222. Sayı: "Her Kışın Bir Baharı Vardır"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBahar Kalpten Başlar
İnsan

Bazen bir sayı, sadece bir sayı değildir; bazen bir mevsim gibi gelir. İçeri girer usulca. Bir pencere açılır, bir tohum çatlar, bir cümle düşer. İşte bu sayı, o türden bir gelişin habercisi. Bahar gibi; yavaş ama kararlı, sakin ama canlı. Bir kelime düştü önce. Ardından bir bakış, bir niyet. Sonra bir cümle. Ve sonra, içimizi ısıtan bir dosya açıldı önümüze. Bu bahar sayısı, sadece mevsim değişimini anlatmıyor. Bir düşünce ikliminden, bir kalp halinden söz ediyor. Çünkü biz biliyoruz ki: Her bahar bir çiçekle başlar. Ama o çiçek, hep bir yürekten açılır.Bu sayıda baharın insan tarafını konuştuk. Dışarıdaki tabiatla içimizdeki sessizliği buluşturduk. Gazze’de mevsimin nasıl hazana döndüğünü hatırlattık. Çünkü bir bahar, her zaman günlük güneşlikle gelmez; bazen bir yıkımın ortasında yeni bir filizlenme, yeni bir doğuş, yeni bir ferecle başlar. İşte o yüzden “Bahar ve Haşir” de dedik. Çünkü her diriliş, bir sonun ardına gizlenmiş olabilir. Çünkü inanan için bahar, sadece Nisan’da değil; kalpte, sabırda, duada başlar. Çiçekleri ahirette açar.“İslamiyet ile Her Mevsim Bahardır” dedik. Çünkü inanan gönül, sonbaharda bile bahar gibi bakabilir hayata. “Risale-i Nur’da ve Divan Edebiyatı’nda bülbüle yüklenen mana”yı konuştuk. Çünkü bülbül bir kuş da olsa, bir kelimeden daha fazlasını, bizim duyduğumuzdan daha fazlasını anlatır: hakikati, aşkı, sabrı, bekleyişi ve bazen de sessiz bir yakarışı... Ve “Küresel Problemler ve İnsanlığın Baharı” başlığıyla sorduk: Gri bir çağda yaşıyoruz, peki içimizde hâlâ bahar kalmış mıdır? Yoksa en büyük kuraklık, içimizdeki umutların solması mı?Bir çiçek gibi açmak dedik ya… Onun da yükü var. Gövdesi kırılabilir, yaprağı üşüyebilir. Ama yine de açar. Çünkü bahar, vazgeçmeyenlerindir.Ve gördük: Cesaret, bulaşıcıdır. İyilik, geçicilik değil; geçiştir. Kalpten kalbe geçen her niyet, yeni bir başlangıçtır.Belki bu yazı, sende bir kıpırtı olur. Belki bir satır, bir pencere aralar. Belki bir sessizliği dile çevirir. Belki sadece hatırlatır: Sen de varsın.Ve sonra… Bir çiçek daha açar. Bir bahar daha başlar.Çünkü bahar, önce kalpte başlar. Ve birlikte atan kalpler, bir milleti kurar.Bu yüzden buradayız. Bu yüzden bu sayı elimizde. Samimi bir merhaba ve baharın gerçekten gelmesi duası ile…

Metin UÇAR 01 Mayıs
Konu resmiTarihten Notlar
Tarih

Haydarpaşa Rıhtımındaki Askerî KarakolHaydarpaşa, adını Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman dönemi vezirlerinden olan Haydar Paşa’dan almıştır. Haydar Paşa, burada çok güzel bir kasır inşa ettirmişti. Haydarpaşa çayırı ve arkasındaki düz alan Osmanlı ordusunun bir kısmının Anadolu yönünde sefere çıktığında toplandığı yer olarak bilinir. Nizâm-ı cedîd askerleri 19. yüzyılda talimlerini burada yapmaktaydılar. Haydarpaşa çayırı 1800’lerde piknik alanı olarak da kullanılıyordu. Sultan 2. Mahmud zamanında Şehzade Murad ve Şehzade Abdülhamid’in sünnet düğünleri Haydarpaşa’da yapılmıştı. Sultan Abdülmecid döneminde ise Âdile Sultan ile Mehmed Ali Paşa’nın düğün törenlerine ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca geniş Haydarpaşa düzlüğü balon uçuş denemelerine şahit olmuştur. Yine burası Birinci Cihan Harbi esnasında açık bir ordugâh görevi görmüştür. Muhtelif cephelerde yaralanan askerler, buradaki sahra hastanesinde tedavi altına alınıyorlardı. Haydarpaşa’ya inşa edilen Anadolu demiryolunun ilk istasyonu denize göre daha geride küçük ve basit bir binaydı. İşletmeye 1872’de açılan bu demiryolu, bir banliyö hattı ölçüsünü aşmıyordu. Fakat 1906’da Sultan 2. Abdülhamid zamanında, Anadolu yönünde Bağdat demiryolu gelişti. İstanbul Boğazı’nın kıyısında kazıklar çakılarak doldurulan arazi üstünde, mimar Otto Ritter ile Helmuth Cuno’nun projelerine göre Prusya Neo-Rönesans üslûbunda heybetli bir bina olarak yapılan Haydarpaşa Garı inşa edildi. İnşaat, 1908’de tamamlandı. Haydarpaşa arazisi üzerine 1902’de Anadolu Demiryolları Şirket-i Osmaniyyesi’nde mimarlığa başlayan Emile Faracci tarafından bir askerî karakol binası inşa edilmiştir. Bu bina eski pasaport dairesi olarak da bilinir. İnşaatı 1903’te biten binanın soğan kubbeli muhteşem bir kapısı vardı. Ancak bu kapı günümüze ulaşamamıştır. Binası ise yıpranmış bir halde de olsa hala ayaktadır.5 Mayıs 1102 Murabıtlar, İspanya’nın Valencia şehrini fethettilerEndülüs Emevî Halifelerinden olan 3. Ab­dur­rahman’ın 961’de vefatının ardından onun yerine geçenler, eski güçlerini koruyamadılar. İktidarı elinde tutmaya çalışan Âmirîler, başarılı olamayınca İspanya’nın doğusundaki Valencia’ya giderek 1021’de buranın yönetimini ele geçirdiler. Ancak Rodrigo Diaz de Vivar, 1094’te şehri ele geçirdi. Rodrigo’nun 1099’da ölümü üzerine yerine karısı Ximena geçti. Onun zamanında Yûsuf bin Tâşfîn şehri tekrar İslâm hâkimiyeti altına almak için seferber oldu ve sonunda Emîr Ebû Muhammed el-Mezdelî kumandasındaki Murâbıt kuvvetleri şehri fethettiler. İslâm kaynaklarında Belensiye olarak geçen Valencia şehri, 1238’te Hristiyanların eline geçti. 11 Mayıs 1954 Arapkirli Hüseyin Avni Efendi vefat ettiHüseyin Avni Efendi, Malatya’nın Arapkir ilçesinde Ocak 1864’te dünyaya gelmiştir. İlk tahsilini Malatya’da tamamladıktan sonra İstanbul’a gitti ve Beyazıt dersiâmlarından Bayburtlu Hüseyin Hüsnü Efendi ile Şeyhülislâm Bodrumlu Ömer Lutfi Efendi’nin derslerine devam etti. Her ikisinden de 4 Mart 1887’de icâzet aldı. İlk resmî görevi, Üsküdar Toptaşı Askerî Rüşdiyesi’ndeki kavâid-i Osmâniyye ve imlâ muallimliğidir. Birçok medresede müderrislik ve ilmiye alanında üst düzey görevlerde bulunduktan sonra 17 Ağustos 1918’de Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye âzalığına atandı. Bir müddet sonra 26 Eylül 1919’da bu kurulun reis vekilliğine ve iki ay sonra da reisliğine tayin edildi. Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile medreseler kapatılınca 11 Ekim 1926’da Dârülfünun İlâhiyat Fakültesi hadis tarihi müderrisliğine getirildi. Bu fakülte, 1 Ağustos 1933’te kapatılıncaya kadar burada görev yaptı. Hüseyin Avni Efendi 1934’te emekli oldu. Emeklilik sonrası bir müddet Erenköy Sahrâ-yı Cedîd’de bulunan köşkünde kaldı. İlerleyen yaşı dolayısıyla Beyazıt ve çevresindeki ilim muhitine gidip gelmekte güçlük çekince Lâleli’ye taşındı. 11 Mayıs 1954’te vefat etti ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi. 31 Mayıs 629 Hz. Amr bin Âs (ra) Müslüman olduMekke’de dünyaya gelen Hz. Amr bin Âs (ra), Kureyş kabilesinin Sehm koluna mensuptur. Mekke’nin fethinden önce 31 Mayıs 629 tarihinde Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz (asm), onu İslâmi­yet’i tebliğ etmek ve vergi toplamak üzere Umman’a gönderdi. Hz. Ebû Bekir (ra) döneminde küçük bir askerî birliğin başında Güneydoğu Filistin’e gönderildi ve bölgenin fethinde büyük rolü oldu. Ecnâdeyn ve Yermük savaşlarına katıldı. Hz. Ömer (ra) zamanında Filistin’i kesin olarak İslâm hâkimiyeti altına aldı. Kudüs halkının şehri, Hz. Ömer’e (ra) teslim etmelerine aracılık eden de odur. Mısır’ı 642’de fethettikten sonra, buraya vali tayin edildi. Mısır valiliğinden 648’te azledildiyse de 658’de tekrar Mısır’a vali oldu ve 664’te vefat edene kadar bu görevini devam ettirdi. Arapların meşhur dört dâhisinden biri olarak kabul edilen Hz. Amr bin Âs (ra) zeki, son derece cesur, iyi bir hatip ve şair, kabiliyetli bir idareci idi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiNesimî’nin Gül Bahçesinde Bir Yürüyüş
Kültür ve Medeniyet

Bazı kelimeler vardır ki, yalnızca bir nesneyi, bir çiçeği ya da bir güzelliği anlatmaz; aynı zamanda bir medeniyetin ruhunu, bir halkın inancını, bir gönül adamının kalp ritmini dile getirir. Nesîmî’nin şiirinde “gül” böyle bir kelimedir. O, sadece bir çiçek değildir; bir nişan, bir işaret, bir sır taşıyıcısıdır. Gül, kâinatta var olan en ince duyguların, en derin hakikatlerin zarif simgesidir. İlahi aşkın kokusunu taşıyan bu sembol, şiirde peygamberî nurun, manevi yüceliğin ve varoluşun merkezinde yatan özün adeta bir çiçek gibi açmış hâlidir. Nesîmî, kelimeleri birer yaprak gibi usulca dizerken okuyucuyu “şahın bahçesine” çağırır. Bu bahçe, sıradan bir güzellik mekânı değil; derin bir anlamın, tasavvufî bir hakikat arayışının aksidir. O bahçede, “postu destarı gül” olan bir mürşid oturur. Bu kişi, kendi nefsini aşmış, benliğini ilahi aşkla yoğurmuş, her hücresinde güzelliği taşıyan bir hakikat insanıdır. Onun varlığı bile bir gül gibi açılmış, görünüşüyle cezbedici, özüyle besleyici, dikeniyle terbiye edici olmuştur.Gül, bu noktada sadece doğanın değil, varlığın da özüdür. “Peygamberin nesli güldür” denildiğinde, Hz. Muhammed’in (sav) zatında tecelli eden rahmet, zarafet ve cemal kastedilir. Çünkü O, Allah’ın “rahmeten li’l-âlemin” sıfatının zirvesidir. Gül gibi, kokusuyla âlemleri sarar, ama dikeniyle hakikat yolunun sabırla geçilmesi gereken bir imtihan olduğunu da hatırlatır. Tasavvufta gül, Hz. Peygamber’in remzidir. Dolayısıyla gül hem sembol hem ölçüdür; hem vuslat hem de çile kapısıdır.İkinci kıtada doğanın tümüyle gülleştiği bir manzara çıkar karşımıza. Asma dallarında gül, kovanlarda gül balı, ağaçların dallarında gülün halleri… Varlık adeta bir gül ağının içine düşmüştür. Her şey gül olmuştur, çünkü âşığın nazarında her şey maşukun bir yansımasıdır. Servi de gül, çınar da gül; çünkü bakan göz âşık gözü olunca, gördüğü her şeyde gülün sırrını fark eder. Bu dönüşüm, mecazî bir dönüşüm değildir yalnızca; bir bakış biçiminin, bir kalp kıvamının, bir ruh halinin ifadesidir. Gül artık bir çiçek değil, bir hakikat aynasıdır.Şiirin ortalarında yakıcı bir çağrı yükselir: “Açıl gel ey gonca gülüm.” Bu çağrı, yalnızca bir çiçeğe değildir; hakikate, vuslata, marifete, yani beklenen manaya yöneliktir. Bülbül, burada hem halkın sesidir, hem de âşığın sabırsız ama sadık hâlidir. O bülbül, içli bir sızıyla ağlar. Çünkü gönlünde bir gül vardır ki, hâlâ açmamıştır. Ve bilinmelidir ki, gül açmadan gönül açılmaz. Gül ne zaman açarsa, işte o vakit hakikat tebessüm eder.Ve işte şiirin merkezine oturan bir bölüm gelir:“Gülden terazi tutarlar  Gül ile gülü tartarlar”Bu mısralarda gül, yalnızca güzelliğin değil, adaletin de ölçüsü olur. Güzel olanın ölçüsü güldür. Hakikat, gül ile ölçülür; çünkü gül hem estetiği hem ahlakı hem de manayı taşır. Tasavvufta Hz. Muhammed’in (sav) gül ile temsil edilmesi boşuna değildir; O’nun her hali bir gül gibi dengelidir: ne az ne fazla, ne kaba ne fazla naif. Bu yüzden hem fert hem toplum için en sağlıklı ölçü, sünnet-i seniyye ve peygamber ahlakıdır. Ancak bu ahlaka göre ölçülürse davranışlar, ancak bu terazide tartılırsa sözler, dünya hayatı saadete, ahiret hayatı ise cennete dönüşür. Çünkü kişinin terazisi neyle dolarsa, kıyamette o tartılır. Sevap, iyilik, güzellik; hepsi bu gül terazisinde tartılır.Ve düşünün ki bir toplumun pazarı bile gül olmuşsa, o toplum artık kâr-zarar değil; zarafet, edep ve aşk üzerinden alışveriş yapıyordur. Bu çarşıda alım-satım gülledir. Paranın değil, niyetin konuştuğu bir pazardır bu. Orada terazilerde gül vardır; çünkü o toplum, ölçüsünü gülden alır.Şiirin sonlarına doğru, şair kendine dönerek seslenir: “Gel ha gel gül ey Nesîmî.” Bu çağrı yalnızca şaire değil, onu okuyan ve onunla birlikte gül bahçesine giren herkese yöneliktir. Gül mevsimi gelmiştir. Vuslat zamanıdır. Kalplerin açılma, hakikatlerin yeşerme, gönüllerin güle dönme vaktidir. Feryat eden bülbül artık susmasın, çünkü onun feryadı yalnızca bir kuşun sesi değil, bir ümmetin, bir âşığın, bir hakikat yolcusunun içli çağrısıdır.Nesîmî’nin gül bahçesi, süs olsun diye yazılmış bir şiir değildir. Her kelimesiyle bir hakikati, her dizesiyle bir yolculuğu ima eder. Bu şiir, tasavvufun kelimelerle örülmüş halidir. İçine giren kişi, sadece bir mısra değil, bir maneviyat bahçesi içinde yürür. Her satırda biraz daha gül olur, biraz daha hakikate yaklaşır.Çünkü âşık için gül neyse, hakikat yolcusu için de kelime odur:Açar, kokar, kanatır, sınar… ama sonunda sükûnet verir.Ve belki de en derin hâliyle fısıldar:“Gül olanın aslı güldür…”Aslın neyse, ona dönersin. Ve dönmek, haki­katin en ince adımıdır.

