01. Sayı: "Tebliğde Sınır Yok!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiMerhaba!
Aile ve Çocuk

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Sonsuz hamdolsun Rabbimize ki, bizlere 'kellâm'ı ve 'kalem'i ihsan etti ve bizleri 'Kelâm'ının manalarını yazan 'Kalem'e tilmiz eyledi. Yazılmış ve yazılacak; okunmuş ve okunacak harfler adedince Âlemlerin Rabbine şükürler olsun! Merhaba! 'İrfan Mektebi'nin ilk sayısı ile huzurlarınızdayız; andolsun ki O'nun rızasından başka maksudumuz, matlubumuz yok! Risâle-i Nur müellifi Bedîüzzaman Hazretlleri şöyle der: Hâneniz bir küçük Medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki; bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçı olsunlar. Dünyada da îman dersini alıp size hakikî evlâd olsunlar. İrfan ehli olmak, ârif olmak demektir. Ârif olmak, marifet sahibi olmak demektir. Marifet ilmi ise ilimlerin şâhı, insanlığın en yüksek makamı ve insan karakterinin ulaşabileceği en kâmil noktadır. Bunun için evlerimizin birer 'İrfan Mektebi' olma vakti gelmedi mi? Bu nazar ve niyetle yola çıktı 'İrfan Mektebi': 'Müfettihu'l-Ebvâb' olan Hak Teâlâ, bütün semâvî fermanlarıyla mânen Yol açık, yola çık! buyurdu; biz sadece yola çıkmaya azm u cezm ü kasd eyledik; bu yolda bize isâbet eden her hasenât O'ndan, bütün seyyiât ve kusurlar nefsimizdendir. İlk sayımızda asıl gâyemize münâsip olması için 'Tebliğ' dosyasını hazırladık ve dedik: Tebliğde sınır yok! Sınırların manasızlaştığı, dünyanın küçüldüğü, küçüldükçe dertlerinin büyüdüğü âşikâr bir hakikat. Hendek Harbi'nde Şam'ın, Bizans'ın, İran'ılın fethini müjdeleyen Efendimiz'in ümmetiyiz hamdolsun! Hendek'te işâret edilen şuur bize Tokyo'ya, Pekin'e, Washington'a, Santa Cruz'a, Santiago'ya, Madrid'e ve Moskova'ya Allah'ın Kelâm'ını ulaştırmamızı ders veriyor! Siyah, beyaz, sarı demeden tüm insanlığa 'iki cihan saadetinin' anahtarını ulaştırmakla mükelleflfiz! Alışveriş ettiğimiz bakkala, tıraş olduğumuz berbere, âilemize, sınıf ve iş arkadaşımıza, komşumuza, akrabalarımıza, işverenimize, işçimize, elimizin ulaştığı, sesimizi duyan, dilimizi anlayan herkese… Her hak vâsıtayla, her hak sahibine! Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medîne bir minber cümlesinde tebellür eden cihanşümul anlayış bize açıkça Sınır tanıma! diyor. Bu 'sınır tanımama' ameliyesi sadece coğrafyaya münhasır değil elbette; ilmî derinlik olmazsa, manevî techizât eksik olursa ne ile, kime gidilebilir? İşte bu derin ve ince meseleyi başta İdris Ferid olmak üzere Dr. Semih Esad Güner, Mustafa Emek, Mustafa Yankın İrfan Mektebi için masaya yatırdılar; hepsine teşekkür ediyoruz. Bu sayımızda ve daha sonra nasipse 'İrfan Sohbetleri'ni Muhammed Çetin ve Osman Aktaş hocalarımızdan okuyacak, derunî dünyanızda âdetâ beşinci mevsimi yaşayacaksınız. Uzun seneler Hıristiyanlık mevzusunda çalışmalar yapan Prof. Halil İbrahim Pirahmed, Îsâ (as)'ın en büyük müjdesi başlıklı yazısında, Merhum Ahmet Deedat'ın çalışmalarından da istifade ederek Hıristiyanlığın şu anki durumunu sorguladı ve Îsâ (as)'ın Resulullah (sav)'i müjdelemesini doyurucu bir dizi yazı ile îzah ve ispat ediyor; istifadenize sunuyoruz. 16 sayfalık âile-çocuk ekimizi münevver hanım kardeşlerimiz hazırladı; bu vesileyle şükranlarımı arzediyorum. İnşâallah önümüzdeki aylarda âile-çocuk ekimiz zenginleşerek genişleyecek. Sizlerin teklif ve desteklerinizle âilecek elinizden düşüremeyeceğiniz bir mecmua hâline gelecek inşâallah. Bu sayımızı yazılarıyla zenginleştiren tüm yazarlarımıza şükranlarımı arzediyorum. 'İrfan Mektebi'mizi şereflendirdiler; Rabbimiz, tüm yazıları istifâdeye medar, rızâsına vesile kılsın. Âmîn. Önümüzdeki aylarda hem doyurucu hem câzip köşelerle yine huzurlarınıza çıkacağız. Sizlerden istirhamımız, duâlarınızı eksik etmemeniz ve İrfan Mektebi'ne yeni talebeler bulmanızdır. Şimdi sizleri İrfan Mektebi'nin sayfaları arasında yolculuğa davet ediyorum. Buyurun, feyziniz bol olsun efendim! Gayret bizden, tevfîk ve inâyet Âlemlerin Rabbi'ndendir.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Aralık
Konu resmiNübüvvetin Parlak Yolu: 'Sırat-ı Mustakim'
İbadet

Peygamberimizin (sav) nübüvvetinin delil ve burhanları had ve hesaba gelmez. Onların hepsini izah etmek hem bizim haddimizin fevkindedir hem de böyle bir yazı veya sohbet ile de îzah edilecek bir mesele değildir. Ancak nübüvvetin parlak bir delili olan Resul-i Ekrem (sav) Efendimiz'in güzel ahlâkı ile Rabbimizden bize getirdiği Kur'ân-ı Azîmüşşan ve Hadîs-i Şerîflerin nübüvveti ne suretle ispat ettiklerinden bir nebze bahsetmeye çalışacağız. Resulullah (sav)'in güzel ahlâkını dost ve düşman ittifakla kabul etmişlerdir. Hatta en büyük düşmanları olan Mekke müşrikleri, başta Ebu Cehil olmak üzere Ona Muhammedü'l-Emîn demişlerdir. Allah ise, Kur'ân-ı Azîmüşşan'da, (Habîbim Ya Muhammed) sen azîm (büyük) bir ahlâk üzeresin diye ferman eder. Sahih rivayetlerde de Hazret-i Âişe-i Sıddıka (ra) gibi seçkin sahabeler, Hazreti Peygamber (sav)'ı tarif ettikleri zaman Hulukuhü'l-Kur'ân diye tarif ediyorlardı. Kur'ân'ın beyan ettiği güzel ahlâkın misâli ve bütün güzel ahlâkı yaşayarak gösteren Hazreti Muhammed (sav)'dir. Ve o güzelliği herkesten evvel, bizzat yaşayan ve fıtraten o mehâsin üzerine yaratılan odur. Hem Fâtiha-i Şerîfe'de 'sırât-ı müstakîm' diye tâbir edilen dosdoğru yolda giden ve o yolda gidebilecek fıtrat üzere yaratılan en başta Peygamberimiz (sav)'dir. İSTİKAMET ÜZERE OLMANIN MÂNÂSI Bedîüzzaman Hazretleri, 'sırât-ı müstakîm'i, İşâratü'l İ'caz'da ve Otuzuncu Söz'de ve On Birinci Lem'a'da şöyle îzâh etmiştir: İnsanda kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye olmak üzere üç duygu vardır. Hayvanlardaki gibi bunlara bir hudut tâyin edilmemiştir. Bu kuvvelerin her birisinin üçer mertebesi vardır; ifrat (ileri gitmek), tefrit (geride kalmak) ve hadd-i vasat (normalini yaşamak)tır. Kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi 'cerbeze'dir. Yani bâtılı, yanlışı doğru gibi göstermeye çalışmaktır; bu bir safsatadan ibârettir. Tefriti 'gabâvet'tir. Yani doğruyu bulmak için aklı kullanmamaktır, bu da bir mantıksızlıktan ibarettir. Hadd-i vasatı ise 'hikmet'tir. Yani her işin ve her fikrin doğrusunu hikmetlisini yararlısını bulup ona göre yaşamaktır. Bu hikmet mertebesini de en mükemmel şekilde yaşayan en başta peygamberlerdir. Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi 'tehevvür'dür. Yani başkasına saldırmak, hak ve hukuk tanımamaktır; bu bir zulümden ibârettir. Tefrit mertebesi ise 'cebânet'tir. Yani korkudan dolayı hakkına hukukuna sahip çıkmamak, mukaddesâtına, ırz ve namusuna hakaret edildiği halde onları müdafaa etmemektir. Hadd-i vasatı 'şecaat'tir. Yani cesaret sahibi olup başkasının hakkına hukukuna tecavüz edip zarar vermediği gibi kendi hakkına hukukuna sahip çıkıp hakkını kimseye çiğnettirmemektir. Bu şecaati de en güzel ve en mükemmel bir şekilde hayatlarına tatbik eden başta 'şehidler'dir. Kuvve-i şeheviyenin de ifrat mertebesi 'fücur'dur. Yani Allahtan korkmayıp, insanlardan sıkılmayıp, fuhşiyat başta olmak üzere haramları günahları alenen, açıktan işlemektir. Tefrit mertebesi ise 'humut'tur. Yani haramları işlemediği gibi helâl dâiresinden dâhî istifâde etmemektir. Âdeta bitkisel bir hayat yaşamaktır. Hadd-i vasatı ise 'iffet'tir. Yani namuslu olarak bütün âzâlarını, hisler ve duygularını başta fuhşiyat olarak haramlardan muhafaza edip helâl dâiresinde yaşamaktır. Zâten, Helâl dâiresi geniştir, keyfe kâfidir; harama girmeye hiç lüzum yoktur. Bu mertebeyi en başta kendi hayatlarına tatbik eden, başkalarına da güzel örnek olan sâlih insanlardır. Bu noktada baktığımızda hikmet, şecaat ve iffeti harfiyen kendi hayatına tatbik edip, ifrat ve tefritten; cerbeze ve aklı kullanmamak; zulüm ve korkaklık; fücur ve humuttan tertemiz olarak en mükemmel bir şekilde hayatını devam ettiren, dost ve düşmanın ittifakıyla Muhammed-i Arabî (sav)'dir. İşte böyle bir Zât'ın yaptıklarının, yaşadıklarının, sözlerinin ve hareketlerinin her birisi, nev-i beşere, insanlara birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, îmân eden ve ümmetinden olan gâfillerin onun sünnetine ehemmiyet vermemelerinin veyahut sünnetini bozmak isteyenlerin ne kadar bedbaht ve fenâ olduklarını divaneler de anlar. Demek ki Fâtiha'da Bizi dosdoğru yola hidâyet eyle! dediğimizde Allah'tan şunu istiyoruz: Ya Rabb! Bizi kuvve-i akliyenin hikmet mertebesine, kuvve-i gadabiyenin şecaat mertebesine, kuvve-i şeheviyenin iffet mertebesine hidâyet eyle! İfrat ve tefrit mertebelerinden bizleri muhafaza eyle! İşte Emrolunduğun gibi istikamet bul! bir cihette Hikmet, şecaat ve iffetle yaşayınız! demektir. Bu hakikati bize emrediyor. Hatta katiyetle şunu diyebiliriz: İslâmiyet, hikmet, şecaat ve iffet demektir. İslâmiyet'e inanıp kabul etmek, bunları kabul etmek demektir; Yani zulüm etmemek, cinayet işlememek, başkasının ırzına namusuna el uzatmamak, faiz yememek, ne insanların ne de Allah'ın hukukuna tecavüz etmemek demektir. İslâmiyet'i istememek ise, bütün bu menfî şeyleri kabul ediyorum demek mânâsına gelir. KUR'ÂN ZAMAN GEÇTİKÇE TAZELEŞİYOR Esasında Kur'ân ve Hadîs-i Şerîfler Peygamberimiz (sav)'in nübüvvetini ispat için yeter ve artar delilleri ihtiva etmektedir. Çünkü tarihe bakıyoruz, araştırıyoruz ve görüyoruz ki, bir bilim adamının, fikir ehlinin Kur'ân ve Hadis'ten almadan yazdığı kitaplar ve o kitapların içindeki bilgilerin birçoğu sekiz on sene geçtikten sonra geçerliliğini kaybediyor, yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Hatta dünyanın en zekî, en dâhî insanları kabul edilen Eflâtun, Aristo, Sokrat vs. gibilerin, yazdıkları kitapların üzerinden elli-yüz sene geçtikten sonra, neredeyse bu kitapların yüzde doksanı geçerliliğini kaybedip yanlış oldukları ortaya çıkıyor. Hâlbuki Kur'ân ve Hadîs-i Şerîfler için bu kaide geçerli değildir. Kur'ân'ın 6666 âyetinin, aynı zamanda İmam Ahmet Bin Hambel, bir milyon Hadîs-i Şerîf'i rivâyet ettiğine göre, milyonu geçen Hadîs-i Şerif'lerin üzerinden bin dört yüz küsur sene geçmesine rağmen bir tek âyetin veya bir tek hadîsin geçerliliğini kaybetmemesi, yanlış olduğu tespit edilmemesi, daima hakkâniyet ve doğruluk üzerinde gitmeleri âyetlerin hem lafzı hem mânâsı Allah'tan olduğuna ve Hadîs-i Şerif'lerin dahi mânâ itibârîyle Allah'tan geldiğine bir delildir. Demek Hazreti Muhammed (sav) hevâ-yı nefsiyle konuşmuyor. Kesinlikle onu Allah konuşturuyor; O da konuşuyor. İşte bu durum Kur'ân-ı Hakîm'in Allah'ın kelâmı olduğunu Hadîs-i Şerîf'lerin mânâsının da Allah'tan geldiğini isbât ediyor. Eğer bunlar bir insan fikrinin neticesi olsaydı, insanların yazdıklarında hata ve yanlışlar olduğu gibi bunlarda da birçok hata ve yanlış bulunacaktı. Mâdem elli-yüz sene değil bin dört yüz sene üzerlerinden geçtiği halde bunlar geçerliliklerini kaybetmiyorlar; Demek onlar Allah tarafından Hazreti Muhammed (sav) vâsıtasıyla bize geliyorlar. Bedîüzzaman Hazretleri'nin dediği gibi Zaman ihtiyarlandıkça Kur'ân gençleşiyor, tevazzuh ediyor (daha iyi anlaşılıyor). Evet, nasıl ki insanlar doğuyor, büyüyor, ihtiyarlanıyor onların fikirleri ve bilgileri de onlar gibi ihtiyarlanıyor. Öyle de insanların sanatları tecrübeler neticesinde kemâle doğru gidiyor. İnsanların ilk yaptıkları bir cihazın modeli ile son yaptıkları aynı cihazın modeli ve mükemmelliği bir olmuyor. Bu da insanın âcizliğini ve eksikliğini ifade ediyor. Bu kural Cenâb-ı Hakk için geçerli değildir; İlk yaptığı sanat ile son yaptığı sanat arasında mükemmellik noktasında bir fark yoktur. Çünkü Allah sonsuz İlim, Hikmet ve Kudret sahibidir. İlk yarattığını en son ve en mükemmel model ile yaratıyor. Onun için sanatı arasında bir model değişikliği olmuyor. Aynen öyle de Allah, İslâmiyet'i ve Kur'ân'ın hükümlerini ilk olarak indirirken en son mükemmellikle indirmiştir. Zaman geçtikçe Kur'ân ve İslâmiyet'in hükümleri de gençleşiyor. Allah'ın hükümlerinde bir değişiklik söz konusu olmadığı gibi, onlara uymak saadet ve selâmet vesîlesidir. Onlara muhalefette ise şekâvet ve ebedî azap vardır. Demek hadislerin ve âyetlerin hakkâniyetleri aynı zamanda onları bize getiren Habîb-i Rabbü'l Âlemîn'in de sıdkına ve nübüvvetine en kuvvetli bir delildir.Allah hepimizi sırât-ı müstakîme hidâyet eyleyip rızâsına mazhar eylesin. Âmîn.

Zakir ÇETİN 01 Aralık
Konu resmiÖlüm En Güzel İbrettir Evladım!
İtikad

Allah rahmet eylesin evladım! Mekânı Cennet olsun. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciun. Kemalettin Amca vefat etmiş oğlum. Osman aradı az önce. Atalar'da öğle namazından sonra namazı kılınıp, Büyükbakkalköy Kabristanı'na defnedilecekmiş. Allah rahmet eylesin! Nur yüzlü bir adamcağızdı. Sabah namazından sonra duâda kapamış gözlerini...   Osman'ı düşündüm. Ne çok severdi dedesini. Çocuk yıkılmıştır herhalde. Abdest alıp cenazeye gitmek lazım... Yağmur altında kılınan bir cenaze namazı, dualar ve tekbirler. İyi bilirdik! İyi bilirdik! İyi bilirdik! Ne güzel gerçekten iyi bilinmek... Büyükçe bir kabristana girdik; mezar taşlarının arasında yürüyoruz. Her yer çamur, sanki toprak bizi de almak istiyor içine. Yeni kazılmış mezarlar... Bir gün buradan tabut içinde geçmek ne kadar acı geliyor insana! Bir an için kurtulmak istedim bu düşünceden. Hiç de hoşuma gitmedi ölüm, soğuk ve yağmurlu bir günde! İmam efendi ve cemaat hazır. Cenaze kabre indirilecek! Osman, yanında inmek ve cenazeyi yerleştirmek için birini ararken yemyeşil gözleriyle beni buldu. Daha önce hiç yapmadığım bir şey, ama Hayır! diyemedim! Beraber indik kabre. Yukardan naaşı uzattılar. Boyun ve diz kısmından şeritle bağlanmış, bembeyaz kefeniyle Kemalettin Amca! Yağmur damlaları saçlarımı, gözyaşlarım yüzümü yıkarken, elimdeki o soğuk vücut sanki vücudumdaki bütün kanı çekip almıştı. Hareket edemez hâle geldim! Soğuk ve kaskatı bir ceset ellerimde! Ancak besmele çekebildim. Zor-zahmet cenazeyi yerleştirdik, dışarı çıktık. Süratle üzeri örtüldü, duâlar edildi. Bense bir mezar taşının kenarında ağlıyordum, öleceğim ve gömüleceğim günü düşünerek! Omuzlarımdan tutan ellerin desteğiyle kalktım. Baktım ki Osman beni teselli etmek istiyor. Allah! Allah! dedim, kendi kendime ve Dedesi vefat eden o, teselliye muhtaç olan benim! Ne garip şey! diye düşündüm. Osman, o munis sesiyle başladı ölümü anlatmaya: Ölüm... Önü zahmet, arkası rahmet... Rahmet bunun neresinde mi? Âlemler Sultanı'na kavuşma kapısıdır ölüm. İncil'in Ahmed'i (sav), Tevrat'ın Ahyed'i (sav), Kur'ân'ın Muhammed'i (sav) etrafında milyonlarla evliyalar olduğu hâlde bizi bekliyor. Âhirete göçmüş, bütün sevdiklerimiz bizi bekliyor. Onlara kavuşmaktır ölüm.'' Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Neredeyse nefes bile almadan onu dinledim. Daha sonra uzun uzun anlattı Osman'ım. Îmanı, nuru, îmandan gelen kuvveti ve huzuru... O'ndan geldik O'na döneceğiz. Şüphesiz hüküm O'nundur. Ey nur yüzlü Kemalettin Amca! Mekânın Cennet olsun! O gece rüyamda Kemalettin Amca'yı gördüm. O mütebessim haliyle şunları söyledi:Ölüm en güzel ibrettir evladım. İbretini al, îmana sarıl! Îmanla yaşa ki akıbetin hayır olsun! Âmîn. Akıbetimiz hayır olsun inşallah! Âmîn.

Kerem GÜNDOĞAR 01 Aralık
Konu resmiHayat: Samed Aynası
İnsan

Hayat hakikati bu cihetle pek çok sıfatların tecellisine mazhar çok geniş özelliklere sahip bir ayna hükmündedir. Nasıl ki bir cihazın özelliklerinin fazlalığı nispetinde ihtiyaç duyulan şeylerin artması gibi, hayat da bu geniş özelliğinden dolayı, o nispette pek çok şeylere muhtaçtır. Bu özelliği hayatı Samediyet'in en geniş aynası yapmıştır.   Bir çöldeki taş ile insan arasındaki en mühim fark nedir acaba? Elbette hayat... Çevremize dikkatlice baktığımızda hayatın bu kâinatta temel bir unsur olduğunu görmekteyiz. Hayat hakikati o kadar parlak ve zahir ki inkar edilmesi mümkün değildir. Öyle ki en basit maddelerden dahi çok harika ve sanatlı canlıların var edildiğine şahit olmaktayız. Bir şeyin çokça yapılması, o şeyde çok mühim gayeler gözetildiğini bildirdiği gibi, hayatın bu şekilde yaygın olarak bulunması onun da büyük bir vazifesi olduğunu bildirir. Evet güneşe baktığımızda, onu bize bildiren ve tanıttıran en parlak şeyin onun ışığı olduğunu görmekteyiz. Yeryüzünde yayılmış olan ışık uzantılarından hangisini takip etsek bizi güneşe götürür. Bununla birlikte güneş ışığının başka bir özelliği daha var ki, o da tek bir ışık gibi görünmesine rağmen, aslında yedi rengi ihtiva ettiğini bilmekteyiz. Yani aynada yansıyan ışıkta bu yedi renk de beraber yansır. Ancak bir prizmadan ışığı geçirmekle veya ışığın varlıklar üzerine düşmesiyle o renkleri fark edebiliyoruz. Hayat da öyle bir hakikattir ki pek çok sıfatı içine almıştır. Hayat tecellisi ile birlikte pek çok sıfat da tecelli eder. Hayat ile tecelli eden bu sıfatları anlamamız için bir prizmadan geçirmek gerekmektedir. İşte hayatın canlılarda tecelli etmesi ve bize görünmesi adeta ışığın prizmadan geçmesi gibi beraberindeki sıfatların ortaya çıkmasına hizmet etmektedir. Yani bir hayat sahibinde görme, işitme, dokunma, tat alma gibi duygular hayat hakikatindeki sıfatların bu şekilde inkişafı olduğu gibi, yine sevmek, tefekkür etmek, anlamak, şefkat etmek, memnun olmak gibi hissiyat dahi diğer birçok sıfatların tecellileridir. Hayat hakikati bu cihetle pek çok sıfatların tecellisine mazhar çok geniş özelliklere sahip bir ayna hükmündedir. Nasıl ki bir cihazın özelliklerinin fazlalığı nispetinde ihtiyaç duyulan şeylerin artması gibi, hayat da bu geniş özelliğinden dolayı, o nispette pek çok şeylere muhtaçtır. Bu özelliği hayatı Samediyet'in en geniş aynası yapmıştır. Allah Samed'dir. Yani hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi her şey her şeyinde O'na muhtaçtır. İşte hayat bu geniş özelliği ile Cenab-ı Hakk'ın ekser isim, sıfat ve şuunâtının tecellisine vesile olmakta ve o nisbette Samediyet'e aynadarlık yapmaktadır. Yazın şiddetli sıcağı altında, bir çöldeki taş ile yine aynı çölde aç, susuz ve bineksiz kalmış bir insanın Samediyet'e aynadarlığının farkı, ancak hayat ile zevk edilebilir. İşte yeryüzündeki ışıkları takip etsek bizi güneşe götürdüğü gibi, yeryüzündeki hayat hakikati anlaşılıp takip edilse, onun sanatkarı olan Zât'ı, bütün sıfatları ile bize buldurur ve Samediyet'ini anlamamızı sağlar. Gündüz ortasında güneşi bulamamak ne büyük bir bedbahtlık ise, hayatı görüp de onun güneşi olan Şems-i Ezeliyi bulamamak ondan bin defa daha büyük bir bedbahtlıktır.

