08. Sayı: "Elbette Bir Mahkeme-i Kübra Var"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiSermayesiz Tevekkül
İnsan

Elbette ki Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Tabii ki sebepler değerlendirilecek ve uygun bir davranış belirlenecek. Hatta sebeplere riâyet edip hareket etmek bir nevî duâ-i fiilî hükmüne geçecek. Bizlerin en büyük eksikliği ise bu aşamadan sonra başlamaktadır. Müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Hakk'tan istemek ve neticeleri O'ndan bilmek ve O'na minnettar olmak yerine sürekli sebepleri zorlayarak, tevekkül ve teslimiyetin getireceği sabır ve metanetten uzaklaşırız. Tevekkül meselesi dînimizin en temel meselelerinden birisi olup, insaniyetin ve İslamiyet'in ciddiyetle tahsil edildiği zamanlarda daha iyi anlaşılmış ve îfâ edilmiştir. Bütün dinlerde de emsalsiz misalleri bulunan bu tevekkül ibâdetine mukâbele olarak rahmet-i İlâhiye, hazinesinden akmış, erbâbını kuşatmış ve kurtarmıştır. Zamanla, insanların İslâm esaslarını tahsil noktasındaki eksiklikleri ve hâdisenin aslına uygun olarak anlaşılamaması sonucunda tevekkül noktasında eksik İslâmî toplumlar oluşmuş, bu da manevî sıkıntıların artmasına ve güven problemlerine neden olmuştur. Peygamber-i Zîşan Efendimiz (asm) bu konuda ümmetinin içerisine düşeceği tevekkül eksikliğine bir hadîsi şeriflerinde Hz. Ömer (ra) den rivâyetle, Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz. ifadesiyle işaret etmektedir. İnsanlık âlemi ona benzer bir başka peygamber tanımamıştır ki; yaşadığı dünyada kendisi gibi Rabbine kulluk eden diğer mahlukatı bu derece iyi bilsin, dillerinden ve fıtratlarından anlasın ve onlardan eşsiz misaller getirsin. Aynen bu hadîs-i şerifte olduğu gibi Resul-ü Zîşan Efendimiz'in, Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz ifadesi mânâ-i işârîsiyle bu konuda ümmetinde eksiklikler olabileceğine işaret ettiği gibi tamamen sermayesiz olan kuşlar sınıfından misal getirilmesi de oldukça mânidardır. Kuşlar ki, sermayesiz gezen, ruhen olgun, bir karın tokluğuna yaşayan ve sıkıntı nedir bilmeyen varlıklardır. Hatta aç gezen ve zayıf olanları da çok azdır. Dünyadaki evleri üç-dört çalıdan ibarettir. Sanki bizlerin ne pahasına olursa olsun peşinden koştuğumuz dünyaya İşte senin kıymetin bu, o zaman sana bu kadar dünyalık der gibi davranırlar. Kuşlar gibi tevekkül edebilmek? Bunun sırlarına vakıf olabilmek? Onlar gibi Rahmân'a teslim olabilmek?İşte şu yaşadığımız kâinat, peygamberler ve İslâm tarihi bu tevekkül ve teslimiyet misalleri ile doludur. Öyle ki her bir misal bize çaresizlik içinde, sebeplerin tükendiği andaki teslîmiyeti ve tevekkülü haber verir. Sanki hepsi Ve Allah'a tevekkül et, îtimad et. Vekîl olarak Allah yeter. O'ndan başka dayanacak, işler kendisine havale edilecek yoktur. Zira O'nun koruduğuna başkası zarar veremez, O'nun vereceği zarardan da başkası koruyamaz (Ahzab, 3) âyetini okutur gibidir. TEVEKKÜL İMTİHANLARI Tarih bize Hz. İbrahim'in (as) Rabbinin emri gereği Hz. Hacer ve Hz İsmail'i çöle bırakması ve Hz Hacer'in Ey İbrahim! Bizi burada bu ıssız çölde nereye bırakıp gidiyorsun? diye sormasına karşılık arkasına bile dönüp bakmadan onları Allaha tevekkül edip gittiğinden bahsetmektedir. Issız, kimsesiz bir çöl, sermayesiz bir vâlide, muhtaç küçük bir çocuk, Rabbinin emrine arkasına bile bakmadan itaat eden şefkatli bir baba ve eşsiz bir tevekkül hâdisesi. Babasız, karnında bir kudret mucizesi olarak büyütülen evlâdını kucağına alıp Rabbinin emri ile geldiği yere geri dönen Hz Meryem'in tevekkülü… Yine zâlim bir cebbâra karşı izhar-ı Hakk eden büyük peygamber Hz İbrahim'in ateşe atılması esnasındaki o eşsiz teslimiyeti.. Hz. Yunus'un (as) zifirî, soğuk, balığının karnında, denizdeki hâli, Babasının erkek evlâtlarından en çelimsizi olduğundan insanlara göstermekte hicap ettiği Hz. Davut'un (as) elindeki sapan ve taşı ile atlı, zırhlı, baştan aşağı silahlı Câlut'un karşısındaki tevekkülü… Küçük bir çocuk ve yaşça büyük nice ağabeylerinin elinden çaresizce kuyuya atılan Hz. Yusuf'un hâli, Hz Musâ'nın (as) ashâbı ile kızıl denizin kenarında sıkışmış ve karşıdan tam teçhizatlı firavun ordusunun hızla yaklaşması durumundaki tevekkülü… Bir var oluş kavgasının atsız, silahsız, bir avuç Bedir kahramanının, karşılarından gelen tam donanımlı bir ordu karşısındaki tevekkülleri ve bir Resul-ü Mücteba ve sıddîk arkadaşının, iki kişinin sığışamayacağı bir mağarada çaresiz hallerindeki tevekkülleri… Aynen bu misallerde olduğu gibi pek çok tevekkül hâdisesi mevcuttur. Bunlar nasıl bir îman ve teslimiyet ile yapılan tevekküllerdir ki: çârelerin tükendiği, artık sona gelindiği zannedilen bu anlarda Şüphesiz ki îman edip de Rablerine tevekkül edenler üzerinde o şeytanın hiçbir nüfuzu yoktur. (Nahl 99) emriyle tereddütsüz, bir an olsun ümitlerini kaybetmeden, vesveselerde kalınmamış. Sabırla inâyet-i İlâhiye beklenmiş. İMTİHANIN MÜKÂFATLARI İşte Rablerine hakkıyla tevekkül edenlerin mükâfatları da bu engin tevekküllerine mukabil engin bir merhamet olmuştur. Aynı zamanda kendi nefislerine tevekkül edenlerin karşılığı da eşsiz bir cezâ olmuştur. Kahhâr-ı zül Celâl kendisine tevekkül edenlere zulüm etmeye çalışanları kahretmiş ve o enâniyetlerinden gelen kibirlerini en küçük mahluklarıyla beş paralık etmiştir. * Hz. İbrahim ve ailesinin tevekkülüne karşılık çöl ortasında bir zemzem kaynak tesisi yaratmış, onları ve umum Müslümanları kıyâmete kadar kana kana doyurmuştur. â–ª Yine o tahhire anneyi ayıplamaya çalışan Yahudi âlimi kırığı kibir kumkumalarına beşikteki bir edîbi konuşturmuş, asrın seminerini verdirmiş, anneyi mesut, onları rezîl etmiştir. * Ateşe atılan dostunun kızgın ateşini bir botanik bahçesine çevirmiş ve mis kokular arasında onu orada halinden memnun kılmıştır. Düşmanını da âciz bir sineğe vermiş ve heder ettirmiştir. * Denizdeki kulu ve nebîsine içi namaz kılabileceği kadar rahat bir deniz altısını göndermiş ve imtihanı bittiğinde nâzikçe deniz kenarına bıraktırmıştır. * Kuyudaki kulunu oradan aldırtmış, Mısır'a emîr yaptırmış esaretten emîrliğe yükseltmiş, Câlut'un karşısına çıkan Peygamberinin sapanını bir tüfeğe, taşını da tüfeğin mermisine çevirmiş ve ona tek bir atış yaptırmıştır. * Yine yağmurların niceleri yuttuğu Hz. Nuh' un (as) gemisini feribota çevirip selametle gezdirerek asırlardır ettiği tevekküle cevap vermiş, Nil nehri kenarında sıkışan peygamberine ve ashâbına Kızıl Denizi açmış ve balçıktan dibine beton asfalt döşemiş, düşmanlarını da gark etmiştir. * Putperest bir Hükümdara karşı Tevhîdi haykıran bir avuç kahramanı, ağzından orduların giremediği bir mağarada köpekleriyle beraber ebedîyen muhâfaza etmiştir. * Hz. Abdulmuttalib'in Ebrehe'ye karşı Develerimin sahibi benim, Kâbenin ise sahibi vardır ve onu korur ifadesindeki îman, teslimiyet ve tevekküle karşı ebâbilleri göndermiş, Kâbeyi muhafaza, Ebrehe ve ordusunu ise perişan etmiştir. * Bir avuç Bedir kahramanının yardımına melekler ordusunu göndermiş, müşrik başlarını da bir kuyuda toplamıştır. Habîb-i Edîb (asm) ve Sıddîk (ra) arkadaşını mağarada örümcek ağı ve kuş yumurtaları ile muhâfaza etmiş, selâmete çıkarmış ve meselelerinden Kur'ân'da bahis etmiştir. Elbette ki Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Tabii ki sebepler değerlendirilecek ve uygun bir davranış belirlenecek. Hatta sebeplere riâyet edip hareket etmek bir nevî duâ-i fiilî hükmüne geçecek.Bizlerin en büyük eksikliği ise bu aşamadan sonra başlamaktadır. Müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Hakk'tan istemek ve neticeleri O'ndan bilmek ve O'na minnettar olmak yerine sürekli sebepleri zorlayarak, tevekkül ve teslimiyetin getireceği sabır ve metanetten uzaklaşırız. Hâlbuki Rabbimiz buyuruyor. De ki: Hiçbir zaman bize Allah'ın bizim için takdir ettiğinden başkası dokunmaz. O bizim Mevlâmızdır. Müminler yalnızca Allah'a tevekkül etsinler.(Tevbe, 51) İşte bu anlarda insanların kendilerine ve birbirlerine olan/olacak telkinleri çok önemlidir: Allah bizimle!, Allah bize yeter! Bedîüzzaman Hazretleri, bu konu ile ilgili olarak Demek îman tevhîdi, tevhid teslîmi, teslim tevekkülü, tevekkül saâdet-i dareyni iktiza eder. altın cümlesinde bahsettiği îman-tevhid-teslim-tevekkül-saâdet halkasında tevekkülü en sona ve tam yerine koymuş. Demek Kur'ân'ın istediği tevekkül, îman, tevhid ve teslim halkalarından sonra olabilmekte sonrasında ise inayeti ilâhiye'yi ve saâdet-i dareyni netice vermektedir. Zaman tevekkül zamanıdır. İrfan ehli tevekkül ehlidir. En umutsuz, en çaresiz zamanlarda bile Rablerini unutmazlar, O'na güvenirler ve daha sıkı sarılırlar. Yâ Rabbi, Ehli İslâma ve irfana engin tevekküller ihsan et. Sadece sana teslim olma ve sadece senden isteme şuurunu bize nasip et! Âmîn.

Yusuf Bahadır DEREN 01 Temmuz
Konu resmiHilye-i Saâdet

Hat san'atında başlı başına bir form olan Hilye Hz. Peygamber (asm)'in maddî-manevî vasıflarını ifâde ile birlikte, yüksek bir grafik değeri hâizdir. Klâsik bir formu olmakla beraber, hattatların san'ât seviyelerine, hürmet ve muhabbetlerini ifâde tarzlarına, kültürel alt yapılarına göre kompozisyonlarında değişiklikler olmuştur ve olmaktadır. Sahîh rivâyetlerle Hz. Peygamber'i (asm) anlatmak; her inananın, gönlünde tecelli eden şekliyle Peygamber (asm)'ın tasavvur edip, bağlanmasına imkân vermektedir. Bu ise, putları yıkan bir îman anlayışına elbette daha uygun gelecektir. Lügatte süs, zînet, cevher, yüz güzelliği, ruh güzelliği mânâlarına gelir. Osmanlı kültüründe Resul-i Ekrem' in (asm) vasıflarını, bu vasıflardan bahseden kitap ve levhaları ifâde eder. Hilye, hadîs, siyer, edebiyat ve hatta konu olmuş ve pek çok eserler ortaya konulmuştur. Hz. Ali (ra)'dan rivâyet edilen, Hilyemi gören beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle bağlanırsa Allah ona cehennemi haram kılar; o kişi kabir azabından emîn olur, mahşer günü çıplak olarak haşredilmez meâlindeki hadis ve başka birkaç rivâyet hilyenin müstakil bir tür olarak gelişmesinin sebeplerinden olmuştur. Herhangi bir kaynak bulunmamakla beraber eskiden evlerde hilye-i şerîf bulundurmanın huzur ve saadete vesîle olacağına, bulunduğu evlere âfetlerin zarar veremeyeceğine inanılmıştır. Hz. Peygamber'in hilyesi hakkındaki rivâyetler hadîs kitaplarında Sıfatu'n-nebî ve Fezâil gibi başlıklar altında verilmiştir. Bu rivâyetleri hadîs kaynakları yanında çeşitli eserlerden derleyip bir arada değerlendiren ve şemâil adıyla bir ilim hâline getiren Tirmîzî, Kâdı Iyâz gibi müellifler ise hilye konusunu şemâil kitaplarının Resulullâh'ın vücut yapısıyla ilgili özelliklerinin anlatıldığı Halku Resulillâh adlı ilk bölümünde incelemişlerdir. İşte, Osmanlı îman ve zevki, bu gibi sağlam rivayetlerden bazılarını lâtif bir biçimde ve o erişilmez hattı ile yazıp, Resul-i Ekrem'e (sav) yaraşır tarzda tezyin ederek, gören gözlere sunmasını bilmiştir. Eskiden beri göğüs cebinde bir saygı nişânesi olarak taşınmak için, nesih hattı ile küçük çapta yazılan bu metin, hat san'atındaki dehâlarımızdan Hafız Osman Efendi (1642-1698) eliyle -bugünün grafikerlerini bile hayran eden- câzip bir tarzda sunulmuştur. İlk numuneleri 1090 (H. 1679–1680)' lardan itibaren görülmeye başlayan Hilye-i Nebevî'lerde, en fazla Hz. Ali'nin (ra) rivâyeti olan metin yazıla gelmiştir. Celî Sülüs-Sülüs, Sülüs-nesih, muhakkak-sülüs-nesih, ta'lîk, dîvânî, celî dîvânî veya birçok hattın karma olarak yazıldığı numuneler de olabilir. Hattatlar arasında Hilye yazmak bir şeref kabul edilmiştir. Müzehhibler de en güzel tezhîb örneklerini Hilye'lerde göstermeye gayret etmişlerdir. Hz. Peygamber'in şânına lâyık bir tarzda, bol bol sarı ve yeşil altın kullanılarak yapılan -hattâ yazıları da altın ile ‘zer-endud usulü' hazırlanan- Hilye'lerin, minyatürlü numuneleri de mevcuttur. HİLYE'NİN KISIMLARI 1- Baş makam: Buraya mutlaka Besmele yazılır.2- Göbek: Hilye metninin büyük bir bölümü buraya sığdırılır. Dairevî olduğu gibi, beyzî (oval), murabba (dörtgen) şeklinde de tertîb edilebilir. 3- Hilâl: Sıvama altın veya altın üstüne tezyînî motiflerle kaplanan bu kısmın her Hilye'ye mutlaka yapılması şart değildir, sadece göbek olarak da bırakılabilir. Hz. Peygamber (asm), Dünya'yı nuruyla aydınlattığı için, güneş ve ay'a benzetilmiş, dolayısıyla Hilye'nin göbek kısmında güneş, bunu çepeçevre saran bölümde de hilâl teşekkül ettirilmiştir. Hilye'de tezyînât bakımından en zengin yer, hilâl'in dışında kalan ve murabba'a tamamlanan sahadır. Bu sahaya sırasıyla ilk Dört Halîfe'nin, yâni: 4- Hz. Ebubekir,5- Hz. Ömer,6- Hz. Osman,7- Hz. Ali'nin isimleri yerleştirilir. Dört Halîfe'nin makamlarına bazen Hz. Muhammed'in (s.a.v.) taşıdığı diğer dört isim de (Ahmed, Mahmud, Hâmid, Hamîd) yazılabilir. Dört halife'den başka, Cennet'le müjdelenmiş on sahâbe'nin, yâniaşere-i mübeşşere'nin isimlerine yer verilen Hilye'ler de mevcuttur. 8- Âyet: Buraya, Peygamberimiz ile alâkalı bir âyet konulur. En çok rastlanan, Biz seni âlemlere ancak rahmet olsun diye gönderdik (Enbiyâ, 107) meâlinde olanıdır. Hiç şüphesiz, Sen büyük bir ahlâk üzerindesin (Kalem, 4) ve Muhammed'in Allah Resulü olduğuna Allah'ın şehâdeti yeter (Fetih, 28-29) âyetlerinden biri de ilk yazdığımız âyetin yerine bu kısma konulmaktadır. 9- Etek: Hilye metninin devamı ve duâ kısmına denir. En sona Hilye'yi yazan hattat da imzasını ve yazdığı tarihi ilâve eder. Etek kısmının iki tarafında kalan boşluklara (10, 11) koltuk denilir ve buralarda tezyînî motifler yer alır.

