07. Sayı: "Madem O Var, Her şey Var!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiIsınma küresel mi, itikadî mi?

Dünyamız kâinatın büyük nizamı içinde çok küçük bir yer tutmaktadır. Bu küçük küre dünyadaki bütün hayat sahipleri için bir beşik, emniyetli bir gemi suretinde yaratılmış. Kudreti sonsuz olan Rabbimiz, hem dışardan hem içerden yerküremize gelecek bütün tehditlerin dizginini tutmaktadır. Küresel ısınma adı altında dünyayı oldukça meşgul eden, yedisinden yetmişine herkesin dilinde dolaşan, bir dizi felaket senaryoları yazılıp çizilmektedir. Bir çok şeyde olduğu gibi bu mesele de aşırı abartılmakta ve nâehillerin dilinde hakikatin şekli değişmektedir. Özellikle medya buna zemin hazırlıyor. Mesela yetkililer bir grip salgını olacak şeklinde bir açıklama yapsa, hemen medyada abartılı yankı bulmakta, insanlar eczahanelerde grip aşısı bırakmamaktadır. Hâlbuki insanlık var olduğu zamandan beri grip salgınları olagelmiştir ve bu dünyanın sonu olmamıştır. Buradaki asıl problem îtikadın zayıflaması, teslim ve tevekkülün olmamasıdır. Eski toplumlara bakıldığında, bazı uyanık, zeki, dessas kişiler, bulundukları toplumlar üzerinde büyük tesir oluşturdukları görülmektedir. Kendilerine kâhin, sihirbaz, müneccim gibi namlar vererek, kâinattaki hadiseleri öyle çarpık, îtikadsiz, ve kendi menfaatleri doğrultusunda yorumlamışlar ki; Allah'ın kâinattaki fiillerini ve icraatını örtmüşler, kendi itikatsızlıklarını o toplumlara hayat tarzı olarak kabul ettirmişlerdir. Hatta krallar bu şahısları kendilerine danışman olarak bile kullanmışlardır. Bunların bir neticesi olarak, her toplum kendi kâhinlerinin veya sihirbazlarının veya müneccimlerinin yol göstermesi ile sayısız putları, sanemleri doğurmuştur. Kâinatta Cenâb-ı Hakk'ın icraatının hikmetlerini anlayamadıkları için, her hadiseye esbabperest bir anlayış ile bakmışlar. Bütün gönderilen peygamberlerin vazifelerinin temelinde, bu bâtıl ve sapık düşünceleri kendi kavimlerinden kaldırmak ve saf tevhid inancını yerleştirmek yatıyordu. Firavun'un, Hz. Musâ (as) karşısında çaresiz kalınca hemen sihirbazlarıyla musabaka etmesini istemesinin altında yatan şey de budur. Sihirbazlar gelip de ellerindeki değnekleri attığında, bunlar orada bulunanların gözüne birer yılan gibi göründü. Musâ (as) Allah'ın izniyle asasını atınca büyük bir ejderha gibi onların sihirlerini yuttu. Sihirbazlar bunu görür görmez hemen oracıkta iman ettiler. Anlamışlardı ki Hz. Musâ'nın elinde görünen sihir değil, bir mucize idi. Sihrin ustaları kendileri idi zaten. Hatta Mısır valisinin Hz. Ömer (ra)'e, ahalinin Nil nehrinin zararlarından emin olmak için her sene bakire bir kızı kurban ettiklerini ve ne yapması gerektiğini yazması üzerine, Hz. Ömer (ra), derhal bunu yasaklamış ve gönderdiği pusulayı Nil'e bırakmasını emretmiş. Pusulanın içinde: Ey Nil sen Allah'ın bir memurusun! O'nun izni olmadan ne zarar ve ne de menfaat veremezsin! yazmış. Dünyamız Kâinatın büyük nizamı içinde çok küçük bir yer tutmaktadır. Bu küçük küre dünyadaki bütün hayat sahipleri için bir beşik, emniyetli bir gemi suretinde yaratılmış. Kudreti sonsuz olan Rabbimiz, hem dışardan hem içerden yerküremize gelecek bütün tehditlerin dizginini tutmaktadır. Çünkü; Her şeyin dizgini O'nun elinde, her şeyin anahtarı O'nun yanındadır. Her şey O'nun emriyle halledilir. O'nu bulsan her matlubunu buldun, hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtuldun. Eğer Allah eşyanın dizginini serbest bıraksa, bela ve musibetler her cihetten başımıza yağacaklar. Her an yerküremiz meteor bombardımanına maruz kalması, veya başımıza sülfürik asit yağdırılması, veya damarlarımızda dolaşan kanın bir anda pıhtılaşması mümkün iken hiçbirine Hikmet-i İlahi müsaade etmiyor, onların dizginlerini bırakmıyor. Ancak ara sıra ikaz nevinden bazı hadiseler göstermektedir. Bütün bunlar bize gösteriyor ki;Allah'ın kudreti ve hikmeti yaşadığımız yerküreyi bizim için emniyetli kılmış. Bu misafirhanenin sahibi olan Allah, misafirleri gönderdiği sürece bakımını yaptıracak ve emniyetini temin ettirecektir. Küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi, volkanik patlamalar, depremler, ve sair hadiseler yerküremizin maruz kaldığı durumlardan bazılarıdır. Bu ve benzeri sayamadığımız hadiseler kontrol altında ve emirle hareket etmektedir. Ancak îtikadsız nazar, küremizi başıboş, serseri, sahipsiz, kontrolsüz olduğunu düşündüğü gibi, bu gibi hadiseleri de serseri, başıboş, kontrolsüz zannediyor. Öyle düşündüğü için de çizdiği felaket tabloları ile insanlığı büyük bir korku ve panik içinde bırakıyor. Mesela bir demiryolu tünelinin çıkış ağzında kenarda çok cesur, çok kuvvetli fakat hiç tren görmemiş bedevi bir adamın durmakta olduğunu düşünelim. Birden büyük bir gürültü ile gözlerinden ateş saçar gibi tünelden trenin çıktığını gördüğünde, sanki büyük bir ejderha ona saldırıyor zannederek büyük bir dehşet içinde kaçacaktır. Yine aynı yerde küçük bir çocuk düşünelim ki; bu çocuk treni biliyor, demiryolunun dışına çıkamıyacağını ve bir makinist tarafından kontrol edildiğini anlamış. Tren tünelden aynı şekilde dehşet içinde çıktığında, o çocuk hiç korkmayacak ve kaçmayacak. Belki onun için çok eğlenceli bir manzara oluşturacaktır. İşte o cesur ve kuvvetli adamın îtikadsızlığı onu korkutmuş ve kaçırtmış. Bu zayıf küçük çocuğun îtikadı ve nizama olan imanı ona tam bir emniyet vermiştir. …Tam münevver-ül kalb bir âbid, küre-i arz bomba olup patlasa ihtimaldir ki; onu korkutmaz. Belki; harika bir Kudret-i Samedaniyyeyi lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalpsiz bir fasık feylesof ise gökte kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?' der, evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan koca Amerika titredi, çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.) diye Risâle-i Nur'da bu meseleye dikkatimiz çekilmiştir. İşte ister küresel ısınma, ister ozon tabakasının delinmesi, hadise ne olursa olsun bize düşen bu misafirhanemizin sahibine tam îtimat, teslim ve tevekküldür. İnsanoğlu hırs sebebiyle misafirhanenin tavanını delmeye sebep olsa bile Cenâb-ı Hakk Kemal-i Merhametinden onu tamir edecek ve küremizi ısınmaktan muhafaza edecek mekanizmaları koymuştur.

İdare İdare 01 Haziran
Konu resmiAllah, Hilâl ve Lâle
Kültür ve Medeniyet

MAZHAR-I İSM-İ CELÂL OLMASA AY LÂLEBULAMAZDI BU KADAR RÜTBE-İ VÂL LÂLE Orta Asya'dan çıktığı uzun yolculuğunda Türklerle birlikte geniş coğrafyayı aşıp Anadolu'ya gelen Lâle; Türklerin, dolayısıyla İslam'ın kutsal çiçeği olmuştur. Ebced hesabı ile Allah, Hilâl ve Lâle kelimelerinin 66 sayısına tekabül etmesi enteresan tevafuktan öteye, tasavvufi anlamda da bu nadide çiçeğe kutsal mânalar yüklenmiştir. 16. yüzyıldan sonra devleşen, gittiği, ulaşabildiği her coğrafyayı kendine hayran bırakan bu çiçek, İstanbulumuzun da simgesi olmuştur. İstanbul adının,İslambul sözünden şekillenmiş olması da lâle ile olan alakasına işaret eder. Lâlenin yazıldığı lâm, elif ve he harfleriyle –ki eskiler bu harflere cevâhir-i huruf diyorlardı. Allah ve Hilâl kelimelerinin de yazılabildiğini ilk defa kim fark etti, Allah bilir! Bu ilgi çekici tevafuk fark edildikten sonra lâleyi adeta kutsallaştıran Türkler, eşyalarına bir çeşit koruyucu uğur olarak lâle motifi işlemeye başladılar. XVIII. yüzyılın meşhur çiçek üstadlarından olan Tabib Mehmed Aşkî Efendi, bir şiirinde, lâlenin çiçekler arasında rütbesinin yüksekliğini, cevâhir-i hurufla yazılmasına bağlamış, Eğer diyordu Aşkî Efendi:Lâle İsm-i Celâl'e mazhar olmasaydı, bu kadar yüksek rütbeye ulaşamazdı. Başka bir çiçek üstadı olan Remzi Efendi de, aynı sebebe bağlı olarak, lâle sevgi ve merakının ezeli olduğunu ifade etmişti: Lâleye pîr-i sabâdan bu nefes şimdi değil Ezelidir bu hevâ vü heves şimdi değil Eski lâleseverler, lâm, elif ve he harfleri noktalı olmadığı için, lekeli lâleleri makbul saymazlardı. Lâle zamanla kazandığı manevi anlamı dolayısıyla cami, çeşme, mezar gibi yapılarda süsleme unsuru olarak çok kullanılmıştır. Askerlerin savaşa giderken giydikleri elbiselere, kullandıkları zırhlara ve silahlara da zaman zaman lâle motifleri işlendiği görülmüştür. Silahlara işlenmiş lâle motifleri de, Allah'ın bu silahı kullanan askerin yanında olduğu ve koruyacağı anlamına geliyordu. BEŞİR AYVAZOĞLU: Ateş Çiçek Lâle Dr. KAYA ÜÇER & Dr. MÜNEVVER ÜÇER: Lâle-i Münevveran

İdare İdare 01 Haziran
Konu resmiVahye etmek istinad!

Ey zerrât, seyyarâtın yegâne müdebbiri! En cesim varlıkların sana mutî her biri. Kâinatta her şeyin elindedir tedbiri, Nasıl kavrasın akıl, o Hallâk-ı Kebîri? Kalpler tatmin mi olur, almayınca tekbîri?! Akıl, fikir de mahluk, çünkü edilmiş icad, Hakk nuruyla parlasa olur âlet-i irşad. Kurtuluşun çaresi, vahye etmek istinad! Vazifemizin ilki ibâdet ve istimdad! Tâ ki söndürülsün hep, ateş-i zulüm ve ilhad. Ne acîb mahluklarız sanırsın nübehayız, Çoğumuz Hakk'tan gafil şuursuz bülehayız, Hele şu son asırda katmerli süfehayız, Şahsi menfaat için kudurmuş ejderhayız, Cehalet yarışında pür-inad iddiayız! Vâmık, dalma dünyanın fânî ihtişamına, Pencerelerden seyret boğmasın evhamına. Çokları sabahladılar ermeden akşamına, Allah'a tevekkül et, güvenme makamına! Tâ ki nâil olasın, merziyat bayramına!..

Cavid SARAÇOĞLU 01 Haziran
Konu resmiKur'ân öğreten hoca nasıl olmalı?

1_Kur'ân'a muhabbeti ziyade olmalı.2_Önce okutacağı kaideleri düsturları iyi bilmeli.3_Bilmediği mevzuları öğretmeye kalkışmamalı.4_Sabırlı, merhametli ve teşvikçi olmalı.5_Talebeyi, yapacağına inandırmalı, onu sevmeli ve dersi sevdirmeli.6_Talebenin kabiliyeti nispetinde ders vermeli.7_Her talebeyi aynı derecede görmemeli, zayıf mizaçlılara hassas davranmalı. 8_Talebeyi, ilk günlerinde alışıncaya kadar hareketlerini hoş görmek suretiyle kötü hareketlerinden yavaş yavaş vazgeçirmeli.9_Okuduğu yerde, gerek ders süresinde yıldırmadan bir okuma disiplinine alıştırmalı. Hoca ile talebe arasındaki münasebetler 1_Hoca talebe ile şakalaşmamalıdır. Bu sefer talebe de hoca ile şakalaşmaya kalkar, hem talebe ölçüyü bilmez, hududu aşar ve kızgınlık hâsıl olur. 2_Hoca ile talebe arasında belirli, ölçülü ve düzenli bir münasebet olmalıdır. Yoksa talebe hocanın sözüne değer vermez. 3_Hoca, herşeyi ben biliyorum havasına girmemelidir. 4_Çok az, kısa ve tatlı latife yapılabilir. Çünkü Peygamberimiz (asm) da latife yapmıştır. Şayet latife yapmayı bilmiyorsa ve damara dokunduruyorsa, O da fayda vermez. Yerine göre güler yüzlü, yerine göre sert, yerine göre yumuşak davranmalıdır. 5_Yeni talebelerin alışık olduğu şeylerden onu uzaklaştırıncaya kadar sevdiklerini tenkit etmemek lazımdır. Çünkü insan büyük olsun küçük olsun sevdiği şeylerden kopması biraz zordur. 6_Talebeye konuşma hakkı vermelidir. Konuşmaları dinlenmelidir. 7_Dersinin kolay olduğunu söylemelidir. 8_Dersini bilmediği zaman fazla zorlamadan yardım etmelidir. Lakin fazla yardıma alıştırıp tembelleştirmemek lazımdır. 9_Hoca talebenin sevgisini ve itimadını kazanmalıdır, bunu başarabilmesi için talebe ile arasındaki muhafaza edilmesi gereken hoca-talebe münasebetlerini çok iyi bilmeli ve muhafaza etmelidir. 10_Hoca, talebeler arasında herhangi bir hususta ayrıcalık yapmamalıdır. Şayet böyle bir şeyin yapılması gerekiyorsa diğer talebelere izah edilmelidir. 11_Cemiyet ve komşu arasında da böyle olmalıdır. Hiçbir zaman başkalarını şüpheye düşürecek davranış ve durumlara girilmemelidir. 12_ Yanlış ve abartılmış şeyleri talebeye inandırmaya teşebbüs etmemelidir. Mesela, altın ile kömürü yan yana getirmeğe ve aynı kefeye koymaya çalışmamalıdır. Yoksa böyle bir durumda insan rezil olabilir. 13_Hoca, yapmacık hareketlerden, gösterişten, riyakârlıktan uzak olmalı. İslâm'ın gösterdiği ve Kur'ânî meziyetlerden de mahrum olmamalıdır. Vakarını da muhafaza etmelidir. 14_Hocanın takvası da tam olmalıdır. 15_Hem hocanın duâsı; üstadın duâsı, peygamber'in duâsı gibidir. 16_Hoca, yersiz tevazu yaparken talebe hocayı hakir görür, rezil eder. Onun için ölçüyü kaçırmamalıdır. Çünkü her şey, her yerde, her zaman kullanılmaz. Bir yerde mübah olan diğer bir yerde yasak olur. Talebe içinde böyle şeyleri anlamayanlar olabileceği unutulmamalıdır. 17_Talebeyi nefis ve şeytan türlü desiselerle aldatabileceği için her zaman muteyakkız olup dikkatli olunmalıdır. 18_Çocuğun hangi yaşta hangi terbiye ile terbiye edileceğini bilmek lazımdır. Bir atasözü vardır: Süt çocuğuna pirzola verilmez Bazı terbiyeler çocuğun imdadına yetiştirilmelidir. Birincisi:Ana-Baba terbiyesi, İkincisi:Hoca ve mektep terbiyesi, Üçüncüsü:Cemiyet terbiyesi, bundan sonraki terbiyeler geriden gelir. Kur'ân okuturken hocanın okutma ikazları nasıl olmalıdır? 1_Hoca, kelime arasındaki yanlışları söylemeden talebenin yanlış okuduğu yeri acele olarak güzel oku! ikazıyla yahut başka bir münasip ikazla talebeyi uyarmalıdır. Şayet talebe hatayı düzeltemezse yahut yerini bulamazsa o zaman söylemelidir. 2_Talebenin hatasını vaktinde ve yerinde söylemek önemlidir. Mesela, yanlış yaptığı anda söylemek lazımdır. Buna da talebe vâkıf olmalıdır. Bilhassa hafızların hatalarını zamanında söylemek lazımdır. 3_Talebenin sık sık hatasını söylemek talebenin irade ve ihtiyarını elinden alır. 4_Güzel oku, Hayır! gibi olumsuz ifadelerle hatayı kendinde buldurmak lazımdır. 5_Yanlışını hiç söylememek de talebeyi zorluğa iter. Şayet söylediği yanlışlar zor ve dili de dönmüyorsa o harfe veya o kelimeye gereği kadar yardım yapılmalıdır. Yardım netice vermiyorsa sonraya bırakmalıdır. Bu gibi hatalar zamanla düzelir. 6_Ara sıra talebeye tatlı şekilde biraz ses yükseltilebilir. Sinirli olarak ve her zaman bağırılmamalı, bu bağırma ancak yüksek sesten ibaret olmamalıdır. Yani talebeyi uyandırmalı, aklını hedefe toplamalıdır; çünkü bazı kimseler ikazla uyanır ve kendini zorlayarak toplar, yoksa gayret içinde olan kimseye bağırmak büyük hatadır. 7_Talebeye moral için ara sıra güzel okuduğu söylenmelidir. Mâşallah, aferin! gibi; Fakat Mâşallah, aferini de sık sık kullanıp ucuzlatmamakgerektir. 8_Talebeye ara sıra konuşma hakkı verip konuşmasını dinlemelidir. Ve talebeye konuşma kültürü de verilmelidir.