Ali CERRAHOĞLU 01 Aralık
Konu resmiTarihten Takdir Alabilmek
Tarih

İnsanlık tarihi, ibretler manzumesidir. Eğer ona dikkatle bakılırsa farklı cümlelerle başlayıp benzer kafiyelerle bittiği görülecektir. Biz insanlar günübirlik yaşamaktan ziyade geçmiş zamanın hadiselerine bakarak ve onlardan çıkartılması lazım gelen yaşantı, düşünce ve hareket tarzlarını tazallüm ederek istikbalimize yön versek daha isabetli ve esefsiz bir hayatımızın olacağı muhakkaktır. Bir kısım tarihçiler, tarihi düz bir çizgiye benzetmekten ziyade spiral bir çizgiye benzetmişlerdir. Çünkü onlara göre zaman değişse de, imkân ve teknoloji ilerlese de, sahnedeki dünyalıların isimleri, unvanları farklılık gösterse de, ferdin hayatındaki nefsin sefih arzularına uymak veya vicdanın sesine kulak vermek hakikati değişmemektedir. İçtimaî hayatta ise toplumların birbirlerini tahakküm altına almak veya kendi istiklâliyetlerini temin etmek hakikati hep aynı kalmaktadır. Bu hal ise, dünyanın, kuruluşundan bu zamana ve kıyamete kadar aynı hakikat üzerinde durduğunu ve duracağını göstermektedir. Bu durum Üstad Bediüzzaman Hazretlerine göre hakikatte şöyledir: Zaman-ı Âdemden beri âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir Şecere-i Tubâ' ile müthiş bir Şecere-i Zakkum'un çekirdeğidir. O nuranî Şecere-i Tubâ'yı temsil eden başta yüz yirmi dört bini bulan peygamberler silsilesidir. O nuranî silsilenin hem çekirdeği hem de meyvesi olan Resul-i Ekrem (sav) ve onun maddi ve manevi ahfadından olan evliyalar, asfiyalar, imamlar, müçtehidînler silsilesi ise o nuranî şecere-i tubânın kıyamete kadar gelecek insanların hidayet membaları, berrak hayat kaynakları olmuşlar ve olacaklardır. Onlar ki bütün beşeriyete birer 'urvetü'l-vüska' ve birer 'hablü'l-metin' olmuşlar. Onlara manevi zincirlerle bağlanmış olanlar ne kazanacaklar dersiniz? Hem dünya saadeti hem bütün lezâizi ile cennet ve bütün lezzetlerin fevkinde olan ru'yetullaha mazhar olmak gibi âlî bir makama nâil olacaklardır. O müthiş Şecere-i Zakkum'u temsil edenler ise afaki âlemde şeytan ve desiseleri, enfüsi âlemde ise nefis ve bitmek bilmeyen arzulara giriftar olmuşlardır. Bu iki düşman ise, perde arkasından dünya sahnesine nemrutları, şeddatları, sanemleri firavunları ve her dönemde ehl-i hakka muarız olan kâfirleri, müşrikleri çıkarmış onları ehl-i imana karşı kukla olarak kullanmışlardır. Onlar ki bütün beşeriyetin etrafını zehirli lezzetlerle süsleyip iptal-i his nev'indeki gençliklerinin ellerinden gitmesiyle dünyada hem kendilerinin hem başka insanların karın ağrılarına gark olmalarına ve ahirette ise şekavet-i ebediyelerine sebep olmuşlardır. Onlara ihtiyarlarıyla sefih birer asker olmuş olanlar ne kazandılar dersiniz? Hem dünyada felaket hem ahirette helaket hem de en büyük nimetten mahrumiyet! İşte, tarih, ondan hakikati veya şekaveti görmek ve ders almak için bakanların önündeki iki yol ve o iki yolun neticeleri bunlardır. Ne mutlu o kimselere ki nübüvvet yolunun yolcuları olup da Rablerini razı etmişler; veyl o kimselere ki şecere-i zakkum yolunu tutup birkaç dünya lezzeti ile ebedi bir azap kazanmışlardır...  

Kudret YAZIR 01 Aralık
Konu resmiKırk Senelik Ömrün Bir Mahsulü: 'Niyet'
İnsan

“Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyle ise kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise onun hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı kadına ise onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” (Kütüb-i Sitte, c.16, s.114)   Niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiatı hasenata ve hasenatı seyy-yiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâsladır. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezâiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyetle insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır. (Mesnevî-i Nuriye, s.58)   İslâmiyet'in en ziyade ehemmiyet verdiği meselelerden birisi niyettir. Niyet: Azmetmek, bir şeyi kastetmek, kalben tasdik etmek istemek manalarına gelir. İlmin üçte biri veya dörtte birini niyetin teşkil ettiğini âlimler söylemektedirler. Bütün ameller kıymetini niyete göre kazandığı için âlimler eserlerine niyetle ilgili hadislerle başlamayı âdet edinmişlerdir. İbâdetlerin ibâdet olabilmesi için niyete muhtaç iken bazen niyet tek başına ibâdet olur. Bu konu hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şöyle demektedir: Bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acîb bir iksir ve bir mayadır. Ve kezâ niyet ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibâdetlere çeviren bir ruhtur. Ve kezâ niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâsladır. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezâiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyetle insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır. (Mesnevî-i Nuriye, s.58) Demek niyet bir iksir, bir maya, bir ruhtur. KÜLLÎ NİYET İnsan 'küllî niyet' sayesinde daimî zâkir ve şâkir ve âbid olabilir. Küllî niyet adeta bir komutanın kendi neferlerinin yapmış olduğu bütün hizmetleri kendi namına padişahına takdim etmesidir. Veya bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbul ve büyük adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: Benim hediyem hiçtir, ne yapayım? Birden der: Ey seyyidim! Ey padişahım! Bütün şu kıymetli hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim. İşte, hiç ihtiyacı olmayan ve halkının sadakat ve hürmetlerindeki dereceye alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu, en büyük bir hediye gibi kabul eder. Aynen bu misaller gibi bütün varlığa zâbitlik eden ve hayvânat ve nebâtâta kumandanlık yapan ve yaratılanlara halifelik etmeye müsait olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telâkki eden insanın, bütün varlığın ibadetlerini ve yardım taleplerini kendi namına Mâbud-ı Zülcelâl'e takdim etmesidir külli niyet. Veya âciz bir kul, namazında Ettahiyyâtü lillâh der. Yani, Bütün mahlukatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri kulluk hediyelerini, ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. demektir külli niyet. Veya Sübhaneke bicemiı'tesbihati cemiı'mahlukatike ve bielsineti cemiı' masnuatike diyerek, bütün mevcudatı kendi hesabına söylettirmektir külli niyet. Resulüllah aleyhissalâtü vesselâm buyurdular ki:Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyle ise kimin hicreti Allah'a ve Resulüne ise onun hicreti Allah ve Resulünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı kadına ise onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir. (Kütüb-i Sitte, c.16, s.114)  

Muhlis AYDINLI 01 Aralık
Konu resmiİnsan Kader Mahkumu mudur?
İnsan

İnsan ihtiyar sahibidir. İhtiyar ise, hiçbir dış zorlama olmadan kişinin kendi inanç ve kararına göre en uygununu, en iyisini, en doğrusunu seçip ona yönelmesidir. İhtiyarını kullanan kimseye 'muhtar' denir. Muhtarın manası, iki şeyi inceleyip aralarında bir karşılaştırma yapan ve iki şeyin gerçekte veya kendince hayırlısını, bir zorlama olmaksızın, irade eden (seçen) kişiyi anlatır.   Herkes ihtiyarını hisseder. Mesela insan, kalbin çalışması, kanın temizlenmesi, hücrelerin büyümesi-çoğalması-ölmesi fiilleri ile yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerini mukayese etse ızdırârî ve ihtiyarî fiillerini farkeder ve ihtiyarını hisseder. Risâle-i Nur külliyatından Kader Risâlesi'nde (26.Söz, Tılsımlar Mecmuası) Kader, ilim nev'indendir. İlim, ma'luma tabi'dir. Ya'ni nasıl olacak öyle taalluk ediyor. Yoksa malum ilme tabi' değildir denilir. Kader ilim nev'indendir ifadesinde, kaderin bilmek/bilgi olduğunu; yapmakta, yaratmakta, icatta, müessir ve esas olmadığını anlıyoruz. Sonraki cümle olan İlim maluma tabi'dir ise, bilmek ve bilgi olan kaderin, ma'lumla ilişkisini nazara veriyor. şöyle ki; İlim, bilmek/bilgi manasına gelir. Malum ise bilinen manasına gelir. Madem,'' İrâde-i Külliye-i İlâhiye, İrâde-i Cüziye-i İhtiyariye'' nâzırdır. Yani Allah (c.c.), abdin efâl-i ihtiyariyesini (seçme hürriyeti) irade ve icad için, yine abdin irade-i cüziyesini şart ve sebep kılmıştır. Demek insanlar, itibari olan ihtiyari fiillerini nasıl işleyeceklerse, Cenab-ı Hakk ezelde öyle bilmiş ve takdir etmiştir. O halde malum (seçme hürriyeti) nasıl bir keyfiyet üzre olursa ilim onu bilir. Yani işlediğimiz bütün itibari olan ihtiyari fiilleri Cenab-ı Hakk'ın ezeli ilmiyle bilmesi ilim, işlediğimiz itibari fiiller ise malumdur. Madem Cenab-ı Hakk olacak şeyleri olacağından dolayı biliyor. Bu durumda bizim ihtiyarımızdan neşet eden itibari olan ihtiyari fiillerimiz olacak ki bizim hakkımızda sevap ve ikab tahakkuk etsin. Mesela Astronomiye vâkıf bir zât gelecek falan gün ve dakikada güneş veya ay tutulacak diye şimdiden haber verir. Fakat bu zâtın, bu suretle bilmesinden ay ve güneş tutulmaz. Belki ay ve güneşin tutulması, bu zâtın bilmesine sebep olur. Aynen bunun gibi Cenab-ı Hakk'ın bizden sudur eden itibari olan ihtiyari efâli bilmesi, Cenab-ı Hakk'ın ilminden sudur etmez. Çünkü ilim, yaratmada müessir ve esas değildir. Demak ki, Cenab-ı Hakk bizim ihtiyarımızla ortaya çıkan itibari efâli(seçme hürriyeti) bilir. Cenab-ı Hakk olacak şeyleri olacağından dolayı bilir. Yoksa bildiği için o şeyler vücuda gelmez. Cenab-ı Hakk bir şey hakkında böyle olacak diye yazmıştır. Yoksa şöyle şöyle olsun diye yazmamıştır. Gerçi, işin aslında itibari irademiz (seçme hürriyeti) de Cenab-ı Hakk'ın elindedir. İsterse irademizi de kullandırmaz. Meşiet-i ilahiye esasdır. Cenab-ı Hakk dilemezse hiçbir şey olmaz. İmtihan olduğu için bizim irademize Cenab-ı Hakk karışmıyor serbest bırakmış. BİLMEK BAŞKA, YAPMAK BAŞKADIR Malum ilme tabi değildir cümlesinde verilen ders ise malum (kulların itibari fiil ve amelleri), ilme isnad edilmez. Çünkü ilim müessir değildir. Yani ilim sıfatı, varlıkları icad etmez ve hadiseleri meydana getirmez. Belki varlıkları ve hadiseleri bilmek ilim olur. Hem bilmek başka, yapmak başkadır. Yani bilmek, yapmak demek değildir. Mesela Peygamberimiz (sav) İstanbul'un fethini müjdelemiştir, bilmiştir. Ama fetih fiilini Fatih Sultan Mehmed işlediği için Fâtih ünvanını o almıştır. Demek ki fail olmak için fiili bilmek yetmiyor. Çünkü fail olmak için irade ve kudret gerekiyor. Demek ki bilip-yazmak kimseyi yapmaya zorlamaz ve fiil üzerinde zorlayıcı bir etkisi olmaz. Mesela biz mektup yazmayı biliyoruz. Fakat bilmemiz mektubu vücuda getirmiyor. Ne zaman kuvvetimizi kullanıyoruz. Mektup yazılıyor. Hulasa olarak, biz ma'lumu, kadere isnad edersek; ilim nevinden olan kadere, yapmak, yaratmak manasını yükleriz ki bu, kudretin tesiridir. Bu da ilmin esası değildir. Demek bizim hakkımızdaki takdir, ilim nev'indendir. İlim de yaratmada, yapmada esas ve müessir olmadığından bizim itibari olan ihtiyari fiillerimize tesir etmez. Allah (c.c.), insanın amellerini ve fiillerini bilir, ama cüz-i irade ve ihtiyarını sarf eden ve onları işleyen insandır. Mesuliyet de ona âittir.