İdare İdare 01 Temmuz
Konu resmiİslâm Kültür ve Uygarlığının Batı Dünyasına Etkisi

Avrupa Haçlı seferlerinde İslâm topraklarını alamadı. Haçlılar bu seferlerde milyonlarca kayıp verdiler, fakat bir buçuk asırdan fazla süren bu sekiz Haçlı muharebesi Avrupa'nın İslâm medeniyetini tanımasına sebep oldu. Haçlı seferlerinin, Avrupa'da iki büyük neticesi olmuştur: Orta çağda, maddî kuvvetler şövalyelerin, manevî kuvvet de Papalığın elinde idi. Krallar bu iki kuvvete karşı kukla durumunda idiler. Bu sebeple Batıda tam manasıyla devlet yoktu. Avrupa, Şarkta devlet gördü ve Haçlı seferleri, onları devletten mahrum eden o iki kuvveti sarsarak, krallar hâkimiyetine meydan verdi. (1) Garplılar yel değirmenlerini bu sayede öğrendiler. Kanallarla ziraat yapıldığını da bu seferlerde gördüler. Oyuklu ok, trampet, silâhlık, barut gibi askerî şeyleri de bu sayede elde ettiler. Müslümanların kullandığı rakamlar, ‘Chiffre Arab' diye Garba bu seferlerden sonra geçti. Saatten ipekli kumaşa kadar her şey Garbın gözünü kamaştırıyordu. Garplılar, giyinmeyi bile Müslümanlardan öğrendiler. Gömlek mânâsına gelen chemise kelimesi Arapçanın kamis kelimesinden alınmadır. Araplar, Semerkant seferlerinde Türklerin kâğıt fabrikalarını gördüler. Abbasîler zamanında muhtelif beldelerde, Türk sistemi fabrikalar kuruldu. Avrupalılar kâğıdı Şam'da gördükleri için onun adına ‘karta Damasana' dediler. (2) Endülüs yoluyla Avrupa'nın istifadesi, çok büyük olmuştur. 771 yılında, Kuzey Afrika Müslüman kuvvetlerinin kumandanı Tarık İbni Ziyad, Musa bin Nasr'ın emriyle ve Berberîlerden müteşekkil ordusu ile bu yarım adayı zaptetti. Birkaç ay içinde hâkimiyetlerini tamamlayan Müslümanlar, sekiz asır hükümran oldular. İşte bu devre içinde İslâm kültürü, Avrupa'nın bu memleketinde kesin bir üstünlük elde etti. (3) İlmî ve felsefî istifadelere gelince: Bunlar Avrupa'ya iki yoldan girdi. Biri Sicilya, diğeri Endülüs. Sicilya, uzun müddet İslâm devletleri elinde kaldığı için Avrupa ve özellikle İtalya ile sıkı temasta idi. Orası Hıristiyanlara geçtikten sonra İslâm'ın tesiri arttı. Hele İtalya ve Sicilya'yı elinde bulunduran Alman İmparatoru 2. Frederik zamanında daha çok arttı. (4) Müslüman medeniyetine karşı büyük bir temayül duyan İmparator II. Frederik 1240‘da, kâinatın ebedîliği, ruhun mahiyeti, îmanla ilmin münasebetleri gibi felsefî meseleleri İslâm âlimlerinden soruyordu. Frederik, hem medreselere talebeler gönderdi, hem İslâm eserlerini tercüme ettirdi, hem de medreseler tarzında üniversiteler açtırdı. (5) Avrupa'nın yanı başındaki Endülüs, zengin bir kültür kaynağıydı. Daha onuncu asır başında Kurtuba'da, yalnız kataloğu 44 cilt tutan altı yüz bin el yazması eserle dolu kütüphaneler vardı. Böyle bir irfan hazinesi, garp âlimlerinin ve münevver kilise adamlarının Endülüs'e koşmalarına sebep oluyordu. 1085'te Tuleytule, Müslümanlardan alınıp da Papaz I. Bernard, Piskopos olunca etrafında bir tercüme heyeti toplandı. Bu, İslâm ilminden Hıristiyan Avrupa'yı faydalandırmak içindi. (6) İslâm medeniyeti çiçek açma çağı olan onuncu asırda, Himalayalar'dan Pireneler'e, Karadeniz'den Aden Körfezi'ne kadar uzanan bütün İslâm dünyasına nüfuz etmişti. Suriye ve Irak toprakları üzerinde, eski şark ananelerini, Bağdat tecessüm ettiriyordu. Ön Asya'nın bütün ticaret yollarının düğüm noktası olan bu şehir, milletler arasındaki hareketlerin merkezi haline gelmişti. Bu devrin çalışma neticeleri muazzamdır. Kültürün hiçbir sahası, bu hususta, nasipsiz kalmamıştır. Tamamen gözle görülemeyen bir edebiyat, bütün ilim ve sanatı içine almıştır. Kurtuba, Sevilla ve Toledo' daki meşhur Arap yüksek okulları birçok batılı milletlerin talebelerini kendine çekmişti. Arap ilminin merkezi ve aynı zamanda içinde Avrupa'nın en büyük kütüphanesi bulunan Toledo'da 1130 yılında bir tercüme okulu kurulmuştu. Orada Başpiskopos Raymond'un himayesinde en meşhur Müslüman yazarların eserleri ile bunların evvelce Yunanca'dan Arapça'ya yaptıkları tercümelerin, Arapça'dan Latince'ye tercüme edilmelerine başlandı. (7) Endülüslü Müslümanların şöhretleri, İspanya sınırlarını aşmış ve batının dikkatini üzerine çekmişti. Bundan dolayı Endülüs dışarıdan tahsil için gelen Hıristiyan talebelerin akınına uğramıştı. Fransız Başpapazlarından olan Sylvestre II onuncu asrın en parlak Hıristiyan şahsiyetlerinden biriydi. Tahsilini Toledo'da tamamlamıştı. Orada kaldığı üç sene içerisinde Müslüman ilim adamlarından matematik, astronomi, coğrafya ve sair ilimleri tahsil etmişti. İspanya'nın çok yakın olması ve iki memleket arasındaki gidip gelme kolaylığı sebebiyle Fransa'da, İslâm kültürünün tesiri, gayet kolay olmuştur. Arapların güney Fransa'nın bir bölümü ve İspanya'nın kuzeyinde bulunan Pirene Dağları'na yarım asırdan fazla süren hâkimiyetleri sırasında, birçok sanayi kolları, ziraat usulleri, herkesin kullandığı ve hepsi Arapların îcadı olan makineler, bostan kuyularında kullanılan su dolapları, güney Fransa'ya girmiştir. İspanya'ya giren Müslümanların hem fikrî hem de teknoloji ve ilim sahalarında üstün olmaları, Hıristiyanlara dînî özgürlük tanımaları, açtıkları okullara aldıkları öğrencilere dînî ayrım yapmamaları, İslâmiyet'in bir kısım İspanyollar tarafından kabulüne sebep oldu. İslâm'ı kabul etmeyen kısmı da İslâmiyet'in fikrinden, ilminden ve ahlâkından faydalandılar. Sicilya'yı iki yüzyıl hâkimiyet altında tutan Müslümanlar, bu hâkimiyetleri sırasında Hıristiyanlara çok geniş haklar tanıdılar. Adayı baştanbaşa imar ettiler. Daha sonra Hıristiyanların eline geçen adada Hıristiyan krallar, Müslümanlara dokunmadılar. Saraylarında Şark modasına uygun elbiseler giyiyor, saraylarını Şark usulü döşetiyorlardı. Vezirleri, muhafızları, doktorları, aşçıları, müneccimleri Müslümandı. Haçlı seferleri ile Müslüman topraklarına giren Hıristiyanlar, çok büyük maddi kayıp verdiler. Alman imparatoru Frederick, hezimetlerden sonra Türkler ile harp yerine ticaret yapmaya başladı. Bunun sonucu Papa onu aforoz etti. Frederick Papasız tâcını giyiyor, ona ihtiyaç duymuyordu. İtalya'ya dönen Frederick, Papa'yı ülkesinden kovdu, aforozunu kaldırdı. Bunun üzerine sadece Haçlı Seferleri değil, aforoz müessesesi de iflas etti. Batının en büyük istifadelerinden biri de, yaklaşık elli sene kaldıkları Kudüs'te olmuştur. Kudüs'ü alan Hıristiyanlar sayısız Müslümanı katletmiş ve adedi belli olmayan birçok ilmî eseri yok etmişlerse de, zafer sarhoşluğu geçince kıyıda köşede buldukları bazı eserleri tercüme etmişlerdir. Yıkanmak, gömlek giymek gibi basit İslâm adetlerini burada öğrenmişlerdir. Endülüs ve İspanya hâkimiyetleri ve medeniyetleri ile İslâm üniversitelerinde okuyan aydınların çoğalması batıda İslâmî eserleri tercüme etmeyi ve nakletmeyi meslek edinen bir sınıf vücuda getirdi. Bu tercümeler ile tanınmış İslâm âlimlerinin eserleri batılılar tarafından okunmaya, yavaş yavaş İslâmiyet'e karşı olan taassuplar kırılmaya başladı. Batı Avrupa'yı etkileyen Arap-İslâm medeniyetinin yanı sıra Doğu Avrupa daha çok Türk-İslâm medeniyetinden etkileniyordu. Doğu Hıristiyanları (Ortodokslar ve bazı mezhepler) Katolik mezhebinin hâkimiyeti yerine İslâm hâkimiyetini tercih ediyorlardı. Çünkü İslâm hâkimiyeti Ortodoks mezhebini hür, cemaatini ise akîdelerinde tamamen serbest bırakıyordu. İslâm fetihlerinin Bizans topraklarında hızla olmasının sebeplerinden biri resmî Ortodoks kilisesinin şiddetli takibine uğrayan bir takım Hıristiyan mezheplerine mensup cemaatlerin, kendilerini zulümlerden kurtaracak olan bu hâkimiyeti şiddetli arzu etmeleridir. Kaynaklar: İsmail Habib: Avrupa Edebiyatı ve Biz .1/396Carci Zeydan: Medeniyet-i İslâmiye Tarihi.1/236Ahmet Gürkan: İslâm Kültürünün Garbı medenileştirmesi 221Wels ,Cihan Tarihinin Anahtarları 3/140Carra de Vaux, İslâm Mütefekkirleri,4/85Tricot-Royer, İbn Sina, Tıp kısmı, II. EtüdDr. Zeki Ali, Der Einfluss der İslâmischen Kultur, Terc: S. Sezgin, Yeni İstanbul Gazetesi

Murat İNCEİMAMOĞLU 01 Temmuz
Konu resmiTevhid Hakîkati

Ey genç! Sana birkaç kelime öğreteyim Allah'ın emirlerini ve yasaklarını gözet ki Allah'ta seni gözetsin. (Evet) Allah'ı gözet ki O'nu karşında bulasın. Dileğin varsa Allah'tan dile, yardım isteyecek olursan Allah'tan iste, ve bil ki bütün ümmet toplanıp sana bir menfaat dokundurmaya çalışsalar ancak senin için Allah'ın yazdığı bir şeyin menfaatini dokundurabilirler. Kezâ bütün ümmet sana bir zarar dokundurmak üzere biraraya gelseler Allah'ın seni hakkında yazdığı bir şeyin zararından başkasını sana dokunduramazlar. Ey genç! Sana birkaç kelime öğreteyim Allah'ın emirlerini ve yasaklarını gözet ki Allah'ta seni gözetsin. (Evet) Allah'ı gözet ki O'nu karşında bulasın. Dileğin varsa Allah'tan dile, yardım isteyecek olursan Allah'tan iste, ve bil ki bütün ümmet toplanıp sana bir menfaat dokundurmaya çalışsalar ancak senin için Allah'ın yazdığı bir şeyin menfaatini dokundurabilirler. Kezâ bütün ümmet sana bir zarar dokundurmak üzere biraraya gelseler Allah'ın seni hakkında yazdığı bir şeyin zararından başkasını sana dokunduramazlar. Tevhid, Allah u Teâlâ'yı birlemek ve bir bilmek; yani her şeyi O'na bağlamak, O'ndan bilmek, O'ndan istemek, sadece O'ndan korkmak, kulluğunu O'na tahsis etmek ve her şeyde O'nu görmektir. Dikkat edilirse hemen hemen bütün âyet-i kerîmelerin tevhid esasının farklı boyutlarına işaret ettiği ve bir şekilde tevhid ilkesine ayinedarlık yaptıkları görülür. Dolayısıyla âyet-i kerîmelerin tamamı tevhîdî inanışı en mükemmel keyfiyetiyle dokumuş olmaktadırlar. Fatiha Suresi Kur'ân-ı Kerîm'in hulasası olduğu gibi, Yalnız Sana kulluk eder ve sadece Senden yardım isteriz meâlindeki âyet-i celilesi de tevhid esasının özetlemektedir. Bakara Suresi 197. âyet-i kerimesinde, (Sadece) Benden korkun ey akıl sahipleri! diye buyrulmaktadır ki Tevhîdî inanç tarzının sadece Allah'tan korkmayı icabettirdiği açıkça anlaşılmaktadır. Keza akıllı olup aklı yerli yerinde kullanmanın insanı alıp götüreceği çizginin de başka korkulara mahal bırakmayan bir Allah korkusu olduğu anlaşılmaktadır. Şu âyet-i kerîmede tevhîdî inanç yapısının temel taşlarından birine gerekçesiyle birlikte işaret etmektedir: Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık Allah'tan (Onun için yardım namına) bir şey yoktur. Ancak (dost görünerek) onlardan (gelebilecek) bir tehlikeden sakınmanız müstesna! Bununla beraber Allah sizi (sadece) Kendisinden sakındırır. (Zira) dönüş ancak Allah'adır. Allah'ın huzuruna çıkıp O'na hesap verilecek olması da yalnızca O'ndan korkmayı gerektirmektedir. Müteakip âyet-i kerîmelerde tevhîdî düşünceyi besleyen gerçeklere kapı açmaktadır. De ki sînelerinizde olanı gizlesenizde onu açığa vursanızda Allah onu bilir… Ve Allah, her şeye kaadir olandır. (Âl-i İmrân Suresi, 29) Nerede ve hangi halde olursa olsun Allah u Teâlâ'nın kendisini görüp gözetmekte olduğunu her halinden haberdar olup her şeye gücünün yettiğini düşünen ve bu gereklerin atmosferi içinde yaşayan bir insan elbette tevhid yolunda daima ilerleyecek, tevhidin kemaline doğru pervaz edip kanatlanacaktır. Tirmizî'nin İbn-i Abbas'tan (ra) rivayet ettiği şu hadis-i şerifte de tevhid ilkesinin çok net ve parlak ifadelerini görmekteyiz: Allah Elçisi (asm) terkisinde bulunan henüz çocuk yaştaki İbn-i Abbas'a hitaben buyuruyorlar ki: Ey genç! Sana birkaç kelime öğreteyim Allah'ın emirlerini ve yasaklarını gözet ki Allah da seni gözetsin. (Evet) Allah'ı gözet ki O'nu karşında bulasın. Dileğin varsa Allah'tan dile, yardım isteyecek olursan Allah'tan iste, ve bil ki bütün ümmet toplanıp sana bir menfaat dokundurmaya çalışsalar ancak senin için Allah'ın yazdığı bir şeyin menfaatini dokundurabilirler. Keza bütün ümmet sana bir zarar dokundurmak üzere bir araya gelseler Allah'ın seni hakkında yazdığı bir şeyin zararından başkasını sana dokunduramazlar. Kalemler kaldırıldı, sahifeler (in mürekkebi) kurudu. Bedîüzzaman Hazretleri'nin şu açıklamaları ise tevhîdî inanç ve düşünce tarzına adapte olma noktasında çok müessir bir manevi tiryak olarak nazara çarpmaktadır. Diyor ki Üstad: Ey daire-i esbabdan (sebepler dairesinden) zuhur eden işleri esbaba (sebeplere) isnad eden gâfil câhil! Mal sahibi zannettiğin esbab mal sahibi değildir. Asıl mal sahibi onların arkasında işgören Kudret-i Ezeliyedir. Onlar (sebepler) ancak o kudretten gelen hakiki te'sirleri ilan ve neşretmekle muvazzaf (vazifeli)dirler. Demek daire-i esbab hükümetin kalem dairesi hükmündedirki yukarıdan gelen emirlerin tebligatı o daireden yapılıyor. Çünkü izzet ve azamet perdeyi iktiza eder. Tevhid ve Celal dahi şirketi (ortaklığı) reddeder. Te'siri esbaba vermez. (binaenaleyh hakiki tevhid, izzet ve azametin muhafazası noktasında sebepler perdesini gerekli kılarken, tevhid ve celal ortaklığı reddeder. Neticede bu iki hakikatın ortalamasından hakiki tevhid nuru en parlak keyfiyetiyle tezahür eder. Evet Sultan-ı Ezelî'nin memurları vardır. Amma icraatcıları (yardımcıları) değillerdir. Saltanat ve Rububiyetinde ortak olamazlar. Ancak o memurların vazifeleri dellallıktır, Kudretin icraatını ilan ediyorlar (Allah'ın varlığını, birliğini ilan edip sıfat ve esmâsına ayinedarlık yapıyorlar.) Evliyâullahın otobiyografilerine dikkat ettiğimiz zaman onların kolay kolay kızmaya, kızgınlığa geçit vermediklerini, daha çok kendi nefislerine yüklendiklerini görürüz. Bu hal tevhid şuurunda zirveleri tutmuş olmanın tabii sonuçlarından biridir. Onlar Kul zulmeder amma kader daima adalet eder. sözünde en veciz ifadesini bulan tevhîdî hakîkati benliklerine hâkim kılmışlar; herhangi bir haksızlığa maruz kaldıklarında hemen kendi nefislerine yönelip kendi kendilerini kınamışlardır. Mesala, meşhur evliyâdan Ebu Osman el Hırî (ra), yolda giderken başına bir kova dolusu kül dökülüyor. Talebeleri bunu yapan kişiye haddini bildirmek üzere harekete geçtiklerinde hazret mani oluyor ve diyor ki:Durun, ateşe layık bir adam kül ile kurtulmuşsa buna ancak şükretmek gerekir. Mizan'ül Kübra sahibi meşhur Abdulvahhab-ı Şa'rânî Hazretleriyle ilgili ibretli bir hadiseyle konuyu bitirelim: Osmanlı padişahı Sultan Selim Han Mısır'ı zaptettiği zaman Cuma namazını Ezher camiinde kıldı. Cuma namazını kıldıran hatibe 100 altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatip o gün Cuma namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatip arkadaşından izin almıştı. Nöbetini devreden hatip, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu öğrenince söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdulvahhab-ı Şa'rani aralarına girip nöbetini verip de altınlardan mahrum kalan hatibe: Üzülme! Allah u Teâlâ bunu sana kısmet etmemiş, dedi. O da;Rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebep olduğu için kızıyorum, dedi. Abdülvahhab Hazretleri de,O sebep oldu görünüyorsada aslında sebep o değildir. Arkadaşın ilâhî Kudretin bir âletidir. Âleti kim hareket ettiriyorsa hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen, sopa ile dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın haline benziyor. Hani sen her Cuma hutbelerinde; Vallahi veren de Allah u Teâlâ'dır, alan da. Yükselten de Allah u Teâlâ'dır alçantan da, demez miydin. Şimdi niçin söylediklerinin zıddına hareket ediyorsun? deyince o hatib; Üstadım! Hüccet ve isbatlarınla beni susturdun! diyerek oradan ayrıldı.

İdare İdare 01 Temmuz
Konu resmiİnsanlığın Rahatı
İnsan

Görürken eşyadaki mükemmel icraatı,Etmediler ilâhî kanuna murâatı.Maddecinin ektiği şu seratan-ı hayatı,Mesmum hale getirdi mübârek ziraatı! Zehirlendi hem insan, hem de kurt-kuş bu yüzden,Maddî, manevî zarar gelir deyyus yüzsüzden!Şimdiki nesl-i cedîd sanki farksız öksüzden,Bid'atla doldu âlem, gitti ruhun rahatı!Manevî beslenmeden ana-baba bîhaber,Yetiştirirler evlat, hani Allah, Peygamber!Yolcunun n'olur hâli önünde yoksa rehberi?Süfliyata meyletmez bilenler ulviyeti! Rabbin yakın dostları koştular ihlâs ile,İbâdet kaçkınları eğlendi nesnas ile.Doldu dil haneleri türlü kir ve pas ile,Bunlar yüzünden gitti insanlığın rahatı! Bir zaman bedeninde acîb canlılık vardı,O dünyana hükmeden nefsanî iktidardı.Saç tellerin a Vâmık, bir bak nasıl ağardı,Demek selâma karîb, ömrünün tahiyyâtı!

