“Düşünce dilden, dil düşünceden doğar” derken Eflatun, “Düşünce dili çürütürse, dil de düşünceyi çürütebilir” diyordu George Orwell. Dâhil olduğumuz Kasım ayı pek çok iz bırakmıştır tarihimizde. Bunlardan en önemlisi Harf ve Lisanımız üzerinde yapılan tasarruftur şüphesiz. Çünkü bu mevzu, sadece bulunan sene veya yüzyılı değil, neredeyse varlığımızla ilgili her alanı etkilemiş ve etkilemeye devam etmektedir. Çünkü Peyami Safa’nın ifadesiyle, “Dilini kaybeden bir millet, her şeyini kaybetmiş demektir”. Her şeyini kaybeden bir millet ise ya hiçbir şeydir ya da bambaşka bir şeye dönüşmesi yüksek ihtimaldir. Başka bir yol daha var ki o da; bir şekilde yapılan yanlışa rağmen kendi kültür, medeniyet ve dini birikimimiz ile irtibatı koparmamak ve devam ettirmektir. İşte tam bu noktada Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur Külliyatını yüksek sesle zikretmek durumundayız. Dosyada da derinlemesine okuyacağınız üzere, Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerini hatt-ı Kur’an ile yazması; hatta talebelerine bu şekilde okutup yazdırması, Kur’an harfleriyle yazılan ve günümüzde Osmanlıca diye tabir ettiğimiz bu yazının kaybolup gitmemesine en büyük sebep/vesile olmuştur. Kültür ve medeniyetinizi oluşturan lisan, sadece dil kurslarına veya akademik referanslara mahkûm edilmekle devam etmeyeceği gibi, gelecek nesillerin geçmişle irtibatlı olarak yetişmesine de imkan tanımayacaktır. Bu iş ya bütün eğitim sistemi içerisinde bulunarak devam edecektir ya da bir halk hareketi olarak, halkın içerisinde yaşatılarak devam edecektir. İlk söylediğimiz madde için bugüne kadar –özellikle değişimin yaşandığı ilk zamanlarda- gerekli imkan bulunamaması, nesillerimizin yeni alfabe ve buna bağlı olarak batı kültürü ile yetişmesine zemin hazırlamıştır. Fakat Bediüzzaman Hazretlerinin ortaya koyduğu eserler ve etrafındaki insanlar üzerinden yürüttüğü dini faaliyet, geçmişle bağ kurduracak kültürel bir çizginin de o kitle üzerinden toplum içerisinde yaşamasına vesile olmuştur. Bugün Osmanlıca üzerinde yapılan faaliyetlerin varlığı, o günden başlayarak kesintisiz devam eden bu çalışmaların varlığına vabestedir. Bu anlamıyla Risale-i Nur Külliyatı hem Osmanlıca öğrenmeye, hem kültürel kodlarımızı taşıyan kelimelerle okuyup yazmaya, hem dini birikimimizi öğrenmeye, hem köprü vazifesi görmekle geleceği inşa edecek nesillerin geçmişle irtibatını kurarak yetişmesine ciddi katkı sağlayacak / sağlayan önemli bir kültür hazinesidir. İngiliz kralına cevaben İngiliz Başbakanının verdiği cevabı hatırlayalım: “Tabi ki Shakespeare’i tercih ederim. Çünkü Shakespeare bana bu Britanya’yı yeniden oluşturur” demişti. Peki, biz kendimize soralım: “Yeni Türkiye’yi neyle oluşturacağız?”
Bediüzzaman Hazretleri dava adamı olmanın önemini şu manada ifade ediyor: “Kimin himmeti, milleti ise ve hedefi milletinin kurtuluş ve saadeti olursa o kendi başına küçük bir millettir.” Varlıkların en şereflisi olma özelliğine sahip olan insanın vasıflarının her birisi cüz’i olduğundan birçok işi bir arada yapamaz. Bir anda ancak bir işi yapabilir. Kişi birden fazla iş yapabilmesi için, işlerini belirli bir zamana yayıp sırasıyla yapmak zorundadır. Mesela: İnsandaki ilim ve öğrenmek özelliği cüz’i ve belirli bir sıralamayla olduğundan bir anda birçok şeyi öğrenemez. Buna binaen hayata lazım olan birçok bilgi ve tecrübeyi ilkokuldan ta üniversiteye kadar, belki hayatının sonuna kadar sırasıyla ancak öğrenebiliyor. İnsanın konuşması da belirli bir sıralama ile gerçekleşmektedir. Birden fazla kelimeyi bir anda söyleyemez. Söylemek istediklerini ancak sırasıyla birer birer söyleyip bir neticeye ulaşır. İnsanın işitmesi de aynı durumdadır. Bir anda birçok konuşanı dinlerse bir şey anlayamaz. Ancak o konuşulanları sırasıyla birer birer dinlerse anlayabilir. Daha bunlar gibi insanda birçok vasıf ve özellikler vardır. Onlardan biri de himmettir. Himmet, kelime manasıyla kalbi, iradeyi, duygu ve düşünceyi bir noktaya toplayıp, tek hedefe yönelmektir. İnsandaki himmet de cüz’idir; bir anda birçok işe taalluk edip bağlanamaz. Birçok işi ancak önemine göre sırasıyla yapabilir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi; insanın kıymeti maddi ve manevi varlığı, himmet denilen çalışma azim ve gayreti nispetine göredir. Evet, bir insan ne kadar azimli, gayretli, fedakâr ve yüce himmetli olursa o kadar âli cenap yüce bir şahsiyet olur. İnsandaki himmetin kıymeti de niyet ettiği maksat, varmak istediği hedef ve yaptığı vazifesine göredir. Evet, dava adamının hedefine göre himmeti de yüce olur. Himmetine göre de değer ve kıymeti artar. Fedakâr, gayretli, azimli ve insanların kurtuluşunu hedef haline getiren himmet sahibi zatlar, küçük ve değersiz işlerle uğraşmazlar. Yoksa cam parçalarını elmas fiyatıyla almak gibi bir muvâzenesizlik ve dengesizlik oluşur. Bediüzzaman Hazretleri dava adamı olmanın önemini şu manada ifade ediyor: “Kimin himmeti, milleti ise ve hedefi milletinin kurtuluş ve saadeti olursa o kendi başına küçük bir millettir.” Bunun en güzel örneği başta Peygamberimiz (asm) ve derecelerine göre de İslam büyükleridir. Şöyle ki; müşrikler, Ebû Talib’e başvurarak: “Vallahi, artık bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla itham etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız.” Ebû Talib, derin derin düşündükten sonra, Peygamberimiz (asm)’ı yanına çağırdı ve yalvarırcasına: “Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana arz ettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç!” dedi. Bu teklif karşısında her meselede örnek ve önder olan Peygamberimiz (asm), davasına sahip çıkana Cenâb-ı Hakk’ın sahip çıkacağını bilmenin gönül rahatlığı içinde amcasına: “Şunu bil ki ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu davadan ve bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm” der. Peygamberimiz (asm)’ın davası uğrunda her şeyini feda edeceğini anlayan Ebû Talib; “Yeğenim benim” diyerek boynuna sarıldı ve “İşine devam et, istediğini yap. Vallahi, seni asla herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim”1 der ve himayesini devam ettirir. Peygamberimiz (asm)’ı her hususta rehber edinen Bediüzzaman Hazretleri de diğer İslam büyükleri gibi davası uğrunda her şeyini feda ettiğini: “Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’aniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem. Ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem”2 cümleleriyle ifade etmektedir. Fakat kimin de himmeti nefsi olursa sadece şahsi çıkarını nefsani arzu ve isteklerini düşünüyorsa, o kişi siret ve ahlak cihetiyle suçsuz ve masum olan hayvanlardan kabul edilmediği gibi, belki her türlü zulmü işleyen cani bir hayvan olur. Zira yaratılış itibariyle insanlar medenidir, bir insan başka insanların yardımı ile ihtiyaçlarını görüp hayatını devam ettirdiği gibi, kendisinin de başkalarına yardım etmesi zaruridir. Bu hususta mazereti olup başkasına yardım edemeyenler hariçtir. Cenab-ı Hak, dava adamı olmanın ne kadar yüce bir hedef ve hizmet olduğunu ayetlerle şöyle ifade eder: “O hâlde içinizden, hayra davet eden ve iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk (dava ehli insanlar) bulunsun! Ve işte kurtuluşa erenler, ancak onlardır.”3 “(Ey ashâb-ı Muhammed! Siz, dava ehli olarak) insanlar(ın iyiliği) için (ortaya) çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten men' eder ve Allah’a iman edersiniz!”4 Peygamberimiz (asm) de bu bahtiyar topluluk hakkında: “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanıdır.”5 Ve yine başka bir hadis-i şeriflerinde de: “İnsanlara hizmet eden onların efendisidir”6 buyurmuşlardır. Dava adamları ölmezler. Davaları devam ettiği müddetçe -sevapları kazanmak cihetiyle- yaşıyorlar. Ancak günahları işlememek noktasında ölmüş olurlar. Cenab-ı Hak bizi ve bütün kardeşlerimizi, hakkı dava edinen, dava ehli olanlardan eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, 1/474; Beyhakî, Delailu’n-Nübüvve, Şamile- 2/63; Taberî, 2/218-2202- Osmanlıca Şualar-2, s. 4243- 3/Âli İmrân, 1044- 3/Âli İmrân, 1105- Kenzü’l-Ummâl, c. 15 s. 7776- Kenzü’l-Ummâl, c. 6, s. 71; Keşfü’l-Hafâ, c. 1, s. 462