Ahmet YAVUZ 01 Aralık
Konu resmiİsâ Aleyhisselâm'ın En Büyük Müjdesi
İtikad

Gerçekten de bir tercüme problemi var, yani isimlerin tercüme edildiğini, ilaveten Îsâ Aleyhisselâmın Yunanca konuşmadığı (Grekçe) gerçeğini lütfen unutmayalım. Paraklet’in okunuşunun öyle veya böyle olmanın ötesinde (her iki mana da Peygamberimiz (sav)’e bakmaktadır esasında), Îsâ (as) ne dediği önemli, çünkü Îsâ (as) ne Yunanca ne de İngilizce ne de Türkçe konuştu, Onun lisânı İbraniceydi. Hani Meryem oğlu İsâ: Ey İsrâil oğulları! Muhakkak ki ben, benden önce (gönderilmiş) olan Tevrât'ı tasdîk edici ve benden sonra gelecek ismi Ahmet olan bir peygamberi müjdeleyici olmak üzere size Allâh'ın (gönderdiği) bir peygamberiyim! demişti . (61: 6) Kur'ân-ı Kerîm'de, Sure-i Saff 6. âyette, Cenâbı Hak İsâ Aleyhisselâm'ın Peygamberimiz (sav)'i ismiyle müjdelediğini haber vermektedir. (Âyetle ilgili Risâle-i Nur'da geçen veciz tahlil ve kutsal kitapta geçen yerler dipnotta verilmiştir.) Bu âyette geçen her bir ifadenin tek tek doğrulandığı ehli kitabın Yeni Ahit'ten gösterilebilir. Fakat bir ehli kitap mensubu ile karşılaşıldığında, yukarıdaki âyet ve izahını (ezberlemek suretiyle) sunabiliriz. Vereceği tepki umumiyetle: Hayır benim kitabımda ne Muhammed ne Ahmed var! şeklindedir. Türkçe hazırlanan 'İncil' internet sayfasında şöyle denilmektedir: Hıristiyanları ve Müslümanları aynı çelişkiye düşüren tüm yanlış anlama İncili tercüme eden kişilerin 'teselli edici veya yardımcı' anlamında kullandıkları paraklet sözcüğünün yazılış ve okunuşundan gelmektedir. Biz bu sözü paraklet olarak mı yoksa periklit olarak mı okuyacağız? Müslümanlar orijinal Yeni (Ahit) Anlaşma'nın Grekçe yazıldığını çok iyi bilmektedirler (doğrusu çok kimse bilmez! H.İ.Pirahmet). Grekçe dilindeki 'periklet' kelimesi 'yüce, göksel, methedilmiş' anlamlarına gelirken; İncil'de kullanılan asıl sözcükse 'teselli edici, avutucu, savunucu' anlamlarına gelmektedir. Bu nedenle, Müslümanlar Kur'ân'daki (61: 6) bu sureye dayanarak, İncil'de (Yuh. 14: 16 ve 16: 7) geleceği bildirilen kişinin kendi peygamberleri olduğunu ileri sürmektedirler. Çünkü yukarıdaki Kur'ân âyetinde geçen Arapça sözcük "Ahmed" Muhammed'in adlarından biridir ve övülmüş, medhedilmiş anlamına gelmektedir.' Gerçekten de bir tercüme problemi var, yani isimlerin tercüme edildiğini, ilaveten İsâ Aleyhisselâmın Yunanca konuşmadığı (Grekçe) gerçeğini lütfen unutmayalım. Paraklet'in okunuşunun öyle veya böyle olmanın ötesinde (her iki mana da Peygamberimiz (sav)'e bakmaktadır esasında), İsâ (as) ne dediği önemli, çünkü İsâ (as) ne Yunanca ne de İngilizce ne de Türkçe konuştu, Onun lisânı İbraniceydi. İki bin lisâna tercüme edilen Kutsal Kitap'ta, Hıristiyanların dehası iki bin defa farklı tercümeyi bir isim için gerçekleştirmişlerdir: Yunancada Paraklit/Periklet; Türkçede, Yardımcı/Tesellici/medh edilmiş; İngilizcede Comforter/Advocate ve Arapçada Muazzî gibi farklı isimler verilmiştir. Ahmed Deedat'ın incelemesine göre, bu isimlerde oynama o dereceye gelmiş ki İsâ (as) (ve başka peygamberlerin) isimlerine İbranicede olmayan 'J' harfi konarak mesela İsâ Jesus haline gelmiş. Deedat, Eğer ikinci gelişinde İsâ (as)'a, 'Jesus!, Jesus!' diye seslensek, dönüp bakmaz bile, çünkü hayatında bu ismi hiç duymadı. Başka önemli bir misâl, İbranicesi mevcut olan Eski Ahit'te Ezgiler Ezgisi'inde (Süleymanın İlahileri) (5: 16), Muhammedim İbranicesinde geçmektedir. Bu dahi tercüme edilerek, İngilizcesi 'Altogether lovely', 'Tepeden tırnağa güzel' diye tercüme edilmiştir. Bu anlamıyla dahi Peygamberimize (as) baktığı bize göre aşikârdır. Bu mevzuda İsâ (as) muhataplarına şöyle diyor: Bana, 'Yâ Rab, yâ Rab! ' diye seslenen herkes Göklerin Egemenliği'ne girmeyecek. Ancak göklerdeki Babam'ın isteğini yerine getiren girecektir. O gün birçokları bana diyecek ki, 'Ya Râb, yâ Rab! Biz senin adınla peygamberlik etmedik mi? Senin adınla cinler kovmadık mı? Senin adınla birçok mucize yapmadık mı? ' O zaman ben de onlara açıkça, 'Sizi hiç tanımadım, uzak durun benden, ey kötülük yapanlar! ' diyeceğim. (Matta, 7: 21-23) Bu mesajın muhatabı kim acaba? Mademki orijinal İbranice ifadeye sahip değiller öyle ise bir tahlil yapma zarureti var. AHMED DEEDAT'IN İSPATI Aşağıdaki bilgiler, Ahmed Deedat'ın, Allâh rahmet etsin, kırk yılı aşkın ehli kitabın üniversitesinde, sair üniversitelerde halka açık ehli kitap otoriteleriyle on binleri bulan Müslüman olmayan dinleyicilere sunduğu bu beşâretle alakadar tahlillerinin ana hatlarıdır (kısmen tercümedir). İlgili İngilizce referanslar yazının sonunda verilecektir. Bu yazıyı dikkatle okuyarak yukarıdaki âyeti ve izahı lütfen ezberleyelim çünkü iyice daralan dünyada mutlaka ehli kitapla karşılaşacağız ve bu mesajın ulaşması gerekmektedir yoksa onların (misyonerlerin) fütursuz konuşmalarına muhatap olunacaktır. Buradaki tahlilden sonra Hıristiyanların delilden yoksun, onların sadece programlandıkları görülecektir. Onların ezberini/programlanmışlığını bozmak bize düşmektedir, bu gerçekten de çok kolaydır. Verilen referansları lütfen Eski ve Yeni Ahitten kontrol edelim, bu şüphe ettiğiniz için değil, çünkü verilenler o kadar şaşırtıcı ki, belki abartıyor zehabına kapılabilirsiniz. Gidip yerinde onları görmek gerçekten farklı bir tecrübe, ilaveten sizde daha kalıcı etki yapacaktır. Hıristiyanlığı tanıtan Türkçe bir sitede şöyle davranmamız istenmektedir: Pek çok Müslüman, Kitabı (İncil'i) açıp Yuh 16: 7 ile birlikte bu âyeti (Sure-i Saff: 6) okur ve Kitab'ı kapatır. Onların kavrayamadıkları husus Kitabın bir bölümünü alıp diğer yerleri görmezlikten gelmenin çok sakıncalı olduğudur. Bir okuyucu gerçekten de samimi bir şekilde ilgileniyorsa kendi amacına uygun olan âyetleri veya tümceleri okumadan önce bölümün tümüne bakmalıdır. Açıkça Müslümanları kavramamakla suçlamaktalar (aşağıda nasıl İsâ (as) onları kavrama noktasında suçladığı görülecektir!), hâlbuki İslam âlimleri dikkatle inceleyerek bu beşâretlerin birçok veçhiyle gerçekleştiğini göstermişlerdir. Fakat kendileri bu âyetleri hiç okuyorlar mı acaba? Teklif ettikleri bu yolu gerçekten de Ahmed Deedat takip edip mükemmel tahliller yaparak bu beşâreti ispatlamaktadır. Öyle kitabın yarısını almak ve mevzu dışı konuşmak sadece kendilerine mahsustur (bunu dahi ispatlıyor). Yuhanna'da Ama Baba'nın benim adımla göndereceği Yardımcı, Kutsal Ruh, size her şeyi öğretecek, bütün söylediklerimi size hatırlatacak. (Yuhanna 14: 26) Bu âyetin bütününe döneceğiz. Bahsinde bulunduğumuz 'Yardımcının' mademki İbranice orijinaline sahip değiliz, o halde kim bu yardımcı? Hıristiyanlar tereddüt etmeden Bu Kutsal Ruhtur der (oraya sonradan yerleştirildiği belli olan bu ifade aslında parantez içinde olmalıydı). Bu Kutsal Ruh, İngilizcesi Holy Ghost (Kutsal Hayalet anlamına gelen), teslis akidelerinde olan üç şahıstan ikinci-ilâh-şahıs. Bu beşâretin gerçekten Holy Ghost olması mümkün mü? Yukarda teklif ettikleri testin ışığında tahlil edelim... KUTSAL RUH: KUTSAL PEYGAMBER Ahmed Deedat, Hiçbir Kutsal Kitap âlimi Parakliti Holy Ghost'la eşitlememiştir der. Ayrıca bu Kutsal Ruh'un peygambere eşdeğer anlamı kitaplarında kullanılmaktadır. Yuhanna iki mektub daha yazmıştır orda: Sevgili kardeşlerim, her ruha inanmayın. Tanrı'dan olup olmadıklarını anlamak için ruhları sınayın. Çünkü birçok sahte peygamber dünyanın her tarafına yayılmıştır. (Yuhanna Mektup 1. 4: 1) Yanlış Ruh, yanlış peygamber; doğru ruh doğru peygamber anlamında kullandığı görülmektedir. Aynı ölçü Matta 7: 13'de tekrarlanmaktadır. Aziz Yuhanna bizi muğlak bırakmıyarak bir test teklif eder: İsâ Mesih'in beden alıp bu dünyaya geldiğini kabul eden her ruh Tanrı'dandır. Tanrı'nın Ruhunu bununla tanıyacaksınız. İsâ'yı kabul etmeyen hiçbir ruh Tanrı'dan değildir. Böylesi, Mesih-karşıtının ruhudur. (Yuhanna 1. Mektup 4: 2-3) Ruhu peygamber olarak tanımlamıştı Yuhanna yukarda, dolayısıyla Tanrının Ruhu: Tanrının Peygamberi demek istiyor. Evet, İsâ (as) Kur'ânda 25 defa geçmekte, annesi övülmekte ve kendisi Mesih, Ruhullah gibi sıfatlarla anılmakta. Bu gün Müslümanlar Hıristiyanların ispatlamasına gerek duymadan onun yüce bir peygamber olduğuna, mucizevî doğumuna ve ölüyü dirilttiğine inanırlar, vakıa modern Hıristiyanların çoğu bunları ret etmekteler. (Kur'ân 3: 45) HZ. MUHAMMED (SAV): ÖTEKİ YARDIMCI Ben de Baba'dan dileyeceğim ve O, sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye size başka bir Yardımcı, Gerçeğin Ruhunu verecek. (Yuhanna 14: 16) Burada yine Hıristiyanlar ilk Yardımcı için İsâ (as) diyorlar, öyle ise öteki Yardımcı da onun gibi biri olması icap etmez mi? Yani yiyecek içecek yorulacak üzülecek vb. Ayrıca burada Yardımcının sonsuza dek sizinle kalacak deniyor. İsâ (as) ölümlü olduğuna göre ötekinin de öyle olması gerekemez mi? İnsanoğlunun hepsi ölümlü değil mi? Ruh gerçekten ölmez fakat bedenden ayrılırken ölümü tadar. Burada ki Yardımcı ebedi bizimle kalacak. Evet, bütün Yardımcılar getirdiği çağrılarla yanımızda değil mi? Musâ, İsâ ve Muhammed Aleyhümüsselâmlar irşatlarıyla yanımızdalar. Bu benim meseleyi açıklamak için orijinal yorumum değil diyor Ahmed Deedat. Luka 16. bapta 'Dilenci ile Zengin Adam' hikâyesini İsâ (as) şöyle anlatıyor: Zengin ve dilenci vefat edince biri cehennemi diğeri cenneti yaşar. Ceheneme gidecek olan kişi İbrahim'den (as) yardım ister. Hâlbuki İbrahim (as) öleli ne kadar olmuş (İsâ (as)'a göre fakat yaşamakta). Sonunda İbrahim (as) yardım (veya en azından dünyaya dönüp arkadaşlarını uyarmak) isteyene hitaben: İbrahim, 'Onlarda Musâ'nın ve peygamberlerin sözleri var, onları dinlesinler.' demiş. İsâ (as) 1300 sene sonra Benî-İsrail peygamberleri âhirete gitmelerine rağmen, onların irşatları bizlerle beraberdir diyor. Yine Hıristiyan internet sitesinde geçen, Sonsuza dek sizinle kalacak, ibaresinde sonsuz Muhammed'e uymuyor iddiası böylece hal oldu. Fakat bapta geçen size ile kastın, hemen İsâ (as) ümmetine olduğu 600 sene sonra gelecek kimseye olmadığını söylüyorlar. Hâlbuki teşbihlerle dolu bir şark kitabını batılı kafasıyla, kelimenin zahiri anlamıyla yorumluyorlar. Ahmed Deedat'ın cevabı şu şekilde: Dünyanın başladığından, bin yıllar geçene dek ortaya çıkmayan Kutsal Kitaptaki ihbarların tevilinde Hıristiyanlar hiç zorluk görmüyorlar. Mesela Petrus'un ikinci hutbesinde zamanındaki Yahudilere hitaben: 'Musâ şöyle demişti: 'Tanrınız Rab size, kendi kardeşlerinizin arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak. O'nun size söyleyeceği her sözü dinleyin. O peygamberi dinlemeyen herkes Tanrı'nın halkından koparılıp yok edilecektir.' ( Elç. 3: 22-23) Buradaki 'Sana', 'Size', 'Sizlerin' (Eski Ahit Yasa. 18: 18) Musâ (as) kendi ümmetine hitaben demesine rağmen, Petrus bunun 1300 sene sonra kendilerine baktığını söylüyordu. Ayrıca İncil yazarları benzer ihbaratı İsâ (as)'ın ağzıyla aktarırlar ki 2000 yıldır hala gerçekleşmesi beklenmektedir. Bir örnek yeter: 'Bir kentte size zulm ettiklerinde ötekine kaçın. Size doğrusunu söyleyeyim, İnsanoğlu (İsâ (as)) gelinceye dek İsrailin tüm kentlerini dolaşmış olmayacaksınız.' (Matta 10: 23) Hatırlarsak ilk Hıristiyanlar durmadan zulümden kaçtılar ve misyonerler bu iki bin yıldır yerine gelmeyen haber için hiçbir anormal durum görmezler. Hâlbuki Allah onları 600 sene sonra Paraklit, Yardımcı veya Övülmüş Ahmed (sav)'i gönderdi. Evet, Allah'a bu son Resulünü kabul ederek şükranınızı göstermek zamanı geldi. YARDIMCININ/PARAKLİTİN GELİŞ ŞARTLARA BAĞLI Amma ben, size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size fâidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellîci size gelmez. (Yuhanna 16: 7) Evet, buradaki Tesellici (Yardımcı) kesinlikle Holy Ghost değildir. Gelecek Yardımcı şarta bağlıdır: Gitmeliyim yoksa O gelmez eğer gidersem Onu gönderirim. Kutsal kitaplarında o kadar çok vakıa var ki İsâ (as) doğumundan ve ayrılışından sonra Holy Ghost'un çok defa geliş gidişi vardır (aşağıda Kutsal Ruh, Holy Ghost olarak okunmalı). O, Rab'bin gözünde büyük olacak. Hiç şarap ve içki içmeyecek; daha annesinin rahmindeyken Kutsal Ruh'la (Holy Ghost) dolacak. (Luk 1: 15) (Yahya (as) için) Elizabet Meryem'in selamını duyunca rahmindeki çocuk hopladı. Kutsal Ruh'la (Holy Ghost) dolan Elizabet, yüksek sesle şöyle dedi... (Luka 1: 41-42) (Yahya (as)'ın validesi) Yukarıdaki kısımlar Holy Ghostun İsâ (as)'ın doğumundan önce geldiğini gösteriyor. İsâ (as) mucizelerini Holy Ghost'un yardımıyla yaptığını da anlatıyor. Fakat zamanındaki Yahudiler ona yardım edenin şeytan olduğunu söyleyince, İsâ (as) bu iddianın en büyük küfür olduğunu şöyle ifade ediyor: İnsanların ettiği her günah, her küfür bağışlanacak, ama Kutsal Ruha (Holy Ghost) yapılan küfür bağışlanmayacak. (Matta 12: 31) Evet Kutsal Kitap alimi olmaya gerek kalmadan İsâ (as)'a yadım edenin Holy Ghost olduğu anlaşılıyor. Ayrıca havarilere de misyonerliklerinde yardım eden yine odur. Hâlâ şüphe varsa şu ibareyi de okuyabiliriz: İsâ yine onlara, 'Size esenlik olsun!' dedi. 'Baba beni gönderdiği gibi, ben de sizi gönderiyorum.' Bunu söyledikten sonra onların üzerine üfleyerek, 'Kutsal Ruh'u (Holy Ghost) alın! ' dedi. (Yuhanna 20: 21-22) Bu herhalde boş bir vaat değildi. Demek ki havariler, Yahya (as) ve başkaları Holy Ghost la berberdi. Ahmed Deedat burada bize bir ricada bulunur. Mısırlı Kıpti bayana Arapça Yuhanna 16: 7 yi anlattığı zaman hissettiği manevi zevki anlatamayacağını ve bizim de kendi seçeceğimiz bir iki lisânda bu babı iyice hazmederek anlatmanın İslam'ın hayrına olacağını söylüyor. İSÂ (AS) JAPON OLSAYDI OLANLAR KARŞISINDA HARAKİRİ YAPARDI! Yuhanna 16.bap oldukça şümullüdür ve açıkça İsâ (as) halefinin kim olacağını çözmektedir; burada denmektedir ki: Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız (Yuhanna 16: 12) Bu bap ve hemen devamındaki Çok söyleyeceklerim var, Bütün hakikatlere (her gerçeğe) meselesini bağlıyacağız. Şimdi Bunlara dayanamazsınız. Yeni Ahitin her tarafında bu cümlenin işaretini buluruz. Ey îmânı kıt olanlar, neden korkuyorsunuz? (Matta: 8: 26) Ve Petrusa hitaben: İsâ hemen elini uzatıp onu tuttu. Ona, 'Ey îmânı kıt adam, neden kuşkuya düştün? ' dedi. (Matta 14: 31) Yine Havarilerine hitaben: Bunun farkında olan İsâ şöyle dedi: 'Ey îmânı kıt olanlar! Ekmeğiniz yok diye aranızda ne konuşup duruyorsunuz? (Matta:16:8) Yahudilerin karasızlıkları karşısında her şeyi o kadar basitçe tekrar tekrar anlatıyor ve sonunda kızarak: Siz de mi hâlâ anlamıyorsunuz? diye sordu İsâ (Matta 15:16) artık onlara dayanamayarak: İsâ şöyle karşılık verdi: 'Ey îmânsız ve sapmış kuşak! Sizinle daha ne kadar kalıp size katlanacağım? (Luka 9: 41) Kendi akrabaları dahi onu anlamamış ve aklını kaçırmış zan etmişler: Yakınları bunu duyunca, 'Aklını kaçırmış' diyerek O'nu almaya geldiler. (Markus3:21) Ahmed Deedat diyor ki: Eğer İsâ (as) Japon olsaydı bütün bu olanlara karşı Harakiri yapardı. Kendi ümmeti dahi İsâ (as)'ı kabul etmedi: Kendi yurduna geldi, ama kendi halkı onu kabul etmedi. (Yuhanna 1:11) Havarileri onu terk ettiler, on iki seçilmiş havarileri ki, Annem ve Kardeşlerim! (Markus 3: 4) diye çağırdıklarının durumu nasıldı? Prof. Momeririe o taklit edilmeyen ifadesiyle: Hemen yanındaki havarileri onu ve işlerini daima yanlış anlıyorlardı: Göklerden ateş getirmesini istediler; onun Yahudilere kendini kral ilan etmesini istediler; krallığında onun sağına ve soluna oturmak istemişlerdi; Allah'ı dünya gözüyle onlara göstermesini istediler; Onun büyük planına uymayacak her şeyi yapmasını istediler. Ve sonuna kadar ona böyle davrandılar. O vakit (krallığın ilanı) geldiğinde hepsi onu terk etti (çarmıha gerilme hadisesi öncesi). (Sayed Amir Spirit of İslâm, s.31) İsâ (as)'ın kendi ümmetini seçme durumu yoktu ve hiçbir ümmet onun gibi peygamberini yüzüstü bırakmadı: Öğrencilerinin yanına vardığında onları uyumuş buldu. Petrus'a, 'Demek benimle birlikte bir saat uyanık kalamadınız! '...Ruh isteklidir fakat beden güçsüzdür. (Matta: 26: 40-41) Gerçektende İsâ (as), kendinden sonra gelecek olan Gerçeğin Ruhu'na emaneti bırakacaktı. Kaynaklar: 1- Ahmed Deedat, What the Bible says about Muhummed (pbuh), Kutsal kitap Muhammed (as) hakkında ne diyor?2- Ahmed Deedat, Muhammed (pbuh) the Natural succesor to Chirst, Mesihin (as) Tabii Halefi: Muhammed (sav)

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Aralık
Konu resmiDünya Evinde Misafir Olmak
İtikad

İnsan bu dünyada ev sahibi değil misafirdir. Kendisine ikram edilenleri yer, içer, Veren'e şükreder. Kendisi yapmadığı/yaptırmadığı veya satın almadığı, dolayısıyla kendisine âit olmayan, hatta kirasını bile ödemediği bir evde, belirli bir süre ikamet eden bir kişi ev sahibi değil, misafirdir. İnsan bu dünyada ev sahibi değil misafirdir. Kendisine ikram edilenleri yer, içer, Veren'e şükreder. Kendisi yapmadığı/yaptırmadığı veya satın almadığı, dolayısıyla kendisine âit olmayan, hatta kirasını bile ödemediği bir evde, belirli bir süre ikamet eden bir kişi ev sahibi değil, misafirdir. Hem insan kendi evinde her istediğini yapma yetkisine sahip olsa da, misafir olduğu evde aynı yetkilere sahip degildir. Misafir, sadece ev sahibinin izin veridiği şekilde davranabilir. Yoksa kendi evindeymiş gibi her şeyi yiyip içmeye, her odaya rastgele girip çıkmaya kalkışsa hata eder. Ev sahibine karşı saygısızlık olur. Ve bu nezaketsiz misafir ikinci defa davet edilmez. Bizler de kendimize âit olmadığı halde, belirli bir süre içinde yaşadığımız şu dünyada ev sahibi değil sadece birer misafiriz. Cenâb-ı Hakk'ın izin verdiği her şeyi yer içer, O'na şükrederiz. Ama izin vermediği hiçbir şeyi yemeye hakkımız olmadığını bilir ve yemeyiz içmeyiz. Yanlışlıkla yersek de hemen dönüp tevbe ederek özür dileriz. Çünkü içinde yasadığımız şu dünyayı kendimiz yaratmadık, yahut Yaratan'a bedelini ödeyip satın da almadık. Geldik ve gidiyoruz. Demek içinde yaşadığımız şu dünya bize değil Yaratan'a âittir. O yaratmış ve kimseye satmamıştır. Demek ki ev sahibi O, bizler misafiriz. İste haram helale dikkat ederek Müslümanca yaşamak, yani ev sahibimiz olan Allah'ın müsaadesi çerçevesinde yaşamaya çalışmak şu fani dünyada nezaketli bir misafirliktir, biz Müslümanlar bunu tercih ederiz. Yoksa misafir olduğu evde izinli izinsiz her yere girip çıkan ve izin verilmeyen şeyleri de yiyip içmekle ev sahibine karşı edebsizlik eden kaba bir misafir olmak istemeyiz. Rabbimizin, bu nezaketli misafirliğimizi de dikkate alarak bizleri Cennete de davet edeceğini temenni ederiz. Yoksa nezaketsiz, kaba bir misafiri hangi ev sahibi ikinci defa kabul eder ki? Dinimizdeki haram ve helallerin temeli, bir şeyin faydalı ve zararlı olmasından önce o şeyin izin verlilip verilmediği ile alakalıdır. Gerçi izin verilen şeylerin bir çok faydası elbette vardır, yasaklanan şeylerin de bir çok zararı vardır. Ama bu fayda ve zararlar sadece birer hikmettir, yoksa onun emredilmesinin veya yasaklanmasinin hakiki sebebebi ve illeti değildir. İslâmiyet'teki haram ve helallerin temelli Cenâb-lı Hakk'ın izin verip vermemesine bakıyor. Mülk O'nundur. O kendi mülkünü istedigi gibi idare eder, diledigini helâl kılıp bize ikram eder, dilediğini de yasaklayıp nehyeder. Dünyayı ve içindekilerin istifademize sunulması tamamen Allah'ın ikramıdır. Ev sahibinin misafirine ikramı tarzında... Demlmek hiç kimse bu dünyadan istifade hususlsunda hakiki hak sahibi degildir ve Allah'a karşı hak iddia ederek, bu dünyada her istltediği şeyi yapma yetkisini kendisinde göremez. Evet, bütün ahlaksızlığın kaynağı olan Hayat benimdir, istediğim gibi yaşarım! Mal benimdir, istediğim gibi kullanırım! tarzındaki bir anlayış, iman ile taban tabana zıttır ve hiçbir Müslüman bu anlayışta olamaz. Bu rezil anlayışı hayat felesefesi haline getiren şu dünya misafirhanesindeki nezaketsiz misafirlerin kulaklari çınlasın!

Ahmet YÜKSEL 01 Aralık
Konu resmiHüsn-i Hat
Kültür ve Medeniyet

Hz. Peygamber (sav)'in bizzat belirttiği bazı kaideler bilinmektedir. Mesela, Hz Muâviye (ra)'a hitaben şöyle diyor: Ey Muâviye, divitine lika koy, kalemini eğri kes, bâ'yı uzat, sin'i fark ettir, mim'i köreltme, Lafzatullahı güzel yaz, er-Rahmân'ı uzat, er-Rahîm'i güzel yaz, kalemini sol kulağına koy ki, kolay hatırlayıp alasın. Hat, sözün veya ruhta cereyan eden fikir ve duyguların alfabe ve yazı vasıtaları ile resmedilmesidir. Zihinde latîf bir halde bulunan mânânın vücudu için kesîf bir mahalle yani kâğıt, mürekkep, harf ve kelimelere ihtiyaç vardır. Sesler sözlerin, sözler zihinde var olan, idrâk olunan bir mânânın, his ve hayallerimizin ifadesidir. Söz ve yazı her ikisi de hayal, his ve idrâk sahasında doğan bir mânâyı açıklar. Ancak söz dinleyenin idrâki ile sınırlı kalırken, yazı hem dinleyenin hem de uzakta bulunan kimselerin ve gelecek nesillerin his ve akıllarına kadar uzanır. Şüphesiz ki medeniyetler de yazıyla devredilen bu ilim ve kültür mirasının üzerinde yükselir. Yazmak, çizmek, kazmak, alâmet koymak anlamındaki Arapça hatt masdarından türeyen ve yazı, çizgi, çığır, yol gibi manalara gelen hat kelimesi (çoğulu hutut, ahtat) terim olarak Arap yazısını estetik ölçülere bağlı kalarak güzel bir şekilde yazma sanatı (hüsnü'l-hat, hüsn-i hat) anlamında kullanılmıştır. Bazı kaynaklarda ise; Cismânî aletlerle meydana getirilen ruhânî bir hendesedir. şeklinde tarif edilen hat sanatı, bu tarife uygun bir estetik çerçevesinde yüzyıllar boyunca gelişerek süregelmiştir. Hat, sanatkârın elindeki kamış kalem ve ona can olan is mürekkebinin iş birliğiyle kâğıt, deri vb. yazı malzemesi üzerinde ortaya konur. İslâm dinini kabul eden hemen hemen bütün kavimlerin dinî bir gayretle benimsediği Arap yazısı, hicretten birkaç asır sonra İslâm Ümmeti'nin ortak değeri haline gelmiş, aslı ve başlangıcı için doğru olan Arap hattı sözü zamanla İslâm hattı vasfını kazanmıştır. Arap yazı sisteminde harflerin çoğu kelimenin başına, ortasına ve sonuna gelişine göre yapı değişikliğine uğrar. Harflerin birbirleriyle bitiştiklerinde kazandıkları görünüş zenginliği, aynı kelime veya cümlenin çeşitli kompozisyonlarda yazılabilme imkânı, hat sanatında da aranılan sonsuzluk ve yenilik kapısını açık tutmuştur. Vahiy kâtiplerinden başlayarak günümüze kadar Kur'ân-ı Kerîm'i en güzel bir tarzda yazmak gayret ve titizliğiyle ortaya çıkan hat sanatı, zamanla kendine mahsus kâideleri olan ve müstakil değerlendirilen bir sanat dalı olmuştur. Hz. Peygamber (sav)'in bizzat belirttiği bazı kaideler bilinmektedir. Mesela, Hz Muâviye (ra)'a hitaben şöyle diyor: Ey Muâviye, divitine lika koy, kalemini eğri kes, bâ'yı uzat, sin'i fark ettir, mim'i köreltme, Lafzatullahı güzel yaz, er-Rahmân'ı uzat, er-Rahîm'i güzel yaz, kalemini sol kulağına koy ki, kolay hatırlayıp alasın. Başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere, Hadîs-i Şerîfler, hikmetli sözler, şiirler aşkla, şevkle hüsnli hat zarfında ibâdet kastıyla yazılmıştır. Zamanla Mushaflarda, cüzlerde, levhalarda, murakkaalarda, mimarî eserlerde yüksek bediî (estetik) kıymeti hâiz şâheserler vücuda gelmiştir. BİR HATTATIN EN BÜYÜK ARZUSU: KUR'ÂN YAZMAK Hat sanatında harflerin anatomisi, kelimelerin, cümlelerin, istiflerin veya çok farklı kompozisyonların esâsı, kaynağı her zaman İslâm Kültür ve Medeniyeti ve buna bağlı olarak hayata bakış felsefesi olmuştur. Zaten bütün İslâm sanatları tevhîd akîdesi çerçevesinde şekillenmiş ve âdetâ hepsini bir âhenk içinde telakkî etmek mümkün olmuştur. Hattatların en büyük arzusu bir Kur'ân-ı Kerîm yazmaktır. Çünkü Kur'ân'ın lafzı gibi yazısı da kudsî bir karaktere sahiptir. Hüsn-i hat bazı kaynaklarda Cismânî aletlerle meydana getirilen ruhânî bir hendesedir. şeklinde tarif edilmiştir.Hatta bazı İslâm âlimleri Kur'ân'ın lafzı ve mânâsı gibi, yazısının da ilâhî vahye dayandığını bildirmektedirler. Hattatlar bu anlayışla bir ibâdet coşkusu, disiplini içinde Kur'ân'ı istinsah etmişler, ilâhî mesajın gönüllere iletilmesine vâsıta olmuşlardır.San'at bir terbiye sistemidir. Hat sanatına baktığımızda bunu âşikâr olarak görebiliriz. Bunun farkında olan ecdâdımız gençleri icrâ ettikleri mesleği yanında bir san'at dalına teşvik etmişlerdir. Bu sanat san'atkâra sabrı, düzeni, ölçülü olmayı, haddini bilmeyi, aczini, fakrını bilmeyi adım adım hissettirerek öğrenir ve öğretir. Rabbi yessir meşkiyle, ben eriyip şekillenmeye geldim, der. Sonra elif, be… ve tamamen müfredât meşkiyle eriyip, mürekkebât meşkiyle şekil almaya başlamış, sabrı, aczini, haddini, hududunu öğrenmiş ve kıvama gelmiştir. Artık cüz'î kesbiyle, küllî irâdenin kapısını çalacak ve ilâhî tecelli bir san'at eseri olarak ortaya çıkacaktır.Bu tecelli bazen taşları sanki dantel gibi işlenmiş muhteşem bir caminin inâyetle yazılmış kitâbesi, âbide bir mezar taşı, rengârenk altınlarla tezyîn edilmiş bir levha, mâşâallah, bârekâllah dedirten bir Mushaf, cüz, ferman, berat, kitap, meşk murakkaı ve bazen de Hilyeli Şerîf şeklinde tezâhür eder. Bazı İslâm âlimleri Kur'ân'ın lafzı ve mânâsı gibi, yazısının da ilâhî vahye dayandığını bildirmektedirler. Kaynaklar:Alparslan, Ali. Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, İstanbul, 1999.Çetin, Nihad M. İslâm Hat San'atının doğuşu ve Gelişmesi, İslâm Kültür Mirâsında Hat Sanatı, IRCICCA, İstanbul, 1992.Derman, Uğur. Hat San'atında Osmanlı Devri İslâm Kültür Mirâsında Hat Sanatı, IRCICA, İstanbul, 1992.Serin, Muhittin. Hat Sanatı ve meşhur Hattatlar, İstanbul, Kubbealtı Akademisi Kültür ve San'at Vakfı, 1999.