Ali BAŞOL 01 Haziran
Konu resmiSâdıklardan Olabilmek
İnsan

(Ey şefkatli Resul!) Eğer (seni dinlemeyip senden) yüz çevirirlerse, artık de ki: ‘Allah bana kâfîdir.' (9/129) buyurarak Habîbine ders veren Allah ü Teâlâ, Habibi olan Resul-i Ekrem (asm)'ın şahsında, bütün ümmet-i Muhammed'e, sıdkı ve sadâkati, yani imanı ve tevekkülü, metaneti ve teslimiyeti, fedakârlığı ve cefakârlığı ders veriyor. Yine Kur'ân-ı Azîmüşşan'da, Eğer Allah'ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi olun! (3/31) meâlindeki âyetle, kalplerin sevgilisi, akılların hocası, nefislerin terbiye edicisi ve ruhların sultanı olan Habîb-i Ekrem'i bizlere bir rehber olarak gösteriliyor. Allah Resulü'nün bizlere örnek olan hayatına baktığımız zaman, kalpleri iman nuruna karşı mühürlenmiş, gözleri Hakk'a karşı kör, kulakları hakikat karşısında sağır olan, hak gelince batılın zâil olacağını hazm etmeyen, kavm-i araba ve bütün insanlığa Lâ ilâhe illallah davasını ilan ederken, inkârda firavunlaşmış Ebu Cehil ve Ebu Leheb'lerin bütün hakaret ve zulümlerine, Allah bana kâfidir diyerek büyük bir sadakat ve teslimiyet ile cevap verdiğini görürüz. Hatta kıyâmete kadar, her asırda, gönül erleri katlanarak çoğalacak olan, Lâ ilâhe illallah davasından, zulüm, işkence, iftira, tahkir ve tecrid ile vazgeçiremeyince, son bir ümit ile fıtratı acz ve fakr ile yoğrulmuş olan bütün insanlar için red edilmesi imkansız olan dünyayı, bütün ihtişamıyla önüne sermişler, İşte Kâbe'nin anahtarları, Mekke'nin saltanatı ve en güzel kadınları ve nefsin arzuladığı bütün dünya nimetleri senin olsun demişler. Bu tekliflerin karşılığında Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz de ben davamdan vazgeçmem cevabını almışlardır. İşte yeryüzünü bir mescid, Mekke'yi bir mihrab, Medine'yi bir minber olarak asr-ı saadeti gönlümüze nakş eden Allah Resulü'nün meclisinde ve sohbetinde bulunan bütün sahabeler Allah bana kâfidir dersini dinleyerek sıdkı ve sadakatı, metaneti ve teslimiyeti, fedakarlığı ve cefâkârlığı, O'nun hayatından ders almışlardır. Ve asırlar ötesinde onları nazar-ı ibretle, muhabbet-i kalp ile ve hicran-ı vuslatla izleyen bizlere aynı dersi kendi hayatları ile miras bırakmışlardır. Gökteki yıldızlar hükmünde olan ve hangisine tutunsak kurtuluşa ereceğimize dair şüphemiz olmayan sahabe-i güzin efendilerimizin hayatından çıkaracağımız çok dersler ve örnekler var. Herkes inkara ve redde koşarken Hz. Ebu Bekir (ra) gibi, O söylüyorsa mutlak doğrudur deyip tereddüt ve şüpheden hiçbir iz taşımayan bir itminan-ı kalp ile, iman edip sadakat gösterebilmek… Hz. Bilaller, Hz. Sümeyyeler, Hz. Habbablar (r.anhüm) gibi, zulüm bir kasırga olup, her yeri yakıp yıksa da, Ben davam ve dinim üzereyim diyecek bir sebat ve metanet sahibi olabilmek… Hz. Rumeysa (ra) gibi, zengin ve ihtişamlı bir dünya hayatına sırtını dönüp, yamalı eski bir çadır ve hırkaya gönlünü açabilmek hatta Yâ Rasulallah kıymetliye en kıymetli gerek! deyip, bir anne için en kıymetli olan evladını Hak yoluna Hakk'ın Habibi'ne hediye edecek bir aşk ve fedakarlıkla dolu olabilmek… Hz. Enes (ra) gibi, cihada çıkacak ordu için, mücahit ve teçhizat çağrısı yapılırken, bir erkek olup, iman safında kılıç kuşanamayan ve Allah yolunda verebileceği üzerindeki yamalı bir hırkadan ve çadırdan başka bir şeye sahip olamadığı için, gamlanan annesine, Anne beni Allah Resulü'ne hediye etsene! diyebilecek ulvî bir ruha sahip olan, hak aşığı pervane olabilmek… Hz. Hubeyb (ra) gibi, ölümün soğuk yüzüyle karşı karşıya gelince, Senin yerinde Muhammed (asm) olsaydı da, seni serbest bıraksaydık, ne güzel olurdu değil mi? diyenlere O'nun ayağına bir diken batmasın, ben canımı vereyim diyebilen Hak yolunun kahraman ve civanmert bir eri olabilmek… Hz. Mus'ab gibi, kabilesinin en zengin, en ihtişamlı ve en güzide genci iken, her şeyi elinin tersi ile geriye atıp, Hak yolunda şehadete koşmak ve çıktığı cennet yolculuğunda, üzerine örtecek kefene bile sahip olamayacak kadar, dünya saltanatından ve nimetlerinden uzak çilekeş bir hayat yaşayabilmek… Şehitlerin efendisi Hz. Hamza ve çift kanatlı Cafer-i Tayyar gibi, Hak yolunda katıksız bir ihlas ile, değil malını ve evlad ü iyâlini bırakmak, belki parça parça azalarını o yolda feda ederek fedakarlığın zirvesinde bulunabilmek… Ya da Hz. Talha gibi, yeryüzünde yürüyen şehit olabilmek… Hiç şüphemiz yok ki, denizde damla misal olabilecek bu saydığımız sadakat ve teslimiyet misalleri; Sahabe-i Güzin efendilerimizin Kur'ân ahlâkı ile ahlaklanmış olan Resul-i Ekrem (asm)'ın hayatından aldıkları nurlu derslerin tezahürüdür. Evet şimdi sıra bizde! Gökteki yıldızlara tutunmaya ve kurtuluşa ermeye var mısınız? Sıddıkıyyet makamındaki sâdıklarla beraber olmak dileğiyle. Hz. Bilaller, Hz. Sümeyyeler, Hz. Habbablar (r.anhüm) gibi, zulüm bir kasırga olup, her yeri yakıp yıksa da, Ben davam ve dinim üzereyim diyecek bir sebat ve metanet sahibi olabilmek…

Zübeyde KAYRICI 01 Haziran
Konu resmiNe kadar nasiblisin be Ali Dayı!
İbadet

Düşünün bir kere! Bir bakkala yüklü bir borcumuz var. Fakat bir türlü ödeyemiyoruz. Artık yolumuzu değiştirmekten başka çare bulamıyoruz. Bakkal bizi görmesin de. Fakat içten içe sıkıntı bizi kemirmiyor da değil. Peki ya namaz borcu öyle mi? Yolumuzu çevirsek bile yine onun huzuruna gitmiyor muyuz? O'nun mülkünden çıkmak mümkün mü? Rabbimiz bizi her an ve her zaman görmüyor mu? Nereye bu kaçış? Kendimizi aldatıyoruz aslında. Tek çare: Hiçbir mazeret göstermeksizin bu borcu ödemek. Mütevazi dükkanımızın elektrikli soba ile ısıttığımız sıcak yazıhanesinde kışı eredeyse unutmuş gibiydim. -Âh evladım ah! Biz çok cahil kaldık. Bize kimse bir şey öğretmedi ki. Çocukluğumuz köyde çobanlık yapmakla geçti. Ne olacak bizim halimiz. - Üzülme be Ali dayı! Gönlünü ferah tut. Hâlâ daha yapabileceğimiz bir şeyler vardır. Yeter ki niyetimiz halis olsun. Ali dayı, kalbi sevgi ve merhamet yüzü ise neşe dolu nadide Bafralılardan biriydi. Altmışı aşkın yaşına rağmen boş durmaz, küçük hamal arabasıyla onun bunun yükünü taşırdı. Onun kimsenin malında gözü yoktu ki zaten. Onun gözünde en büyük servet alın teri ile kazanılan para idi. Maddi anlamda tabii. Asıl hazinenin doğruluk ve kanaat olduğunu biliyordu o. Kendisi elinden ve dilinden herkesin emin olduğu bulunmazlardandı. Bizimkilerin dükkanı ona emanet bırakıp eve yemeğe gittiklerine çokca şahit olmuşumdur. Kalın camlı gözlüklerinin arkasından dost-düşman ayırt etmeksizin herkese gülümseyen gözlerini farketmemek mümkün değildi. Çoğunlukla bizim dükkanı mesken tutardı. Sanki bizden biriydi. Bafralıların hamal Ali'si bizim ise Ali dayımızdı. Ben Kur'ân'ın tefsirine kendimi kaptırmış okurken meğer Ali dayı da can kulağıyla beni dinliyormuş. Fakat onun bu içli ızdırabı beni bir anda şefkat gölüne düşürdü. Zira Peygamber Efendimiz'in (sav): İmandan sonra Allah'a en sevgili amel mahzun gönüllere neşe vermektir nebevî irşadı bütün ruhumu sarmıştı artık. -Ali dayı be! Kendine neden bu kadar haksızlık ediyorsun ki? Bugüne kadar boğazından kimsenin hakkı geçmemiş. Hem bu zamanda kul hakkına düşmemek çok zor. -Olsun evladım. Biz yine de çok cahiliz. Israrlıydı Ali dayım. Fakat o mahzunken ben nasıl neşeli olabilirdim ki? Ali dayı beş vakit namazını aksatmadan kılardı. Ben yine de sordum: -Ali dayı hiç namaz kılamadığın oldu mu? -Evet evladım oldu. Gençken on yıl kereste fabrikasında çalışmıştım. O zamanlar ne yalan söyleyeyim pek namaz kılamadım. -Şeytan bu. Boş durmuyor ki! Herkesin namazıyla uğraşıyor. Bazen de başarmıyor değil. Gerçekten önemli bir dertti bu. Kişinin namaz borcu olması. Düşünün bir kere! Bir bakkala yüklü bir borcumuz var. Fakat bir türlü ödeyemiyoruz. Artık yolumuzu değiştirmekten başka çare bulamıyoruz. Bakkal bizi görmesin de. Fakat içten içe sıkıntı bizi kemirmiyor da değil. Peki ya namaz borcu öyle mi? Yolumuzu çevirsek bile yine onun huzuruna gitmiyor muyuz? O'nun mülkünden çıkmak mümkün mü? Rabbimiz bizi her an ve her zaman görmüyor mu? Nereye bu kaçış? Kendimizi aldatıyoruz aslında. Tek çare: Hiçbir mazeret göstermeksizin bu borcu ödemek. Aslında kalbe ilaç ve gıda olan bu çare boynu bükük olan ruhumuzu şahlandırma çaresidir. Ali dayı da belki ifade edememişti ama bu dertten cidden muzdaripti. Ama olsun yine de ümitsiz olmamak lazım. Zira kılamadığımız namazların kazasını yaparak bu borçtan kurtulabiliriz pekala. -Nasıl olacak bu? -Bugünden tezi yok. Şu anki pişmanlık ve halis niyetle eğer biz geçmiş kılamadığımız namazlarımızı kaza etmeye niyet ederek başlarsak sonsuz kerem sahibi Yüce Mevlamız bizi affeder inşaallah. -Evladım! -Evet Ali dayı. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadîs-i şeriflerinde Allah rahmetini yüz parçaya ayırmış. Birini dünyaya göndermiş doksan dokuzunu yanına almıştır. İnsanlar Allah'ın rahmetini gerçekten bilselerdi asla ümitsiz olmazlardı. buyuruyor. Ve bizleri her zaman rahmet pınarına davet ediyor. Artık ortam yumuşamış, Ali dayı'nın gözleri yine gülmeye başlamıştı. Bir nebze ben de rahatlamıştım. -Bak Ali dayı! Bizim dinimizde zorluk yoktur. Bu kadar namazı nasıl kaza edeceğim diye sakın düşünme. Sana bir usül anlatacağım. Kolay olduğunu sen de göreceksin. Ali dayı'nın heyecanını sanki kendi kalbimde hissediyordum. Sanki ben kılamadığım namazlarımı kılmak için sabırsızlanıyordum. -Ali dayı! Günde kaç rekat namaz kılıyoruz. -Kırk rekat. -Peki her gün beş rekat daha fazla kılabilir miyiz? -Tabii kılarım. -O halde öğle, ikindi ve yatsı namazlarının dört rekatlık ilk sünnetlerini sen bu namazların kazalarını niyet ederek kılabilirsin. Buna fıkıh imamları fetva vermiştir. Merak etme. -Allah Allah.. -Geriye kaç vakit namaz kaldı.? -İki vakit. -Sabah ve akşam namazlarının sünnetleri kuvvetli sünnet olduklarından terk etmiyoruz. Sabah namazından sonra iki rekat, akşam namazından sonra da üç rekat ilave ederek kaza niyetiyle bu namazların farzlarını kıldık mı tamam. Her gün beş vakit namaza beş rekat ilave etmekle bir günlük kaza namazımızı da kılmış oluruz. -Peki sünnetler ne olacak? -Ali dayı bize borç olan farz olan namazlardır. Günde on yedi rekat farz kılıyoruz değil mi? -Evet!!! -O halde her gün on yedi rekat farz namazın kazası üzerimize borçtur. - Keşke daha evvel bilseydim. -Ayrıca namaz borcu olan bir kimsenin kaza namazı kılması beş vakit namazı kılmak gibi farz-ı ayndır. -Tamamdır evladım. Ali dayı namaza yeni başlamış gibi bir tavırla: -Ben bizim hatunla geline de anlatayım bunu. Onların üzerlerinde de birikmiş borçları vardır. Onlar da kurtulsun. -Aman Ali dayı, yanlış anlatmayasın ha. -İstersen en evvel bana anlatıver. -Olur. Bütün ruhuyla duyduklarını tekralamıştı Ali dayı. Hemen kalkıp lavaboya gitti. Taze bir abdest alarak o günkü ikindi namazını eda etti. Tabi kazasını ihmal etmeyerek. Tarihi koymuştuk o gün. Tâ Rabbimize ne kadar namaz borcumuz kalmış bilelim. İşi ciddi tutuyordu Ali dayım. Ben yine sordum: -Ali dayı yaşın kaç? -Altmışdört. -İnşaallah Allah ömür verirse yetmişdört yaşında hiç namaz borcumuz kalmayacak. -Evladım eğer ömrümüz kifâyet etmezse! -Hiç merak etmeyelim. Asıl olan niyettir. Bu hususta Hz. İkrime (ra) Niyet var amel yoksa sevap var. Amel var fakat niyet yok. O zaman mükafat da yoktur. buyurmakla bize niyetin önemini hatırlatmıştır. Biz on yıl kaza namazı kılmaya niyet etmedik mi? -Evet. -O halde biz bu niyeti muhafaza etmeye çalışalım ve bu suretle gayret gösterelim yeter. -İnşaallah. Ve o gün öylece ayrıldık. Ertesi gün ikindi vakti yaklaşmıştı ki tekrar dükkana geldim. Kapıdan içeriye girdiğimi gören babam bana donuk fakat mâna yüklü bir eda ile bakarak: -Haberin var mı? -Hayırdır baba! Haberim yok. -Ali dayı vefat etmiş. -Ne zaman? Nasıl? -Akşam buradan ayrıldıktan sonra eve giderken yolda bir traktör ona çarpmış. Hemen hastaneye kaldırmışlar. Fakat kurtarılamamış. -Allah Allah! Kâlü innâ lillâhi ve innâ ileyhi raciun. Şaşkınlık dolu bir halle beraber koşarak, ıslatan yağmura aldırmadan, Ali dayı'nın evine gittim. Hiç olmazsa cenaze namazına yetişme arzusuyla! Kapıda Ali dayı'nın gelini ile karşılaştım. Biraz da zorlanarak: -Abla, Ali dayımız! -Evet! Dün akşam... Cenaze namazı öğle namazına müteakib Gazi PaşaCamii'nde kılındı. -Allah sabırlar versin. Ruhu şad, makamı cennet olsun... İnsan bazen sevinecek mi yoksa üzülecek mi bilemez ya! Gerçekten ifade edilemiyor bu hal. Zira bu tez ayrılık kalbimi bütünüyle mahzun etmişti. Fakat bu, benim içindi. Ali dayımız için ise hiç öyle değildi. O samimi pişmanlık ve halis niyeti sayesinde bir vakit kaza namazı (ikindi namazı) kılmakla İnşaallah on yıllık namaz borcundan kurtulmuştu. Rehber-i Ekmel olan Resululah'ın (sav) Erteleyen helâk olur tehdid-i nebevisinden de kurtulmuştu o. O artık ebedi istirahatgahına uğurlanmıştı! - Mekânın cennet olsun Ali Dayı!