“Risale-i Nur’a intisab eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran ‘Risale-i Nur Talebesi’ ünvanını alır.” Risale-i Nur’un önemli bir vazifesi, iman ve Kur’an hakikatlerini çok kuvvetli delillerle ispat edip neşretmek ve bütün inkâr fikirlerini iptal etmek olduğu gibi; Kur’an harflerini muhafaza etmek de önemli bir vazifesidir.1 Bu hikmetle Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’u, Osmanlıca olarak, yani Kur’an harfleriyle telif etmiş ve yüzbinlerce talebesine Kur’an harfleriyle Risale-i Nur’u yazdırmıştır. Hattâ Bediüzzaman Hazretleri, ‘Risale-i Nur Talebesi’ olmak gibi, çok yüksek ve imtiyazlı bir makamın şartının Risale-i Nur’u Kur’an harfleriyle (Osmanlıca) yazmak ve neşretmekten geçtiğini şöyle ifade etmiştir: “Risale-i Nur’a intisab eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran ‘Risale-i Nur Talebesi’ ünvanını alır.”2 Risale-i Nur’un, Kur’an harflerini muhafaza etmesini, sadece Kur’an elifbasındaki harflerin öğrenilmesi ve muhafazası şeklinde anlamak, son derece eksik, yanlış, hakikatten ve Risale-i Nur’un ruhundan çok uzak bir algılama olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu büyük hizmetini doğru anlayabilmek için, kültürün bir millet için ne demek olduğunu, kültürü oluşturan unsurların neler olduğunu ve bu bağlamda Risale-i Nur’un Kur’an harflerini muhafaza etmesinin nasıl bir vazife gördüğü iyi anlamak gerekmektedir. Kültür ve Kültürü Oluşturan Unsurlar Kültür, bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin, maddî ve manevî değerlerinin bütününe denir.3 Kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran, kendine özgü maddî ve manevî değerlerinin tamamıdır. Kültür, bir milletin öz benliğidir, varlığının en temel esasıdır, karakteridir, şahsiyetidir, ruhudur, varoluş genleridir. Kültürü oluşturan unsurlar din, dil-harf, örf - âdet - gelenek - görenekler, sanat, tarih ve dünya görüşüdür. Millî Kültürü Oluşturan Unsurları Yaşatmanın Önemi Bir millet, kültürünü oluşturan unsurları, yani dinini, dilini, gelenek ve göreneklerini, sanat eserlerini, tarih bilincini ve dünya görüşünü yaşatabildiği ve sonraki nesillere aktarabildiği ölçüde tarih sahnesinde yaşamaya devam eder, bütünlüğünü korur. Fakat bu kültürel kodlarını koruyamazsa, yaşatamazsa o millet ve medeniyeti asimile olmaya, değişmeye, bozulmaya ve kaybolmaya mahkumdur. Bunun içindir ki kültürel değerler, bir milletin varlığı kadar değerlidir. Bu hakikate ışık tutacak tarihî bir anekdot şöyledir: 1900’lü yıllarda İngilizlerin, topraklarında güneşin batmadığı bir sömürge imparatorluğu vardır. Zamanın İngiliz başbakanı ile İngiliz kralı arasında şöyle tarihî bir konuşma geçer. Başbakan, krala üç soru sorar. Birinci soru şöyledir: “Majesteleri, eğer bir gün İngiliz donanması ile sömürgeler arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsanız, acaba hangisini tercih edersiniz?” Kral son derece kendinden emin bir tarzda “Tabi ki İngiliz donanmasını tercih ederim. Çünkü bu donanma, bana tekrar bu sömürgeleri kazandırır.” der. İkinci soru şöyledir: “Peki, bir gün gelip de Britanya ile İngiliz donanması arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsanız, hangisini tercih edersiniz?” Kral, yine aynı netlikte ve hiç düşünmeden “Tabi ki Britanya’yı tercih ederim. Çünkü bu Britanya, bana şu donanmayı tekrar çıkarır” der. Üçüncü soru çok ilginçtir: “Peki bir gün gelir de Britanya ile Shakespeare arasında bir tercih yapmak zorunda kalsanız hangisini tercih edersiniz?” Kral hiç düşünmeden “Tabi ki Shakespeare’i tercih ederim. Çünkü Shakespeare bana bu Britanya’yı yeniden oluşturur.” Dikkat edilirse İngiliz kralı, İngiliz kültürünün sembol isimlerinden olan Shakespeare’i dünya genelindeki bütün sömürgelerden daha üstün tutmaktadır. Bunun sebebi, kültürel bir kişilik olan Shakespeare’in eserlerinin ve fikirlerinin yaşaması İngiliz şahsiyetini, kişiliğini yani kültürünü netice verir. Fikriyle, duygusuyla, karakteriyle bir ‘İngiliz adamını’ oluşturur. Dolayısıyla böyle adamlardan oluşan bir Britanya, şöyle bir donanmayı çıkarır, bu donanma da şu sömürgeleri kazanır. Buna bir başka güzel örnek de şudur: Anadolu topraklarında tarih boyunca pek çok farklı medeniyetler ve devletler kurulmuştur. Mesela Sümerler, Hititler, Urartular, Frigler bunların başlıcalarındandır. Fakat gün gelmiş bu medeniyetler ve devletler yıkılmış ve kaybolmuşlardır. Günümüzde, yeniden Sümer, Hitit veya Urartu medeniyeti ve devletini kurmak mümkün değildir. Velev ki ismi Hitit veya Urartu olan bir devlet kurulsa dahi, tarihte yaşamış Hitit ve Urartu medeniyetleriyle isim benzerliğinden başka hiçbir ortak yönleri olmayacaktır. Çünkü o medeniyet ve devletleri sonraki asırlara taşıyacak, adeta genleri hükmünde olan kültürel değerlerini kaybettikleri içindir ki bugün artık yeryüzünde bu medeniyetler hüküm sürmemektedir. Bununla birlikte çok manidardır ki; yeryüzünde 1948 senesinde İsrail Devleti kurulmuştur. Bu devlet diliyle, diniyle, gelenekleriyle Yahudilerin 3000 yıllık birikimlerinin cisim giymiş bir şekli olarak arz-ı endam etmiştir. Yani 1948’de İsrail bütün vatandaşları Latin Alfabesi’ni bilmesine ve Batı dillerini konuşup yazmalarına rağmen Latin Alfabesi’ne değil de israil’in 2000 yıl önceki İbranice Afabesi’ni diriltiler. Mûsa Aleyhisselâm zamanından beri -3000 senedir- yeryüzünde devletsiz bir millet olarak yaşamak zorunda kalan ve farklı milletlerin ve devletlerin içinde dağılmış bir şekilde yaşayan ve çok defalarda asimilasyon politikalarına maruz kalan Yahudiler, nasıl oldu da asimile olmadılar? Çünkü onlar, yaşadıkları yerlerde kendi öz benlikleri olan kültürel değerlerini daima korudular ve bunları nesillerden nesillere aktardılar. Böylece 3000 sene boyunca kültürel kodlarını yaşatmalarının bir neticesi olarak da 1948 senesinde Filistin topraklarını işgal ederek kendi devletlerini cebren de olsa kurdular. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Bütün bunlar gösteriyor ki, kültürlerini muhafaza eden milletler, kendilerine mahsus olan ve onları diğer milletlerden ayıran karakterlerini, kişiliklerini ve varlıklarını devam ettiriyorlar. Yukarıda örnekleriyle ifade edilen hususlar, kültürü oluşturan her bir unsur için geçerlidir. Çünkü kültürün öğeleri de denilen bu temel unsurların her birisi, adeta bir insan için genler gibidir. İnsanın genlerinde haricî bir sebepten dolayı bir bozukluk meydana geldiğinde, nasıl vücudunda büyük hasarlara ve başkalaşmalara sebep oluyorsa, aynen öyle de kültürün temel taşları (öğeleri, unsurları) olan din, dil, gelenek-görenek, tarih, sanat, dünya görüşü gibi unsurların birinde veya bir kaçında tahribat olursa, hemen bir iki nesil sonra bunun vahim neticeleri kendini göstermeye başlayacaktır. Risale-i Nur’un Milli Lisanımızın Muhafazasına Hizmeti Risale-i Nur’un Kur’an harflerini muhafaza etmesi; millî lisanımız olan Osmanlı Türkçesi’nin korunması, yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması ve bu lisanla telif edilen millî kültürümüzün alt yapısını teşkil eden milyonlarca cilt eserlerle ve tarihî belgelerle irtibatın kurulması, yeni nesillerin bizi biz yapan bu eşsiz kültür hazinesi ile tanışmasına vesile olması noktalarında tarihî bir öneme sahiptir. Çünkü; milli kültürümüzün temellerini oluşturan eserlerin hemen hemen tamamı Osmanlıcadır. Ancak, yeni yetişen neslimiz çok kıymetli ve kimi zaman da paha biçilemeyen bu nadide eserlere maalesef bir ‘turist’ kadar yabancıdır. Öyle ki; kim bilir hangi dedesinden kalmış bir eserden veya eski bir tapu senedinden ya da bir paradan, bir çeşme kitabesinden ya da her gün altından geçtiği üniversite giriş kapısındaki yazıdan hem içerik hem de estetik olarak en küçük bir fikir sahibi olmayan gençlerimizin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Yedi asır cihana hükmetmiş bir milletin torunları, bugün önlerine konulan az sayıdaki çevirilerin dışında bu eşsiz kültür birikiminden istifade edememektedirler. Bu durumda günümüz gençliğinin hissesine dedelerinin birkaç bin sene önce yazdıklarını okuyup anlayan diğer milletlere imrenmek mi düşüyor? Neden bizler de kendimiz ve çocuklarımıza ecdadımızın birikimine birinci elden ulaşma imkanı tanımayalım? Gönlünde milli kültürden bir nebze hissesi olanların bu duruma kayıtsız kalması ve üzülmemesi mümkün müdür? Yabancı araştırmacıların Osmanlı Türkçesini öğrenerek yaptıkları araştırmalardan, bu gün ancak yabancı dil bilenler istifade edebilirken; bilimsel çeviriler de ‘kaynak’ olarak milli kütüphanelerimizi göstermektedir. Bugün Osmanlıcayı öğrenmek, öz yurdunda kendi kültürüne yabancı kalmış bir neslin vicdan muhâsebesinde, ecdâdına ve tarihine karşı vâdesi çoktan dolmuş bir fikir borcudur! Konunun daha da iyi anlaşılması için bazı münevverlerimizin bu husustaki beyanlarını burada paylaşalım. Peyami Safa: “Yeryüzünde milli kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumaktan aciz bir tek millet var mıdır? Tarihinden edebiyatından, ilmi, felsefi ve dini eserlerinden, milli kültür hazinelerinden haberi olmayan bir miletin bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir? Avrupalılar okullarında Shakesper’e, Milton’a, Schiller’e, Voltaire’e dair bilgi verirken talebeye bu yazarların okul kütüphanesindeki eserleri de okutulur. Bir kitabın bir parçası değil, tamamı okutulur. Bugün yirmi yaşlarında bir Türk genci Naima’yı, Fuzuli’yi, Cevdet Paşa tarihini orjinalinden okuyamaz. Yeni yazıya çevirisini okusa da anlayamaz. Bu talihsiz delikanlı için Baki’nin o muhteşem “Mersiye” si Galib’in o enfes “Hüsn ü Aşk”ı Hamid’in “Tarık Bin Ziyad”ı simsiyah karanlıklara batmış muazzam abidelerdir. O zavallıcık bu eserlerin arasında, İstanbul’un göklere fırlayan tarihi eserleri arasında iki gözü kör dolaşan bir turist gibi gezip durur. Kendi tarihini, atasını, dilini, edebiyatını