Yusuf BİLEN 01 Aralık
Konu resmiDikkat! Gazozlarda Alkol Var!
Sağlık

Bildiğimiz kadarıyla gazoz, yüzeyi 65 metrekarelik havuzlarda üretilmiyor. Fabrikalarda değişik hacimlerde (mesela 4, 5 tonluk) tanklarda üretim yapılıyor. Bu tankların yüzeyi 65 metrekare değil ki! İlmihaldeki bilgilere göre bu tanklardaki su “az su”dur ve karıştırılan alkol onu necis hale getirir. Bilindiği gibi içki (alkol) tedrici olarak kaldırılmış, nihaî olarak Mâide Suresinin şu meâldeki âyetiyle yasaklanmıştır: Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları, ancak şeytan işi birer pisliktir; ondan kaçının ki felâha eresiniz. (Mâide, 90) Bu âyette dikkat edilirse içki (rics) pislik olarak nitelendirilmiştir. İslâm âlimleri bu âyetten yola çıkarak içkinin idrar ve kan gibi necasetli galiza olduğuna hükmetmişlerdir. Azı da çoğu da haram kılınmıştır. (Fetava-yı Hindiye, c.12, s.279) İbn Abidin'in Şürb Haddi bölümünde­de şöyle deniliyor: Eğer (şarap) suyla karıştırılır ve şarap çok olursa (onu içene) had (içki cezası) tat­bik edilir. Eğer su çoksa had tatbik edilmez ancak sarhoş olursa başka . (c.4,s.38) Burada Su çok olursa had tatbik edilmez ifadesi O helâldir manasına da gelmiyor. Vehbe Zuhayli İslâm Fıkhı Ansiklope­disi adıyla tercüme edilmiş kitabında şöyle diyor: Şarap ile karıştırılmış suyun içilmesi ittifakla haramdır. Çünkü o suyun arasında şarap zerrecikleri vardır. Böyle içki içen kişi tazir edilir. Eğer şarap sudan daha fazla ise had vacip olur. Çünkü bu durumda şarabın ismi de manası da değişmeksizin kalmakta­dır. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zu­hayli, c.4, s.345, Muğni'l-Muhtac ve Muğla­ni'den naklen) Bir kimse su ile karışık şarap içse bakı­lır; eğer çoğu şarap ise had vurulur. Çoğu şarabın tat ve kokusu gidecek şekilde sudan ibaretse had uygulanmaz. Ancak şarap ile karışık suyu içmek, içinde gerçek olarak şarap parçaları bulunduğundan haramdır. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c.7, s.442) Ömer Nasuhi Bilmen de Hukuk-ı İsl­âmiye Kamusunda aynı şeyleri zikreder ve ekler: Bu mesele eimme-i Hanefiye göredir. Sair müctehidlere göre ise [içkiyle karışık fakat suyun daha çok olduğu karı­şım içilirse] bu halde had lazım gelir. (c.3, s.252.) (Fetava-yı Hindiye'de de mevzu aynıdır. bkz. c.4, s.55.) GAZOZA KATILLAN ALKOL Gazoza katılan al­kol, doğrudan suya karıştırılmıyor. Çünkü gazozda kullanılan al­kol aslında esansın suda çözülmesi için katalizör olarak kullanılmaktadır. Alkol önce esansa kar­ıştırılmakta bu yüzden esans necis olmaktadır. Ortalama 1,6 litre alkol, onun üçte bir oranında (300-500 gram) esansla karıştırılmakta, daha sonra bu karı­şım bir ton suya aktarılmaktadır. Esans kendisinden üç misli fazla alkolle birleşip necis olmakta ve dolayısıyla suyun renk, tat ve kokusunu değiştirmektedir. Dolayısıyla suyun renk, tat ve kokusu değiştiği için su bütünüyle necis duruma gelmektedir. Çok suya necasetin karışması tabiata gayr-ı ihtiyari, kasıt olmaksızın karışan necasetle ilgili fıkıh ilminde zorluk ve zaruretten dolayı bir fetva verilmiştir . Hâl­buki gazoz mevzuunda zorluk ve zaruret diye bir şeyden bahsetmek mümkün de­ğildir. İnsanların içtiği çok ve temiz suya para kazanmak için kasten necaset katmak câizdir diye dinde bir hüküm ve cevaz da mevcut değildir. Mevzubahis olan gazoz meselesi buna kıyas edilemez. Ömer Nasuhi Bilmen İslâm İlmihalinin Kuyular Üzerindeki Hükümler kısmında şöyle diyor: Kuyular suları ne kadar çok olursa olsun, yüzeyleri 100 arşın (takriben 65) metrekareye ulaşmadıkça, yahut daima akıp giden bir su yolu üzerinde bulunmadıkça, küçük sular (küçük havuzlar) hük­mündedir. (s.58). Bir kuyunun suyuna bir damla dahi olsa kan, şarap, idrar gibi akıcı bir pislik karışsa, o su pis olur. (s.59). Bildiğimiz kadarıyla gazoz, yüzeyi 65 metrekarelik havuzlarda üretilmiyor. Fabrikalarda değişik hacimlerde (mesela 4, 5 tonluk) tanklarda üretim yapılıyor. Bu tankların yüzeyi 65 metrekare değil. İlmih­aldeki bilgilere göre bu tanklardaki su az sudur ve karıştırılan alkol onu necis hale getirir. Şarap sirkeye dönüştüğünde câiz olur. Çünkü istihale ne­ticesinde onun aynı değişmiş ve temiz olmuştur . (Bahr-i Raik, c.1, s.239, Da­rü'l-Marife, Beyrut). Hâlbuki gazozlara katılan alkol bir tepkimeye girmemektedir. Hulâsa, gazozların esansına katılan alkol esansı necis hale getirdiğinden, esansta suyun renk, tat ve kokusunu değiştirdi­ğinden, fabrikalardaki tanklardaki su, az su niteliğinde olduğundan ve su içindeki alkol tepkimeye girerek değişmediğinden, bu günkü gazozlara cevaz verilemez. Ona Haram değildir demek yanlıştır. Tam tersine Haramdır demek doğrudur. DİPNOTLAR: 2-Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı. Abdurrah­man Ceziri. C.1.s.27. çağrı yy. 2. Baskı.1990.

İdris FERİD 01 Aralık
Konu resmiSabret Yâ Hu!
İnsan

Gözü haramdan, dili yalandan ve gıybetten, mideyi haram lokmadan ve sâir azâyı haramlardan koruyabilmek sabırla mümkün olur. Öfkeyi yutarak yüz kızartıcı hallere düşmekten korunabilmek yine sabırla mümkün olur. Her türlü belalar, musibetler ve sıkıntılar karşısında olgunluğa zarar verecek fenâ sözler sarf etmekten ve alçaltıcı durumlara düşmekten sakınabilmek sabırla olur. Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: Hiçbir kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir nimet verilmemiştir. Bu hadîs-i şerîften anlıyoruz ki, sabır kuvveti ve bu kuvvetin yerli yerinde kullanılması bir insana verilen nimetlerin en büyüğünü teşkil etmektedir. Zira hayır ve iyilik olarak düşünebildiğimiz bütün güzelliklerin ve başarıların elmas anahtarı sabırdır. Şöyle ki: İnancı taklitten kurtarıp tahkik derecesine yükseltebilmek ve her türlü tehlikeye karşı inancı koruyabilmek ve dahi bu mühim vazifenin gerektirdiği dikkat ve hassasiyeti son nefese kadar taşıyabilmek sabırla olur. İbâdetleri zahirî batınî şart ve âdâbına riâyetle layık-ı vechile edâ edebilmek ve bütün hayır ve ibâdetlerde bu sağlıklı çizgiyi sonuna kadar devam ettirebilmek sabırla mümkün olur. İbâdet ve iyilikleri riyâ, ucb, ezâ, minnet ve pişmanlığa kapılma gibi boşa çıkartan âfetlerden koruyabilmek sabırla olur. Kulluğun gizli açık bütün gereklerini pratik hayata taşıyabilmek için sabra ihtiyaç vardır. Ahlâk ve şahsiyete gölge düşüren her nevi basitlik ve bayağılıklardan sakınıp ahlâki güzelliklerin her çeşidiyle tanışabilmek için sabretmeye ihtiyaç vardır. Kötü alışkanlıklardan kurtulup iyi alışkanlıklara katlanabilmek için sabra ihtiyaç duyulur. Gözü haramdan, dili yalandan ve gıybetten, mideyi haram lokmadan ve sâir azâyı haramlardan koruyabilmek sabırla mümkün olur. Öfkeyi yutarak yüz kızartıcı hallere düşmekten korunabilmek yine sabırla mümkün olur. Her türlü belalar, musibetler ve sıkıntılar karşısında olgunluğa zarar verecek fena sözler sarf etmekten ve alçaltıcı durumlara düşmekten sakınabilmek sabırla olur. Gözetilen ve arzu edilen başarılara imza atabilmek sabırla imkân dâhiline girer. Nefsin fena istek ve temayüllerine karşı koyabilmek şeytanın ardı arkası gelmeyen çeşitli tuzaklarını boşa çıkartabilmek, cennet yolundaki engelleri aşabilmek, cehennem yolundaki surî câzibelere kapılmamak hep sabırla olur. Keza ilim yolunun yolcusu ancak sabırla olunur. Kalbi, gönlü hastalıklı hallerinden temizleyip o hastalıkların zıddı olan Memduh hasletlerle bezeyebilmek sabırla olur. Sünnete ittiba esasına göre hayatı tanzim ve idâme ettirebilmek sabırla olur. Tesettür ve mahremiyet mevzuatında Kur'ân ve sünnet çizgisini gerektiği şekilde muhafaza edebilmek sabırla olur. Hatta sabredebilmek bile ancak sabır ile mümkün olabilir. Çünkü Aleyhisslâtü Vesselâm Efendimiz, Bir kimse sabretmek isterse (sabır yönünde gayret gösterirse) Allah ona sabır verir diye buyurmuşlardır. (Buhârî, Müslim) İşte böylesine geniş bir sahada ihtiyaç duyulan sabır hasletine sahip olmanın fevkalade önemli bir mazhariyet olacağından şüphe yoktur. Binaenaleyh bu pek müstesna fazileti elde etmenin yollarını öğrenip uygulamaya koymakta çok önemli bir vazife olarak karşımıza çıkıyor. Allah'ın izniyle şu çare ve metotları iltizam etmek suretiyle sabır zenginliğine erişmiş oluruz: 1. Allah'a duâ etmek: Her işin başı ve her başarının şart-ı evveli duâdır. Çünkü Allah'ın yardımı geldiği zaman en zor işler kolay hale gelir. O'nun yardımı gelmediğinde de en kolay işler dahi imkânsız olur. O'nun için her mevzu ve meselede olduğu gibi sabır hususunda da evvelemirde duâya sarılmak gerekir. Kur'ân-ı Kerîm'de meâlen, Resulüm sabret, şüphesiz Senin sabretmen de ancak Allâh'ın yardımı iledir (Nahl, 127) 2. Sabrın mükâfatını düşünmek: Ulaşmak ve elde edebilmek istenilen şeyin önemini düşünmek, insanın o yöndeki gayretini artırır ve netice olarak o hedefle buluşmada önemli adımlar atılmasına medar olur. Âyet-i Kerîmede meâlen şöyle buyrulur: Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak verilir. (Zümer, 10) Hadîs-i şerîfte ise, Sabır bir ışıktır. diye buyrulur. 3. İçinde bulunduğu nahoş durumu daha kötüsüyle kıyaslamak: Sabır yolunda mesafe kat etmede bu düsturun hayata ne kadar egemen kılınabilirse sabırlı olabilme avantajı o nispette artacaktır. Büyüklerimizden biri diyor ki: İnsan maruz kaldığı musibetleri daha büyükleriyle kıyaslamış olsaydı, yaşadığı musibeti afiyet olarak telakki ederdi. Rivâyete göre bir savaş esnasında büyüklerimizden birinin gözüne ok isabet ediyor ve o gözünü kaybediyor. Hazret hemen Diğer gözümü bana bağışlayan Allah'a hamdolsun diyor. Yine büyüklerden birinin ayağında şiddetli bir yara çıkıyor. Dostları Bu yara sebebiyle sana acıyoruz! dediklerinde o mübarek zât cevaben şöyle diyor: Eğer beni seviyorsanız bana acımayı bırakın da bu yarayı kulağımda, midemde ve ye daha hassas başka bir yerimde çıkarmayan Allah'a benimle beraber şükredin. 4. Sabra muhâlif hareket etmenin zararlarını düşünmek: Sabırsızlık yolunu tutmakta hiçbir fayda ve kazanç yoktur. Buna mukabil çok büyük zarar ve kayıplar söz konusudur. Belalara katlanmayıp şikâyet yoluna sapmak musibeti ikileştirir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin Kadere itiraz eden başını örse vurur! sözü ne kadar manidardır. Yine O'nun ifadesiyle musibete sabretmeyip Âh, Vah! ile feryat etmek kırık kolla mücadele etmeye benzer. Hasmıyla kavga ederken kolu kırılan kimsenin yapacağı en uygun davranış hasımla barışıp kolu tedavi ettirmektir. O vaziyette kavgaya devam etmek acı ve ıstırabı katlandırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Musibetler zahiri yüzleri itibariyle birer düşman olarak insana gelirler; insanın ortaya koyacağı tavır ve mukabeleye göre ya düşman olarak kalırlar ve ye sevap kazandıran hakiki birer dosta inkılâp ederler ki bu durumu bağlı olarak sabır içinde şükür vazifesi de ilaveten terettüp eder. Sabretmemekte dinî, uhrevî yönden de çok büyük zararlar vardır. Rivâyete göre Allah u Teâlâ'dan şöyle bir hitâb-ı izzet vârid olmuştur: Kim benim takdirime razı olmazsa o gitsin kendisine başka bir rab arasın. Bir mü'min böyle bir itâba muhatap olmayı göze alamayacağına göre sabretmekten başka yolları kapalı demektir. 5. Zahmette rahat, rahatta zahmet olduğunu unutmamak da sabır yolunda önemli adımlar attıracak bir düsturun ifadesidir. Bu hakikati vaktinde fark edip hayatına hâkim kılan insanlar zahmeti rahata, yorulmayı istirahata tercih etmişler ve büyük insan olmanın kapısını bu sayede aralayabilmişlerdir. 6. Vehmi bırakıp, hakikati görmek: Sabredebilmenin bir başka çaresi de şudur: İnsan vehim ve gaflet sebebiyle gerçekte olmayan zahmetleri, sıkıntıları, acı, ağrı ve yorgunlukları omuzlarına yükletir. Şöyle ki: Geçmiş acılar ve sıkıntılar artık geride kalmıştır. Onları hâli hazıra getirip yok hükmünde oldukları halde onların yükü altına girmek akıl kârı değildir. Gelebileceği düşünülen muhtemel sıkıntılar da henüz gelmemiştir. Bu itibarla onlar da yok hükmündedir. Binaenalyh Bediüzzaman Hazretleri'nin ifadesiyle, Dövülmeden ağlama(malı), hiçten korkma(malı), yok olan şeye var rengi verme(melidir). Hulasa olmayan şeyleri hazır zamana getirip ademilerin mevhum yükü altına girmemelidir. Bu noktada Hz Osman'ın şu sözünü nakletmeden geçemeyeceğiz: Dünyaya ait istikbal endişesi kalbi karartır. Âhirete müteallik gelecek endişesi ise kalbi nurlandırır. 7. Sabır yolculuğunda kolaylık sağlayan başka bir husus da dünyanın imtihan yeri olduğunu unutmamaktır. Bu hakikate müteallik yakîn, ne kadar mütekâmil bir keyfiyette olursa, hoşa gitmeyen mukadderat tecellilerine sabretmek de o nispette kolaylaşacaktır. Asla unutmamalıdır ki dünya hizmet yeridir. Ücret ve mükâfat yeri değildir. Dünyada oldukça üzüntü ve kederlerin olmasını çok görmemeli, hatta normal karşılamalıdır. Çünkü dünyada başa gelen ve karşıya çıkan her şey ama her şey bir imtihan sorusudur. Bunun hiçbir istisnası da yoktur. Her bir hâdise vazifeli olarak başa gelir. Vazifesi de insanın sabredip etmeyeceğini ortaya çıkarmak, Allah u Teâlâ'nın bildiğini insanın da bilmesini ve görmesini sağlamak ve ye gözlerin görmediği kulakların işitmediği nimetlerle dolu cennet için hikmeti ilahinin iktiza ettiği bedeli ödemiş olmaktır. Çünkü Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir 8. Sabır yolunda iltizam edilmesi gereken düsturlardan biri de -lihikmetin- verilmemiş olanları değil, sahip olduklarını düşünmek ve gündeminde tutmaktır. Meşhur ifadesiyle bardağın boş tarafını değil, dolu tarafını görmeye çalışmaktır. Rivâyete göre Hz. Âişe (ra) validemizin de akrabası olan Urvetubna Zübeyir (rh)'ın ayağında kangren oluşmuş. Bacağın kesilmesi gerekiyor. Zamanın hekimleri soruyorlar Bayıltarak mı ameliyat yapalım yoksa ayık vaziyette mi ameliyat olmak istersin? Hazret cevaben diyor ki: Ben Rabbimden bir an bile gafil olmak istemem. Onun için de ayık vaziyette yapacağınızı yapın. Bunun üzerine gözleri baka baka bacağını kesiyorlar. Mübarekte zerre kadar bile bir sızlanma ve hoşnutsuzluk belirtisi gözükmüyor. Aynı günün gecesi çok sevdiği oğullarından birisi vefat ediyor. Haberdar olan dost ve akrabaları hem geçmiş olsun hem baş sağlığı temennisinde bulunmak için hazretin evine geliyorlar. Kapıya geldiklerinde O'nun şöyle münacatta bulunduğunu işitmişler: Ya Rabbi! Bana çok uzuvlar verdin. Onlardan birini aldın, diğerlerini bana bıraktın. Hâlbuki hepsini alabilirdin. Çünkü hepsini veren sensin. Sen ise birini aldın, diğerlerini bana bıraktın. Bana çok evlatlar verdin. Birini aldın, diğerlerini bana bıraktın. Hâlbuki hepsini de alabilirdin. Sen ise birini aldın, diğerlerini bana bıraktın. Sana sonsuz hamd ü senalar olsun ya Rabbi! Bunu duyan dost ve tanıdıklar: Bunun bizim tesellimize ihtiyacı yok! diyerek dönüp gitmişler. Cenâbı Vâcibü'l-Vücud verdiği sabır kuvvetini hayatın her safhasında azami derecede kullanıp değerlendirmeye muvaffak kılmakla bizleri nîmetlendirsin! Âmîn.