Selahaddin Apar 01 Mayıs
Konu resmiİslam Dünyasında Umudun Baharı, Üzüntünün Kışı
İnsan

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; akıl çağıydı, budalalık çağıydı; inanç çağıydı, inançsızlık çağıydı; aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi; umut baharıydı, üzüntü kışıydı; hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu… kısacası devir şimdikine öyle benziyordu ki…” ifadeleriyle başlar İki Şehrin Hikâyesi adlı romanına Charles Dickens ve romana “M.S. 1775. Yılıydı” diye devam eder. 1775 yılıydı diye anlattığı satırları 1859’da kaleme almıştır.Umut bahardır. Bahar umuttur. Bahar hayattır. Bahar yeniden ihyadır. Nitekim Rum Suresi 50. ayette; “Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? ...” ifadelerinde yeryüzünün kış mevsimiyle vuku bulan ölümünün ardından bahar ile başlayan yeniden ihyasına işaret edilmektedir. Dünyadaki hayat ve ölüm döngüsü içerisinde cereyan eden bu gerçeklik, edebi yazında da buna uygun şekilde tezahür etmiştir. Hususen divan edebiyatının pek çok şiirinde de bahar bu minvalde işlenmiştir. 17. yy şairi Nef’i, "Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem/ Açsın bizim de gönlümüz (İlkbahar rüzgârı esti, sabahleyin güller açıldı. / Bizim de gönlümüz açılsın)”; 16. yy şairi Bâkî, “Nev-bahâr irişdi vü gitdi şitâ (İlkbahar erişti ve kış gitti)” mısrasıyla da hakikatte iki halin bir arada olmamasına dikkat çekmektedir.Müstakil ve münhasır olarak bahar ayrı, kış ayrı bir mevzu…Ancak kimi zaman olur ki kışın ortasında bahar gibi anlar ya da bahar içerisinde kışı andıran zamanlar bir arada muvakkaten olabilir. Yine meşhur bir türkünün “Yazın yağar kar başıma” sözleri ya da yine meşhur başka bir şarkıda yer alan “Dostum dostum/ Güzel dostum/ Bu ne beter çizgidir bu /Bu ne çıldırtan denge/ Yaprak döker bir yanımız/ Bir yanımız bahar bahçe” sözleri Dickens’ın “umut baharı üzüntü kışına, zamanların en iyisi zamanların en kötüsüne” tekabül eder. Dickens, 1775 yılının ahvalini anlatırken “kısacası devir şimdikine öyle benziyordu ki…” der. Bu ifadeleriyle de 1775 yılının romanı kaleme aldığı 1859 yılına ne kadar da çok benzediğinden bahseder. 1775 yılını tasvir eden, hususiyetleri itibariyle 1859’a da tekabül ettiği yazarı tarafından da belirtilen bu ahval ve bu ahvalin oluşturduğu hissiyat, 1775’ten 250 yıl sonra 2025 yılı için ne kadar da denk düşmektedir. En azından dünyanın bir kesimini oluşturanlar için, bizler için. Romanın ikinci sayfada “İngiltere’de milletçe övünmeyi haklı çıkaracak derecede bir dirlik düzenlik pek yok gibiydi. Her gece başkentin içinde silahlı adamlar korkusuzca hırsızlık, soygunculuk yapıyorlardı…” der. Dickens’ın 1859’da yazdığı bu romandaki serüven örgüsü bir kenara konularak, eserin yukarıdaki giriş cümlelerinden hareketle yakın geçmişi de kapsayan ve dahi içinde bulunduğumuz zaman diliminin romanını yazmak mümkündür. Ancak “bu romanda bahsedilen olaylar ve hadiseler tamamen gerçek ürünüdür” notu da iliştirilmelidir.Bir yanıyla zamanların en iyisinde yaşadığımız şüphesiz. Bizden önceki devirlerde yaşayan insanlardan daha çok şey biliyoruz ve daha çok teknolojik konfor alanına sahibiz. Hepimizin muhatap olduğu insanlığın kollektif teknolojik imkânlarını ve eriştiği tekamül noktasını uzun uzun burada tasvir etmek gereksiz. Tarihî tüm tecrübelere ilişkin mukayese edebilecek bir külliyata, geçmişten ders çıkarabilecek bir müktesebata sahibiz. Çağdaş dünya, medeni dünya, modern dünya, evrensel insan hakları, evrensel değerler vs. vb. gibi mahiyetinin pek çok hususiyeti ihtiva ettiği devasa kavramlarımız var. Ancak diğer yanıyla da zamanların en kötüsündeydik, en kötüsündeyiz…Bu satırların yazıldığı nisan ayından 32 yıl önce, yine bir nisan ayında 6 Nisan 1992’de; zamanların en iyisini yaşadığını ileri süren Avrupa’nın tam ortasında tam 3 yıl sürecek olan Bosna soykırımı başladı. Umut baharı olan, olması gereken Bosna’da 3 yıl soykırım yapıldı. Hem İslam dünyasına hem de insanlığa üzüntü kışı yaşatıldı. Yazın başımıza kar yağdırıldı. Bir yanımız Bosna’nın bağımsızlığı ile bahar bahçe olurken diğer Bosna yanımız yaprak döktü. Üstelik soykırım devam ederken Avrupa’da zamanların en iyisi olduğu kabul edilen kararlar alındı; yani 22 Haziran 1993’te insan haklarına saygıyı da içeren Kopenhag kriterleri ilan edildi. Ancak bu kriterlerin varlığı eşliğinde 2,5 yıl kadar daha Avrupa’nın ortasında, Avrupa’nın göz yumarak zımni ortaklığında soykırım devam etti. Zamanların en kötüsüydü, koca imparatorluk dağılıyordu. 1917 yılında bugünkü Filistin toprakları ve Kudüs de İngilizlerin işgaline girdi. 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kuruluşu ilan edildi. Bu kuruluşun ertesi gün yani 15 Mayıs 1948 Filistinliler tarafından Nakba yani büyük felaket günü olarak nitelendirildi. Zamanların en kötüsüydü.Aynı yıl yani 10 Aralık 1948’de, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edildi. Zamanların en iyisi olsun isteniyordu. Ancak 1948’den bugüne bu bildirge eşliğinde insan hakları ihlali namına yapılacak ne varsa fazlasıyla yapıldı.Filistinlilerin mücadelesi zamanla “umut baharı” oldu ve 15 Kasım 1988’de Filistin Devleti’nin kurulduğu ilan edildi. 18 Ekim 1991 Azerbaycan bağımsızlığını elde etti; umudun baharı oldu. Bir yanımız bahar bahçeye döndü. Ancak 26 Şubat 1992’de Hocalı soykırımı yaşandı. Hocalı’da Ermeniler 7 yaşındaki çocukların derilerini canlı canlı yüzdüler ve kaç dakikada hayatlarını kaybettiklerine ilişkin başlarında dakika tutacak kadar bir vahşet uyguladılar. Bir yanımız yaprak döktü, bir yanımız üzüntü kışı oldu.Ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti; 1950’ lerin ortasında başlayan sorun, Türklere yönelik katliam hareketleri sonucunda Tür­­ki­ye’nin 1974 yılındaki Barış Harekâtı, 1983 yılında KKTC’nin kurulduğunun ilanı bir “umut baharı” ve “bir yanımızın bahar bah­çesi” ancak aradan geçen 50 yıl içerisinde hiçbir Türk ve Müslüman ülkenin henüz KKTC’yi tanımaması bir üzüntü kışı… Ve Doğu Türkistan; üzüntü kışımız, yaprak döken yanımız, yazın yağar kar başıma yanımız. Ve örneklerini çoğaltabileceğimiz pek çok zamanlar ve coğrafyalar…Ve Gazze….7 Ekim’den bugüne yine bir üzüntü kışının en şiddetlisi ile karşı karşıyayız. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın 57 üye devletiyle zamanların en iyisindeyiz. Ancak 57 üye hiçbir şey olduğunu, aslında hiçbir şeyimiz olmadığını müşahede ediyoruz. Gazze’ye bir lokma ekmek, bir yudum su temin edemiyoruz. Bombardımanda ölmeyen çocukların açlıktan öldüğü, hastanelerin, ambulansların, okulların ibadethanelerin inanç adına vurulduğu karanlık bir çağa şahitlik ediyoruz. Tarihte İslam dünyası olarak bu kadar zelil ve rezil olduğumuz pek az devir vardır. Sadece İslam dünyası olarak değil insanlığın da iflas ettiği bir dönemdeyiz.Dickens; Romanın ikinci sayfasında “İn­gil­te­re’de milletçe övünmeyi haklı çıkaracak derecede bir dirlik düzenlik pek yok gibiydi. Her gece başkentin içinde silahlı adamlar korkusuzca hırsızlık, soygunculuk yapıyorlardı…” der. İslam dünyası olarak övünebileceğimiz, dirlik ve düzenliğimiz yok, İslam dünyası olarak son yüz senedir hiçbir sorunumuzu inisiyatif alarak irade ortaya koyarak çözemedik. Romanda bahsedildiği gibi silahlı adamlar korkusuzca hırsızlık ve soygunculuk yapıyorlar. Ülkelerimize dalıyorlar topraklarımızı çalıyorlar. Halklarımızı sürgün etmekten, sahillerimize otel yapmaktan bahsediyorlar. Anneleri öldürerek, çocukların annelerini çalıyorlar, çocukların çocukluklarını çalıyorlar, çocukları öldürerek annelerin çocuklarını çalıyorlar. Soykırım ile gelecek nesilleri çalıyorlar. Her gece başkentin içinde silahlı adamlar kor­kusuzca hırsızlık, soygunculuk yapıyorlar. Bir gün Bağdat’ta görünüyorlar. Bir gün Lüb­nan’ı bombalıyorlar. Bir gün Af­ga­nis­tan’ı iş­gal ediyorlar bir gün Suriye’de karşımıza çı­kı­yorlar. Bir gün Bosna’daydılar bir gün Karabağ’daydılar. Bir gün Libya’da olmak istiyorlar bir gün İran’ı tehdit ediyorlar. Ve niceleri… ABD Başkanı canlı yayında Bahreyn Veliahd Prensine hitaben, “700 milyar dolarınız var ve bu çok fazla size; yakında sizi ziyarete geleceğim.” diyebiliyor. İslam Dünyası olarak paralarımıza, madenlerimize, yeraltı yer üstü kaynaklarımıza musallat oluyorlar. Bütün bunlarla birlikte üzüntü kışları içerisinde umudun baharını diri tutuyoruz. 1992’de Karabağ’ı işgal etmiş olsalar da Karabağ’ın azad olacağına inancımızı 30 sene yitirmedik. KKTC’nin bir gün hak ettiği yerde ve şekilde olacağına, tanınacağına ilişkin umudumuz tam. Nehirden denize başkenti Kudüs olan Filistin’in tahakkuk edeceğine şüphemiz yok. Doğu Türkistan’a ilişkin umutlarımız tükenmedi. M.S. 2025 Yılıydı.“Umut baharıydı, üzüntü kışıydı. Hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu. Yazın başımıza kar yağardı. Yaprak dökerdi bir yanımız, bir yanımız bahar bahçeydi.” Ancak unutmadığımız bir şeyler vardı.“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin” (Yusuf Suresi, 87 / Zümer Suresi, 53) “Şimdi Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?...” (Rum Suresi, 50)

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Mayıs
Konu resmiBahar ve Haşir
İtikad

Bahar mevsimi ile haşir arasında birçok manidar benzerlikler ve irtibat noktaları vardır. Bunlardan öne çıkanları şöyle sıralayabiliriz:Birincisi: Bahar, yeniden dirilişin sembolüdür. Kış mevsiminde bitkiler, ağaçlar gibi varlıklar, adeta ölüme benzeyen bir sessizlik içerisindedirler. Toprağın altındaki tohumların, çekirdeklerin -bir bakıma ölüyü ve ölümü andırırken- baharın gelişiyle filizlenmeleri, bitki ve ağaçların tekrar yeşermeleri bir dirilişe işaret eder. Çiğdem gibi rengârenk yaprakları solan bir çiçek, topraktaki kökünden ikinci bir baharda tekrar açıyorsa, en değerli hayat mertebesine sahip olan insan ölümden sonra haşir sabahında neden uyanmasın? Haşir baharında topraktaki özünden yeşerip çiçek açarcasına neden tekrar hayat bulmasın?İkincisi: Baharda dirilten Allah, haşir baharında diriltmeye gücü yetendir. Çünkü kışın ardından her baharda bunu yapan Zât, her şeye kâdirdir. İnsanları haşir baharında diriltmeye muktedirdir. Şu ayet-i kerime bunu açıkça ortaya koyar:“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”1“Her bahar mevsiminde ihyâ-yı arz keyfiyetinde (yeryüzüne hayat verilmesi sırasında) üç yüz bin tarzda haşrin numunelerini (yeniden dirilmenin misallerini) nihâyet derecede girift (karmakarışık), birbirine karıştırdığı hâlde, nihâyet derecede intizam ve temyîz (ayırma) ile nazar-ı beşere (insan gözüne) gösteriyor ki:‘Bunları böyle yapan Zât’a, haşir ve kıyamet ağır olamaz!’ der. Hem zeminin (yeryüzünün) sahifesinde yüz binler envaı (nev‘leri), beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatasız, kusursuz yazmak; bir tek Vâhid-i Ehad’in sikkesi (zatında ve sıfatında bir olan Allah’ın damgası) olduğundan, şu âyetle güneş gibi vahdâniyeti (Allah’ın birliğini) ispat etmekle beraber, güneşin tulû‘ ve gurûbu (doğup batması gibi) kolay ve kat‘î, kıyamet ve haşri gösterir.”2Üçüncüsü: Bahar, yenilenme ve imardır. Kış mevsiminde sanki ölü hükmünde hareketsiz, sessiz olan yeryüzü baharla birlikte canlanmakta ve tazelenmektedir. Ölmüş, kurumuş ağaçlar baharın gelmesiyle yapraklanmakta, çiçek açmakta ve meyveye durmaktadır. Kışın hissettiğimiz derin sessizliğin yerini ise tatlı tatlı esen bahar rüzgârı eşliğinde ağaçların dal ve yapraklarının çıkardığı seslerin yanı sıra kuş cıvıltıları ile birlikte muhtelif hayvanların sesleri almaktadır.Dördüncüsü: Dünya hayatı geçici, ahiret hayatı ise ebedidir. Bahar mevsiminin güzelliği ile birlikte geçici, devamsız olması, dünya hayatının kısa ve bir imtihan yeri olduğunu hatırlatırken, haşrin ise ebedî hayatın başlangıcı olduğunu vurgulamaktadır.Demek bahar, kışın varlıkların adeta ölümünden sonra yeniden canlanması, çiçeklerin açması, ağaçların yeşermeye başlamasıyla dirilişi simgeler. Bu hâl bize ölümden sonraki haşri, yeniden dirilmeyi hatırlatır. Kışın ölü hükmündeki topraktan filizlenen bitkiler, kabirlerinden çıkacak insanların bir misali olarak gösterilebilir.Kış mevsiminde, bitkilerin görünüşte yok olmuş gibi görünmesi, ancak toprak altında tohum ve çekirdeklerde saklı bir hayatın devam etmesi, ölümün sadece görünüşte bir yok oluş olduğunu ve aslında hayatın bir şekilde devam ettiğini gösterir. İşte baharda yeniden canlanan bitkiler ve ağaçlar gibi, insanlar da ölümden sonra ruhları itibarıyla varlıklarını sürdürmekle beraber, haşirde cismanî olarak yeniden diriltileceklerdir.1- Rûm, 502- Zülfikar, 25. Söz, s.16

Ali CİRİT 01 Mayıs
Konu resmiİslamiyet ile Her Mevsim Bahardır
İtikad

Alemlerin Rabbi olan Allah’ın (cc), beşeriyete göndermiş olduğu hidayet nurlarından uzak düşülen her dönemde, insanlık manen kurak ve ahlaki olarak da derin buhranların dehlizinde kaybolmuş, tabiri caiz ise çölde yolunu ve yönünü kaybetmiş kervanlar gibi savrulup gitmişlerdir. Tıpkı sonu gelmeyeceği sanılan çetin ve acımasız bir kış mevsiminde mahsur kalmış çıplak ağaçlar gibi umuttan mahrum gelecekten endişeli ve çaresizlik içinde kalakalmışlardır. İşte bu misüllü bir karanlık devire denk gelmiştir İslamiyet’in doğuşu. Hayatın yeniden filizlendiği, toprağın bir ümide uyandığı bahar mevsimi gibi, tüm yaşayanlara, hayatı bir mana ile buluşturma fırsatı sunmuştur İslamiyet. Öyle ki, soğuğun, ayazın ve çaresizliğin ardından doğan bir rahmet güneşi gibi, insanın içini ısıtan, gözleri ve gönülleri aydınlatan bir nur olarak yüzünü göstermiştir İslamiyet. Cahiliye döneminin merhametsiz karanlığını parça parça ederek, insanların akıllarını, kalplerini ve ruhlarını köpük köpük yıkayarak arındırmış, alternatifsiz bir yoldur İslamiyet. Kur’an, bahar mevsiminin müjde damlalarını sağanak sağanak hayatın üzerine yağdırır gibi ayet ayet, sure sure beşeriyeti amansız ve ölümcül bir hastalıktan kurtarmak için ameliyat eder gibi inzal olmuştur beşeriyete.Başlangıçta yaşanan ve beşeriyetin imtihanı sayılan bir şaşkınlığın içinden sağ salim geçmeyi başaran her insanın birer mümin haline geldiği nurlu bir teklifti bu. Elbette imtihan ve hikmetin sırları, herkesin bu hidayet yolunu görmesine müsaade etmedi. Şaşkınlık ve karmaşa evresinin içinden çetin mücadelelerle çıkabilen insanların filizlenip boy vermesi ve her birinin bulunduğu toplumda göz kamaştırıcı bir ahlakla tebarüz etmesi, zulmün karanlığına yaşayacak alan bırakmıyordu. Her kalpte ayrı bir devrimin fitilini ateşleyen İslamiyet, öyle bir bahara durdu ki, açılan çiçeklerin renkleri ve kokusu farklı farklı olsa da hepsi de İslamiyet ikliminin bir neticesi idi ve belki en büyük tebliğ de bu manzara idi. Kimini sabrın, kimini tevazuun, kimini adaletin kimini ise cesaretin abidesine dönüştüren İslamiyet’in bu gücü elbette beşer işi değildi. Zira tarih, hiçbir döneminde böylesine muhteşem bir inkılaba bu ölçü ve derinlikte tanıklık etmemiştir.Her biri birer kahraman olarak Allah’ın (cc) gönderdiği baharın müjdecisi olarak diplomatlar gibi kıtalara dağılmış ve bu hediye-i hidayeti tüm beşere ulaştırmayı gaye-i hayatları kılmıştır ve neredeyse tamamı bu kutlu seferlerde yurtlarından binlerce kilometre uzakta teslim-i nefes etmişlerdir. Şüphesiz bu bahar mevsiminin en nurani esintisi sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav)’dir. Acımasız ve zalim fırtınaların tarumar ettiği gönüllere birer meltem esintisi olarak gelen Allah Resulü (sav), kalpleri ısıttı ve onların sevgilisi oldu, öfkeleri dindirerek nefislerin terbiye edicisi oldu, çorak gönülleri birer gülistana çevirerek ruhların sultanı oldu. Çöller yeşerdi, ağaçlar meyveye durdu ve taşlar dile geldi. Tevhid inancı ile birlikte, fıtratında müspet seciyeleri uyuyan her bir insanın uyuyan güzelliklerini açığa çıkararak yüzlerini İslam güneşine dönmelerine vesile oldu. Bu yönelişin umumi/kitlesel bir seviyeye ulaşması ile birlikte toplumları ve milletleri İslam kardeşliğinde buluşturdu.İslamiyet ile birlikte ortaya çıkan abidevi şahsiyetlerin birbirinden farklı ve güzel karakterleri manevi bir rayiha gibi toplumu sarmaya başladı. Belki de bu, tarihin en güçlü ve anlamlı kuşatmasıydı. İnsanlar neredeyse göz kamaştırıcı bir ahlakın kokusuna ram olarak fevç fevç İslamiyet’e dahil oldular. Bu koku kime bulaştı ise, bir tebessüm, bir infak ve bir güzel kelamın nasıl bir dönüştürücü kudreti olduğuna şahit oldu. Kur’an’ın rahmetiyle buluşan, Resulullah’ın (sav) sünneti ile sulanan gönül toprakları birbirinden güzel çiçekler açmıştır. Acaba İslamiyet’ten daha güçlü bir bahar metaforu veya örneği olabilir mi? Hangi baharın kıyamete kadar sürecek böylesi bir etkisi olabilir. Gönüllerde güzel çiçekler açtıran, ruhları ihya eden, insana insan-ı kâmil makamını kazandıran başka bir bahardan söz etmek mümkün müdür?Bu bahar mevsiminin gelişi ile birlikte beşeriyette, gerek sosyal, gerek siyasi, gerekse hukuki ve ilmi/bilimsel anlamda derin ve çok köklü değişimler yaşanmıştır. Özellikle o dönem Arap yarımadasına egemen olan çok tanrılı pagan inanışına son veren İslamiyet, tevhid inancını ikame ederek sadece teolojik değil, aynı zamanda ahlaken de bir devrim yapmıştır. Toplumsal/ictimai işleyişin merkezine adaleti yerleştiren İslamiyet’in, eşitlik, merhamet, dürüstlük ve tevazu gibi ahlakları bireylere talim etmesi, topyekûn bir dönüşüme vesile olmuştur. Üstünlük illüzyonunu, üstünlüğün sadece takvada olduğu gerçeği ile bozan İslamiyet, bireyin/kişinin merkezine en kıymetli değerleri yerleştirmiştir. İslamiyet, kadınlara, evlenebilme, boşanabilme ve mirastan hak sahibi olabilmek gibi o dönemde dile bile getirilmesi imkânsız birçok konuda toplumun kalbine neşter vurmuştur. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi gibi bir vahşete son vermesinden bahsetmiyoruz bile.İslamiyet, kişinin hak ve özgürlüklerini gerek bireyler/şahıslar arası gerekse Allah’a karşı sorumluluklar olarak tasnif ederek bir hukuk ve buna bağlı bir toplum düzeni ihdas etmiştir. Ekonominin, özellikle fakirlerin muhafaza edilmesi için zekât ve sadaka gibi kurumlarla organize edilmesini sağlayan İslamiyet, adaletin özellikle ekonominin kalbi olmasını sağlamıştır. İnsanları ırk, renk, soy sop gibi feodal algılarla değil, Allah’a olan yakınlık gayretiyle biçimlendiren bir insan paradigması oluşturulmuş ve bunu itikadın temel esaslarından kılmıştır.İslamiyet baharı, bilim ve medeniyet ile ilgili olarak da gönüllerde büyük bir heyecan oluşturmuş ‘iki günü birbirine eşit olanın ziyanda olduğu’ hakikatini beşeriyetin temel hareket motivasyonu kılmıştır. Bu motivasyon, Müslümanların hemen her konuda çok gayur (gayretli) olmalarını sağlamıştır. Altın çağ olarak adlandırılan 8-13. yüzyıllar arasında bilime sunulan katkıların, bugün hala bilimin en temel unsurlarının inşası anlamında olması, bu derinliğin etkisini göstermesi açısından manidardır. Matematikte sıfırın kullanılması gibi tarihi bir gelişimin yaşandığı bu dönemde tıp, kimya, astronomi ve felsefe gibi alanlarda yaşanan gelişmeler bugün hala ilham verici seviyededir. (Merhum Prof. Fuat Sezgin hocamızın verdiği kıymetli mücadeleyi de hatırlamakta fayda vardır. Onlarca eserine müracaat edebilirsiniz.)İslam alimleri, Avrupa’da yaşanan Rönesans hareketlerinin temelini teşkil edecek birçok etkiye sahiptir. Mesela İbn-i Sina’nın kitapları yüzyıllar boyunca Avrupa’da okunmuştur. İslamiyet’in hayata olan bu dramatik etkisi, Arapçayı da bir bilim ve kültür dili haline getirmiştir. Etnik açıdan farklılık arz eden nice topluluk bu sayede ortak bir entelektüel zemin bulmuşlardır.İslamiyet, devlet yönetimi konusunda bugün demokrasi olarak adlandırılan biçimin çok daha ilerisinde bir duruş sergilemiş, şura ve istişare gibi kurumları devlet yönetiminde aktive etmiş ve kolektif ve aydınlanmış bir akıl ile yönetimin güzelliklerini görünür kılmıştır. Hoşgörü ve inanç konusunda insanlara sunulan hürriyetin ne kadar davetkar bir gücü olduğu tarih boyunca hep ispat edilmiştir. Dinde bir zorlamanın olmamasını temel esaslardan kılan İslamiyet, tüm inançlara yaşayabilecekleri bir alan sunabilmeyi adaletin bir şartı kılmıştır. Başka inançlara sahip insanların bulunduğu toprakların fethi sırasında sunulun bu inanç özgürlüğünün korunması konusu o asırlarda insanlara takdim edilebilecek belki de en büyük konfordu. Bunu İslamiyet hep sunmuş ve bu konforlu alanı hep korumuştur.Hulasa, acaba insan hayatında bu kadar güzel, şirin, sevimli ve manidar bir bahar olabilir mi? Ya da İslamiyet dışında böylesi bir bahar yaşanabildi mi? Girmiş olduğumuz bu bahar mevsiminin bizlere böylesine ulvi ve külli İslam baharını hatırlatmasını diliyorum. Ve şunu bir umut ve itikat olarak ifade ediyorum ki; zaman ve zeminin menfi şartları artık geride kalmıştır ve bu dakikadan sonraki her bir dakika İslamiyet için bahar mevsiminin yaşandığı/yaşanacağı dakikalar olacaktır biiznillah.Es’selam Men’ittebea’l Hüda