Cavid SARAÇOĞLU 01 Temmuz
Konu resmiMücahitler ve Sabredenler
İnsan

Kur'ân-ı Kerîm'de: Îman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd edenler, Allah katında derece itibarıyla daha büyüktürler. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (Tevbe, 9.20) veEy îman edenler! Allah'tan sakının! O'na (yaklaşmaya) vesile arayın ve (O'nun) yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz. (Mâide, 5.35) buyruluyor. Allah yolunda savaşanların yani mücahidlerin O'nun indinde çok büyük makamlara kavuşacakları ve felâha ermek isteyenlerin yine O'nun yolunda cihad etmekle buna nail olabilecekleri bu âyetlerden anlaşılmaktadır. İçinizdeki mücahidlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya kadar elbette sizi deneyeceğiz (Muhammed, 47.31) âyeti ise, Allah yolunda cihad edenlerin o yüksek makama çıkmadan evvel bazı imtihanlardan geçeceklerini, o imtihanları layıkıyla başardıkları takdirde o derecelere ulaşabileceklerini bize ihtar ediyor. Bu âyette dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de, sabredenlerin Allah yolunda cihad edenlerle beraber zikredilmesidir. Burada sabredenlerin, cihad edenlerle beraber zikredilmesi sabretmenin Allah indinde makam cihetiyle cihad etmeye yakın olduğunu göstermektedir. O halde cihad ne kadar ehemmiyetli ise, sabretmek de o ölçüde ehemmiyetlidir. Sabır da cihad kadar yiğitlik işidir. Nitekim Efendimiz'in (asm) Ebu Hureyre (ra)'tan rivayet edilen şu hadîsi bunu çok güzel ifade eder:Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olan kimsedir. (1) Sabır bu kadar önemli olunca, onu nerede, nasıl kullanmamız gerektiği de önem arz etmektedir. Sabır üçtür:Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır, اِنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ sırrına mazhar eder.İkincisi: Musîbetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir. اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ  اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الصَّابِرِينَşerefine mazhar ediyor. Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. (2) SABIR MUSÎBETİN İLK GELDİĞİ ANDADIR Enes İbni Mâlik (ra)'tan rivayet edildiğine göre Nebi (asm) çocuğunun mezarı başında (bağıra çağıra) ağlayan bir kadının yanından geçti. Ona: Allah'tan kork ve sabret! buyurdu. Kadın:Çek git başımdan; zira benim başıma gelen felaket, senin başına gelmemiştir dedi. Kadın Hz. Peygamber'i (asm) tanıyamamıştı. Kendisine, onun Peygamber (asm) olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz Peygamber'in (asm) kapısına koştu, orada kapıcılar yoktu. (Özür beyan etmek üzere Hz. Peygamber'e): Sizi tanıyamadım dedi. Peygamber (asm) de:Sabır dediğin, felâketle karşılaştığın ilk anda dayanmaktır. buyurdu. (3) SABIR KUVVETİ HÂL-İ HAZIR İÇİN KÂFİDİR Cenâb-ı Hakk verdiği sıkıntılara, musibetlere, belalara insanların dayanabilmeleri için onlara sabır kuvvetini de vermiştir. Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz. (Bakara, 286) âyeti mucibince insanlara verilen bu sabır kuvvetinin gelen musîbetlere göğüs germe noktasında kâfi olması gerekir. Fakat bu sabır kuvveti iyi kullanılamadığı için insanlar maruz kaldıkları sıkıntılara şu an pek tahammül edemiyorlar. Çünkü insanlar vehmin tahakkümüyle ve gafletleriyle ve fânî hayatı bâkî tevehhüm etmeleriyle, sabır kuvvetini mazî ve müstakbele dağıtıp, hâlihazırdaki musîbete karşı sabırları kâfi gelmiyor, şekvâya başlıyorlar. Bedîüzzaman Hazretlerinin anlattığı şu hâdise ve verdiği misal meseleyi çok güzel bir şekilde izah ediyor:Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum'da mübarek bir zât müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi: Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım diye acı bir şikâyet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim: Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ etme! Onlara bakıp şükret! Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü'r-Rahîmin rahmetine itimat edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki, sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düşman ednâ bir kuvvetle merkezi harap eder.» Dedim: «Kardeşim, sen bunun gibi yapma. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfât-ı uhreviyeyi ve fânî ve kısa ömrünü uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ yerinde ferahlı bir şükret. O da tamamıyla bir ferah alarak, ‘Elhamdülillâh' dedi, ‘hastalığım ondan bire indi.' Cenâb-ı Hakk bizleri de sabredip cenneti ve büyük mükâfatları kazananlardan eylesin. Âmin… Kaynaklar:İmam Nevevi, Riyazü's Salihin, Erkam Yayınları, C.1, Sh.262Bedîüzzaman Said Nursi, Mektubat, Osmanlıca Nüsha, Sh.106İmam Nevevi, Riyazü's Salihin, Erkam Yayınları, C.1, Sh.228Sabır dediğin, felâketle karşılaştığın ilk anda dayanmaktır.

İdare İdare 01 Temmuz
Konu resmiNakîbül-Eşrâflık
Tarih

Evet, Âl-i Beytin efrâdı ise, itikâd ve îman hususunda sâirlerden çok ileri olmasa da, yine teslîm ve iltizâm ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyet'e fıtraten ve neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zaîf de olsa, şansız da olsa, hattâ haksız da olsa, bırakılmaz.Nerede kaldı ki, gâyet kuvvetli gâyet hakîkatli gâyet şanlı bütün silsile-i ecdâdı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını fedâ ettikleri bir hakîkate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu, bilbedâhe hisseden bir zât, hiç taraftarlığı bırakır mı? Peygamber Efendimiz'in (asm) mübârek neslinden gelenlere Seyyid veya Şerif denildiği herkesçe malumdur. Peygamber Efendimiz'in (asm) nesli, kızı Fâtımâtü'z-Zehrâ (rha) ile Hz. Ali'nin (ra) izdivâcından dünyaya gelen Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin'den (ra) devam etmiştir. Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere Şerif, Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere ise Seyyid denilmiştir. Bu tabirlerin ne zaman kullanılmaya başlandığına baktığımızda, Emevîler devrinin sonları yani Hicrî ikinci asrın başlarına kadar gidebiliriz. Emevîler devrindeki bir kısım menfî hareketler, halk arasında ehl-i beyte daha ziyâde sahip çıkma hissini uyandırmış, neticede de Seyyid ve Şerif tabirleri ortaya çıkmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın takdîriyle siyasetten ve devlet idâresinden de uzak kalan Seyyidler ve Şerifler 14 asırlık İslâm târihinde, İslâm dünyasına dînî, ilmî ve manevî noktalarda önderlik etmişlerdir. İslâm târihinde milyonları peşinden sürükleyen, asırlara damga vuracak eserler meydana getiren, irşâd ve tebliğ faâliyetlerinde hep en önde giden âlimlerin, evliyâların, müctehidlerin büyük kısmının Seyyid veya Şerif olduğunu gözlemlemekteyiz.Ancak siyaset ve devlet idâresi noktasında bir araştırma yaptığımızda neredeyse hiçbir Seyyide veya Şerife rastlamamaktayız. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın murâdının bu mübârek nesil hakkında manevî önderlik olduğunu bize gösteriyor. İLK SEYYİDLER Peygamber Efendimiz (asm), kızı Fâtımâtü'z-Zehrâ (rha) ile Hz. Ali'nin (ra) nikâhlarını kendisi kıyıp;Allâhım, onların nikâhını mübârek eyle. Onlara ve hatta onlardan gelecek nesillere de ilâhî bereketlerini bol ve geniş kıl. şeklinde duâ etmişti. Diğer evlatları kendisinden önce vefat eden Peygamber Efendimiz'in (asm) mübârek nesli bu izdivâçtan olan Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) ile devam etti. Bu noktadan baktığımızda ilk Şerif Hz. Hasan (ra), ilk Seyyid de Hz. Hüseyin (ra) olmaktadır. Böylece 1400 senedir, âlem-i İslâm'ı aydınlatan bu mübârek nesil dalga dalga bütün dünyaya yayılmıştır. NAKÎBÜL-EŞRÂFLIK MÜESSESESİNİN KURULMASI Abbâsîler devrinde, sayıları gittikçe artan Ehl-i Beyt ile alâkalı olarak yeni bir müessese oluşturuldu. Bu müesseseye Nakîbül-Eşrâflık, bu müessesenin başındaki kişiye de Nakîbül-Eşrâf denildi. Seyyid ve Şeriflere ait işleri görmek, aralarına sahtekârların karışmasını önlemek için neseplerini kaydetmek, doğum ve vefatlarını deftere geçirmek gibi işler için oluşturulan bu müessese Abbâsîler'den Osmanlı'ya da geçmiş ve giderek -bugünkü mânâda- bir Bakanlık tarzında bir müesseseye dönüşmüştür. OSMANLILARDA NAKÎBÜL-EŞRÂFLIK MÜESSESESİ Osmanlılar devrinde ise, devletin giderek büyümesi ve devletin dâhilindeki Seyyidlerin ve Şeriflerin sayılarının artmasıyla, Nakîbül-Eşrâflık müessesesine ihtiyâç duyulmuştur. Nakîbül-Eşrâf olarak ilk defa Yıldırım Bayezid Han zamanında, Emir Buharî'nin talebelerinden Seyyid Ali Nita' bin Muhammed tâyin edilmiştir. Seyyid Ali Nita' ilk iş olarak devlet dâhilindeki Seyyid ve Şeriflerin Osmanlı Devletiyle münâsebetlerini temine çalışmıştır. Tâyin beratıyla birlikte bu zâta Bursa'daki İshakiye Zaviyesi Vakfı'nın idareciliği de verilmişti. Vefatından sonra da yerine Seyyid Zeynel Âbidin tâyin edilmiştir. 1600'lü yıllardan itibaren ise Seyyid ve Şerif olup da İstanbul kadısı veya kazasker olanlardan emekliye ayrılan zâtlar, nakîbül-eşrâf olarak tâyin edilmeye başlandı. Bu vazifeye tâyin edilecek zât, Bâb-ı Âlî'ye davet edilir, burada sadrazam tarafından ayakta karşılanır; kahve, gülsuyu ve buhur ikrâm edildikten sonra, samur erkân kürkü giydirilerek, memuriyeti ilân edilir ve berâtı kendisine takdîm edilirdi. Padişah cüluslarında (tahta çıkma törenlerinde) Osmanlı sultanına ilk önce nakîbül-eşrâf biat edip duâ ederdi. Bayram tebriklerinde de padişah, nakîbül-eşrâfın tebrikini ayakta kabul ederdi. Padişah ile beraber sefere giden nakîbül-eşrâf, Peygamber Efendimizin (asm) sancağı dibinde yürürdü. Sancak-ı şerîfin İstanbul'dan çıkışında, muhârebe müddetinde ve İstanbul'a dönüşünde nakîbül-eşrâf ile maiyetindeki Seyyid ve Şerifler tekbir ve salâvat getirirlerdi. Sultanahmed Camii'ndeki mevlid merâsimlerine sadrazamın mektubuyla davet olunurlar ve yalnız olarak mihrâbın sağ tarafındaki mahfilin altında etrafı yeşil perde ile kapatılmış yerde otururlardı. Eyyub Sultan türbesinde yapılan padişah cülus törenlerinin kılıç alayı merâsimlerinde bazı nakîbül-eşrâflar yeni padişaha kılıç kuşatmışlardır. Ayrıca nakîbül-eşrâflara, padişah tarafından zemzem dağıtma vazîfesi ve adâlet dîvânı reîsliği gibi yüksek memuriyetler de verilmiştir. Yine bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da Seyyidlerin ve Şeriflerin başlarına yeşil sarık sarmaları bir mecburiyetti. Hatta hanım Seyyide ve Şerifeler de başlarına yeşil bir alâmet takıyorlardı. Seyyid ve Şeriflerin taktığı bu sarıklara emir sarığı denilmekteydi. Ancak bir Seyyid veya Şerif, Şeyhülislâm olursa Şeyhülislâmlara mahsus beyaz sarık sarardı. Nakîbül-eşrâflar, eyâlet, sancak ve kazalarda yine Seyyid ve Şeriflerden olan kâim-i makâmları aracılığı ile memleketteki bütün Seyyid ve Şeriflerin isimlerini içeren defterler tutarlardı. Şecere-i Tayyibe adı verilen bu defterlerde her Seyyid veya Şerifin ismi, hüviyeti, silsilesi, evlâdı, ahvâli ve ikâmetgâhına dâir bilgiler bulunurdu. Deftere kaydı yapılanlara temessük adı verilen bir hüviyet cüzdânı veriliyordu. İslâm âleminde Seyyid ve Şeriflere gösterilen rağbetten dolayı zamanla, Seyyid olmadığı hâlde Seyyid olduğunu iddia edenlerin ortaya çıkması, bu işlere daha ziyade ehemmiyet verilmesine sebep olmuştur. NAKÎBÜL-EŞRÂFLIK MÜESSESESİNİN HİKMETİ (Resulullah'ın) ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zamân geçtikçe Âl-i Beytin çok tekessür edeceğini izn-i İlâhî ile bilmiş. Ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O hâlde, gâyet kuvvetli ve kesretli bir cemâat-ı mütesânide lâzım ki, âlem-i İslâm'ın terakkiyât-ı mâneviyesinde medâr ve merkez olabilsin. İzn-i İlâhî ile düşünmüş. Ve ümmetini Âl-i Beyti etrafında toplamasını arzu etmiştir. Evet, Âl-i Beytin efrâdı ise, itikâd ve îman hususunda sâirlerden çok ileri olmasa da, yine teslîm ve iltizâm ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyet'e fıtraten ve neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zaîf de olsa, şansız da olsa, hattâ haksız da olsa, bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gâyet kuvvetli gâyet hakîkatli gâyet şanlı bütün silsile-i ecdâdı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını fedâ ettikleri bir hakîkate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu, bilbedâhe hisseden bir zât, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddetli iltizâm ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Dîn-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir bürhân gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhândan sonra iltizâm eder. 4. Lem'a'daki bu izâhat, bize Nakîbül-Eşrâflık müessesesinin hikmetini en güzel bir şekilde ifâde etmekte. İslâmiyet'e taraftarlığı hiçbir şekilde bırakmayacak olan bu neslin fertlerinin arasına, sadece menfaat düşkünü sahtekârların karışmasını önlemek için bile olsa bu müesseseye ihtiyâç vardır. Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhâfızı olan Seyyidler ve Şerifler cemâati milyonlar efradıyla 1400 senedir, ümmet-i Muhammed'e mânevî önderlik vazîfesini edâ etmektedir. Ve bundan sonra da İnşâallâhü Teâlâ devâm ettirecektir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiAllah'ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!
İnsan

(O), hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilirse, artık şüphesiz (ona) pek çok hayır verilmiş demektir. (Bakara, 269) Muhyiddin Arabî Hazretleri Fahreddin Razî Hazretlerine bir mektup yazarak: Allah'ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır demiş. Yani meselâ, İstanbul'u kim fethetti? diye sorulsa hemen Fatih Sultan Mehmed denilir. Fakat O'nu tanır mısınız, nasıl bir insandır? diye sorulsa belki çok kimse bunu bilemez. Yine Başbakan kimdir? diye sorulsa hemen Filan kişidir denilir. Peki, Kendisini tanır mısınız? diye sorulsa yakından tanımayanlar fazla tanımadıklarını söylerler. Yani bilmek ayrıdır, tanımak ayrıdır. İşte Cenâb-ı Hakk'ı, kendini tanıttığı veya bildirdiği kadar bilmek veya tanımak (ma‘rifetullah) ayrıdır. Yalnız varlığını bilmek ayrıdır. Meselâ, bir çarşıya veya pazara büyük bir zâtın çeşitli malları gelse, iki tarzda o zatın malları olduğu bilinir. Birisi: Bu kadar mallar ancak o zâtın olabilir. Başkasının olamaz der. Fakat onun nezaretinde o mallara başkaları sahip çıkabilir. Hırsızlık olabilir. Bu kimse bütün bunların o zâtın malları olduğunu ispat edemeyebilir. İkincisi: Bu kadar malların hepsi filan zâtındır der. Bunun nezaretinde kimse bu mallara sahip çıkamaz. Hırsızlık edemez. Çünkü bütün malların her birinin üstünde o tek zâtın mührünü veya imzasını veya damgasını gösterir ve ispat eder. Aynen bunun gibi, birisi: Allah birdir, ortağı benzeri yoktur, bütün varlıklar onundur der. Fakat ona ispat et denildiği zaman edemez. Yahut bazı şaşırtıcı sorular sorulsa belki tereddüde düşebilir. Zor durumda kalabilir. Buna âmiyane tevhid veya tevhid-i zahirî denir. Diğer birisi ise: Allah birdir, ortağı benzeri yoktur, bütün varlıklar onundur der. Fakat her bir şeyin üstünde Cenâb-ı Hakk'ın varlığına birliğine ait sikkelerini, damgalarını, tuğralarını görür ve gösterir. Her bir şeyde Allah'ın varlığına ve birliğine deliller bulur ve gösterir. Âdeta Asâ-yı Musâ (as) gibi vurduğu yerden tevhid nurları fışkırtır. Hiç bir cihetle ortağı ve benzeri olmadığına kuvvetli bir inanış ile inanır ve ispat eder. Buna da tevhid-i hakîki denir. Bedîüzzaman Hazretleri bu mevzuya dair izahında, İlm-i kelâm ulemasının Cenâb-ı Hakk'ın varlığı ve birliği hakkındaki beyanlarını Muhyiddin Arabî Hazretleri'nin yeterli görmediğini, sadece ilim ve akıl ile giden kelâm ulemasının gittiği yolda alınan ma‘rifet-i ilâhiyenin noksan olduğunu, yine sadece kalp ayağıyla giden tasavvuf mesleği ile alınan ma‘rifet dahi Kur'ân-ı Hakîm'den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet (peygamberlik varisliği) sırrıyla alınan ma‘rifete nispeten o kadar noksan olduğunu; yüksek olan Kur'ânî yolun, kalp ve aklın imtizacıyla (birlikteliği) ile olduğunu ve her şeyde Allah'ın varlığına ve birliğine deliller bularak Musâ Aleyhisselâmın asâsı gibi vurduğu yerden tevhid nurlarını çıkardığını beyan eder. Ve şöyle der: Hem îman yalnız ilim ile değil; îmanda çok letaifin (latifelerin) hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a‘sâba muhtelif bir surette inkısam edip (kısımlara ayrılıp) tevzi‘ olunuyor (dağılıyor). İlim ile gelen mesâil-i îmaniye (îman meseleleri) akıl midesine girdikten sonra derecata (derecelere) göre ruh, kalp, sırr, nefs, ve hakeza letaif (latifeler) kendine göre bir hisse alır, mass eder (emer). Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte Muhyiddin Arabî, Fahreddin Razî' ye bu noktayı ihtar ediyor (hatırlatıyor). (26. Mektup) Sevgili Peygamberimize (asm) soruldu:Hangi amel daha hayırlıdır. Peygamberimiz (asm):Allah'ı bilmektir buyurdu. Peygamberimize (asm):Bununla hangi ilmi kastediyorsun? diye sorulduğunda, Peygamberimiz (asm):Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ı bilmektir buyurdu. Bunun üzerine: Biz sana yapılacak ameli soruyoruz sen ise bize ilimden bahsediyorsun denildiğinde Peygamberimiz (asm):"Allah'ı bilmekle faydalanılacak en küçük bir amel; Allah'ı bilmeden edilecek pek çok amelden daha faydalıdır", buyurdu. Netice olarak Cenab-ı Hakkı hakkıyla tanımak ancak bütün isim ve sıfatlarını bütün tecelli mertebeleriyle bilmekle mümkün olabilir. Halbuki çoğunlukla her bir zât bir ismin tecellisine mazhar olur. Ve o zâtın Allahı tanıması o isimden ve sair esmadan istifade nisbetinde olur. Bu ise, Cenab-ı Hakk hakkında nâkıs bir bilgi sayılan marifet olur. Elbette bu tanımak Allahı her cihetle tanımak değildir. Muhyiddin-i Arabî bir cihette bunu da nazara vermiştir. Cenâb-ı Hakk bizleri marifet-i tâmme ile tevhîd-i hakîkîye ulaştırsın. Âmin.

