeş olarak kabul et­me­­leridir. Dünya kabul ettiği halde en yakınlarının kabul etmesi mühim bir ih­tiyaçtır. İkinci ihtiyaç ise, ahiret mükâ­fatının elbette daha hayırlı olduğunu an­lamasıdır. İki zaafı vardır. Biri yakışıklı bir bedene,  güçlü bir zekâ ve ilme sahip ol­ma­sı, diğeri ise nefsinin arzularıdır.  Nefsin arzu­ları diğer karakterlerin de zaafıdır. Kıs­kançlık, şehvet, unutkanlık olarak kendini gösterir. Kıssanın sonuç kısmında Yusuf (as) çeşitli planlarla ailesini adım adım Mısır’a taşı­mıştır. Kardeşleri veya babası Yusuf’u (as) bulup Kenan’a götürmemiştir. 100. ayette tüm aile bir araya gelir. Yusuf’a (as) saygı secdesine giderek ta baştaki rüyayı gerçekleştirmiş olurlar. Sonuç bölümü bo­yunca başkahraman ve diğer kahramanlar, ihtiyaçların ve almaları gereken derslerinin farkına varırlar. 100. ayette Yusuf (as) asıl düşmanın şeytan olduğunu öğrenmiştir. Ve dünya mükâfatının en zirvesindeyken bunun devamını istemek yerine, Müslü­man olarak vefatını istemiştir. Yusuf (as) kısasının ana fikir 57. ayette açık­ça ilan edilmiştir. ”Elbette âhiret mükâfatı iman edip (günahlardan) sakınanlar için daha hayırlıdır.”

Huseyin SAVRAN 01 Ocak
Konu resmiArife Tarif Gerekmez Lakin…
İnsan

Her eskiye elveda bir yeniye merhaba demek aynı zamanda… Miladi bir seneyi daha tamamladık. Bir se­neyi daha irfan mektebinde diz çökerek, hakikat ve marifet taharrisiyle –inşallah rıza ve muhabbet ile- uğurladık. Mevkute olma­nın geçiciliği ve çabuk tüketilme özelliği ile birlikte, hayatlarımızın satırlarını İrfan Mektebi vesilesiyle kalın çizgilerle çizme fırsatı yakaladık. Dertlerimizi konuştuk. Dermanını konu­nun uzmanlarıyla tartıştık. Sizlerin dünya­sına taşıdık. Beraberce kafa yorduk, yorul­duk, yoğrulduk… Hiçbir söz kulaktan girdiği gibi kalmaz in­san ruhunda. O an olmasa bile zamanı gelir, ic­raat yapar; en hassas ve kritik anlarımızda. Bu­na binaen çaldık kapılarını mütehassısların. Ve gerek onların söyledikleri, gerek hakikat kitabından iktibas edilip şerh edilenler, ge­rekse tecrübeden yansıyıp ruhumuzda ma­kes bulan nice güzel meseleleri taşıdık irfan soframıza. Merhun vakte kadar devam edecek beşer yol­culuğu. Ve hep aranacak arananlar. Ve irfan taşıyıcıları hep var olacaklar; yıpranmış ruh­larımıza, unutulmuş hatıramıza, bedenimize sığmayan ruhlarımıza yol bulacaklar her daim. Ve her vedayla gelen merhaba ile sizlere seslenecekler Peyami Safa’nın cümlesiyle: “Ancak şimdiye hâkimiz. Şimdilik durmak değil, şimdiden başlamak gerek.” Evet, sevgili dostlar! Zaman eğer manası, hik­meti, kıymeti bilinmezse aleyhimize işli­yor. Her ne yaparsak yapalım Hak namına çalışmak, Hakikat uğruna uğraşmak, Ahiret beyderine dane taşımak olmazsa derdimiz, ha var olmuşuz şu âlemde, ha hiç olmamışız. Madem varız, o zaman olması gerekenle mu­hatap olalım ve işgal ettiğimiz yerin de zamanın da hesabı var olduğunu hiç ama hiç aklımızdan çıkarmayalım. Bütün bunlarla birlikte yine ve yeni bir sayıyla karşınızdayız. Kıyafetle karşılanan, fakat sözle uğurlanan dünya meclisinin ik­tizasınca evvel beyan etmeliyim ki tasa­rımla başladık işe. Yeni bir yüzle, yeni bir kıyafetle huzura vardık. Mezkûr zikrimce ifade eyle­diğim üzere gayetle biliriz ki, sözleriyle uğur­lanmak var bu âlemde. Evet, sözümüzü de kavi kıldık inşallah. Dos­yamızda toplumun temel çekirdeği olan aileye yer verdik. Geleceğimizin inşasına te­mel taşı olan fertlerin yetişme, ahirete uza­yan refakatlerin durağı ve toplumu ayakta tutan direği aileye bir kez daha dikkatleri çekmek istedik. Kâh ruhun derinliklerine seyahat ettik, kâh 40’ından sonra hayatı nasıl yaşanması gere­ğine dikkat çektik. Hakkâri’de yavrucukların yüreğine dokundu şirin kalemlerimiz. Tah­lillere devam dedik. Efendimizin vilade­ti­ne dikkat çektik. İnsan var oldukça söz olacaktır. Rabbim gü­zel söyleyip güzel yazabilmeyi, en önemlisi de rızasına dâhil olabilecek etkileşim ve ir­tibatı nasib eylesin. Biz yeni seneye yepyeni bir enerji ve iştiyakla müheyya ve hazırız. Bütün ekibimizle çalışmalarımıza devam edi­yoruz. Sizlerin de kavli ve fiili dualarıyla da­ha pek çok güzel çalışmaları hep birlikte ya­pa­cağız inşallah. Aczimizin farkında olarak ve sene itiba­riyle işin başında olmak haysiyetiyle kudret-i İla­hi­ye müteveccihen duamızdır: “Allah’ım! Bizim için bu günün evvelini rah­met, ortasını fâni ve fena şeylerden çekin­mekle saadet, sonunu fazlını göstermekle ik­ram eyle.” Amin. Kalın sağlıcakla.