Osman AKTAŞ 01 Aralık
Konu resmiTebliğde Sınır Yok!
İnsan

Evlere kapılarından giriniz (Bakara, 189) İslamî ilimleri bilmeden tebliğ yapmak mümkün değildir, ama yalnızca İslamî ilimleri bilmek de sağlıklı bir tebliğ için kâfi değildir. Aynı zamanda 'kime', 'neyi', 'niçin', 'nasıl' anlatılacağının da bilinmesi gerekir. Aksi halde bu alanda elde edilecek başarılar kısmî olmaktan öteye geçmez. Daha da kötüsü bazen yanlış hareketler kazanılacak insanların kaybedilmesine veya bir kısım insanların Müslümanlara ve İslâm'a soğumalarına sebep olabilir. Bu yüzden tebliğde başarılı olmak için 'tebliğ usulü'nü bilmenin büyük ehemmiyeti vardır. Atalarımız buna işaret olarak, Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir demişlerdir. Başarılı olma yollarından biri, başarılı insanları taklit etmektir. Bu cihetle, tebliğ usulünü öğrenmenin en kısa yolu bizden önce İslâm tebliğinde başarılı olmuş insanların hareket tarzını öğrenmek ve uygulamaktır. İslâm tebliğinde başarılı olmuş insanlar bize ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı, nelere dikkat edeceğimizi lisân-ı hâliyle gösteren birer rehber niteliğindedirler. İslâm tarihinde başarılı tebliğ (irşad) faaliyeti gerçekleştirmiş yüzlerce büyük şahsiyet vardır. Hiç şüphesiz onların başında Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) gelir. Bundan 1400 sene önce Peygamberimiz, (asv) şartlar tamamen aleyhinde olduğu halde, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş ve hiçbir beşerin de gerçekleştirememiş olduğu bir inkılâbı, çok kısa bir zamanda gerçekleştirdi. Câhiliye devrini ortadan tamamıyla kaldırıp, Kur'ân ve sünnete göre şekillenmiş, yepyeni bir toplum, (bir ümmet) oluşturdu. Bedîüzzamân Hazretleri bu fevkalade inkılâbı şöyle tasvir eder: Şu Cezîre-i vâsıada, vahşâ€i ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif kavimleri, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşâ€iyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümmetlere üstâd eyledi. Bak! Değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalpleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub -u kulub, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu. Bir insanın yaptığı icraatların büyüklüğüne en büyük delil düşmanlarının bile bunu itiraf etmeleridir. Bu hususta Peygamberimiz emsal kabul etmez. Oryantalist Sir Muir şöyle der: Hiçbir zaman beşerin ıslâhı, Muhammed'in geldiği zamandan, daha zor ve ulaşılmaz değildi. Fakat vefat ettiğinde, geride bıraktığı ıslah ve başarıdan, daha kâmil bir ıslah ve başarı da bilmiyoruz. Meşhur Osmanlı dostu şair Lamartin de şöyle der: İnsan dehası için; amacın büyüklüğü, araçların küçüklüğü ve muhteşem sonuçlar, üç kıstas ise tarihte, Muhammed ile mukayese edilebilecek birisini kim gösterebilir. İşte Peygamberimiz'in Ceziretü'l-Arap'ta hârikulâde bir tarzda gerçekleştirdiği bu inkılâp, daha sonra onun sahabeleri tarafından devam ettirildi ve bu din milyonlarca insana ulaştırıldı. Ve İslâmiyet sonraki yüzyıllarda milyonlarca insana, şahsî ve sosyal hayatın her alanında rehberlik etti. 1400 seneye yakın bir zaman ümmet-i Muhammed de bu minval üzere geldi. Peygamberimiz'in muvaffakiyyetinde en mühim unsurlar nelerdir? Onu modellerken nelere dikkat etmeliyiz? Peygamberimiz'in (asv) hayatını incelediğimizde, onun cahiliye dönemini asr-ı saadete dönüştürmesinde dört önemli unsur olduğunu görürüz: 1. Allah'ın yardımları: Peygamberimiz'in başarısında hiç şüphesiz, en mühim âmil Allah'ın inâyet ve yardımlarıdır. Allah onu doğumundan peygamberliğine kadar, peygamberliğinden vefatına kadar daimî gözetiminde bulundurmuştur. 2. Peygamberimiz'in îman ve ibâdet yönü (ubudiyet ciheti): Peygamberimiz (sav) her şeyden evvel, kendi tebliğ ettiği dine başta kendisi îman etmiş, dinindeki bütün ibâdetlerin hepsinde en ileri olmuştur. Bu hâliyle etrafındaki insanlara hem büyük bir emniyet hissi telkin etmiş, aynı zamanda onlara model olmuştur. 3. Güzel Ahlâk Ciheti: Peygamberimiz (sav)'ın ciddiyeti, güler yüzlülüğü, yumuşaklığı, nezaketi, tevazuu, zühdü, sabrı, affediciliği, velhasıl güzel ahlâkıyla insanların güven ve muhabbetini kazanması pek çoklarının ona îman etmesine, davasına bağlanmalarına vesîle olmuştur. 4. Risâlet Ciheti: Peygamberimiz (asv)'ın Allah'tan insanlık âlemine getirmiş olduğu Kur'ân'ın ve ahkâmın muhtevâsı ve mükemmelliği akılları, kalpleri, ruhları celb, cezb ve iknâ etmiştir. Madem peygamberimiz, bu üç vasfıyla etrafındaki insanları etkileyerek, toplumsal bir inkılâbı gerçekleştirdi. Ve madem başarılı insanları modellemek (taklit etmek) başarının bir yoludur. Öyle ise, biz de Peygamberimiz'in bu üç özelliğini kendi şahsımızda aksettirebilirsek, yani, îmanımızı tahkiki hale getirir, İslâm'ı samîmâne yaşar, lisan-ı halimizle örnek olur ve insanların güvenini kazanırsak, güzel ahlâkımız ve davranışlarımızla kendimizi insanlara sevdirirsek, İslâm'ı iyi öğrenip, muhataba sevdirerek ve ikna ederek anlatabilirsek, her halde Allah'ın inâyetine de mazhar oluruz. TEBLİĞİN BİRİNCİ ŞARTI: İNSANLARI OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEK Bir kısım Müslümanlar dinsiz veya günahkâr olanlara karşı oldukça katı ve kırıcı bir tavır sergilemektedirler. Bu hal dinsiz ve günahkârların ıslahını değil, onlarla Müslümanlar arasındaki iletişimi bitiriyor, düşmanlığı netice veriyor. Müslümanların bu davranışları bazen gerekebiliyor ise de, herkese her zaman böyle bir yaklaşım daha çok Müslümanların aleyhine neticeleniyor. Hâlbuki Kur'ân'ın dinsizlere yaklaşımı ayırım gözetmeksizin hepsine düşmanlık etmek tarzında değil. Kur'ân dinsizleri iki kısma ayırıyor ve onlara nasıl davranılacağını da şöyle belirtiyor: Umulur ki Allah, sizinle onlardan (müşriklerden) düşmanlık içinde bulunduğunuz kimseler arasında (onlara hidâyet vererek) bir dostluk meydana getirir. Allah Kadîrdir (böyle bir dostluğu tesise gücü yeter). Allah Gafurdur (mağfiret eder), Rahîmdir (merhamet eder). Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı âdil davranmaktan sizi nehyetmez. Muhakkak ki, Allah adaletli olanları sever. Allah sizi ancak din hususunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselere dostluk etmekten nehyeder. Kim onlara dostluk ederse, işte onlar zalimlerin tâ kendileridir. (Mümtehine, 7- 9) Bu âyetler bize düşmanlık yapanlara karşı kendimizi müdafaaya izin veriyor. Fakat bize düşmanlık yapmayan kimselere karşı iyi muameleyi de yasaklamıyor. Öyleyse muhataplarımızın durumlarını tahlil ederek bize düşmanca bir tavır göstermeyenlere karşı bizim de esnek olmamız ve onların dostluğunu kazanmaya çalışmamız gerekir. Bizim için önemli olan insanların düşünce ve davranışlarını değiştirmekse, bu değişikliği insanları kırarak ve gücendirerek gerçekleştiremeyiz. Pek çok âyet günâh işleyenlere aldırış etmemeyi affetmeyi onların günâhkârlıklarını Allah'a havale etmeyi tavsiye eder. Îmân edenlere de ki: Allah'ın (cezalandırma) günlerinin geleceğini ummayan kimseleri bağışlasınlar. Çünkü Allah her topluluğu kazandıkları günâhlarla cezalandıracaktır. Kim salih bir amel işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz. (Câsiye, 14-15) Şimdilik sen (müşriklere) güzel muamele et. (Hicr, 85) Âyette geçen Safh kelimesi: Terk ve iraz eylemek, günâhı afveylemek manalarına gelmektedir. İbn Abbas ve Hz Ali (r. a) ise Azarlamaksızın rızadır demişlerdir. TEBLİĞDE ÜSLÛP Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı;Söz ola ağulu aşı yağ ile bal ede bir söz. Yunus Emre Bir padişah rüyasında dişlerinin döküldüğünü görmüş ve vezirlerinden birine rüyasını anlatıp, tabir etmesini istemiş. Vezir Anneniz ölecek, dayınız ölecek diyerek padişahın sülalesini saymış ve sonunda Ve sonra siz de öleceksiniz. Rüya buna işaret ediyor demiş. Padişah bu tabirden hoşlanmamış tabii ki. İkinci vezir müsaade isteyerek Padişahım bu rüya çok mübarek bir rüyaya benziyor. Bu rüya akrabalarınız içerisinde en uzun ömürlü olanın siz olacağına işaret ediyor demiş. Padişah bu tabirden hoşlanmış ve ikinci veziri mükâfatlandırmış. İki vezirin söylemiş oldukları sözlerin birbirinden ne farkı var? Aslında iki vezir de aynı şeyleri söylüyor fakat aralarındaki tek fark üslup. Birisi padişahın moralini bozarken, diğeri onu memnun ediyor. Anlattığımız şeyin muhtevâsı mühim ve güzel olabilir. Fakat aslında anlattığımız şeyi mühim ve güzel yapacak olan şey muhtevâdan ziyade üslubumuzdur. Burada üslup derken kastettiğimiz şey, sözü 'nasıl' söylediğimizdir. Tebliğde de insanlara yaklaşırken Müslümanların tavrı bu iki halden farklı değil. Bazıları insanlara nasıl yaklaşacağını, neyi nasıl söyleyeceğini biliyor ve insanları rencide etmeden ikna edici bir üslupla konuşarak neticede İslâm'ı benimseyip, yaşamalarına vesîle olabiliyor. İkinci kısım tenkit edici, baskıcı, korkutucu bir üslubu benimsemiş olanlardır. Maalesef bu tarz ise insanları kaçırıcı bir rol oynuyor ve aksülamel yapıyor. Bu kısım içerisinde İslâmî bilgisi az olanların yanında, bilgili olanlar da var fakat bilgileri genelde neyin farz, neyin haram, neyin küfür, neyin İslâmî olduğuna odaklanmış vaziyette. Genelde bu grubun tebliğdeki tavrı baskıcı, âmirâne bir tavırla Şu farzdır yap, şu haramdır yapma! şeklinde formüle edilebilir. Onları bu şekilde harekete iten şey Kur'ân'ın emir ve nehiyleridir. Onlar kendilerince haklı olarak şöyle düşünüyorlar: Madem Müslümansınız, öyleyse Kur'ân'a uymamız gerekir. Hiçbir Müslüman Kur'ân'a ve sünnete muhalefet edemez ve etmemelidir. Etraflarındaki insanlar zaten doğuştan Müslüman olduklarına göre, geriye Bizim haram ve helalleri onlara hatırlatmamız kalıyor, diye düşünürler. Hakikatte bu tarz yaklaşım ters teper. Çünkü tebliğ yapanlar belki farkında değiller ama bu tarz yaklaşımda karşımızdaki kimsenin şahsiyeti, duygu ve düşünceleri hesaba katılmamaktadır. Hâlbuki muhatabın duygu ve düşünceleri hesaba katılmadığı takdirde yapılacak tebliğler muhatapların dinî yaşamalarını değil, dinden kopmalarına ve dindarlardan nefret etmelerine sebep olur. Bir şahsın kanaatlerini doğrudan doğruya bu kanaatlerin yanlış olduğunu söyleyerek değiştiremeyiz. Böyle bir teşebbüs, çoğu zaman muhataplar tarafından bir saldırı olarak yorumlanır ve savunma mekanizmalarını harekete geçirir. İnsanlara bu yolla hiçbir şey öğretmek mümkün değildir. Değişmek istemeyen bir insanı hiç kimse değiştiremez. Bir atasözünde şöyle denilmiştir Atı zorla suya götürebilirsiniz fakat zorla su içiremezsiniz. İnsanları değiştirebilmenin yolu onları değişmeleri gerektiğine ikna etmek, onlarda değişmeye karşı bir istek oluşturabilmekle mümkün olur. Bediüzzaman Hazretleri'nin dediği gibi Medenîlere galebe iknâ iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbâr ile değildir. TEBLİĞDE PEYGAMBER AHLÂKI: YUMUŞAK HUYLULUK Halim insan nerdeyse peygamber olacaktı Taberânî İnsanlarla sohbetimiz esnasında veya davranışlarımızda, öfkeli ve sert halimiz muhataplarımızın davranışlarını değiştirebilir mi? Elbetteki hayır. Tam tersine haklı bile olsak sert tavrımız, insanlarla bizim aramızdaki iletişimi bitirir, düşmanlık ve kinin yerleşmesine sebep olur. Büyük âlimlerden Ebun-Necib Suhreverdi şöyle der: Kasırga denilen rüzgâr, kuvvet ve şiddetiyle ağaçların dallarına isabet eder, ama köklerine tesir edemez. Yumuşak akan akarsulara gelince bunlar ağaçların köklerine tesir eder ve söker . İnsanların düşünce ve davranışlarını ancak yumuşaklığımızla değiştirebiliriz. Peygamberimiz (sav) mağlubiyetle neticelenen Uhud savaşından sonra Medine'ye geri döndüklerinde hiçbir sahabesine kırıcı bir tek söz söylemedi. Bu hadiseden sonra da şu âyet nazil oldu. Allah'ın bir rahmeti olarak sen onlara yumuşak davrandın. Eğer katı kalpli ve kırıcı olsaydın etrafından dağılır giderlerdi (Ali İmran, 159) Bu âyete göre Peygamberimiz insanları etrafına yumuşaklığı ile toplamıştır. İnsanlar katı, kırıcı bir insanı peygamber bile olsa terk ederler. Eğer biz insanları etrafımıza toplamak, onlara İslâm'ı anlatmak ve yaşatmak istiyorsak, bu ancak bizim yumuşaklığımızla olacaktır. Söylediğimiz sözler hakikat olabilir, muhatabımız da bunların doğru olduğunu bilebilir. Fakat onları bize bağlayacak olan beşeri münasebetlerdeki duygusal bağdır. Allah u Teâlâ Musâ ve Hârun (as)'ı Firavuna göndermiş ve onlara Ona yumuşak söz söyleyin! Olur ki nasihat alır veya korkar diye emretmişti. (Taha, 44) Anlatıldığına göre: Halifeye vaaz ve nasihat eden bir vâiz, konuşması sırasında sert bir dille nasihatte bulundu. Halife, vâize: Be adam, mülâyim ol, görmez misin Allah, senden daha hayırlı olan (yani Hz. Musâ ve Hârun'u), benden daha hayırsız olana (yani Firavun'a) gönderdi de mülâyim olmasını emretti ve: 'Ona yumuşak söz söyleyin, olur ki nasihat dinler yâhut da korkar' dedi. Rıfk, kelime olarak mülâyemet, letâfet, yumuşaklık, tatlılık mânalarına gelir, sertlik ve kabalığın zıddıdır. İslâm ahlâkında gerek insanlara ve gerekse hayvanlara karşı muamelede en mühim prensiplerden biri rıfkdır. Rıfk, Resulullah (sav)'in Kur'ân-ı Kerîm'de yer verilen mümtaz ahlâklarından biridir. Hadisi şerifte, Halim kimse nerede ise peygamber olacaktı buyrulmuştur. İsmail Hakkı Bursevi, Bundan malum olur ki, nebinin aglebi sıfatı hilmdir der. Diğer bir ifadeyle 'hilm' bütün peygamberlerde olan mühim bir haslettir. TEBLİĞDE GÂYE: İNSANLARI KIRMADAN DEĞİŞTİRMEK Tebliğde muhataplarımızı kırmadan başarılı olmak için şu düsturlara dikkat etmemiz gerekir: A. Dolaylı yoldan konuşmak: Nasihatte doğrudan hitap, çoğu zaman muhatabın savunma mekanizmalarını harekete geçirir. Hatasını savunan insan ise hatasını değiştirmemeye şartlanmış demektir. Dolaylı anlatım, hem savunma mekanizmalarını harekete geçirmez hem de tesirlidir. Dolaylı yoldan nasihat Peygamberimiz'in uyguladığı bir metottur: Hz. Aişe (ra) şöyle der Resulüllah (sav) bir adamdan kendisine menfi bir söz ulaştığı vakit: 'Falan niye böyle söylemiş?' demezdi. Fakat: 'İnsanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorlar?' derdi. Risâle-i Nur müellifi Bediüzzaman Hazretleri de bu sünnete aynen ittiba etmiş ve eserlerinde uygulamıştır. Meselâ, Bediüzzaman Hazretleri 21. Söz isimli eserinde namaz kılmayan bir şahsa hitaben şöyle der: Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir âdem bana dedi: Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor. O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-ı emmârenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım. Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil [beş ikazı] benden işit! Bu tarz hitaplarda dolaylı nasihat yapıldığı için muhatab rahatsız olmaz ve dersini alır. Hatta çok ağır ifade bile kullanılsa kişinin ağırına gitmez. Mesela Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Söz'de nefsine Ey mağrur nefsim diyerek hitap eder. Eğer öyle değil de Ey mağrur kişi denilerek hitap edilmiş olsa idi, elbette bu muhatabın ağırına gidecek ve hemen onu müdafaaya sevk edecekti. Nefsi muhatap kabul ederek insanlara dolaylı nasihat etme metodunun Risâle-i Nur'un bütününde uygulanması Risâle-i Nur'un insanlar üzerinde çok tesirli olmasının en önemli sebeplerindendir. A. Dostça yaklaşın, iltifat edin, muhatabın gönlünü alın, sonra hataları düzeltmeye çalışın! Marifet iltifata tabi'dir. Müşterisiz mal zayi'dir. Bir insana ilk önce onun iyi, güzel taraflarını takdir edip, övüp, arkasından da eksiğini veya yapması gereken şeyleri söylediğimiz zaman bu muhatabımızı kırmaz, gücendirmez, hatta bu tarz tavır bizim istediğimiz şekilde hareket etmesine de vesile olabilir. Peygamberimiz (asv) İbni Ömer (ra) hakkında, İbni Ömer çok iyi bir insandır. Keşke teheccüd namazı da kılsa buyurunca bunu duyan İbni Ömer, o günden sonra teheccüd namazını bırakmadı. Bir sahabeye hitaben de şöyle buyurdu: Allah senin yüzünü güzel yapmış, sen de ahlâkını güzelleştir. Burada şu akla gelebilir: Peygamberimiz (asv) Meddahların yüzüne toprak saçınız buyurduğuna göre, insanları yüzlerine karşı övmek dinen, ne derece doğru olur? İmam Gazali Hazretleri meşhur eseri İhya'da insanları methetmekle ilgili bir bölüm açmış ve insanları yüzlerine karşı övmenin bazen haram, bazen de caiz olacağını delilleriyle ortaya koymuştur. Eğer birini yüzüne karşı överken mübalağaya, yalana, riyakârlığa giriyorsak, bir şahsı fısk veya zulmünden dolayı övüp, onu bu alanda teşvik ediyorsak ve muhatap da bizim övgümüzden dolayı gururlanıyor, kibirleniyor veya güzel amellerde tembelleşiyorsa bizim onu yüzüne karşı övmemiz haramdır. Fakat bu mahzurlar olmadığı ve bir maslahat olduğu takdirde durum değişebilir. İmam Gazali Hazretleri, bu mahzurları anlattıktan sonra medhin bazen câiz olacağını şöyle anlatır: Eğer medih, öven ve övülen hakkındaki bu afetlerden salim olursa insanları övmekte bir beis yoktur. Hatta bazen mendup da olur. Bu yüzden peygamberimiz (sav) sahabeleri(ni) övmüştür. Hz. Ebu Bekir hakkında 'Ebu Bekir'in îmânı bütün âlemin îmânıyla tartılsa onunki ağır gelir', Hz. Ömer hakkında da 'Eğer ben peygamber olarak gönderilmeseydim, Ömer gönderilirdi' demiştir. Bundan daha büyük övgü, medih olur mu? Fakat peygamberimiz (sav) bunları sıdk ve basiret üzere söylemiştir. Sahabeler (r.anhüm) ise yüksek bir rütbede olup bu medihler onlarda kibir, ucub ve tembelliği netice vermiyordu. Hatta insanın kendini methetmesi kibir ve tefahür olduğu için daha çirkindir. Hâlbuki peygamberimiz (sav) 'Ben Ademoğlu'nun efendisiyim. Fakat bunu fahr için övünmek için söylemiyorum' demiştir. Yani 'Ben bunu insanların kendi nefislerini övmeleri tarzında söylemiyorum' demektir. Onun iftiharı insanlara takaddümden ve insanlara üstün olmaktan değil, Allah'a olan yakınlıktan, Allah'ın rızasını kazanmaktan dolayı idi. Nasıl ki bir melikin makbulü olan bir zat, melik katında büyük bir iltifata mazhar olunca, o zat melikin onu kabul etmesinden dolayı iftihar eder ve sevinir. Onun bu sevinmesi bazı raiyyete takaddümünden dolayı değildir. Medhi zemmetmek ve medhe teşvik etmek, bu afetlerin açıklanmasıyla araları telif edilebilir. Bu izahlardan yola çıkarak, bir insanı ıslah etmek, İslâm'ı yaşamasını temin etmek istiyorsak, -yalana, mübalağaya, riyaya düşmemek şartıyla- ona iltifat etmek, bazı hasletlerini ön plana çıkarıp övmek, arkasından da yönlendirici bazı sözler söylemek dinen mahzurlu olmadığı gibi menduptur denilebilir. TEBLİĞDE MÜKÂFÂT VE CEZA İnsanları bir şeyi yapmaya yönlendirmenin yolu ya mükâfâttır ya da ceza. Diğer ifadeyle sevdirmek veya korkutmaktır. Bütün peygamberler de insanları Allah'a davet ederken 'beşir' ve 'nezir' yani 'müjdeleyici' ve 'korkutucu' olarak vazife görmüşlerdir. Onlar, insanları hem Allah'ın azâbı ve cehennemle korkutmuşlar, hem de Allah'ın rahmet, kerem ve cennetiyle de müjdelemişlerdir. Mesela, Kur'ân bize Allah'ı tanıtırken bazen Allah'ın Kahhâr, Şedîdü'l-İkab olduğunu ifade ederek bizi korkutur. Bazen de Allah'ın Rahmân, Rahîm, Tevvâb, Gafur, Mün'îm, Kerîm olduğunu zikrederek, hem müjdeler, hem de teselli verir. Kur'ân'daki bu isimler arasındaki orana dikkat ettiğimiz zaman Rahmân, Rahîm, Kerîm gibi isimlerin daha çok olduğunu görürüz. Besmelede Allah'ın Rahmân ve Rahîm olduğu zikredilir ve Kur'ân'ın bütün surelerinin başında besmele vardır. Besmelenin haricinde Rahmân ismi Kur'ân'da 56 defa, Rahîm ismi 94 defa zikredilir. Şiddet ve ceza ifade eden isimlerden Şedîdü'l-İkab 17 defa, Serîü'l-Hisâb ve Seriü'l-İkab 10 defa, Kahhâr 6 defa zikredilir. Bir kelamın çokça tekrar edilmesi onun kıymet ve ehemmiyetini gösterdiğine göre, Kur'ân'ın bu ifadelerinden yola çıkarak şöyle diyebiliriz: Allah kullarının kendisinden korkmalarını istemekle beraber, daha çok onların kendisini sevmelerini ister. Nitekim bir hadis-i kudsîde de Rahmetim gazâbımı geçti buyrulmuştur. Kur'ân'da cezadan çok mükâfâtın ön plana çıkarıldığının başka bir delili de Kur'ân'da zikredilen cennet ve cehennem kelimeleri arasındaki orandır. Cennet kelimesi Kur'ân'da tekil 66, çoğul Cennât tarzında 69, toplam 135 defa geçer. 'Cehennem' kelimesinin çoğulu Kur'ân'da yoktur, tekil olarak 'cehennem' kelimesinin Kur'ân'daki sayısı ise 77'dir. 'Cennet' ortalama 'Cehennem'den iki misli fazla zikredilmiştir. Üstelik cennet 8, cehennem ise 7 tabakadır. Gerek ceza gerekse ikab kelimesi göz önüne alınacak olursa, ceza ve cezalandırmak anlamına gelen bu iki kelimenin toplam olarak 72 âyette yer aldığı görülecektir. Burada yeri gelmişken bir noktayı belirtmekte fayda vardır. Cezanın Kur'ân'da 72 âyette yer almasına karşılık, mükâfâtın 160 yerde geçtiği dikkate alınacak olursa Kur'ân-ı Kerîm'in cezalandırmaktan ziyade mükâfâtlandırmayı öngören bir mesaja sahip olduğu söylenebilir. Nitekim Rahmetim herşeyi kuşatmıştır (Araf, 156) meâlindeki âyet de yukarıda ifade edilenlerin özüdür. İnsanlara İslâm'ı tebliğ ederken yeri geldiği zaman cehennemden, Allah'ın gazâbından bahsederek korkutmamız gerekir. Fakat konuşmalarımızda Allah'ın şefkatinden, rahmetinden, bağışlamasından ve cennetten bahsetmemiz bu korkutmalardan daha fazla olmalıdır. Bizim cehennemle korkutarak değil, daha çok cennetle müjdeleyerek tebliğde bulunmamız gerekir. Elbette yeri geldiği zaman cehennemden de bahsetmeliyiz, fakat bir kere cehennem demişsek iki kere cennet demeliyiz. İnsanları imtisale sevk edecek olan daha çok cehennem korkusu değil, cennete olan iştiyaktır. Zaten peygamberimiz meşhur bir hadisinde Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin buyurmuştur.