Abdurrahman KEMALOĞLU 01 Haziran
Konu resmiÂsude Bahar Ülkesinin Adresi
İnsan

Gözleriyle sayfamda gezinen İrfan Mektebi'nin sevgili misafiri! Şimdi istersen biraz düşün! Mutlu musun yoksa mutsuz mu? Kaderin adresine postaladığı hadiselere memnuniyetsizlikler, vehimler ve esefler ile bakarak zindan yapıyorsan yaşamını, başa dönmelisin. Yani adresin başına. İman! Çünki Bediüzzaman Hazretleri iman, saadet darını netice verir demiyor, Saadet-i dareyni netice verir diyor. Yani İman; sadece âhiret mutluluğu olan cenneti netice vermez. Hem dünya hem ahiret mutluluğunu netice verir. Nur'un tevhid ziyafetinden bir maide açıldı İrfan Mektebi'nde bu ay. Misafire ikram sünnettir. Geçerken uğradığınız bu sayfada, ben de âcizane bir hâdime olarak tevhid maidesinden bir kâse sunacağım size. Fakîrâne diyemedim, çünkü Nur hazinesine nail olan fakir değildir... İşte buyurun! Bir kase sıcak tefekkür. Âhirzaman soğuğunda kalbi üşüyenler için... Âsude bir bahar ülkesidir insanoğlunun dünyasında arayıp durduğu. Başımızdan hiç eksik olmayan ya da çok sık karşımıza çıktığını düşündüğümüz can sıkıcı şeylerden kaçmaktır tek muradımız. Istırabın uğramadığı ve saadetin sürüp gittiği kasavetsiz bir diyardır aradığımız. Lâkin ne kadar gariptir ki; çok yakınımızda olan belki de içinde bulunduğumuz bu bahar ülkesini aramaktan yorgun ve bîtap düşmüş divâne yolcular gibiyiz her birimiz. İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise saadet-i dareyni iktizâ eder der Bedîüzzaman Hazretleri (rh). Bu ifadesiyle; hasretini çektiğimizin adını koymuş ve hayalini kurduğumuz, vasıl olmak için perişan olduğumuz o mutluluklar ülkesinin adresini göstermiştir bize. Saadet-i Dareyn; iki dünya saadeti. Dünyada başlayıp ahirette devam eden ve mutluluğun bitmediği âsude bahar. Sadet-i dareyndir kalplerimizin, ruhlarımızın maksudu. Lâkin, elbette bedelsiz ve usulsüz kavuşulamaz hiçbir güzele. Saadet-i dareynin adresinde imandır ilk basamak. İman eden; Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz. Öyleyse nihâyet derecede muntazam olan şu memleket de hâkimsiz olamaz. der. Ve devam eder, Allah vardır. Yer, gök ve içinde ne varsa O'nundur. Ben de O'nunum. Bu ifadelerle artık, kul ile Rabbi arasında bir bağlılık oluşmuştur. Allah ile insan arasındaki irtibat demek olan imandan sonra adresin ikinci basamağı tevhittir. Lâilâheillallah. Kainatta hiç bir zerre yoktur ki bu cümleyi söylemesin. Tevhid'e dair akla gelen ilk şey, tevhid'in öncelikle inkâr oluşu. Yani O'ndan başka olan sahte ilâhları inkar… Lâ ilâhe... ilâh yoktur. ...İllallah O'ndan başka. İşte bu cümle sebeplerin sükutudur. Ve bu cümle, amennâ dedikten sonra, sebeplere ilâhlık makamını verecek şekilde bir fâil nazarıyla bakılamayacağının ifadesidir. Tevhid; kuvvetli bir iman akabinde, sebepler perdesinin şeffaflaşması veAllah'ın isim ve sıfatlarıyla buluşmaktır. Kâinatta elbette her şey sebeplerle ortaya çıkar. Allah'ın kâinattaki kanunudur bu. Hayat için rızk gerekir. Neslin devamı için dişi-erkek. Çiçeklerin açması için bahar gelir. Hastalıklar için virüsler, felaket ve musibet için kazalar, depremler ve afetler gelir. Mazlumların zulme uğramasına zalimler sebeptir. İşte bu sebeplere hikmetle bakmayı bilmek ve hâdiseler satırlarında ilahi mesajları okuyabilmektir tevhid. Yani, yaşamımızda karşımıza çıkan maddi-manevi her şeyde Allah'ı görebilmek ve sebeplere takılmayıp her şeyde Allah'ı müşâhede edebilmektir. Manevi durumumuzu ortaya koyması için gelen bu bela ve musibetlerin her biri bir sebeple gönderilir adresimize. Gönderen ise Allah'tır! Sebeplere takılmak değil midir yaşamımızı buhrana çeviren ve bizi perişan eden?! Hikmetsiz, basiretsiz bakış ve yorumlarla bu sebeplerin her biri bir çıkmaz sokağa döner. Öyle miydi, böyle miydi derken başımız döner bir türlü çıkamayız işin içinden. Falancaya kızarken filancaya söylenirken perişan olur, hasta oluruz. Ve böylece her birimizin hayatı dahi bir çıkmaz sokağa dönerken intikamlarla, intiharlarla bunalım çağı oluvermiştir işte şu asrımız... Oysa tevhidin mânasını idrak eden hastalığın mânasını da bilir, musibetin de. Ve der; kâinatta maksatsız, çirkin ve abes olanı yaratmamışsa Allah, adresime gönderdiği musibeti de maksatsız değildir. Çirkin hiç değildir. Gıdası verilmeyen, hücreleri yenilenmeyen her âzanın hasta olması gibi yaratılanda yaratanı göremeyen her bir ruh da, hastadır. Asrımızda kanser günden güne hızla yayılıyor. Herkes telaşa düşmüş ya bende de varsa! diye. Oysa bu kadar telaş niye, zaten ölmek için gelmedik mi dünya misafirhanesine?! Telaş edilmesi gereken hakiki hastalığa gelince; sebeplere ilâhlık derecesinde kıymet vermekle kanser olmuş ruhlarımız! Tevhid ehli sebeplere ne tapacak ve hayranlık duyacak kadar kıymet verir ne de kin ve nefret edecek kadar ciddiye alır. Sebepler tevhid ehli için, Allah'ın isimlerini okutturan aynalar hükmündedir. Baharda, çiçekte Cemîl ve Latîf isimlerini lezzetle okurken, fırtınalı denizlerde ve çakan şimşeklerde, ibretle Kahhar ve Celîl isimlerini müşahede edebilmektir tevhid. Sağlık-sıhhatte rahmeti, hastalıkta, musibette terbiye edicilik mânasındaki Rabb ismini okuyabilmek imanı kâmil olanların tevhid basamağındaki başarısına işarettir. Evet iman eden, yaratılan her şeyde mutlaka O'nu görür. Ve saadet-i dareynin üçüncü basamağı; teslim olmak. Kendini Allah'a bırakmak, O'na boyun eğmek. Teslimiyet; kaderin tecellisi demek olan kazaya rızadır. Ve Allah'ın kaderden bize ayırdığını -bu bir bela ve musibet bile olsa- gönül rızasıyla kabul edebilmektir. Âlimler, teslimiyet için belâ geldiğinde içte ve dışta değişme olmaksızın sabit olmaktır demişler. İnsan dil ile ne yapalım Allah'tan bu da! der. Der demesine fakat, esefle, yeis ile çıkar bu cümleler ağızdan! Bu teslimiyet değildir. Diliyle söylediği bu güzel cümleyi kalbiyle gösterdiği hoşnutsuzluk ile yalanlar insan. Farkında olarak ya da farkında olmadan. Ey insanoğlu! Ağla sızla feryat et, istersen vur başını duvardan duvara. Mukadder programı değiştirmeye muktedir olamazsın! Âcizliğini unutan insan, kulluğunu hatırlatmak için kaderin kendisine sunduğu şerbeti acı da olsa yüzünü buruşturmadan yudumlamalıdır. Semavât ve arzın dışına çıkmaya güç yetiremeyen insana, acaba rızadan başka ne yakışır!? Onların Rableri katındaki mükafatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedi olarak devamlı kalıcıdırlar. Allah onlardan razı olmuştur ve (onlar da) O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu (karşılık), Rabbisinden korkan kimseler içindir. (Beyyine, 8) Ve Tevekkül; âsude bahar ülkesinin adresindeki son basamak. Yani işiniAllah'a ısmarlamak. O'na sığınmaktır tevekkül. Gerekeni yapmak demek olan, sebeplere teşebbüsten sonra ağırlıklarını O'nun kudret eline bırakmak. Abdülkadir Geylani Hazretleri (ks); Tevekkül eden kimse, Rabbin vaadi ile sukunet bulur. demiştir. İnsanoğlu kaderine rıza göstermeyip tevekküle yanaşmadığı sürece ıztıraplardan, evhamlardan, sabırsızlıklardan asla ve asla kurtulamayacaktır. Ve böylece insan olma asaletine yakışmayan bir hal ile yani yaratana değil, yaratılmış olana tenezzül edecektir. Her sıkıntı karşısında çaresizlik sancıları çekecek, kâinata da zavallı bir dilenci olacaktır. Hz. Ömer (ra) şöyle buyurmuştur:İster hoşuma giden olsun, isterse de gitmeyen; hangi hal üzere sabahlarsam sabahlayayım benim için fark etmez. Çünkü ben, hayrın hoşuma gidende mi, yoksa gitmeyende mi olduğunu bilmiyorum. (İbn-i Kesîr) Beşeri bütün matlubuna vâsıl eden kelimedir tevhid... Hastayken hastalığı, sağlıklı iken sağlığı, musibetzede iken musibeti, yalnızken yalnızlığı, gençken gençliği, ihtiyarken ihtiyarlığı sevmeyi becerebiliyorsak ve falan bize hakaret ettiğinde filan da bahçemize çöp döktüğünde kızmamayı başarabiliyorsak, işte hasretini çektiğimiz âsude bahar ülkesi burada, içimizde hem de her yanımızdadır. Hatta o kadar ki gittiğimiz her kışı bahara döndürecek kadar yanımızdadır bu bahar. Saadet-i dareyndir bu. Lâkin nefsin gözü gaflet ile sebeplerden açılan maneviyat alemine kapanırsa her şeyi kapkara görür. Ve kör olan elbette güneşin gösterdiği güzelliklerden habersizdir. Gözleriyle sayfamda gezinen İrfan Mektebi'nin sevgili misafiri! Şimdi istersen biraz düşün! Mutlu musun yoksa mutsuz mu? Kaderin adresine postaladığı hadiselere memnuniyetsizlikler, vehimler ve esefler ile bakarak zindan yapıyorsan yaşamını, başa dönmelisin. Yani adresin başına. İman! Çünkü Bedîüzzaman Hazretleri iman, saadet darını netice verir demiyor, Saadet-i dareyni netice verir diyor. Yani İman; sadece âhiret mutluluğu olan cenneti netice vermez. Hem dünya hem âhiret mutluluğunu netice verir. Evet, Allah'a inanıyorsan bu dünyada da mutlu olursun, olmalısın(!). Çünkü dünyada kadere rıza ile elde edilen manevi huzur ahiretteki cennet saadetinin habercisidir. Kadere rızasızlık ile gelen dünyadaki mutsuzluklar ise âhiretteki cehennem azabının alametidir. Mutlu musunuz, halinizden memnun musunuz? Öyleyse problem yok. Çünkü siz tevekkül ehlisiniz. Elinizden geleni yapıyor sonra gelen neticeye rıza gösteriyorsunuz. Demek ki; yerlerin ve göklerin ilâhına teslimsiniz. Öyleyse her şeyde O'nu görüyorsunuz, O'nu okuyorsunuz ki falancaya filancaya kızmakla kendinizi, hayatınızı ve başkalarının hayatını zindan etmiyorsunuz. Ve gittiğiniz her yere mutluluk taşıyorsunuz. Huzursuzluk karanlıklarını iman nuruyla ortadan kaldırıyorsunuz. Öyleyse siz, iman-ı kâmil olanlardansınız. Evet Sırat-ı müstakim üzere olanların dünyası da cennettir ahireti de. Aah Saadet-i Dareyn.. Nerdesin?.. İnsaniyet seni ararken perişan oldu... Evet biliyoruz ki aslında sen Lâilâheillallah demek kadar yanımızdasın.. Lâkin aaah âhirzaman! Sen nasıl bir zamansın ki biz insanlar aradığımız Saadet-i Dareyn çok yakınımızdayken onu bulamayacak kadar kör olduk seninle.. Çek artık üzerimizdeki ve kalplerimizdeki kara bulutlarını. Çek ki; âsude bir bahar ülkesi gelsin ve hiç gitmesin bizden. İman, tevhid, teslim ve tevekkül yağmurlarıyla baharlar gelsin kalplerimize, ebedi mutluluk çiçekleri açsın. Bırakalım ıztırapları, yeis ve elemleri, iman nimetinden mahrum ya da nasibi az olanlara.. Ve huzuru bulalım, yaşatalım doya doya. Evet iman ehli bir takım sebeplerle kıymetlisini kaybettiğinde hüsrana uğramaz. Çünkü iman eden bilir:Madem O var her şey var! Velhasıl: Âmenna diyorsa dillerimiz, her şeyde O'nu görmeli gözlerimiz. O'nu okuyunca gözlerimiz, teslimiyete bürünecektir kalplerimiz. Teslimiyetimiz varsa O'na, dünya yükümüz hafiftir artık. Ve tevekkül varsa, O mutlaka bizimledir. Yerlerin ve göklerin ilâhı olan Allah'ın (cc) yanında olduğu kişi ise dünyadan ebede kadar âsude bahar ülkesindedir.