İlyasi RAMAZANOĞLU 01 Temmuz
Konu resmiŞahs-ı Mânevî
İnsan

Her ferd için, maddî ve manevî olmak üzere Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği iki şahsiyet vardır. Kişinin maddî şahsiyeti, maddî varlığından ibarettir. Şahs-ı manevî ise aile, çevre, vazife, hizmet, şeref ve kişinin etkisinde bulunan bütün alanları kuşatır. Allah'ın her ferde verdiği maddî varlık, diğer ferdlerden farklı özelliklere sahip olduğu gibi, şahs-ı manevîsi de diğerlerinden farklıdır. Mesela, bir cemaati teşkil eden zatın şahs-ı manevîsi o cemaatin genişliğine ve büyüklüğüne göre büyük olur. Bir devleti idare edenin şahs-ı manevîsi ise etkili olduğu alana ve o devletin büyüklüğüne göre olur. Evet, iyilik yapanların bir şahs-ı manevîleri olduğu gibi, fenalık yapanların da bir şahs-ı manevîleri var olduğunu unutmamalıyız. Kişinin yalnız başına hizmeti maddî şahsiyetine göre küçüldüğü gibi, cemaatten müteşekkil olan bir şahs-ı manevînin hizmeti ise o nisbette büyük olur. Bir şahs-ı manevînin eczaları hükmündeki ferdler eğer yaptıkları hizmet ve ibâdetin getirdiği sevapta da ortak olsalar, o ortaklık bir şirket-i manevîyeyi netice verir. Yani her ferd kazandığı sevap ve hasenâta umum cemaati dâhil etse ve bütün ehl-i imana yaptığı duânın haricinde, o cemaatin ferdlerini, ailesiyle birlikte hususî duâlarına ve kazançlarına ortak etmeyi niyet etse, o şirket-i manevîye teşekkül etmiş olur. Aynı zamanda her ferd o şirketin getirdiği bütün kazanç ve sevaplara rahmet-i ilahiye ile sahip olur. Evet, eğer on kişi ittifak edip birer milyar ortaya koysalar, bir sene çalıştırsalar, yüzde yüz kazandıkları takdirde, yirmi milyarlık sermayesi olan bir şirketleri olur. Görünüşte hepsi de o şirketin sahipleri sayılırlar. Fakat herkes ancak hissesine göre istifade eder. Eğer bir taksimat yapılsa, her birine ikişer milyar düşer. Zira maddî ticarette iş böyle olur. Ama manevî ve nuranî şirketlerde iş değişir. Çünkü manevî şirketlerin getirdikleri umum sevap ve nurun her birinin defter-i amaline bitamamiha geçeceği ehl-i hakîkatin arasında meşhud ve vaki'dir, Rahmet ve hikmet-i İlahiye'nin de muktezasıdır. Mesela, bir salonda yüz adam bulunsa, her birinin on watlık bir lambası olsa, birisi o salona lambasını takmış olsa, umum o cemaatin her birisi on watlık bir ışıktan istifade eder. O cemaatin orda bulunması lamba sahibinin istifadesini azaltmadığı gibi, dışarıya çıkmaları da onun ışıktan istifadesini arttırmaz. Eğer herkes elindeki lambayı salona takmış olsa, o zaman her bir ferd yalnız kendi lambasından istifade etmez. Aksine her birisi bin watlık ışıktan istifade eder. Aynen öyle de eğer bin kişi uhrevî amellerin sevabında ortak olsa ve o niyet ile hizmet etse her birisi bir günde on sevap kazandıkları takdirde, o zaman şirketin kazandığı sevap on bin olur. Sevap nur olduğundan her birinin defter-i a'mâline eksiksiz on bin sevabın hepsi geçer. Ancak kişinin ihlas ve samimiyetine binaen aynasının sâfiyetinden kaynaklanan bir farklılık olabilir. Eğer bin kişi uhrevî amellerin sevabında ortak olsa ve o niyet ile hizmet etse her birisi bir günde on sevap kazandıkları takdirde, o zaman şirketin kazandığı sevap on bin olur. Sevap nur olduğundan her birinin defter-i a'mâline eksiksiz on bin sevabın hepsi geçer. Ancak kişinin ihlas ve samimiyetine binaen aynasının sâfiyetinden kaynaklanan bir farklılık olabilir. Eğer onlardan birisi o şirketten ayrılsa, kendi başına sevap kazanmaya çalışsa, yine her gün on sevap kazanmak şartıyla bin günde ancak o on bin sevabı elde edebilir. İştemü'minin niyeti amelinden daha hayırlıdır,ameller niyetlere göredir,cemaatte rahmet vardır,Allah'ın inâyeti, tevfîki cemaatle birliktedir. gibi hadis-i şeriflerin ifade ettiği hakîkatler böylece anlaşılmış olur. İşte bu zamanda Risâle-i Nur talebelerinin de âlem-i İslâm kadar geniş, belki bütün dünyaya yayılmış bir şahs-ı manevîsi var. İhsan-ı ilahî olarak o şahs-ı manevînin bir şirket-i manevîyesi bulunur. İnşaallah hâlis bir niyetle o şirkete ortak olan her ferd, bütün ferdlerin misl-i sevaplarını kazanır. Zaten böyle felaket ve helaket bir asırda bu kadar büyük tahribata karşı insan ancak bu kadar sevap ve manevî kuvvet ile dayanabilir. Yoksa bir insanın, her taraftan hücum eden günahlara karşı hususî ibâdetleriyle dayanması çok zor olur. Rabbim bizleri muhafaza eylesin. Amin! SADÂKAT SIRRI Bu şirket-i manevîye hususunda yine söz Bediüzzaman hazretlerinindir; sözü O'na bırakalım: Evet Risâle-i Nur'un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası herşeyin fevkindedir, başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor. Birinci neticesi: Sadakat ve kanaatla Risâle-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gâyet kuvvetli senedler var. Evet iman edip amel-i salih işleyenlerin ehl-i cennet olacakları pek çok ayet-i kerimede ifade ediliyor. İnşaallah Risâle-i Nura sadakatla girenler, iman edip amel-i salihi işleyenlerin sınıfına dahil olurlar. İkinci neticesi: Risâle-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i manevîye-i uhreviye cihetiyle herbir hakikî sadık şakirdi; binler diller ile, kalbler ile duâ etmek, istiğfar etmek, ibâdet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerif'teki hakîkat-ı Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvî hakîkatları, yüzbin el ile aramaktır. İşte bu gibi netice içindir ki; Risâle-i Nur şakirdleri, hizmet-i nuriyeyi velâyet makamına tercih eder; keşf ü keramatı aramaz; ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz; ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvak ve inâyetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, «Vazifemiz hizmettir. O yeter» derler. (Kastamonu Lahikası) KALEMLE HİZMET Evet bu şirket-i manevîyeye dahil olmanın şartlarının neler olduğunu yine Risâle-i nurlardan öğrenelim: Birincisi: Risâle-i Nur'a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nur talebesi ünvanını (ismini) alır. Ve o ünvan altında, her yirmidört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı duâlarımda ve manevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi duâ eden kıymetdar binler kardeşlerin ve Risâle-i Nur talebelerinin duâlarına ve kazançlarına dahi hissedar olur. (Kastamonu Lahikası) Risâle-i Nuru yazmanın beş türlü dünyevi faydası vardır: 1- Rızıkta bereket.2- Kalbde rahat ve sürur.3- Maişette sühulet.4- İşlerinde muvaffakıyet.5- Talebelik faziletini almakla, bütün Risâle-i Nur talebelerinin has duâlarına hissedar olmaktır. (Kastamonu Lahikası) Bu cümlenin ifade ettiği gibi Risâle-i Nuru yazan şüphesiz talebelik faziletini kazanarak bütün Risâle-i Nur talebelerinin has duâlarına hissedar oluyor. Kalemle (yazarak) Nurlara hizmet ve sadakatla talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır: 1- Âyât-ı Kur'âniyenin işaratıyla, imanla kabre girmektir.2- Bütün şakirdlerin manevî kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i manevîye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır. Hem bu talebesizlik zamanında, melaikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulum-ı diniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta -talii varsa, tam muvaffak olmuşsa- Hâfız Ali ve «Meyve»de bahsi geçen meşhur talebe gibi; şüheda hayatına mazhar olmaktır. (Emirdağ Lahikası) Bu izahta da görüldüğü gibi anlatılan kazanç, başta kalemle Risâle-i Nurları yazarak hizmet etmek ve sadakatle talebesi olmak ile ancak kazanılıyor. Demek bu iki şart ihmal edilmemelidir. KANAAT SIRRI Yanlış bir yorum yapmamak için, Risâle-i Nur'da geçen şu ifadeye dikkat etmemiz lazım: Hazret-i İmam Ali Radıyallahü Anh huruf-ı ecnebiyi İslâmlar içinde kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü's-su'un (kötü alimlerin) bid'alara yardımlarından teessüfle bahsedip o iki hadise ortasında irşadkârane bazılarından bahsediyor ki, o Sekine olan İsm-iÂzam ile ecnebi hurufuna karşı mukabele ediyor. Ve hem ulemaü's-su'a karşı muhalefet ediyor. İşte bu zamanda o âdemler Risâle-i Nur şakirdleri ve naşirleri oldukları şüphesizdir. Çünki onlardır ki hatt-ı Kur'ân'ı muhafaza ediyorlar ve bid'akâr bir kısım ulemalara karşı mukavemet ediyorlar. (18.Lem'a) Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum. Siz dahi Risâle-i Nur'a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir. Hem şimdilik bazı ülemanın yeni eserlerinde meslek ve meşreb ayrı ve bid'atlara müsaid gittiği için, Risâle-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid'ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur'ân'ı muhafaza etmek bir vazifesi iken… (Kastamonu Lahikası) BİD'AT HAK OLMAZ! Bazı kişilerin Kur'an hattı ile yazmak bir meşrebtir demelerine mukabil, Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur'un bir vazifesi de bid'ata karşı huruf ve hatt-ı Kur'anı muhafaza etmek olduğunu belirterek bu görüşün doğru olmadığını beyan etmektedir. Bazıları da Kur'an harfleriyle hizmet ‘ehaktır'(daha haktır) diğer hurufat ile hizmet ise ‘haktır'. Hakta ittifak ehakta (daha hak olanda) ihtilaf olduğundan hakk ehaktan ehak olur.diyorlar. Hâlbuki yukarıda Bediüzzaman Hazretleri latin harflerinin bid'at olduğunu ifade ediyor. Bid'at olan birşeye nasıl hak denilebilir? Hem bilindiği gibi bu zamanda memleketimizde kitapları tedkik ve tashih eden umumun kabul ettiği bir hey'et bulunmadığından önüne gelen, din namına kitap yazıp piyasaya sürüyor. Doğrusu yanlışı tesbit edilmediğinden nur talebelerinin, yetişinceye kadar, i'tikadları bozulmaması için rastgele eser okumalarına müsaade edilmiyor. Bütün ülemanın tasdikiyle ehl-i sünnete göre sıhhati kabul edilen Risâle-i Nurlara kanaat etmeleri isteniyor. Bid'a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir. (Kastamonu Lahikası, 163) TALEBE, KARDEŞ, DOST [Onuncu Mes'ele] Ziyaretçilere aid bazı dostlar tarafından ihtar ile, bir düstur izah edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır. Malum olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk'a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur'ân-ı Hakîm'in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, alerre'si vel'ayn (baş göz üstüne) kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur. Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat'iyen, Sözler'e ve envâr-ı Kur'âniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın. Kardeşin hassası ve şartı şudur ki:Hakikî olarak Sözler'in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir. Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin. (Mektubât, 141) Evet her ne kadar kardeş ve talebe için bid'aya taraftar olmamak şartını getirmiyorsa da onlar için böyle bir şart yoktur denilemez. Çünkü dost için geçerli olan şartlar kardeş için de geçerlidir. Dost ve kardeş için geçerli olan şartlar ise talebe için de geçerlidir. Dost için bile kabul edilmeyen bir şey kardeş ve talebe için kabul edilebilir mi? Hem talebe, talebe olduğu gibi aynı zamanda kardeş ve dost olur. Kardeş ise kardeş olduğu gibi aynı zamanda dosttur. Bu hususta tekellüflü yorumlara kaçmak yanlış olur. OKUMAK, DİNLEMEK, YAZMAK Her bir âdem eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risâle-i Nur'u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulumun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risâlesi'nde yazılan beş nevi ibâdete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibâdet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum. (Emirdağ Lahikası, c. 2, 276) Bediüzzaman Hazretleri beş-on dakika dahi olsa Risâle-i Nur'u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulumun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları … cümlesini bazıları yanlış yorumluyor. Sanki üstad bu ifade ile okumak, yazmak veya dinlemekten yalnız birisini kastediyormuş gibi yorumluyorlar. Halbuki beş-on dakikalık boş vakitte biraraya gelirken bu üç vazifeden hangisini yapmak mümkün ise o yapılsın demektir. Aynı kişi bazen yazar bazen okur bazen de dinleyebilir demektir. Yukarıda bahsi geçen İhlas Risâlesi'nde yazılan beş nevi ibâdete de mazhar olurlar. cümlesinde ifade edilen meseleyi aynen buraya alıyoruz: [Bir kısım Kardeşlerime hususî bir mektubdur.] Yazıda usanan ve ibâdet ayları olan şuhur-ı selâsede sair evradı, beş cihetle ibâdet sayılan Risâle-i Nur yazısına tercih eden Kardeşlerime iki hadîs-i şerifin bir nüktesini söyleyeceğim. (…) Bu kıymetli mektubda Üstadımızın işaret ettiği beş nevi ibâdetin izahını kendilerinden taleb ettik. Aldığımız izah şöyledir.1 - En mühim bir mücahede olan ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmek.2 - Üstadına neşr-i hakîkat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmek.3 - Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmek.4 - Kalemle ilmi tahsil etmek.5 - Bazan bir saati bir sene ibâdet hükmüne geçen tefekkürî olan ibâdeti yapmaktır. (Lem'alar, 175) İşte bu hakîkat dahi yoruma ihtiyaç bırakmadan Bediüzzaman Hazretlerinin o ifadeleriyle neyi kastettiğini açıkca gösteriyor. Yanlış anlaşılmasın bütün bu izahlar birilerini daire haricine atmak için gösterilen bir gayret değildir. Hem böyle bir davranış Risâle-i Nur'un mesleğine zıttır. Bir zamanlar Cuma vaazında hocaefendi cemaate vaaz ederken Cennetin bütün kapılarını kapatarak, cehennemin de bütün kapılarını sonuna kadar açarak kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Hakîkatlerine muhalif olarak cemaati cehemmemle tehdid ediyormuş. Cuma namazından çıktıktan sonra namazda bulunan başka bir hocaefendi hocam herkesi cehenneme gönderiyorsun. Eğer Allah rahmetiyle cemaati affedip cennetine koyarsa sizin bu dedikleriniz size kalır.diye söylemiş. Biz de Allah'ın rahmetinden diliyoruz ki, Rabbim bütün mü'minleri Risâle-i Nur talebesi olarak cennetine koysun. Bu dediklerimiz de bize kalsın. Hem bilinsin ki asıl gayemiz bu hizmetin ölçülerini dusturlarını bilmek ve yaşamak ve Allah rızası için başkasına da göstermek ve şirket-i ma'neviyeye dahil olmak için gereken şartlarına riayet etmektir. Risâle-i Nur'un bir esası kabul edilen şefkatin neticesi olan Bediüzzaman Hazretlerinin şu cümlelerine birlikte kulak verelim: Ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül, gülistan olur. Rabbimiz bizlere ve bütün kardeşlerimize bu fedakârlığı azami derecede ihsan eylesin. Âmin. Burada, uzun olmaması için, Risâle-i Nur'un muhtelif yerlerinden paragraflar aldık. Bu yazıyı okuyan kardeşlerden ricamız, bizzat o kaynakları okumalarıdır. ZARÛRET MESELESİ Risâle-i Nur'un bir vazifesi; huruf-ı Kur'âniyeyi muhafaza olduğundan, yeni hurufa zaruret derecesinde inşâallah müsaade olur. (Kastamonu Lahikası, 137) Zaruret meselesinin ne olduğunu yine Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim: Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umur-ı uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-ı diniyeyi terkeder. (Kastamonu Lahikası, 67) Üstad'ın da ifade ettiği gibi ancak helâket zaruret sayılıyor. İçtihad Risâlesi'nde de ve dört mezhebin fıkıh kitaplarında da zaruret bu şekilde izah ediliyor. Mesela ölüm tehlikesi geçiren bir şahıs ölmeyecek kadar, haramdan yiyebilir. Daha sonra helali bulma imkanına sahip olduğu halde o haramı yemeye devam edemez. O şahıs için zaruret bitmiş sayılır. Aynen öyle de Kur'an yazısını bilmeyen ve öğrenme imkanına da sahip olmayan insanlarımız, o imkanı bulup öğreninceye kadar diğer yazılardan istifade edebilir. Bu onlar için bir zarurettir. Öğrenme imkanını bulduğu ve Risâle-i Nurları da anladığı halde zaruret diyerek o yazıyı esas yapıp meslek haline getiremez. Bu kişiler için ruhsat-ı şer'iyye yoktur. Risâle-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gâyet kuvvetli senedler var.Talebelik faziletini almakla, bütün Risâle-i Nur talebelerinin has duâlarına hissedar olmaktır.