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Bedîüzzaman Hazretleri nasıl geçiniyordu? Kimseden yardım görmeden nasıl geçine­bildiği Eskişehir Hapishanesinde Bedîüz­zaman Hazretlerinden sorulmuş, Üstâd şöy­­le cevâp vermiştir: “Dokuz sene ikâmet et­ti­ğim Barla halkının müşâhedesiyle, şid­det-i iktisâd berekâtıyla, tam kanaat hazinesiyle. Ekser günlerde her bir gün yüz para (2,5 kuruş) ile, bazı daha az bir masrafla yaşadığımı benimle temas eden dostlarım bilirler. Hatta yedi sene zarfında; elbise, pabuç gibi şeylere yedi banknot ile idare ettim… Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de aldı­ğım maaştan çoğunu, o zaman yazdığım ki­tapların tab’ına sarf ettim. Az bir kısmı­nı, Hacc’a gitmek için sakladım. İşte o cüz’î para, iktisâd ve kanâat berekâtiyle on se­ne bana kâfi geldi ve yüzsuyumu döktürme­di; daha o mübarek paradan biraz var.” (Bedî­üzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, 1. Cild, Sayfa 347) Ataşehir Mimar Sinan Câmii 20 Temmuz 2012 Cuma günü ibadete açılan Mimar Sinan Câmii, 22 ayda inşa edilmiş ve 40 milyon TL’ye mâl olmuştur. Dış görünüşü itibariyle Edirne Selimiye Câmiini andıran câmi, altı ayaklı plan tipine göre inşa edilmiştir. 42 metre kubbe yüksekliğine sahip olan camide, 72 metre yüksekliğinde üçer şerefeli 4 minare bulunmaktadır. Caminin ana kubbesinde Fâtır Suresinin 41. ayeti, yarım kubbelerin her birinde ise Furkan Suresinin ilk altı ayeti sırasıyla yazıldı. Camideki avizeler hat sanatının kullanıldığı özel tasarımlarıyla dikkat çekmektedir. Ana avizede ‘Ol der ve olur’ manasına gelen ‘Kün fe yekün’ ayeti, diğer altı avizede ise Allah’ın isimlerinden ‘Sübhân’, ‘Bürhân’, ‘Deyyân’, ‘Mennân’ ve ‘Hannân’ yazılıdır. Bu isimler, ‘Kerîm’ ismi ile birbirine bağlanmıştır. Halep oradaysa, arşın burada Vaktiyle görgüsüzün biri kısa bir müddet Halep’te kalmış. Yurduna dönünce de yerli yersiz konuşmaya; “Ben Halep’te şöyle yaptım, böyle yaptım.” gibi atıp tutmaya başlamış. Öyle ki övünmelerinden halka gına gelmiş. Günlerden birinde köy odasında oturulurken söz cirit oyunundan, uzun atlamadan açılmış. Bizim övünme meraklısı dayanamayıp söze girmiş: “Ben Halep’te iken on beş arşın (on metre) atladım.” Sabrı tükenenlerden biri itiraz etmiş: “Yapma be iki gözüm, on beş arşın atlamak kim, sen kim?” Bunun üzerine palavracı cevap vermiş: “Canım ne var on beş arşında, atladım işte!” O sırada aralarında bulunan bir marangoz, malzemeleri arasındaki arşını (68 cm) çıkarıp ortaya koymuş: “Halep oradaysa, arşın burada! Haydi, atla da görelim.” (İskender Pala, İki Dirhem Bir Çekirdek) 06 Ocak 1389 Muhammed Bahâeddîn Nakşibendî Hazretleri vefat etti 1318 senesinde Buhara’nın yakınlarındaki Kasr-ı Ârifân Köyünde dünyaya geldi. Daha üç günlük bebek iken Muhammed Baba Semmasî Hazretleri tarafından manevî evlâd olarak kabul edildi. Daha sonra Semmasî Hazretleri onu müridi Seyyid Emîr Külal Hazretlerine teslim etti ve tasavvuf terbiyesinde yetiştirilmesini istedi. Şâh-ı Nakşibendî lakabıyla şöhret buldu. Şâh-ı Nakşibendî Hz., tarikatın âdâb ve usulünü öğrendiği sıralarda, bir gece rüyasında, kendisinin doğumundan bir asır evvel vefat etmiş olan Abdülhâlik-ı Gücdüvanî Hazretlerini görür ve onun manevî şahsiyetine intisâb eder. Evvelâ tasavvufu öğrenip bilahare ilmî eğitimini tamamlamış olduğundan, “Üveysî” lakabıyla anılmaya başlanır. Hafî zikri esas alan Nakşibendî tarikatının kurucusu olan Hazret, 1389 senesinde vefat etmiştir. 22 Ocak 1842Baytar Mektebi açıldı İlk Baytar (Veteriner) Mektebi, 12 öğrenci ve 3 yıllık öğretim süresi ile açıldı. Dersler 1849’dan itibaren Maçka’da, 1853’den itibaren Taşkışla’da ve 1873’den itibaren ise Galatasaray’daki askerî tıp okulunda verildi. 