Ahmet EFENDİ 01 Mayıs
Konu resmiBaharın İhyasında Binbir “Değer” Saklı
İnsan

 “Şimdi Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? ...” (Rum, 50)Sahabe Efendilerimizden birisi bir gün Peygamberimize (asm) sorar: “Ya Resulallah, Allah Teala, mahlukatı yeniden nasıl diriltecek? Bunun dünyadaki misali nedir?” İki Cihan Sultanı Efendimiz (asm) buyurur: “Sen hiç kavminin yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir defada her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” - Elbette- İşte bu, Allah’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!Evet…Nev bahardan çıkarılacak en büyük ders belki de ahirete yönelik olan ihya burcundaki bu iman dersidir. Zira tefekkürle seyredilen bahar ve cennet-asa güzelliklerin ardında, baki bir cemâli bulunan Cemîl-i Mutlak ve hazırladığı ahiret menzili cennet-i asli vardır: tevhid ve haşir ile imanı ziyadeleştirme payesi…Aklımızı başımıza alıp düşünelim. Hazandan ve bahardan bizde türlü haller var. Eğer baharda çeşitli ziynetlerle süslenmiş eserlerde bir Sanii görebilirsek tevhidin suyuyla gönül bağımız da yeşil, taravetli, taze gül goncalarıyla dolu, servi, yasemin ağaçları gibi müzeyyen olacaktır. Toprağın altındaki sırlar ortaya saçıldığı gibi… Gönlümüzün iman bağına -öncelikle- iman hakikatleri serpişecektir.Aferinler, Sultanı görmüş “Belâ!” ikrarının sahiplerine! Ne de şâd oluyorlar! Şu bahar meşherinde gönülleri uyanarak, cezbeye gelerek O’ndan nişan ve alamet görüyorlar. Yazıklar! gaflet içinde kalmış ve “Evet!” dememiş olanlara! Tabi ki, bu âlemin baharında kudret eliyle yazılan binler nüshayı göremezler. Baharın ardını göremezler. Bakar, lakin hakikate eremezler. Nafile!Bu görmeyiş hatırlatır ki...Rabbimiz Ra’d suresinde buyurur: “Hem yeryüzünde birbirine komşu (farklı özelliklerde) toprak parçaları (kıtalar), üzüm bağları, ekinler, bir kökten (birkaç gövde hâlinde) çatallı ve çatalsız çıkan hurma ağaçları vardır; (hepsi ayrı çeşitler olduğu hâlde) bir su ile sulanır. Fakat meyvelerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılıyoruz. Muhakkak ki bunda, akıl erdirecek bir topluluk için (Allah'ın kudretine) nice deliller vardır.”Üstadların Hocası Mevlânâ Rahmetullahi aleyh, bu hakikati görmeyişi anlatırken Musa Aleyhisselam’ın dilinden şunları söylüyor: Acaba bu Firavun ordusu, âlemin kuşluk güneşi ile dolu ve parlak olduğunu niçin görmüyorlar? Ben onların gafletine hayranım, onlar da benim risalet ve davetime hayrandır. Onlar bir baharın yetiştirdiği dikendir; ben ise, aynı baharın çemeniyim.Şeyh Sadi’nin sözleri ise bu nükteye adeta haşiye düşmektedir: “Yağmurun tabiatındaki letafette hilaf yoktur. Saf, temiz, tatlı bir sudur. Öyleyken onun yağmasıyla bağda laleler, çorak yerde ise diken biter.Baharın hakikatini bulan bak, nasıl göğsünü bâd-ı nesime açar.Yine Hazret-i Mevlânâ Mesnevisinde ta’lik­tir: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam buyurur… Ey ashabım, Ey ümmetim! İlkbahar serinliğinden örtünüp kaçınmayınız. Çünkü sizin canınıza, baharın ağaçlara yaptığını yapar, yani o suretle feyz-bahş olur. Lakin sonbahar soğuğundan kaçınız ki vü­cu­du­nuza üzüm bağlarına yaptığını yapar.Bazıları zahire bakmakla, takılmakla kaldılar. Ruhtan, ruhiyattan habersiz olanlar, dağı görür lakin dağdaki madeni görmez. Bu hadisin hakikatinden ders almayıp, Allah’ın veli kullarının sert veya yumuşak sözlerinden kaçınmamak nasibine eremediler. Oysa onların taltifi de takdiri de manevi hayatın baharıydı. Sağlam bir imanın, sıdkın ve ubudiyetin mayasıydı. Ruh bostanın hayatı…Onların o sözlerinin esintisinde Kur’ân baharını görene ne mutlu!Özlenen bahar…Evet, Hulukuhu’l-Kur'ân olan Efendimiz (asm) buyurmaktadır ki: “Kur’ân müminin baharıdır.” Sözleri bahardan hisse taşıyan mezkûr Kur’ân bülbüllerinin kalbinin ihyası hep bu Kur’ânî baharla olmuştur. Gönül güzelliklerini dile taşıyan sözleri, saba yelinin aşığın kalbine haber uçurması misali adeta Hak aşıklarının kalbine Kur’ânî hakikatleri taşımıştır.Ama önce kendi kalbleri…Elbette ki biliriz, bahar mevsiminde taş yeşermez. Renk renk güller ve çiçekler yetişir, goncalar inkişaf eder. Baharın rüzgârının feyzinden nasip alan topraktır. Sırrını aşikâr eder. Üstünde türlü türlü çiçekler biter. Renk renk goncalar inkişaf eder. Bak, onların toprak gibi yumuşak olan kalblerinde nasıl da tevazu gülleri, goncaları bitiyor. Hep Kur’ân baharından aldıkları hisse ile şu dünya bağını, Üsve-i Hasene’nin gülistanına çeviriyor.Camid bir kayada ise bahardan hisse yoktur. Aynen öyle de ahiret delillerinden mahrum ihya’daki kudret elini görmemiş, Hay isminin tecellisine kör olmuş; Kur’ân baharından hisse almamış bir kalbin de tüm bu güzelliklerden nasibi yoktur. Bak, sert bir kayadan daha katı olan ikliminde sefahat içerisinde dünyanın fena yüzüne hizmet eden kibir dikenleri ve ahlaki türevleri nasıl da yetişiyor. Hem şahsi hayatı hem içtimai hayatı velveleye veriyor.Haydi, göz ucuyla bir de kadim şiirimizin bahardan güller derleyen şairlerimize bakalım. Onlar ekseriyetle, dünyanın fena yüzüne hasredilemeyecek kadar sağlam, zengin fikir ve his dünyasına sahipler. Cemîl-i Mutlak olan sanatkârı biliyor, Gül-i Rana’yı tanıyor, Kur’ân-ı Hakîm’den bi-haber değiller. Dillerinde mevsim-i gül, devr-i gül, vakt-i gül, mevsim-i gülşen, mevsim-i gülzâr, mevsim-i sefer, zaman-ı ferah, eyyam-ı adl…Her ne kadar baharın ve bahariyenin manasını okuyan bazı nazarlar isimde kaldıysa da kudret ve cemal ayinelerini tanıyanlar en sağlam manaya ulaştılar; “İnkılab-ı hakaik muhaldir” sözü tecelli etti.Binler âmin! Beşeriyetin manevi bahara ihtiyaç duyduğu şöyle bir vakitte Rabbimiz bizlere bahar hakikatini idrak ettirsin, bizi Kur’ân baharından müstefid eylesin. Bülbül-i zü’l-Kur’ân olan Efendimize (asm) hem-râh kılsın! Âmin!

İbrahim SARITAŞ 01 Mayıs
Konu resmiKüresel Problemler ve İnsanlığın Baharı
İnsan

Gri bir çağda yaşıyoruz. Betonun kalbi gibi soğuk, ekran ışığının altında soluklaşan günlerden geçiyoruz. Bir yanda savaş çığ­lıkları, diğer yanda sönmek bilmeyen or­man yangınları... Gök, mavi olmaktan utanıyor artık; yeryüzü, üzerinde yürüyen ayaklardan bıkmış gibi. Ve insanlık, kendi ürettiği problemlerin ağırlığıyla kambur bir yürüyüş içinde. Tüm teknolojik ilerlemelere rağmen, kalplerimiz arasındaki mesafe ar­tı­yor. Maddi zenginlik arttıkça, maneviyat azalıyor; bilgi çoğalıyor, fakat bilgelik kay­boluyor. İnsanlar zahirde birbiriyle daha çok bağlantı kurarken, hakikatte bir­bir­­lerine yabancılaşıyor. Gördüğümüz ama do­kunamadığımız, bildiğimiz ama an­la­ya­madığımız bir dünyada yaşıyoruz artık. Bu gri tablo, sadece doğanın değil, insan ruhunun da puslandığına işaret.Haydi gelin, bu karanlık tablonun parçalarını daha yakından inceleyelim… Sadece et­ra­fı­mızdaki felaketler değil; insanlığın içinde yaşadığı manevi, ahlaki ve ictimai krizler de aynı derecede derin. Yeryüzündeki yan­gınlar kadar, kalplerimizdeki yangınlar da bizi kavuruyor. Dünyevi/küresel dertler sadece dış dünyada değil, zihinlerimizde ve ilişkilerimizde de yankılanıyor. İşte bu nedenle, insanlığın baharına giden yol hem doğayla barışmaktan hem de kendimizle yüzleşmekten geçiyor.Küresel ısınma, sadece buzulların değil, vicdanlarımızın da eriyişi artık. Atmosferde biriken karbondan çok, gözümüzde bi­ri­ken umutsuzluk boğuyor bizi. Her sıcak yaz günü, sadece ter değil, insanlığın so­rum­luluklarına sırt çevirmişliğiyle de ıs­la­nı­yor. Denizler kabarıyor, toprağın dili ku­ru­yor, hayvanlar yuvalarından sürgüne uğur­la­nı­yor. Doğa, bize susarak çığlık atıyor. Ve biz, bu sessizliği duymamaya yeminli gibi davranıyoruz.Ahlaki çöküş, insanlığın görünmez ya­ra­sı haline geldi. Tüketimin yüceltildiği, de­ğer­lerin unutturulduğu bir çağda; iyi­lik, saflık ve dürüstlük gitgide nadir bu­lu­nur hale geliyor. İnsanlar, hakikatin ye­ri­­ne algıyı; merhametin yerine menfaati koy­maya baş­ladı. Sanal dünyalarda sahte kim­likler gi­yer­ken, gerçek hayatta kendi ben­lik­lerimizden uzaklaşıyoruz.Adaletsizlik, dünyanın en kalabalık kö­şe­lerinde bile yankılanan bir sessizlik. Adaletin terazisi, güçlünün parmağıyla tartılır oldu. Bir yanda lüks içinde yaşayan azınlıklar, diğer yanda temel ihtiyaçlara ulaşamayan milyarlarca insan... hak, hukuk artık bir kelime, bir hayal, bir masal gibi sanki.Dünyevileşme, kalbin yükünü hafifletmek yerine ağırlaştırıyor. Manevi değerlere sırt çeviren bir dünyada, ruhlarımız boğuluyor. Mutluluğu yalnızca maddede arayan in­san­lık, iç huzurdan her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor.Şahsi menfaat, ortak faydanın önüne set çekiyor. ‘Ben’ duygusu, ‘biz’ bilincini bas­tırırken; toplumlar parçalanıyor, dayanışma yerini rekabete bırakıyor. Herkesin kendi çıkarı için yaşadığı bir düzende, kimse gerçekte huzurlu olamıyor.Savaşlar, uzak coğrafyaların değil, tüm in­san­lığın utancı. Bir çocuğun ağlamasıyla sarsıl­mayan kalplerin en gelişmiş teknolojiye sahip olması, ne garip bir çelişki. Barışın adı sadece bildirilerde geçerken, barutsuz bir sabah düş oluyor pek çok yer için. Kurşunun sesi, sevginin fısıltısını bastırıyor. Bombalanan şehirlerde yıkılan yalnızca bi­nalar değil; aynı zamanda birlikte yaşama hayali.Göç, yersiz yurtsuz bir şiir gibi. İnsanlar, kimliklerinden önce umutlarını sırtlanıyor. Ve sınırlar, artık haritalarda değil, kalplerde çiziliyor. Göç yollarında kaybolan hayatlar, istatistik tabloların ötesinde birer trajedidir. Her terk edilen ev, bir çocukluk hatırasının kaybıdır. Ve bazen, bir annenin ninni söy­leyeceği dili konuşabileceği bir yer bile kalmaz; dili sürgün, ezgisi yetim olur.Ama…Baharın bir huyu vardır: Kış ne kadar sert geçerse, bahar o kadar derinden gelir.İnsanlık, tüm bu karanlık karşısında hâlâ direniyor. Bir çocuğun elinde tuttuğu to­hum, yaşlı bir kadının duaya açılan el­leri, gençlerin hayalleri, sokakta evsiz bir mah­ruma uzatılan bir tas su... Bunlar baharın ilk cemreleridir. Göz göze gelen insanların paylaştığı bir tebessüm, bir yabancıya uza­tılan selam, bir çocuğa verilen kitap; bunlar yeni bir mevsimin habercisidir.Tarihin en kasvetli dönemlerinden biri olan cahiliye devri, insanlığın değerlerden uzaklaştığı, adaletin, merhametin ve hik­metin unutulduğu bir karanlık çağdı. Ka­dınların hor görüldüğü, çocukların diri diri toprağa gömüldüğü, zulmün ve ce­ha­le­tin hüküm sürdüğü bir asır... Ancak o karanlığın en koyu anında doğan bir nur, buzul gibi donmuş kalpleri ısıtmaya başladı. Peygamber Efendimizin gelişiyle birlikte adalet yeniden hayat buldu, merhamet yüreklerde kök saldı, bilgi ve hikmet top­lumun temel direği oldu. Onun getirdiği vahiy ve örnek hayat sayesinde, çökmüş bir toplum bahara durdu. O bahar ki, yalnızca bir toplumu değil; çağlar boyunca insanlığı aydınlatacak bir meşaleye dönüştü. Bugün biz de benzer bir karanlığın eşiğindeyken, o kutlu bahardan ilham alabiliriz. Almalıyız…Her dünyevi/küresel problem, içimizdeki iyiliği de çağırır. Cahiliye devrinde olduğu gibi, bugün de karanlık zamanlar içindeyiz; ama o zaman nasıl ki bir bahar doğduysa, şimdi de doğabilir. Teknolojiyi yok etmek için değil, yeniden var etmek için kullanmayı seçebiliriz mesela. Bilimi, yıkmak yerine onar­mak için ele alabiliriz. Sanatı, ayrılıkları değil, ortak duyguları resmeden bir dil ola­rak yeniden keşfedebiliriz. Maneviyatı, mo­dern hayatın dar kalıplarına hapsetmek yerine, hakikati arayışta bir pusula olarak kullanabiliriz. Ve belki de en önemlisi, bir­birimizi gerçekten duymayı, anlamayı, ku­caklamayı yeniden öğrenebiliriz.İnsanlığın baharı, bir hükümetin, bir li­­derin ya da bir sistemin getireceği bir mev­sim değil. O bahar, her ferdin için­deki uyanışta gizli. Zira Kur’an, “Bir top­luluk kendilerinde olanı değiştirmedikçe, Allah da onlarda olanı değiştirmez.” (Ra’d, 11) buyurarak değişimin içten baş­la­ma­sı gerektiğini bildirir. Her iyilikte bir to­mur­cuk, her umutta bir filiz vardır. Peygamber Efendimiz (sav) de “İnsanlara merhamet et­meyene Allah merhamet etmez” (Buhârî, Tevhid 2) buyurarak bu baharın merhametle, sevgiyle filizleneceğini göstermiştir. Her gü­zel niyet, çiçeğe duran bir dal gibi, yeni bir hayatın ta kendisidir.Küresel problemlerle örülü bu dünyada, insanlığın baharı bir ütopya değil. Yalnızca biraz cesaret, biraz sorumluluk ve çokça sevgi ile erişilebilecek bir gerçekliktir. Her sabah yeniden doğan güneş gibi, o bahar da içimizde yeniden yeşerebilir.Ve belki de şu an, o baharın ilk günündeyiz. Bir yaprağın titrek sesi gibi, umut fısıldıyor: “Devam et, dünya hâlâ güzel olabilir.”