Mehlika YAĞMUR 01 Haziran
Konu resmiMabud Yalnız O'dur!
İbadet

İşte, Allah'a inanıp O'nu kabul etmeyen, böylece her şeyi Rabb edinip onlara tapmak mecburiyetinde kaldığı gibi, buna bedel kâinatın sahibine inanıp O'na ibâdet eden, her şeye tapmaktan kurtulur. Ve bütün varlıkların Allah tarafından kendine merhameten verilen hizmetçiler olduklarını anlamış olmak ile yeryüzünün halîfesi rütbesine yükselir. Birinci Söz'deki, Şu sahranın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al! yani Allah'a iman edip O'nun emir ve yasaklarına uy! O iman ile tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın. cümlesinin ifade ettiği hakikati bir örnekle izah edelim: Hakikaten insan Cenâb-ı Hakk'a iman edip kulluk yapmazsa, bütün varlıklara kul ve köle olmaya mecbur olur. Ve istifade ettiği bütün varlıklara karşı bir dilenci olur. Allah'a hamd olsun, biz mümin olduğumuzdan bu işin böyle olduğunu tam fark edemeyebiliriz. Fakat Allah'ı tanımayan ve O'na ibâdet etmeyenlerde bu hali daha bariz bir surette görmek mümkündür. Konu ile ilgili bir hatıramı nakletmek istiyorum:Ankara'da bir iş adamının bürosunda, iki üniversite bitirmiş Hindistanlı bir ticaret ehli ile tanıştım. Tercüman vâsıtasıyla aşağıdaki mealde bir konuşmamız oldu. Ben ona dedim ki: — Tahkir etmek için değil, yalnız öğrenmek maksadıyla size bir meseleyi sorabilir miyim? — Olur, dedi. — Neden ineğe tapıyorsunuz, dedim. O da cevaben dedi ki: — Elbette ineğe tapacağız, çünkü ineğin sütünden, etinden ve daha birçok şeyinden istifade ediyoruz. O istifadeye bedel ona tapmamız lazım. Ben de; — İnekten istifade ettiğimiz gibi koyundan da istifade ediyoruz, dedim. O da dedi ki; — Kesinlikle koyuna da tapmak mecburiyetindeyiz. Hatta dünyaya ve dünyamızdaki bütün varlıklara, teneffüs ettiğimiz havadan tutun ta bitkiler, hayvanlar ve güneşe kadar her şeye tapmamız gerekir. Çünkü hepsinden istifade ediyoruz. O istifademiz nisbetinde onlara tapmamız icab eder. Aslında şunu demek istiyordu: Nasıl ki bir markete gidersiniz, istediğiniz bütün çeşitlerden alırsınız. Her çeşitten aldığınız kadar fiyat ödemek mecburiyetindesiniz. Aynen öyle de dünya denilen İlahî markete de gelmişiz, ondan ve onun içindekilerden istifade ediyoruz. Elbette o varlıklardan istifade ettiğimiz kadar, fiyat olarak o varlıklara tapmak mecburiyeti vardır, diye inandığını ifade etti. Hâlbuki şunu düşünmüyor ki, marketteki malları alırken bedelini o mallara değil, marketin sahibine ödüyoruz. Marketin bir sahibi bulunduğunu bildiği halde, ne yazık ki bu dünya marketinin de bir sahibinin bulunduğunu düşünüp idrak edemiyorlar. Ben de onun anlayabileceği bir misal verdim ve dedim ki: — Biz şu anda bulunduğumuz odadan istifade ediyoruz. Acaba biz buraya gelmeden evvel, bu odayı bizim istifade edeceğimiz şekilde hazırlayan ve bu hâle getiren biz miyiz?Buna cevaben: — Hayır, dedi. — Peki, bu odanın malzemeleri ve içindeki eşya bizi ve bizim buraya geleceğimizi biliyor mu ki, biz gelmeden o eşyalar bir araya gelsinler, bu odayı teşkil edip, istifade edilecek bir hâle getirsinler? Ve bu malzemelerin bu işi yapabilecek şuurları, güç ve kuvvetleri var mı ki bu işi yapsınlar? — Hayır, asla. — Değil bu hizmeti yapabilecek şuur ve kuvvete sahip olmak, belki bu hizmetin farkında bile değiller. Madem ki bu odayı biz bu hâle getirmemişiz ve bu odanın malzemeleri de bu işi yapabilecek durumda değiller, nasıl oluyor ki bu oda içindeki bütün eşyası ile hazırlanıp bize hizmet ediyor? Demek ki bu odanın bir sahibi vardır ki, bu odayı hazırlayıp hizmetimize vermiştir. Şimdi odadan ve içindeki eşyadan istifade ettik. Odaya ve eşyaya mı teşekkür edeceğiz, yoksa odayı bizim hizmetimize sunan oda sahibine mi teşekkür etmemiz lazım? Eğer sahibini kabul edip tanımazsak, ona teşekkür etmezsek, belki odaya ve odanın içindeki malzemelere teşekkür edersek, elbette bu nankörlüğümüze bedel bir daha böyle bir iltifatı bekleyemeyeceğimiz gibi, sahibinin bu hatamıza binaen vereceği cezayı da hak etmiş oluruz. — Aynen bu misal gibi bu dünyamız da büyük bir oda gibidir. İçindeki bütün eşyası ile bize hizmet ediyor. Biz gelmeden evvel bu dünyayı hizmetimize hazır hâle getirmediğimiz gibi bu dünya ve içindeki varlıklar dahi bizi bilip bir araya gelip bizim hizmetimiz için hazır bir hâle gelmeleri de mümkün değildir. Çünkü bu işlerin olması nihayetsiz bir kudret, hikmet ve ilim ile mümkün olabilir. Hâlbuki dünyamızı teşkil eden unsurlar ve varlıklar ise âciz ve şuursuz mahluklardır. Bu işi onlara vermek mümkün değildir. Öyle ise bu dünyamızın da nihayetsiz Kadîr, Hakîm, Alîm ve Rahîm bir sahibi ve yaratıcısı vardır. Bizi yarattığı gibi, ihtiyacımıza binaen dünyayı da içindeki her şeyi ile beraber yaratıp hizmetimize veren de O'dur. Peki, biz bu varlıklardan istifade ederken, acaba onların o hizmetlerine binaen onlara tapsak, Hâlık-ı Kâinatı kabul edip tanımazsak ve O'na kulluk edip ibâdet etmezsek, belki O'nu inkâr edip O'na nankörlük edersek, acaba cehennem azabını hak etmiş olmuyor muyuz? İşte, Allah'a inanıp O'nu kabul etmeyen, böylece her şeyi Rabb edinip onlara tapmak mecburiyetinde kaldığı gibi, buna bedel kâinatın sahibine inanıp O'na ibâdet eden, her şeye tapmaktan kurtulur. Ve bütün varlıkların Allah tarafından kendine merhameten verilen hizmetçiler olduklarını anlamış olmak ile yeryüzünün halifesi rütbesine yükselir. Bu açıklamayı yapınca o Hindistanlı adamın morali bozuldu, siması değişti hiçbir şey konuşmadan biraz düşünüp bekledi. Mevzuyu kapatarak başka ticarî meselelere girdi. Bu adamın hâlinden İslamiyet'in ne kadar yüce bir din olduğunu ve bizi bir tek Allah'a kul yapmak ile bize hizmet eden inekten tut tâ ay ve güneşe kadar her şeye tapmaktan ve kul olmaktan kurtardığını ve insanlığa yakışır bir şerefe nail ettiğini anladım ve Allah'a hadsiz şükrettim. Nasıl ki güneş doğunca, güneşin karşısında bulunan bütün aynalarda, cam parçalarında, su kabarcıklarında ve bütün şeffaf şeylerde bütün özellikleriyle birlikte güneşin bir aksi ve sureti bulunur. Göklerdeki hakiki güneşi kabul etmeyen bir adam, o şeffaf şeylerin her birisinde küre-i arzımızdan hacim olarak 1 milyon 306 bin kat daha büyük, o aynaların 149,6 milyon km derininde birer gerçek güneşin var olduğunu kabul etmek mecburiyetinde olur. Hâlbuki bu ise çok cihetlerle imkânsızdır. Öyle de her şeyi bütün Esmâsıyla yaratan ve yapan Allah'a iman edip ibâdet etmeyen adam da bütün varlıkları birer Rab olarak kabul edip onlara tapmak mecburiyetinde olur. Fakat bir tek Rabb-ı Rahîm'e tapıp, O'na ibâdet eden, bütün varlıklara tapmaktan ve ibâdet etmekten kurtulur. İman nimeti için, bütün varlıklar adedince Allah'a hamd ve yine o varlıklar adedince İslamiyet'i bize getiren Resul-i Ekrem (asm)'e salât-ü selamlar olsun diye şükrettim.

Zakir ÇETİN 01 Haziran
Konu resmiMârifetullah
İnsan

İlim; bilme, mârifet; tanıma mânasında olup arada şöyle bir fark var ki: İlim bir şeyi ihata edip (kuşatıp) her yönüyle tam bilme iken; mârifet her yönüyle değil belki bazı yönleriyle bilme, eksik bilgi denebilir. Kamus-ı Okyanus'da: İlim, vech-i küllî ile bilmek ve mârifet, vech-i cüzi ile bilmek mânasınadır. İlmin mukabili cehil; mârifetin mukabili inkardır. diye tarif edilmiştir. Mevzumuz olan mârifetullah ise Cenâb-ı Hakk'ın kendisini bizlere kitablar, peygamberler, ve sevgili kulları vasıtasıyla bildirdiği şekilde ve ne kadar bildirdi ve tanıttırdı ise o kadar bilmek ve tanımaktır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk hakkındaki malumatımız ne kadar çok da olsa eksiktir. Çünkü, Allah'ın (cc) bütün isim ve sıfatları ve şuunatı ve zâtı, mutlak (sonsuz, sınırsız)'dır. Yani Onu kuşatamadığımız için Cenâb-ı Hakk hakkındaki malumatımıza ‘ilmullah' denilmiyor; ‘mârifetullah' deniliyor. Cenâb-ı Hakk bir kutsî hadiste:Ey insanoğlu! Kendini bilen beni de bilir. Beni bilen ise arar ve arayan da beni bulur. Beni bulan her muradına erer, ummadığı şeylere kavuşur. buyuruyor. (Mârifetnâme) Bedîüzzaman Hazretleri Ene Risalesi'nde (30. Söz) insana verilen emanetin bir vechi ene (benlik) olduğunu, kâinatın ve Esma-i İlâhiye'nin gizli hazinelerini ene anahtarının açtığını Cenâb-ı Hakk'ın esma ve sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek tanıttıracak numune ve işaretleri enede yerleştirdiğini fakat ene anahtarının da kapalı olduğunu, evvela onu açmak lazım geldiğini, ene açılır ve anlaşılırsa kendini bilen Rabbini bilir sırrıyla âlemin kapılarının ve esmâ hazinelerinin açılacağını beyan eder. Cenâb-ı Hakk kendini tanıttırmak ve sevdirmek istiyor. Onu tanıyıp sevecek ve sevdirecek mahlukat içinde canlılar, canlılar içinde şuurlular, şuurlular içinde insan, insanlar içinde peygamberler ve onlar içinde de Peygamberimiz (asm) dir. Çünkü Peygamberimiz (asm) bir hadîsinde: Sizin içinizde Allah'ı en iyi bilen benim. Çünkü (O'nu) bilmek kalb işidir. Eğer siz Allah'ı hakkıyla bilmiş olsaydınız sizin duânızla dağlar yok olurdu. Sizin Rabbinizi en çok bileniniz nefsini en çok bileninizdir. buyuruyor. (Mârifetname) Mârifetullah'ın ne kadar kıymetli ve ehemmiyetli olduğunu bir derece daha anlamak için şu ifadelere dikkatinizi çekmek isterim. Mâhiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulum-ı hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu mârifetullahdır. İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Halık-ı Kâinatı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve insanın vazife-i fıtratı (yaratılış vazifesi) ve fariza-i zimmeti (yüklendiği farz vazifesi) mârifetullah ve imân-ı billah(Allah'a iman)'dır. Evet bütün hakiki saadet, halis sürur ve şirin nimet ve safî lezzet elbette mârifetullah ve muhabbetullahdadır. Dünyanın zevkleri ve zinetleri Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet bile olsa cehennemdir. Bilhassa şehvetin ateşini söndürecek mârifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet mârifetullah olduktan sonra dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi cennete bile iştiyak kalmaz. (Bedîüzzaman Hazretleri) Haberde geldi ki:Dünyada öyle bir cennet vardır ki onu bulanda cennete bir istek kalmaz. Bu cennet mârifetullahtır. İnsanlar bu âlemden göçüp gittikçe buradaki en güzel şeyin lezzetinden mahrum kalırlar. O en güzel şey mârifettir ki o bütün nimetlerden daha zevkli daha lezzetlidir. (Mârifetname) Cenâb-ı Hakk, bizleri, kendisini kendisinin istediği şekilde tanıyan, seven kullarından eylesin. Âmin, binlerle âmin. Ey insanoğlu! Kendini bilen beni de bilir. Beni bilen ise arar ve arayan da beni bulur. Hadîs-i Kutsî

İlyasi RAMAZANOĞLU 01 Haziran
Konu resmiCennetin anahtarı: Kelime-i Tevhid
İnsan

İnsanların sanal kimlikler, kartlar ve imzalar kullandığı bir çağda yaşıyoruz. Kişiler sadece kendilerine âit şifreler ve anahtarlarla kendi özel dünyalarında işlerini halledebilmektedirler. Geliştirilen sistemler mutlak uyum gerektiren sistemler olduğundan, eksik olan şifreler, anahtarlar gerçek ve sanal kapıların açılmasını engeller ve açma denemelerini neticesiz bırakır. Dünyada kapılar bu anahtarlarla açılırken âhiret ve cennetin kapılarının açılması da böyledir. Yani, nasıl bu hayatta anahtarlar varsa cennetin de anahtarı olduğunu Habib-i Ekrem Efendimiz (asm), Muâz Bin Cebel (ra)'ı Yemen'e vali gönderirken Ey Muâz, Yemen'e vardığında yanına Kitap ehli kimseler gelip sana muhakkak Cennetin anahtarı nedir? diye soracaklardır. Sen onlara cevaben Lâ ilâhe illallah cümlesidir. Lâkin bu Tevhid Kelimesi, cennetin dişsiz bir anahtarıdır. Eğer sen cennetin kapısı önüne dişli bir anahtarla gelirsen cennet sana açılır; yoksa açılmaz, diye cevap ver (1) diye buyurmuştur. Dişsiz bir anahtar nasıl bir şekle sahip olursa olsun sadece kilidin içerisinde dönecektir. Kapının o anahtardan belki de haberi bile olmayacaktır. Çünkü kapıyı, kilidi zorlayacak ve neticeye gidip açacak dişleri yoktur. İşte insan ruhlar âleminden ana rahmine, oradan dünyaya, berzahtan da âhirete uzun bir yoldan gelip uzun bir yola gider. Neticede, varmak istenilen kapının açılması bu yolculuk için en ehemmiyetli hadisedir. Zira bu büyük yolculuğun meyvesi cennettir. Hadis-i Şerife dönersek, Lâkin bu Tevhid Kelimesi, cennetin dişsiz bir anahtardır sözünde bazı insanların anahtarlarının dişsiz olduğunun işaretlerinin aranılacağı gibi, kapıları da açmayacağı hakikati vurgulanmakta, Ayrıca dişli bir anahtardan bahsedilmektedir. O zaman Lâ ilâhe illallah anahtarının mânasının bilinmesi ve dişlerinin yerine oturtulması gerekmektedir. Zira bu öyle bir anahtardır ki Hz. Adem (as)'dan beri kullanılmaktadır. Bütün peygamberler bu dişleri yerlerine oturtmaya çalışmışlar ve Oku (2) emriyle kâinatı okuyan, Kâinatın hâlıkının icraatlarını tefekkür eden, onun esmâsını hakkıyla bilen ve nokta-i mihrakiyyesi olup, bütün insanlığa tebliğ eden Üstad-ı Küll, Mahbubu Hüda, Sultan-ı Rusul Hz. Muhammed (asm) bu anahtarın dişlerini Uluhiyet risalesiz olamaz (3) sırrıyla eksiksiz, kusursuz olarak yerlerine oturtmuştur. İste Hadîs-i Şerifteki bu sırdandır ki Bedîüzzaman Hazretleri de ehemmiyetli bir ihtarında şöyle buyurmaktadır:Arkadaş. Tevhid iki çeşit olur.Birisi: âmiyane tevhiddir ki:‘Allah'ın şerîki yok. Ve bu kâinat Onun mülküdür.' der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalalete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi: hakikî tevhiddir ki:‘Allah birdir. Mülk Onundur. Vücud Onundur. Her şey onundur.' der. Lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk'ın sikkesini görür. Ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü ve damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesinin maliki olurlar ki: dalalet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar.(4) Bugün tevhid anahtarı hakkıyla biliniyor ve dişleri yerine oturtulabiliyorsa Muhammed Resulullah olduğu içindir. İşte nasıl ki anahtar dişsiz olmaz Lâ ilâhe illallah da Muhammed Resulullahsız olmaz. Olursa, yazık olur, kapıyı açmaz, netice vermez. Zira Tevhid anahtarının dişleri onun sünnetleridir. Onun Sünnet-i Seniyyesi olmadan kapılar açılmaz. Her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk'ın sikkesi onun sünnetlerine ittiba ile görülür. Hâlik-ı Kâinat olan Rabbimiz,Allah'ımızı bize tanıttıran Resulü Ekrem Efendimizin Sünnet-i Seniyyesiyle Tevhidimizi güçlendirelim ve her an Kelime-i Tevhid ile imanımızı tazeleyelim. Ona ittiba ve itaat ederek Rabbimize ittiba ve itaat edelim. İşte o zamanBuyurun. Kapı size açılacak. Selâmetle giriniz. Kaynaklar:Et-Tarih (Buhârî), El-Hilye (Ebu Nuaym), Sünen (Beyhakî), Umdetu'l-Kaarî, IV, 3; İrşâdu ‘s-Sâri Alak Suresi, 1 Risâle-i Nur Külliyatı, Bedîüzzaman Said Nursi, 10. Söz, Zülfikar, Orijinal Nüsha. Risâle-i Nur Külliyatı, Bedîüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Orijinal Nüsha.