1886’da ilk baytar rüşdiyesi açıldı. Bu rüşdiyeyi bitiren öğrenciler, Çengelköy’deki askerî idadiye, oradan da baytar mektebine gitmeye hak kazanıyorlardı. Baytar mektebi 1905’de Haydarpaşa semtinde yeni inşa edilen tıb mektebi binasının bir kanadına nakledildi. Diğer yandan 1889’da ilk sivil baytar mektebi kuruldu. İlk mezunlarını 1893’de verdi. Bunlar arasında Millî Şairimiz Mehmed Akif Ersoy da bulunuyordu. 1894 senesinde ise Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlîsi kuruldu. 17 Ocak 395Roma İmparatorluğu ikiye ayrıldı Roma İmparatorluğu, Roma Cumhuriyetinin Augustus liderliğinde M.Ö. 1. yüzyılda yeniden teşkilatlanmasıyla kurulan Antik Roma Devleti’dir. Roma İmparatoru Theodosius’un 395 senesinde ölümünün ardından ülke, oğulları Arcadius ve Honorius arasında bölüştürüldü. Arcadius, başşehri İstanbul olmak üzere ülkenin doğusunun imparatoru, Honorius ise başşehri önceleri Milano sonradan Ravenna olan ülkenin batısının imparatoru oldu. Batı Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçü ile Avrupa’ya gelen Cermen kavimlerinin saldırıları neticesinde 476 senesinde yıkılmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu ise 1453’de Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle birlikte tarih sahnesinden silinmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiBaştan Sona Rahmet
İbadet

“İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir ha­zine-i nûr buluyor. O hazineyi bulmanın çaresi, rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o rahmetin en belîğ bir lisânı ve dellâlı olan ve Rahmeten-li’l-Âlemîn unvanıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Ves­selâmın sünnetidir ve tebeiyetidir. Ve bu Rahmeten-li’l-Âle­mîn olan rahmet-i mücessemeye vesîle ise, salavattır.” Âlemlere Rahmet Enbiyâ Suresi 107. ayet-i kerimesinden de “(Ey Resulüm!) (Biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik.” Anlaşıldığı üze­re Peygamber Efendimiz (asm), en baş­ta ümmeti için, daha sonra ve daha ge­niş daire­de insanlık ve mevcûdât için ve en geniş dairede de bütün kâinât için bir rah­met­tir. Hattâ öyle bir rahmettir ki; bu rah­met­ten istifade etmeyen kalmamıştır. “İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tü­kenmez bir hazine-i nûr buluyor. O hazi­neyi bulmanın çaresi, rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o rahmetin en belîğ bir lisânı ve dellâlı olan ve Rahmeten-li’l Âlemîn unvanıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâ­mın sünnetidir ve tebeiyetidir. Ve bu Rah­meten-li’l-Âlemîn olan rahmet-i mücesse­meye vesîle ise, salavattır. Evet, salavatın manası rahmettir. Ve o zîha­yat mücessem rahmete, rahmet duâsı olan salavat ise, o Rahmeten-li’l-Âlemîne vusule vesîledir. Öyle ise sen, salavatı kendine, o Rahmeten-li’l-Âlemîne ulaşmak için vesîle yap. Ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesîle ittihâz et. Umum ümmetin, Rahmeten-li’l-Âle­mîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hak­kında, had­siz bir kesretle, rahmet mana­sıyla salavat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymetdâr bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir surette isbât eder. Elhâsıl: Hazine-i rahmetin en kıymet­dâr pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ah­medi­ye Aley­hissalâtü Vesselâm oldu­ğu gibi, en birinci anahtarı da Bismillâhirrahmânirra­hîm’dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavat­tır. (Tılsımlar 11-12)” Tılsımlar Mecmûasındaki bu izâhâttan da anlaşıldığı üzere Ümmet-i Muhammed’in bu rahmetten istifâdelerinin ziyâde olma­sı için bol bol salavat getirmeleri gerekmek­tedir. Salavat getirenler, bitmez tükenmez rahmet hazinelerini, bereketi ve hayrı üzer­lerine celb ediyorlar. Salavat, Peygamber Efendimiz’le (asm) sala­vatı getiren arasında bir bağ kuruyor. Bu bağ, insanın üzerine rahmeti çekiyor. sala­vat, bu rahmete ulaşmak için bir anahtar hükmüne