Hayati Güral 01 Mayıs
Konu resmiGazze’de Mevsim Hep Hazan
İnsan

Bugün İslam’ın izzeti ayaklar altında. Bize Efendimizin o duruşundan lazım. O, bize Müslümanların bir vücudun azaları gibi olduğunu öğretmedi mi? Nerede İslam’ın izzeti, nerede Müslümanların haysiyeti? Birbirimizi sevmedikçe kâmil Müslüman olmak mümkün değilken ve birilerimiz katledilirken seyredeceksek imanımızı gözden geçirmemiz gerekir. Bahar… Zihayatları heyecana getiren büyülü ve bereketli bir mevsim. Dalların çiçeğe, sonra yaprağa ve en son meyveye durduğu mucizevi bir faaliyetin müjdecisi. Bir bahar sabahı aydınlık, masmavi bir gökyüzüne uyanan tabiat ve insanoğlu kışın üzerinde bıraktığı o mahmurluktan kurtulma azmindedir. Çiçekler açmak için sabırsızlanmakta, kuşlar hangi dala konacaklarında kararsız bir o tarafa bir bu tarafa uçmaktadır. Arılar peteklerini doldurmak için erkenden kovanı terk ederken kış uykusundan uyanan milyonlarca canlı, lisan-ı halleriyle kendilerine yeniden hayat verene minnet ve şükranla rızıklarını aramaya koyulur. Yaşlı yerküremizin üzerinde bütün bunlar olurken çok uzaklardan gezegenimizi ışıtan ve ısıtan Güneş, Rabbinden aldığı emirle milyonlarca yıldır vazifesini yapıyor olmanın rahatlığında -kendinden emin- deveran etmektedir.Hakikat şudur ki mevsimlerin en bereketlisi ve neşelisi olan bahar mevsimi gök kubbenin altındaki her yerde aynı heyecanla yaşanmıyor. Gazze, Doğu Türkistan, Yemen, Sudan gibi mazlum coğrafyalar bahara hasret; oralarda mevsim hep hazan. Semayı güneş değil bombalar aydınlatırken çocuklar ve çiçekler henüz tomurcuklandıkları anlarda hayata veda ediyor. Çocuklar, kadınlar, erkekler, anneler, babalar, beli bükülmüş yaşlı nineler, kardeşler… İnsanı ihtiyarlatan ve saçlarını ağartan dehşetli zulümler karşısında insanlık suskun. Adeta kör olmuş, sağır olmuş, vicdanı körelmiş… Slogan atmaktan ve istatistik paylaşmaktan öteye gidemiyor. Kola içmeyerek, hamburger yemeyerek vazifesini bihakkın yerine getirdiğinin huzuruyla başını yastığa koyabiliyor. Onu da tam manasıyla yapabilse… Hac ve umre gibi mukaddes bir ibadet için Allah’ın mübarek kıldığı beldelerde bile üzerindeki ihramla Yahudi sermayesi ürünleri tüketmek ve sonrasında “Allah’ım Gazze’ye yardım et!” diye dua etmek en hafif tabirle samimiyetsizlik değil midir? Allah dilese elbette semadan meleklerini indirir ve zalimleri henüz dünyadayken doğduklarına pişman eder. Bugün kendilerinden geriye harabelerden başka bir şey kalmamış olan kavimler bunun en bariz misalidir. Fakat imtihan dünyası… İslam elbette azizdir ancak layık olduğu izzet Müslümanların gayretiyle zuhur eder.Saadet asrında Bedir Gazvesi sonrasında kazanılan zaferden rahatsız olan Medineli Yahudi kabilesi olan Benî Kaynuka çarşısında bir Müslüman kadın taciz edilmişti. Halbuki Hz. Peygamber hicretten sonra Medine’deki Arap ve Yahudi kabileleriyle barış içerisinde birlikte yaşamak için bir anlaşma yapmıştı. Her zamanki gibi ahitlerinde durmayan Yahudilerin bu taşkın davranışına Efendimiz (sav) kayıtsız kalmadı. Hz. Peygamber, hicretten yirmi ay sonra Şevval ayının ortasında Benî Kaynuka mahallesini kuşattı ve on beş gün sonra teslim aldı. Resul-i Ekrem’in esirlerden, sayılarının 700 civarında olduğu nakledilen savaşçı erkeklerin öldürülmesine karar vermesi üzerine Hazrec kabilesinin reisi Abdullah b. Übey b. Selûl, Benî Kaynukalıların kendilerinin müttefiki olduğunu belirterek bağışlanmalarını istedi. Hz. Peygamber, münafıkların başı olduğunu bilmesine rağmen onun ısrarı üzerine kabile mensuplarının tamamının Medine’den sürülmesini emretti.1Bugün İslam’ın izzeti ayaklar altında. Bize Efendimizin o duruşundan lazım. O, bize Müslümanların bir vücudun azaları gibi olduğunu öğretmedi mi? Nerede İslam’ın izzeti, nerede Müslümanların haysiyeti? Birbirimizi sevmedikçe kâmil Müslüman olmak mümkün değilken ve birilerimiz katledilirken seyredeceksek imanımızı gözden geçirmemiz gerekir. Dün Saraybosna’da, Çeçenistan’da, Keşmir’ de olanların kat kat fazlası bugün Gazze’de yaşanıyor. Gazze’de taş taş üstünde kalmamışken, hastaneler bombalanırken, insanlar bir kaşık una ve bir damla suya muhtaç edilmişken gün içinde bir kez olsun aklına mazlumları getirmeyen Müslüman mesuldür. Samimi olarak Allah’a yakarmayan Müslüman mesuldür. Aman canım ben almazsam/satmazsam birileri alır/satar diyerek Yahudi sermayesine kuruş da olsa kazandıran Müslüman mesuldür. Yarın Hak katına çıktığımızda elimizde, avucumuzda, eteğimizde ne varsa dökeceğiz; kimsenin kimseye fayda sağlamayacağı o günde hangi bahanelerimizin kabul görüp hangilerinin reddedileceği bizce meçhul. O halde ağlayabilen gözyaşı döksün, altı evladını birden kaybeden babanın acısına ortak olsun. Evladının kopan başını ellerinin arasına alıp seven babanın acısını ne kadar hissedebilirse o kadar hissetsin. Hiç olmadı gece uykusu kaçsın, morali bozulsun, canı sıkılsın. Gazzeli insanlar sayılardan ibaret değildir. Bunun böyle olmadığını haykıran Gazze İslam Üniversitesi Profesörü Yazar ve Şair Refaat Alareer şunları söylemişti: Gazze’den çıkış yok. Ne yapmalıyız... Boğulmalı mıyız? Toplu intihar mı edelim? İsrail’in istediği bu mu? Biz bunu yapmayacağız. Geçen gün orada birilerine, bazı arkadaşlarıma anlatıyordum. Ben bir akademisyenim. Muhtemelen evimde sahip olduğum en sert şey bir tahta kalemi. Ama İsrailliler bizi işgal ederse, üzerimize çullanırlarsa, kapı kapı dolaşıp bizi katlederlerse, yapabileceğim son şey bu olsa bile, o kalemi kullanıp İsrail askerlerine fırlatacağım. Ve bu Filistin’deki herkesin hissettiği şey. Çaresiziz ve kaybedecek hiçbir şeyimiz yok.Prof. Alareer, şehit olmadan önce yazdığı son şiirde her şeye rağmen umudun var olduğunu dile getiriyor:“İlla ölmem gerekiyorsa, sen yaşamalısın…Hikayemi anlatmak için…Eşyalarımı satıp bir parça kumaş ile uzun kuyruklu ve beyaz teller satın almak için…Gazze’de, bir yerde bir çocuk, cennetin gözlerinin içine bakarken,Kendi bedenine bile veda etmeden giden babasını beklerken,Uçurtmayı görür…Senin yaptığın uçurtmayı,Ve bir an için bir meleğin ona sevgiyi geri getirmek için orada olduğunu düşünür.Eğer ölmem gerekiyorsa, umut getirsin,Bir masal olsun bu uçurtma…” Allah’tan ümit kesmek elbette haramdır. Bizler ümitliyiz, bir sabah Gazze ve tüm mazlumların seması baharın gerçek aydınlığına kavuşacak. Bir bahar sabahı baharın neşesini ta içimizde hissedeceğiz. Baharla birlikte ölmüş tabiat nasıl canlanıyorsa bugün nefesi kesilen ve ölüme mahkûm edilen mazlum coğrafyalarda çiçekler açacak. Aydınlık, karanlığı boğacak. Bizler hak ve hakikatin yanında durursak batıl zail olacak. “Şüphesiz ki batıl yok olmaya mahkumdur.”2 Vesselam…1- Casim Avcı, “Kaynuka (Benî Kaynuka)”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/kaynuka-beni-kaynuka.2- İsra, 81

Tarık ÇELİK 01 Mayıs
Konu resmiBir Baharla Çiçek Olmaz Ama Her Bahar Bir Çiçekle Başlar
İnsan

Toprak bekler. Derinlerinde bir şey kıpırdanır. Henüz görünmez, adı yok. Ama bilir toprak, vakti gelince göğsünden bir çiçek fışkıracak. İşte o ilk çiçek, sadece bir çiçek değildir. Bir gözdür, bir dildir, bir niyettir. İlk cesaretin tohumudur. Diğerlerini dürten, uyandıran, “kalk!” diyen...İlk adımı kim atar? Kim dokunur karanlığa, “aydınlık buradan başlar” diye? Kim konuşur sessizliğe karşı? Her milletin alnında yazılıdır bu soru. Her milletin kalbinde gizlidir o ilk insan. Taşı ilk yerine koyan. Sözü ilk söyleyen. Gönlüyle yol açan. Sırtında baharı taşıyan.Medeniyet dediğin nedir? Bir çiçek gibi açmaktır. Birlikte. Her biri bir renkle. Her biri bir niyetle. Çorak gönüllerde muhabbet tohumu filizlendiğinde, geceler kardeşlikle yırtılır. Bahar böyle gelir. Ve birlikte kök salmayan çiçek, rüzgârda savrulur. Ağaç olmaz. Orman hiç olmaz.Yalnız yürüyen çok olur. Ama iz bırakan az. Çünkü birlikte yürüyenler, ardında bir çağ bırakır.***O ilk çiçek bazen bir kelimedir. “Ben varım.”Bazen bir selamdır. “Sen de varsın.”Bazen bir el. “Kalk, birlikte yürüyelim.”Ve bazen bir dua: “Ey Rabbimiz, biz birlikte varız.”O çiçek cesaretin suretidir. Açtıkça yüreklenir arkasındakiler. Cesaret bulaşıcıdır. Bir yürekten öbürüne sıçrar. Bir çiçekle bahar başlar. Bir sözle millet uyanır.***Birlik, aynı toprağın suyuna razı olmaktır. Bir sofrada bir lokmayı bölüşmektir. Aynı güneşe yüz çevirmek, aynı fırtınada direnç göstermektir. Muhabbet görünmez. Ama o olmadı mı, en sağlam ağaç içten kurur. Yardımlaşma, bir çiçeğin diğerine gölge vermesidir. Bir dal kırılmasın diye diğeri ona omuz olur.Millet olmak, birlikte ağlamak, birlikte gülmektir. Aynı kaderi sırtlanmaktır. Ve hepsini bir kelimeye sığdırmaktır: “Biz.”Biz aynı türküyü farklı dillerle söyleyeniz. Aynı kubbenin altında aynı göğe bakarız. Renklerimiz farklı ama suyumuz bir. Bahar gelince birlikte açarız. Çiçek oluruz.Kış uzun sürmüş olabilir. Kalpler üşümüş, diller susmuş, eller birbirine yabancı düşmüş olabilir. Ama bahar bekler. Yeter ki bir kıpırtı olsun. Belki senin tebessümündür. Belki bir sofraya konan ikinci kaşıktır. Belki bir yetimin başını okşayan el. Belki de sadece “Ben buradayım” demendir.Bazen bir çocuk, bir defterle baharı getirir. Bazen bir kadın, bir yudum suyla. Bazen bir yaşlı, bir dua ile. Her bahar kendi çiçeğini bekler. Belki bu sefer o çiçek sensin.***Unutma, tek başına bahar olmaz. Ama sen o baharın başladığı çiçek olabilirsin.Sen açtığında, arkasından bin çiçek açar.Bir çiçek, baharın mayasıdır.Ve o çiçek bir kalptir.Bir milletin uyanışı, o kalbin atışına bağlıdır.Kalbin derin atarsa, bahar derin olur.Gelin.Kalbimizi bahara açalım.Çünkü bahar kalpte başlar.Millet gönülde kurulur.

İhsan Yurt 01 Mayıs
Konu resmiSultan Şair Muhibbi’nin Penceresinden Baharı Okumak
Kültür ve Medeniyet