bilmez ve sevmez. Yani kendini bilmez ve sevmez.” Cemil Meriç: (Dursun Gürlek Cemil Meriç’ten naklediyor): “Türkiye’de Osmanlıca öğrenmenin Arapça öğrenmek kadar hatta daha mühim olduğunu söylerdi. Çünkü kütüphanelerimiz Osmanlıca eserlerle dolu ve işin garibi bu eserlere bizden çok Avrupalı oryantalistler ilgi gösteriyor. Düşünebiliyor musunuz benim kütüphanemdeki eserleri Fransız ya da İngiliz bir araştırıcı rahatlıkla okuyup çevirebiliyor, ben tabiri caizse ‘bön bön’ bakıyorum. Yahut çevremdeki mezar taşlarını okuyamıyorum. Dedemden kalan tapu belgesini okuyamıyorum. En güzel tarihi eserler İstanbul’da, fakat Osmanlı çeşmelerinin, camilerinin kitabelerini okuyamıyorum.” Her dil, bir kültürün kapısını açacak bir anahtar olmak özelliğine sahiptir. Meselâ İngilizce öğrenenler, İngiliz ve Amerikan kültürünü tanıma imkânını elde edebilirler. İngilizce sayesinde, İngiliz milletinin tarih boyunca ortaya koyduğu fikrî ve edebî eserlerini okuyarak o kültürden bir şeyler öğrenip ilmî ve akademik çalışmalar ortaya koyabilirler. Aynen öyle de Osmanlıcayı da öğrenenler millî kültürümüzün alt yapısını oluşturan milyonlarca cilt dinî, ilmî, felsefî ve tarihî eserlere ilk elden ulaşıp bu eşsiz hazineden istifade etmek ve ettirme imkânına sahip olmaktadırlar. Bu da kültürümüzün muhafazası adına paha biçilemez bir hizmettir. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri, latin harflerinin genç ihtiyar, fakir zengin demeden gece dersleriyle ve zorla öğretildiği o sıkıntılı zamanlarda, büyük bir manevi cihat şuuru ile yüz binlerce talebelerine Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirini Kur’an hattını muhafaza etmek gayesiyle yazmalarını emrederek, Kur’an harflerinin korunması ve yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması noktasında tarihî bir hizmet ifa etmiştir. Risale-i Nur’un Osmanlıca Telifinin Zengin Kelime Hazinesinin Korunmasına Etkisi Kalp ve akıl madeninde oluşan manalar, kelimelere binerek, diğer insanların akıl ve kalplerine ulaşıp yayılırlar. Kelimeler, manaların taşıyıcılarıdır. Duygular, düşünceler, manalar, sırlar ve hakikatler kelimeler ile karanlıktan aydınlığa, yokluktan varlığa çıkarlar. Görünür, duyulur ve bilinir olurlar. Bir kalpten bütün kalplere böyle intikal ederler. Esasen insanlar zaten kelimelerle düşünürler. Kelimelerin bu vasıflarından dolayıdır ki, bir lisandaki kelime sayısı çok önemlidir. Bir lisanda kelime hazinesi ne kadar zengin olursa, o nispette manalar ifade edilir, ortaya çıkar ve yayılır. Kelime sayısının azlığı ise mananın, düşüncenin ve fikrin hem keşfinin hem de ifadesinin en büyük engelidir. İnsanlar, kelimeler ile düşünürler. Yine aynı kelimelerle duygu ve düşüncelerini ifade ederler, dışa vururlar. Dolayısıyla bir lisanın kelime hazinesi ne kadar zenginse o nispette hayaller, duygular, düşünceler ve fikirler ifade edilir. Kelime hazinesi kısır ve dar olan bir lisanla ince duygular ve düşünceler ifade edilemez. Böyle bir lisanın konuşulduğu bir toplumda, mütefekkir, entelektüel ve sanat erbabı da yetişmez. Adeta konuşma bilmediğinden ihtiyaçlarını söyleyemeyen bir çocuğun çaresizlik içinde kalıp ağlaması gibi, kelime hazinesi dar olan milletler de, kültürlerini besleyen ve kuvvetlendiren ilmî, edebî, fikrî ve sanatsal eserleri ortaya koyamazlar. Konuşamayan çocuğun ağlamasına bedel, böyle milletler de adeta ağlamak gibi yutkunur kalırlar, sığlık ve kısırlık bataklığında boğulurlar. Günümüzde günlük hayatta insanlarımızın 300-400 kelimeyle konuştuğu dikkate alınırsa, lisanımızda nasıl bir tahribin yaşandığı daha güzel anlaşılır. Günlük konuşmalarını bu kadar dar bir dairede yapmaya çalışan bir milletin mütefekkir, sanat erbabı, âlim yetiştirmesi adeta mümkün değildir. Bu konu ile ilgili yapılan akademik bir araştırmanın sonuçları hakikaten durumun ne kadar vahim olduğunu nazara vermektedir. Ankara Üniversitesi’nin ilköğretimler için yaptığı bir araştırma: Bu araştırma da gösteriyor ki, ilköğretim ders kitaplarında Amerika’da 71.618 kelime öğrencilere öğretilirken, bu rakam ülkemizde maalesef 7.260 kelimedir. Bu kadar az kelime ile düşünen ve konuşan bir millet, elbette diğer kültürler karşısında mağlup olmaya mahkumdur. Yine ilk baskısı 1800’lü yılların son çeyreğinde yapılan ‘Red House’ sözlüğünde, o zaman 200.000 kelimenin Osmanlıca ve İngilizce karşılığı verilmektedir. Fakat günümüzde basılan Red House sözlüğünde 50.000 kelimenin karşılığı vardır. Aradaki 150.000 kelime, maalesef artık kullanılmaz olmuştur. Örneğin günümüz Türkçesindeki ‘çeşit’ kelimesi, Osmanlı Türkçesinde en az 3 kelime ile karşılanmıştır. ‘Müteaddid’, adet adet çeşitlilik demektir. ‘Mütenevvi’, sınıf sınıf çeşitlilik demektir. ‘Muhtelif’ kelimesi de, ihtilâflı çeşitlilik demektir. Yine günümüzdeki ‘ışık’ kelimesi, Osmanlı Türkçesinde pek çok kelime ile ifade edilmiştir. Meselâ ‘nur’ kelimesi yansıyan ışık demektir. ‘Ziya’ kelimesi, tabii bir kaynaktan üretilen ışık demektir. ‘Lema’ kelimesi, parlayıp sönen ışık demektir. ‘Şua’ kelimesi de, suni bir kaynaktan üretilen ışık demektir. Meselâ ‘güneşin nuru’ denmez, ‘güneşin ziyası’ vardır. ‘Ayın ziyası’ değil, ‘ayın nuru’ vardır. Lambanın nuru değil, lambanın şuası vardır. Fakat, her birisinde farklı bir mana inceliği olan bütün bu kelimeleri, sadece ‘ışık’ kelimesi ile ifade etmenin, tefekkür ve düşünce dünyasında nasıl bir kısırlık meydana getireceği âşikârdır. Bugün ayakta, saygı ve iftiharla koro halinde söylediğimiz millî marşımızda geçen pek çok kelimenin anlamını maalesef yeni nesillerimiz bilememekte ve bu kelimelerin üstlendiği mana ve estetik zenginliğini yudumlamaktan mahrum kalmaktadırlar. Meselâ millî marşımızda geçen garb, serhad, afak, ceriha, izmihlal, mücerred, hüda, cüda gibi kelimelerin anlamını bilmeden millî marşımızdaki edebî zenginliği, estetik güzelliğini, anlam derinliğini hakkıyla bilmek ve zevk etmek mümkün değildir. Bir İngiliz veya Fransız lise öğrencisinin kendi kültürlerinin klasiklerini çok rahatça okuyup anlayabildiği bir ortamda, 1000 senedir İslâm’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yapmış bu kahraman milletimizin kendi kültürümüzün eşsiz şaheserlerini okuyup anlayamaması, arşivlerindeki Osmanlıca belge ve evraklardan akademik çalışmalar yapamaması, bir turist kadar bunlara yabancı olması, kalbinde zerre kadar millî ve manevî duyguları ölmemiş bir vatan evladının kanına dokunmaması mümkün değildir. İşte Bediüzzaman ve şaheseri olan Risale-i Nur, sadece Kur’an’ın harflerini muhafaza etmekle kalmamış, ecdadımızın bin yıldır kendine mahsus olarak geliştirdiği, Türkçe temeli üzerine oturan, Arapça ve Farsçanın da zenginliklerini muhtevi, Osmanlı Türkçesi tabir edilen millî lisanımıza ait kelimelerin zengin anlam dünyasının da kapılarını açmıştır. Bu ise bizi biz yapan millî kültürümüzün temel eserlerini okuyup, anlamak, geçmişten dersler çıkarıp geleceğe emin adımlarla bakmak noktasında hayatî bir öneme sahiptir. Bu konuda Cemil Meriç şu itirafta bulunuyor: “Önce Batı`ya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu`da buldum. Doğu`da ise, en parlak yıldız olarak Said Nursî`yi tanıdım… Tanzimat`tan bu yana, İslâm tefekkürünü temsil makamında, bir tek onu tanıdım. Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor.” Netice olarak; kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran ve o milletin birlik ve bütünlük içinde devamının en önemli şartı olan bir hakikattir. Kültürü oluşturan din, dil, tarih, sanat, dünya görüşü ve gelenek görenekler gibi temel unsurların yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması o milletin varlığı kadar önemli bir vazifedir. Hususen de bu unsurlardan din ve dilin muhafazası ayrı bir öneme sahiptir. İşte tam bu noktada Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirinin, Kur’an harflerini muhafaza etmek adına ortaya koyduğu hizmet, hem millî kültürümüzün en önemli esası olan dinî hakikatlerin ikamesi, hem de millî lisanımız olan Osmanlıca’nın korunması, sonraki nesillere aktarılması ve bu harflerle telif edilmiş milyonlarca cilt kültürel ve tarihî eserlere ve belgelere ulaşılması noktalarında tarihî ve hayatî bir öneme sahiptir. Kaynaklar: 1- Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s.2682- Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s.253- Kubbealtı Lügati