geçiyor. Âlemlere Rahmet Olarak Gönderildi Cenâb-ı Hakk, ilk olarak Nûr-u Muham­medî’yi yarattı. Kâinatı ise bu Nûr-u Mu­hammedî’den yarattı. Bu sebeble Nûr-u Mu­hammedî yaratıldığından beri, rahmete nasıl vesîle olduğunun sayısız örnekleri gö­rün­müştür. En başta kâinatın yaratılışı bile Nûr-u Muhammedî’nin vesîlesi ile olmuştur. Şimdi Peygamber Efendimizin (asm) na­sıl âlemlere rahmet olduğunun sayısız örnek­lerinden bir kaçını burada zikredelim: Hz. Âdem’in (as) Tövbesinin Kabulü Hz. Âdem (as) cennetten çıkarılarak dünya­ya gönderildikten sonra yıllarca tevbe is­tiğ­fâr etti ve ağladı. Bir rivayete göre en son; “Ya Rabbi, Muhammed Aleyhisselâm hürmetine beni affet.” dediği için tövbesi kabul olunmuştur. Bu duası üzerine Ce­nâb-ı Hakk buyurdu ki; “Ya Âdem, Mu­ham­med Aleyhisselâm’ı nasıl bildin?” Hz. Âdem (as) cevaben: “Ya Rabbi, bana ruh ver­diğin zaman gözümü açtım. Arşın ke­narında ‘Lâ ilâhe illallâh, Muhammedü’r-Re­sulüllâh’ yazılmış gördüm. İsmini ismine yakın yazdığından O’nu çok sevdiğini an­ladım.” dedi. Cenâb-ı Hakk buyurdu ki: “O, senin zürriyetinden bir Peygamber­dir. O’nu yaratmasaydım, seni ve evlâdını yaratmazdım. O’nu şefaatçi gösterdiğin için seni affettim ve günahını bağışla­dım.” (Meâricü’n-Nübüvve, s.133) Ebû Leheb’in Azâbının Hafifletilmesi Ebû Leheb’in Süveybe isimli bir cariyesi var­dı. Peygamber Efendimiz (asm) doğduğu gece Ebû Leheb’e haber verdiler. O da sevinip, bu müjdeye karşı Süveybe’yi azâd etmiştir. Peygamberimizi doğumundan son­­­ra ilk yedi gün annesi emzirdi. Daha son­­ra ise sütannesi Hz. Halime’ye (ra) ka­dar -bir rivayete göre- Süveybe emzirdi. Hz. Abbas (ra) dedi ki: “Ebû Leheb’i öldükten sonra rüyamda gördüm. Hâlini sordum. Cevaben; ‘Öldüğüm günden be­ri çeşitli azâblarla karşılaştım. Fakat her pazartesi gecesi azâbım hafifler. Şehadet parmağımla orta parmağımdan su damlar, onu içerim. O gece Muhammed’in (asm) do­ğum ha­berine sevinip Süveybe’yi azâd et­miştim.’ dedi.” (Meâricü’n-Nübüvve, s.262) Fil Hâdisesi Peygamber Efendimizin (asm) dünyaya teş­riflerine iki ay vardı. Habeş Meliki Ebrehe, Kâbe-i Muazzama’ya rakip olarak bir kilise inşâ ettirmişti. Bu sayede insanların Kâbe’yi bırakıp bu kiliseyi ziyaret edeceklerini za­n­nediyordu. Ancak ümit ettiği gibi olmadı. O da kendince Kâbe’yi yıkmaktan başka çare olmadığına karar verdi ve içinde Fil-i Mahmudî isimli çok büyük bir filin de olduğu altmış bin kişilik büyük bir ordu hazırlattı. Ancak ordu Mekke’ye yaklaşınca fil yürümediği için geri dönmek zorunda kaldılar ve geri dönüş yolunda ebabil isim­li kuş sürülerinin attığı taşlarla Ebrehe ve ordusu helak oldular. Fil suresinde an­latılan bu hâdisenin olduğu seneye Fil Senesi denmiştir. Bir rivayete göre bu hâ­diseden yaklaşık elli iki gün sonra Pey­gam­ber Efendimiz (asm) dünyaya gelmiştir. Âlemlere rahmet Peygamber Efendimiz (asm), daha dünyaya gelmeden Mekke ve Mek­­keliler için bir rahmet olmuş; büyük bir fe­lâ­ketten kurtulmalarına vesîle olmuştur. O’nun Yüzü Suyu Hürmetine Yapılan Duanın Kabulü Peygamber Efendimiz (asm), annesi ve­fat ettiğinde altı yaşındaydı. Annesinin vefa­tından sonra dedesi Abdülmuttalib, Pey­gam­­ber Efendimiz’i (asm) himayesine aldı. Pey­gamber Efendimizin (asm) dedesinin hi­mâ­yesinde bulunduğu bu dönemde, Mekke’de şiddetli bir kuraklık hüküm sü­rüyordu. Bir gün Abdülmuttalib, yanına Peygamber Efendimiz’i (asm), Ebû Talib’i ve Kureyşliler’i de alarak Ebû Kubeys dağına çıktı. Yüzünü Kâbe’ye çevirdi ve Peygamber Efendimiz’i (asm) üç defa semaya doğru kaldırarak; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için bizi bereketli bir yağmur ile sevindir.” diye dua etti. Cenâb-ı Hakk, Peygamber Efendimizin (asm) yüzü suyu hürmetine yapılan bu duayı kabul etti ve yağmur yağmaya başladı. Şeytanların Taşlanması Peygamber Efendimiz (asm), dünyaya