Zakir ÇETİN 01 Temmuz
Konu resmiİlmî kitaplarımızda çokça geçen kelime: 'Yakîn'
Kültür ve Medeniyet

Camları koyu renkli, trafikte düzgünce seyreden bir aracın şoförünü görmediğimiz halde o aracın kendiliğinden hiçbir araca çarpmadan gidemeyeceğini, dolayısıyla bir şoförün varlığını hiç şübhe etmeden kabul ederiz. Hiç kimse o aracın kendi kendine gittiğine bizi ikna edemez. Uçağa binen bir kimse uçağın varlığını hakkalyakîn hissettiği halde o uçağın uçuş prensiblerini bilmeyebilir. Yine görmediği bir kurşun ile yara alan bir kimse kurşun yarasını hakkalyakîn hissettiği halde ne kurşunu görmüştür nede kurşunun tabancadan atılması ile ilgili teknik bilgiye sahiptir. İlmî kitablarımızda çokça geçen bu kelime aslında şeksiz ve tereddüdsüz ilim manasına ilmin sıfatı olarak kullanılır.Yakîn, gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile yok olmayacak surette sabit ve kat'i olan bir itikad demektir. Yani yakînde arzu edilen gerçeğe uygunluk ve şüphelerden uzak olmaktır. YAKÎNİN MERTEBELERİ Yukarıda tarif etmeğe çalıştığımız yakînin yani sabit ve kat'î itikadın tahsili ilim yoluyla olursa ilmelyakîn, gözle görerek olursa aynelyakîn, yaşayarak olursa hakkalyakîn tabir edilir.Meselâ: Etrafımızdaki insanların ölümlerini müşahede edip istikra yoluyla bizim de öleceğimize inanmamız ilmelyakîn, ölüm meleğini gördüğümüzde ölüm hakkındaki bilgimiz aynelyakîn, ölümü tatdığımızda ise hakkalyakîn olur. Yine uzakta gördüğümüz dumandan ateşin varlığına olan inancımız ilmelyakîn, yaklaşıp ateşi görmemiz aynelyakîn, ateşin yanına varıp ısısını hissetmemiz hakkalyakîn mertebesine örnek verilebilir. İlmelyakîn, aynelyakîn veya hakkalyakînin hepsinde de elde edilen ilim yakîn yani katiyet ifade eder. Fark bu yakînin elde ediliş tarzıdır. Ancak ekseriyetle hakkalyakîn aynelyakînden o da ilmelyakînden derece olarak daha üstündür. Bu mertebelerin herbiri diğerinden kuvvet olarak farklı olduğu gibi her mertebenin de kendi içinde hadsiz mertebeleri vardır. Bazen de ilmelyakîn hakkalyakîn mertebesinde bir kuvvet ifade edebilir. Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nurlar'ın verdiği imanın hakkalyakîne yakın bir ilmelyakîn olduğunu ifade eder. İmam Ali (ra) de Perde-i gayb açılsa imanım ziyadeleşmiyecek diyerek hakkalyakîn mertebesindeki bir ilmelyakîne işaret eder. Hatta İmam Gazalî hazretleri El-Münkızu Mineddalal isimli eserinde çok kuvvetli delillere dayanan bir ilmelyakînin hakkalyakînden daha üstün olabileceğini söyler. Aslında hakkalyakîne yakın ilmelyakînin örneklerini hayatımız boyunca çok defalar müşahede ederiz. Mesela: Camları koyu renkli, trafikte düzgünce seyreden bir aracın şoförünü görmediğimiz halde o aracın kendiliğinden hiçbir araca çarpmadan gidemeyeceğini, dolayısıyla bir şoförün varlığını hiç şübhe etmeden kabul ederiz. Hiç kimse o aracın kendi kendine gittiğine bizi ikna edemez. Burada ifade etmemiz gereken bir nokta da şudur. İlmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakîn mertebeleri birbirinden bağımsız olarak elde edilebilir. Yani hakkalyakîni elde etmek için öncelikle aynelyakîn onu da kazanmak için önce ilmelyakîn gerekmez. Bir insan doğrudan aynelyakîn hatta hakkalyakîni de elde edebilir. Mesela: Uçağa binen bir kimse uçağın varlığını hakkalyakîn hissettiği halde o uçağın uçuş prensiblerini bilmeyebilir. Yine görmediği bir kurşun ile yara alan bir kimse kurşun yarasını hakkalyakîn hissettiği halde ne kurşunu görmüştür ne de kurşunun tabancadan atılması ile ilgili teknik bilgiye sahibdir. YAKÎNİN ÖNEMİ Biz insanları ve cinleri ancak bize ibâdet etsinler diye yarattık. meâlindeki âyetten anlaşıldığına göre bu dünyaya göderilmemizin asıl gayesi yaratıcımızı tanımak ve ona iman edip ibâdet etmektir. Ve yakîn ile varlığını ve birliğini tasdik etmektir. Onu tanıyan ve seven hem bu dünyada hem de âhirette hadsiz nimetlere mazhar olur. Onu hakîkî tanımayan ve sevmeyen dünyada ve âhirette pek çok elemlere mübtela olur. O halde bu dünyadaki en önemli işimiz rabbimizi, halıkımızı tanımak ve onun rızasını kazanmak olmalıdır. Bunun da en yüksek mertebesi şübhesiz ki yakîndir. Bu sebebdendir ki İslâm alimleri müslümanların yakîn mertebesinde bir imana sahib olmalarına çok ehemmiyet vermişler ve talebelerine bu imanı kazandırmanın yollarını aramışlardır. Ehl-i keşf ve tahkik dediğimiz İslâm büyüklerine göre hakkalyakîne yaklaşan bir imanı şeytanın selbedemez ve böyle bir imanı elde eden inşaallah imanla kabre girer. Çünki şeytan sadece akla şübhe verip tereddüde düşürebilir. Hakkalyakîne yaklaşan bir iman sadece akılda durmayıp kalb, ruh gibi manevi latifelere de sirayet ederek kökleşir. Şeytanın eli oralara yetişemediği için hakkalyakîni elde eden bir kimsenin imanı mahfuz kalıp imanla kabre girebilir. İmam-ı Rabbanî Hazretleri de mektubatında Bütün tariklerin varacağı son nokta imanın vüzuh ve inkişafıdır.,Bir tek iman hakikatının vüzüh ve inkişafını binler mevacid ve keramata tercih ederim. gibi ifadelerle böyle bir imanı elde etmenin asıl gaye olduğunu ifade etmiştir. YAKÎNİ ELDE ETMENİN YOLLARI Yukarıda ehemmiyetini anlatmaya çalıştığımız yakîne ulaşmanın temel olarak iki yolu vardır. Birisi kalb ayağıyla süluk edip velayet-i kamile ile, keşif ve şuhud ile yani tasavvuf yoluyla nefsin terbiye edilmesinden sonra kalb gözünün açılmasıyla iman hakikatlerini görerek hatta bir kısmını yaşayarak tasdik etmektir. İçinde bulunduğumuz şu asırda günahların alenî olması, rızıkta helâl ve haramın karışması ve günümüz insanlarının yoğun dünya telaşı içinde ibâdetlere dahi yeterli vakti tam ayıramamaları gibi sebeblerle bu yol hayli müşkilleşmiştir. Yakîn mertebesine ulaşmanın ikinci yolu ise: Keşif ve şuhuda gerek kalmadan, Kur'a'nın metodu olan hem akıl hem kalbe hitab edip, imana muhalif yolları tıkayarak kuvvetli delillerle zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile iman hakikatlerini tasdik etmektir. Mesela: Bir iğnenin ustasız, bir harfin katibsiz olamayacağını bilen bir kimsenin akl-ı selim ile düşündüğünde bu koca kainatın kendi kendine var olamayacağını anlaması hakkalyakîne yakın bir ilmelyakîn değil midir? Anne rahmindeki yaratılışı veya kışın ölen milyonlarca canlının her baharda yeniden yaratılışını gören insaflı bir insanın öldükten sonraki dirilişi inkar etmesi mümkün müdür? İşte bu yol herkesin kolayca elde edebileceği, özellikle günümüz insanlarının ihtiyaclarına daha uygun bir metod olarak görülmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin kaleme aldığı Risâle-i Nurların esası da bu metoddur. Yüzbinlerce insanın Risâle-i Nurlar ile imanlarını kurtarması ve yakîn mertebesinde sarsılmaz bir imanı elde etmesi bu metodun günümüzdeki önemini gösteren kafi bir delildir. Uçağa binen bir kimse uçağın varlığını hakkalyakîn hissettiği halde o uçağın uçuş prensiblerini bilmeyebilir.

İdare İdare 01 Temmuz
Konu resmiRisâle-i Nur'un Ahiret İnancını İsbâtı ve Haşrin Delilleri
Risale-i Nur

Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba'larını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başı boş bırakıp i'dam etme. Öldükten sonra insanların yeniden haşredileceğine ve kıyâmetle yıkılan kâinatın âhiret gününün gelmesiyle Cennet ve Cehennem şeklinde yeniden bina edileceğine inanmak; elbette bu icraatları yapacak olan Cenâb-ı Allah'ın varlığına katiyyen inanmak ile mümkün olabilir. Fakat bu da tek başına yeterli değildir. İkinci olarak haşri yapacak olan yüce yaratıcının nasıl bir Zât olduğunu iyice bilip anlamak gerekir. Çünkü O'nu tanımazsak âhiret âlemini yaratcağına neyle karar verebiliriz? Öyle ise Allah hakkında öyle bir ders verilmeli ki bu dersi alan kişi böyle güzel sıfatlara sahip bir Allah elbette ölümle bir daha dönmemek üzere yok olup gitmemize asla müsaade etmez ve bu kâinat asla o Sultan-ı Ezelî'nin daimi bir saltanat merkezi olamaz. Muhakkak ölüp gidenler başka daimi bir aleme göçüyorlar diye kanaat etmelidir. RİSÂLE-İ NÛR'UN AHİRET AKÎDESİNE HİZMETİ Öldükten sonra dirilmeye yani haşir ve âhiret gününe iman etmek imanın altı şartından biridir. Altı erkân-ı imâniye içerisinde Allah'a ve âhiret gününe inanmak fevkalde ehemmiyetleri sebebiyle imanın iki kutbu olarak isimlendirilmiştir. Çünkü bütün hakîkatleri, güzellik ve kemâlatları gerçek ve kıymetli kılan ‘Bu kısa dünya hayatının arkasından bâki bir âhiret hayatının gelmesidir.' İnsanların âhirette ebedî bir saadet hayatı yaşayabilmeleri ancak o hayata iman etmeleri ile mümkün olduğu gibi dünyada dahi gerçek huzur ve mutluluğun tek yolu Allah'a ve âhiret gününe iman etmekten geçer. Hal böyle iken, bir iki asırdır dünya çapında etkili olan dinsizlik cereyanları, âhiret hayatının inkârına gitmişler, sekülerizm denilen bir felsefeyi yani dünya hayatından ibaret bir hayat anlayışını her tarafa yaymışlardır. Bu cereyanın etkileri başta memleketimiz olarak bütün âlem-i İslâma da ulaşarak pek çok kimselerin imanlarını kaybedip ebedî hayatlarının mahvolmasına ve toplumda imanların zayıflamasıyla ahlâkın ciddi mânâda zedelenmesine sebep olmuştur. İşte geçen asrın ilk çeğreğinde bu dinsizlik ve âhireti inkâr fikirleri memleketimizi sarsmaya başladığı bir zamanda Üstad Bediüzzaman (rh) ehl-i imanın imdadına yetişmiştir. İlk olarak haşir ve âhireti ispat eden Onuncu Söz Risâlesi'ni 1926 yılında Barla'da telif etmiştir. Kur'ân'dan ilhamen ve yüzden fazla âyetlerden süzülen damlalarla yazıldığını söylediği bu risâle, haşir ve âhireti çok kuvvetli ve kat'i delillerle isbat etmiştir. Delillerin kuvvetine işareten Üstad Hazretleri Onuncu Söz hakkında Risâle-i Nur'un bir güneşi demektedir. İslâm tarihi boyunca, âhiret akidesi aklî delillerle ispatı çok müşkil naklî bir mesele kabul edilmiştir. Yani Kur'an ve hadiste nakledildiği için iman edilen bir mesele olarak kabul edilirken, Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla bu inkârcı asırda çocukların bile anlayabileceği bir açıklık ve vuzuh ile ispat edilmiştir. Bu konuda Hz. Üstad şunları söyler: İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi hikmet,[ الحشر ليس على مقاييس عقلية ]demiş. ‘İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez' diye hükmetmiştir. Hem bütün ülema-i İslâm: ‘Haşir, bir mes'ele-i nakliyedir, delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez.' diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye (aklen herkesin çok rahat kavrayabidiği bir mesele) hükmüne geçemez. Kur'ân-ı Hakîm'in feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm'in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz. Çünki imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz (anladığımız) miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına (arttırılmasına) çalışmalıyız. Bu hârika risâle, harf inkılabından iki sene evvel İstanbul'da Kur'ân harfleriyle basılarak her tarafa neşredilmiştir. O devirde açıktan açığa âhiret diye bir şey yoktur diyerek propoganda yapmaya hazırlanan ehl-i dalaletin bu risâleyi ve çok kuvvetli delillerini görmeleri üzerine Artık bu fikri kabul ettiremeyiz diye vazgeçtiklerini Üstad, Rumuzât-ı Semâniye isimli risâlesinde beyan etmektedir. Haşir konusunda sadece Onuncu Söz'ü yazmakla kanaat etmeyen Üstad Bediüzzaman Yirmi Dokuzuncu Söz ve Yedinci Mesele gibi birkaç risâle daha yanında, yüz otuz parça olan Nur külliyatında hemen her vesile ile kıyâmetin, haşir ve âhiretin, cennet ve cehennem hayatının isbatına dair çokça bahisler açmıştır. Pek çok farklı farklı cihetlerden âhirete imanın yüzlerce delillerini ortaya koymuştur. Bu sayede yüz yılın başında çok kuvvetlenmiş olan imansızlık cereyanı zayıflayarak gerilemiş ve şu an açıktan açığa Allah'ı ve âhireti inkâr etme cesaretleri kalmamıştır. Halbu ki o dönemde gayet pervasızca iman ve İslâm aleyhindeki fikirler, her tarafa neşrediliyordu. O günden bu güne bu risâlelerden istifade eden milyonlarca insan imanlarını tehlikeden kurtarmış, çok sağlam bir tevhid ve âhiret inancı elde etmişlerdir. ONUNCU SÖZÜN HAŞRİ İSPAT METODU Öldükten sonra insanların yeniden haşredileceğine ve kıyâmetle yıkılan kâinatın âhiret gününün gelmesiyle Cennet ve Cehennem şeklinde yeniden bina edileceğine inanmak; elbette bu icraatları yapacak olan Cenâb-ı Allah'ın varlığına katiyyen inanmak ile mümkün olabilir. Fakat bu da tek başına yeterli değildir. İkinci olarak haşri yapacak olan yüce yaratıcının nasıl bir Zât olduğunu iyice bilip anlamak gerekir. Çünkü O'nu tanımazsak âhiret âlemini yaratcağına neyle karar verebiliriz? Öyle ise Allah hakkında öyle bir ders verilmeli ki bu dersi alan kişi böyle güzel sıfatlara sahip bir Allah elbette ölümle bir daha dönmemek üzere yok olup gitmemize asla müsaade etmez ve bu kâinat asla o Sultan-ı Ezelî'nin daimi bir saltanat merkezi olamaz. Muhakkak ölüp gidenler başka daimi bir aleme göçüyorlar diye kanaat etmelidir. İşte Risâle-i Nur'da haşrin isbatı için takip edilen yol budur. Yani evvelen Allah'ın varlığı, sonra isim ve sıfatları yani nasıl bir zât olduğu, kâinat ve içindeki icraatlerinden yola çıkılarak isbat edilmiştir. Allah hakkında sağlam bir iman ve doğru bir tanıma temin edildikten sonra elbette bu özelliklere sahip bir Allah katiyyen haşirsizliğe, âhiretin, cennet ve cehennemin gelmemesine müsaade etmez şeklinde neticeye gidilmiştir. Bunu Üstad Hazretleri şöyle ifade eder: O zât demiş ki: ‘Onuncu Söz'ün hakîkatları münkirlere (inkârcılara) karşı değil. Çünki sıfât ve esma-i İlahiyeye (Allah'ın isim ve sıfatlarına) bina edilmiş.' (…) Hakikî cevabı şudur ki: Herbir hakîkat, üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vâcib-ül Vücud'un vücudunu (Allah'ın varlığını), hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip isbat ediyor. En muannid (inatçı) münkirden tâ en hâlis bir mü'mine kadar herkes her ‘Hakîkat'tan hissesini alabilir. Onuncu Söz'ün on iki suret ve on iki hakîkatlerinin her birinde Allah u Teâlâ'nın bazı sıfatları onun varlığıyla birlikte ispat edilmiş ve Bu sıfatlara sahip olan Allah hiç dönmemek üzere ölüp gitmeye müsaade eder mi? Elbette etmez! denilmiştir. ONUNCU SÖZ'DEKİ DELİLLER Haşri ders veren 10. ve 29.Sözler, kıyâmetten sonra dirilişi o kadar kat'î bir şekilde isbat etmişlerdir ki bu konuda Hz. Üstad (rh) şöyle söylemektedir: Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat'î bir surette anlamak istersen; haşre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söz'e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok! Şimdi Onuncu Söz'de zikredilen haşrin pek çok delillerinden bir kısmını burda özetleyerek bahsimize son veriyoruz. 1 Kâinatın her tarafında görünen gayet haşmetli ilahî saltanat isbat eder ki ona itaat eden kullarına Cennet gibi bir mükâfatı, isyan eden asilere Cehennem gibi bir ceza evi bulunacaktır. Bu dünyada olmadığına göre âhirette olacaktır. 2 Hadsiz bir şefkat ve ikram sahibi olduğunu insanlar ve tüm canlı varlıklara sürekli gönderdiği rızıklarla ve her türlü ihtiyaçlarını karşılayarak gösteriyor. Elbette o şefkat ve kerem dönmemek üzere ölüp gitmeye müsaade etmez. Öyleyse ölüm, yokluk değil yeni bir hayata geçiştir. 3 Kâinatın umumunda ve içindeki bütün varlıklarda tam bir denge ve ölçülü yaratma görülürken birtek insanların amellerinde bir ölçüsüzlük, aşırılık ve zulümler görünüyor. Ekseriya zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek âhiretteki mahkeme-i kübraya bırakılıyor, te'hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil. 4 Şu âleme dikkatle bakıldığı zaman bütün her yerde ve her işte hikmet, mânâ ve fayda görünüyor. Zâhiren bir yokoluş gibi görünen ölüm ise bunun tek istisnasıdır. Öyleyse ölüm de mânâsız ve lüzumsuz bir yokoluş olamaz. Demek ölümle ebedî bir âleme göçülüyor. 5 Allah u Teâlâ'nın nihayetsiz bir cömertliği olduğuna, nihayetsiz ikram ve ihsanları şehâdet ederken ölüm verilen bütün o nimetlerin insafsızca geri alınması olamaz. Olsa olsa daha fazla ikramların olacağı bir âleme geçiş kapısı olabilir. 6 Yeryüzünde ve bütün âlemde yaratılan bunca güzellikler isbat eder ki insan gibi en değerli ve en güzel bir varlık dâimî yok olmak gibi en büyük bir çirkinlikle karşılaşmayacaktır. Burdaki güzelliklerin asıllarının ve menbalarının bulunduğu âhirete gideceklerdir. 7 Allah u Teâlâ'nın kendisini tanıtmak, sevdirmek için bu kadar güzelliklerle ve sanat mucizeleriyle yarattığı bu kâinatın delâletiyle, insanlardan onu tanıyıp seven ve ona iman eden ve onun gizli cemâline müştak olan mümin kullarını elbette ölümle yok etmeyecek ve nihayetsiz güzelliğini görmekten mahrum etmeyecektir. Belki ebedî Cennette ebedî sevenleri ve seçkin muhatabları olacaklar ve o nihayetsiz güzel Zât'ı görmekle müşerref olacaklardır. (Allah bizleri de o bahtiyarlardan eylesin!) 8 İnsanlardan onu tanımamak, inkâr etmek, nimetlerine nankörlük etmek hatta ona ve dinine düşmanlık etmekle karşılık verenlerin de elbette ölümle kaçıp kurtulmalarına müsaade temeyecektir. Onları da ebedî hapsi olan Cehennemine atacaktır. (Allah bizleri o kötü âkıbetten korusun!) 9 En basit bir sineğin bile ihtiyaçlarını ve duâlarını şefkat ve merhametle yerine getiren Allah, elbette en sevgili kulu olan Muhammed (asm)'ın en büyük duâsı ve arzusu olan ebedî bir saadet âleminde Rabbine kavuşmayı, o en sevdiği kuluna ihsan edecektir. Haşir ve kıyâmetin ve Cennetin hiç başka bir sebebi olmasaydı bile o sevgili Habibinin bu duâsının kabulü ve onun yokluktan kurtulup ebedî bir saadeti kazanması için Cenneti yaratacaktı. Yine onun gibi duâ edip kavuşmayı isteyen bütün ehl-i iman kullarının da bu umumî duâlarını kabul edecektir. Ve onları ebedî bahtiyâr edecektir. 10 Şu âlemin gidişatından anlaşılıyor ki o yaratıcın pek büyük haşmetli bir saltanatı ve nihâyetsiz hazineleri vardır. O saltanatın bu ölümlü, fânî, şerlerle karışık dünya hayatında tam tezâhür etmesi mümkün değildir. Demek ki O'nun saltanatının haşmetli ve pek parlak bir şekilde ortaya çıkacağı ve halkının orada bâkî kalarak o haşmete ebedî hayran olacağı dâimî bir Cenneti olacaktır. 11 Başta Hz. Muhammed (sav) olarak bütün peygamberlerin lisanıyla ve başta Kur'ân, bütün semâvî kitablarıyla vaad ettiği âhiret hayatını elbette yaratacaktır. Ve onu yaratmaya kaadir olduğuna delil bu koca âlemi yaratıp her an kudretiyle mükemmel bir düzen üzere muhafaza etmesidir. 12 Her baharda ölmüş kurumuş koca yer yüzünü dirilten Allah, haşrin baharıyla da kıyâmetle ölmüş olan âlemi ve insanları yeniden diriltecektir. 13 Allah'ın başka bâki bir memleketi olup bizi onun için çalıştırdığını ve oraya nakledeceğini; manevîyat uzmanları olan bütün peygamberler ve bütün evliyâlar ittifakla haber veriyorlar. O asla yalan söylemez kâmil insanların en büyüğü ve reisi olan Peygamberimiz (sav) ise miraç gecesi bizzat Cennete girmiş ve Cehennemi görmüş ve bizlere haber vermiştir. Kim gitmiş gelmiş? diyenlerin dikkatlerine arzolunur! 14 Allah'ın yeryüzünde bir halifesi olarak en üstün bir yaradılışta yarattığı en harika sanat eserleri olan insanlar elbette ölümle abes, manasız bir surette yok olup gitmeyecekler, üstün yaradılışlarına münasib bâkî bir âlemde, Rabb-i Rahîmlerine perdesiz kavuşavcaklardır. 15 Midedeki açlık nasıl nimetlerin varlığını gerektiriyorsa; yani Allah, nimetleri yarattığı gibi insanda onlara yönelik bir iştahı da yaratmışsa; aynen onu gibi insandaki en büyük arzu olan sonsuz yaşama arzusu ebedî bir âhireti açıkça gösteriyor. Burada saymaya çalıştığımız deliller denizden bir damla hükmündedir. Bu delillerin iyice anlaşılması, ancak Allah'ın isim ve sıfatlarının kâinat üzererindeki tecellîlerinin iyi okunmasına bağlıdır. Onucu Söz Risâlesi bu tecellilerin nasıl mütalaa edilebileceğinin çok hârika nümuneleriyle doludur. Yazımızı Üstad Hazretleri'nin yukarıda geçen bir cümlesiyle bitiriyoruz. (Onuncu Söz) imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz (anladığımız) miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına (arttırılmasına) çalışmalıyız. Gizli, kusursuz kemal ise; takdir edici, istihsan edici, mâşâallah deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazirsiz cemal ise; görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemalini iki vecihle görmek: Biri, muhtelif âyinelerde bizzât müşahede etmek. Diğeri, müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesi ile müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister. Hem o daimî cemal, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücudlarını ister. Çünki daimî bir cemal, zâil müştaka razı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkum olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünki insan, bilmediği şeye ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip, kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor. Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor... (10. Söz)