Bir milletin öyle 1 yıllık, 2 yıllık, 3 yıllık, 10 yıllık mazisi olmaz. Yüzlerce, binlerce yıllık derinliği olur. Biz de öyle bir milletiz. Alfabe değişikliği bu derinliği yok etti. Dil devrimi tabi onu daha müzmin hale getirdi. Biz de işte o ilk kitabımızda bile bu dil devrimiyle, harf inkılâbıyla ilgili görüşlerimizi yazmaya başlamıştık. O günden bugüne de aynı minval üzere yazıyoruz. Dille ilgili, edebiyatla ilgili, yakın tarihle ilgili çalışmalarımız var. Sözlüğümüz var. Neden sözlük hazırlamayı düşündünüz diye sorarsanız, ihtiyaçtan derim. Bir lise talebesi olarak okuduğum edebi eserlerde, mesela Türkiye’nin klasik metinleri, Risale-i Nurlardaki kelimelerin birçoğunu mevcut sözlüklerde bulamadım. Bulamayınca da önce kendim, böyle bir ihtiyacım var madem, kendim için bir sözlük hazırlamalıyım, diye düşündüm. Önce bu zihnimde bir müddet dolaştı. Sonra 1980’lere doğru topladığım malzemeler üzerine çalışmaya başladım. 1981 yılında ilk defa sözlüğü yayınladım. O kopukluğu, kesikliği kendi gücüme göre, kendime göre bir nevi böylece ortadan kaldırmaya çalıştım. Benim sözlüğüm, o zamanki Dil Kurumu sözlüğünün üçte biri daha fazlasıydı. Sonra genişlettim. Şimdi bir hayli daha geniş oldu tabi; hem örnekleriyle hem kelime kadrosuyla. *** İnsan ancak diliyle kaimdir. Dilimiz yoksa diğer canlılardan bir farkımız olduğunu söylememiz mümkün değil. Yani önce dilimiz var. Bu bir ifade aracı, beyan aracı. Ama aynı zamanda hafızamız da var. Dilimize gelen şeyleri zihnimizde de saklayabiliyoruz. Tabi daha sonra yazılı bir hafızamız da var. Yani dile gelen şeyleri kaydediyoruz, yazıya geçiriyoruz. Bu da, işte binlerce yıllık bir birikimimiz. Yani insanlığın eğer bir birikimi varsa, kültür ve medeniyet birikimi, işte bu dil aracılığıyla ortaya çıkmış birikimdir. Yani insan, hafızasıyla kaim olduğu gibi, toplumlar da tarihiyle kaimdir. Toplumların hafızası da tarihleridir çünkü. *** Kültürümüze ve dilimize büyük bir darbe vuruldu, harf inkılâbı ve dil devrimiyle. Bu, zihnimizde büyük hasar meydana getirdi. Ne kadar inkâr etsek de bu böyle. Mesela 1900’lü yıllarda doğmuş yazarların kelime kadrosuyla, diyelim ki Necip Fazıl, meşhur bir şair oldu; daha 20 yaşında, 20’yi biraz geçmişken. Onların kelime kadrosuyla, bundan 20 yıl önce doğanların kelime kadrosunu bir araya getirdiğinizde bu farkı çok açık görüyorsunuz. Biz o zenginliğin yerine fakirliği tercih ettik. Büyük bir hazinemiz var. O hazineyi hapsettik. Yani kullanımdan düşürdük. Kilitledik kapısını. Sonra sıfırdan başlamaya kalkıştık. Biz bundan 15 gün önce İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda üç gün süren “Tarihi Roman ve Romanda Tarih” isimli bir sempozyum yaptık. Orada Azerbaycanlı bir şair de vardı. Dedi ki; ben sizin eski yazarlarınızı da biliyorum; Halid Ziya’dan tut, Reşat Nuri’ye kadar, Tanpınar’a kadar. Eski yazarlarınızı da okudum. Yenileri de okuyorum. Yani ikisi arasında bakıyorum büyük bir fakirlik görüyorum. Bunlar da piyasa da çok rağbet gören kitapları 50’şer 100’er bin basılan yazarlar. Asıl bu konu üzerinde durmanız lazım, dedi. Gerçekten de bu konu üzerinde durmamız lazım. Zengin dilimize dönmemiz, onun bilgisine sahip olmamız lazım. Eskiden bir metin önümüze çıktığı zaman şu yapılırdı: Ya bu Arapça, bu Farsça. Bir dilin kelimelerinin etnik menşei değil kullanım değeri önemlidir. Kitap kelimesi Arapçadır. Ama onun yerine bir kelime koymam. Koyamam da zaten. Koyabilselerdi de koyarlardı şimdiye kadar. Bir tek kelime bir sürü iş görüyor. Maymuncuk gibi. Yani her kapıyı açıyor ve anlam kayboluyor. Senin asıl kastettiğin anlaşılmıyor. Mesela önermek kelimesi: teklif etmek mi, tavsiye etmek mi, yoksa başka bir şey mi? Şimdi hatırıma gelmeyen anlamları da var bu kelimenin. Böyle bazı kelimeler çok fazla kullanılıyor. Çok anlamı karşılayacak şekilde kullanılıyor ve dilin derinliği ortadan kalkmış oluyor. Mesela İstiklal Marşı’nın kelimeleri, Dil Kurumu’nun sözlüğüne en son baskıda girebildi. Birçok kelimesi. Yani bir ülkenin milli marşı, o ülkenin resmi kurumu sayılan Dil Kurumu’nun sözlüğünde kelimeleri yer almayan bir marş. Biliyorsunuz, 28 Şubat bakanlarından biri, bu kelimeleri ve daha bir sürü kelime yasaklamıştı. Bunların birçoğu, istiklal gibi, millet gibi istiklal marşında kullanılan kelimeler. Acayip işler oldu bu ülkede. Bir dilin sözlüğünü hazırlıyorsunuz ve o sözlükte en temel metinleri bile anlayacak kelimelere yer vermiyorsunuz. Hala daha Dil Kurumu sözlüğü bu bakımdan yeterli değil. Neyse ki yeni yeni çalışmalar yapılıyor. Bizim sözlük de yalnız kalmadı. *** Türkiye’de ben aydınım diyen bir kimsenin Osmanlıca öğrenmemesi, yani o eski harf dediğimiz yazıyı öğrenmemesi, en azından okuyacak şekilde öğrenmemesi, kabul edilebilir bir şey değil. Bu kesikliğe itiraz etmemiz gerekiyor. Yani tarihin bir döneminde birden satırı atıyorsunuz ve daha öncesi yok diyorsunuz. Ağacı kökünden kesip atıyorsunuz. Buna itiraz etmek lazım. Ve mümkün olduğu kadar, yani herkes belki bunu yapamaz ama herkesin böyle bir iştiyakı olmalı. Ama içinden bir kısmı da yapar. Bu da elbette ki ona da fayda verir. Burada bir karışıklık oluyor. Bazı entelektüeller diyorlar ki “Osmanlıcayı herkesin öğrenmesine gerek yok. Üniversiteler bu işi yapıyorlar. Zaten bizim Osmanlıca bilmemizin bir faydası da yok. Çok çok belgeler birikmiş 1928’e kadar. Oradaki belgeleri okuyacak adamlar olsa bize yeter. Yoksa insanlar Osmanlıca bilse ne bilmese ne!” İkincisi de Osmanlıcayı öğrenenler. Yani insanlar böyle bakmıyorlar hadiseye. Bazı entelektüellerin veya üniversitelerin baktığı gibi bakmıyorlar. Şu an Hayrât Vakfı’nın kurslarında 100 bin kişi sertifika almış durumda. Böyle bir tablo var. Ve bu 14 yaş ile 80 yaş arası insanlar. Her yaştan insan var. Eğitimli, eğitimsiz, ev hanımı, esnaf herkes… Öğrenenlerde de şöyle bir durum var; harfleri okumayı bilmek. Kasıt sadece bu olmasa gerek. Yani Osmanlıcayı öğrenmekte biraz daha bu kelimeler noktasında, lisan noktasında neler olmalı? İnsanlar bu konuda nasıl çalışmalar yapmalı? Birincisi, bu bir eşik. Bana dayatılan bir şeye karşı ben bunun ötesine geçmek istiyorum. Yani sana bir engel koymuşlar, o engelin ötesine geçmek istiyorsun. İnsan bunu istiyor. Mademki siz engellediniz, bu engeli doğru bulmuyorum ve ben bunu öğreniyorum. Belki de günlük hayatta dediğiniz gibi birçoğunun bir işine yaramayacak. Ama yine de bir ihtiyaç olabilir. Zaman zaman bize de geliyor. Evde bir Kur’an buldum, diyor adam. Hiç bilmediği için. Getiriyorlar, bakıyoruz eski bir sözlük. Naci’nin sözlüğü. Veyahut da bir ilmihal kitabı. Evlerde en çok bunlar bulunuyor. Veyahut da Battal Gazi destanı, şunlar, bunlar. Yani en azından kendi kökleriyle ilişki kurmak. İkincisi de bu metinleri doğrudan okumak, anlamak. Aynı zamanda kelime bilgisini genişletmek. Bugün bilinen kullanılan kelimelerin ötesinde kelimelere ulaşmak ve doğrudan onlarla ilişki kurmak. Bunu yabancılar da yapıyor. Adam diyelim Yunus Emre’nin şiirlerini çok beğeniyor. Türkçe öğreniyor insanların birçoğu. Türkçe öğrenmekle kalmıyor, eski harfli metinleri okuyacak kadar Osmanlıca öğreniyor. Tabi “efendim eski metinleri okuyacak adam yetiştirelimin” ötesinde bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Onu her devlet yapar. Her ülke yapar. Yani Bulgaristan’da mesela bizim arşiv malzemeleri var. Bir kısmı oraya satılmış. Bir kısmını geri aldık da hâlâ bir kısmı duruyor. Adamlar onun üzerine bir sistem kurmuşlar. Eleman yetiştiriyorlar. Onların çözümlemesini yaptırıyorlar. Başka ülkelerde de bunu yapıyorlar. Bizim arşivlerde en çok Japonlar, Amerikalılar filan çalışıyor mesela. Bunu herkes yapar. Biz ne yapmalıyız? Yani biz, bu ülkenin insanları, bu milletin fertleri olarak, bu geçmişe sahip insanlar olarak ne yapmalıyız? Biz bunun çok daha ötesini yapabilmeliyiz. Yani dedelerimizin zihnine, onların düşünce dünyasına, okuma alışkanlıklarına adeta bir hamle yapıyoruz. Onlar bunları okuyorlardı, yazıyorlardı. Biz ise sanki onların çocukları, torunları, o nesillerden gelen insanlar değilmişiz gibi acayip acayip bakıyoruz. Bir yabancı öğreniyor. Bizim dedelerimizin şifrelerini çözüyor, ama biz bu bilgiye sahip olamıyoruz. Bu birikime sahip olamıyoruz. Tabii ki bu insanda bir rahatsızlık meydana getiriyor. Eskiden bizim bir sürü dergimiz vardı çok sayıda çıkan. Çıktığı zaman da Türkçe olmasına rağmen bütün Türk dünyasına dağılan ve okunan dergilerimiz vardı. Onlardan Sebilürreşad böyle bir dergiydi. Kırım’da yayınlanan Tercüman böyle bir gazeteydi. Kırım’da İsmail Gaspıralı diye bir zat var. Bahçesaray’da Tercüman diye bir gazete çıkarıyor. O gazete Kırım’da satıldığından fazla İstanbul’da satılıyor ve okunuyor. Osmanlıcanın şöyle bir güzelliği de vardı. Yani imla değişmiyor, telaffuz değişse bile. Siz bir kelimeyi başka bir şekilde telaffuz edebilirsiniz. Yani diyelim ki Taşkent’teki, Buhara’daki, Semerkant’taki biri onu farklı telaffuz ediyor ama yazılışı aynı olduğu için o farklı telaffuza rağmen okuyup anlayabiliyordu. Şimdi bu fonetik imlada ise ağzınızdan çıktığı gibi yazıyorsunuz. İyi ki bunda bir standart var. İstanbul Türkçesi veya standart Türkçe diye bir şey. Bu sefer Diyarbakırlının ağzından farklı çıkıyor, Trabzonlunun ağzından farklı çıkıyor, Aydınlının ağzından farklı çıkıyor. Burada böyle bir standart tutturmaya çalışıyorlar. Eskiden böyle bir şeye de ihtiyaç yoktu. İmla değişmiyordu çünkü. İmla, fonetik değil şekil üzerine kurulmuştu. O şekli gördüğünüz zaman, rahatlıkla her yerde herkes okuyordu. Bu birlik kayboldu. Yani biz alfabe birliğini kaybettik. Dolayısıyla sadece Türkler için bunu düşünsek bile, birbirilerini eskisi kadar kolay anlayamıyorlar.