Yusuf Bahadır DEREN 01 Haziran
Konu resmiRabbini bilen bir nesil!
Eğitim

Cehâlet' insanın en büyük düşmanı; bunda hiç şüphe yok. Ancak şu soruyu enine boyuna düşünüp, lafı eveleyip gevelemeden makul bir cevap bulmak zorundayız artık: Kimden ve neyden cehâlet, neyi bilmemek en büyük düşman, en dehşetli musibet, en korkunç belâdır?.. Zaman, kesret zamanı: Nazarı dağıtacak, aklı ve kalbi karıştıracak, fikrî hercümerce sebep olacak, yığınla malzeme mevcut piyasada. Daldan dala atlayıp günde binlerce heber ve mevhum bilgi ile karşılaşan insanın cehâletten kaçayım derken örtülü bir cinnete kapıldığından maalesef haberi yok!. Bu âhirzamana mahsus tersyüz oluş, kendini âlim zanneden câhillere rağbeti ve adına bilgi yahut kültür denilen örtülü cehâlete olan alâkayı artırıyor. Havadaki sefih cehâlet bakterileri, gurur ve enâniyet mikroplarıyla ortak olup imansızca ve amansızca ‘hikmet'in yegane menbaı olan kalp dairelerini şiddetli bombardımana tâbî tutuyorlar ve derunî ihtilallerle tamiri imkânsız ruh dengesizliklerine sebebiyet veriyorlar!... Sonsuz arzuları ve hudutsuz ihtiyaçları olan, bununla birlikte sınırsız düşmanları, hadsiz elemleri bulunan insan kalbi, fâni mâşuklarla tatmin olmadığı gibi fenâ mülküne dâir bilgilerle de doymuyor. Kendini tanımayan insan ise bu açlığından bîhaber! Açlığından haberdar olmadığı için de ‘hikmet' taamına iştahsız! Oysaki ‘hikmet'in, hakiki ilmin, gerçek bilginin anahtarı özünde saklı, derununa yerleştirilmiş, cevherine dercedilmişâ€¦ İnsan, kendini bilse kendini ve kendisi gibi milyarlarca insanı ve hudutsuz varlıkları yaratıp terbiye edeni de bilecek, bulacak… O'nun isim ve ünvanlarını bildikçe dirilecek; bir bir ilimlerin kapıları kendisine aralanacak, cehâlet kuyusunun ağzı kapanacak. Kâinâtın formülünü bulmanın eşsiz huzurunu ve kalbinin Samed aynasına kavuşmasının engin sükununu yaşayacak… O'nu tanıdıkça O'nun istediği renge boyanacak, Onun talep ettiği kisveye bürünecek. Yaratılışına uygun bir hâlde olmanın ve o minval üzere hareket etmenin neticesi, ‘maksimum randıman' noktasına ulaşacak. ‘Ahsen-i Takvîm' özelliğinin tüm alâmetleri bir bir üzerinde görünecek ve görülecek. O'nu tanıdıkça kendini bilecek, kendini bildikçe O'nu tanıyacak. O'nu bulunca her matlubunu, her arzusunu bulacak, hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtulacak… Ben O'na inanıyorum! Ben Allah'ın varlığını biliyorum! deyip sadece bu iman ve bilgi ile iktifâ etmenin ne büyük bir eksiklik olduğunu, hakikaten O'nu tanımanın, ‘mârifetullah'a ermenin en büyük olgunluk olduğunun farkına varacak… Muhyiddin-i Arabî'nin, Fahreddin-i Râzî'ye mektubunda dediği: Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır cümlesinin sırrını ancak o zaman öğrenebilecek… Ve ancak o zaman Kur'ân'ın niçin üçte birisini ‘Tevhid' mevzuuna ayırdığını anlayabilecek… Ve yine cemiyetin cehâlet esâretinden azade olmasının tek yolunun ‘Rabbini bilen bir nesil' yetiştirmekten geçtiğini o vakit görebilecek…

H. Sabri COŞKUN 01 Haziran
Konu resmiİki cihan saadeti tevhid yolundan geçer!
İnsan

Yaratılış Ağacı tabiri ile kâinat bir ağaca benzetilir ve insan bu ağacın en seçkin, en olgun meyvesi olarak tanımlanır. Kâinatın bu şekilde tabir edilmesi onun aynı zamanda bir ağaç gibi her bir parçasının birbiriyle olan sıkı irtibat ve tesanütünden kaynaklanmaktadır. Bu intizam, irtibat ve düzen her yerde hüküm süren kanunların bir elden ve bir merkezden yönetildiğini göstermektedir. Kâinatta tevhidin tam bir tezahürü vardır. İnsanın vücut itibariyle kâinattaki yeri bir kum tanesinin Büyük Sahra'da kapladığı yer kadar bile değildir. İnsanın yaratılmasından beklenen gayeler maddi değil, manevidir. İnsan, vücudunun küçüklüğüyle beraber emânet-i kübra tabir edilen, yeryüzünde Allah (cc)'ın halifesi olmak ve vahye muhatap olmak yönüyle seçkin bir varlıktır. İnsanın yaratılmasından beklenen netice: Ben insanları ve cinleri sadece bana ibâdet etsinler diye yarattım. (1) âyeti ve pek çok âyette bildirildiği üzere iman ve ibâdettir. Kendisini yaratan Rabb'ini bilip, O'na inanmak, emirlerine itaat etmek ve O'nu sevmektir. İnsanın yaratılmasının en birinci gayesi, Allah (cc)'a inanmaktır. İman, insanı gerçek insan yapar. Onu olgunlaştırır. İman ile insan yeryüzünde Allah (cc)'ın halifesi ve bütün mahlukatın komutanı olur. İman etmemek ise, insanı en bedbaht bir varlık yapar. İnsanı insan eden erdemlerden yoksun bırakır. İnsanın dünyadaki yeri ve onu hayvanlardan ayıran özelliklerden biri de hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farklılıklardır. Hayvan dünyaya sanki başka bir âlemde tekemmül etmiş, tahsil görmüş gibi mükemmel olarak gelir. Bir hayvan yavrusu birkaç saatte, belki birkaç günde hayatı boyunca kendisine lazım olacak bilgileri ve hayat kanunlarını öğrenir. Bu öğrendiği şeylerde hüner sahibi olur. Bir ördek yavrusu doğar doğmaz yüzer. Bir inek yavrusu doğduğundan birkaç dakika sonra ayağa kalkar. İnsanın yirmi senede kazandığı becerileri bir serçe kuşu ve arı gibi hayvanlar birkaç gün zarfında kazanırlar. Demek ki, bir hayvanın asıl vazifesi öğrenmek değil, amel etmektir. İnsan ise, dünyaya geldiği andan itibaren her şeyi öğrenmeye muhtaçtır. Hayat kanunlarına karşı tecrübesizdir. On beş yirmi senede hayat şartlarını bütünüyle öğrenemez. Bununla birlikte bir öğreticiye de muhtaçtır. Belki ölene kadar öğrenmeye muhtaçtır. Bir yaşını doldurmadan yürüyemez; iki yaşını bitirmeden konuşmaya başlayamaz. On beş yaşından sonra kâr ve zararı fark etmeye ancak başlar. Hayatta kalabilmek ve rahat yaşayabilmek için de başkalarının yardımına ihtiyaç duyar. Anlaşılıyor ki, insanın asıl vazifesi öğrenerek yükselmektir. Öğreneceği şey, başta dünyaya niçin gönderildiğidir. İnsanın kendine şu soruları sorması varoluşunun gereğidir: 1- Nereden geldim?2- Nereye gidiyorum?3- Bu dünyada işim ne?4- Bu işleri yapan kim? Bir adı da hikmet olan felsefenin çıkışı da bu sorulara dayanmaktadır. İnsanlar tarih boyu kendilerinin diğer varlıklardan farklı olduğunu keşfederek bu farklılıklarının nedenini arayıp durmuşlardır. Ve insanın diğer varlıklardan en önemli farkı olan akıl ile insanı ve kâinatı anlamaya çalışmışlardır. Bu sorulara en güzel cevabı tevhid dini olan İslâmiyet vermektedir. İslâmiyet bu sorulara şöyle cevap veriyor: Ruhlar âleminden, anne karnından geçerek bu dünyaya geldin. Ahiret âlemine dünyadaki amellerinin karşılığını görmek için gidiyorsun. Dünyaya ilim, dua ve ibâdet vasıtasıyla tekemmül etmek için geldin. Bu işleri yapan, insanı yaratan, dünyaya gönderip imtihana tabi tutan ve kabir vasıtasıyla seni huzuruna alacak olan Allah (cc)'dür. Bu soruları sorması insanın yaratılmasının gereğidir. Bilmesi gerekiyor niçin dünyaya geldi, kim kendisini böyle nazeninâne besliyor, büyütüyor, sonra huzuruna almak için yerin altına celbediyor. Allah'ın varlığını her vicdan hisseder. İnsanlar, Allah'a iman ihtiyacını doğuştan kazandıkları bir takım ihtiyaçlarla beraber kazanırlar. İnsan nasıl acıkır, susar, yani yeme ve içme ihtiyacını vazgeçemeyecek bir şekilde duyar. İşte inanma ve ibâdet etme ihtiyacı da bunlar gibidir. Dışarıya vurulmasa da derinden derine vicdanı bozulmamış her insan hisseder. Hissetmese bile ihtiyacı vardır. İman, insanı hakiki bir insan eder. Belki insanı bütün mahlukata sultan eder. İnsanın bütün mutluluğu bir olan Allah'a imanına ve teslimiyetine bağlıdır. Hakiki imanı taşıyan bir insan kendisinde İnsan kâinatın bir parçasıdır. Manevi olarak kâinatın merkezi, mahlukat âlemi içinde yaratılmışların efendisidir. Bütün ihtiyaçlarına ve sıkıntılarına karşı dayanacağı bir dayanak noktası bulur. İnsan yaratılışı gereği kâinatın bütün varlıklarıyla ilişkilidir. İhtiyaçları âlemin her tarafına dağılmıştır. Arzuları sonsuzdur. Bir çiçeği istediği gibi baharın gelmesini de ister. Bir bahçeyi istediği gibi ebedi cenneti de arzu eder. Dünyada bir dostunu görmeye muhtaç olduğu gibi ölmüş dostlarını görmeye de muhtaçtır. İşte bütün bu arzularını temin edecek ve kendisini sıkıntılardan kurtaracak bir zatın varlığına ve ona teslimiyete muhtaçtır. Ahirette olduğu gibi dünya hayatında da mesut olmanın anahtarı imandır. Gerçek zevk ve eksiksiz lezzet ve kedersiz sevinç iman hakikatleri dairesinde bulunur. İman olmazsa dünyevi bir lezzette çok sıkıntılar bulunur. Dünya bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur ve hayatın lezzetini kaçırır. İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, gerçek imanı elde eden bir insan, kâinata meydan okuyabilir. Bu iman iledir ki, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (asm) ve onun seçkin sahabeleri, başta kendi kavimleri olmak üzere o zamanın büyük devletleri hem maddeten hem de fikren onların aleyhinde olmalarına rağmen davalarından vazgeçmemişlerdir. Kendisine her türlü teklifte bulunulan ve vazgeçmezse ölüm ile tehdit edilen Peygamberimiz (asm):Vallahi bir elime güneşi, diğer elime de ayı koysanız yine davamdan vazgeçmem. (2) demiştir. Çünkü insanın rahatı, bir olan Allah'a inanmaya bağlıdır. Aksi takdirde insan pek çok ilâha muhtaç olur. İman ise insana geçici bir hayatı değil, belki koca bir kâinatı ve dünya kadar bir ebedi mülkü kazandırır. TEVHİD İNANCININ TOPLUM HAYATINA ETKİLERİ Toplum, sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için birbiriyle ilişki kuran, birbirini etkileyen ortak bir kültürü paylaşan insanlar topluluğudur. Toplum bir örgüye benzer. İnsanlar bu örgü içinde bir arada yaşarlar. Toplum kendi kendini sürekli yeniler ve hayatını devam ettirir. Değişme toplumun temel özelliğidir. Değişmeler zamana ve duruma göre yavaş ya da hızlı, kesintili ya da sürekli, gerileme veya ilerleme biçiminde olabilir. Toplum, iç içe geçmiş girift sosyal gruplardan oluşmuştur. Bu sosyal gruplar ise, fertlerden meydana gelir. İnsan sosyal bir varlıktır. Yaşamak için diğer insanlara ihtiyaç duyar. Maddi ve manevi gereksinimlerinde diğer insanların yardımına muhtaçtır. İnsanın bütün hayatını kontrol eden İslâmiyet insanın toplumla ilgili hareketlerini de düzenlemiştir. İslâm dininin devamlı etkileşim ve alış veriş içinde olan insanların ilişkilerini düzenleyen emir ve yasakları vardır. Toplumu belli bir düzene sokmuştur. Toplum hayatını düzenleyici ilkeler ve kuralları insanlara bildirmiştir. İnsanların en hayırlısını, insanlara en fazla hayrı dokunan insan olarak belirtmiştir. Yardımlaşma şu âlemde en esaslı bir düsturdur. Bütün varlıklar, diğer varlıkların hayatları için lazımdır ve birbirlerine yardım etmektedir. Varlıklar âleminde geçerli olan yardımlaşma kanunu, insanlar için de en esaslı bir kuraldır. Anne-baba çocuklarının yardımına koşarlar. (3) İhtiyarlar, gençlerin bakımına muhtaçtır. (4) Kadın bir erkeğe, erkek bir kadına muhtaçtır. (5) İnsan topluma, toplum ise hayat akışını, düzenli olması için ilâhi kanunlara ihtiyaç duyar. İlâhi kanunlar da tevhid dini olan İslâmiyet ile insanlara bildirilmiştir. Toplumu birbirine bağlayan, hayat akışını kolaylaştıran ve hayatın yapısını sarsıntılardan koruyan Beş Esas vardır.  Bunlar: *Büyüklere hürmet*Küçüklere merhamet*Haramlardan sakınmak*Emniyet (karşılıklı güven)*Başıboşluğu bırakıp, ilâhi emirlere itaat etmek Bu kurallara uymak; bir olan Allah'ı, onun dinini, kitabını, peygamberlerini kabul etmekle mümkündür. İslâm dininde, mümin mümine karşı, birbirini perçinleyen bir duvar gibidir. Birbirini sevmekte, acımakta, şefkatte müminler tek bir vücut gibidir. Bir organın şikâyetiyle diğer organlarda uykusuzluk ve rahatsızlık çektiği gibi, bir Müslüman'ın çektiği ıstırap ile diğer Müslümanlar da ıstırap duymalı ve acısını paylaşmalıdır. Fetih Suresi'nde ‘Müslüman'ın Müslümanlara karşı merhametli olması' gerektiği belirtiliyor. Mümin müminin kardeşidir meâlindeki âyeti ise umumi bir düsturdur. Bu merhamet ve kardeşlik düsturları Müslüman'ın diğer Müslümanlara karşı şu vasıfları kendisinde taşımasını zorunlu kılmaktadır: * Âdil olmak* Müslümanlara karşı iyi davranmak ve büyüklenmemek* İnsanlara faydalı olmak* Müslümanı kardeş olarak benimsemek* Allah için sevmektir Kendin için istediğini mümin kardeşin için istemek ölçüsü, sevgi, merhamet ve kardeşliğin bir gereğidir.Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir hadîsi başkalarını düşünmek vasfını imanın kemâli olarak gösterir.İslâmiyet sıla-i rahmi terki ve insanlarla ilişkiyi koparıp kendini toplumdan tecrit etmeyi reddeder. Anne ve babaya karşı gelmeyi büyük günahlardan sayıp toplumun temel taşı, en küçük grubu olan ailenin temelini sağlamlaştırır. İnsanlar arası iletişimin araçları, tatlı dil, güler yüz ve güzel hallerdir. İslâmiyet konuşurken karşıdaki insanı rencide etmemeyi güzel sözlerle kalp kazanmayı, güler yüz ile de olsa insanlara iyilikte bulunmayı, hediyeleşerek sevgiyi artırmayı ve insanların hoşuna gidip tiksindirmeyecek, su-i zanna sebep olmayacak hal ve davranışlarda bulunmayı emreder. Ve sen elbette yüce bir ahlâka sahipsin. (7) âyeti gereğince, şahsi hayatımızda bizim önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed'dir. Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtuluşa erersiniz. hadîsi gereğince ,toplum hayatımızda bizim için örnek toplum ise sahabelerdir. İslâm'ı en güzel onlar anlamış ve hayatlarına geçirmişlerdir. Kaynaklar:Zariyat Suresi: 56. âyetKütüb-ü SitteBakara Suresi: 233. âyetİsra Suresi: 23. âyetHücürat Suresi: 13.âyetNisa Suresi: 1.âyetKalem Suresi: 4.âyetMüslim, Bi'r (28-34, 2563-2564) Ebu Hureyre (rh) anlatıyor:Peygamberimiz (asm) buyurdular ki: Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, hasetleşmeyin, birbirinize buğuz etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah'ın kulları, Allah'ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman Müslüman'ın kardeşidir. Ona ihanet etmez, zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez.Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her Müslüman'ın malı, kanı, ırzı diğer Müslümanlara haramdır.8