gel­diği gece gökyüzünde çok sayıda yıldızın kaydığı görüldü. Bu kayan yıldızlar, ‘Allahu a’lem’ aslında yıldız değil, göktaşlarıydı. Bu göktaşları, kâhinlere bilgi getiren cinnîleri ve şeytanları semadan uzak tutmak için melekler tarafından atılmıştır. Peygam­ber Efendimiz (asm) dünyaya gelene kadar, cin­­nîler ve şeytanlar sema kapılarına kadar ge­lir, meleklerin Levh-i Mahfûz hakkında­ki ko­nuşmalarını dinlerlerdi. Fakat kutlu doğumdan sonra kâhinlerin bilgi kapısı kapanmıştır. Şeytanlar ve cinnîler daha gaybî haber getirememektedirler. Cevşen Cebrâil (as), Peygamber Efendimiz’e (asm) Cevşenü’l-Kebîr duasını getirdiğinde; Pey­gam­ber Efendimiz (asm), Cebrâil’e (as) sordu: “Bu duânın tesîri ve hâssası yalnız bana mıdır? Yoksa ümmetime de şâmil midir?” Cebrâil (as) dedi: “Ya Resulallâh! Bu dua, Allahu Azîmüşşân tarafından sa­na ve ümmetine bir hediyedir. Bu dua­nın sevabını Allahu Azîmüşşân’dan gayrı kimse bilmez.” Cevşen özelindeki bu ör­nek, Peygamber Efendimizin (asm) hayatı boyunca çok defalar tekrarlanmıştır. Pey­gamber Efendimiz (asm), kendisine verilen her ikramı, lütfu ve ihsanı ümmeti için de istemiştir. Makâm-ı Mahmûd Peygamber Efendimiz’e (asm) şefaat hakkı kazandıracak olan Makâm-ı Mahmûd ise, Ümmet-i Muhammed için rahmetlerin en büyüğü olsa gerek. Mahşer günü Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’e (asm) Ma­kâm-ı Mahmûd’u vermesi için her ezân ve kâmetten sonra yaptığımız duâ da rahmet kapılarını açacak anahtarlardan birisi.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiİhlas Suresi'nin İ'cazının Bir Nüktesi
Risale-i Nur

İhlas Suresi’nin i’cazının bir nüktesi O Kur’ân-ı Azîmüşşân nasıl bir bahr-i tev­hîddir, bir tek katre, misâl için bir tek sûre, fakat kısa bir tek remzi, nihâyetsiz rumû­zundan, bütün envâ‘-ı şirki redde­der. Hem de yedi envâ‘-ı tevhîdi eder isbat. Üçü men­fî, üçü müsbet, şu altı cümlede birden. Kur’an-ı Kerim Allah’ın bir olduğunu gös­te­ren bir okyanus gibidir. Bu okyanus­tan bir damla ve güzel bir örnek İhlas Suresi­’dir. Bu surenin sayısız işaretlerinden birisi kısa­ca açıklanacaktır. İhlas Suresi genel olarak şirk türlerinin bütününü reddetmektedir. Bununla birlikte tevhidin yedi mertebesini de ispat etmektedir. İhlas Suresindeki ilk üç cümle الصَّمَدُ اللَّهُ /أَحَدٌ اللَّهُ /هُوَ قُلْ Cenab-ı Hakk’ın var ve sabit olan isim­leriy­le tevhidi ispat etmektedir. Diğer üç cüm­lesiyle de أَحَدٌ كُفُوًا لَّهُ يَكُن وَلَمْ / يُولَدْ وَلَمْ /يَلِدْ لَمْ Allah’ın ne olmadığını gösteren yönüyle tevhidi ispat etmektedir. Birinci cümle: هُوَ قُلْ karînesiz işarettir. Demek ıtlâkla ta‘yîn­dir. O ta‘yînde taay­yün var. Eyهُوَ اِلَّا هُو لَا Şu tevhîd-i şuhûda bir işarettir. Hakî­­kat­bîn nazar, tevhîde müstağrak olur­sa der ki:  لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو هُوَ قُلْ karînesiz işarettir. “De” Habibim ya Muhammed (asm)! Allah’ın sana indirdiği bu Kur’an-ı Kerim, Allah’ın hak kelamıdır. İçindekiler hakikattir. Şeksiz ve şüphesiz tasdik ettiğin gibi herkese de söyle. Onlar da böyle söylesin. ‘O’ anlamına gelen ‘Hüve’ lafzı, isim, sıfat ve herhangi bir özellik belirtmeksizin bir zata işaret etmektedir. Demek ıtlâkla ta‘yîndir. Ancak hiçbir özel­liği belirtilemeden ve ona hiç bir sınır çizilemeden gösterilen, gösterilmek iste­nen bir zat vardır. Hiçbir hususiyeti veril­me­den anlaşılması istenen o zat, idrak edile­mez bir zat olmalı ki ancak ıtlakla (her şeyi kuşatmasıyla, sonsuzluğuyla, hadsiz olma­sıyla) ona işaret edilebilmektedir. Bu da onun isim ve sıfatlarının bir sınır­landırma kabul etmediğini göstermekte­dir. Demek O, sınırlandırılamamakla, nihayet­sizliğiyle, her şeyi kuşatmasıyla, istiklaliyle belirtilen bir zattır. O ta‘yînde taayyün var. Ey هُوَ اِلَّا هُو لَا Şu tevhîd-i şuhûda bir işarettir. Hakî­katbîn nazar, tevhîde müstağrak