Metn-i hüsnünde hatun hattâtı yazmış hâşiyeŞerh idüb evrâk-ı gülden tâze defter baglamışDevr-i gülde bu Muhibbî yine yârân şevkine Tâze tâze gül gibi rengîn gazeller baglamışاِنَّهُ مِنْ سُلَيْمٰنَ وَ اِنَّهُ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ“Şübhesiz ki o, Süleymân’dandır ve gerçekten o: ‘Rahmân, Rahîm olan Allah’ın ismiyle’ (diye başlamakta)dır.” (Neml, 30)Fani dünyaya Trabzon’da “Bismillah” diyen şehzadeye isim belirlenirken Kur’ân-ı Keri­me hürmeten tefe’ül yapıldı. Yukarıdaki ayet­te geçen Süleyman peygamberin ismi ko­nuldu. Kundaktaki bebeğin ne Süleyman Aleyhisselam’dan haberi vardı ne de ken­­disini bekleyen 46 senelik Âl-i Osman saltanatından.O, bu uzun saltanatının on seneden fazla bir kısmını seferlerde geçirdi. Babası Yavuz Selim’in sırtını Doğu’da sağlama aldığı devleti, kendi devrinde Avrupa içlerine kadar fetihlerle zaferden zafere koştu. Sadece maddi olarak değil manevi olarak da imar ve ihyalarla kutlu bir yükseliş yaşandı.Tüm bu faaliyetlerin beraberinde Sultan Süleyman iki şeyden vaz geçemedi. Her peygamberin meslek sahibi olmasının örnek alınmasıyla adım atmış olduğu kuyumculuktan ve daha çocuk yaşlarda aldığı sağlam tedrisatın ruhuna aşina ettiği şiirden. Babası gibi İtalyan kuyumculuğunun örneklerini tanıyacak ve uygulayacak kadar usta bir kuyumcu... Atasözü benzeri dilden dile dolaşan “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” beytinin de içerisinde geçtiği 3000’e yakın şirini yazmakla Divan şiirinin usta bir şairi...Tuhaf!... Onca seferin ve mesuliyetli devlet yönetiminin yanı sıra, yani onca işin arasında, sen madeni ve kelamı şekillendir, böylelikle sanatçı ruhunla yaşadığın hayatı tasvir et. Ne denir ki? Olsa olsa zamanın bereketlenmesi... Muhibbi, şiirlerini birçok yazma nüshası bulunan Türkçe Divanında ve Farsça Divançesinde topladı. Farsça Divançe onun Sadi, Hafız, Cami gibi birçok İranlı mutasavvıf şairin tesirinde kaldığını, sıkça okuduğu bu maneviyat kahramanlarının manen teveccühünü arzuladığını açıkça gösterir. Aşağıda Muhibbi’ye ait olan ve tüm beyitlerinin konusu bahar olan (yek ahenk) bir gazel yer almaktadır. Aslında bahar tasvirinin yapıldığı şiirler kaside türünde yazılmakta olup “Bahariye” olarak isimlendirilmektedir. Lakin Muhibbi’nin Divanında kasideye hiç yer vermediğine; naat, münacat, tevhid gibi daha çok kaside şekliyle yazılan birçok şiirin de gazel tarzında kaleme alındığına şahit olmaktayız. Elimizdeki istifadeli ola! Buyurunuz… BeyitBülbüli gördüm yine ders-i Gülistân’ı okurGeh döner gül defterinden vird-i Sübhân’ı okur (Defter: Farsça bir kelimedir. Ezberde olmayan dua ve zikirler defterlere kaydedilmek suretiyle evrad okunurdu / Sübhân: “Her tür­lü kusurdan, noksandan, beşerî nitelik ve zaaflardan uzak olan” manasında Allah’ın isim­lerindendir. / Vird-i Sübhân: Belirli zamanlarda, belirli miktarda Cenab-ı Hakkın Sübhan ismini okumak)“Bülbülü gördüm yine, (güzelliğiyle meşhur) gülistandan aldığı dersini okumaktadır. Hem gül(ün cemâlinin yazılı olduğu) def­te­rinden Sübhan olan kâtibini zikretmek­tedir.)”* * *تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّۜ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْۜ “Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. Ve O’na, hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat (siz) onların tesbihlerini anlamazsınız. …”Bülbül“Bülbül kuşu, gülün aşkıyla ma’rûf o hayvancığı Fâtır-ı Hakîm istihdâm ediyor. Bülbülün güle karşı dâsitâne-i aşkı, tâife-i hayvânâtın tâife-i nebâtâta derece-i aşka bâliğ olan ihtiyâcât-ı şedîde-i aşknümâyı, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanâtın erzâklarını taşıyan kāfile-i nebâtâta karşı i’lân etmek için bir hatîb-i Rabbânî olarak, başta bülbül-ü gül ve her nevi’den bir nev’-i bülbül intihâb edilmiş. Ve onların nagamâtı dahi, nebâtâtın en güzellerinin başlarında hoş-âmedî nev’inden tesbîhkârâne bir hüsn-ü istikbâldir, bir alkışlamadır. O kendi diliyle konuşur. Ve onun na­ga­mât-ı hazînesi, hayvânî teellümâttan ge­len teşekkiyât değil, belki atâyâ-yı Rah­mâ­niyeden gelen bir teşekkürâttır.” (Said Nursi, Sözler, 144)Muhibbi’nin manevi bir derinlikten hasıl olduğu her bakışta hissedilen güzellik tasavvurunda bülbül mühim yer tutmaktadır. Adeta onun gözüyle, onun sesiyle hemhal olmakla güzellik havzasındaki hakikatleri kalbden kulağa işittirmektedir. İşte onun iştiyaklı nağmesinin işitildiği şiir vadisinden bir bülbül bercestesi…‘Aynuma almam cihânı dostlar ben yârsuzGözine ‘âlem ḳafeṣdür bülbülün gülzârsuz(Elbette ki gül bahçesi sanatlı bir biçimde tezyin edilmiş cemâl ayinesidir. “Kendini zîhayata sevdirmek ve zîşuûra bildirmek” isteyen Cemâl sahibini gösterir. Onun huzuruna çıkmak ve iltifatına mazhar olmaya iştiyak yoksa âlemin aşk bülbülüne kafesten farkı yoktur.)Eylemem zâhid gibi hûrî vü Rızvân ârzûHîç murâdum yok benüm dîdâr-ı cânân bana besBâg-ı hüsnün bülbülidür murg-ı cân medhün okurKo rakîb-i mâkiyânun yiridür ancak kümes(Zahid gibi oruç tutmak ve dünyanın güzelliklerinden el etek çekmeklikle Rıdvan kapısından Cennet’e girmeyi arzulamam. Sevgilinin yüzünü görmekten başka hiçbir muradım da yoktur; ki O’nun cemâli bana yeter. Bundandır ki, kâinat senin güzelliğinin sergilendiği bir bağ olmuş, can kuşum da medhini okuyan bu güzellik bağının bülbülü… Bu hakikatten uzak, dane peşine düşmüş tavuklara benzeyen Hak düşmanlarına fenâ yüzü ve fani güzellikleriyle dünya ancak bir kümestir.) Gülşen-i hüsnünde n’eyler kov rakîbi dostumBülbül-i gûyâ tururken lâyık olmaz anda zâg(Senin güzelliğinin gülşeninden ey dost, fenâya bakan fenâ sesli kargaları kov! “Başların çoğu sarhoştur, okumaz. Okusa da anlamaz. Yanlış ma’nâ verip ilişir.” Elbetteki bu gülşenin layığı, sakinleri bekâ terennümüyle Hak söyleyici bülbüllerindir.) Hîç revâ mı ola gülşende Muhibbî bülbülünNâlesin gûş itmeyüb sen olasın andan ırag (Ey Muhibbi! Hiç reva mıdır ki bülbülün gülşendeki iniltisini işitmeyip ondan uzak olasın! “Güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştâkları da yaratır.” Sen de bu âlemi bu kadar ziynetler ile, nakışlar ile tezyin eden Mâlikü’l-Mülk’ün, ârif bir dellalı ol!)* * *Kat’i inanıyoruz ki… Nur’ların kazandırdığı tefekkür ile; kâinattaki ilahi sergide teşhir edilen güzelliklere ve Yaradıcısına şahid olan insan, o harika nakışlara ve ziynetlere bülbül-misal hayran olarak Rabbinin azametine secde-i hayret edecektir. Fenâdan Bekâya rücu etmekle asli vazifesine yönelecektir.2. Beyit:Bâğ u râğı şöyle zeyn itmiş bugün fasl-ı rebi’Eyleyen anı temâşâ Cennet-i sânî okur (Râğ: Dağ eteği / Zeyn etmek: Süslemek, bezemek: Gaye sevdirmektir. / Fasl-ı rebi’: Bahar mevsimi / Cennet-i sânî: İkinci Cennet)“Şu baharda tezyin edilmiş Cennet-âsâ güzellikleri hikmet nazarı ile temaşa edene bin aferin! Nasıl da iman dersiyle memleket-i aslisi olan Cenneti görür ve manasını okur.”* * *فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِ الْمَوْتٰىۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ “Şimdi Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şübhesiz ki O, ölüleri elbette dirilticidir. Çünki O, herşeye hakkıyla gücü yetendir.”Fasl-ı Rebi ve Cennet-i Sânî:“Madem bilmüşâhede görüyoruz: Her senede, yer yüzünde hayvanât ve nebâtâtın üç yüz binden ziyâde envâ’larını ve milletlerini, kemâl-i intizâm ve mîzân ile, kemâl-i sür’at ve suhûletle haşir edip neşreder. Elbette böyle bir Kadîr-i Zülcelâl, va’dini yerine getirmeye muktedirdir. ... Saadet-i ebediye kapısını açacak. Âdem babanızın vatan-ı aslîsi olan cennete, sizleri ey ehl-i îmân, idhâl edecektir.” (Asa-yı Musa, 206)Muhibbi’nin bahar mevsimine yüklediği manada ahirete olan inancın ve bekaya olan iştiyakın tesirini daima hissetmekteyiz. Onun bahar-cennet benzetmesi aslında kudret kaleminin işlediği dünya-ahiret bütünlüğünü ve mesuliyet sırrını cemale müştak gönül diliyle okutturmaktadır. Baharın güzelliklerinin nakşedildiği beyit kapısı öte ufuklara, ukbaya açılarak adeta Yesevi mirası bir hikmete dönüşmektedir.Kudretiyle safha-i gülde bu hat mektûbdurBâga gel kim tarf-ı gülşen hûbdur mergûbdur(Gelip bağa bakmaz mısın? Kudret kalemiyle yazılan hattı görmez misin? Gülün yaradılış safhasında, şu bahar mevsiminde mana dolu mektubu okumaz mısın? Unutulmamalıdır ki “cemâl ve kemâl ve ihsânın derecâtına göre, o muhabbet (Cenab-ı Hakkın muhabbeti) tezâyüd eder ve aşkın en müntehâ derecesine kadar gider.”)Hârdan güller bitürdi emr-i Hakk-ıla zemînGûş ider kim ehl-i hâl ola varub bülbül enînMürde idi buldı yir ebr-i bahâr-ıla hayâtKullarına sun’ın izhâr itdi Rabbü’l-’âlemîn(Hak emretti ve zemin dikenden gül bitirdi. Bunu işiten ehl-i hâl bülbül-misal inlemez mi? Hem Rabbül-âlemin ölü olan toprağa yağmur dolu bahar bulutuyla hayat vererek biz kullarına sanatını gösterdi. Rükn-i imandan tevhide ve ahirete nazar edip deriz: Onun kudretine nisbeten cennetin icadı bir bahar kadar kolay ve bir baharın icadı bir çiçek kadar kolay değil mi?)İy bülbül-i dil eyleme gül gibi gel neşâtBâd-ı hazânı yâd idüben eyle ihtiyât(Ey gönül bülbülüm! Gel, gül gibi baharın neşesini sürme! Hazan mevsimini hatırlayıp ihtiyatlı davran. Gençlik baharından ihtiyarlığı gözet, “bu hayat ve bu dünya, bizi kovmadan evvel ve haydi dışarıya demeden, kemal-i izzetle, Allah’a ısmarladık deyip izzetle bu fani zevkleri bırak!”)* * *Kat’i inanıyor ve ümid ediyoruz ki… “Yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini, küre-i arzın başına bir tek çiçek gibi takan” Rabbimiz, haşrin ispatını yapan Nur’ların kazandırdığı kuvvetli ahiret akidesiyle beşerin şahsi ve içtimai hayatlarını da iman semasının bir baharına çevirecektir. Bi iznillah! 3. Beyit: Gül çemen tahtında dîvân eyleyüb sultân-vârGönderüb peyk-i sabâ serv-i hırâmânı okur(Çemen: Eski Türkçede yeşillik, çimen / Divan eylemek: Büyük meclis kurmak / Sultân-vâr: Sultan gibi / Peyk: Farsça haberci. Peygamber kelimesi de bu köktendir. / Sabâ: Sabaha doğru kuzeydoğudan hafif hafif esen serin, hoş, latif bahar rüzgârı, tan yeli / Serv: Servi ağacı / Serv-i hırâmân: Salınarak yürüyen sevgili. Vahdete kinayedir.)“Cemal tecellileriyle gönüllere dokunan çe­mende taht kuran Gül, meclisi toplamış. Her seher saba habercisini göndererek âşık­lara vahdet virdini okur.” * * *لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فٖي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثٖيرًاۜ  And olsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resûlünde güzel bir örnek vardır.GülHer halde cemâl ve kemâl sâhibi, bilbedâhe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever, elbette esmâsının cemâlini gösteren san’atını sever. Öyle ise, cemâl ve kemâline ayna olan masnûâtını dahi sever. Madem cemâl ve kemâlini göstereni sever, elbette cemâl ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkātının mehâsinini sever. …Elbette bunun için denilebilir ki: Cemîl-i Zülcelâl kendi cemâlini sevmesiyle, o ce­mâ­lin en mükemmel âyîne-i zîşuûru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Ves­se­lâm’ı sever.Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak aynası olan Muhammed-i Ara­bî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve Mu­ham­med-i Arabî Aleyhissalâtü Vesse­lâm’a benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.Muhibbi, sultanlık vasfıyla kâinatın baharına nazar kılarken, güzelliğe ayine olan gülün ifade ettiği manayı çok iyi tespit etmiştir. Güzellik tecellilerine ayine olan âlem gülistanının Sultanının beşer ve resul olma cihetiyle Gül-i Rana rumzuna atıflarda bulunmuştur.Kâtib-i kudret yazub ruhsâruna Nûr âyetinOlmaya hattun gibi hîç bir hat-ı zîbâ latîfHüsnüni iy mah-rû bir kez temâşâ eyleyenDiye tahsîn ü hezârân âferînler yâ LatîfBu Muhibbî gül ruhun medhinde olsa ‘andelîbDiyeler gülşende yokdur böyle bir gûyâ latîf(Şu kâinatın kâtibi kudret kalemiyle, yüzüne Nûr ayetini yazmıştır. Bu ayetin yazılı olduğu hoş hattın bir benzeri yoktur. Hem ey Ay yüzlü, senin güzelliğini ilk kez temaşa eyleyen, övgü dolu ifadelerle binlerce kez “Yâ Latîf” ismini zikreder. Bu Muhibbi ise senin gül ruhunun medhinde bülbül olmuş çok mu? Medhindendir ki dinleyen ancak “Şu şiir gülşeninde böyle hoş söyleyici yoktur!” der. Binler salat ve selam, ya “Zât-ı Nurani”)Gülşen içre bülbül-i ‘ışk dersini tekrâr iderDefter-i gülden ele almış okur birkaç varak(Onca güzelliğin, mükemmelliğin ve ihsanın sergilendiği şu dünya gülşeninde aşk bülbülleri, tesbihini, tahmidini ve tekbirini elbette Gül defterinden okuyacaktır. Binler salat ve selam, “Mehasin-i San’at-ı Rabbaniyenin Vassafı”na.)Gül yüzi olmayıcak olmaz gülistân revnakıGül açıldukça gelür çün bâg-ıla bûstâna haz(Kâinat gülistanın revnakı olan Gül olmaksızın, şu âlemin bağ ve bostanının tadı mı olurmuş? Binler salat ve selam, “Sultan-ı Levlak” üzerine olsun.)Her elifler serv yir yir dâglardur gül gibiDevlet-i ‘ışkında oldı sahn-ı sînem tâze bâg(Tevhidin oklarının gül renkli yaralar (dağlar) açtığı sinem, senin aşkının devletiyle -cemâlin seyredildiği- taze birer bağdır. Binler salat ve selam üzerine, ya “Mahbubu’l- Kulub”)Mahabbet bûsitânına el ursaGönül bâgını gülden toldurur ‘ışk(Ah, min’el-Aşk! Muhabbet bostanından gönül bağını doldurmak ister, lakin bilmez ki Gül’süz nafile: قُلْ اِنْ كُنْتُمْBinler salat ve selam, “Muhabbet-i Rabbaniyenin Misali”ne)Her ne tîr atdunsa cânâ sînede cem’ itdi dilEyledi cân bülbüline dostum âhen kafesÂh u nâlenden Muhibbî yâr anlar halüniSözüni uzatma çün kim ‘ârife bir nükte bes(Senin her bakış -teveccüh- okunu gönül sinede topladı ve can bülbülüne demir kafes eyledi. Muhibbi ah ve iniltilerinden senin halini ancak yâr anlar. İyisi mi sen sözünü uzatma, çünkü ârife bir nükte yeter. Binler salat ve selam, ya “Damen-i Muallâ”)* * *Kat’i inanıyor ve ümid ediyoruz ki… Ce­nâb-ı Hakkın ihsanıyla, Mu’cizat-ı Ahmediye’deki nübüvvet delillerini kalblere yerleştirmekle manevi kışları cennet-asa baharlara çeviren Nur’ların vücudu, mütenevvi’ çiçeklerin açmasına vesile nisan yağmuru gibi, gül-ü Muhammediler (asm.) yetiştirmeye inşaallah vesile olacaktır. 4. BeyitSalınur her bir ağaç söyler zebân-ı hâl-ileHer ki ‘ârifdür bugün derdine dermânı okur(Zebân-ı hâl: Hâl dili / Ârif: Allah’ın sırları kendisine açılmış olan seçkin kul, herkesin göremediği manevi gerçekleri gören, anlayan kimse / Derd: Farsçadır. İnsana ıztırab veren her türlü hal, sıkıntı, zorluk, üzüntü / Dermân: İlaç, şifa, deva, çare)“Bir ârif kimse ki salınarak hal diliyle Hakkı zikreden ağaçları hikmet gözüyle görür, hikmet balları derleyen bu nazarıyla derdine derman okumuş olur.”* * *وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ (Gövdesiz olarak yerde biten) bitkiler de ağaçlar da (Allah’a) secde ederler.Ârif ve Marifet(Eserden müessire geçer), görür ki: Bir Sâni’-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da îmân ile, ma’rifet ile mukābele eder. Sonra … görüyor ki, o Fâtır-ı Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış. Bütün antika san’atlarını orada teşhîr ediyor. O da, ona mukābil “Mâşâllâh!” diyerek takdîr ile, “Bârekellâh!” diyerek tahsîn ile, “Sübhânallâh!” diyerek hayretle, “Allâhü Ekber!” diyerek istihsân ile mukābele eder.(Yolcu dağlarda ve sahrâlarda fikriyle gezerken, eşcâr ve nebâtât âleminin kapısı fik­ri­ne açıldı. Onu içeriye çağırdılar: “Gel, dâire­miz­de de gez. Yazılarımızı da oku” dediler. O da girdi, gördü ki: Gayet muhteşem ve müzeyyen bir meclis-i tehlîl ve tevhîd ve bir halka-i zikir ve şükür teşkîl etmişler. Bütün eşcâr ve nebâtâtın envâ’ları, bil’icmâ’ beraber لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diyorlar gibi lisân-ı hâllerinden anladı.)Muhibbi görünenin arka planındaki manasına nüfuz eder. Sanat eserini sanatkârı ile tevhid eder. Bundan bir maksadı da insanın hakiki manasını şerh etmek, insanı bir gayeye sevk etmektir. Böylelikle onun şiiri adeta sanat adlı sır’dan kurtulup tüm cilasıyla hakikate ayna olmaktadır. İşte birkaç lem’a...Bâga var eyle nazar her bir şecerden ‘ibret alGör neler halk eylemişdür gösterür gülden tabakBende olmışdur Muhibbî cân-ıla dergâhunaÇünki sensin fahr-ı ‘âlem bir adun mahbūb-ı Hak(Bağdaki ağaçlara nazar eyle de ibret al! O zaman; “Mahbûb-u Hakîkîyi ve Ce­mîl-i Mutlakı, bütün güzel olan esmâ-yı hüs­nâ­sıyla seven” Kâinatın Gül’ünün sana ka­zan­dırdığı bakışla Yaradanın neler yarat­mış olduğuna şahit olacaksın. Elbetteki Muhibbi’yi can ile Fahr-i âlemin dergahında köle yapan bu “Mahbub-ı Hak” olma sırrıdır.)Bahâr eyyâmı gül devri geçürme ‘ömrüni zâyi’Bu dünyâ çün degül bâkî kime kaldı kime kalaCân kulagına irişdürdi seher bâd-ı sabâZikr-i Hakk’ı koma elden olmasun ‘ömrün heba(Bu bahar günleri, gül devri; ömrünü, gençliğini nasıl sefahat içerisinde zayi edebilirsin? Bu fani dünya kime kalmış ki sana kalsın. – Hazan vurup kuruyacak olan şu salınarak zikreden eşcar, taatiyle bir yâr-i bâki den haber vermez mi? – Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ın beşere hediye getirdiği nur ile bak, perdeyi kaldır!)Dilünden gitmesün her demde SübhânKim oldur kullarun derdine dermân(Bahar deminde de… Her vakitde de bil ki; Sübhan olan Rabbimizin huzurunda, hikmetnüma bir ağaç misali sertliği kırılarak taata duran dil ve gönle sahip bir kul; marifetle derlediği mana ballarını derdine şifa eylemiştir. - Cansızlara can ve canlılara taze can üfleyen bir kaynaktan…-)* * *Kat’i inanıyor ve ümid ediyoruz ki… Getirdiği temsillerle iman hakikatlerini kalblere sağlam bir biçimde yerleştiren Nur’lar, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla, asrın imansızlık hastalığına derman olduğu gibi can pencerelerinden kâinatı hikmetli bir tefekkürle okutturan bir hem-nazarla beşerin Hak divanında ittihadla cem olmasına da vesile olacaktır. İnşallahu Teala!5. Beyit:Dürlü çiçekler bitürdi yine bârân-ı bahârKim görürse iy Muhibbî sun’-ı Yezdân’[ı] okur (Bâran-ı bahâr: Bahar yağmurları / Sun’-ı Yezdân: Hakiki Ma’bud olan Cenab-ı Hakkın yaratması, sanatı)“Bahar yağmurları yine baharın gelmesiyle türlü çiçekler bitirdi. Lakin yağmur sebeb… Gören gözler senin gibi ey Muhibbi, Allah’ın yaratmasını, sanatını okur.”* * * هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ O, Hâlık (herşeyi yaratan), Bâri’ (yoktan var eden), Müsavvir (her mahlûka sûret veren) Allah’dır. Esmâü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) O’nundur. …Nazar - Sun’-ı YezdânGüzel şeylere ve bahara meşrû’ muhabbetin, yani “Ne kadar güzel yapılmış” nazarıyla o âsârın arkasındaki ef’âlin güzelliğini ve intizâmını ve intizâm-ı ef’âl arkasındaki güzel esmânın cilvelerini ve o güzel esmânın arkasında sıfâtın tecelliyâtını ve hâkezâ, sevmekliğin neticesi ise, dâr-ı bekāda o gü­zel gördüğü masnûâttan bin def’a daha gü­zel bir tarzda esmânın cilvesini ve esmâ içindeki cemâl ve sıfâtını cennette görmektir. Hatta İmâm-ı Rabbânî radıyallâhü anh demiş ki: “Letâif-i cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır.” Teemmel!Ey Muhibbi! “Nazar insanı mezara, deveyi kazana sokar.” demişler. Onsuz (cc.) dünyanın mezardan, baharın, bağın, bostanın, gülistanın kafesten ne farkı kalır ki. Can bülbülünün terennümünü 500 sene sonrasından işittik. Haşre, nübüvvete, ibadete; bir rengin gazelinden pencereler açtık. Tevhid ile şi’rine hatme çiçeği koyduk.Mürde idi buldı yir ebr-i bahâr-ıla hayâtKullarına sun’ın izhâr itdi Rabbü’l-’âlemîn(Sadakte!)Cihân gülzârına bakub Muhibbî sakın aldanmaMeseldür ‘âlem içinde yiter çün ‘ârife bir gül(Hakikati görebilene, binler aferinler!)Gülşen içre her kişi gerçi safâlar kesb iderBana sensüz sahn-ı gülşen gûyiyâ zindândurCân gözin aç kıl nazar sun’-ı Hudâ’dur her çiçek‘Akl u f ikr irmez bunun kârında dil hayrândur(O’nsuz olmak, mana-yı ismide kalmak… Ne fenâ!)Rûy-ı yâra kıl nazar gör anda kudret nakşını‘İbret alub diyesin sad âferîn nakkâşına(Hamd u senâ: Büyük nimet!)* * *Kur’ân, imân ve İslâm ni’metlerini bizlere nasib ettiği için, Bütün asırlar boyunca her yerdeki ağaçların yaprakları, denizlerin dalgaları, yağmurların damlaları ve kuşların nağmeleri, nûrların parıltıları, çiçeklerin tohumları ve meyvelerin çekirdekleri adedince,Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.Me’haz: 1. YAVUZ, Kemal. YAVUZ, Orhan. (2016). Muhibbi Divanı. İstanbul: Türkiye Yaz­ma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları.2. https://imla.kabikavseyn.com/?ai=true  (Osmanlıca Lügat)3. https://kuran.hayrat.com.tr/icerik/kuran _hizmetlerimiz/meal-oku.aspx4. https://oku.risale.online/