İdris FERİD 01 Aralık
Konu resmiAilenize Tebliğ Yapıyor musunuz?
Eğitim

Evlerine girdiklerinde selam vermeyen ve gönüllere hitap etmeyen âile babaları, kapıyı güler yüzle açmayan anneler, ilgi eksikliğiyle elmas gözleri kararmış evlatlar... Oysa onlar nasıl ninniler söyleyerek büyütülürler: Dandini dandini donatmış, Allah neler yaratmış, gözleri kudret halkası, burnu Kâbe hurması Büyüyünce kendini donatandan habersiz, burnu Kâbe kokusu almayan, gözleri kudret hakikatlerine kapalı ilgisiz bırakılan çocuklar. Çocuklarımız ile beraber zaman geçirelim! Medine'de Resulüllah'ın elinden tutan ve sırf elini bırakmadığı için onun elini kendi elini bırakana kadar bırakmayıp bekleyen, hem namazda secdede mübarek omuzlarına çıkan evlatları için secdesini uzatan, hem çocuk ağlaması duyduğunda namazını kısa kesen, zorlamadan sevdiren, bir meclise girdiğinde çocuklara da büyükler gibi ilgi gösteren, kuşu ölen bir çocuğa taziyeye giden bir peygamberimiz olduğunu unutmayalım! Tarih birçok kahraman kumandanlar ve toplum önünde çok sevilen örnek şahsiyetler görmüştür. Cephede zaferleri kazanan bu kahramanlar evlerinde ateşten gömlek giyerler. Dışarıda huzuru bulup bazen içeride kaybederler. İşte âile ve içtimai hayat dengesi, ahir zaman hayatında böyle garip halleri görünen nice mevzulardan biridir. Bu dengesizliği şöyle de ifade edebiliriz: Âileyi ihmal, çocukları ihmal, başkalarını ve başkalarının çocuklarını tekmil. Kalenin dışını muhkem tutup, kalenin içini ve duvarlarını tamir etmeyen bizler, kalenin içine ve duvarlarına sirayet eden sıkıntılar ve belalar, kale içindekilerle büyüyüp yeşerinceye kadar farkına varmayız. Tâ ki zamanla bu ilgisizliğin ve metotsuzluğun meyvelerini çocuklarımızın üzerinde bizim çizgimize hiç yakışmayan hareketleri görünceye kadar. Bu öyle bir hastalıktır ki sessizce büyür, zamanla vurur ve tamiri zordur. Çoğu zaman, ilerleyen yaşların zor kabullenebileceği ve kaldırabileceği zaman ve sabır ister. Hepimiz bu konularda, âile ve âileye tebliğ ile ilgili çok yazılar okumuş ve sözler duymuşuzdur. Şüphesiz bunların çoğu da doğrudur. Doğru olan bir başka şey vardır ki o da üzerinde bu kadar yoğunlukla konuşulan şeylerin hayata yansıtılamayışıdır. Evlerine girdiklerinde selam vermeyen ve gönüllere hitap etmeyen âile babaları, kapıyı güler yüzle açmayan anneler, ilgi eksikliğiyle elmas gözleri kararmış evlatlar... Oysa onlar nasıl ninniler söyleyerek büyütülürler: Dandini dandini donatmış, Allah neler yaratmış, gözleri kudret halkası, burnu Kâbe hurması Büyüyünce kendini donatandan habersiz, burnu Kâbe kokusu almayan, gözleri kudret hakikatlerine kapalı ilgisiz bırakılan çocuklar. Bunun tam tersi hadiseler Müslüman toplumlarda oldukça fazla görülmektedir. Aşırı derecede çocuklarının üzerine yüklenen anne ve babalar, çocukların sorularına çocuğun o tertemiz dimağını bozucu verilen cevaplar, zorla bıktırıcı baskılarla güya ibadete teşvik etmeler ve nihayette dinden soğumuş, maneviyattan yanaşmayan çocuklar. NE VERDİNİZ Kİ NE İSTİYORSUNUZ? Hep bu ikilemde olan çocuklar, ortada kalmışlar, İslam'ı dengesiz yaşayan âileler (gerçekte buna yaşamak denilemez!), hayatlarında hiçbir dinî eseri tetkik etmeyen ve kendilerine mal etmeyen anne ve babaların sırf bir şeyler söylemek adına çocuklarına söyledikleri sözler Bir çocuğa dini eğitim hangi yaşta, nasıl, verilir? Onun o tertemiz aklına ve kalbine en uygun bir şekilde nasıl konuşulur? Tüm bu sorularının cevabını karşılamayan hareketler Çoğu anne ve babalar dost meclislerinde hatta şimdi otobüs kuyruklarında birbirlerine çocuklarından yakınırlar. Sanki onlar çok mükemmel bir muallim gibi çocuklarına her şeyi verirler ve sonucunda hiç bir şey alamazlar. Başkalarının ellerinde büyüttükleri, kendi rahatları için rahatlarını bozdukları, Boşver, nasıl olsa büyür! dedikleri çocuklarından... Cenâb-ı Hak Kur'ân'da meâlen İhsanın / iyiliğin karşılığı ancak ihsan / iyilik değil midir [1] buyurduğu halde vermeden almak gibi hayallerin peşinde olan ebeveynler... Onlara Ne verdiniz ki ne istiyorsunuz? sorulduğunda kara kara düşüncelere daldıklarını görürsünüz. Biraz daha konuşunca itiraflar bölümüne geçerler. Evet haklısınız! ve benzeri cümleleri ile başlayan ve devam eden sıralı ifadeler Bu meyanda çok manidar bir hadise vardır: Dağlık bir bölgede adam küçük oğluyla yürürken oğlan ayağını taşa çarpar ve can acısıyla 'Ahhhh!' diye bağırır. Dağdan 'Ahhhh!' diye bir ses gelir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder. Merakla Sen kimsin? diye bağırır. Aldığı cevap 'Sen kimsin' olur. Çocuk bu cevaba kızar ve 'Sen bir korkaksın!' diye bağırır. Dağdan aldığı cevap Sen bir korkaksın! olur. Babasına bakar ve 'Baba ne oluyor?' diye sorar. 'Oğlum dikkat et!' diyen baba, vadiye doğru, 'Sana hayranım!' diye bağırır. Ses 'Sana hayranım!' diye cevaplar. Baba, 'Sen harikasın!' diye yine bağırdığında, bu kez dağdan, 'Sen harikasın!' cevabı gelir. Çocuk şaşırmıştır. Ama hala ne olduğunu pek anlayamamıştır. Baba oğluna durumu açıklar: 'Oğlum insanlar buna yankı derler, ama gerçekte yaşamın kendisidir. Yaşama ne verirsen sana onu yansıtır. Yaşam senin davranışlarının bir aynasıdır. Eğer yaşamında daha çok sevgi istiyorsan, insanları daha çok sev. Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan, insanlara saygılı davran. Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsan, önce başkalarını anlamaya gayret göster. Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen insanlara karşı hoşgörülü ve sabırlı olmalısın. Oğlum, yaşamda ne ekersen onu biçersin. Bu bir kanundur ve yaşamın her yönü için geçerlidir.' [2] İşte Kur'ân, Müslümanları daha başından âilelerini ve yakınlarını kazanmak noktasında Sen (önce) en yakın akrabalarını uyar[3], Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun![4] gibi âyetlerle ikaz eder. Müfessirler bu ayetleri tefsir ederken âile içi 'terbiye' ve 'ahlâk' kavramlarının ehemmiyetinden bahsederek ve âile içi dini eğitimin ve âileyi kazanmanın ne derece elzem olduğunu ifade etmektedirler. Hakikatler böyle iken; Ben ancak muallim alarak gönderildim diyen Peygamber Efendimizin, hayatımızın her alanını nurlandıran sünnetleri ile işe başlamalı değil mi? GELİN EVE GİRERKEN SELÂM VERELİM! Âile reisleri olarak çocuklarımıza maddi ve manevi nasıl muallim olabiliriz sorusunu kendimize sorarak başlayabiliriz. Eksiklerimizi düzeltebiliriz. Bilemiyorsak öğrenebilir veya bilenlerden sorabiliriz, öğrenince hayatımıza tatbik edebilir, çocuklarımıza örnek olmak için gayret edebiliriz. Gelin önce eve girerken selam verelim! Zira Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: Resulullah aleyhissalâtu vesselâm bana buyurdular ki: 'Ey oğulcuğum, âilene ulaştığın zaman selam ver ki, selamın, hem senin üzerine hem de âile halkına bereket olsun!' [5]. Sonra âilemiz ve çocuklarımıza teşekkür etmesini bilelim. Bu onları kazanmamızı kolaylaştıracak, şevklendirecek ve âile hayatımızın rengini değiştirecektir. Zira Resul-i Ekrem Efendimiz, Başkasına teşekkür etmeyen Allah'a şükür etmez! Buyurmaktadır. Çocuklarımız ile beraber zaman geçirelim! Medine'de Resulüllah'ın elinden tutan ve sırf elini bırakmadığı için onun elini kendi elini bırakana kadar bırakmayıp bekleyen, hem namazda secdede mübarek omuzlarına çıkan evlatları için secdesini uzatan, hem çocuk ağlaması duyduğunda namazını kısa kesen, zorlamadan sevdiren, bir meclise girdiğinde çocuklara da büyükler gibi ilgi gösteren, kuşu ölen bir çocuğa taziyeye giden bir peygamberimiz olduğunu unutmayalım! Eve geldiğimizde önümüze yemeğimizi koyan, evden çıktığımızda elmas gözlü çocuklarımızı emanet ettiğimiz, Resulüllah Efendimiz'in son nefesinde bize haklarına dikkat etmemizi öğütlediği eşlerimize ve çocuklarımızın annelerine onlara yakışır biçimde davranalım! Bediüzzaman Hazretleri, dünya ve ahiret hayatını kazanmak için, Din, hayatın hayatı, hem nuru, hem esası kaidesinden bahseder. Bizlerde âile hayatımızı kazanmak gayesi ile hep birlikte kendimizin ve özellikle de çocuklarımızın peygamberi bir ahlak üzerine yetiştirilmesi için sünneti seniyeye sarılalım. On sekiz bin âlemin Muhammed Mustafa'sı (sav) hürmetine isimlerini koyduğumuz çocuklarımız; Mustafa, Ahmed, Mehmet, Zeynep, Fatma, Gülsüm ve Haticelerimizi kendi eksikliklerimizden ve ilgisizliğimizden dolayı hebâ etmeyelim. Zaman geçmeden! Tren kaçmadan! Ecel gelmeden! Kaynaklar: [1] Rahman[2] Tebliğ Notları[3] Şuara[4] Tahrim[5] Tirmizi, İsti'zan 10, (2699)

Semih Esad GÜNER 01 Aralık
Konu resmiTebliğde Başarının Sırrı: "Hisleri İyi Bilmek"
Risale-i Nur

İnsan eğer adâvet edecekse, kalbindeki adâvete adâvet etmeli, onun izâlesine çalışmalıdır. Hem, en ziyyâde insâna zarar veren nefs-i emmâreyeve hevâ-yı nefse adâvet edip, ıslâhına çalışmalı. Hem, Kur’ân ve îman düşmanları çoktur, onlara düşmanlık etmek gerektir. Üstâd Bediüzzamân Hazretleri, 'Dokuzuncu Mektub'da şöyle der: Tahmîn ederim ki, nâsihlerin (nasîhat edenlerin) nasîhatlari, şu zamanda te'sirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: 'Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet (düşmanlık) etme! İnâd etme! Dünyayı sevme!' yani, 'Fıtratını değiştir!' gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak (tâkat yetmez) bir teklîfte bulunurlar. Eğer deseler ki: 'Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz!' hem nasîhat te'sir eder, hem dâire-i ihtiyârlarında bir emr-i teklîf olur. Demek ki insandaki hisler, Cenâb-ı Hakk'ın fıtrat-ı beşere derc ettiği, imhâsı ve set çekilmesi mümkün olmayan, bir su memba'ı gibidir. Nasıl ki, bir su memba'ını yerin altına hapsetmek mümkün değildir. Aynen öyle de, hislerin önüne set çekmek ve yok etmek mümkün değildir. Bir su memba'ının üzeri reddedilse, başka bir menfezden yol bulup yine yeryüzüne çıkar. Çıktığı yer tekrar reddedilse, başka bir yerden yol bulup yine çıkar. İmhâsı ve seddi mümkün olmayan bu su memba'ının, çıktıktan sonra yönünü çevirmek ve istenilen tarafa tevcîh etmek gâyet derecede mümkün ve kolaydır. İşte, insanda binlerce his vardır. Her birisinin de iki mertebesi vardır. Biri mecâzî, diğeri de hakîkî. Aşağıda, insânda tesîrini en çok icrâ eden bazı kuvvetli hislerin ve ma'nevî cihâzların mecâzî ve hakîkî mertebeleri, ya'ni meşru' ve gayr-i meşru' cihetleri ile, mecâzî cihetten hakîkî cihete inkılâbın nasıl olacağı, Risâle-i Nur'daki tarz-ı beyânıyla ifâde edilmiştir: 1. Muhabbet (sevgi): İnsan, kalbindeki sevgisini, fâni ve kırılmaya mahkum cam parçaları hükmünde olan firak ve zeval kılıcı ile boynu vurulan mâsivâya sarf ederse, o sevgi, sahibini daimî azâb ve elemde bırakır. Hâlbuki nihayetsiz bir muhabbete lâyık, ancak cemâl, kemâl ve ihsânı bâkî bir Zât olabilir. 2. Aşk: Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sâhibini dâimî bir azâb ve elemde bırakır, veyahut o mecâzî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılap eder. 3. Ene: Enenin, hikmet-i hilkati unutulup, vazife-i fıtrîyesi terk ettirilip, mana-yı ismiyle eneye bakılırsa, kendini mâlik îtikad etse; o vakit emânete hıyânet edilir. Bütün şerler, şirkler, küfür ve dalâletler enenin bu yüzünden neş'et eder. Eğer, eneye ma'nâ-yı harfî ile bakılsa, kendisi bir âyine îtikad edilse, mâhiyetindeki ölçücükler ve numuneler ile Hâlık ve Sâni'i tanıma cihetine gidilse, o vakit ene Allâh'a abd olur, ubudiyetin menşe'i olur makâm-ı ahsen-i takvîme çıkar. 4. Endişe-i istikbâl (gelecek endişesi): İnsân, dünyevî istikbâlinden ziyâdesiyle endişe ettiği zamân görür ki, o endişe ettiği istikbâle yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde Cenâb-ı Hakk'ın garantisi altında ve kısa olan bir istikbâl, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gâfiller için garanti altına alınmamış ebedî bir istikbâle teveccüh eder. Bu hissinin hakîkî mecrâsını bulmuş olur. 5. Hırs: İnsan, mala ve makama karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten kendi nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyâya medâr olan makam, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî makam olan manevî makamlara ve Allah'a yakınlık derecelerine ve hakikî mal olan sâlih amellere teveccüh eder. 6. İnât: İnsan, şiddetli bir inât ile ehemmiyetsiz, fâni işlere karşı hissiyâtını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye, bir sene inât ediyor. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. O şiddetli inadı, o lüzumsuz fâni işlere vermeyip, âlî ve bâki olan hakâik-i îmâniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve âhiret hizmetlerine sarf eder. O haslet-i rezile olan inâd-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebâta inkılap eder. 7. Hubb-ı câh (makam sevgisi): İnsanda, ekseriyet itibâriyle hubb-ı câh denilen şöhret hırsı ve hodfuruşluk ve şan ü şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve umumun nazarında mevki' sâhibi olmağa, cüz'î-küllî bir arzu vardır. Hatta o arzu için, hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir, ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır; çok kötü ahlâkın menşeidir ve insanların da en zaîf damarıdır. Hâlbuki rızâ-yı İlâhî ve iltifât-ı Rahmânî ve kabul-u Rabbânî öyle bir makâmdır ki; insânların teveccühü ve beğenmesi, ona nispeten bir zerre hükmündedir. Hubb-ı câh hissi eğer susturulmazsa ve izâle edilmezse, yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki: Âhiret sevâbı için, insânların dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-i tesîri noktasında bu hissin meşru' bir ciheti bulunabilir. 8. Havf (korku): Halktan korkmak, elîm bir belâdır. Hayatı zehir hükmüne getirir. İnsan, bu havfı, yani korku hissini, öyle birisine tevcih etmeli ki, insanın havfı lezzetli bir tezellül olsun. Havf, bir kamçıdır; O'nun rahmetinin kucağına atar. Malumdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sînesine celbediyor. Hâlbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem'asıdır. Demek havfullâhta bir azîm lezzet vardır. Hem Allah'tan havf eden, başkaların kasâvetli, katı, belâlı havfından kurtulur. 9. Adâvet (düşmanlık): Hiss-i adâvet, mü'minlere tevcîh edilmek için verilmemiştir. Nasıl ki, âdî ve sıradan çakıl taşlarına, Kâ'be'den daha kıymetli ve Uhud dağından daha azametli denilemiyorsa, mü'mine de, Kâ'be ve Uhud dağı azametinde ve kıymetinde olan îmân, İslâmiyet, namâz gibi hasletleri varken, çakıl taşı hükmünde olan bazı küçük kusurlarından ve hatalarından dolayı da adâvet edilemez. Edilirse, bu bir zulüm ve insafsızlık olur. İnsan eğer adâvet edecekse, kalbindeki adâvete adâvet etmeli, onun izâlesine çalışmalıdır. Hem, en ziyâde insâna zarar veren nefs-i emmâreyeve hevâ-yı nefse adâvet edip, ıslâhına çalışmalı. Hem, Kur'an ve îman düşmanları çoktur, onlara düşmanlık etmek gerektir. 10. Haset: Haset, evvelâ hasetçiyi ezer, mahveder, yandırır. Hasedin çaresi: Hasetçi, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki; rakîbinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattir. Eğer uhrevî meziyetlere haset ediyorsa, zâten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa; ya kendisi riyâkârdır, âhiret malını dünyada mahvetmek ister veyâhut haset ettiği şahsı riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder. Rahmete i'tirâz eden, rahmetten mahrum kalır. 11. Sabır: İnsan ibâdetlere, günahlara ve musîbetlere sabretmekle mükelleftir. Cenâb-ı Hakk'ın kendisine verdiği sabır kuvvetini, geçmiş ve geleceğe, vehminin tahakkümü, gafleti ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesi ile dağıtmazsa, şu 'sabır kuvveti' her musîbete karşı kâfi gelebilir. Fakat insan 'sabır kuvveti'ni geçmiş ve geleceğe dağıtsa, o vakit, hâl-i hazırdaki musibet ve ibâdet ve günâhlara karşı sabrı kâfi gelmez, şekvâya başlar. 12. Milliyetçilik Hissi: Vatan, dil ve din unsurları temelinde teşkîl edilen birliğe 'millet' denir. Hatta bunlardan birisi dahi noksan olsa yine millet birdir. İşte bu 'milliyet' fikri, İslâmiyet'e hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı ve İslâmiyet'e hizmet ettiği nisbette medâr-ı fahr ve gurur olmalı. Yoksa İslâmiyet'in yerine geçmemeli. Böyle bir vaziyet kalenin surlarındaki taşları, kalenin içindeki mücevher hazinesinin yerine koyup, mücevherleri dışarı atmak gibi bir ciddi hatâ ve cinâyettir. Bütün Müslüman milletler ve unsurlar, ancak 'İslâmiyet pederi'nin birer evlâdıdır. Birbirinin kardeşidir. Kimisi büyük ağabey, kimisi de küçük kardeş.... 13. Akıl: Hakkı bâtıl, bâtılı da hak göstermek demek olan 'cerbeze' ile, hiçbir şey'i bilmemek demek olan 'gabâvet' zulümdür. 'Hikmet' ise, hakkı hak bilip imtisâl etmek, bâtılı bâtıl bilip ictinâb etmek demektir. Aklın meşru' ve vasat mertebesidir. 14. Gadâb: Maddî ve ma'nevî hiçbir şeyden korkmamak demek olan 'tehevvür' ile korkulmayacak şeylerden dahi korkmak demek olan 'cebânet' zulümdür. 'Şecâat' ise, dinî ve dünyevî hukuku söz konusu olduğunda canını verebilecek derecede bir kahrâmanlığa sahip olmak demektir ve gadâb hissinin vasat ve meşru' mertebesidir. 15. Şehvet: Irz ve nâmusları pây-i mâl etmek etmek demek olan 'fücur' ile, ne helâle ne de harâma meyli olmamak demek olan 'humud' zulümdür. 'İffet' ise, helâle iştâhlı olup harâma iştâhlı olmamak demektir ve 'kuvve-i şeheviye'nin vasat ve meşru' mertebesidir.