Murat İNCEİMAMOĞLU 01 Haziran
Konu resmiÜstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin Hizmetlerinin Neticeleri
Risale-i Nur

Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said' ve ‘yeni Said' olarak iki devreye ayırır. Genel olarak Osmanlı döneminde yaptığı çalışmalar Eski Said devresine rastlarken, Cumhuriyet döneminde yapmış olduğu hizmetler Yeni Said devresine ait olan hizmetleridir. Biz burada daha çok Yeni Said devresindeki faaliyetlerini nazar-ı dikkate alacağız. Bedîüzzaman Hazretleri Yeni Said olarak hizmete başladığı günlerde memlekette çok büyük bir manevi tahribat yaşanmakta idi. Din eğitimi yasaklanmış, İman ve İslâmiyet aleyhinde propagandaya başlanmış, pek çok âlim ve fazıl kişiler değişik yollarla susturulmuş, inananlar büyük bir şiddet ve baskıya maruz kalmış, dinde reform adı altında İslâmi şeair ve temeller değiştirilmeye başlanmış ve Avrupaî bir toplum oluşturmak için pek çok cebrî icraatler topluma dikte edilmiştir. Netice olarak milletin dini ve imanı bütün yönleriyle büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştır. Risâle-i Nur sadece Türkiye'deki Müslümanların problemlerini çözmek üzere yazılmış bir eser değildir. Belki umum âlem-i İslâmın ortak manevi yaralarına merhemler sunan ve istikbalde parlayacağı vaad olunan bir İslâmi medeniyetin ve ittihad-ı İslâmın formüllerini de ihtiva eder Bedîüzzaman Hazretleri gerek bu tahribatın önüne set çekebilmek için ve gerekse bu problemin kaynağı olan maddeci ve tabiatçı felsefe ile ilmi ve fikri sahada mücadele edebilmek için bütün mesaisini iman hakikatlerinin isbatına ve dinsiz felsefelerin çürütülmesine ve İslâmın başlangıcında olduğu gibi yeniden başta iman esasları olarak dinin en temel meselelerinin takviyesine sarf etti. Bunun için siyasi ve sosyal hayattan tamamen çekilerek kendini Kur'ân'a verdi. Yirimi üç sene müddetinde (1926–1949) Kur'ân'dan aldığı nurlarla yüz otuz risaleyi yazarak bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbat etti. Üstad Hazretleri'nin benim fikrimin ürünü değil Kur'ân'dan ilhamen yazdırılmıştır dediği bu yeni Kur'ân tefsirine Risâle-i Nur Külliyatı denilmektedir. Kendi ifadeleriyle Risâle-i Nur, tabiattan gelen küfür fikrini dirilmeyecek bir surette öldürmüş ve küfrün belini kırmıştır. Bu asrın insanının anlayışına hitap eden bu dersler, hakikat noktasında ve ilmen küfre karşı kesin bir zafer kazanmıştır. Bunun en büyük bir delili bütün dinsiz felsefeleri çürüttüğü halde, dinsizlerin bir tek risaleye dahi bir reddiye yazamamalarıdır. Bu fikrî galebenin toplum hayatındaki etkileri de gittikçe artarak kendini göstermiştir. 1950'ye kadar süren manevi gerilemenin ardından yeniden toplumda manevi, dinî hayat hızla güçlenmeye başlamıştır. 1925'den 1950'ye kadar devam eden tek parti iktidarı çok büyük dinî manevi tahribatlara imza atarken, aynı yıllar içinde yapılan bu imanı kuvvetlendirme hizmetinin bir meyvesi olan toplumdaki şuurlanma ile 1950'de yapılan ilk çok partili seçimlerde o baskıcı partiyi halk, iktidardan uzaklaştırarak yerine dine nisbeten saygılı bir yönetimi getirmiştir. 1925-1950 arasında estirilen dehşet, korku, baskı ve sindirme havası neticesinde memlekette din eğitimi ve Kur'ân öğretimi neredeyse tamamen duracak bir hâle gelmişken Üstad Bedîüzzaman ve talebeleri bunun bir istisnasını teşkil etmiştir. Üç defa hapis yatması defalarca sürgüne gönderilmesi sürekli bir baskı ve gözetim altında tutulmalarına rağmen Nur Risâleleri elden ele Kur'ân harfleriyle ve el yazısı ile evlerde gizlice çoğaltılarak memleketin her tarafına neşredilmiş, âdetâ evler birer nur medresesi olmuş, her bir Nur Talebesi evini Kur'ân öğretimine açarak, küçük büyük demeden, insanlara Kur'ân ve yazısı öğretilmiş, Risâle-i Nur'lardaki kuvvetli iman dersleri ve ehl-i sünnet itikadı doğrultusunda bir şuur ve sünnet üzere yaşayış öğretilmiştir. Âdeta bütün memleket bir Nur Medresesi olmuştu. Daha 1947 yılına gelindiğinde Afyon Mahkemesi esnasında savcı, iddianamesinde beş yüz bin talebesi var diyordu. Hareket 1950'den sonra üniversite talebeleri içinde de hızla yayılmaya başladı. Baskının nisbeten hafiflemesi sebebiyle Üstad, her yerde nur dershaneleri açılmasını emretti. Şu anda Türkiye çapında Risâle-i Nur üzerine araştırma ve eğitim faaliyetlerinde bulunan onlarca belki de yüzlerce vakıf ve dernek bulunmaktadır. Bu güne kadar milyonlarca insan kuvvetli bir imanı ve sünnet-i seniye dairesi içinde bir İslâmi yaşayışı elde ettiği gibi şu anda da Türkiye'de milyonlarca insan nur derslerinden istifade etmektedir. Bedîüzzaman Hazretleri'nin ve talebelerinin bu gayretli çalışmalarının neticesi olarak 1950 sonrasında toplumsal hayatta da bariz bazı değişiklikler yaşanmıştır. Ayrıca toplumdan gelen din eğitimi talebinin artan baskısı karşısında İmam-Hatib Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri açılmıştır. 1930'larda ezanı Türkçe okuma mecburiyeti getirilmişken 50'den sonra tekrar aslına dönmüştür. Üstad Hazretleri'nin mühim hizmetlerinden birisi de Kur'ân harfleriyle okuyup yazma faaliyetini talebelerine emrederek Kur'ân harflerinin unutulup kaybolmasını engellemiştir. Kendisi bütün eserlerini Kur'ân yazısıyla yazdırmış ve talebelerine de Risâle-i Nur Talebesinin en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır diyerek Risaleleri elleriyle yazmalarını emretmiş ve Risâle-i Nur'un mühim bir vazifesinin Kur'ân yazısını muhafaza etmek olduğunu mükerreren bildirmiştir. Bunun neticesi olarak nur talebeleri eski alfabeyi okuyup yazabilmekte ve bunu herkese öğretmeye yönelik çalışmalarına devam etmektedirler. Üstad Hazretleri'nin iman, Kur'ân, şeair ve sünnet-i seniye üzerine yaptığı çalışmalar netice vermiş ve artık Türkiye'den İslâm'ın dışlanamayacağını katiyen anlaşılmıştır. Risâle-i Nur sadece Türkiye'deki Müslümanların problemlerini çözmek üzere yazılmış bir eser değildir. Belki umum âlem-i İslâmın ortak manevi yaralarına merhemler sunan ve istikbalde parlayacağı vaad olunan bir İslâmi medeniyetin ve ittihad-ı İslâmın formüllerini de ihtiva eder. Bedîüzzaman Hazretleri bu iman derslerinin bütün Müslümanlara yönelik bir faydasını şöyle anlatır: Hindistan'da bir mümin işitse ki Türkiye'de bir tefsir yazılmış ve bütün iman hakikatlerini dinsizleri susturacak bir katiyetle isbat ediyor; kendisine imana dair bir şüphe geldiğinde ‘ben bunun cevabını bilmesem de Türkiye'de cevabı var' der ve imanı şüphelerden korunmuş olur. Bu gün İslâm dünyasının pek çok ülkelerinde Risâle-i Nur ve Bedîüzzaman Hazretleri üzerine üniversitelerde çalışmalar yapılmakta, mühim bazı İslâm âlimleri Risâle-i Nur ve Bedîüzzaman Hazretleri'nin tanınması için ciddi çabalar sarf etmektedir. Onlar tarafından da Nur Risalelerine Müslüman dünyanın ne kadar çok ihtiyacı olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca tüm dünyayı etkisi altına almış olan Ateizm, Agnostizm, Naturalizm, Materyalizm ve din düşmanlığı gibi hastalıkların Kur'ânî devaları da Risâle-i Nur'da vardır. Hatta yapılan onca çalışmalara rağmen komünizmin Türkiye'ye girememesinin Risâle-i Nur'un imana yaptığı geniş çaplı hizmetler olduğunu Bedîüzzaman Hazretleri bizzat vurgulamaktadır. Bu gün Risâle-i Nur bir çok dünya dillerine çevrilmiş durumdadır. Asrın insanına hitap etmesi ve ispatlarındaki kuvvet sebebiyle pek çok insanın İslâmiyete girmesine sebep olmaktadır.

Cemal ERŞEN 01 Haziran
Konu resmiMünâcât

gündüzü geceye cevâb eylediner-sultan demeden türâb eyledinbin yıllık Firavunu harâb eyledinbizleri ‘biz'likten ayırma yâ Râb! mal ve mülk senin, ben fakîr kulunumharamlarla hemhâl hakir kulunumaffeyle, isyanda mâhir kulunumyine de duâdan ayırma yâ Râb! ister bir köle ol, iterse hâkannerde Kârun, nerde taht-ı Süleymanbin yıl yaşasak da ölümdür kalanbizleri îmandan ayırma yâ Râb! dalgalansın gökte bayrağım benimsorsan kefenimi; al-bayrak derim;en kutsal sevdamdır yemin ederimyurdumu bayraktan ayırma yâ Râb! ne kadar çözülse sevda sarmaşıkhayat mıdır, nedir, olan karmaşık?gücün varsa ey nefs, dünyadan var çıkarz Senin, arş Senin, bağışla yâ Râb! sana açılmayan kapılar hep boşsen kokmayan güller, edermiş sarhoşadınla başlamak her şeye, ne hoşesmânı dilimden ayırma yâ Râb!

Zafer ŞIK 01 Haziran
Konu resmiGünlükten

Seferin yirmi beşinci günü. Romanya'dan Güney Kore'ye mısır götürüyoruz. Yaklaşık on yedi gündür. Hiç kara parçası görmedik. Güney Çin Denizi'ndeyiz. 20o kuzey pareleli, 115o doğu meridyeni. Rotamız 30o. Saat 04:30. Az evvel vardiyadan çıktım. Ellerimdeki makine yağlarını temizleyip abdest aldım. Fecri bekliyorum. Bu gece vardiyada çok işim yoktu. Saatlerce salavat okudum. Şartlar çok iyi değil. Yedi gündür sallanıyoruz. Kamaranın her yerinden gıcırtılar geliyor. Gemide taze sebze ve meyve bitti. Hoş bulantı yüzünden zaten yalnızca haşlanmış patates ve kızarmış ekmek yiyebiliyoruz. Fakat bu sekiz metrekarelik kamara bana adeta bir medrese oldu. Kur'ân-ı Kerîm okuyorum, salavat çekiyorum, yazılar yazıyorum, namazlarımı kılıyorum. Burası da benim dergâhım. Bütün noksan sıfatlardan berî olan Rabbime, kışın ortasında baharı yaratmak zor değildir. Büyük bir ihsâna mazhar olduğumu anlıyorum. Rabbim benim için kışta baharı yaratıyor. Lumbuzdan manzarayı izliyorum. Manzara on yedi gündür aynı. Uzaklarda yatay, uzun, düz bir çizgi. Çizginin altı lacivert, üstü siyaha yakın koyu bir gri. Geminin sallanmasına göre manzara bazen tamamen lacivert yahut tamamen gri oluyor. Bordaya vuran dalgalar ‘Ya Cebbar' zikrini çekiyorlar. ‘Ya Cebbar'... Sen Azamet ve Kudret sahibisin. Dilediğin sana zor değildir. Sen her şeye muktedirsin. Îmar edensin. Kullarını ıslah edip tövbeye yöneltensin. ‘Ya Cebbar' Senin her şeye gücün yeter. Ben ise fecri bekliyorum. Abdestimi aldım. Kıbleyi tayin ederek seccademi serdim. Fecri bekliyorum. Dünyanın bu noktasında, Güney Çin Denizi'nde, acaba daha evvel Rabbimin ismi bir mümin tarafından zikredildi mi? Allah için bu noktada kıyama duran, rükuya eğilen, secdeye kapanan oldu mu? Âlemlerin Sultanı'nı tesbih eden, âlemlerin Fahrı'na (sav) salât ve selam okuyan oldu mu? Yoksa bu şeref ilk defa bana mı nasip olacak? Gurura kapılmaktan, şanı yüce olan Rabbime sığınırım. Şükür, nimeti ziyadeleştirirmiş. Sükre vesile olsun diye bunu sık sık kendime hatırlatıyorum. Sefere çıktığımızdan beri namaz vakitlerini bu şevkle bekliyorum. Yâ Cebbar! Seccademi açtığım her yer bana bahar oluyor. Sana şükürler olsun. Dışarı bakıyorum. Grilik biraz açılmış. Şimdi fecr zamanıdır. Birazdan ezan okuyup namaza duracağım. Kamarama bahar geldi. İbâdetlerimi kabul eyle Yâ Rabbî! Rahmetine gark et. Nurundan ayırma. Varsın, Birsin, Kâimsin, Kadîrsin. Bizi kendine kul kabul et. Senin her şeye gücün yeter. Sen kışta baharı yaratansın Yâ Cebbar! Fecirler bekliyoruz Yâ Rabbî... 17 Ocak 1999