olursa der ki: مَشْهُودَ اِلَّا هُو لَا Her ne kadar ‘Hüve’ lafzıyla, ıtlakla işaret edi­len bir zat varsa da, O, Cenab-ı Hakk’ın za­tıdır. Yani ‘Hüve’ kelimesi Cenab-ı Hakk’ın zatını gösteren bir lafızdır. Çünkü haddi, hududu, olamayan, sıfatları ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Allah’ı tanımak isteyen kullar içinde en yük­sek mertebe sahibi olan mukarreb kul­­lar, bu kelimeyle Yüce Allah’ın zatını kas­tederler. Çünkü onlar varlığa baktıkları zaman; Her bir şeyin yaratıldığını, bun­ların kendi başlarına varlıkta kalamadık­larını, varlıklarının Allah’a bağlı olduğunu görmektedirler. Varlığın her an, her şey­le­riyle Allah’a muhtaç olduğunu müşahede etmektedirler. Varlığın meydana gelmesinin gerçek sebebinin Allah olduğunu bilirler. Bizzat hiçbir şeye muhtaç olmadan ezeli ve ebedi varlığa sahip bir tek Allah oldu­ğunu bilir ve görürler. Yani vacibu’l-vücud Allah’tır. Ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayan yegâne varlık Allah’tır. İşte varlığı zorunlu, muhtaç olmaktan uzak, ezeli ve ebedi olan bir Allah’ı gördüklerinden, ondan başka bizzat, müstakil, bağımsız ikinci bir varlık görmediklerinden derler ki: “Ondan başka vacibü’l-vücud, ezeli ve ebedi bir varlık yoktur. Bir tek O vardır. Bu anlamda ikinci bir varlık yoktur. Onun için “O” diye ifade edilir.” İşte nefislerini safileştiren mukarreb kul­ların bu tevhidi, tefekkürle, basiretle, keşfiyat­la gördükleri bir hakikattir. Hakikati gören bir fikir bizzat, müstakil, bağımsız, zorunlu, muhtaç olmaktan münezzeh, ezeli ve ebedi bir tek varlığın Allah’ın zatı olduğunu görür ve der ki “Görünen bütün varlıklar Allah’ın yaratmasıyla onun birer eseridir. Kendi başlarına meydana gelmemişlerdir. Onları varlığa çıkaran ve varlıkta tutan O’dur. Varlığı kendinden olan ise O’dur. Bu manada müşahede edilen ve anlaşılan tek vücud onundur. Kısacası “Ondan başka vacibü’lüvücud olma yönüyle müşahede edilen yoktur.” İkinci cümle: اَحَدٌ اَللّٰهُ  dir. Ki tevhîd-i ulûhiyete tasrîhtir. Hakîkat, hak lisânı der ki: مَعْبُودَ اِلَّا هُو لَا Allah lafzı bütün kemal sıfatları içine alan ve Yüce Allah’ın zatına delalet eden bir lafızdır. Ehad ismi ise hiçbir cihetle ortağı ve dengi olmayan Cenab-ı Hakkın bütün/ekser Esma-yı Hüsna’sı ile her bir varlığın yanında hazır ve nazır olmasıdır. O, tektir. Böyle bakıldığında mana şöyle olmaktadır: Bütün kemal sıfatların sahibi olan, ortağı ve benzeri bulunmayan ve bütün Esma-yı Hüsna’sı ile her bir varlığın yanında hazır, nazır ve mekândan münezzeh Allah ibadete layıktır. Allah’tan başka hiçbir varlığa ibadet edilmez ve edilemez. İşte bu hakikat der ki “Ondan başka ibadete layık olan yoktur.” Evet, bütün peygamberler insanlara ger­çek bir tevhid için iki hakikati tebliğ etmişler­dir. Birincisi: Her bir şeyin yaratıcısı yalnız Allah’tır. Ondan başka yaratıcı yoktur. İkincisi: Ondan başka ibadet edilecek İlah yoktur. Mabud yalnız O’dur. Bu ikisi ile tevhid tamam olmaktadır. Yoksa Allah’ın varlığını ve birliğini kabul edip başka varlıklara tapmak, ibadet etmek gerçek tevhidi ifade etmemektedir. Mek­ke müşrikleri yerin ve göğün yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ederlerdi. Fakat putlara da ibadet ederlerdi. Bundan dolayı Kur’an onlara müşrik dedi. Demek yaratıcı, bir ve tek olan Allah olduğu gibi ibadet edilecek Mabud da bir ve tek olan Allah’tır. Üçüncü cümle: الصَّمَدُ اَللّٰهُ dir. İki cevher-i tevhîde sadeftir. Birinci dürrü, tevhîd-i rubûbiyet. Evet, nizâm-ı kevn lisânı der ki: خَالِقَ اِلَّا هُو لَا Bu kelam iki inci hükmünde olan ve tev­hidin iki cevherini içinde bulunduran bir sadeftir. Birinci inci: Yüce Allah’ın Rubu­biyetindeki tevhididir. Evet, her şeyin sahibi yalnız odur. Her şeyi idare eden yalnız odur. Varlığı yaratıp hedeflerine giderken onları kollayıp gözeten yalnız