İbrahim SARITAŞ 01 Mayıs
Konu resmiHaşrin Gelmesi Kolay, Hesaba Çekileceğimiz Net!
İtikad

Bahar mevsimi gelmişken, ayette geçen ve kendi yaratılışını unutup örnek vermeye çalışan insana atıfla beyan edilen “Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?” sualine verilen Risale-i Nurdaki hakikati haydi, hep beraber hatırlayalım. Ki ahirete olan inancımız pekişsin, ona göre de ahirete çalışma şevk ve gayretimiz artsın.Her sonbaharda yeryüzünde büyük değişiklikler oluyor. Yüz binlerce bitki çeşidi ve hayvan ölüyor. Kışın beyaz kefene sarmalanıyor. Bazı yerlerde ise çürüyüp, toprak altına karışıp gidiyorlar. Yok oluyorlar! Kayboluyorlar! Bu son iki ifadeyi geri alıyorum: Yok olmuyorlar! Kaybolmuyorlar! İlkbahar geldiğinde canlılar tohumlarından, dallarından, gövdelerinden ve bir kısım hayvanlar yumurtalarından tekrar diriltiliyorlar. Buna her bahar mevsiminde şahit oluyoruz. İki milyon çeşit hayvan ve bitki çeşidinin dirilişi, adeta insanların nasıl diriltileceğini anlamamız için gözlerimiz önünde sergileniyor. Aslında dirilişin misallerini sadece ilkbaharlar gelince görmüyoruz. Her gün, geceden sonra gelen sabah ile haşrin yani öldükten sonra dirilmenin bir örneği görülür. Her geçen asır, yeni bir asrın ihyasıyla yine haşri yapacak gücü anlatır. Aslında şahit olduğumuz manzara ile kudret bize diyor ki ben her şeyi bilirim, yaparım. Gücümün yetmeyeceği hiçbir şey yoktur.Her baharda muazzam bir güç gösterisi sergileniyor, inkâr edemeyiz. Bu iş öyle harika gerçekleşiyor ki, tarifi çok zor. Bahsettiğimiz yeryüzünün baharla tekrar canlanmasında unutmak, şaşırmak ve ihmal etmek görülmüyor. Bir iş bir işe mâni olmuyor. Uzak yakın, az çok ve küçük büyük fark etmiyor. Çünkü, sonbaharın enkazı toprağa karışmış olduğu halde hiçbiri unutulmuyor. Hafıza kartları veya CD hükmündeki tohumlarından, dallarından, köklerinden veya gövdelerinden tekrar yaratılıyor. Hatta birbirine benzeyen tohumlar karışmış olduğu halde harika bir şekilde ayırt ediliyor. Arpa tarlasından buğday, elma ağacından muz hasat edilmiyor. Her canlının barkodu yanlışsız okunuyor. Genlerine yüklenmiş programlarına uygun şekilde hayata tutunmaları sağlanıyor. Tohumların ve yumurtaların birbirine benzemesi karışıklığa neden olmuyor ve şaşırılmadan tekrar yaratılıyor. Koca ilkbahar mevsimi sanki öldükten sonra dirilmenin mükemmel bir misali gibi… Allah, beş altı gün zarfında, küçük veya büyük hayvanları ve bitkileri tekrar yaratıyor. Gözümüz önünde cereyan eden bu hadiseyle haşir gününde insanları tekrar diriltmesine örnek veriyor. Bütün ağaçları, otları veya bir kısım hayvanları ya aynen ya da mislini yani bir benzerini yaratıyor. Bu tekrar dirilişi öyle süratli ve mükemmel bir düzenle yaratıyor ki insan aklı şaşırıyor. Yeryüzü genişliğindeki bir haşiri, bahar mevsiminde beş altı günde veya beş altı haftada gerçekleştiriyor. Hiç mümkün olur mu, bu işleri yapan Zat’a bir şey ağır gelebilsin? Bütün gökyüzünü ve yeryüzünü altı günde, altı evrede yaratamasın? İnsanı bir sayha (ses) ile tekrar yaratamasın? Şimdi bir ordu komutanı düşünelim! Beş altı günde yeni bir ordu kurabiliyor. Sonra bu orduyu a’dan z’ye donatıyor. Taburlara, mangalara, bölüklere ve takımlara ayırıyor. Sonra bu ordu istirahata çekiliyor. Bu taburlardan, mangalardan, bölüklerden ve takımlardan oluşan orduyu bir boru sesiyle içtima edip toplayamaz, diyebilir miyiz? Ordudaki o muntazam intizamı tekrar sağlayamaz, diyebilir miyiz? Böyle düşünmek ve bu fikre inanmak büyük bir akılsızlık olur.Üstad Bediüzzaman bu hakikati bize şu cümlelerle ders vermiştir: “Veyahut bir zât, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese, “O zât bir boru sesiyle, efrâdı istirahat için dağılmış olan taburları toplar; taburlar, nizâmı altına girerler.” Sen desen ki, “İnanmam”; ne kadar divânece hareket ettiğini anlarsın.” Bu örnekten hareketle diyebiliriz ki vücudumuzda tanışan, toplanan, vazife yerini bilen atomlar da İsrafil’in (as) üflediği boru sesiyle tekrar bir araya getirilebilir. Hiçten yoktan yapan bir zat, dağıttığı parçaları tekrar bir araya kolaylıkla toplayabilir.Demek bizi tekrar yaratacak olan Allah’ımız bizi de toprak altında unutmayacak, tekrar yaratacaktır. Bir ayette bu gerçek “Evet! (Bir araya getiririz!) (Biz) onun parmak uçlarını (parmak izlerine varıncaya kadar) düzenlemeye (eski hâline getirmeye) gücü yetenleriz.” diye açıklanmaktadır. Hem gönderdiği bütün dinlerin ortak konusu Allah’ın birliğidir, haşirdir, hesap ve ahiret günüdür. Peygamberlerin bu ortak haberlerinden de anlaşılıyor ki yönümüzü fani olan dünya hayatından baki olan ahret hayatına, Cennete, rıza-yı ilahiye çevirmemiz gerekiyor. Bu haberleri verenlerin ve bu haberlere inananların en önemli özelliği, hayatlarında yalana yer vermeyen peygamberler ile evliyalar ve âlimler topluluğu olmasıdır.Haşri yapacak, öldükten sonra dirilmeyi sağlayacak ve bizi tekrar hesaba çekecek zatın her şeye gücü yettiğini gözümüzle görüyoruz. O zat, bütün mevcudatı, zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi; baş başa, omuz omuza, el ele verdiriyor, emir ve iradesi dairesinde döndürüyor, her şeyi her şeye yardımcı ve hizmetkâr yapıyor. Bu yaptıklarıyla bize büyüklüğünü ve her şeyin Rabbi olduğunu gösteriyor. Bunları yapan bir zat ölmüşleri diriltemez mi? Mahkeme-i Kübra’yı kuramaz mı? Elbette ki kurar. Kâinatı bir ağaca benzetirsek en güzel meyvesi insan olduğunu görürüz. İnsan ise kâinatın en zarif, en aciz ve en nazlı, en çok duaya muhtaç bir varlığı olarak hayat sahasında bulunmaktadır. Hayatı patlamamak için titreyen bir su kabarcığı gibi zarif, aciz, nazik bir varlık olduğu halde, Yaratan’ın “Ey kulum!” diye kendisine seslendiği bir varlık olmuştur. Bu seslenmesini peygamberler elindeki suhuflar ve kitaplar ile ve onların diliyle yaptığını görüyoruz. Böylece insanlardan neler istediğini onların ellerine verdikleriyle ve dillerine söylettikleriyle sıralamıştır. İnsanı yeryüzünün halifesi yaparak her şeyi hizmetine sunduğuna şahitlik ediyoruz. Bizlere sevgisini ayaklarımız altına serdiği nimetlerle gösteriyor. Yoksa sahip olduğumuz nimetlerin hiçbirini önceden sipariş vermedik. Her şeyi hazır bulduk. Adeta milyarlarca yıllık zaman dilimi bizim için işlettirilmiş ve ayaklarımız altına kırmızı halı gibi serilmiştir. Bu kadar önem verdiği insanları yokluğa atarak, nihayetsiz güzellikleri boş ve anlamsız bir hale getirmeyecektir. Fıtratı Müslüman olarak yaratılmış insandan, yaratılma maksadını elbette isteyecektir. Her haliyle özel kıldığı insanlar için, kıyameti getirmesin! Haşiri yaratmasın! İnsanı tekrar diriltmesin! Mahkeme-i Kübra’yı açmasın! Kendine itaat edenlere cenneti vermesin! İsyan edenleri de cehennem hapsine atmasın! Hâşâ yüz bin defa hâşâ…Allah bir sineğin hayatını merhametle korusun. Hakkını versin. Midesinin duasını duysun. İstediğini versin. Lakin en sevdiği ve her şeyi emrine verdiği, sevgisini sayısız nimetleriyle gösterdiği insanın, sonsuzluk arzusunu duymasın. Kalbindeki e-bed e-bed heceleriyle ettiği duasına cevap vermesin. Elbette bu dualara cevap verecektir.

Mehmed Gökcan 01 Mayıs
Konu resmiHer Kışın Bir Baharı Vardır
İnsan

Kış, sadece havanın soğuması değildir; bazen içe kapanıştır, bazen suskunluktur. Bazen bir duraklama, bazen de insanın hayattan geri çekildiği bir eşiğin adıdır. Ama hangi kış sonsuz sürmüştür ki? Her mevsim gibi kışın da bir ömrü vardır. Toprak bile susarken içinde baharı saklar; dışarıdan kuru ve solgun görünse de derinlerinde filizlenmeye hazır hayatlar taşır. İnsan da öyledir. Bazen kapanmış kapıların ardından geçemez, umutları kurur, duaları sessizliğe gömülür. Gün olur, sanki içimizdeki mevsim donmuştur. Ne içeriye güneş sızar ne de dışarıya bir ses ulaşır. Fakat unutulmamalı: İçimizde, ne kadar soğuk ve karanlık olursa olsun, bir bahar saklıdır. Çünkü her kışın bir baharı vardır. Umudun en çok ihtiyaç duyulduğu zamanlar, tam da karanlıkla yüzleştiğimiz anlardır. Zira ümit, güneşin doğmasından önceki en koyu karanlıkta parıldar. Kur’ân’ın haşir vurgusu, bize bu gerçeği tekrar tekrar hatırlatır: Toprağa gömülen her şey yeniden dirilecektir. Ölümden sonra hayat, kıştan sonra bahar, suskunluktan sonra kelime, inkisardan sonra secde gelecektir. Said Nursî’nin baharla gelen diriliş müjdesi, sadece tabiatın değil, insan ruhunun da yeniden doğabileceğini fısıldar. Kur’ân’ın haşri anlatan ayetleri, edebiyatın umut dolu imgeleri ve insanın kendi içindeki baharı keşfetme yolculuğu, bize hep aynı hakikati söyler: Geç de gelse bahar, aldatmaz. Ümit, insanın toprağa düşse de filizlenebilecek bir tohumu hâlâ taşıdığına inanmasıdır.Yeter ki sen toprağına sahip çık. Yeter ki sen içindeki mevsimi unutma. Çünkü karlar ne kadar kalın olursa olsun, güneşin sıcaklığına dayanamaz. Ve her insan, içindeki baharla yeniden yeşerebilir. İşte bu yüzden: Her kışın bir baharı, her nehirin bir sabahı vardır.