Mustafa EMEK 01 Aralık
Konu resmiTerazinin İki Kefesi
İtikad

Zihnimiz her zaman Kur'ân ve îman hizmetiyle meşgul olmalı; zira temel vazifemiz budur. Diğer dünyevî çalışmalarımız ve meşgalelerimiz aslî değil; tâli vazifeler olup âhireti kazanma noktasında basamak ve vesilelerdir. Dünya âhiretin tarlasıdır. Âhiretin yerini tutacak kıymeti yoktur. Bu itibarla dünyaya dünya kadar, âhirete de âhiret kadar kıymet vermek gerekir. Her şey kaderde yazılıdır. Hatta cennetlik ve cehennemlikler bile kader-i ilahide bellidir. Nitekim sahabe-i güzîn efendilerimiz sormuş: -Ey Allah'ın Rasulü, her şey kaderde yazılıysa çalışmayı bırakıp Allah'ın takdirine bağlanmalı değil miyiz? (Bizler niçin bu kadar zahmete giriyoruz, niçin cihad ediyoruz?) Çünkü bizden kim saadet ehlinden ise saadet ehlinin ameline yönelecek, kim de şaki ise şaki ehlinin ameline yönelecektir. Resulüllah (sav): -Ancak, iyilik ehline iyilik ameli kolaylaştırılacak, günah ehline de günah ameli kolaylaştırılacaktır. (sizler amel-i sâlihi tercih edin) buyurdu. (Sahih-i Buhârî) Bizler amel-i sâlihi tercih etmekle mükellefiz. Dualarımızla, ibadetlerimizle, çalışmalarımızla hayırların celbine, tövbe ve istiğfarla ve de her türlü kötülükten rabbimize sığınmakla şerlerin def'ine çalışmalıyız. Zihnimiz her zaman Kur'an ve iman hizmetiyle meşgul olmalı; zira temel vazifemiz budur. Diğer dünyevi çalışmalarımız ve meşgalelerimiz aslî değil; tâli vazifeler olup âhireti kazanma noktasında basamak ve vesilelerdir. Dünya âhiretin tarlasıdır. Âhiretin yerini tutacak kıymeti yoktur. Bu itibarla dünyaya dünya kadar, âhirete de âhiret kadar kıymet vermek gerekir. Düşünce dünyamız buna göre şekillenirse Rabbimizin lütuf ve inayetiyle nice güzelliklere ulaşabilir, nice muvaffakiyetlere erişebiliriz. Bu meyanda küçük bir hatıramı sizlerle paylaşmak istiyorum. MÂNÂLI BİR TEVAFUK Bir gün akşama yakın okuldan çıktım, eve doğru gidiyorum. Beynimde hizmet düşünceleri, hayalleri, projeleri var. Bir ara kalem almak için yolumun üzerindeki kırtasiyeye girdim. Kalemin ücretini vermek için elimi cebime attım, param yok. Üzerime para almayı unutmuşum. Çantamın cebinde para olabilir düşüncesiyle elimi çantama attım, arabamın anahtarı geldi elime. Eyvah, arabayı okulda unutmuşum. Çoğu zaman okula yaya gidiyordum. O gün arabayla gittiğim halde, her zamanki alışkanlıkla yaya olarak evin yolunu tutmuşum. Durumu fark edince derhal geri döndüm. Dalgın biraz da yorgun bir şekilde okula doğru giderken birisi selam verdi. Kafamı kaldırıp baktım, hafiften uzun boylu bir delikanlı. Yüzü pek de yabancı gelmiyor bana. -Sen Mustafa olmalısın. -Evet, hocam, ben O'yum. -Ne kadar da büyümüşsün. 7. sınıfta senin dersine girmiştim. Acaba aradan kaç yıl geçti? -Yaklaşık 6 yıl oldu hocam. Ben ilköğretimden sonra hafızlığımı tamamladım ve şu anda İmam Hatip Lisesine gidiyorum. -Seni zaman zaman arayıp sordum. -Doğru hocam, selamlarınızı hep aldım; ancak sizi ziyaret etmekte tembelliğim oldu, kusuruma bakmayın. -Her ne ise, artık geleceğe bakalım. Biz öğrencilerle çalışmalar yapıyoruz. Sen de aramıza katılırsan çok memnun olurum. -Hocam bu zamana kadar çok kişiden böyle teklifler aldım, ancak hiçbirine gitmedim. Sizin çalışmalarınıza gelirim, zira sizin benim üzerimde emeğiniz çok. Karşılıklı telefonlarımızı alıp verdik ve ayrıldık. O arkadaşımız şimdi bizimle beraber güzel çalışmalara imza atıyor. Her gün okula yaya gittiğim halde o gün arabayla gidişim, arabayı okulda unutuşum tesadüf olabilir mi sizce? Elbette hayır! Zira tesadüf; bir şeyin plansız, programsız, rast gele yapılması demektir. Hâlbuki kâinatta zerre kadar da olsa hakiki mânâda tesadüfe yer yoktur. Her şey bir hikmet, bir gayeye matuf olarak kaderde planlanmıştır. Yine, kalem almak için kırtasiyeye uğramam, cebimde paramın olmayışı, çantamın cebini yoklamak zorunda kalıp arabamın anahtarını fark edişim tesadüfe havale edilebilecek kadar basit hadiseler olmasa gerek. Üst üste gelen bu tevafukların sırrı sonradan daha iyi anlaşılıyor. Meğer bu saydıklarım ne kadar hikmetliymiş! Kader-i ilahi yıllar sonra o delikanlıyla beni buluşturmak için ne de güzel program yapmış! BİR KELİME KURTULUŞ SEBEBİ OLABİLİR Bu, küçük hadiseden çıkarılabilecek güzel, bir o kadar da büyük neticeler var elbette: 1. Başta da ifade ettiğimiz gibi, her şey kaderde programlanmış. Bizler vazifemizi hakkıyla yapmaya çalıştıktan sonra Cenab-ı Hak, hiç beklemediğimiz zamanlarda, beklemediğimiz fırsatlar karşımıza çıkarabilir. Cüz'î iradesini îman ve Kur'ân hizmetinde kullanmak isteyen nasipli kimselerle bizleri değişik vesilelerle buluşturabilir. 2. Îman, Kur'an hizmeti mukaddes bir vazifedir. Bu yolun yolcusu, şefkat ve merhametiyle bütün insanları kucaklayabilmelidir. Onları gönülden sevmeli, onlara kendini sevdirmesini bilmelidir. Bu frekansı yakalamadan başkaları üzerinde etkili olmak elbette mümkün değildir. Seni sevmeyen, senin yaptıklarını da sevmez. Sana itimadı olmayanın senin çalışmalarına da itimadı olamaz. 3. Değişik vesilelerle tanıştığımız, temas kurduğumuz kimseler vardır elbette. Onlarla irtibatı kesmemek gerekir. Dolaylı da olsa, uzaktan da olsa aradaki bağı devam ettirmekte fayda var. Nihayetinde aradan yıllar geçse dahi onlarla tekrar karşılaşabilir ve onlara hizmetimizi, teklifimizi, tebliğimizi yineleyebiliriz. 4. İlk defa karşılaştığımız kimseler olabilir. Muhatabın durumuna göre, uygun bir şekilde düşüncelerimizi ve çalışmalarımızı anlatmakta fayda vardır. Madem kader, o kimseyi bizimle buluşturmuş, bizim de üzerimize terettüp eden vazifeyi ifa etmemiz icap eder. Bu noktada gevşeklik göstermemiz uygun olmaz. Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin ifadesiyle; Bazen bir kelime sebeb-i necat olur. Yani, bazen bir kelime bir kimsenin kurtuluşuna vesile olabilir. Bizler o, bir kelimeyi söylemekle şu hadis-i şerife mazhar olabiliriz: Ya Ali! Allah senin vasıtanla tek bir kişiye hidayet ederse; Allah'a yemin ederim ki o, senin için kızıl develere sahip olmaktan daha iyidir. Meseleyi diğer yönüyle ele aldığımızda da şunu görürüz: Tebliğe ait o birkaç kelimeyi söylemekteki cimriliğimiz o kadar kazancın kaçıp gitmesine sebep olur. Üstüne üstlük üzerimize büyük bir mesuliyeti de yıkarak gider. Terazinin iki kefesi var. Birinde sevap, diğerinde mesuliyet söz konusu... Sevabı çok olan fiillerin manevi mesuliyeti de o nispette çok olur. Hadis-i şerifin ifadesiyle; bir kişinin bizim vasıtamızla imanını kurtarması bizim için sahralar dolusu koyunu Allah yoluna vermekten daha hayırlıdır. Öyle ise, hizmet ve vazifede lakayt kalmak, hem o müthiş kârı kaçırmaya, hem de ind-i ilâhide şiddetli mesuliyete sebep olur. Akıllı insan kâr ve zararını iyi hesap eder. O kadar kârı niçin kaçıralım? Bir kişinin ebedi selameti uğruna birkaç kelimeyi veya cümleyi niçin esirgeyelim? Verilen ücret az mıdır ki bu noktada tembel davranalım ve birkaç kelime söz söylemede veya yapacağımız diğer fedakârlıklarda cimriliğimiz olsun? Cenâb-ı Hakkın, vazifemizi müdrik, nice güzel çalışmalar ihsan etmesi dileğiyle...

Mustafa YANKIN 01 Aralık
Konu resmiResulullah (sav)'in Dilinden Tebliğ
İtikad

EMR-İ BİL-MARUF NEHY-İ ANİL-MÜNKERİN ARZİYETİ VE EHEMMİYETİ عن أبي سعيد الخدري رضي الله عنه قال سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول من رأى منكم منكرا فليغيره بيده فإن لم يستطع فبلسانه فإن لم يستطع فبقلبه وذلك أضعف الإيمان رواه مسلم والترمذي وابن ماجه والنسائي Ebu Saîdu'l-Hudrî: Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim: "Sizden kim (dînimize uymayan) bir münker görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı îmanın en zayıf mertebesidir." (Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbnu Mâce) *** وعن ابن عباس رضي الله عنهما عن النبي صلى الله عليه وسلم قال ليس منا من لم يرحم صغيرنا ويوقر كبيرنا ويأمر بالمعروف وينه عن المنكر رواه أحمد والترمذي واللفظ له وابن حبان في صحيحه İbn Abbas (ra) Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Küçüğümüze şefkat etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen, iyiliği emredip, kötülükten de nehyetmeyen bizden değildir. (Ahmed, Tirmizi, İbn Hibban) *** وروي عن ذرة بنت أبي لهب رضي الله عنها قالت قلت يا رسول الله من خير الناس قال أتقاهم للرب عز وجل وأوصلهم للرحم وآمرهم بالمعروف وأنهاهم عن المنكر رواه أبو الشيخ في كتاب الثواب والبيهقي في الزهد الكبير وغيره Zerre bt. Ebu Leheb (ra)'den şöyle rivayet edilmiştir: (Bir gün) Ya Resulallah! İnsanların en hayırlısı kimdir? diye sordum. O da Rab azze ve celleden en çok korkanı, en çok sıla-i rahim yapanı, iyiliği emredip, kötülükten de nehyedenidir. buyurdu. (Ebuş-Şeyh, Beyhaki) *** وعن النعمان بن بشير رضي الله عنهما عن النبي صلى الله عليه وسلم قال في حدود الله والواقع فيها كمثل قوم استهموا على سفينة فصار بعضهم أعلاها وبعضهم أسفلها فكان الذين في أسفلها إذا استقوا من الماء مروا على من فوقهم فقالوا لو أنا خرقنا في نصيبنا خرقا ولم نؤذ من فوقنا فإن تركوهم وما أرادوا هلكوا جميعا وإن الشاة على أيديهم نجوا ونجوا جميعا رواه البخاري والترمذي Numan b. Beşir (ra)den Peygamberimiz (sav)in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Allahın hududuna riayet eden (helâl ve haramlara dikkat eden) ve o hududa tecavüz edenler, bir gemiye binen topluluğa benzerler. Bu topluluğun bir kısmı geminin üst kısmına, bir kısmı da alt kısmına yerleşirler. Alt kısımda olanlar kendilerine su lazım olunca yukarıdan temin ederler. (Bu gidip gelmeden yukarıdakileri rahatsız ederler). Alttakiler kendi aralarında 'Eğer nasibimize düşen geminin bu alt kısmından bir delik açarsak, (kolayca su temin ederiz ve) üstümüzdekileri rahatsız etmeyiz' deseler (ve bunu uygulamak isteseler). Yukarıdakiler aşağıdakilerin yapmak istediklerine engel olmazlarsa hep beraber boğulurlar. Eğer onlara engel olurlarsa hep beraber kurtulurlar. (Buhari, Tirmizî) *** EMR-İ BİL-MARUF NEHY-İ ANİL-MÜNKER YAPMAYANLAR HAKKINDA وعن حذيفة رضي الله عنه عن النبي صلى الله عليه وسلم قال والذي نفسي بيده لتأمرن بالمعروف ولتنهون عن المنكر أو ليوشكن الله يبعث عليكم عذابا منه ثم تدعونه فلايستجيب لكم رواه الترمذي وقال حديث حسن غريب Huzeyfe (ra) anlatıyor: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder ve kötülükten nehyedersiniz veya Allah'ın katından umumî bir belâ üzerinize yakın bir zamanda gelir. O zaman yalvar yakar olursunuz da duanız kabul edilmez. (Tirmizî) *** عن ابي هريرة قال قال رسول الله صلى الله عليه وسلم اذا عظمت امتي الدنيا نزعت منها هيبة الإسلام واذا تركت الأمر بالمعروف والنهي عن المنكر حرمت بركة الوحي واذا تسابت امتي سقطت من عين الله أخرج الحكيم Ebu Hureyre (ra)'dan rivayet edilmiştir. Peygamberimiz şöyle buyurdu: Ümmetimin gözünde dünya büyürse, ondan İslâm'ın heybeti çıkarılır. Emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münkeri terk ettikleri zaman, vahyin bereketinden mahrum kalırlar. Ümmetim birbirine sövdüğü zaman Allah'ın gözünden düşerler. (Hakimü't-Tirmizi) *** عن أبي بكر الصديق رضي الله عنه قال يا أيها الناس إنكم تقرؤون هذه الآية يا أيها الذين آمنوا عليكم أنفسكم لا يضركم من ضل إذا اهتديتم المائدة وإني سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول إن الناس إذا رأوا الظالم فلم يأخذوا على يديه أوشك أن يعمهم الله بعقاب من عنده رواه أبو داود والترمذي وقال حديث حسن صحيح وابن ماجه والنسائي وابن حبان في صحيحه ولفظ النسائي إني سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول إن القوم إذا رأوا المنكر فلم يغيروه عمهم الله بعقاب Hz. Ebu Bekir (ra)'dan rivayet edilmiştir: Ey insanlar! Sizler şu âyeti okuyor, fakat yanlış anlıyorsunuz: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez" (Maide: 5/105). Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "İnsanlar, zâlimi görüp elinden tutmazlarsa, Allah kendi katından hepsine ulaşacak umumî bir belâ göndermesi yakındır" dediğini işittim. (Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesei, İbn Mâce) Nesei'nin rivayeti şöyledir: Ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: Bir kavim İçlerinde kötülükler işlendiğini gördüğünde, (bu kötülükleri bertaraf edecek güçte oldukları halde) seyirci kalır, müdâhale etmezlerse, Allah onların hepsini cezalandırır" dediğini işittim. *** وعن أبي هريرة رضي الله عنه قال كنا نسمع أن الرجل يتعلق بالرجل يوم القيامة وهو فيقول له ما لك إلي وما بيني وبينك معرفة فيقول كنت تراني على الخطإ وعلى المنكر ولا تنهاني ذكره رزين ولم أره Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir: Şöyle dendiğini işitirdik: Kıyamet gününde bir adam bir adamı yakalar. O da Beni niye tutuyorsun? Ben seni tanımıyorum. der. Diğer adam (Hayır) sen dünyada iken benim hata ettiğimi, kötülük işlediğimi görürdün de, beni bundan nehyetmezdin der (ve ondan davacı olur). (Rezin)

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiGül Kırmızı ve Aşk Sızı
İnsan

Sen gittin, hazan düştü bahçemizeSen gittin, tarumar oldu her şeySen gittin, geriye doyumsuz bir aşk bıraktın bize. Sevgili!önce kum deryalarına düştük sonra serâbabugüne kadar umutlardı bizi ayakta tutansevdandı kimsesiz çöllerde yürekleri bir tutan,yalnızlığa açılır bütün kapılar sensizsen yoksun diye, sicim sicim karanlık yeşerdi içimizdedalga dalga hasretindi kalbimizde alevlenengönlümüze batan dikenler ne kibüyüttüğümüz güller sadece sen kokmak içindi. Sevgilien haşin haliyle girdaba düştüksensizliğe sürgün edildik ilkinsonra mağara arkadaşın bırakıp gitti bizisonra kılıçların efendisiardından cennet gençlerinin efendilerive diğerleri birer birer bırakıp gittiler bizidilimiz lâl, âmâ kaldı gözlerimizsen olmasaydın kalpler sevmeyi öğrenebilir miydi!ey, ihsanda nisan bulutunu geçen Sevgili.örümcek, gözlerde hâlâ en kalın perdedirsırların sırrı kisranın sarayındaondört burcunun düştüğü yerdedir.en büyük mucizen Kur'an'dı, sonra Sen'dingüneşi sağ eline, ayı da sol eline alsaydınyine de çözülmezdi ebterlerin kalbindeki kir! ey ay yüzlü güzel!bütün kelamları yazan kalemin emriydi gidişinoysa ne kadar çok beklemişti gelişini Hirane kadar da çok yolunu gözlemişti Râhip Bahirabir tek Bilâl değil, cihan alışmıştı sanahüzündü ardında biriktirdiğimizyokluğunun vadilerinde yuvarlanırkenyaralı kalbimizin fısıltısınagünâha battık ama konuşan gözlerimizin hıçkırığınatebessüm sadakadır fermânınlabir damla bengisu ver n'olurn'olur nurunu gönder yoksul umutlarımıza.asırlardır yetimliğe açılır gözlerimizbir pazartesi ilk defa, aşk gibi aşk yaşamıştı dünyailk defa karşı karşıya gelince Bedir'de, baba ve oğulçoğalmıştı dillerdeki keşkeler,haberler uçuran bir güvercinin kanatları altındaeleverir bizi ahir zaman. Sen gittin, hazan düştü bahçemizeSen gittin, tarumar oldu her şeySen gittin, geriye doyumsuz bir aşk bıraktın bize. hicretimiz var kervan kervan yurdunabizi de coşkuyla karşılar mı Medineli kadınlarkardeş kabul eder mi ensar bizi deondört asırdır takvimlerde kalınca baharadı Muhammed olmayan güller dövünür.omuzlarımızda taşıyamadığımız en ağır yükbestelenmemiş gidişindi, sevdandıhasretindi her taşa desen desen nakşettiğimiz! ey gecemizi gündüze çeviren sevgilikardeşin Yusuf'u görüpellerini kesen kadınlarseni görselerdi kalplerini keserlerdinisanı unuttu yokluğunda dünyanisyan sardı bütün cihanı sen olmayıncaher hayat bir ırmaktır sana akanyolu sana kavuşamayanındaim zehirdir damarlarında dolaşan.yüzünü göster ağustos gülü oluversin ateş, çöller vahasen olmayınca gökler bir damla rahmet indirir mihasretinden çatlamış dudaklarımıza!Necâşi'nin Zeylâ'sından davet var yine!gel ki nisanı nisan gibi, baharı bahar gibiaşkı aşk gibi yaşalım bir daha!müjdelediğin gibi altı asırdırezanlar hala dalgalanır Konstantin burçlarında. heybemizde senin özlemindünya saltanatına bedel kaç insanhizmetkarın olmayı istemişti.şimdi bahtsız bir kıtada iz süreriz sana kavuşmak içinşimdi resimlerle tarifsiz uçurum kenarında dünyagül iklimini çoktan yitirdik sevgilihicran mevsimine düştük, masallarla büyütüldükoysa adın anılınca susuyor bütün masallarkırmızı kokuyor özlemin, gül kırmızısıne çok yakışırsınız birbirinizeSen ve kırmızı! Sen gittin, hazan düştü bahçemizeSen gittin, tarumar oldu her şeySen gittin, geriye doyumsuz bir aşk bıraktın bize. kirli yağmurlarla ıslanıyor dünyagüneş, ışığını suçlu indiriyor yeryüzüneyokluğunda geceler kavuşur mu gündüze!gel, yıldızlar dökülsün yollarınamüjdelesinler tek tek Muhammed Mustafa'yıgel, yorgunluk çöreklendi yokluğunda omuzlarımızagel, gülü koparmadan sevmeyi öğret bize seni yaşayınca gülistan oluyor dünyaseni yaşayınca gül kokuyor insan.geldin! bin dört yüz seneler geçtirüzgarlara kapıldık firakınla, izini kaybettiksen sevmeyi, sevilmeyi öğretirken bizeanne karnında kurşun sesleriyle tanıştı bebeklersen sevgi ekerken, biz ölüm, biz zulümbiz sevgisizlik koklamaya başladıkey nebi! senin getirdiğin nurla yeniden dirileceğizdüştüğümüz yerden, kaybolduğumuz yerden kalkacağız yenideney gelişiyle karanlıkları aydınlığa çeviren sevgili!bugün gibi, yine bir pazartesiydi gidişinyüz yirmi beş bin değil şimdi milyonlar diyor ki ey Resul:"Allah'ın elçiliğini ifa ettinvazifeni hakkıyla yerine getirdinbize vasiyet ve nasihatte bulundun!""Şâhid ol yâ Rab! şâhid ol yâ Rab! şâhid ol yâ Rab!"