Cemal ERŞEN 01 Temmuz
Konu resmiÖlümü Öldürmek

İnsanlığı, tarihi boyunca meşgul eden üç mühim sual olmuştur. Neciyim, nereden geliyorum ve nereye gideceğim? Semavî dinler haricinde hiçbir fikir, bu konuda doyurucu ve anlamlı bir açıklama getirememiştir. Binaenaleyh din kavramı, insanlığın hem dünya hem de âhiret hayatının rehberi olması hasebiyle, mesele bu çerçevede anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Dünyaya gelişimizden bu güne kadar yaşadığımız hayat serüveni içerisinde karşılaştığımız zahirî, somut meseleler; hayata gelişimizin öncesi ve sonrasında ve yaşadığımız andaki meselelerin arka planında olanları ötelememize, bazen de hiç gündeme almamamıza sebep olmuştur. Asrımızdaki maddi nazar, görmediğime inanmam fikri, anlamamız ve bilmemiz gereken bir çok hakîkatlerden geri bırakmıştır bizleri. Bazen de Bunlar derin meseleler, bunlarla uğraşmak iyi değil gibi sözlerle, nazarlar tamamen dünyaya ve dünyanın meselelerine çevrilmiş, imana âit akideler zayıf bırakılmış veya hiç gündem mevzuu edilmemiştir. Biz insanlar, dünyaya nereden geldiğimiz veya niye geldiğimiz noktasında, elbette kafa yormuşuzdur. Fakat en çok alaka duyduğumuz ve dikkatimizi çeken mesele, ölüm olmuştur. Hiç yokken var olmamız, dünyaya gelişimiz şüphesiz acip bir hadisedir. Ne var ki, Üzümü ye bağını sorma felsefesi, geriye dönük olarak fikir yürütmemize, o güne kadar olan hâdiseleri değerlendirmemize imkan vermemiştir. Lâkin ölüm hadisesi, bir şeylerin bizden kopup gitmesi, elimizdekilerin arkasına bakmadan bizi terketmesi, hele kendimizin yok olup gideceğimiz düşüncesi hep en büyük sıkıntımız olmuştur. Ne kadar uzak kalmaya çalışmışsak, o kadar yakınlaşmışızdır ölüme. Ölüm korkusu, bizleri dünya hayatının meşgalelerine daha da sıkı bağlamış, hatta ölümle savaşmak, ölümü öldürebilmenin yollarını aramak derecesine getirmiştir. ÖLÜM ÖLÜR MÜ? Bütün ölenlerin ölüm hakîkatini kuvvetlendirmesi cihetiyle bakıldığında ölüm, ölmez. Ancak ölüm hadisesinin hakîkati bilindiği nisbette, ölüme karşı olan korkumuzu kaldırabilir, muhakkak herkesin başına gelecek bu hadiseye karşı tavrımızı belirler ve sıkıntılardan kurtulabiliriz. Zira ölüm, genel anlamda anlaşıldığı gibi, yok olmak, kaybolup gitmek değildir. Belki ölüm, bulunduğumuz dünya hayatından, âhiret diye isimlendirilen başka bir aleme gitmek, beden elbisesini çıkarıp, âhiret yurduna uygun kisveleri giymek demektir. Evet ölüm vardır, fakat yokluk hakiki manada yoktur. Arzu ettiğimiz her şeyin imkân dairesinde olması kuvvetle iktiza eder ki; ünsiyet ettiğimiz, alâka kurduğumuz şeyler, bir daha kavuşmamak üzere bizden kopup, yok olmazlar. Onca masraflarla ve intizamla vücuda getirilen mahlukat, bütün kuvvetiyle bağırırlar ve derler ki, güya tesadüfen başlarımıza gelen ölüm hadisesi, bizleri perişan edip, yokluk derelerine atamaz. Bütün tarihçe-i hayatımızın kaydedildiği hafızamız ve herbir tohum isbat eder ki, şu kâinatın meyvesi hükmünde olan ve bütün mahlukatın adeta gözbebeği gibi baktığı insanın ruhu, bir heyula gibi savrulup, elden çıkıp gitmez. Gelmek varsa, elbette gitmek olacaktır. Gelinen bir yer varsa, elbette gidilen bir yer de olacaktır. Ölüm varsa, dirilmek de olacaktır. Zira herbir ölüm, yeni bir dirilişin adıdır. Hem her sene dalından koparıldığı halde öbür sene tekrar dala asılan elma gür bir sadayla diyecektir ki: Üzülmeyiniz, hakîkatimiz kaybolmuyor. Hakîkatimizi muhafaza eden bir Zat vardır. Bizim hakîkatimizi muhafaza eden Zatın şanındandır ki, insan ruhunu hiç zayi etmez, ölmekle onları yokluğa, hiçliğe atmaz. Hikmetine zıt hareket etmez. Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir mes'elesidir. (Asa-yı Musâ, 5) Bu endişeyi yaşayan herkes bilmelidir ki, ölümü veren hayatı veren Zât'tır. Hayata ve hayatın getirdiklerine râzı olan, ölüme ve ölümün getirdiklerine razı olmalı, o Zât'ın kendisi için hazırladığı güzelliklere mümin olmalıdır ki, korku ve endişe duyulan kabre gülerek ve sevinçle girebilsin. Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümâta, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-ı daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahib ve Mâlik-i Hakikî'nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî'nin payitahtına dönüyorsunuz. (a.g.e, 190) Gelinen bir yer varsa, elbette gidilen bir yer de olacaktır. Ölüm varsa, dirilmek de olacaktır.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Temmuz
Konu resmi"Haşir" deyin ve dirilin!

İnsan! Lezzetlere meftun mahluk. Öyle istek ve arzularımız var ki peşinde koşturduğumuz; dünyanın vefasızlığını, istek ve arzularımıza bir türlü cevap veremeyeceğini hatta ve hatta bir üzüm tanesi yedirse on tokat vuracağını bile biledir bu koşuşturmamız. Bu yüzdendir insanoğlunun yakınışları, yıkılışları ve bunalımları.  Bazen olur ki bu kısa vadeli lezzetleri yakalayamayıp emellerimize ulaşamadıkça hüsrana düşer, yorulur, yıkılır ve kendimizi dünyanın en bahtsız insanı sayarız. Oysa yeniden dirilişe, âhiret aleminin varlığına iman eden bir insanın ümitsizliğe düşmesi, bunalımlara giriftar olması acaba ne kadar makuldür? Beşer şaşar! İşte bu söz beşerin aczini ve mükemmel olamayacağını, kusur ve günah işlemeye müsait yaratıldığını ifade eden cümlelerden sadece birisi. ‘Beşer' kelimesi, tüyü az olan hayvan (hayat sahibi olan) mânâsını içermekte. Evet, beşer olarak gelinir dünyaya, fakat ilim ile kemâlât elde edilerek insaniyet mertebelerinin basamakları çıkılır. Böylece hakîkî bir insan olarak dünya hanından, kabir kapısından asıl memleket olan âhiret diyarına geçilir. Beşeriyet mertebesinden insaniyet makamına terfi etmektir insanoğlunun vazifesi. Bu ise ruhların iman, irfan ve ahlâk ile ulvîleşmesi ile mümkün olacaktır. Fakat asıl problem beşerin şaşmasında değil, şaşkın olmasındaki ısrarında olsa gerek. Ve asrımızın beşeri! O kadar ısrarlıdır ki şaşkınlıkta; arz bu kadar şaşkın bir güruh üzerinde bulundurmamıştır şimdiye kadar. Aklıyla ancak ve ancak bâki lezzetler ile mutmain olabileceğini idrak ettiği halde nefsiyle fâni lezzetleri satın almak için ebedî Cennet lezzetlerini satacak kadar sefih düşmüştür ahirzaman beşeri. Evet, akıl ve nefis daima farklı nağmeleri söyler. Bunda saklıdır imtihan sırrı. Akıl, kalp ve ulvî hislerimiz ebedîyetteki lezzetleri görür ve onlara talip olurken, nefis hâl-i hazırdaki lezzetlerde arar mutluluğu. Ulvî hisler hakîkî lezzetleri elde etmek için haramdan kaçıp helâl ile yetinmeyi tercih ederler. Fakat nefis; gözünün ulaştığı yıldızlara eliyle de ulaşabileceği zannıyla yıldızlara elini uzanıp tutmaya çalışan mecnun gibi fani dünyada ebedî Cennet lezzetlerine ulaşmaya çalışmak divaneliğini gösterir. Hırsla, gayretle, derin hesaplarla ve hummalı bir şekilde çalışarak dünyevî fani lezzetler ile mutmain olmak ister. İster istemesine, fakat nafile! Ölümlü dünyanın ölümlü lezzetleri, ölümsüzlük aşkıyla yanan insanın isteklerine bir türlü cevap veremez, veremez! Bir düşünse şu insan, nerelidir, nereden gelmiştir? Biri bize nereli olduğumuzu sorduğunda, babamızın memleketini söyleriz. İnsanoğlunun ceddi Hz. Adem olduğuna göre insan Cennetlidir. Ve ancak ebedî Cennet lezzetleriyle mutmain olabilir. Hata bâki Cennet lezzetlerinin fani dünyadan talep edilmesidir. Sonuç ise; hayal ve istekler ele geçmedikçe veya lezzetler kısa bir müddet içinde elden kayıp gittikçe yaşamın azaba dönüşmesidir. Günümüzde her üç insandan birinin psikolojik hasta oluşunun en mühim bir sebebi zaten bu değil midir? İnsanı bahtsız kılan tekrar dirilişe ve âhirete imansızlıktır. Ya da Amentüde haşir ve âhirete iman ederken dillerimiz, bu nîmetin farkında olmayışımızdır bizi ümitsizlik kuyularına atıp zavallı kılan. Zira âhiret inancının kuvvetli olmasının en mühim bir ölçüsü de bunalım, ümitsizlik ve bıkkınlıkların en asgariye indirilmesi ve hayatımızı mahveden bu virüslerin ebedî bir hayatın varlığının düşünülmesiyle izale olmasıdır. ASIL TERKE UĞRAYAN ZAVALLILAR, ÂHİRET NİMETİNİN İDRAKİNE VARAMAYANLARDIR Haşir bir diriliştir. Daha dünyada bir diriliş.Âhiret inancı yıkılışlara bunalımlara sıkıntılara kaybedişlere hem mani'dir, hem ilaçtır ve hem en büyük bir tesellidir. Kaybedişlerin kazanmak olarak karşımıza çıkması, ümitlerin, hayallerin, arzuların dirilişidir. Yeniden dirilişe iman eden kısa vadeli iş ve planlar üzerine hayatını bina etmez ki kaybedenlerden olsun! Çünkü inanan insan; Allah namına başlar-işler, Allah namına alır-verir, Allah namına sever-nefret eder ve Allah namına yaşar-yaşatır. Böyle olunca dünyevî kaybedişler hakîkî bir kaybediş değildir onun için. Allah için sevdiği evladını, eşini, ahbabını bile kaybettiğinde ebedî Cennet kavuşma yeridir ona. Helâlinden kazanıp Allah yoluna tasadduk etmekten çekinmediği malını, mülkünü kaybettiğinde ise Cennet sarayları onundur. Sağlık ve gençlik elinden gittiğinde, Rabbine ibâdetle geçirdiği gençliğin mukabili olarak ebedî bir gençlik artık onu beklemektedir. Dünyevî kaybedişlere, ayrılıklara ebedî vuslat müjdesidir âhiret inancı. Haşir sadece insanın dirilişi değil ümitlerin de dirilişidir. Dolayısı ile haşire iman eden, ebedî âhiret hayatının varlığına itikad eden daha dünyada dip diridir. Yani dimdik ayaktadır ve hiç bir şey onu yıkamaz. Çünkü yaptığı tüm fiillerindeki niyet başlangıç ve sonuç itibariyle ebedîyete isnat etmektedir. Zaten daima terke uğramaz mıyız, dünyadaki kaide böyle değil midir? Sıhhat, gençlik, güzellik ve sevdiğimiz her şey tek tek çıkar elimizden ve hep terk edilmeye mahkumdur insan. Fakat asıl terke uğrayan zavallılar, âhiret nîmetinin idrakine varamayanlardır! EĞER ALLAH VERMEK İSTEMESEYDİ, İSTEMEYİ VERMEZDİ Biz inananlarız. Amentü billahi ve bi'lyevm'il âhiri diyorken dillerimiz, Bütün ayrılıklara ve ümitsizliklere çare yarattım! diyor rabbimiz. Evet biz öyle bir Rabbe (cc) iman ediyoruz ki: Beşeriyetten sıyrılıp ibâdet ile insaniyet makamını elde eden kullarına mükafatı, yaratılışın ulvî maksatlarını tahkir edip, insan elbisesi giymiş hayvanlar hükmünde olan beşere ise cezası mutlaktır. Zerre miktar şer ve zerre miktar hayrı asla karşılıksız bırakmayacaktır. Ve öyle rahmet ve merhamet sahibi bir Zat'a (c.c) iman ediyoruz ki biz; dünyadaki gelmiş ve gelecek insan ve hayvan nevinden bütün annelerin şefkatlerinin toplamı O'nun şefkatinden sadece bir pırıltıdır. Küçücük midenin Yâ Rezzâk! Yâ Rezzâk! duâsına dört yüz bin çeşit nîmet ile arzda sofra açan bir şefkat, umum insanların kalpleriyle yaptıkları Ebed! Ebed! duâlarına da âhirette ebedî Cennet maidelerini açmakla cevap verecektir. Biz öyle cömert bir Allah'a iman ediyoruz ki; O misafirperver Zât (cc) zamanı bir tren yapmış, baharı bir erzak vagonu gibi o trene takmış. Her sene o vagon ile biz misafirlerine fevkalade nîmetlerini gönderir. Denizden ve karadan hadsiz nîmetler ihsan eder. Öyleyse şu dünyada arzu edip vasıl olamadığımız bir çok emellerimizi, en güzel diyarında en güzel bir şekilde bize ihsan edecektir. Cömerttir Allah Kendisine ve güzel isimlerine müştak olanlara, güzelliğini ebedî olarak gösterecek kadar cömerttir. Öyle bir Zât'a iman ediyoruz ki biz; kendisi ve isimleri Bâkidir, ölümsüzdür.Ve bizler, O'nun (cc) isimlerini gösteren aynalarıyız her birimiz. Sadece konup göçmek için olan dünyada, fânîliğe münasip olarak kırılıp gideriz. Fakat ebedî mekanlarda Bâki Zât'ın aynaları ebedîyete bürünecektir. Ve orada O Bâki Zât'a ebedî ayinedarlık edeceklerdir. Böyle şefkatli, ikram etmeyi seven, cömert bir Rabbin kulları olarak haşire öyle iman etmeliyiz ve öyle idrak etmeliyiz ki âhireti; ‘haşir' derken dillerimiz yok olmalı bütün yeis ve ümitsizliklerimiz. Yeniden doğmak ve yeniden dirilmek demek olan haşir hayatımıza, bütün fiillerimize işlerimize ulvî ma'na ve gayeler kazandırmalı. Ve bütün elemlerimizi izâle etmeli ve bütün kurumaya yüz tutmuş ümitlerimizi yeşertmelidir. Böylece iman nîmetiyle maddî ve manevî sağlıklı, asla ümitsizliğe düşmeyen ve yıkılmayan güçlü birer şahsiyetler olmalıyız her birimiz. Ey isteyip de elde edemeyenler!Ey özleyip de vasıl olamayanlar!Ey yitik ümit ve yitik sevdalılar! Ey ümitlerini kaybetmekle perişan olup hayatlarını solduranlar! Haşir deyin ve yeniden dirilin! Âhirete iman, ruhlarımızı acıtan ayrılıklara ve hüzünlere ne büyük tesellidir. Ebed! Ebed! diye feryat eden ruh ve kalbe sahip insanoğlunun, gençlik ve sağlık nîmetlerini ve tüm güzelliklerini elinden aldıkça dünya, âhirete iman imdadına yetişir. Vermek istemeseydi Allah istemeyi vermezdi Ebedîyet arzusu, ölümsüzlük isteği ve güzele aşık olmak ve güzel olanla ebedî birliktelik istemek. Demek verecek ki, istemeyi bize veriyor. Ey Bâki isimlerin sahibi Rabbimiz! Âhirzaman karanlığına düşmüş biz âciz, bîçâre kullar olarak ebedî güzelliklere vasıl edecek tahkîkî bir iman niyaz ediyoruz senden. Bâki isimlerinle ebedî âlemde cemâline ve sevgililerimize kavuşturmanı temenni ediyoruz. Ve bütün kâinatla beraber imanımızı tazeliyoruz tekraren. Âmentü billâhî ..ve bi'l yevmi'l ahiri diyoruz..