İdare İdare 01 Haziran
Konu resmiFarkındalık!
İnsan

Allah'ın sahip ve hükümran olduğu şu dünya ve hayatında, bütün gayret Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmek olması gerekirken, bizlere ne oluyor ki nefsimizin kavgasına tutuşmuşuz? Her şeyi geride bırakıp gidecekken, neden -sahip olmaklık uğruna- ebedi düşmanlıklar peşindeyiz? Allah'ın hükümranlığında kullar olmak lazım gelirken, neden kula kulluk kavgaları içindeyiz? Farkındalık kelimesi; o güne kadar gözümüze çarpmayan bir şeyin tarafımızdan fark edilmesi veya çoktandır iç içe, yan yana olduğumuz bir şeyin farklı yönlerini anlamanın ifadesi olarak çıkmaktadır karşımıza. Farkında mısın? şeklinde başlayan cümleler kurmuş veya duymuşuzdur birçoğumuz. Bedîüzzaman Hazretleri, insanın dünyaya talim ile tekemmül etmek üzere gönderildiğini söylerken, aslında bu kelimenin de kapısını aralamış olmaktadır. Zira insan, bilmeyen olarak geldiği dünyada, her şeyi tek tek fark etmek zorundadır. Her şeyi ya bizzat fark edecek veya fark ettiğini zannettiği insanları takliden o şeyi anladığını varsayacaktır. Anladığını varsaydığı şeyi öyle kabul edecek ve ona karşı kendisinde bir tavır geliştirecektir. Mesela ateşe elini sokmayacaktır veya suya girecek fakat yüzme kurallarına dikkat edecektir. Gördüğümüz, tanıdığımız, anladığımız şeyler, elbette sadece bizim bildiğimiz ve anladığımız kadarıyla sınırlı değildir. Bir zaman bir arkadaş Ateş ne yapar? diye sormuştu. Ben de Yakar diye cevap vermiştim. Çünkü içine attığım bir şeyi yakıp kül ediyor, elimi soktuğumda ise elim yanıyor ve canım acıyordu. Fakat o Hayır! Ateş yakmaz dedi. Nasıl olur? Biliyorum ki ateş yakar. Gözümle görüyorum ki, yakıyor. Nefsimde yaşıyorum zira elim yanıyor dedim. Doğru dedi. Dediklerin gibi oluyor. Fakat ateş, Allah dilediği müddetçe yakar. Eğer o dilemezse yakmaz. Yani yakıcılık hususiyeti ateşin bizzat kendisinde yoktur. Yakan, Allah'tır ve ateşi vesile kılar deyince, Allah Allah! demekten kendimi alamadım. Sonrasında tefekkür ettikçe gördüm ki, o arkadaşım sözlerinde ne kadar haklıymış. Zira ateşe su döktüğümde sönüyor, önüne gelen her şeyi yakamıyordu. Demek bizzat kendisine ait bir özellik değildi yakıcılığı. Hadd-i zatında ateş, birisinin var etmesiyle vardı. Diğer bütün ateşler de ve yakıcılıkları da önümdeki ateşi var edene aitti. Peki su! Su kime aitti acaba? Ya sudaki özellikler, onlar nereden gelmişlerdi? Üzerine döktüğüm ateşi söndürüyordu. Ateşe malzeme olan oduna yani ağaca hayat oluyordu. Ateşten ya istifade eden ya da sıkıntı çeken bana dahi, hayat kaynağı hükmünde idi. Üzerinde yaşadığım dünyanın üçte ikisi onunla kaplıydı. Evet dedim kendi kendime. Ateşin sahibi suyun da sahibidir. Suyun sahibi ağacın da sahibidir. Ağacın sahibi benim de sahibimdir. Benim sahibim dünyanın da sahibidir. Zira her şey birbiriyle alakadar ve birbirini tanıyor ve hükmünü icra etmekte herhangi bir zorlukla karşılaşmıyordu. Hoş bir heyecan duyuyordum ruhumda ve denklem devam ediyordu. Dünyanın sahibi, güneşin ve güneş sisteminin de sahibiydi. Samanyolu galaksisi de ona aitti. Ve dahi bütün evren, bütün kozmos yani bütün kâinat onundu. Yani Allah'ın. Farkında olduğum şu hakikat, ruhumda yaşadığım bu sevinç ifadesini, bütün kâinatın sahibi olan Allah'ın hak kelâmında buluyor ve dudaklarımdan Lâ ilâhe illallah! olarak dökülüyordu. Hepimizin bildiği gibi şu kelam, tevhidin yani Allah'ı birlemenin ifadesidir. Evet, Allah vardır ve birdir. Yani her şeyin tasarrufu O'na aittir ve her şeyin dizgini O'nun elindedir. Biz ve etrafımızda fark ettiğimizi zannettiğimiz şeyler ise, aslında Allah'ın fark edilmesi içindir. O'nun fark edilmesi ve O'na marifetin yani O'nu tanımanın yolu Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (asm)'dan geçtiği içindir ki, bu cümle iman anahtarı olarak Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulüllah olarak lisan-ı şeraite yerleşmiştir. FARKINDA MISINIZ? Dünyanın küçülüp bir köy hükmüne geldiği, Allah'ın ihsanı olarak teknolojinin gelişip uzakların yakın olduğu, bir kimsenin oturduğu yerden başka yerlerdeki işleri yapıp denetleyebildiği zamanın insanları yani bizler, artık biliyoruz ki, gözümüze sınırsız dediğimiz kâinat, Allah'ın kudretine küçüktür. Allah'ın rahmeti, her tarafı kuşatıcıdır. Kainat ve içindekilerin sahibi, Allah'tır. Güneşi kendine musahhar edemeyen insan, rızkını kendisi kazanıyor değildir. Yani elmayı ağacın dalına insan asmadığı gibi, başka hiçbir sebep de buna muktedir olamaz demektir. Kimse nerede doğacağına, hangi ana babanın çocuğu olacağına, rengine ve şekline kendisi karar verememektedir. Elhasıl, Allah'ın sahip ve hükümran olduğu şu dünya ve hayatında, bütün gayret Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmek olması gerekirken, bizlere ne oluyor ki nefsimizin kavgasına tutuşmuşuz? Her şeyi geride bırakıp gidecekken, neden -sahip olmaklık uğruna- ebedi düşmanlıklar peşindeyiz? Allah'ın hükümranlığında kullar olmak lazım gelirken, neden kula kulluk kavgaları içindeyiz? Farkında mıyız? Ölüm var! Farkında mıyız? Allah var! Farkında mıyız? Ölümden sonra yepyeni ve daimi bir hayat var! İsterseniz farkındalığın en güzel ifadelerinden birisini Rabbimizden dinleyelim: Ey iman edenler, iman ediniz… (Nisa Suresi, 136)

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Haziran
Konu resmiTansiyon Yüksekliği: Hipertansiyon
Sağlık

Eğer ömür boyu, Kur'ân'a, imana hizmetse gayemiz; o zaman sağlığımıza dikkat etmemiz şart. Kanuni'nin dediği gibi:Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi. Ülkemizde 10-15 milyon civarında tansiyon hastasının varlığından söz ediliyor. Bu büyük rakamın ciddi bir oranını da, kontrol altına alınmamış hastalar oluşturuyor. Geçen ayki sayımızda kolesterolden bahsettiğimiz için, bu ay, tansiyon yüksekliği konusunu ele almak istedik. Çünkü her iki hastalık da, orta yaş ve üzeri için, kalp krizi ve felç geçirme gibi hayati problemlerin tetikleyicilerinden. Bu iki risk faktörünün iyi yanı ise, değiştirilebilir, kontrol altına alınabilir olması. Yüksek tansiyon da, şikayet vermeden başlayabilen sinsi bir hastalıktır. Şikayetler ortaya çıkana kadar, kalp, beyin, böbrek, göz, kulak gibi pek çok organa zarar verir. Tedaviye ne kadar geç başlanırsa, ilaçların vücudu koruması da o kadar zor olur. Tüm bu riskleri göz ardı etmek, önemsememek ise, kaldırımdan değil de, yolun ortasından yürümek gibi bir şey. Aslında teşhisi kolay, takibi kolay bir hastalık tansiyon yüksekliği. Sadece tansiyonunuzu ölçtürerek yapıyorsunuz bunları. Yalnız, tansiyon ölçtürürken dikkat etmeniz gereken bazı incelikler var. Bunların en önemlisi de istirahat sonrası ölçtürmek. Kişi gider ve ayak üstü veya oturur oturmaz tansiyonunu ölçtürürse, güvenmeyiz biz o rakamlara. Ya da tansiyon bir kez yüksek çıktı diye, siz tansiyon hastasısınız demeyiz. Vatandaş gider, en az 5-10 dakika dinlenir ve ölçtürür tansiyonunu. Bunu da, en az 5-10 gün boyunca yapar. Bu şekildeki yaklaşımımız, teşhis koymak için de, ilaca rağmen şikayetlerimiz olduğunda da, ilacı değiştirdiğimizde de yaptığımız uygulamadır. Tansiyonun normal değerleri için, 120/80 (bir başka ifadeyle 12/8) rakamlarının altında olması kasdedilir. 140/90 değerlerine kadar da, ilaca başlamak çok gerekli değil denir; ama bu rakamlar, kişinin başka risk faktörlerine de sahip olmasıyla değişebilir (beraberinde şeker hastalığı olması mesela). Hatta bazı insanların, her ölçtürdüklerinde tansiyonları düşük çıkar. Bunlarda tansiyon ilacı başlama sınırımız da, elbette yine 140/90 değildir (babamın tansiyonu 90/60'tan 110/70'e çıkıp, şikayet vermeye başladığından, 15 senedir tansiyon ilacı kullandığı gibi). Tansiyon yüksekliği olan hastalarımıza, bazı tavsiyelerimiz de var elbette: 1. Diyet proğramlarıyla uygun kiloya ulaşılması (en azından tuz ve tuzlu yiyeceklerden, mümkün olduğunca uzak durmak). 2. İmkan varsa her gün, düzenli spor yapılması: 30-45 dakika tempolu yürüme, yüzme, bisiklete binme gibi (egzersize yeni başlayacak hastalarda, kalbin durumuna baktırılmadan, yoğun proğram önerilmemektedir).3. Tütün kullanımı varsa, hemen bırakılması.4. Doktorun verdiği ilaç tedavisinin aynen uygulanması. Eğer ilaç ayarlaması yapılacaksa, bunu yine doktorun yapması (yani hastanın, kafasına göre ilacı kesmemesi, dozunu değiştirmemesi.) 5. Bazı tersine propagandaların aksine, alkolün asla alınmaması.Sağlıcakla, saygı ile…

Muhammed HACITAHİR 01 Haziran
Konu resmiTesettür, medeniyettir!
Kültür ve Medeniyet

Tesettürün şekli ve kime, nasıl olması gerektiğinin sınırları gayet net çizgilerle çizilmiş. Kendimizi Kur'ân'ın ve Sünnetin mihengine vurmamız gerekiyor. Ölçümüz Kur'ân ve Sünnettir! Ve bu ölçü kıyamete kadar değişmez, değiştirilemez! Tesettür meselesinde her şeyden önce şunu ifade etmek gerektir ki; bin dört yüz senede ve her asırda en az üç yüz elli milyon Müslümanın, toplum hayatında en kutsi ve hakikatli bir düstur-ı İlâhiyi kendilerine şiar edenlere hiçbir kanunun, hiçbir ideolojinin karışmaması ve bâtıl efkârını karıştırmaması gerektir. Kur'ân, tesettürü katiyen emrediyor, ama maalesef bazı bedbaht insanlar Kur'ân'ın bu emrini çağdışı görüp bir esarettir diyorlar ve tesettürün fıtriliğini inkâr ediyorlar. Modern, çağdaş, ileri olmanın ölçüsü Batı olunca, bu tarz giyinme de çağdaş medeniyetin gereği olarak görülmektedir. Buna karşı İslâm dininin ana kaynakları (Kur'ân ve Sünnet) kadınların, evlenmeleri caiz bulunan erkeklere karşı örtünmelerini, el, yüz ve ayaklar hariç bütün vücutlarını uygun elbise ile kapatmalarını ve açıkta kalan yerlerini de güzel göstermemek, buralara dikkatleri çekmemek için tedbir almalarını emretmektedir. Meâlen Rabbimiz şöyle buyuruyor: (Ey Resulüm) Mü'min erkeklere söyle; gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar! Bu onlar için daha temizdir. Şüphesiz ki Allah, (onların) yapmakta oldukları şeylerden hakkıyla haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar; (el, yüz gibi) görünen kısımları müstesnâ, ziynetlerini göstermesinler ve başörtülerini yakalarının üzerlerine kadar salsınlar! (Nur 30, 31) Kur'ân'ın bu emrinin tam fıtrî olduğunu ve kadının özgürlüğünün, rahatının bu fermân-ı İlâhide olduğunu ispat etmek için ciltler dolusu kitap yazılabilir. Hâl-i âlem buna şâhid-i sadıktır zaten. 24. Lemâ Tesettür Risâlesi'nde zamanımızın doktoru olan Bedîüzzaman Hazretleri bakın ne kadar doğru bir tespit yapmış: Kadınlar hilkaten (yaradılış itibariyle) zaîfe ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatlarından ziyade sevdikleri yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduklarından, kendilerini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale (soğuk muamele) maruz kalmamak için, fıtrî bir meyilleri var. Hem kadınların on adetten altı-yedisi ya ihtiyardır veya çirkindir ki; ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendinden daha çok güzellere nispeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar, taarruza maruz kalmamak için ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hattâ dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan ihtiyarlardır. Ve on adetten ancak iki-üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın. Malumdur ki; insan sevmediği ve istiskal ettiği âdemlerin nazarlarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık-saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefehhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve seri'üt teessür (çabuk etkilenen) olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen belki semlendiren (zehirleyen) pis nazarlardan elbette sıkılır. Hattâ işitiyoruz; açık-saçıklık yeri olan Avrupa'da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, ‘Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar' diye polislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref-i tesettürü (tesettürü kaldırması), hilaf-ı fıtrattır (kadının yaradılışına zıttır). Kur'ân'ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediye (ebedi hayat arkadaşı) olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve manevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor… Tesettürde şükür mânası da vardır, şöyle ki: Madem her güzel, güzelliğini sever, elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez. Ve madem güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse mânen ziyadeleşir. Şükredilmezse değişir, çirkinleşir. Elbette güzelin aklı varsa, hüsün ve cemalini günahları kazanmak ve kazandırmaktan ve çirkin ve zehirli yapmaktan ve o nimeti, küfran ile medar-ı azap (azap sebebi) bir surete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak. Ve o fâni, beş-on senelik cemali bâkîleştirmek için, meşru bir tarzda (helâl dairede) istimal ile o nimete şükredecek. Ebu Davud'un Müsned'inde rivayet edildiği üzere, Peygamber Efendimiz (asm) Hz. Esma'ya Yâ Esma, kadın buluğa erince ondan görülebilecek olan ancak şudur. buyurmuş ve kendi mübarek yüzüne ve avuç içlerine işaret etmişlerdir. Âyet-i kerîmede ve zikrettiğimiz hadîs-i şerif'te görüldüğü gibi tesettürün şekli ve kime, nasıl olması gerektiğinin sınırları gayet net çizgilerle çizilmiş. Kendimizi Kur'ân'ın ve Sünnetin mihengine vurmamız gerekiyor. Ölçümüz Kur'ân ve Sünnettir! Ve bu ölçü kıyamete kadar değişmez, değiştirilemez! Son olarak Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin bir teklifiyle bitirelim: Terbiye-i İslâmiye dairesinde, âdâb-ı Kur'âniye ziynetiyle o cemal güzelleştirilse; o fâni hüsün, mânen bâkî kalacağı ve Cennet'te hurilerin cemalinden daha şirin daha parlak bir tarzda kendine verileceği hadîste katiyetle sabittir. Eğer o güzelin zerre miktar aklı varsa, bu güzel ve parlak ve ebedî neticeyi elinden kaçırmayacak... Rabbim hakkı hak bilip ona uymayı, bâtılı bâtıl bilip ondan içtinap etmeyi nasîb-i müyesser eylesin. Âmin. Mü'min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar; (el, yüz gibi) görünen kısımları müstesnâ, ziynetlerini göstermesinler ve başörtülerini yakalarının üzerlerine kadar salsınlar!(Nur 30, 31)