İrfan MEKTEBİ 01 Mayıs
Konu resmiBahar Çiçekleri
Risale-i Nur

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُٓ اَ بَدًا دَٓائِمًاEy felâket ve helâket asrının ve sonraki asırların en bedi’ peygamber varisi! Ey Risâle-i Nûr mizanlarından, îmân-ı âhiret burhanlarından olan 10. Sözde haşr-i azamı iki kere iki dört eder derecesinde katiyetle ispat ederek küfrün belini kıran! Ey Tabiat Risalesi ile tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüp küfrün temel taşını zîr ü zeber eden! Ey 33. mektup ile kâinata 33 pencere açıp 33 ayrı mertebede vücûb ve vahdaniyet-i İlahiye ve evsâf ve şuûnât-ı Rabbâniyeye, âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinâtın vech-i delâletlerini en üst perdeden, en âlî mertebeden beyan eden! Ey Ayet el-Kübra Risalesinde, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen her bir misafir gözünü açıp baktıkça gördüğü bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, o misafirleri yanına alıp kâinatın zerrât ve seyyarât ve eczâ ve tabakâtında seyahate sevk ederek imanın ve vahdaniyetin âlî mertebelerine sülûk ettiren! Ey bir elif ve bir nokta olan ene ve zerre risaleleriyle marifetullah yolunda en mühim bir muamma-yı müşkil-küşa olan ene’yi keşfederek emanette emîn olmanın yolunu gösteren; ve harekât, tahavvülât ve vezaif-i zerratı en nurlu, mücella ve hayat-bahş bir tarzda beyan eden! Ey ne yazması usanç veren ve ne de okuması halâvetini kaybeden, tembel ehl-i kalemi büyük bir şevk ve gayrete getiren mucizat-ı Ahmediye (asm) risalesini 12 saatte telif ederek 300’den ziyade mucizat-ı Ahmediye’yi (asm) ananeleriyle, mütalaasına doyulmaz bir surette beyan eden!Ey Mi’rac risalesi ile kemalât-ı Ahmediyye’ nin (asm) cemaline birden bir ayine tutan! Ey “Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki var iken başka burhan aramak aklıma zâid görünür; elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat var iken münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir!” diyerek Mu’cizat-ı Kur’aniy­ye risalesinde Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’ın 40 vech-i i’cazını âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyan eden! Ey 15. Söz ve 29. Söz melaike ve ruhaniyat bahsi ile meleklerin vücudunu en bedi’ ve nurani ifadelerle ispat eden; ve gurûb etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû edeceği derecesinde bir katiyetle hayat-ı uhreviyeyi beyan eden! Ey 26. Söz kader bahsiyle alimlerin fehmetmekte aciz kaldıkları kader rüknünü çocuklara da bildiren! Ey 11. Söz ile hikmet-i hilkati ve kâinatın tılsım-ı muğlakını ve namazın mana ve hikmetlerini kâmilen izah eden! Ey Dördüncü, Dokuzuncu, 11. ve 21. Sözlerle kâinatta imandan sonra en büyük hakikat namaz olduğunu ispat eden! Ey sekiz küçük sözü askerlik temsilâtıyla, sekiz hikayecikler ile, kısaca ve avam lisanıyla telif ederek en azîm hakikatleri en basit dimağlara da mükemmel nakşeden! Ey İhtiyarlar Risalesinde, ihtiyarlamış, aczi ziyadeleşmiş muhteremlere 26 Reca ve Ziya ve tesellileri hediye eden! Ey 2. ve 25. Lemalar ile hastalara bir merhem, bir teselli, mânevî bir reçete, bir iyâdetü’l-marîz ve geçmiş olsun makamında maddi ilaçtan daha müessir edviyeleri ihzar ve ihda eden! Ey şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyâde Risâle-i Nûr’la fıtraten alâkadâr olan, hakîkî bir ihlâs ve mukabelesiz bir fedâkârlık manasını ifade eden şefkatteki fedakarlığı taşıyan hanımlar taifesi için Hanımlar Rehberini en müşfik ve müessir bir surette ders veren!Ey Gençlik Rehberinde, câzibedâr bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle gayet mûnis ve mukni’ bir sada ile muhavere eden! Ey mahbusları dahi unutmayıp, dünyaları mahvolan o musibetzedelerin tam terbiye almaları, hakiki teselli bulmaları, hapishanelerin de birer terbiyehane olmalarını sağlamak için Meyve risalesini telif ederek hapishaneleri medrese-i Yusufiyeye çeviren! Ey imanda bir tuba-yı cennet tohumunun, küfürde ise bir cehennem zakkumunun münderiç olduğunu kerrâtla izah ve ispat eden! Ey nihayetsiz acz, fakr ve kusurumuzu kesretle ihtar ve ispat ederek hakiki ubudiyete bizi davet ve teşvik eden! Ey  “مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖي لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ” ayet-i celîlesi sırrı ile duaların en faziletli, en çeşitli, en revnakdarlarını Envar-ül Hakaik’te derc ede­rek dua ile ubudiyetin gûnâ gûn envaını kar­deşlerine hediye eden! Ey Nur ve Bedî’ ve Hakîm isimlerine bir muazzam ayine ve bir mazhar-ı a’zam olup âlemdeki hikmetleri sehl-i mümteni’ derecesinde en bedi’ ifadelerle, en parlak nur temsilleriyle beyan eden! Ey kâinatın ve hilkatin sırlı tılsımlarını Tılsımlar mecmuasında beyan ederek keşşâf-ı esrar-ı kâinat ve hilkat olduğunu gösteren! Ey Risâle-i Nûr’un ehemmiyetini ispat eden, başta Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’ın otuz üç âyâtıyla işaret etmesiyle şâkirtlerini şevke getiren, kuvve-i maneviyelerini ziyâdeleştiren Sikke-i Gaybiye risâlelerini neşreden!Ey lahikalar ile Risale-i Nur mesleğinin düs­turlarını, tarz-ı tatbikini, usulünü bita­ma­miha tesis eden! Ey harb-i umumîde, cep­hede, avcı hattında, bazan at üstünde tetkikât-ı âliye ile telif edilmiş muazzam bir şaheser olan İşarâtü’l-İ‘caz eserinde, mahzen-i mu‘cizat ve Mu‘cize-i Kübrâ-yı Ahmediye (asm) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın çok i‘câz vücûhundan yalnız i‘câz-ı nazmîyi cerh edilemeyecek bir surette, be­lâ­gatın kanunlarına ve ulûm-u Arabi­ye­nin düsturlarına tatbik ederek beyan eden! Ey Risâle-i Nûr’un bir nevi çekirdeği ve fi­dan­lığı hükmünde, manevî turuk-u ha­fiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışarak kalb ve ruh içinde yol açmağa muvaffak olan Mesnevi-i Nuriye mecmuasını telif eden! Ey bin seneden beri tedârik ve te­râ­küm eden müfsid âletlerle dehşetli rahnele­nen kalb-i umumiyi, efkâr-ı âmmeyi ve vicdân-ı umûmiyeyi Kur’ân’ın i‘cazıyla ve îmânın ilâçlarıyla tedavi eden! Ey Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyânın i‘câz-ı manevîsinden çıkan eserleri imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyât ve inkişâfâta medâr olan! Ey 130 risaleleriyle küllî bir tahribâtı ve İslamiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kaleyi tamir eden! Ey doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir burhânı ve kuvvetli bir tefsîri ve parlak bir lem‘a-i i‘câz-ı manevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâ‘ı ve o maden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi olan Risâle-i Nûrun müellifi!Ey hüsran-ı İslam’a kanlı gözyaşlarıyla ağlayan, “Bana ıstırap veren yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum” diyerek bütün him­­­metini iman kurtarmaya hasreden Sevgili Üstadımız!Sevgili üstadım, “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır” buyurmuştun. Evet, صَدَقْتَ üstadım, her gecenin bir nehârı, her kışın bir baharı vardır. En sert kışta diktiğin nur tohumları çiçekler açtı ve meyve vermeye yanaştı. İşte sevgili üstadım, cennet gibi bir manevi bahar geldi, bugün nevruz-u Sultanî ve Rabbanîyi yaşıyoruz! “Bize parlak bir istik­bal düşmüş” dediğin günlere giriyoruz. İs­lam’ın zaferiyle güleceğimiz günlere yetişiyoruz. Evet sevgili üstadım, şimdi sen de gül diye, Risale-i Nur ile yetişen, ona talebe olmaya çalışan, maziden zaman-ı hazıra zeminimizde açan çiçekler olan yüzbinlerle Nur talebesini ve Nurlarla imanını kurtaran milyonlarla ehl-i imanı ve Nur tohumlarının pek yakın istikbaldeki nurlu meyvesi olan nesl-i atînin asr-ı saadetini zaman ipine takıp Bahar Çiçekleri olarak takdim ediyoruz! Ve senden “هَنٖٓيئًا لَكُمْ” sadâsını işitmek arzu ediyoruz. Kabul buyur.Hürmetle, muhabbetle, hasretle mahşerdeki likanı bekleyerek ellerinden öpüyoruz sevgili üstadım.

Latif Çobankaya 01 Mayıs
Konu resmiTebliğde Başarıya Götürecek Esaslar
İnsan

Aslî vazife, samimiyetle ve ihlasla anlatmak­tır. Çünkü tebliğ, insanları zorla değiştirmek değil; hakikati gönüllere taşımaktır. Kabul ettirmek, kalpleri çevirmek Allahu Teâlâ’aya mahsustur. Nitekim Kur’ân’da da bildirildiği üzere, Hz. Peygambere (sav),“Sen ancak bir uyarıcısın” buyrul­muştur.Aslî vazife, samimiyetle ve ihlasla anlatmak­tır. Çünkü tebliğ, insanları zorla değiştirmek değil; hakikati gönüllere taşımaktır. Kabul ettirmek, kalpleri çevirmek Allahu Teâlâ’aya mahsustur. Nitekim Kur’ân’da da bildirildiği üzere, Hz. Peygambere (aley­his­salâtu vesselâm), “Sen ancak bir uyarıcısın” buyrul­muştur. O hâlde tebliğci, üzerine düşeni hakkıyla yerine getirip neticeyi Cenâb-ı Hakk’a bırakmalıdır. Nice peygamberler var­dır ki, gece gündüz demeden, karada ve de­nizde, şehirde ve köyde, her türlü zulme rağ­men hakkı anlatmışlar; fakat ümmet sahibi olamamışlardır. Ancak buna rağmen vazifelerini hakkıyla eda ettikleri için ilâhî mükâfatlarına tam manasıyla nail olmuşlardır.Tebliğdeki en önemli esaslardan biri de muhatabın güzel yönlerini görmek ve bunları takdir etmektir. Zira insan, muhabbetle yaklaşılınca daha kolay açılır ve dinlemeye meyleder. Eleştiri yapılacaksa bile bu, incitmeden, güzel bir üslupla, nezaketle yapılmalıdır. Peygamber Efendimizin (Aleyhissalâtu Vesselâm) Abdullah bin Ömer hakkındaki sözünü hatırlayalım: “Abdullah ne iyi adamdır, gece kalkıp namaz kılsa daha iyi olurdu.” Bu söz, doğrudan bir tenkit değil, bir takdirin ardından gelen nazik bir yönlendirmedir. Hadisi nakleden Salim diyor ki: Bu söz üzerine Abdullah bin Ömer, hayatının geri kalan kısmında geceleri neredeyse hiç uyumadı ve ibadetle geçirdi. Bu da gösteriyor ki, hikmetli bir söz, muhatabın hayatında büyük bir dönüşüme vesile olabilir.İslâmî meseleleri anlatırken, meseleleri sağlam delillerle ispat etmeye, muhatabın aklî ve kalbî iknasına ulaşmaya çalışmak esastır. Ancak bu ikna süreci bir zorlama hâlini almamalıdır. “Sen mutlaka bunu kabul etmelisin” gibi baskıcı yaklaşımlar, muhatabın kalbini kapatabilir. Oysa yapılması gereken, hakikati berrak ve güzel bir dille ortaya koymak ve karar verme sürecini muhataba bırakmaktır. Bu hem edebe uygun hem de daha tesirli bir yoldur.İyilikler, insanın ruhunda ve bedeninde huzur meydana getirir. Dünya hayatında bile, iyiliklerin lezzeti, cennet nimetlerini hatırlatacak kadar güzeldir. Birine yardım etme­nin, bir yetimi sevindirmenin, bir hayrı gerçekleştirmenin ruhumuzda uyandırdığı ferahlık; âdeta cennetin kokusunu haber veren bir meltemdir. Aynı şekilde, kötülükler de iç huzuru bozar, gönlü karartır. Haksızlık, gıybet, iftira gibi günahlar; ilk anda belki tatlı gibi görünür ama ardından derin bir pişmanlık ve azap getirir. Bu yüzden kötülükler, zehirli bal gibidir. İyiliklerde, dünyada iken görülmeye başlayan cennet lezzetlerini andıran lezzetler olduğunu, kötülüklerde ise cehennem azabını hatırlatacak boyutta acılar ve elemler olduğunu örneklerle ortaya koymalı. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ifadesiyle: “Evvelinde cazibedar, ahirinde elimdir.”Tebliğde cezalardan çok mükâfatlardan bahsetmek gerekir. Zira insan fıtratı, mükâfata meyillidir. Sürekli tehdit ve azap vurgusu, zamanla kalpleri yorabilir ve uzaklaştırabilir. Bunun yerine, güzel davranışların insana kazandırdığı manevi güzellikler anlatılmalıdır. Örneğin, namazı terk edenin göreceği ceza yerine, namaz kılanın ulaşacağı iç huzur, Allah’ın rızası ve ebedî saadet vurgulanmalıdır. Aynı şekilde, cehennem korkusundan çok, cennet özlemi işlenmelidir. Zira bu zaman insanı, özellikle müjdeye, ümit veren ifadelere daha çok ihtiyaç duymaktadır.Şöyle bir söz var...Üç nevi Müslümanlık vardır:1. Nefsin istediği kadar Müslümanlık: Bu, ibadeti isteğe göre yapan, sadece kolayına geleni seçen bir anlayıştır. Nefsin hoşuna gitmeyen şeylerden uzak durur, dinin zahmetli taraflarını görmezden gelir.2. Toplumun istediği kadar Müslümanlık: Bu anlayışta kişi, çevresinin hoşuna gidecek şekilde dindarlık sergiler. Kalabalıkların istediğini yapar, modaya uygun din yaşar.3. Allah Teâlâ'nın istediği ve razı olacağı şekilde Müslümanlık: İşte asıl olan budur. Bu Müslümanlık, nefse değil Hakk’a tâbi olur. Kimin ne dediğine değil, Allah’ın ne buyurduğuna bakar.Hakiki Müslümanlık, üçüncü nevdir. Diğerleri, nefsin ve toplumun tuzaklarına düşmekten başka bir şey değildir. Rabbimiz bizleri, razı olduğu kulluk çizgisinde sabit kılsın. Aldanıştan, gafletten ve dünyevî cilvelere kapılmaktan muhafaza buyursun.Âmin.

Osman AKTAŞ 01 Mayıs
Konu resmiRisale-i Nur'da ve Divan Edebiyatında Bülbüle Yüklenilen Mana
Risale-i Nur

Bülbül: Tefekkürden Âşka Uzanan Bir SembolBülbül, asırlardır hem tasavvufi düşüncenin hem de edebi geleneğin en zarif, en çok anlam yüklenen figürlerinden biri olmuştur. Farklı dönemlerde, farklı zihinlerde çeşitli manalarla şekillenen bu narin kuş, kimi zaman Allah’a yönelen kalbin sesi, kimi zaman da sevgiliye ulaşamamanın hüzünlü nidası olmuştur. Risale-i Nur Külliyatı ile Divan edebiyatı, bu ortak sembolü farklı derinliklerde işler; biri onu bir tefekkür kuşu, diğeri ise bir aşk kuşu olarak tasvir eder.Risale-i Nur’da Bülbül: Şükür ve Teslimiyetin NâzımıRisale-i Nur Külliyatında bülbül, genellikle tefekkür, zikrullah ve kulluğun samimiyeti gibi yüksek manalarla ilişkilendirilir. Said Nursî Hazretleri, eserlerinde bülbülü sadece estetik bir varlık olarak değil, aynı zamanda Allah'ın isim ve sıfatlarının tefekkürüne bir vesile olarak ele alır. O, kâinat kitabında yazılı ilahi mesajları okuyan bir muhatap gibi değerlendirilir.Bülbülün bir çiçeğe, özellikle de güle olan sevgiyle ötüşü, insanın Rabbine olan muhabbetini hatırlatan sembolik bir sahne olarak değerlendirilir. Bu ötüş, yalnızca bir ses değil; aynı zamanda mahlukatın tesbihi, Allah’a karşı duyulan aşkın ve hayranlığın bir yansımasıdır. Risale-i Nur’un “İşârâtü’l-İ’caz”, “Sözler” ve “Şualar” gibi eserlerinde bülbül, yaratılışın güzelliğine hayran kalan, şükranla dolu bir kalbin sesi olarak belirir.Bülbül, bu yönüyle yalnızca bir kuş değil, aynı zamanda Allah’a yönelen ve kulluğun zirvesine ulaşan bir varlık modelidir. O, mevcudiyetini idrak etmiş ve bu idrakle tefekküre dalmış bir mahluktur. Said Nursî (ks), bu sembolü üzerinden insanı da kendi iç yolculuğuna davet eder: Kendi yaratılışındaki hikmeti gören, Allah’ın isimlerini temaşa eden ve bu gözlemle hayatına derinlik kazandıran bir insan modeli.Divan Edebiyatı’nda Bülbül: Âşıkın Gözyaşı ve FeryadıDivan edebiyatında bülbül, daha çok insani duyguların, özellikle de aşk, hasret, acı ve hicran gibi beşerî hallerin sembolü olarak kullanılır. En çok karşılaştığı eşlikçi sembol ise güldür. Gül sevgiliyi, bülbül ise ona ulaşamayan, onun uğruna inleyen âşığı temsil eder. Bu edebi gelenekte bülbülün sesi bir aşk şarkısından çok, bir feryattır. O, güle olan sevdası uğruna yanar, kavrulur; gülün dikenleriyle yaralanır ama yine de o bahçeden ayrılmaz.Bülbül, Divan şairlerinin dünyasında âşığın ruh hâlidir; yanık bir yürek, sabırla dolu bir bekleyiş ve vuslata eremeyen bir hasret timsalidir. Gülün dikenleriyle dolu bahçesi, aşk yolunun zorluklarını, fedakârlığını ve imtihanlarını sembolize eder. Bu sebeple bülbül, yalnızca bir figür değil, aynı zamanda sabrın, sadakatin ve çileyle yoğrulan aşkın sesidir.Fuzûlî’den Baki’ye, Şeyh Galip’ten Nedim’e kadar birçok Divan şairi, bülbülü lirik duyguların, çaresizliğin ve aşkın ıstırabının dili olarak kullanmıştır. Şiirlerde onun feryadı, yalnızca bir kuşun sesi değil, kalbi parçalanmış bir âşığın çığlığıdır.Ortaklıklar ve Ayrımlar: Manevî Derinlikte İki YorumHer iki düşünce geleneği de bülbülü yüksek duyguların, derin sevgi ve teslimiyetin sembolü olarak kabul eder. Ancak ifade ettikleri temalar ve yaklaştıkları yönler itibariyle bazı belirgin farklar da dikkat çeker:1. Vuslat ve Ayrılık Teması: Divan edebiyatında bülbül, gülün uğruna yanar, onunla buluşmayı arzu eder ama çoğu zaman ayrılığa mahkûmdur. Risale-i Nur’da ise bülbül, haliyle razıdır; yaratıldığı gibi, bulunduğu yerde Allah’a olan şükrünü ifa eder.2. Temel Anlam Katmanı: Risale-i Nur'da bülbül, Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtan bir sanat eseri olarak temaşa edilir. Divan şiirinde ise bülbül, aşk yolunun yolcusu, bir gönül hikâyesinin anlatıcısıdır.3. Kulluk ile Aşkın Yorumu: Risale-i Nur’ da bülbül, kullukla yoğrulmuş bir hayranlık ve teslimiyet sembolüdür; Divan edebiyatında ise aşkın içinde yoğrulmuş bir çaresizlik ve hasret ifadesidir. Biri teslimiyetin sesi, diğeri feryadın yankısıdır.Bir Kuşun Kanadında İki ÂlemBülbül, her iki gelenekte de tek başına bir kuş olmaktan çok daha fazlasıdır. O, kimi zaman Allah’a hayranlıkla bakan bir göz, kimi zaman ise sevgiliye ulaşamayan bir kalbin dili olur. Risale-i Nur’da bülbül; tevhidi, hikmeti ve kulluğu dile getiren bir zikir sahibidir. Divan edebiyatında ise aşkın zorlu yollarında sabırla yol alan bir âşık.Her iki bakış da insanın varlıkla, aşk ile ve Yaratıcı ile kurduğu ilişkinin farklı boyutlarını açığa çıkarır. Bülbül, bu anlamda yalnızca bir edebi motif değil, aynı zamanda manevi bir aynadır. Hangi pencereden bakılırsa bakılsın, o bakışın derinliğini yansıtan bir kuş, bir metafor, bir fısıltıdır.