Üstad Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatın’da 18. Lema adlı risalede Hz. Ali’nin Ercuze denilen bir şiirinden bahsedilir. Bu şiirde Hz. Ali, Cebrail (as)’ın içinde ism-i a’zam olan küçük bir sahifeyi kendisinin kucağına bıraktığı anlatmaktadır. Bu risaleyi okuyan bazı şahıslar “Hz. Ali peygamber mi ki Cebrail ona bir sahife getirip veriyor?” diye itiraz ederek Üstada ve Nur Talebelerine hücum ediyorlar. Bazıları da bu şiirin hangi hadis kitabında geçtiğini soruyorlar. Bu yazımızda bu konular üzerinde durmak istiyoruz. Urcûze, Kaynağı ve Sıhhati Meselesi Arap edebiyatında recez, urcuze bir nazım türüdür. Hz. Ali (ra)’a nisbet edilen ve Risale-i Nur’da bahsi geçen urcûze Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin Mecmuatu’l-Ahzab adlı üç ciltlik eserinde geçmektedir. Mezkur urcuzede Hz. Ali (ra) mealen şöyle diyor: Beşir (asm) beni çağırdı ve dedi ki: “Senin Basir olan Rabbin şu müjdeyi verdi: ‘Sana öyle bir tılsım hediye etti ki onun ile düşmanlar kahrolup zelil olur. Öyleyse o Hâdi’ye şükret!’ Bunun üzerine kucağıma sahife düştü. Ve onun yazısı şerefli bir daire şeklinde idi. Cibril dedi ki: “Ya Ali! Onu al. Çünkü o yüce Rabbin sekinesidir. Seni korktuğun kötülükten korur. Düşmanla karşılaşınca onu zayıflaştırır.’ Sesini işittim, hayalini görmedim. Fakat bana gök kuşağı gibi temessül etti.”1 Bazıları “Bu şiir hangi hadis kitabında geçiyor?” diye soruyor. Bu şiir hiçbir hadis kitabında geçmemektedir. Çünkü Asr-ı saadette hatta cahiliye dönemindeki şiirler, hadis kitaplarına kayıt edilmemiştir. Hadis âlimleri peygamberimizin hadisleri, sahabenin sözleri ve o dönemdeki olayları kaydetmeyi prensip olarak kabul etmişler, o dönemdeki şiirleri yazmamışlardır. Bu bir vakıadır. Niçin yazmadıkları, bunun iyi mi, kötü mü olduğu başka bir meseledir. Bu yüzden “Hz. Ali (ra)’ın bu şiiri hangi hadis kitabında geçiyor?” şeklinde bir soru yanlıştır. Cahiliye dönemindeki şairlerin ve İslâm’ın ilk dönemindeki sahabe şairlerinin şiirleri sonraları “Divan” adı altında bir araya getirilmiştir. Örneğin cahiliye dönemindeki meşhur “Muallakat-ı Seb’a”, muallaka şairlerinin birincisi İmrü’l-Kays’ın şiirleri, cömertliğiyle meşhur Hatem-i Taî’nin şiirleri, İslamî dönemde Hassan b. Sabit’in, Hazret-i Ali’nin şiirleri ve benzeri şairlerin şiirleri sonradan bazı şahıslar tarafından toplanmış ve divan adıyla neşredilmiştir. Bugün bu divanlar değişik yayınevleri tarafından da neşredilmişlerdir. Hz. Ali ve Cebrail (as) Bazıları bu şiirde anlatılanlardan yola çıkarak “Hz. Ali peygamber mi ki, Cebrail ona bir sayfa getiriyor?” diye soruyor. Cebrail (as), peygamberlere vahiy getiren melektir. Fakat onun peygamberler haricinde her hangi bir beşerle konuşması, o şahsın peygamber olmasını gerektirmez. Nitekim Kur’an’da onun Hz. Meryem’le konuştuğu şu şekilde zikredilmektedir. “Biz ona ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik de o, kendisine bir insan şeklinde göründü.” (Meryem, 17) Nasıl Hz. Meryem’in Cebrail’le görüşmesi, konuşması onu peygamber yapmıyorsa, Cebrail (as)’ın Hz. Ali’ye bir sayfa hediye etmesi -ki içinde iki satırlık bir yazı var- onu peygamber yapmaz.2 Üstelik Cebrail’in Hz. Ali’yle konuşması yalnızca Hz. Ali’ye mahsus bir olay da değildir. Burada benzer birkaç rivayeti kaydedelim. Medine’ye hicretten sonra müşrikler Müslümanları şiirle hicvederek rahatsız ediyorlardı. Peygamberimiz (sav), sahabe şairlerine de müşrikleri hicvetmelerini emretti. Bu şairler içinde Hassan bin Sabit’e şöyle dua etmiştir: “Allahım, onu Ruhü’l-Kudûs’le teyid et!” ( اللهم أيده بروح القدس ) (Müslim, Fezailü’s-Sahabe, Bab. 34, Hassan b. Sabit’in Fazileti, hn: (2485) 152; Buharî, Kitabu Bed’ü’l-Halk, Bab. 6) Bir başka rivayette ise Peygamberimiz, (sav) Hassan’a “Sen Allah ve Resulü namına müdafaada bulundukça hiç şüphesiz Ruhu'l-Kudüs seni te'yide devam edecektir!” buyurdu. (Müslim, age. hn: 157- (2490) Ruhü’l-Kudûs’ün Cebrail (as) olduğu bilinen bir husustur. Burada sorulması gereken şudur: Cebrail (as), Hassan bin Sabit’i nasıl teyid edecektir? O peygamber olmadığına göre vahiyle olması mümkün değildir. Öyleyse burada söylenecek en makul söz, bunun ilham şeklinde olmasıdır. Dolayısıyla Peygamberimiz, Cebrail’in Hassan bin Sabit’e ilhamda bulunmasını duasında Cenab-ı Hak’tan istemiştir diyebiliriz. Cebrail’in Hassan bin Sabit’e ilhamda bulunması onu peygamber yapmadığı gibi, yukarıda Ercuze adlı şiirde de Cebrail (as)’ın Hz. Ali’ye bir sahife vermesi ve onunla konuşması da onu peygamber yapmaz. Bu konuda iki rivayet daha zikredelim: Peygamberimiz (sav), Ensar’dan hasta bir sahabeyi ziyaret etti. Evin dışından onun biriyle konuştuğunu işitti. İzin isteyip içeriye girince kimseyi göremedi. Sahabe hastalıktan muzdarip iken birisinin gelip kendisiyle sohbet edip teselli verdiğini söyledi. Peygamberimiz (sav) “O Cebrail idi” buyurdu. (Muhammed Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, Daru’l-Baz, Beyrut, c. 3, s. 543; Hayatü’s-Sahabe, Divan yayınları, c. 4, s. 244) Sahabelerden Übey b. Kâb namaz kılıp dua edeceği zaman arkasından yüksek sesle birinin, uzun ve güzel bir dua okuduğunu duydu. Peygamberimize geldi durumu anlattı. Peygamberimiz (sav) “O, Cebrail idi” dedi. (Abdulazim Münzirî, Tergib ve’t-Terhib, Mektebetu’l-Asrıyye, Beyrut, c. 2, s. 441; Muhammed Yusuf Kandehlevî, age. c. 3, s. 545; Divan Yayınları, c. 4, s. 245-246) Sahabelerin pek çokları melekleri görmüşlerdir. Cebrail (as)’ı Dıhye suretinde pek çok sahabenin gördüğüne dair sahih rivayetler vardır. Onlar içinde en meşhuru da Cibril hadisidir. Bazı rivayetlerde sahabelerin meleklerle konuştukları da nakledilmiştir. M. Yusuf Kandehlevî’nin “Hayatü’s-Sahabe” adlı eserinin 4. cildinin son kısmında uzun bir bahis “Sahabelerin melekleri gördüğü ve konuştuğuyla” ilgilidir. Biz kısa bazı hadiselere işaret edelim: Bedir savaşında üç bin veya beş bin melek gelmiş ve sahabelerle beraber savaşmışlardır. Onları hem sahabeler, hem de müşrikler gözleriyle gördüler. (Asım Köksal, İslam Tarihi, Medine Dönemi, Şamil Yayınları, c. 2, s. 142) Sahabelerden İmran b. Husayn meleklerle musafaha ve sohbet ederdi. (Müslim, Kitabu’l-Hac, Bab. 23, hn: 167 - (1226); Ebu Davud, Kitabu’t-Tıp, Bab. 7, hn: 3867; Yusuf Kandehlevî, Hayatüs Sahabe, Divan yayınları, c. 4, s. 245-246) Buhari ve Müslim’in ittifakla rivayet ettiği bir hadiste Üseyd b. Hudayr gece Kur’an okurken başını yukarı kaldırınca içinde kandillerin olduğu bulut gibi bir şey gördü. Durumu Peygamberimize anlatınca Peygamberimiz (sav) “Onlar meleklerdi. Senin Kur’an okumanı dinlemek için gelmişlerdi. Okumanı sürdürseydin sabaha kadar seni dinlerlerdi ve halk da onları görürdü, onlar da halktan gizlenmezlerdi” buyurdu. (Hayatü’s-Sahabe, Divan yy, c. 4, s. 248) Hz. Hamza (ra) Cebrail’i asli sureti üzere görmek istedi. Peygamberimiz de ona Kâbe’de gösterdi. Hamza dehşetten düşüp bayıldı. (Kadı İyaz, Şifa-ı Şerif Tercümesi, Bedir yayınları, s. 365) Buraya kadar zikrettiklerimizin neticesi olarak şöyle diyebiliriz: peygamberlerin haricinde bazı insanlar -mesela sahabeler- meleklerle, -hatta Cebrail (as)ile- görüşebilir ve onlarla konuşabilirler. Bu pek çok rivayetle teyid edilmiş bir hakikattir. Fakat bu, onların peygamber olmalarını gerektirmez. Kaynaklar: 1- Mecmuatu’l-Ahzab, (Şazeli cildi), Sezgin Neşriyat, s. 582-5972- 18. Lema 1932 yılında yazılmıştır. Aradan geçen 80 yıl içinde hiç bir Nur Talebesi Hz. Ali’ye peygamber demiş değildir.
Dünya bir misafirhanedir. Dünyaya gelen her insan bu misafirhanede belli bir süre bulunur ve misafirlik süresi sona erdiğinde asıl memleketi olan ahiret yurduna döner. Bu sebepten en bahtiyar insan odur ki bu dünyada misafir olduğunu bilir ve hayatını ona göre tanzim eder. Dünyada bir hikmetle bulunduğunu anlar ve vazifesini yerine getirir. Asla kırılmaya mahkûm cam şişeleri hükmünde olan dünyaya ait işleri ahiretin baki elmasları hükmündeki hakikatlerine değişmez. Geçici dünya hayatına aldanıp ömrünü boşa harcamaz. Rabbimiz bizi bahtiyarlardan kılsın. Âmin. Malezya iki yıldır bahtiyar bir genci konuşuyor. Ana babalar, -hususen gençler- iki yıl evvel şehadet şerbetini yudumlayan, Ahmed Ammar’ın hayat hikayesini araştırıyor. Hakkında tam dokuz kitap çıkan şehid kardeşimiz, popüler dergi ve televizyonların da merceği altında. Kısa bir ömre ihlasıyla büyük anlamlar yükleyen bu mübarek nur talebesinin hayatındaki her kare merak ediliyor. Türkiye’miz’de Eba Eyyübel Ensari (ra) Hazretleri’ne komşu olma şerefini yakalayan Ahmet Ammar’dan söz ediyor hala. Bu araştırmalara ve meraklı arayışlara bir nebze de olsa katkı sağlamak için Ahmed Ammar’ın ilk medrese hayatına ışık tutmak istiyorum. Onunla birlikte kalan bir hocası yahut ağabeyi olarak edindiğim izlenimleri bu yazıda siz kıymetli İrfan Mektebi Dergisi okurlarıyla paylaşmak istiyorum. *** 2011’in şubat ayıydı. Hayrat Vakfı Malezya temsilcisi Sadık Özata’nın düğününden birkaç gün evvel Malezya’ya gitmiştik. Hedefimizde Malezya’nın göz aydınlığı olacak ve himmetini ümmet kadar geniş tutacak parlak gençlere yardımcı olmak vardı. Bu gaye ile Şubat ayının ikinci haftasında Bandar Baru Bangi’deki vakfımıza ait merkezde Türkçe ve Risale-i Nur kursunu başlattık. Yanımızda Kamboçya’dan üç kişi Malezya’dan da üç kişi olmak üzere altı talebe kaldı. Ahmed Ammar bu ilk grup talebelerimizden idi. Talebelerimizin hepsi Türkiye’de Hayrat merkezlerinde kalıp bir yandan manevi eğitim alırken diğer