Huseyin ASLAN 01 Haziran
Konu resmiEzan ile İlgili Adaplar
Kültür ve Medeniyet

Hazret-i Ömer (ra) şöyle demiştir: Eğer üzerimde halifelik görevi olmasaydı, müezzinlik yapardım. Bütün bunlar, Müslümanlıkla hakka hizmetin, Allah sözünü yüceltmenin, hayrı sevmenin ne kadar kıymetli ve şerefli olduğunu göstermektedir. Ezan, ‘alem' ve ‘şeâir-i İslâmiye'den olduğu için terki câiz değildir. Bir beldede ezan okunması terk edilse herkes mesul olur ama bir kişinin okuması ile de diğerinin üzerinden mesuliyet kalkmış olur. Hz. Enes anlatıyor: Peygamber (asm) Efendimiz bir toplumun üzerine bizi gazaya götürdüğünde sabah olmayınca bize hücum ettirmezdi. Sabah ezan sesi işitirse harpten vazgeçerdi. Ezan sesi işitmezse hücum emri verirdi. Ezanın adapları şunlardır: Beş vakit kılınması farz olan namazlar için denilen ezanı okumak erkekler için vacip kuvvetinde sünnet-i müekkededir.Ezan mutlaka Kur'ân lisanıyla okunmalıdır. Allah'ın gönderdiği Cebrâil (as)'ın öğrettiği kelimelerin dışına çıkılamaz. Müslümanın hangi ırk ve dilden olursa olsun, ortak ibâdet dili Kur'ân lisanıdır. Bu İslâmiyetin bir gerçeğidir. Farz namazlardan önce okunan kâmet hızlı okunduğu halde ezan ağır ağır okunur. Ezan okurken kelimeleri yanlış okumak ve aşırı şekilde teğanni yapmak câiz değildir. Kaza namazları için de ezan okunabilir, kâmet getirilebilir. Bayram, vitir, teravih ve cenaze namazları için ezan okunmaz. Bir de ezanda, her cümle arasında bir bekleme (sekte) yapılır, ikinci cümlelerde ses biraz daha yükseltilir. Buna Teressül, irtisal denilir. Kâmette ise duraklama yapılmaz. Sürekli okunur ki, buna Hedir denir. Bir namaz için daha vakti gelmeden ezan okumak câiz değildir. Böyle okunan bir ezanı iade etmek gerekir. Çünkü bununla namaz vaktinin girmiş olduğu haber verilmiş olmuyor. Ancak İmam Ebu Yusuf ile üç imama göre yalnız sabah namazı için vaktinden önce ezan okumak câizdir. Ezan ile kâmet arasını biraz ayırmak uygundur. Şöyle ki: Akşam ezanından sonra üç kısa âyet okunacak kadar bir ara verilmeli, sonra kâmet yapılmalıdır. Diğer vakitlerde ise, farz namazların iki rekatinde on iki âyet okumak şartı ile namazın tamamlanması kadar bir zaman bekleme yapılmalıdır. Müezzin cemaatin haline bakmalıdır. Cemaat bir namazın vaktinde kılınmasını istediği takdirde, hemen kâmette bulunmalı, mahalle büyüğünün veya dengi kimselerin gelmesini beklememelidir. Çünkü bunda riya, boyun eğme ve cemaata eziyet verme vardır. Müezzin ezan ve kâmet getirirken ayakta olarak kıbleye yönelir.Hayye ales-salâh (Haydin namaza) derken sağ tarafa, Hayye alel-felâh (Haydin felaha) derken de sol tarafa döner. Minarede ise, duruma göre sağ taraftan sol tarafa doğru dolaşarak ezanı bitirir. Ezanda sesin yükselmesine yardımcı olsun diye iki parmağının uçları ile iki kulağına tıkar. Evlerde kılınan namaz için o beldede eğer ezan okunuyorsa ezan okumak gerekmez, yoksa ezan okunmalıdır.Kırlarda ve yolculukta kılınan namaz için (namaz kılınacak yerde ezan okunmuyor ise) ezan gerekir.Ezanı abdestli okumak sünnettir. Abdestsiz okuyanın okuduğu ezan sahihdir. Cünüb'ün, kadının, mecnunun, sarhoşun, akıl-baliğ olmayanın, facirin okuduğu ezan sahih değildir.Cuma namazında okunan iki ezandan asıl olanı iç ezanıdır. Dış ezan Hz. Osman zamanında okunmaya başlanmış olup sünnet-i Hulefa-i Râşidin'dendir. Ezan, caminin dışında, yüksek bir yerde ve yüksek sesle, kıbleye dönerek okunur ki bunların hepsi sünnettir.Sesin çok çıkması için şehadet parmaklarının uçlarının kulak içlerine sokulması da ezanın sünnetlerindendir.Ezan okunurken hiç kimse selam vermez, verilen alınmaz. Ezana icabetten başka bir şey ile meşgul olunmaz.Ezanı işiten bir kimsenin durup ezanı dinlemesi ve kelime kelime tekrar etmesi lazımdır. Abdullah İbni Amr İbnil As (ra)'ın anlattığına göre, Resulullah (asm)'ın şöyle söylediğini işitmiştir: Ezanı işittiğiniz zaman müezzinin söylediğini aynen tekrar edin. Sonra bana salâtü selam okuyun. Zira kim bana salâtü selam okursa Allah da ona on misliyle rahmet eder. Sonra benim için el-Vesileyi talep edin. Zira o, cennet bir makamdır ki, mutlaka Allah'ın kullarından birinin olacaktır. Ona sahip olacak kimsenin ben olmayı ümit ediyorum. Kim benim için Allah el-Vesileyi talep ederse, şefaat kendisine vacip olur. '' (Kütüb-ü Sitte, 2437) Ezanın bitiminde dinleyen kişi ezan duâsını okur. Ezan-ı Muhammedî, müslümanlığın en büyük güzelliklerinden biridir. Müezzin olan zat, bütün âleme karşı yüce Allah'ın varlığını, birliğini, Efendimiz'in (asm) hak peygamber olduğunu ilan eder. Bütün insanları kurtuluşa ve mutluluğa çağırır. Bu bakımdan pek hayırlı bir insan demektir. Bunun için Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: Müezzin sesinin yetiştiği yerlere kadar insan, cin ve diğer hiç bir şey yoktur ki, onu işitmiş olsun da, kıyamet gününde müezzin için güzel şehadette bulunmasın. :GARİP BİR KISSA Rivayet edilir ki, Evliyaullahtan Ebu Haddad isminde bir zat varmış. San'atı demircilikmiş. Bu zat ne zaman ezan sesini duysa durur dinlermiş. Hatta ezan başladığında çekici yukarıda ise aşağıya indirmez beklermiş. Konuşmazmış, kımıldamazmış. Öldüğü zaman cenazesini götürürlerken ezan okunmaya başlamış. Tabut o anda ağırlaşmış, oradakiler tabutu kımıldatamamışlar. Ancak ezan bitince tabut yerinden oynatılabilmiş. Ebu Haddad bu dereceye ezana olan saygısından ulaşmıştır. (İmam-ı Gazali)

Zeynel YILDIRIM 01 Haziran
Konu resmiRisâle-i Nur, İmanı ve Yaşamı İyileştirme Yöntemidir
Risale-i Nur

Prof. Dr. Sıddık Baba ile mülâkat:MÜLÂKAT: Hamza BERAT İslam Dünyası STK'ları Birliği'nin (İDSB) bugünü ve yarını hakkında ne düşünüyorsunuz? Benim görüşümce Birlik'in geleceği çok parlak. İnsanlığa yardımda bulunma ve hizmet etme stratejisi, yardıma ihtiyaç duyulan her an yardımda bulunabileceğimiz bilincini uyandırması bakımından en iyi yöntemdir. Acı olaylar ve ızdıraplar sürekli olarak yaşanmaktadır. Gıda, giyim, ilaç, para ve altyapı türündeki yardımlara çok ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yüzden, İDSB insanlık açısından en doğru çözümdür. İDSB, gösterdiği çabaların neticesinde fakirlere, ihtiyaçlılara, sıkıntı içinde bulunanlara götürülen yardımlarla halisâne kardeşlik duygularını diğer milletlere de taşıyabilir. Prof. Dr. Sıddık Baba, Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi (IIUM), Eğitim Enstitüsünde Eğitim Profesörü eski rektör yardımcısı. Aynı zamanda Malezya Müslüman Gençlik Hareketi (ABİM)'in eski başkan yardımcısı. Kendisiyle İslam Dünyası STK'ları Birliği (İDSB)'nin davetlisi olarakgeldiği İstanbul'da konuştuk. Risâle-i Nur, Bedîüzzaman Said Nursi, onun mücadelesi, fikirleri ve eserleri hakkındaki kanaatleriniz nelerdir? Risâle-i Nur sadece Kur'ân ve sünnete dayalı fikirlerden ibaret değildir. Aynı zamanda imanı ve yaşamı iyileştirme yöntemidir. Yaratan Allah'a imanın önemi hakkında sizi aydınlatmakta; böylece insan, Yaratıcı'dan gelen birçok işareti gözlemleyerek kendini tanımaktadır. Hayata dair izahatlar, sorun çözme ve bakış açısı geliştirme yolları sunmaktadır. Said Nursi'nin mücadelesi, fikirleri ve kitapları iyice tetkik edilmesi gereken ilginç eserlerdir. Bugünkü durumda da dava, terbiye, insanlığa yardım, gençliğin eğitilmesi, güzel idealler ve insani meselelerin çözümüne yönelik tatbiki yaklaşımlar insanlık açısından en doğru çözümleridir. Mesela Said Nursi'nin mücadelesini verdiği bütünleştirilmiş eğitim, Müslümanlar için en iyi çözüm yoludur. Müslümanların temel din eğitimi yanı sıra, günümüzün sorunlarıyla baş edebilmeleri için bilimsel olarak da eğitilmeleri gerekmektedir. Sizce tüm dünyadaki ve özellikle Malezya'daki Müslümanların başlıca sorunları nelerdir? Müslümanların başlıca sorunları birlik, geleneksel bilgi ve eğitimdir. Müslümanların geçmişteki başarıları âlimlerin kusursuz adaplarına dayalıydı. Ön koşul bilgilerinin yanı sıra bilimsel bilgiler sunan bütünleştirilmiş şahsiyetler meydana getirmişlerdi. Günümüzün Müslümanları Batı Medeniyetinden yararlanmaktadır fakat artık insanlık medeniyetine katkıda bulunmaları gerekmektedir. Eğitimde yenilik yapmak maksadıyla Malezya'da bazı adaplar geliştirmeye başladık. Terbiye ve dava konularında çatışmayan yaklaşımlar kullandık. Mesela, Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi, dünyadaki yüz ülkeye öğrenciler göndermektedir. Böylece genç nesil, yüzünü dünyaya dönerek daha iyi bilgi ve donanıma sahip olmaktadır. İttihad-ı İslam'a mâni olan faktörler nelerdir? Bu faktörler sadece liderlikten ibaret değildir. Tarafgirlik ve aynı zamanda sorunlara yönelik stratejik anlayış, insanoğlu ve insanlığın beklentileri de bu faktörlerdendir. Mesela İDSB'nin yürüttüğü faaliyetler, ittihadı anlaşılır kılabilecek en güzel örneklerdendir. Günümüz dünyasında insan, rejimlere olan güvenini yitirmiştir. Beraberlik ve kardeşlik meydana getirmek, insanlığın geleceğe güvenle bakmasını sağlayacak olan en doğru stratejidir. Yoksa Müslümanların ve insanların sürekli olarak birbirleriyle savaşması ve çekişmesi halinde birçok insan açı çekecektir.İslam Medeniyetinin yeniden canlandırılması için neler yapılmalı? Resulullah (asm) dava ve terbiyenin sürdürülmesi üzerinde durmuştur. Mükemmel bir insan tipi meydana getirmiştir. Medine'yi bir değişimin ve gelişimin sembolü yapmıştır. Suffa adapları, ilmin temelini meydana getirmiştir. O'nun çalışmaları sahabeler tarafından idame ettirilmiş, daha sonra tabiin ve tebe-i tabiin, âlimler tarafından devam ettirilmiştir. İslam âlimleri tüm bilimsel hünerlerini sergilemiş ve İslam medeniyetine minnettar olmuşlardır. 21. yüzyıldaki güçlüklere ve sorunlara rağmen Müslümanlar manevi mutluluk açısından dîni ilimlerin ve bilimin eşit düzeyde önem arz ettiğinin farkına varmalıdırlar. Maneviyat; bilgi, iyi örnekler, iyi amel ve hikmet vasıtasıyla yansıtılmalıdır. Müslümanların geçmişteki başarıları âlimlerin kusursuz adaplarına dayalıydı. Ön koşul bilgilerinin yanı sıra bilimsel bilgiler sunan bütünleştirilmiş şahsiyetler meydana getirmişlerdi.

Hamza BERAAT 01 Haziran
Konu resmiVahdet Şâhitleri
İnsan

Yaratılan her şey onun birliğini ifade eden vahdet şahitleridir. Kâinat bir kitapsa, mevcudat bu kitabın tevhid heceleridir. Birliği söyleşirler, birlik için kokar, birlik için açarlar. Kol kola girip bir olanın birliğini vururlar kâinatın her bir köşesine. Tevhide mürekkep olurlar, sahife-i arz bu mürekkeple her yıl yeniden tekrar yazılır ve okunur. Bir kitaptır kâinat; açılır sayfa sayfa, satır satır okunur. Dikkatle okunduğunda kitabı yazan kâtibinden haberler ve mesajlar verir. Âlemlerin Rabbi bir hadîs-i kutside Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim buyurmuş ve rahmet hazinelerini, hikmet definelerini büyük bir sergi gibi her tarafta açmış. Hem seyretmek hem de seyrettirmek için. İşte bu meşheri seyreden, inceleyen marifetullah makamında birini görmek istemiş. Ve Cenab-ı Hakk beşeri, halife-i zemin yapmış ki kâinat kitabını okuyup birlik mühürlerini seyir ve temaşa, hükümlerini ve kanunlarını icra ve tatbik etsin. Bizim yapacağımız araştırma ve gözlemler ise sanatkârın varlığını idrak etmekle beraber, o sanatkârı daha doğru, daha yakından tanımaya ve onun birliğini haykıran mahlukatın sesini kalp kulağımızla işitmeye çalışmaya yöneliktir. Etrafını bu düşüncelerle seyreden insan, kâinatın en ince detayında bile birlik mührünü görür. Yaratılan her şey onun birliğini ifade eden vahdet şahitleridir. Kâinat bir kitapsa, mevcudat bu kitabın tevhid heceleridir. Birliği söyleşirler, birlik için kokar, birlik için açarlar. Kol kola girip bir olanın birliğini vururlar kâinatın her bir köşesine. Tevhide mürekkep olurlar, sahife-i arz bu mürekkeple her yıl yeniden tekrar yazılır ve okunur. Çok farklı şekil ve renkleri ile en küçüklerinden en büyüklerine kadar kâinattaki varlıkların hepsi tevhidi fısıldayan, birbirinden harika örneklerle doludur. Kelebeğin kanadındaki renk mozaiği, çöldeki kum tepelerinde oluşan şekiller, hiçbiri diğerinin kopyası olmayan buz kristalleri… Kar taneleri nazlı birer gelin gibi süzülürler gökten yere, ehadiyet ve cemalin eşsiz buluşmasına adres olurlar. ‘Bir'e boyarlar, bir için, birlik için gözümüzün kirini pasını silerler. Her bir ağacın bütün yaprakları dahi binler diller ile o birliği ilan eden ilâhi koroya iştirak ederek Lâilâheillâhu derler. Ve yine gül dalında açan tomurcuk, özenle yazılmış, süslenmiş, renklendirilmiş, güzel kokular sürülerek gönderilmiş ilâhi bir mektuptur. Gönderenin adıyla başlar, her sayfasında ondan haberler verir. Bütünüyle ve ayrı ayrı, her satırıyla, her kelimesiyle bir sınırsız güzelliği anlatır ve hepsi bir çağrıyla biter. İnsan hangi bir güzelliğin peşine takılsa o birliğin mührünü görür, bu çağrılar her zaman her yerde, her tarafımızda tekrarlanır durur. Fakat biz yanlış davetlere koşuşturma alışkanlığımız yüzünden çoğu defa yolumuz üzerindeki binlerce çiçeğin tebessümünü ve davetini görmeden gelir geçer. Nereye davet edildiğimizin farkına bile varmayız. Günübirlik meşgalelerin, gündelik kaygıların anlamsızlığını hatırlatırlar bize. Nefsin tapacak derecede bağlandığı mahbuplardan yüzümüzü çevirmek isterler. Sanki insanoğluna bütün mevcudat şöyle seslenir; Yalnız biri iste başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et, başkaları layık değiller. Biri gör, başkaları her vakit görünmüyorlar. Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmeklikler fayda vermiyor. Biri söyle, ona ait olmayan sözler malâyani sayılabilir.

Nihad UŞAKLI 01 Haziran