Mehlika YAĞMUR 01 Temmuz
Konu resmiDünya ve Ahiret
İnsan

Dünya ile âhiret iki ayrı âlemdir. Fakat birbirleri ile çok sıkı münasebetleri vardır. Bu iki âlemin sınırları gayet ince bir perde gibi olup hemen birinden diğerine bir perde açmak gibi gayet kolay ve çabuk geçilir. Aynı zamanda bu iki âlem arasında gayet uzak bir mesafe ve uzun yollar ve arada bambaşka âlemler de vardır. Onları kat edilerek birinden diğerine geçilebilir. Birbirinin zıddı gibi görünen bu iki durumun hem birinci şıkkını tarif eden rivayetler hem de ikinci şıkkını tarif eden rivayetler pek çoktur. Gördüğümüz âlem, dünya, nasıl ki sadece bizim görebildiğimiz kısımlardan ibaret değil de bir çok âlemden meydana geliyorsa aynen öyle de âhiret âlemleri dahi bir çok âlemden meydana gelmektedir. Allah'ın takdiri ile bir insan gayb âleminden dünyaya gelir. Dünyadan âhirete geçmek ölüm ile olur ama karşımıza çıkan berzah âlemi asıl âhiret âlemlerinin birinci basamağı ve kapısıdır. Oradan mahşere, mahşerden mizana, mizandan sırata, sırattan cennet ve cehenneme uzanan bir yolda insan seyahat etmektedir. Dünya ve âhiret arasındaki ilişkiyi anlamak ve birbirinin devamı olan ve bir birinin zıddı gibi algılanan bu iki âlemi anlamak için şu soruların cevap bulması gerekmektedir: Âhiret niçin vardır ve varlığı hangi delillerle isbat edilebilir? Âhiretin varlığına bir delil de zıtlıkların varlığıyla ortaya çıkmaktadır; dün-yarın, yaz-kış, mazi-istikbal gibi… Dünü var eden yarını getirdiği gibi maziyi icad eden O Zât-ı Kadîr (herşeye gücü yeten Allah) istikbâli dahi icad eder. Âlemdeki diğer bir çok zıtlık da âhirete delildir. İnsan istiyor ki elemsiz bir lezzet alayım, ölümsüz bir hayat yaşayalım. Dostlarımızdan ayrılmayalım. Ama dünya buna müsait bir âlem değil. Zıtlıklar, bize zıtlıkların olmadığı bütün kötülüklerin, şerlerin cehenneme gittiği, bütün hayır ve güzelliklerin cennete girdiği bir hayatı arzulatıyor. Dünyanın gidişatı ve yapılan işler âhiretin gelmesi için başlı başına bir delildir. Çoğunlukla zâlim bu dünyadan cezasını tam olarak görmeden gidiyor. Mazlum ise hakkını alamadan göç ediyor. Elbette bunların hesaplarının görüleceği bir Mahkeme-i Kübra var. Yoksa zalim izzetinde mazlum ize zilletle bir nevi âhirete göçüyor... Bunun böyle olması bir nevi insanlık adına bir zulüm ve kötülüktür... Anne karnındaki çocuğun hâli nasıl âhirete delil olabilir? Anne karnındaki çocuğun hali âhirete şöyle misal olabilir: Anne karnındaki çocuğun sahip olduğu ve kullanmadığı veya yeterince kullanamadığı organları vardır. Ağız ile yemek yiyemez, nefes alamaz, akciğerlerini kullanamaz, Eli ile tutamaz, ayakları ile yürüyemez, gözleri görmez aklını kullanamaz vs. vs. Bütün bu organları onun bu organlarını kullanacağı dünya hayatına birer işarettir. Ve dünya hayatına işaret eder ve isbat eder. Aynen bunun gibi insanın da dünyada yapmak isteyip yapamadığı çok istekleri vardır. Ve organlarının çoğunu potansiyeli dairesinde kullanamaz. En iyimser tespitlerle bile insan en fazla aklının yüzde onunu kullanabildiğini ilim adamları söylüyor. İnsanın maddî duyuları gibi manevî duygularının çoğu dünyada tatmin olamıyor. İnsanda ebedi yaşama isteği var fakat dünya buna uygun gelmiyor. İnsanın bütün duyularını maddî olsun manevî olsun kullanabileceği bir âleme ihtiyacı var biz bu âleme âhiret diyoruz. Anne karnındaki çocuğa dünyayı anlatsan ne kadar anlayabilir, belki kendisine sorsan oradan ayrılmak istemez. Biz de âhiret âlemini anlayamıyoruz çoğumuzda belki gitmek istemiyoruz. Aynı anne karnındaki çocuk gibi... Allah'ın baharda yarattığı rahmet eserleri nasıl ahirete delil olur? Allah'ın baharda yarattığı rahmet eserlerine baktığımızda görüyoruz ki: Kışın öldürdüğü mahlukatı yeniden yaratıyor. Birkaç hafta zarfında dört yüz binden ziyade canlıyı birbirine karıştırmadan geçen sene nasıl yaratmış ise öyle yaratıyor. Her gecenin bir sabahı her kışın bir baharı olduğu gibi kıyamet kışınında haşir ve âhiret gibi sabahı olacaktır. Nasıl geçen sene ölen mahlukatı aynen yaratıyor elbette bizi de öyle yeniden yaratacaktır. Acbuzzeneb Âhiretin varlığına bir delil de insanın kuyruk sokumunda bulunan ve acbuzzeneb denilen incir çekirdeği büyüklüğündeki bir kemik parçasıdır. İnsanın bütün vücudu çürüdüğü halde o çürümez. Bu parça insanın tohumu hükmündedir. Nasıl kışın ölen bitkilerin ve böceklerin tohum ve yumurtaları yeni bir baharda uygun şartlar altında yeniden yeşeriyorsa insanın tohumu da subh-ı haşirde uygun zemini bulduğunda yeniden yeşerecektir. Allah ilk yaratılışta tohumsuz yarattı tohumsuz yine yaratır ama bize bu tohumcuk ile ders aldırıyor ve ibret veriyor. Bitki ve böceklerin ihyası tohum ve yumurta iledir. Aynen bizimde yeniden ihyamız acbuzzeneb denilen tohumcuk ile olacak. Mevlânâ diyor ki... Yoktum var oldum. Taştım topraktım öldüm bitki oldum...Bitki idim öldüm hayvan oldum....Hayvandım öldüm insan oldum...İnsanım öleceğim...Böyle her ölüşte bir üst mertebeye çıktıktan sonra ölümden neden korkayım… Ölüm bir şeb-i arustur....Sevgiliye kavuşmaktır. Bir hiçlik değildir, asıl hayata kavuşmaktır. Firak değil visaldir. Adem değil vücuttur....Ölüm ölümsüzlüğün başlangıcıdır. İnsan için yüzde doksan dokuz dost ve ahbabına kavuşmaktır...Ne mutlu ölümden kaçmayıp onu unutmayıp kabre merdane bakana ve ölüm bizden ne ister deyip ona göre hazırlık yapana... Âhirete inanmayanlar ne kazanıyor, âhirete inananlar ne kaybediyor? Âhirete inanmayanlar hem dünya hem de âhirette büyük bir sıkıntıya kendilerini atıyorlar. Yukarıda zaten büyük ölçüde izahı yapıldığından fazla teferruata girmeye burada lüzum yoktur. Âhirete inanan insanlar bir yakınları öldüğü zaman daha sabırlı ve mutlu olurlar. Çünkü onlar bilirlerki bir gün yeniden kavuşacaklar. Fakat inanmayan insanlar için ölüm hem kendisi için hemde sevdikleri için bir yok oluştur. İnanmayan insanlar bir sevdiklerini kaybettikleri zaman onun yok olduğu düşüncesi ile mutsuz olurlar. İmam Ali'ye bir kafir soruyor: Ey İmam eğer âhiret yoksa bu kadar ibadetiniz boşuna.İmam cevap veriyor: Yoksa bizim kaybedeceğimiz bir şey yok. Eğer varsa vay senin haline… Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celalli bir haysiyeti, namusu vardır. Halbuki kerem ise, in'am etmek ister. Merhamet ise, ihsansız olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ise ve namus ise, edebsizlerin te'dibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.

Murat DARICIK 01 Temmuz
Konu resmiSolmayan Aşk!

Gönül kulağınıza gelen bir musikî mi var alemden?İşte; zerresinden güneşlerine ‘Aşk' diyor bu alem.Aşkın bestesini yapıyor, güftesini okuyorVe adeta kainat gergefinde ‘Aşk' dokunuyor..Kalb-i insan da bu ahenge dahil olmuş,Ve ‘Aşk.. aşk' diyerek, aşka müptela olmuş.Aşkla var olmuş şu koca kainat gibi, Küçük kainat olan insan da aşka âşık olmuş,Aşkla perişan olmuş.. Kalbinizin uğranmamış odaları mı var?Gönül kasrınızın seyredilmemiş duvarları,Görülmemiş oymalı, nazenin nakışları,Üzerine basılmamış atlas ipekten halıları varsa,Ve dinlenmemiş musikîleri,Şiiri yazılmamış,İçinde yanılmamış odaları varsa şayet,Kimse çözemediyse şifresini kalbinizin,Üzülmeyin!Sizi kuşatan aşkı yaşamaya hazırsınız.Çünkü, el değmemiş bir kalple buna, siz layıksınız.. Kalbinizin ziyaretçileri oldu mu yoksa?Ve sonra terk mi edildi, o nadîde odalarınız,Metruk bir saray mı artık gönül kasrınız?Hayran kalmayı,Nakışları okumayı,Yanmayı bilemediyse, uğrayanlar..Ve bomboş kaldıysa şimdi gönül diyarınız,Üzülmeyin!Hakiki ma'şukunuz sizi çağırıyor...Çünkü, vefasız sevgililerin terkiyle, baki bir aşkın çok yakınındasınız.Ve artık siz, uğruna yaratıldığınız ilahi aşkı idrake hazırsınız. Şiirleri yazılmış, uğruna yanılmış bir kalbiniz mi var?Lakin, hala özlediğiniz bahar gelmemişse gönül diyarınıza,Ve kalbinize doğan güneş, ısıtmıyorsa yeterince siziHala bambaşka bir boşluk ve özlem çekiyorsanızÜzülmeyin!Çünkü siz, baki bir aşk için yaratılmış bir kalbin,Fânî sevgililer ile müteselli olamayacağını anlamışsınız. Kimselerin uğramadığı bir kalbiniz mi var?Ya da metruk bir gönül kasrınız?Sevgilileriniz baharı getiremedi mi gönül bahçenize?Üzülmeyin!Lailaheillallah deyin.Ve Muhammed Rasulullah diyerek,Uğruna yaratılmış olduğunuz aşkı içinize çekin..Batmayan bir güneş doğsun kalbinize,Rahmet yağmurları yağsın,Bahar gelsin,Çiçekler gülsün,Lale ve Gül ile..Hiç solmayan ebedi bir Aşk açsın içinizde.

Nur SİRAÇ 01 Temmuz
Konu resmiHakîkî Hayat: Ahiret Hayatı
İnsan

Evet Cenâb-ı Hak insanı ihmal etmemiştir. İnsan nev'inin en büyük en ehemmiyetli ve en umumi olan beka duâsını, lika duâsını, ebedî hayatı ve ebedî saadeti, bütün müştemilatıyla beraber âhiretin ve cennetin yaratılmasıyla kabul etmiştir. Hayatın saadetini lezzetini râhatını istiyorsanız, hayatınızı iman ile hayatlandırınız, feraiz ile ziynetSlendiriniz, günahlardan ictinab ile de muhafaza ediniz. Hayat, imanın altı erkanına bakıp onları ispat eder. İmanın esaslarının hayat ile kuvvetli alakaları vardır. Hayat sayesinde bunlar bilinir ve anlaşılır. Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve meyvesi ve yaratılmasının hikmeti hayattır. Elbette bu yüksek hakîkat olan hayat, sadece bu fânî, kısacık, noksan ve elemli olan dünya hayatına münhasır değildir. Belki hayatın mâhiyeti ve ne olduğu hakkıyla anlaşılırsa, hayat ağacının gayesi, neticesi ve en son meyvesi, âhiret hayatı olduğu tahakkuk eder. Hakîkî hayat, taşıyla toprağıyla hayattar olan cennet hayatıdır. Eğer âhiret ve cennet hayatı kabul edilmeden, sadece dünya hayatına hasrı nazar edilirse, o zaman acib ve garip sanatlarla donatılmış bu hayat ağacının, zîşuur hakkında hususan insan hakkında, meyvesiz, faydasız, hikmetsiz olması lazım gelecektir. Şayet âhiret hayatı olmayıp, sadece dünya hayatı olsa idi o takdirde insanın kıymeti hiç hükmünde kalacaktır. Eğer âhiret ve cennet hayatı olmasaydı sermaye ve cihazat bakımından serçe kuşundan yirmi derece yüksek ve kâinattaki zîhayat içinde en mühim ve ehemmiyetli varlık olan insan saadet-i hayat cihetinde serçe kuşundan yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir bîçâre olacaktı. Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını insanın başına yağdırmakla onun kalbini sürekli incitir. Bir lezzete karşılık dokuz misli elemleri kattığından, bu akıl insanın başına en musibetli bir bela hükmüne geçer. Netice olarak bu hayattan sonra mutlaka bâkî bir hayat olmalıdır. Demek bu dünya hayatı, âhirete iman rüknünü kesinlikle ispat ediyor. Yüz binlerce hayvanat ve nebâtât çeşitlerinin her sene ölmeleri ve bahar mevsiminde yeniden diriltilmeleri, ihya edilmeleri haşir ve âhiret hayatına binler delil olarak, gözümüz önünde cereyan ediyor. Bir çobanın bir koyununun ayağı incinse, Cenâb-ı Hak onu ihmal etmiyor, ya merhem veya baytar gönderiyor. Zayıf bîçâre yavrulara halis süt gönderiyor. Yerlerinde tevazuyla durup hareket edemeyen ağaçların rızıklarını ayaklarına gönderiyor. Bütün nebaâtât ve hayvanâtı rububiyetiyle terbiye ediyor, onları harika ve mükemmel bir şekilde besliyor, büyütüyor, yetiştiriyor ve nasıl hareket edeceklerini öğretiyor. Hatta insanın küçücük midesinin beka ve yaşamak arzusuyla yaptığı hususi rızık duasını bilen, işiten ve leziz yiyeceklerle o duanın kabulünü gösterip mideyi memnun eden Cenâb-ı Hakkın insanı bilmemesi görmemesi mümkün değildir. Evet Cenâb-ı Hak insanı ihmal etmemiştir. İnsan nev'inin en büyük en ehemmiyetli ve en umumi olan beka duâsını, lika duâsını, ebedî hayatı ve ebedî saadeti, bütün müştemilatıyla beraber âhiretin ve cennetin yaratılmasıyla kabul etmiştir. Bundan anlayalım ki, bu hayatın gayesini rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir diyenler, gayet çirkin bir cehaletle bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını hafife alıp ve tahkir edip dehşetli bir küfrân-ı nimet ederler. Bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyîye karşı şükür ve ibadet, hamd ve muhabbettir ki bu şükür ve muhabbet, hamd ve ibâdet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir. Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-i hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın. Burada yok hükmündedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübra vardır.