taraftan lisans eğitimi almayı planlıyordu. Bu itibarla dört ay gibi bir süre bizimle kalıp Türkçe ve Risale-i Nur’dan ön hazırlık kursu gördüler. Bu kurs vesilesiyle onlarla Türkçe çalıştık ve Türkiye tecrübesi kazanmalarını temin ettik, elhamdülillah. Kursumuz yoğunlaştırılmış bir kurstu. Gündüzleri yoğun Türkçe çalıştılar. Geceleri ise Risale-i Nur dersleri aldılar. Biz onlara öğretmenlik, arkadaşlık hem de ağabeylik yaptık. Kardeşlerimizin hepsinin de anlatılmaya değer güzel hususiyetleri vardı. Fakat Ahmed Ammar talebeler arasında çok mümtaz bir mevkie sahipti. Hiç şüphesiz Allah’ın birçok lütfuna mazhar olmuş bir genç kardeşimizdi. Ailesi ve hocaları bize çok sağlam karakterli bir genci teslim etmişlerdi. Tabir yerinde ise bize gelene kadar o çok sağlam yetişmişti. Bizden onu daha ileriye götürmemiz, ona yeni değerler katmamız, dava şuuru vermemiz bekleniyordu. Temeli sağlam olan bir bina gibiydi Ahmed Ammar. Çok zor olmadı, bizi çok yormadı merhum. Günler birbirini kovaladıkça o hep geliştirdi kendini. Biz sadece güzel bir rehber olmaya çalıştık. Hiç unutmuyorum, onunla ilk kez babası Hacı Ahmed Azam’ın ofisinde görüştük. Çok sessiz duruyordu. Fakat fazilet yansıtan bir sessizlikti bu. O an Ahmed Ammar’ı ruhuma çok yakın hissetim. Babası bizim onunla beraber kalacağından, evladını iki yıldır Türkiye’ye hazırladığından bahsediyordu. Hakikaten bunu onun üzerinde görmek mümkündü. Çok iştiyaklıydı. Sabırsızlıkla bizim gelmemizi bekliyordu. Nihayet bir hafta sonu beraber kalmaya başladık. Gerek bize gerekse de arkadaşlarına çok çabuk uyum sağladı. Nurani Disiplin Ahmed Ammar çok disiplinliydi. Fakat bu disiplin insanları rahatsız eden yahut kendisinde stres meydana getiren bir disiplin değildi. Onun disiplini nuraniydi. O, bu disiplin vasıtasıyla başta kendisini sonra etrafındakileri motive ediyordu. Bu anlamda onlara ışık tutuyordu. O yüzden nurani bir disiplin diyorum buna. Peki, ne yapardı Ammar? Neydi onun prensipleri? Medresenin günlük programı vardır. O bu programa tamamıyla riayet ederdi. Sabah namazından sonraki kerahet vaktinde uyumaz biraz Kur’an’dan, evradlardan yahut tesbihattan ezber yapardık. Sonra bir müddet istirahat ederdik. Fakat Ammar muhakkak sabah sporu yapar ve sonra duş alıp azıcık uzanırdı. Kendine bunu adet haline getirmişti. Onu bu âdetinden dolayı bir gün tebrik ettim. Bana Arapçasıyla şöyle dedi: Hocam, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” Zamanını asla boşa geçirmezdi. O yoğun program içinde fırsat buldukça uzanmak, uyumak yerine, getirdiği kitapları okurdu. Hatta kaylule vakitlerinin yarısını uyuyarak geçirirdi. Her zaman en önce o ayakta olurdu ve bir şeylerle meşgulken görürdüm kendisini. Arkadaşları onun bu haline imreniyordu. Onu takdir ediyor, çok seviyorlardı. Dersleri çok dikkat ve ilgiyle dinlerdi. Hiç sıkılmaz, anlamadığı yerleri sorardı. İlmini kalemle bağlardı. Yani muhakkak not tutardı. Öğrendikçe yeni bir şevk bulur, bu güçle ilerlerdi. Aldığı dersleri tekrar etmeyi ihmal etmez, öğrendikleriyle Türkçe konuşmaya gayret ederdi. Risale-i Nur’dan öğrendiklerini de söz ve davranışlarına taşırdı. Ahmed Ammar kendini idare edemeyen birinin başkalarını idare edemeyeceği, kendine faydalı olmayan birinin başkalarına faydalı olamayacağı sırrını çok iyi biliyor ve daima kendini yeniliyordu. Fırsat buldukça Türkiye’nin sosyal ve siyasi yapısı hakkında bize soruyor, gideceği coğrafyayı ve insanını iyice anlamaya çalışıyordu. Hülasa Ahmad Ammar kaderin ona çizdiği yolda tüm azmiyle çalışıyor ve hedeflerine doğru bu sağlam prensibiyle emin adımlarla ilerliyordu. Sırr-ı İhlas Bilindiği gibi Allah Teâlâ ihlassız amelleri kabul etmez. Bu yüzden ona hakkıyla inanlar onun rızasına göre ameller işlerler. Bilirler ki ihlasla yapılan zerre miktar bir amel ihlassız yapılan binlerle amele müreccahtır. Allah’a yakın kılınmış kullar ihlassızlıkla amellerini yakmazlar. İhlas bereketiyle çalışmalar anlam kazanır ve netice verir. Çünkü kim ihlasla ne isterse Allah verir. Hakiki ihlas şerde bile neticesiz kalmazken ihlasa erdirilmiş kulların amelleri hiç neticesiz kalır mı? İşte Ahmed Ammar kardeşimiz Risale-i Nur’un birinci prensibi olan bu sırrı hayatına tatbik ediyordu. Yemek pişirmek için her gün birimiz mutfakta vazifeli oluyorduk. O, mecbur olmamasına rağmen arkadaşlarına gönüllü olarak yardım ederdi. Haftada bir temizlik yapardık beraberce. Ona verdiğimiz kısmı tertemiz yapar, yarım yamalak yapmazdı. Mutfakta vazifeli olduğu zaman mutfağı -uyumadan evvel- tertemiz bırakırdı. Ammar bu ihlas faktörü ile çok fedakar idi. Kendi derslerine çalıştığı gibi arkadaşlarına da yardımcı oluyordu. Ağır kalanları hızlandırıyordu. Eve gidip geldiği zaman onlara bir kısım yiyecekler getiriyordu. O zamanlar biz yavaş yavaş Malaycaya başlamıştık. Bana küçük bir sözlük hazırlamıştı. Malaycamın temelinde Ammar’ın harcı vardır. Bir gün evden döndüğünde bana bir kitap getirdi ve ‘Hocam bunu sizin için satın aldım.’ dedi. Bu fedakârlığına çok hayran kaldım. Kendisine dua ettim. O, sadece kendi derdiyle dertlenmiyordu. Birinin yardıma ihtiyacı olduğunda hemen ona yardıma koşuyor ve onların dertleriyle de dertleniyordu. Halden anlıyordu Ahmed Ammar. Kime nasıl davranacağını çok iyi biliyordu. Arkadaşlarını güzel teselli ediyordu. Onlarla çok iyi geçiniyor ve kendini onlara sevdiriyordu. Tevazu Tacı Bediüzzaman Said Nursi Lemaat isimli eserinde der ki ‘Meziyetin varsa hafa türabında kalsın, ta neşv ü nema bulsun.’ Çünkü bütün mühim şeyler saklıdır. Mesela Kadir Gecesi Ramazan’da, icabe-i dua Cuma vaktinde saklıdır. Allah onları bu güzel günlerin içine gizlemiştir. Altın, elmas ve zümrüt gibi madenler hep saklıdır. Bu bağlamda meziyeti olan büyük şahsiyetler hiçbir teveccühü kabul etmez, kendilerine yapılan övgüleri musibet sayar ve mümkün mertebe meziyetlerini Rableri ile kendileri arasında saklarlar. Ahmed Ammar o yaşına rağmen çok tevazu sahibiydi. Yaptığı iyilikleri ve güzel meziyetlerini anlatmaz, saklardı. Arkadaşlarının onu kıskandığını hiç görmedim. Çünkü o kendini kimseden farklı görmüyordu. Onun emsali olan bazı gençler biliyorum. Başarılı oldukları için şımarıyor ve gurura düşüyorlardı. Fakat O bir meziyetini ortaya çıkarmak istesek hiç hoşlanmaz. ‘Yok ya…’ derdi tatlı tatlı. Mahcubiyet içinde susardı. Defalarca bunu kendim tecrübe ettim. Ahmed Ammar zihnimde hep taşıdığı tevazuuyla canlanır. Onda en sevdiğim yön budur. O tevazu tacı takmış asil bir insandı. Rabbim o emsal insanlar ihsan etsin bu ümmete. Âmin! Tefekkür Kur’an-ı Kerim’de “Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.” (2/269), “Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp düşünmez misiniz?” (16/17) gibi onlarca ayetiyle Halıkımız bizi tefekküre davet eder. Düşünen ve hadiselerden ibret alanlar Allah katında yüksek mevkiye sahiptirler. Çünkü tefekkür eden insanlar, tefekkürü nispetinde kâinattaki sırları keşfeder, eşya üzerindeki esma ve sıfat-ı İlahi’yi hikmetle okur ve Rabbini hakkıyla tanır. Hadiselerin arkasında bulduğu ibretlerle Allah’a kulluk hususunda mesafe kazanır. Böylece Allah’ın sevgisini celbeder. Allah ise sevdiği kulu diğer kullarına da sevdirir. Şehidimiz Ahmed Ammar tefekkür ehli biriydi. Tarihe çok meraklıydı. Tarihi ve güncel hadiselere kafa yorardı. Muhakeme gücü çok iyiydi. Bunu kendisine yönelttiğimiz sorulara verdiği makul cevaplardan anlamak mümkündü. Ben Türkiye’ye gidip doktora bitene kadar orada kalacağım derdi. Eğitimini tamamlayana kadar evlenmeyeceğini söylemişti bana. Bir kaç defa şaka vari gemileri yakacağım ve geri dönmeyeceğim demişti. Nitekim öyle yaptı! Risale-i Nur tamamen tefekküri bir eserdir. İnsanı kâinat sokaklarında dolaştırır ve müthiş bir marifet kapısını ona açar. Ahmed Ammar bu eserlerden istifade ettikçe düşünce dünyası inkişaf ediyordu. Bu sebepten ibadetlerinde çok sağlamdı. Herkesin kalbine dokunuyordu. Ben onu sevmeyen birini tanımadım. Hizmet Lezzeti Allah Kemal-i kereminden hizmetin mükâfatını hizmet içinde dercetmiştir. Maddi olsun manevi olsun her amelin ücretini o amel içine koymuştur. Bu sebepten kâinatta insan haricindeki her mahlûk bu lezzetle hizmetlerini fevkalade yerine getirir. Tembellik eden sadece insandır ve onun evcilleştirdiği hayvanlardır. Hizmetin ve çalışmanın içindeki bu lezzeti anlayan insanlar bitmeyen bir azimle işlerine bakar, başta kendilerine sonra tüm insanlara hizmet ederler. Bir an olsun boş durmazlar. Daima bir memnuniyet içinde huzur ve mutlulukla yaşarlar. Fakat tembel insanlar -bunun aksine- sürekli şikâyet eder, hiçbir şeyi beğenmezler. Ammar kardeş bitmeyen bir iştiyakla çalışır, günün bitmesini istemezdi. Benim zamanım yok derdi. Çok çalışırdı. Hizmetkâr bir gençti. Ne iş verilse hiç ayırt etmeden uğraşır, o işi en iyi şekilde yapardı. Markete gönüllü gider, mutfak ihtiyaçlarını kendisi tedarik ederdi. Bir iş olduğunda hiç o işten kaçmazdı. Yapamam demez, mutlaka denerdi. Netice olarak, Ahmad Ammar yukarıda izah etmeye çalıştığım özellikleriyle beraber daha birçok bilmediğim meziyetlerle Allah’ın bahtiyar kullarından biriydi. Onunla olan birlikteliğimizde müşahede ettiklerimi sizlerle paylaşmaya çalıştım. Ondan geriye kalan menfi bir hatıra bilmiyorum. Allah’a binler hamd ü senalar olsun. Çok muhterem, ebedi bir dostu bize ihsan etti. Rabbim! Ahmad Ammar’a binlerle rahmet eyle. Kendisiyle tekrar buluşmak ve karşılıklı Cennet iskemlelerinde sohbet etmek nasip et. Amin!