odur. Bu yolda ihtiyaçlarını görüp ve önlerindeki engelleri kaldırarak hayatlarının devamını sağlayan yalnız odur. Her bir şeyi nimetleriyle terbiye ederek ıslah eden yalnız odur. Her şeyin seyyidi yalnız odur. Cenab-ı Hakkın, bu manaları taşıyan rububiyetinde ortağı yoktur. İşte bu manaların bir ifadesi hükmünde olan âlemdeki düzen, bunu şöyle ifade etmektedir: “ Ondan (Allah’tan) başka yaratıcı, terbiye edici, ıslah edici ve seyyid olan başka yoktur.” İkinci dürrü, tevhîd-i kayyûmiyet. Evet, serâser kâinâtta, vücûd ve hem bekada müessire ihtiyaç lisânı der ki: قَيُّومَ اِلَّا هُو لَا İkinci inci: Kayyumiyetteki tevhiddir. Evet, kay­yumiyetin manasında görülüyor ki biz­zat var olan ve varlığında hiçbir şeye, hiçbir şekilde muhtaç olmayan yalnız Allah’tır. Her bir şey var olmada ve varlıklarını devam ettirmede Allah’a muhtaçtır. Çünkü varlıkların dükkânında, ne kendi ihtiyaçlarını ne de başkalarının ihtiyaç­larını görecek iktidar ve servet yoktur. Mahlûkat tam bir acz ve zafiyet içindedir. Maddi-manevi bütün ihtiyaçlarını Allah yaratmaktadır. Evet, iğnenin ustasını göstermesi, bir har­fin kâtibinden haber vermesi, bir nakşın, nakkaşına işaret etmesi gibi her bir varlık ta kendisini yaratan Allah’tan haber ver­mektedir.  

Muhlis KÖRPE 01 Ocak
Konu resmiMimar Sinan'ın Ustalık Eseri: Selimiye Camii
Tarih

Yapıldığı günden bugüne kadar bir mimari şâheser olduğu konusunda herkes ittifak et­miştir. Selimiye için “Taşın dehaya ulaşma­sı veya dehanın taş kesilmesi” tarifini ya­panlar olmuştur. Bu cami Osmanlı İmpa­ratorluğu’nun Avrupa’daki gücünün hâlâ devam ettiği XVI. yüzyıldaki politik ege­menliğini de vurgulayan son sultan yapısı­dır. Selimiye’nin kubbesi, sanayi öncesi mi­maride tek kubbeli mekân yapılarının ge­liş­mesini en son noktaya ulaştıran bir “doruk nokta” olarak kabul edilir Mimar Sinan'ın 80 yaşında iken yaptığı ve "ustalık eserim" dediği Selimiye Camii, teknik mükemmelliği, boyutları ve este­tik değerleriyle döneminin ve sonraki za­manların en muhteşem eseridir. Osmanlı-Türk mimarlık tarihinin olduğu kadar dün­ya mimarlık tarihinin de şâheseridir. Cami, Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu II. Selim tarafından Hassa Mimarı Koca Sinan'a yaptırılmıştır.  Yapım tarihi 1569-1575 yılları arasında olup yapımı altı yıl sürmüştür. Yapımında dört yüz kalfa ve on dört bin işçi çalışmıştır. Evliya Çelebi Camii için 27.760 kese akçe harcandığını yazmaktadır. Cami'nin içi takriben 6000 kişi almaktadır.  27 Kasım 1574 Cuma günü açılması planlanmışsa da ancak II. Selim’in ölümünün ardından 14 Mart 1575’te iba­dete açılmıştır. Edirne'nin ve Osmanlı Devleti'nin simgesi olan Selimiye Camii, kentin merkezinde, eskiden Sarıbayır ve Kavak Meydanı denilen yerdedir. Burada daha önce Yıldırım Ba­yezid'in bir sarayı bulunmaktaydı. Mimar Si­nan camiye ilişkin yazdığı tezkirede yabancı mimarların Ayasofya'nın kubbesi kadar bü­yük bir kubbenin İslam dünyasındaki yapılarda olmadığını öne sürerek öğündüklerini söyler. O büyüklükte bir kubbeyi oturtmanın çok güç olduğunu ileri sürmelerinin kendini etkilediğini ve çok üzdüğünü, ama sonunda Ayasofya'nın kubbesinden daha büyük bir kubbeyi gerçekleştirdiğinden söz eder. Bu özelliğinden başka çok uzaklardan dört mi­naresi ile göze çarpan eser, kurulduğu yerin seçimiyle, Mimar Sinan'ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu da gös­termektedir. Mimarlık tarihine, kapladığı yer bakımından en geniş cami olarak geçen Selimiye Camii, yapı olarak 1.620 m2'lik, tümüyle 2.475 m2'lik bir alanı kaplamaktadır. Duvarları kesme taştan yapılmıştır. Duvarlarla çevrili bir avlunun ortasında yer alan cami, yaklaşık kırk metre boyunda, altmış metre eninde bir ibadet yeri ile buna kuzeyden bitişen, hemen hemen aynı ölçülerde bir şadırvanlı avludan oluşur. Bu avlunun çevresi