Zafer ŞIK 01 Aralık
Konu resmiOsmanlı Mezar Taşı Kitâbeleri
Tarih

Kişinin genç yaşta ölmüş olduğunu belirten çiçek, hacı olduğunu belirten hurma ağacı, idam edildiğini anlatan boyun kısmındaki kement, mesleklerini yansıtan tulumba, çapa, ok-yay - ki namlı bir kemankeş olduğuna işaret eder - ve okur-yazarlığına delalet eden kalem-divit gibi simgelerde de, kişinin kimliği ile ilgili daha özel bilgiler verilmeye çalışılmıştır. Osmanlı mezarlıkları ve mezar taşları dün olduğu gibi bugün de herkesin ilgisini çekmektedir. Çünkü bu mezarlıklar, endamlı servileri, rengârenk çiçekleri ve sanat şâheseri taşlarıyla insana huzur veren mekânlardır. Eski mezarlıklarımızda ölümün, insana ürperti veren soğuk yüzü görülmez. Osmanlı Medeniyeti buraları birer 'mânevî istirahat bahçesi'ne çevirmiştir. Mezar taşı kitabeleri yapıları itibariyle de sanat ve estetiğin konusu olmuşlardır. Çok ince taş işçiliği, çeşitlilik arz eden başlıkları, taşıdıkları edebî ifadeler ve yazı sanatının çok güzzel örneklerini taşımaları onları önemli kılmıştır. Ayrıca kişi ile ilgili en doğru bilgiler mezar taşlarından elde edilmiştir. Meselâ, Sicill-i Osmâni müellifi Mehmed Süreyyâ kitabını telif ederken büyük ölçüde mezar taşlarından faydalanmıştır. Her zaman öğündüğümüz medeniyetimizde, mezarlık alanları şehir dışına, hayatın dışına taşınmamış, devamlı göz önünde olan yerlere yapılmıştır. Önemli kişilerin türbelerinin etrafı, câmi hazîreleri, bazen mahallenin en mevkî yeri, mezarlık alanı olarak tahsis edilmiştir. Bir manada insanlar ölüleri ile birlikte yaşamış, bundan da huzur duymuşlardır. Bu sayede, devam edip giden hayatta fâniliklerini hiçbir zaman unutmamış, devamlı iyilik ve güzellik peşinde olmuşlardır. Her gün beraber olduklları yahut önünde geçerken hayır duâ ile andıkları bu mezar sakinleri, onlara hayatın fâniliğini, geçiciliğini hatırlatarak, kalıcı güzelliklere yönelmelerini hatırlatmıştır. Hayatın her safhasında gerçek güzelliği yakalama gayreti, mahallenin bu mezar köşesinin de estetikten nasiplenmesini sağlamıştır. Kadın mezar taşına ayrı bir güzzellik, erkek mezar taşına ayrı bir özellik verilmiştir. Mezar taşına yazılan edebî ifadeler, düşürülen tarih mısraları, hayatı şuurla yaşamanın bir ifadesi olarak görülebilir. Mezardaki kişi ile ilgili bilgiler taşa kaydedilmiş, en doğru bilgiler taşa kaydedilerek sağlam bir kaynak oluşturulmuştur. Mezar Taşı Kitâbelerinin Yapısı Mezar taşı kitâbelerinde üç önemli özellik ve sanat göze çarpmaktadır. Taş işçiliği, yazı sanatı ve mezar taşlarında bullunan dinî ve edebî ifadeler... Yapı olarak mezar taşları birbirlerine benzer özellikler göstermektedir. Ana farklılık erkek ve hanım mezar taşlarında görülür. Erkek mezar taşlarında ölünün statüsüne göre bir başlık bulunmasına karşın, hanım mezar taşlarında çiçek motifleri başlık olarak yer alır. Osmanlı'da batılı anlamda bir heykel geleneği yoktur. Batıda en, boy ve derinliği olan insan ve hayvan figürleri çalışılmasına karşılık, Osmanlı'da özellikle mimarî unsurlarda çok farklı bezemelere sahip taş işçiliği kullanılmıştır. Bunun yanında mezar taşı kitâbeleri, taş işçiliği olarak çok zengin örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır. Genelde, kadın ve erkek mezar taşı olarak iki gurupta toplanan bu taşlar, kendi içinde de farklılıklar göstermektedir. Erkek Mezar taşlarında, sosyal statü gereği başlıkları çok çeşitlidir. Erkek mezar taşları başlık taşımalarına karşılık, kadın mezar taşlarında daha çok hanım zarâfetini yansıtan çiçek motifleri bulunmaktadır.Kadın olsun erkek olsun bir mezar taşı kitabesinin yapısı (farklı tasnifler yapılabilirse de) şu sınıflara ayrılabilir. 1-Başlık ve Sembol, 2-Serlevha, 3-Kimlik, 4- Duâ, 5- TarihŞüphesiz bu tasnif ana başlıkları itibariyle yapılmıştır. Bu isimler çoğu zaman yer değiştirebildiği gibi, birbiri içine yedirilmiş olarak da yer alabilmektedir. Yine bazı taşlarda bu bölümlerin biri yahut ikisi yer almamaktadır. Bazı mezar taşlarında manzum ifadeler yer almakta, bazı mezar taşlarında ölüm tarihi bulunmadığı gibi bazı mezar taşlarında, mevtanın ölüm günü saati ile verilmiştir. Mezar Taşı Başlıkları Erkek mezar taşı kitabelerinde mevtanın sosyal hayattaki statüsünü yansıtan, başlıklar ve semboller mezar taşı kitabelerine işlenmiştir. Her halde dünya üzerinde pek az toplum, mezar taşlarını usta işi bezemeler, lâleler, sümbüller ve sair nebâtât ile süsleyip mezarlıklarını Osmanlılar kadar şenlendirebilmiştir. Şüphesiz erkek mezar taşlarının en dikkat çeken kısmı başlıklardır. Başlıklar üç ana kısma ayrılabilirler: KAVUKLAR 1. Kallavi Kavuk, 2. Mücevveze Kavuk, 3. Burma Sarıklı Kavuk, 4. Kafesi Sarıklı Kavuk, 5. Kâtibî Kavuk, 6. Örfî Kavuk, 7. Yeniçeri Başlığı, FESLER 1. Mahmudi Fes, 2. Azîzi Fes, 3. Hamidî Fes, 4. Tarikat Başlığı, 5. Mevlevî Başlığı, 6. Kadirî Başlığı, 7. Nakşî Başlığı, 8. Bektaşî Başlığı, 9. Melâmi Başlığı, 10. Sünbüliye Başlığı Osmanlılar'da mezar taşlarının asıl amacının bir insan tasviri yapmak olmadığı, aksine, o insanın pâyesini, daha alt katmanda kimliğini ortaya çıkarmak, kısacası taşın sahibini tanıtmak olduğu görülecektir. Kişinin genç yaşta ölmüş olduğunu belirten çiçek, hacı olduğunu belirten hurma ağacı, îdam edildiğini anlatan boyun kısmındaki kement, mesleklerini yansıtan tulumba, çapa, ok-yay -ki namlı bir kemankeş olduğuna işaret eder- ve okur-yazarlığına delalet eden kalem-divit gibi simgelerde de, kişinin kimliği ile ilgili daha özel bilgiler verilmeye çalışılmıştır. Bu yüzden, serpuşun ve diğer simgelerin mezar taşlarındaki anlamı, son derece büyüktür. Osmanlılarda sosyal statünün en önemli göstergesi mezar taşlarının, taş işçiliği ve edebî özelliği yanındda yazı sanatı bakımından önemi bulunmaktadır. Tarihi mezar taşı kitâbelerinde, Osmanlı'nın önemli hattatlarının yazdığı imzalı mezar taşı kitabeleri bulunmaktadır. Mezar taşlarında genellikle celî sülüs, celî talik, kufi yazı çeşitleri kullanılmıştır. Sanatta üslup sahibi hattatlar yazdıkları mezar taşı kitâbelerinin sonuna imzalarını atmışlardır. İmza sadece hattat ismi olduğu gibi genelde 'bunu yazan' anlamına gelen Arapça ketebehu fiiliyle birlikte de kullanılmıştır.

Mustafa YILMAZ 01 Aralık
Konu resmiSil Gözyaşlarını Baba!
Aile ve Çocuk

Hastaneye vardığında babasının kapıda beklediğini gördü. Sadece bakıştılar. Babasının gözleri dolmuştu. Bir damla yaş yanağğından aşağı süzüldü. Mücteba sil gözyaşlarını baba diyecekti. İkisi de üzüntüsünden bir şey söyleyemedi. Babası elini oğlunun omzuna attı, birlikte yürümeye başladılar. Mücteba, sabah kalktığında kendini çok farklı hissediyordu. Biraz uykusu var gibiydi, ama içinde başka kıpırtılar koşuşuyordu. Tekrar yatmayı hiç düşünmedi. Hemen perdeyi açtı. Dışarısı her günkünden daha farklı görünüyordu. Bu farklılık havanın biraz bulutlu olmasından değildi tabiî ki. Pencereden etrafa şöyle bir göz attı. Sarı, beyaz alacalı bir kedi evlerinin yanındaki duvara bir sıçrayışta çıktı ve ön ayaklarını ileri atarak gerindi de gerindi. Ön patilerindeki tırnaklarını o kadar açtı ki sanki hepsi birer hançer gibiydi. Kedi, Mücteba'nın ilgisini çekmişti. Fakat daha fazla izleyemedi. Heyecanını biraz olsun yatıştırmak için derin nefes aldı, ellerini yüzüne kapattı ve bir süre öyle kaldı. Ellerini yüzünden çekti, yerde terliğinin tekini gördü ve sağ ayağına giydi. Her zaman terliklerini ve ayakkabılarını giyerken önce sağı sonra solu giyerdi. Daha küçükken babasından bunun sünnet olduğunu duymuştu. İnsan kimi severse her şeyi onun gibi yapmak ister. O sevilmeye en layık insanın Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam oldduğunu düşünürdü. O'nu hep taklit etmek isterdi. Mücteba dışarı çıkınca önce yüzünü yıkadı ve mutfağa doğru yürüdü. Her sabah mutfağa ilk girdiğinde annesi orada kahvaltı hazırlıyor olurdu. Bu sabah mutfakta annesini göremeyecekti. Bu onu hüzünlendirmişti ama içindeki asıl sıkıntı dedesinin hastalığının ilerlemiş olmasıydı. Mutfaktan içeri girdiğinde teyzesinin kahvaltı masasında kendisini beklediğini gördü. Masaya doğru ilerlerken teyzesine; -Selamün aleyküm, dedi. -Aleyküm selam yeğenim, hevesinden erken kalktın herhalde -Doğru dürüst uyuyamadım ki zaten teyze. Bir o tarafa bir bu tarafa dönüp durdum. Hep dedem gözümün önündeydi. Babamla annem de mi yanında şimdi? -Evet onlar sabah namazından sonra gittiler hastaneye. Biraz önce annenle telefonda görüştük merak etme iyiymiş. Mücteba üzülüyordu. Yemek yerken bile boğazında bir şey düğümleniyordu sanki ve zor yutkunuyordu lokmaları. Alelacele kahvaltı yapıp masadan kalktı. Bir an önce hastaneye gidip dedesini görmek istiyordu. Teyzesi ona hangi dolmuşla gideceğini ve nerede ineceğini tarif etti. Dalgın gibi duruyordu mücteba yine de dişlerini misvakla fırçalamayı unutmadı. Hastaneye vardığında babasının kapıda beklediğini gördü. Sadece bakıştılar. Babasının gözleri dolmuştu. Bir damla yaş yanağından aşağı süzüldü. Mücteba sil gözyaşlarını baba diyecekti. İkisi de üzüntüsünden bir şey söyleyemedi. Babası elini oğlunun omzuna attı, birlikte yürümeye başladılar. Ne garip bir yerdi burası. Hastaneyi ilk görmesiydi bu. Çok etkilenmişti. Dedesinin kaldığı odada başka hastalar da vardı. Bazıları inliyor, bazıları sanki hiç kıpırdamadan yatıyordu. Hastanenin kapısından girdiğindden beri hep etrafını incelemiş, orasının nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalışmıştı. Aslında biraz ürpermiş ve korkmuştu. Hayalinden kendisinin de bir gün buraya hasta olarak gelebileceği geçmişti. Zaten onu asıl ürperten de bu ihtimaldi. Dedesinin kaldığı odaya doğru ilerlerken sağlı sollu açık kapılardan içeriye baktı. Ayağı alçılı, kafası sargılı, hırıltılı nefes alabilen, ağzına oksijen tüpü takılmış olan birçok kişi görmüşttü. Acaba hangisinin yerinde olmak daha iyidir diye düşündü. Sonuçta hepsi de çok zordu. Bir de onu en çok etkileyen hemen hemen kendi yaşlarına yakın bir çocuğun acı içinde feryat etmesi oldu. Bir sedyenin üzerinde taşıyorlardı. Sedye hızla Mücteba'nın yanından geçti. Çocuğu görememişti ama sanki sesi tanıdık geliyordu.Dedesi kapının girişine yakın bir yatakta yatıyordu. Kolunda serum bağlıydı. Serum çok yavaş damlıyordu. Bu hızla dört-beş saat sürer diye düşündü içinden. Mücteba; -Geçmiş olsun dede. dedi. Burada çok sıkılıyorsundur herhalde. Dedesi; -Bazen öyle oğlum. Dedi. Fakat güzel bakan güzel görür, güzel gören hayatından lezzet alır. Benim de burada olmaktan dolayı kazandığım bir şeyler var. -Nasıl olur dedeciğim dedi. Mücteba, burada olmayı kim ister? -Doğru söylüyorsun burada olmayı kimse istemez. Ama ben şu anda buradayım ve burada olmam gerekiyor. Öyleyse burada olmanın güzel taraflarını görmeye çalışıyorum. -Nasıl yani? -Bak oğlum! Biliyorsun bizi ve bütün kâinatı yaratan Allah'tır. Her şey O'nun elindedir ve her şey O'nun isteğiyle olur. Öyle mi? -Tabi ki öyledir dede. -Peki bana bu hastalığı veren de O değilmidir? -Evet Allah'tır. -Ben şimdi O'na itiraz mı edeyim? Halbuki hayatım boyunca bana sayısız nimetler vermişti. Onlara itiraz etmedim. Çok hikmetli olarak nefsime sıkıntı veren bu durumda; Ey Allah'ım verdiğin nimetler güzeldi. Ama bu hastalığı beğenmedim mi diyeyim. Bak şimdi! Bir güz mevsiminde Ahmet Emmi uzak memleketteki bir dostunu ziyarete gitmiş. O dostu Ahmet Emmi'yi karşılamış ve güzelce misafir etmiş. Ertesi gün de bağa götürmüş. Ahmet Emmi bağdaki çeşit çeşit lezzetli üzümleri yeyince hızını alamamış. Ya Hu arkadaş demiş. Eliyle bağın etrafındaki tarlaları göstererek şuraları şuraları da bağ yapsaydın ya. Arkadaşı biraz gülümsemiş ve Ahmet Emmi'yi beş altı ay sonrası için tekrar davet etmiş. Ahmet Emmi o güzel üzümlerin hatırına bahar mevsiminde yine dostunu ziyarete gelmiş. Biraz hoşbeşten sonra Hadi bağa gidelim demiş Ahmet Emmi. Tabi baharda bağda bolca iş olur. Gitmişler ellerinde bel, çalışmaya başlamışlar. Biraz sonra Ahmet Emmi Yâhu arkadaş demiş. Eliyle bağın bir kısmını göstererek Şu kadar bağ neyine yetmezdi. İşte insan böyledir. Nîmetler gelirken daha yok mu? der. Biraz sıkıntıyı görünce de bu kadar da olmaz ki der. -Dede peki Allah bizi sevmiyor mu? Neden bu hastalıkları, musibetleri veriyor? Bize ne faydası var? -Allah bizi tabi ki seviyor. Başımıza gelen musibetlerin farklı hikmetleri vardır yavrum. Bazı hastalıklar ve musibetler vardır ki insan kendinin ne kadar aciz, zayıf ve fakir olduğunu anlayarak sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah'a sığınır. Böyleliklle ibâdetlerini daha ihlaslı yapmaya gayret eder. Hem dünyada huzurlu yaşar. Hem de sonsuz ahiret hayatında cennet gibi ebedi saadet mükafatını kazanmış olur. İnsanın başına gelen bazı sıkıntılar ise şefkat tokatlarıdır. -Şefkat tokadı ne demektir? dede. -Bir çocuk tehlikeli bir şeyle oynarken annesinin ikazlarını dinlemezse annesi ona bir tokat atar. O da bu tokadın korkusuyla o tehlikeli şeyi bırakır. Hemen annesinin şefkatli sinesine sığınır. Şimdi bu tokat kimin işine yaradı? Annenin mi? Çocuğun mu? İşte insan bazen kendisinin cehenneme gitmesine vesile olacak durumlara girer. Gaflete dalar. Allah'ı, ahireti, ölümü unutabilir. Allah ona bir sıkıntı verir. O kişi kendine gelir. İstikametli yola yani Allah'ın istediği şekilde yaşamaya geri döner. Kurtulur. Dedesinin anlattıklarını dikkatle dinlerken hastaneye girdiğinden beri gördüğü hastalar tekrar canlandı gözünün önünde. Ben olsam dedem gibi düşünüp rahatlayabilir miyim acaba? derken; -Dedeciğim son bir şey daha soracağım dedi. Mücteba. -Bu sıkıntılara ya da hastalıklara hiç itiraz etme hakkımız yok mu? -Usta, sanatkar bir terzi düşün. Bu terzi parayla kendine modellik yapması için fakir bir adamı kiralıyor. Diktiği bir elbiseyi ona giydiriyor. Elbisenin nasıl durduğuna bakmak için o adamı oturtuyor, kaldırıyor, sağa, sola döndürüyor. Bazen de elbiseyi kesip biçiyor, kısaltıp uzatıyor. Şimdi, bu parayla modellik yapan fakir adam, dese ki maharetli terziye; sen bana oturup kaldırmakla zahmet veriyorsun. Hem beni güzelleştiren elbiseyi kesip biçmekle beni çirkinleştiriyorsun. Ne kadar ahmaklık eder değil mi? Çünkü o bir modeldir ve o elbise de onun kendi malı değildir. İşte bizim bedenimiz dahi bizim malımız değildir. Madem bize veren ve onu güzelleştiren Allah'tır. Öyleyse onun üzerinde istediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir. Mücteba o gün dedesinden çok etkilendi. Çünkü etraftaki çoğu hastalar ya inliyordu ya da morali bozuk, kaşları çatık, hem bedenen hem ruhen ızdırap çekiyorlardı. Dedesinin ise belki oradaki çoğundan daha fazla acıları vardı. Çünkü hastalığı o kadar ilerlemişti ki birkaç gün sonra vefat etmişti. Ama buna rağmen ne inliyordu ne de kaşlarını çatıp isyankar bir vaziyet alıyordu. Hatta gülümsüyordu. Dedesinin anlattıkları onu mantıken ikna etmişti ama yine o durumlara düşmek istemezdi. Ya Rabbi beni ve tüm Müslümanları buralara hasta olarak düşürme diye duâ etti. Babası refakatçi yani dedesine yardımcı olarak hastanede kaldı. Mücteba ise annesiyle beraber hastaneden ayrılıyorlardı. Dedesini öptü. Allah sana hayırlı şifalar versin diye duâ etti. Tam hastaneden çıkacaklardı ki, iki sokak ilerideki müstakil evde oturan komşuları Hatice hanıma rastladılar. Mücteba'nın annesi; -Hayrola Hatice Hanım? Diye sordu. Hatice Hanım çok üzgün görünüyordu. Gözündeki yaşları silerken; -Sorma komşu, dedi. Bizim Tayfun balkondan aşağı sarkarken düştü. -Geçmiş olsun komşum. Durumu nasıl? -Sağ bacağı kırıldı. Şu anda ameliyatta. Sonra da alçıya alacaklarmış. O zaman Mücteba'nın kafasında şimşekler çaktı. Hastaneye ilk girdiğinde ağlayarak sedyede götürdükleri çocuğun sesi Tayfun'a benziyordu. O'nu en son gördüğünde mahalledeki kedilere ve kuşlara taş atıyor ve onları yaralıyordu. Mücteba içinden şefkat tokadı dedi. Yine de arkadaşının durumuna çok üzülmüştü. Dedesine ve Tayfun'a hayırlı şifalar vermesi için Allah'a tekrar duâ etti.

Sedat EROĞLU 01 Aralık
Konu resmiBilgisayarda Osmanlıca
Eğitim

Bilgisayarımda Osmanlıca yazmak istiyorumne yapmam lazım?www.irfanmektebi.com/osmanlicasitesinden gerekli programı indirip kurmanlnız gerekiyor.Osmanlıca klavyeye ihtiyacım var mı?Hayır, gerek yok mevcut Türkçe klavylyenizi kullanabilirsinizPeki, dikkat etmem gereken bir durumvar mı?Sitede teferruatlı bir izah var. En çokdikkat edeceğiniz hususlar şunlardır:Bildiğiniz gibi okutucu " ه", kendindensonraki harf ile birleşmez. Bunun için okutltucu " ه" harfinden sonra Shift () tuşu ileberaber boşluk tuşuna basmanız gerekiyor.Sadece boşluk tuşuna basarsanız ayrı bir kellime gibi işlem görür.Ayrıca " ى" ile biten bir kelime " ى" ilebaşlayan ek ile birleşmez. Bunun için yineShift+boşluk tuşları kullanılmalıdır.Dört tane hemze vardır. Bunlar,ء) ) Hemze, ( أ) Hemzeli Elif, ( ؤ) HemzeliVav, ( ئ) Hemzeli Ye olup, duruma göregerekli olan harfi kullanmamız gerekiyor.Kelime ortasındaki hemze, ( ئ) Hemzeli Yeile kullanılır.İnternette Osmanlıca öğrenebileceğim bir sitevar mı?Evet, www.islamharfleri.com adındaçok güzel bir site var. Hatta tamamen Osmlmanlıca bir bölümü de var. Ziyaret etmenizitavsiye ederiz!

Arif AKTAŞ 01 Aralık