Risale-i Nur ve Te’siriRisale-i Nur, imanları tamir ediyor ve hakikatleriyle bütün dünyada gönülleri aydınlatıyor. Tesirini sadece Anadolu insanında değil, Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’da da görüyoruz. Biz şahsi tecrübelerimizde ve müşahedelerimizde birebir insanların gözlerinde bu etkiyi İngiltere’de gördük. Hakikatleri dinleyenlerin gözlerindeki parıltıya ve lisan-ı halleriyle alkışladıklarına şahid olduk. Başımızdan geçen pek çok hadise var fakat birkaçını paylaşalım müsaadenizle. Saldırgan Tarafsızlık Bilim dünyasında o kadar fazla sayıda sözde “uzman” fikir ve “objektivite ve bilimsellik” namında dini eleştirme ve mübarek değerleri yerme hastalığı var ki bazen bu saldırgan tarafsızlık, insanları çekimserleştirebiliyor. Şarkiyatçıların diliyle konuşan sözde bilim insanları Avrupalı müsteşriklere kıymet verirken, klasik âlimlere değer vermeyebiliyorlar. Elmas gibi parlak hakikatler, bütün dünyaya duyurulması gereken güzellikler sözde “akademik tarafsızlık” kurbanı olabiliyor. Risale-i Nur’un toplumda ve fertlerdeki harika tesirini, memleketimizde ve dünyada izn-i ilahi ile yaptığı pozitif katkı ve reddedilemez manevi etkiyi biliyoruz. Bazen bu unutulabiliyor veya çekimserlikten mütevellid anlatmada geri durulabiliyor. Bu bazen kendine veya Risaledeki bilgiye güven eksikliğinden kaynaklanıyor veya Risalelerdeki çok öz ve etkileyici tespitler zaman içinde normal ve basit gelebiliyor. Muhatap tanındıktan sonra bir anlatılsa dinleyenlere şifa ve dertlilere deva oluyor. Hakikatleri anlatmaktan çekinmeyelim. Neden mi? Gözleri Parıldatan Hakikatler Bu hakikatler karşımıza çıkan veya muhtemelen çıkabilecek pek çok muannidi susturuyor, hakkı arayanı ikna ediyor ve buna muktedirdir. Hani zannetmeyelim ki, sadece Anadolu insanı ikna oluyor bu hakikatlerle. Dışarıda da, İngiltere’de, biz bunları bizzat tecrübe ile müşahede ettik. Rabbimiz bu hakikatlerden evvela kendimiz istifade etmeyi nasip etsin. Sonra da elimizden geldiğince ve sistematik ve programlı bir surette dünya ile paylaşabilmeyi nasip etsin. İngiltere'de Risale-i Nur hakikatlerinin etkisini birebir insanların gözlerinde gördük. Gözlerindeki parıltıyı ve lisan-ı halleriyle alkışladıklarına şahid olduk. Başımızdan geçen pek çok hadise var lakin birkaçını paylaşalım müsaadenizle. Cambridge ve Oxford’dan Tecrübeler Avam İngiliz Biz Cambridge’de akademik maksatlarla kalır iken, “street dawah” denilen caddede üniversitenin tebliğ standı vardı. Şehir ahalisinden ve üniversiteden çokları geliyordu ve bunlarla İslam hususunda fikir alışverişinde bulunuyorduk. Onlara tebliğ yapıyorduk. William Brown isminde bir İngiliz amca çok kereler geldi. Normal avam bir İngiliz. En çok sorduğu sorular hanımlar, tesettür, miras ile ilgili mevzulardı. Risaleden verilen cevaplar kendisini memnun etti. Diğer pek çok sorularıyla beraber bu soruları da cevaplanınca İslam ile şereflendi. En son hasta idi, Allah şifa versin. Profesör Ateist (Daha sonra üniversitenin antropoloji bölümünden olduğunu öğrendiğim) ateist bir profesör ile saatlerce münazaralarımız oldu. Her hafta gelir, Kur’an’da (haşa) hata buldum, şöyle böyle derdi. Allah’ın varlığına dair sözde şüpheleriyle stanttaki Müslümanları küfre davet ederdi. İnanın, Tabiat Risalesindeki belli örnekler ve Risalenin mantık kurgusu profesörü perişan etti. Bir tanesini reddetmedi. Acibdir ki, kendisiyle tartışırken kendi misallerimizi kullansak yeri gelir cevap veriyordu ama biz ne zaman Risaleden doğrudan cevap versek karşı duramazdı. Kendisi Yahudi bir ateist ve azılı bir muannid olduğundan inadından kabul etmedi fakat kanser hastası idi ve ciddi ölüm korkusu vardı. Ahirete inanmıyordu. Ölüm ve ahiret ile ilgili yerleri anlatılınca aslında rahatladığını gördüm. Çok hakikatleri dinledi, hidayet Allah’tan. Allah hidayet versin. Misyoner Yetiştiren Papazlar Keza, yine Cambridge’de ve Oxford’da birçok Hristiyan bilim adamı (doktoralı papaz)lar ile vaizlerle münazaralarımız oldu. Sayısını bilmiyorum. Oxford’da misyoner yetiştiren okulun müdürü Nicholas isminde bir İngiliz ile münazaramız ve uzun 3 oturum suretinde görüşmelerimiz oldu. İncil’in yazılı kaynağı, farklı nüshalar meselesi, tercüme hataları, ilk günah, kiliselerin boş olması, papazların su-i istimalleri, noel/yumurta bayramı gibi hurafeler, İznik Konsülü vs. mevzularına girmeye fırsat bile olmadan evvelce Risale-i Nur’dan aldığımız ders ve kıymetli Büyüklerimizin tavsiye buyurmaları üzerine Tevhid mevzusuna yoğunlaştık. Tali mevzulara hiç girmedik. Artık en kuvvetli delillerimi söylüyorum dediği son oturumda da yenildi. Tekrar buluşalım diye söz vermesine rağmen gelmedi. “Geleceğim, geliyorum, trafik var şu bu” dedi, sonunda bir buçuk saat kadar beklememizin ardından mesaj çekti, “Geri dönmem lazım, geç oldu” dedi. Münazaraya devam edemedi. Son buluşmaya kırk bahane bulup gelmedi. Daha da haber yok. Risale-i Nur, bir başka müsteşriki daha susturdu. Gözyaşlarıyla İmanın Esaslarını Dinleyen Amerikan Askeri Cambridge merkez kütüphanesinde İslam’ı anlattığımız bir sergi yaklaşık bir hafta kadar sürdü. Dört beş bin İngiliz ziyaretçi geldi. 11-12 de ihtida vardı, elhamdülillah. Ziyaretçilerden biri de Meksika asıllı bir Amerikan askeriydi, Sergio. O sıra Cambridge’de bulunuyormuş vazifesi gereği. Geldi, çekinerek sorular sordu. Biz İslam’ı anlatırken, imanın rükünlerini dinlerken onun gözleri yaşardı. Irak’ta görev almış (ve tecrübelerimizden gördüğümüz kadarıyla muhtemelen) daha sonra şehadet getirip bir Müslüman oldu (inşallah). İmanın erkânı delilleriyle Risale-i Nur üslubuyla anlatılınca tesiri yine görüldü. Cambridge Belediye Başkanı Yine aynı, kütüphane sergi salonunda, pek çok farklı ülkeden Müslümanlarla görüşmesine rağmen bizim anlatışımız hoşuna giden Belediye başkanı Ian Nimmo-Smith, sizin entelektüel ve mantıki anlatışınız farklı dedi. (Risale-i Nur üslubunu söylüyor.) Hatta daha sonra sergiyi birebirde biz gezdirdik ve hususi tekrar sivil olarak geleceğini söyledi. Tekrar gelmiş, biz Belçika’ya başka eğitim faaliyetleri ve derslere gittiğimizden denk gelmedik fakat bizi sormuş. Anglikan Kilisesi Papazı – Ahirete inanmaya başladı Southampton’da bir başka tebliğ sergimize gelen pek çok papazdan biri ile görüşmemizde istifade eden bir papaz geldiğinde ahiretin varlığından ve belki (haşa) yaratıcı bir zatın olmayabileceğinden bahsetti. (Bu papazlar arasında bile yaygın). Biz de, Haşir Risalesinden ahiretin varlığını Allah’ın isimleriyle ispat ettik. Ayetü’l-Kübra’dan yola çıkarak da Allah’ın varlığını anlattık. Çok uzun geçen görüşme esnasında, papazın ne kadar çok soru sorduğunu hatırlamıyorum. Her aldığı cevaptan sonra rahatladı. Allah’ın varlığına ve ahiretin varlığına ikna olup ayrıldı. Luke’dan Lokman’a... İngiltere’deki derneğimizin ilk faaliyetinde bir piknik gezisi esnasında daha önce paylaştığımız üzere, İngiliz Luke isminde bir genç yaklaşık 10, en fazla 15 dakikalık bir tebliğin ardından İslamiyet’le şereflendi. Üstadımızın tarzını ve bu asra bakan cihetini bir daha gördük. Allah sayılarını ve keyfiyetlerini artırsın. Risale-i Nur Herkese İlaç Haddimiz olmadan, tecrübelerimizi takdim ettik ama hakikaten Risale-i Nur’un tesirini hissettiğimiz için paylaşmak ihtiyacı hissettik. Gerek gayri-Müslimler gerekse Müslümanlarda görülen bu harikulade tesir ve ikna özelliği bu asırda Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. Sadece Anadolu’da değil, İngiltere’de Almanya’da, Hollanda’da, Uzak Doğu’da, Afrika’da tesirini göstermekte akılları ve ruhları nurlandırmaktadır. Yukarıda verdiklerimiz gibi ateistinden Hristiyan’ına, Agnostiğinden Alevi’sine, dindarından dinsizine, İngiliz’inden Amerikalısına Yahudi’sinden Yahova Şahidi’ne kadar çoklarına şahsen denk geldik. İslamiyet’i Risale-i Nur vasıtasıyla anlatma imkânını Rabbimiz verdi. Gördük ki, Risale-i Nur’un tarzı ve üslubu insanları ikna edici, kalplerini sakinleştirici, akıllarını nurlandırıcı bir tarz. Muhatabı incitmeden tatlı dil ve güzel sözle anlatıyor. Hakikatler Haykırıyor Biliyorsunuz, hakikatleri anlatınca bir muhatabamız istifade ediyor, iki bizim imanımız kavileşiyor. Bu hakikatler, önce anlatana sonra dinleyene tesir ediyor. Bu yüzden, hakikatleri anlatmakta çekimser değil, faal olmalı. Elmas gibi kıymetli güzellikleri yine aynı üslub ve tarz ile paylaşmalıdır. Hakikatler tesirli ve zaten haykırıyor, biz yeter ki perde olmayalım. Dua Ya Rabbena, bizi kendine kul, Peygamber Efendimiz (asm)’a ümmet eyle. Bizleri Kur’an’a ve Üstadlarımıza talebe eyle. Rabbimiz, bizlere Risale-i Nur talebesi olmayı nasip eyle. Bizleri Nur talebesi olarak huzuruna al. Risale-i Nur’u serbestiyetle umum beşeriyete envar-ı hidayet ve tedavi-i kulub eyle. Rızana mazhar kılacak maddi ve manevi çalışmalar yapmayı nasip eyle. Amin! Amin! Amin!