üstü örtülü, önü açık olan revak ve sundurmalarla çevrilidir. İbadet yerine bitişik olan revaklar caminin son cemaat yerini oluşturur. Avlunun orta yerinde on altı köşeli, üzeri açık bir şadırvan bulunmaktadır. Bir tepe üzerinde bulunan Selimiye Ca­mii’nde daha önceki hiçbir camide ya da an­tik çağ mabedinde görülmemiş bir teknik kul­lanılmıştır. Daha önceki kubbeli yapılarda, asıl kubbe kademeli yarım kubbelerin üze­rinde yükselmesine rağmen, Selimiye Camii 43,25 metre yüksekliğinde, 31,25 met­re ça­pındadır. Kubbe sekiz sütuna dayanan bir kasnak üzerine oturtulmuştur. Kasnak, fil ayaklarına 6 m. genişliğinde kemerlerle bağ­lıdır. Sinan, bu şekilde örttüğü iç mekâna ver­diği genişlik ve ferahlıkla birlikte mekânın bir kerede kolayca anlaşılmasını sağlar. Kubbe aynı zamanda camiinin dış görünüşünün ana hatlarını da belirler. Mihrabın yer aldığı çıkıntılı bölümün üzeri yarım kubbe ile örtülmüştür. Yapıyı kubbenin eteklerindeki otuz iki küçük pencere ile caminin dört yüzünde yer alan ve üst üste altı sıra oluşturan pencereler aydınlatır. Caminin dört köşesinde bulunan her biri üç şerefeli 380 santimetre çapındaki minareler 70,89 metre yüksekliğindedir. Mi­narelerin alem dahil yükseklikleri 85 met­redir. Cümle kapısının iki yakınındaki minarelerin şerefelerine üç ayrı yoldan çıkılır. Diğer iki minare tek merdivenlidir. Öndeki iki minarenin taş oymaları çukur, ortadaki minarelerin oymaları ise kabarıktır. Minarelerin kubbeye yakın olması, camiyi göğe doğru uzanıyormuş gibi gösterir. Bu caminin en büyük özelliği Edirne'nin her tarafından görülmesidir. Selimiye Camisi'nin mimari özellikleri ka­dar ilgi çeken bir başka yanı da taş, mermer, çini, ahşap, sedef gibi değişik malzemelerin kullanıldığı süslemeleridir. Caminin mih­rap ve minberi mermer işçi­liğinin baş­yapıt­larındandır. İçeride, tam ortadaki Müezzin Mahfili on iki mermer sütun üzerine otur­tulmuştur. Altında küçük bir mermer havuz vardır. Kubbe ve yarım kubbeler ise son derece canlı, özgün kalemişi ile bezenmiştir. Mihrap, minber, hünkâr mahfili, kadınlar mahfilinin duvarları ve öteki duvarlar İznik çinileriyle kaplanmıştır. Bu çiniler sır altı tekniğiyle yapılmış­tır; Çinilerin bir kısmı 1877-1878 Osman­lı-Rus Savaşında sökülerek Moskova'ya götürülmüştür. Caminin Müezzin Mahfili’nin mermer ayak­larından birinin altında ters bir lâle motifi bulunmaktadır. Rivayet edilen menkıbeye göre, caminin yapılacağı arsa üzerinde bir lâle bahçesi bulunmaktaydı. Bu arsanın sahibi, başlarda arsasının satılmasını istememiştir. En sonunda, Mimar Sinan'dan camide bir lâle motifi olmasını isteyerek arsasını sat­mıştır. Mimar Sinan’da lâle motifini ters ola­rak yapmıştır. Lâle motifi bu arsada bir lâle bahçesi olduğunu, ters olması ise sahibinin tersliğini temsil ettiği rivayet edilmektedir. Ters lâle konusu çok yorumludur. Selimi­ye'nin yapıldığı yerin özel bir kişiye ait lale tarlası olduğu da kabul edilemez. Çünkü o alan Edirne'de ilk Saray'a ait olmasına rağ­men, ters lâle motifi halk arasında latif bir hikâye olarak anlatılagelmektedir.  Selimiye Camisi cami, medrese, hamam, tür­be, imaret gibi birçok binadan oluşan ve külliye denen yapılar topluluğunun bir par­çasıdır. Mimar Sinan külliyenin öbür ya­pılarının ölçülerini küçük tutarak tüm dik­katlerin cami üzerinde toplanmasını sağ­lamıştır. Bugün Edirne Müzesi'nin bir bölü­münün yer aldığı medreseler dış avlunun güney kenarının köşelerinde ve caminin kıb­le duvarının önündedir. Külliyenin son yapı­sı olan Arasta (çarşı) sonradan III. Murad dö­neminde, Selimiye'ye gelir getirmesi amacıyla vakıf olarak yaptırılmıştır. Arastada karşılıklı iki sıra halinde dizilmiş 124 dükkân vardır.Dünya mimarlık tarihinin ortak mirası olan bu şâheser cami, her mimarın rüyasını süs­le­yen dehâ mahsulü bir eserdir.

Mustafa YILMAZ 01 Ocak