Münib SAİD 01 Mayıs
Konu resmiYokluk Kapısı
İnsan

Ülkemizde geniş kitlelerce tanınan ve Üs­kü­dar’ın manevî dinamiklerinden birisi olan Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri, aslında Bursa kadısıydı. Bir medrese ehlinin çıkabileceği en üst makamlardan birine kadar yükselmişti. Belki ileride Kazasker ve niha­yet Şeyhülislamlığa kadar yükselebilecek po­tansiyele sahipti. Buna rağmen makamları ve mevkileri elinin tersiyle itip, maneviyat ön­deri olmayı tercih etti. Ancak maneviyat önderi olmak kolay değildi. Sadece kadılıktan vazgeçmek yetmiyor­du. Bir daha eski makamlarına özlem duymayacak derecede nefsini terbiye etmesi de gerekiyordu. Bu sebeple şeyhi Üftade Hazretleri ona: “Bu kapı, yokluk kapısıdır” demişti. Yani varlık için geldiysen baştan vazgeç, demek istiyordu. Buradaki varlık, manevîdir. Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri, maddî yokluğu tercih etti. Padişahlar, şeyhülislamlara bile göstermedikleri teveccühü Hüdai Hazretlerine gösterdiler. Atlarından inip, onu bindirdiler ve ardından yürüdüler. Osmanlı’nın dünyanın süper gücü olduğu bir dönemde yaşandı bunlar. Yani dünyanın en güçlü padişahları yürüdü Hüdai Hazretlerinin arkasından. Hâlâ onca insanı kendisine çeken sır bundandır. Yokluğa razı olarak manevî varlık bulanlardan birisi de Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleriydi. Onun da önüne bir insanın arzu edeceği her türlü dünyevî makam ve servet sunulmuştu. Ama o hep yokluğu tercih etti. Tüm eşyası bir sepete sığdı. Hiçbir dünyevî makamı istemedi. Müellifi olduğu risâleler, onlarca dile çevrilerek milyonlarca adet basıldı ve milyonlarca kişi tarafından okundu ve yazıldı. Çok sayıda insan Risâle-i Nûrlarla imana geldi, imanlarını kurtardı. Dünya dolusu servetle yapılamayacak bir iman hizmetine ancak bir sepeti dolduran eşyası ve kalbindeki imanı ile vesile oldu. Risâleleri, çok kısıtlı zamanlarda, kısıtlı imkânlarla yazdı. Günümüzde kimi klavye kabadayıları, oturdukları yerden risâleleri kendilerince eleştiriyorlar. Yazdıkları cümleleri okuduğunuzda, Risâle-i Nûrları hiç okumadıklarını anlıyorsunuz. Halbuki insaf ile okuyan herkesin ifade ettiği bir hakikat var. O da imanı bu şekilde anlatmanın ve iman hakikatlerini bu şekilde isbat etmenin şimdiye kadar kimsenin aklına gelmemiş olmasıdır. Bu açıdan bu yöntem yeni bir imanî çığırdır, bir imanî devrimdir. Burada akıllara bir soru gelebilir. Niye şimdiye kadar böyle bir şey ortaya çıkmadı? Nasıl ki Hadîs kitaplarının yazılması, mezheplerin ortaya çıkması, İmam Gazalî’nin İhyâü Ulûmi’d-Dîn’i, Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin Fütûhu’l-Gayb’ı, Mevlânâ Haz­­retlerinin Mesnevî’yi ve İmâm Rabbânî Haz­­retlerinin Mektûbât’ı yazması için yüz­yıl­ların geçip zamanının gelmesi gerek­tiyse, aynı durum Risâle-i Nûrlar için de geçerlidir. İmansızlığın zirve yaptığı bu dönemde kendine has üslubuyla iman hakikatlerini isbat eden, ahir zamanın getirdiği manevî hastalıklara çözümleri ortaya koyan bir Kur’ân tefsirine ihtiyaç vardı. Günümüzde dünyanın birçok yerinde insanlara İslamî ve imanî hakikatleri anlatan kişilerin ya doğrudan Risâle-i Nûr’daki delilleri ya da Risâle-i Nûr’un yöntemini kullandıklarını gözlemleyebiliyoruz. Bu açıdan Risâle-i Nûr’un ne kadar tesir ettiğini anlamak ge­rek. Zaten Bedîüzzaman Hazretleri de Ri­sâ­le-i Nûr’un tüm Müslümanların malı ol­du­ğunu ifade ediyor. Bu hakikatleri alın, oku­yun, anlatın. Hem imanınızı kurtarın hem de başkalarının imanlarının kurtulmasına vesile olun, diyor bir anlamda.Bedîüzzaman Hazretlerinden sonra yokluk­la var olan, bir diğer maneviyat önderi ise Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hazretleridir. Bedîüzzaman Üstadımızın kendisinden son­ra iman hizmetini emanet ettiği Hüsrev Efen­di Hazretleri, Üstad-ı Sânî olarak son ne­fe­sine kadar hizmet etti. Ailesinden kendi­sine kalan tüm servetini Risâle-i Nûrların neşri için sarf eden Hüsrev Efendi Üstadımız, varlıklarından vazgeçti. Vefat ettiğinde elinde dünyalık namına hiçbir şey kalmamıştı. Ama Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle yaptığı hizmetlerle Anadolu’da dinsizlik fikrinin hâkim olmasına engel olmuştu. Varlıklarını daha da artırma peşinde koşsa, bunca hizmeti yapamayacaktı. Yokluğu kabul etti, varlıklarını iman hizmetinde harcadı, Tevafuklu Kur’ân’ın kâtibi, Risâle-i Nûrların nâşiri, Türk milletinin manevî halaskârı, İslam harflerinin müdafii, iman davasının yılmaz mücahidi oldu. Ona baktığınızda benlik, şöhretperestlik namına zerre göremezdiniz. İslâm’a, Kur’ân’a ve imana hizmet için yola çıkanlar, bu yolda varlık bulacaklarını, makam elde edeceklerini düşünüyorlarsa, işin başında hata yapıyorlar demektir. Nefis, manevî de olsa makam ister. Onun isteklerine değil amacımıza ve hedefimize odaklanmalıyız. Hizmetin küçüğü büyüğü olmaz. Önemli olan nerede olunduğu, hangi ünvanda bulunulduğu veya insanların bize ne kadar ilgi gösterdiği değildir. Önemli olan ne kadar insana ulaşıp ne kadarının imanının kuvvetlenmesine veya imana gelmesine vesile olduğumuzdur. Bazen etrafımızda hiçbir imanî derdi olmadığını zannettiğimiz kişilerin bile kafalarında nice soruların olabileceğini unutmayalım. İşte bu sebeple varlıklarından geçenlerin sayıları artınca İslâm güçlenecek, Müslümanlar artacaktır.Hz. Sürâka bin Mâlik (ra), İran’ın fethinde Kisra’nın bileziklerini Peygamber Efendimizi (asm) doğrulamak için giydi. Ardından hemen çıkardı. Yokluk dünyası olan bu dünya ücret yeri değil, hizmet yeridir. Varlıktan geçme yeridir. Nice varlık sahipleri, bütün varlıklarını bırakıp gittiler bu dünyadan. Yanlarında onca varlıktan hiçbir şey götüremediler.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiHer Derde Deva Büyük Mucize
İtikad

Kur’ân, bütün varlıkların ve canlıların Yaratıcısı olan Allah’ın bir kelâmıdır; göklerin ve yerin sahibi olan Rabbimizin insanlara seslenişidir. Kur’ân-ı Kerîm, bütün insanlığa Arş-ı A’lâ’dan gönderilen ilâhî ve kapsayıcı bir ezelî hitaptır. O, bir rehberdir; iman hakikatlerinin kaynağı ve İslâm esaslarının ana kaynağıdır.Kur’ân-ı Kerîm, rahmeti kâinatı kuşatan Rabbimizin biz âciz kullarına bir lütfudur; hikmetlerle dolu mukaddes bir kitap, Allah kelâmı olma şerefini taşıyan nurlu bir bildiridir. O, insanı ıslah ve terbiye için indirilmiş açık ve etkileyici bir hitaptır.Kur’ân, kâinatın sesini, özünü, görevini, anlamını ve hikmetini bize öğreten bir rehberdir. Rabbimizin isimlerini tanıtan, o isimlerde gizli sırları ve hazineleri bize açan bir keşif anahtarıdır. Görmediğimiz ama inandığımız âhiret âleminin haritası ve kılavuzudur.Hakikat denizinin derinliklerinden gelen Kur’ân, insan için bir hayat kitabı, bir hikmet kitabıdır. Dua, davet ve ibadetin de kitabıdır. Aynı zamanda emir ve yasakları bildiren, zikri ve tefekkürü öğreten bir kaynaktır.Kur’ân-ı Hakîm, inananlar için gerçek bir önder, insanlar için hakikatin yolunu gösteren bir mürşid, kemale erenler için mutlak bir rehber ve hakikati arayanlara yüksek bir öğretmendir. Kur’ân’ın adalet dolu hükümleri ve parlayan şeriatı, insanların düzenini, mutluluğunu sağlayan bir teminattır.Kur’ân’da su gibi akan bir akıcılık, fiile yaraşır bir heybet, yüceliğe layık bir asalet ve benzeri olmayan bir ifade gücü vardır. O, geçmiş kitaplarla ilgili nakilleri ve anlatımlarıyla, onların ittifak ettiklerini tasdik eden, ihtilaf ettiklerini düzelten büyük bir hakikat ölçüsüdür.Kur’ân, insanı korkutmayan, herkesin anlayabileceği bir hitaptır. En derin hakikati, en sade bir insana en güzel şekilde anlatabilir.Elbette Kur’ân-ı Kerîm bir tarih veya coğrafya kitabı değildir. Ancak âlemin düzeninden ve işleyişinden söz ederek Rabbimizi tanıtan, azametini anlatan bir rehberdir.İnsanoğlunun hem diliyle hem hâliyle sorduğu sorulara doyurucu ve gerçekçi cevaplar veren, hakikatin kaynağı ve madenidir Kur’ân-ı Kerîm.Kur’ân indirilmeye başladığında, üstün edebî diliyle bütün şairlere ve ediplere meydan okudu. Onun karşısına çıkmaya kimse cesaret edemedi. Kur’ân’ın elmas gibi keskin sözleri, şairlerin tahtadan yapılma söz silahlarını darmadağın etti. Altınla yazılarak Kâbe duvarına asılan şiirler, onun sözleri karşısında sonbahar yaprakları gibi yerlere düştü. Batmayacak bir güneş gibi doğan Kur’ân’ın karşısında insanlar hayranlıkla eğildi. O ayetlerin karşısında ne şiirin, ne de şairin bir kıymeti kalmadı.Evet, en büyük zekâlar Kur’ân karşısında aciz kaldı, en güçlü hatipler ona hayran oldu, en meşhur âlimler Kur’ân’a minnettarlık duydu. Kur’ân’ın yüceliği karşısında beşer, onun önünde eğilmeye mecbur, saygı göstermeye mahkûmdur.Kur’ân, bütün insanlara hitap eder. Herkes, Kur’ân’dan kendi nasibini alır. İster zeki olsun ister anlayışı kıt ister kayıtsız kıt ister takvâ ehli, ister dünyadan elini eteğini çekmiş biri olsun isterse dünyaya gönülden bağlanmış biri... Her insan, bu ilâhî hitaba muhataptır. Rabbimizin rahmet eczanesinden istifade etmek herkesin hakkıdır.Kur’ân’dan herkes farklı şekilde faydalanır. Kimi mesleğine, kimi karakterine, kimi fıtratına göre ondan fayda sağlar. Kalbini onunla tedavi eder. Ruhunu, sahip olduğu kabiliyet nispetinde onunla terbiye eder. Çünkü her insan bir âlemdir; âlemlerin Rabbi, Kur’ân-ı Kerîm’i bütün insanlara, fert fert rahmet olarak indirmiştir.Kur’ân-ı Kerîm, her çağın anlayışına uygun, her sınıfın idrakine hitap eden, herkesin ruhuna seslenen bir ilâhî kelâmdır. Zaman yaşlansa da o hep gençtir. Asırlar geçse de tazeliğini, güzelliğini ve lezzetini korur.Bu kâinatta ve her çağda en yüce makam Kur’ân’ındır. Kur’ân’ın kutsal kelimelerini ve iman dolu anlamlarını öğrenmek, dünyalık her kazançtan katbekat kıymetlidir.Kur’ân, kalbe kuvvet, akla gıda, ruha ışık, nefse şifa ve huzur verir. Ne küçük bir çocuğun hafızasını zorlar, ne de ağır hastalara yük olur. Kur’ân, kâinatı aydınlatan ve her an ihtiyaç duyulan bir hakikattir ki milyonlarca defa okunsa bile tekrar okunmak istenir. Hava gibi, ışık gibi her an ona ihtiyaç vardır.Son iki yüzyılda dünya, Batı medeniyetinin ve Avrupa felsefesinin insanlığa getirdiği zulmü ve baskıyı çok ağır şekilde yaşamıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, sömürgecilik faaliyetleri bunun açık delilleridir. Artık söz Kur’ân’ındır.İnsanlığı bu karanlıklardan çıkaracak nur, sadece Kur’ân’da bulunur. Her derde şifa, her zulme ışık, her umutsuzluğa ümit; işte bu büyük mucize olan Kur’ân-ı Kerîm’dedir.Farkında olmasalar da insanların kalpleri Kur’ân’ı arıyor. Ruhlar ona muhtaç. İnsanlık şaşkın bir hâlde dolaşsa da akıllar Kur’ân’a aç, vicdanlar ondan gelecek diriltici suya hasret.Dünyanın geçici, yüzsüz ve vefasız çehresini gören insan, elbette ebedî olan gerçek sahibe yönelecek. Merhametsiz ve acımasız siyaset oyunlarını görenler, Allah’ın en büyük emri olan Kur’ân’a koşacak. Kur’ân, kıyamete kadar var olacak; onun güneşi hep parlayacak, ışığı hiç sönmeyecek.“Gelecekteki büyük değişimlerin içinde, en yüksek ve gür ses İslâm’ın sesi olacak! Ve hâkimiyet, Kur’ân’ın ve imanın hakikatleriyle kurulacak…” İnşâallah.

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Mayıs
Konu resmiHotoz Başlık
Kültür ve Medeniyet

Mezar taşı kitâbelerinde üç önemli özellik ve sanat göze çarpmaktadır. İnce taş işçiliği, yazı sanatı ve mezar taşlarında bulunan dinî, edebî ifadeler. Yapı olarak bütün mezar taşları birbirlerine benzer özellikler göstermektedir. Temel fark erkek ve hanım mezar taşı kitâbelerinde görülür. Kadın mezar taşları erkek mezar taşlarına nazaran daha sanatlıdır. Kadın mezar taşlarını erkek mezar taşlarından ayıran en belirgin özelliklerden olan bir başka sanat veya süs unsuru da kadınların günlük hayatta giydikleri “Hotoz” adı verilen özel başlıkların mezar taşlarına konulması olmuştur. Bu hotoz başlıklarda hanım zarafetini yansıtacak şekilde vazo içerisinde güller, çiçekler bulunmaktadır. Genellikle basık yarım küre şeklinde olan bu başlıklar, bazen dilimli ya da halkalı olabilmekte, bazı örneklerde ise yüzey kısmın dönemin üslûbunda desenlerle bezendiği görülmektedir. Boyun kısımları çoğunlukla çiçek de­metleri ile bezeli olmakla birlikte, maddî gücünü yansıtmak isteyenlerin, muhtemelen sağlıklarında sahip oldukları gerdanlık gibi ziynet eşyalarını nakşettirdikleri de görülmektedir. Orta Asya ve Anadolu tarihi boyunca Türk kadınları çok çeşitli form ve ölçülerde başlıklar kullanmışlardır. Başlıklar, giyim kuşama uygun olarak kullanılan çok önemli ve vazgeçilmez bir aksesuar haline gelmiş, giyilen giysinin rengine, şekline ve dokuma türüne göre çeşitlilik göstermiştir. Bazen sade bazen de ihtişamlı olan bu başlıklar, kültürel düzeyde farklılıklar göstermiş ama kadınlar hangi sınıfa mensup olurlarsa olsunlar giysilerini tamamlayan bu aksesuardan vazgeçmemişlerdir.Anadolu coğrafi konumundan ötürü pek çok kültürü bünyesinde barındırmaktadır. Bu kültürel zenginlikten giyim tarzları da etkilenmiş, dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak ölçüde bir çeşitlilik oluşmuştur. 16. yüzyılda dönemin gezginleri, hangi sınıf ve dine mensup olurlarsa olsunlar, tüm kadınların dışarıda ayaklarına kadar örtündüklerini, evlerinde ise uzun sorguçlu ve yaldızlı başlıklar kullandıklarını anlatır. Bu gelenek yüzyıllarca Türklerin egemen olduğu coğrafyalarda kültürümüzün bir parçası olarak devam etmiştir. Geçmişte başa giyilen hotoz mevsim çiçek­lerine göre hazırlanırdı. Gül zamanı gül oyalı, gül renkli hotozlar, leylak zamanı leylak oyalı, leylak rengi hotozlar giyilirdi. Hotoz başlıklar yüzyıllar içinde bazı değişiklere uğramış ve bilhassa Lâle devrinden itibaren klasik Türk sanatlarının yerini batı etkisi almaya başlamış ve bu durum mezar taşlarına da yansımıştır. Geleneksel hotoz başlıklı kadın mezar taşlarına Batı etkisi ile bazı süslemeler ilâve edilmiştir. Kadın mezar taşlarında kadının takıları ve özellikle kadını simgeleyen süs motiflerine yani “gerdanlık, küpe, broş, çiçek” gibi motiflere oldukça sık rastlanır. 19. yüzyıldan sonra Batı tesiri etkisini daha da arttırmış ve kadın mezar taşlarındaki süslemelerin arttığı görülmüştür. Gelinlik çağına gelmeden ölen kızların mezar taşlarında kitâbenin üzerinde gelinin boynunu ve hotozunu andıran kabartma ve işlemeler görülür. Taşın boyun kısmına çeyiz sembolü olan “gerdanlık ve küpeler” işlenir. Yüzün olduğu boşluğu da çiçekler doldurur. Hotoz başlıklı şâhideler gerçek bir sanat eserleri olup her biri Osmanlı kadınlarının zarafetini yansıtmaktadır.

Mustafa YILMAZ 01 Mayıs