Selman ÇETİNTÜRK 01 Temmuz
Konu resmiAllah-u Teâlâ İnsanlara Hizmet Edenleri Seviyor!
Kültür ve Medeniyet

Mülâkat: Züleyha ÖZDEMİR KASAD-D Başkanı OP. DR. GÜLHAN CENGİZ'le mülâkat 1950 doğumlu Gülhan Cengiz, ilköğrenimini Erzurum Aziziye İlkokulu'nda tamamladı. Memur bir babanın kızı olan Cengiz, lise eğitimini de İskenderun'da bitirdi. 1974 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden mezun oldu. Vakıf Gureba Hastanesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Ana Bilim Dalı'nda baş asistanlık görevi yaptı. HEKVA, HIKDE gibi sivil toplum kuruluşlarında bulunan Cengiz, Kadın ve Aile adlı dergide de sağlıkla ilgili yazılar yazdı. Evli olan Cengiz, halen Kadın Sağlıkçıları Dayanışma Derneği'nin başkanlığını yapmaktadır. Bir işe gönül vermek, emek sarf etmek ve emeğinin karşılığında bir sıcak gülümseme, bir tatlı dil ve samimiyet beklemek. Belki de tüm emeklerinin karşılığını, hiçbir hayrı boşa çevirmeyen ve her istediğinde de keremiyle ikram eden bir zâttan beklemek. İşte Halka hizmet Hakk'a hizmettir diyerek yola çıkan birkaç gönül dostu. Bilgi ve birikimlerini paylaşmaktan çekinmeyen, uzanan elleri boş çevirmeyen bir kuruluş kasad-d. Onları daha yakından tanıyalım ve tanıtalım istedik.Bizi de boş çevirmediler ve başladık sohbete… KASAD-D nedir? Nasıl kuruldu? Faaliyetleri nelerdir? Kasad-d, Kadın Sağlıkçılar Dayanışma Derneğinin kısa ismi. Kasad-d' nin geçmişi oldukça uzun, 1986 yıllarına dayanıyor. Dernek halini almadan önce doktor arkadaşlarımızla birlikte ayda bir toplanalım, tıbbın gelişmelerini yakından takip edelim, birbirimize bilmediklerimizi öğretelim, yeni gelişmeleri bilelim ve insanlara da o şekilde hizmet verelim düşüncesindeydik. Daha sonra 1999 depreminde, yardım amaçlı bir takım çalışmalar yaptık. Bu arada bazı vakıflardan, derneklerden ve değişik kurumlardan fakir hastalar gönderiyorlardı. Onlarla ilgileniyorduk. Bir taraftan da hastalara ücretsiz tedavi ve ilaç yardımında bulunuyorduk. Kendi aramızda bir şeyler yapmaya çalışıyor, yapamadıklarımızı derneklere havale ediyorduk. Bu çalışmaların dernek altında daha iyi yürütülebileceği konusunda çevreden çok teşvik aldık. Yine çevreden konferans ve sohbet teklifleri geliyordu. Okullarda derneklerde vakıflarda sağlıkla ilgili her doktor arkadaş kendi dalıyla ilgili konferanslar seminerler veya ev toplantılarında sohbet tarzında konuşmalar yapıyorduk. Daha sonra Avrupa bazında bir takım projelerin bir miktar para karşılığı yapıldığı sonrada bu projeleri Türkiye sınırları içersinde tatbik etme imkânı olduğuna dair bir takım şeyler öğrendik. Önce biz bunu başka derneklerle işbirliği ile yürütelim dedik. Çünkü bu tür oluşumlarda faydalı olabilmek için dernek adı altında olmamız gerekiyordu. Sonra baktık birilerine dayanarak bir şeyler yapmak zor olacak, biz dernekleşelim de bu işleri kendi başımıza yapalım nasıl olsa bir şeyler yapıyoruz. Yaptığımız işler dernek adı altında olsun dedik ve Kadın Sağlıkçıları Dayanışma Derneği 2005 yılında kuruldu. Aynı şekilde çalışmalarımıza devam ediyoruz. Bir takım projeleri artık kendi adımıza yapmaya başladık. Neler yapıyorsunuz? Çalışmalarımızı şöyle özetleyebiliriz. Birincisi, halka dönük hizmetlerimiz; ikincisi ise, kendi eğitimimize yönelik hizmetlerimiz. Asıl amacımız eğitim. Çünkü şu an İstanbul, Anadolu'dan büyük bir göç almış durumda. Göç ile gelen insanlar yeteri kadar eğitimli insanlar değil. Eskiden insanlar büyüklerinden, çevrelerinden bir takım eğitimler alırdı. Osmanlıda şehir, köy, mahalle eğitimi vardı. Ve bu kültür içerisinde insanlar birbirlerini eğitirlerdi. Birbirlerini kontrol ederlerdi. İstanbul'a göçün birden bire olması, insanların birbirleriyle olan irtibatlarını kesmesi, bu arada medyanın da ön plana geçmesi, bir takım programların çok cazip hâlde insanların nefsine hoş gelecek şekilde gösterilmesi, insanların bir takım gerçekleri ve güzelliklerimizi unutmasını hatta sağlığımızı ihmal etmesine vesile oldu. Mesela, midesini üşüten bir insana önce ne yapılır? Nane limon kaynatılır, ayağı ısıtılır, kıyafetine dikkat edilir. Mide bulantısı çok basit bir tedbirle geçebilir. Ama bugünün insanına nane limon kaynatın için diyorum, Nasıl kaynatayım, nasıl içeyim? diyor. Bir nane limonun etkilerini bu nesil bilmiyor. Ya da ishal olan bir insana yapılacak bir takım tedaviler vardır. Halk kültürü dediğimiz, köy kültürü dediğimiz ya da ailelerin çocuklarına verdiği bilgiler. Bu bilgiler aktarılarak giden çok basit bilgiler. İshal olan bir hastaya Dikkat et yemene içmene! diyoruz. Nasıl dikkat edeyim? diyor. Ben önce imtihan etmek için soruyorum ishal olanlar ne yer ne içer. Bilmem ki doktor hanım hiç ishal olmadım ki diyor. Bilmiyorum lafı insanlara ya çok kolay geliyor ya da gerçekten bilmiyorlar. Bunlar çok basit ve herkesin bileceği bilgiler ama bunları dahi bilmekten uzağız, değil daha başka şeyleri. Bunların yanı sıra yemek yaparken nelere dikkat etmek lazım, sağlıklı olmak için nelere dikkat etmek lazım, bir hanımın yaşamı içerisinde genç kızlığı, evliliği, evlilik sonrası, sağlıklı yaşayabilmesi için nelere dikkat etmesi lazım. Maalesef bunlar doğru ve gerçek anlamda bilinmiyor. Medyadan öğreniliyor ya da şimdi internet kültürü çok gelişti oradan öğreniliyor. Ama bunları öğrenirken de tabanı olmayan temelsiz bilgiler öğreniliyor. Bu bilgileri temeli ile almadığı için insanların aldığı bilgiler çok kaygan oluyor ya da gerçeği yansıtmıyor. Ya da çok yanlış yönlendirilmelere sebep olabiliyor, yanlış öğrendiği için psikolojik açıdan çok problemli bir kişi haline gelebiliyor. Mesela şimdi internet modası çok yaygın. Hanımlar geliyor. Ultrasonda bebeklerine bakarken kaç gram diyor? Farz edelim 450 gr. Aaa! Ben internette okumuştum bunu 400 gr olması lazımdı. Ya da 500 gr olması lazımdı diyor. Bunu öyle büyük bir problem haline getiriyor ki. Diyorum Bakın bu internetteki bilgiler bizim kendi normlarımız değil, Amerika'nın, Avrupa'nın veya Japonya'nın normları benim kendi insanımın ölçülerini taşımaz. Ya da benim kendi insanımın ölçülerini taşısa bile 3-3,5 kilo olan doğumlara biz normal doğum diyoruz. Onun için bu boyutlar farklı olabilir. Sonra annenin babanın haline bakıyorsunuz siz minyon bir yapıya sahipseniz bebeğin minyon olması çok normaldir. Uzun boylu bir insansanız bebeğinizin kemiklerinin uzun olması çok normaldir.  Oturup bunları anlatmak lazım. Tabandaki bilgiler olmayınca tavan tutmuyor. O zaman amaç, ehli olan kişilerden bu bilgileri aktarmak? Elbette. Biz bunları da fark ettiğimiz için bu insanları gerçek anlamda bilgilendirmek ve eğitmek istiyoruz. Eğitimlerimizi; bir, kendimizi eğiteceğiz, bir de halka yönelik eğitim olacak diye ikiye ayırdık. Kendimize olan eğitimlerimizde hocalarımızdan (o işin uzmanı olan üniversite profesörleri) faydalanıyoruz. Önce her sene konu ayarlaması yapıyoruz sonra da konulara göre hocaları davet ediyoruz. Bizi o konuda geniş bilgilendiriyorlar. Bunun yanında kadın doğumcular ayrı bir grup kurduk. Birlikte sadece kadın doğumla ilgili konuları hocalarımızdan dinliyoruz, tartışıyoruz. Kendimizi bilgilendirmemiz bu yönlerde oluyor. Sivil toplum kuruluşlarını önemi ve üstlendiği görevler nelerdir? Her şeyi devletten beklememek gerekiyor. Böyle bir düşünce olursa bir takım eksiklikler olabiliyor. Biz insanların çok içerisindeyiz. Hele sağlıkçılar insanlarla birebir temas halinde. Eksik gördüğümüz ya da tamamlanması gerektiğini hissettiğimiz veya insanların çok zorda kaldıkları durumlarda, onlara yardım etmemiz gerekiyor. Sağlıkçılar, sağlık açısından, hukukçular hukuk açısından, sosyologlar ya da bir psikologlar da... Herkes kendi çalışma alanı içerisinde… Herkes kendi bilgisi görgüsü ölçüsünde topluma faydalı olabileceği yönde hizmet vermesi gerekiyor. Her şeyi devletten beklememek gerekir. Aynı zamanda bizim insani görevimiz, dinimizin de emretmiş olduğu görevlerden bir tanesi. Halka hizmet Hakk'a hizmettir buyuruyorlar Efendimiz (asm). Allah u Teâlâ insanlara hizmet edenleri seviyor. Onları mükâfatlandırıyor. Eğer biz de bunları kazanmayı arzu ediyorsak gayret göstermeliyiz. Bu, tarihin her döneminde olmuş. Bütün dünyada sivil toplum örgütleri ön planda, bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Ben hep şunu düşünüyorum, biz Müslümanların bu konuda bütün dünyanın çok önünde olmamız gerekiyor. Çünkü Allah bize ahirette Cennet gibi bir hediye vaat ediyor. Yani dünyadaki çalışmalarımızın hiç birisi boşa gitmeyecek. Her şey yerini, karşılığını bulacak. Biz yaparken Allah'ın rızasını kazanmak için yapıyoruz ama Rabbimiz de bunların mükâfatını verecek. Biz dünyanın diğer bir ülkesindeki sivil toplum kuruluşlarından daha farklıyız. Daha manidar çalışmamız, daha cânı gönülden çalışmamız gerekiyor. Küreselleşen dünyada tek başına sivil toplum kuruluşu olmak yeterli mi? Elbette ki tek başına yeterli değil. İstanbul'da başladık bu işe tek başına İstanbul'a da yetmiyor. Tanıdıklarınız, yapılan seminerlere ve konferansları dinleyenler, bizim memleketimize gelseniz de bu konferansları verseniz diyorlar. Akraba ziyareti için gittiğim Mersin'de beş günümün hemen hepsi dolu idi. Bir takım derneklerde kadın sağlığı üzerine konferanslar vermeye çalıştım. Ve o insanların hepsi büyük bir heyecan ve beklenti içerisinde gözleri ışıl ışıl dinliyorlardı. Sadece İstanbul için yetmiyor, bütün Türkiye için önemli, Türkiye'ye el uzatıyorsunuz. Bir arkadaşımız Nijerya'dan geldi oradaki kadınların mağduriyetini anlattı şimdi benim gönlümün bir tarafında Nijerya yatmaya başladı. Globalleşen dünyada hemen her yerde vazife almamız bir takım insanlarla bağlantı içerisine girmemiz, her yere mümkün olduğu kadar homojen olarak hizmet götürmemiz gerekiyor, ülkelerin ihtiyacı nispetinde. İslâm dünyası alanında da bir takım birleşmeler görüyoruz. İDSB (İslâm Dünyası STKlar Birliği) bunun en güzel örneği. Siz de İDSB'nin bir parçasısınız. Birliği ve çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Elbette ki çok güzel çalışmalar yapılıyor. Ama biz henüz o çalışmaların çok içine giremedik. Çünkü İDSB ile yine başka bir kuruluşun içerisine de girdik. İkincisi şu anda sayılarımız çok fazla değil. Bu çalışmaları çok uzun süredir yapıyoruz ama sivil toplum kuruluşunda çalışma işi bir gönüllülük işi. Bizim gibi düşünenlerin bir araya gelebileceği bir kuruluş. Maalesef toplumumuz veya meslektaşlarımızın bir kısmının belki haberi yok ama bir kısmı da bunun gerekliliğine çok fazla inanmıyor. Ya da bir takım işlerini, bir takım engelleri bahane olarak gösteremeye çalışıyor. Bu işleri yapabilmek için de biraz sayıların artması lazım. İnşaallah o sayılara ulaşırsak bir şeyler yapmaya çalışacağız. Sağlık tam bir ticaret sektörü halinde, bunun yönünü hizmet sektörüne çevirmenin yolları nelerdir? İlk muayenehane açtığım zaman bana arkadaşlarım dediler ki: kürtaj yapacak mısın? benim düşünce yapımı bildikleri için. Bende dedim ki: Allah'ın izni ile hiç kürtaj yapmayacağım. Onlar dediler ki: O zaman sen para kazanamazsın. Ama çok şükür bu güne kadar aç kalmadım. Elhamdülillah güzel bir şekilde mesleğimizi icra ediyoruz. Sağlık sektörünün amacı sadece para kazanmaya yönelik olursa, siz muayenehanenize gelen bir insanı çocuğunuza alacağınız bir kıyafet, parmağınıza takacağınız bir yüzük, bineceğiniz bir araba gözüyle bakarsanız korkunç bir şey. O zaman her şey rayından çıkıyor. Ancak siz Gelen insanlara ben nasıl faydalı olacağım? Benim annem olsaydı ben ne yapardım? Ya da kardeşim olsa nasıl davranırdım? derseniz onlara vereceğiniz hizmetin boyutu değişiyor. Bu şekilde çalıştığınız vakit bir şekilde kazanıyorsunuz. Olayı sadece para kazanmak niyetiyle değil insanlara yardım etmek gözüyle bakıyorsunuz. Ama dürüst çalıştığınız, doğru çalıştığınız insanlara elinizden geldiği kadar yardımcı olmayı ön plana aldığınız için kapılarınız hep açık oluyor. Hep bir takım insanlar geliyor ve bir şekilde de kazanıyorsunuz aç kalmıyorsunuz. Bakışın önemi var. Önemli olan hizmet vermek düşüncesine sahip olmaktır. Kadın Sağlıkçılar Derneği olarak karşılaştığınız problemler nelerdir? Her hâlde ilk etapta ön plana çıkan şey maddîyattır. Biz derneğimizi kurduktan sonra dedik ki bir yerimiz olsun. Mekânın çok güzel bir yer olası şart değil diye düşündük. Baktık ki insanlar bazı şeyler arıyor. Dernekleşeli iki yıl oldu ve bu iki yıl içerisinde 9 binin üzerinde kadına eğitim verme imkânımız oldu. Bunlar bu kadar insanın hizmetine koşuyor diye bakmıyorlar. Dedik ki güzel bir mekâna ihtiyacımız var. Unkapanı'nda Ahmet Buharî Hz. Tekkesine rastladık ve orasını vakıf mekânı olarak seçtik. Herkes Burayı nasıl aldınız? diye soruyor ama ben bunu Allah'ın bizim özverili çalışmamız neticesinde bir hediyesi olarak kabul ediyorum. Bu tekkenin özelliği şöyle: Bin metre karelik bir alana sahip. Ahmet Buharî Hazretleri tarafından kurulmuş. Ahmet Buharî Hazretleri Orta Asya'dan gelmiş, Hz Hüseyin Efendimiz'in soyundan olan bir zât. O dönemde bir taraftan dinî eğitim verirken bir taraftan da sağlıkla uğraşmış. Tekkenin yanında nalıncı Mehmet Efendi var. 3. Murat zamanında yaşamış olan bir zât ve bu zât da özellikle alkol alan ve fuhşa düşen hanımlara yardımcı olmuş. Buranın bize nasip olması da ilginç bir tevâfuk. Bizi asıl heyecanlandıran, bizim bir çalışmamızın da madde bağımlılığı oluşu idi. Geçmişin alkol bağımlılığı ve fuhşa düşen insanlar, bugünün madde bağımlığı ve cinsel yolla bulaşan hastalıklar. Bunlar birbiriyle tamamen örtüşen konular. Onun için hiç bir şeyin tesadüf olmadığını Allah'ın her şeyi ayarladığını ve zaman içinde de insanların bu konularda görev aldığını düşünüyorum. Ve bu mekânların restorasyonu için belli miktarlarda paralar gerekiyor. İlk aşamada en büyük sıkıntı maddî olarak var. İki proje daha hazırladık bunlardan bir tanesi madde bağımlılığı projesi. Bir başkası 6-12 yaş çocuklarına sağlıklı hayat ve eğitim projesi var. Bunların hayata geçebilmesi için maddî anlamda sıkıntılar var. Ama bazen öyle sıkıntılar oluyor ki yapmasaydık diyebiliyoruz. Ama bir bakıyorsunuz Rabbim yetişiyor. Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş. Kadınlardan müteşekkil bir kuruluş olmanın özelliği var mı? Avantajları ya da dezavantajları var mı? Arkadaşlarımızın birçoğu evli ve çocuk sahibi. Evli olduğunuz için evi, çocuklarınızı düşünmek zorundasınız. Onlardan arta kalan zamanı biz kullanmaya çalışıyoruz ya da onlarla daha az ilgileniyoruz. Ev ve meslekten arta kalan zamanımızı burada kullanmaya çalışıyoruz. Evimiz, çocuğumuz olduğu için bazı sıkıntılar oluyor. Ama onlar yapılan işlerin ucunda hayırlar olduğunu bildikleri için ellerinden geldiği kadar destekliyorlar. Kadın olmanın özelliği şu, insanlardaki eğitim eksiliğini fark ettik. Allah u Teâlâ hanımları daha merhametli daha duygusal daha insanlara hizmet edecek bir tarzda yapılandırmış, şekillendirmiş. Biz o avantajımızı da kullanmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Kadın sağlıkçılar dememizin sebebi, onların problemlerini çok gördük, onların sıkıntılarına çok tanık olduk, onların gerçekten bizlerin yardımına ihtiyaçları olacağını düşündük. Biz bu işi sırtlayıp götürmeye çalışıyoruz.

Züleyha ÖZDEMİR 01 Temmuz