Emir Sultan Camii Emir Sultan Camii, Sultan Yıldırım Bayezid’in kızı ve Emir Sultan Hazretlerinin eşi Hundi Fatma Sultan tarafından 15. asır başlarında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı avlunun ortasında sekiz köşeli şadırvan yer almaktadır. Ayrıca avlunun güneyinde cami, kuzeyinde Emir Sultan Türbesi ve ahşap odalar bulunmaktadır. Kare planlı olup, üzeri tek kubbe ile örtülüdür. Cami ilk inşa edildiğinde çok kubbeli iken, 1795 senesinde ciddî harap olmuş, Sultan 3. Selim döneminde 1804-1805 senelerinde bugünkü hâliyle, rokoko ve ampir üslûbunda yeniden inşa ettirilmiştir. Sultan Abdülaziz döneminde ise tekrar restorasyondanHz. Osman bin Maz’un (ra) geçirilmiştir. Muhâcirlerinden, Ben-i Cümah’dandır. On üçüncü iman eden sahâbedir. Hem Medine’ye hem de Habeşistan’a hicret etmiş ve Bedir’de bulunmuştur. Mekke’den hicret eden muhacirlerden Medine’ye geldikten sonra ilk vefat eden sahâbedir. Bedir Gazvesinden döndükten kısa bir müddet sonra vefat etmiştir. Bundan kısa bir müddet sonra da Peygamber Efendimizin (asm) oğlu İbrahim vefat etmiştir. İki vefat arasında az zaman oluşu sebebiyle ciğerparesinin kabre konuluşu sırasında: “Oğlum, bizden evvel âhirete intikal eden Osman bin Maz’un’a kavuş” buyurmuşlardır. Osman bin Maz’un (ra) vefatından sonra Baki Mezarlığına defnolunmuştur. Hz. Aişe’nin (ra) rivayetine göre, Peygamber Efendimiz (asm), Osman bin Maz’un’un (ra) cenazesini öpmüştür. (Hafız Ali Rıza, Bedir Mücâhidleri, s. 154) Kuleönülü Mustafa İstikbâle Lâyıktır Bedîüzzaman Hazretlerinin Isparta’da ikamet ettiği bağlardaki köşkte, o sıralarda vukûa gelen bir hadiseyi Hüsrev Efendi şöyle anlatıyor: “Kurban arefesinden bir gün evvel, Üstâdım gezmeye gidecekti. At getirmek üzere beni gönderdiği zaman, Üstâdıma dedim; “Sen aşağıya inme, ben kapıyı arkasından örtüp odunluktan çıkacağım.” Üstâdım; ‘”Hayır!” dedi; “Sen kapıdan çık” diyerek aşağıya indi. Ben kapıdan çıktıktan sonra kapıyı arkasından sürgüledi. Ben gittim, kendisi de yukarıya çıktı. Sonra yatmış. Bir müddet sonra Kuleönülü Mustafa, Hacı Osman’la beraber gelmişler. Üstâdım hiç kimseyi kabul etmiyordu ve etmeyecekti. Hususan o vakit iki adamı beraber hiç yanına almaz geri çevirirdi. Hâlbuki bu makamda bahsedilen kardeşimiz Kuleönülü Mustafa, Hacı Osman’la gelince, kapı güya lisan-ı hal ile ona demiş ki; “Üstâdın seni kabul etmeyecek fakat ben sana açılacağım” diyerek arkasından sürgülenmiş kapı kendi kendine Mustafa’ya açılmış. Demek Üstâdımın onun hakkında “Mustafa istikbâle (karşılanmaya) lâyıktır” diye söylediği sözü istikbâl gösterdiği gibi, kapı da buna şâhid olmuştur.” 10 Kasım 1922Sultan 6. Mehmed Vahideddin Son Selamlığa Katıldı Osmanlı Padişahları açısından zamanla bir gelenek hâline gelen Cuma Selâmlığının sonuncusu 10 Kasım 1922’de Yıldız’daki Hamidiye Câmiinde yapıldı. Hutbede Sultan 6. Mehmed Vahideddin için sadece “Emîr’ül-mü’mînîn, halife-i Rasûl-i Rabbül-âlemîn” ifadesi kullanıldı. Asırlardan beri, ilk defa Sultan-Halife ifadesi kullanılmamıştı. Sultan, İstanbul’dan ayrıldıktan dört sene sonra 16 Mayıs 1926’da İtalya’nın Sanremo şehrindeki Villa Magnolli’de kalp krizi neticesinde vefat etti. Naaşı, vefatının ardından Şam’a getirilerek, Sultan Selim Camii haziresine defnedildi. 03 Kasım 644Hz. Ömer’in (ra) Şehâdeti Hz. Ömer (ra) 23 (644) yılı haccını eda edip Medine’ye döndüğü günlerde, Mugīre bin Şu‘be’nin (ra) Basra valisi iken edindiği kölesi Ebû Lü’lü, Hz. Ömer’e (ra) müracaat ederek efendisinin kendisinden fazla ücret aldığını söyleyerek ve bunun azaltılmasını istedi. Halife, onun demircilik, marangozluk ve nakkaşlık yaptığını öğrenince Mugīre bin Şu’be’nin (ra) kendisinden aldığı ücretin fazla olmadığını bildirdi. Bunun üzerine Ebû Lü’lü ertesi gün sabah namazında hançerle Hz. Ömer’i (ra) yaraladı ve Müslümanların elinden kurtulamayacağını anlayınca kendini öldürdü. Hz. Ömer (ra), Oğlu Abdullah’ı Hz. Âişe’ye (ra) yollayarak Peygamber Efendimizin (asm) hücresine, Rasûlullah’ın (asm) ayağının dibine defnedilmek için izin istedi. Hz. Âişe (ra), kendisi için düşündüğü bu yeri ona vermeyi kabul etti. Hz. Ömer (ra), üç gün sonra vefat etti (26 Zilhicce 23 - 3 Kasım 644). Cenaze namazını Suheyb b. Sinân (ra) kıldırdı. 17 Kasım 2006111. ElementRöntgenyum Adını Aldı Röntgenyum, eski adıyla Unununyum (Uuu), 1994 yılında keşfedilen yapay bir elementtir. Atom numarası 111 olup; periyodik cetvelde Rg simgesi ile gösterilir. Geçiş metalleri sınıfına girer, fiziksel özellikleri bilinmemektedir. Unununyum; periyodik cetvelde 7. periyotta, 1B grubunda ve d bloğunda bulunan bir geçiş elementidir. İlk kez 8 Aralık 1994'te Almanya'nın Darmstadt kentinde GSİ parçacık hızlandırıcısında Bizmut-209 ve Nikel-64 izotoplarının birleştirilmesi ile 272 atom kütlesine sahip izotopu elde edilmiştir. Sonradan bilinen izotop sayısı üçe çıkmıştır. 2006 senesinde Fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen'in anısına Röntgenyum (Roentgenium) olarak adlandırılmıştır.
Hülagü 1255’te ağabeyi Mengü Han tarafından Ortadoğu’da henüz ele geçirilmemiş toprakların ele geçirilmesi için görevlendirilir. Hülagü, 1258 tarihinde Bağdat’a girerek Abbasi Halifesi Mutasım’ı keçeye sarıp Moğol atlarının ayakları altında ezdirerek öldürtür. Şehirde katliamlara başlar ve şehri yağmalatır. Kadın, yaşlı, çocuk, hamile demeden bazı kaynaklara göre 200 bin, bazı kaynaklara göre de 400 bin kişiyi katleder. Cami, hastane, saray ne varsa hepsini yok eder. Kütüphaneleri ve tarihi eserleri yakar, yıkar. Milyonlarca dini ve ilmi eserin büyük bir kısmını Dicle Nehri’ne attırır. Hülagü’nün zalimliğini anlatmak için Dicle’nin günlerce kan ve mürekkep aktığı söylenir. Hülagü bir gün, şehrin dışına kurduğu karargâhında, o beldenin en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirir. Bu haber, âlimler arasında korku ve endişeye sebep olur. Kimse Hülagü tarafından öldürülmek korkusuyla bu davete icabet etmek istemez. Bu haber, zamanın genç âlimlerinden Kadıhan’a da ulaşır. Kadıhan, ufak tefek tıfıl bir gençtir. Daha sakalı bile çıkmamıştır. Böylesine bir daveti kabul ettiğini söyleyerek Hülagü ile görüşmeye gidebileceğini bunun için kendisine bir deve, bir keçi, bir de bir horoz verilmesini ister. Böyle bir fedainin ortaya çıkması ulema sınıfını rahatlatır. Çünkü bir kurban bulunmuştur. Hülagü’nün şerrinden korkan ulema sınıfı bu isteği hemen karşılar. Kadıhan, hayvanlarla birlikte çadıra varır. Hayvanları çadırın dışında bırakarak içeriye girer ve kendini tanıtır. Kendisiyle görüşmek üzere geldiğini söyler. Hülagü, genci tepeden tırnağa süzer ve beklediği tipte biri olmadığını görerek, “Bana göndermek için bula bula seni mi buldular. Gönderecek başka birini bulamadılar mı?” diye sorar. Kadıhan gayet sakin bir şekilde “Görüşmek için iri yarı, boylu boslu birini istiyorsan, bir deve getirdim. Sakallı yaşlı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Eğer gür sesli birisiyle görüşmek istiyorsan horoz getirdim. Üçünü de çadırın önüne bıraktım. Onlarla görüşebilirsin” der. Hülagü, karşısındakinin sıradan biri olmadığını anlar ve “Şöyle otur bakalım” diyerek kendisine yer gösterir ve ilk sorusunu sorar. “Söyle bakalım, beni buraya getiren sebep nedir?” diye sorar. Kadıhan gayet sakin bir şekilde; “Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Allah’ın bize verdiği nimetlerin kıymetini bilemedik. Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük. Zevk ve sefaya daldık. Cenab-ı Hak da bize verdiği nimetleri almak üzere seni gönderdi” der. Hülagü, ikinci sorusunu sorar. “Peki, beni buradan kim gönderebilir?” Cevap çok manidardır. “O da bize bağlı. Benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bize verilen nimetin kıymetini bilir, zevk ve sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen buralarda duramazsın.” Bugün İslam âlemi perişan bir durumdaysa emin olun bunun müsebbibi acaba bizler miyiz? Biz ne zaman kendimize çeki düzen verirsek işte o zaman “en gür sada İslam’ın sedası olacaktır.”
Tüm İslam Dünyasının Mescid-i Aksa’ya olan kurumsal ve duygusal bu aidiyetlerinin bir neticesi de “Mescid-i Aksa veya Kudüs veya Filistin sorunu” üzerinde İslam Dünyasının bir izdüşümünün görülebilmesidir. Sorun bütün İslam Dünyasının sorunudur. Teori ve pratikte hemen her birey ve organizasyon bunu bu şekilde kabul ve tasdik etmektedir. Bu aşamada şöyle bir soru karşımıza sıkça çıkmaktadır. Bu kadar kalabalık bir kitle, bu kadar büyük ekonomik, sosyal ve siyasal hacme sahip İslam Dünyası neden soruna kalıcı ve etkin bir çözüm üretememektedir? Mescid-i Aksa Baskını ve BM’de Çekilen Bayrak Arasında Sürecin Tahlili En cüz’i parçasından en külli yapısına kadar, İslam Dünyasını oluşturan bütünün parçaları nezdinde, Mescid-i Aksa’nın kıymeti malumdur ve tartışmasızdır. Yani en küçük parça olan her bir bireyden, en büyük siyasi organizasyon olan eski adıyla İKÖ yeni adıyla İslam İşbirliği Teşkilatı’na kadar, her kademedeki insani, siyasi, iktisadi, sosyal bütün yapılar ve unsurların Mescid-i Aksa’ya bakışı ve yaklaşımının, İslam Dünyası içerisinde yaşanan veya İslam Dünyasının muhatap kaldığı diğer sorunlara nazaran farklı olduğu söylenebilir. Filistin coğrafyasında yaşanan, muhafaza ve özgürlük mücadelesini farklı kılan hususiyet, bu coğrafyada geçmişten günümüze değin yaşananların insani ve siyasi cihetlerinin yanı sıra sağlam, köklü ve İslam Dünyası içerisinde herkesçe kabul edilen, tartışmasız İslami unsurların ve temellerin de bulunmasıdır. Mescid-i Aksa’yı da içinde barındıran Filistin coğrafyasında yaşananların, Mescid-i Aksa ile bağlantısı bulunmaktan ziyade, bağlantının ötesinde birbirleriyle bir eşitliği ve bütünleşikliği söz konusudur. Yani Gazze’de yaşanan bir hadise de aslında bizatihi Mescid-i Aksa hadiselerinin bir parçasıdır. Mescid-i Aksa, İslam Dünyasına ilgi kurulan bir husus iken, Gazze bundan bağımsız salt Filistin’in sorunu olarak değerlendirilemez. Sorunun bütünü kimi platform ve çalışmalarda Filistin sorunu olarak dile getirilmektedir. Bu ifade sorunu Filistin özeline indirgeyen algısal bir yanılgıya düşme ihtimalini de barındırabilmektedir. Sorunun doğru tanımlanması için daha genel anlam taşıyan ve sorunu bir üst basamağa çeken “Mescid-i Aksa veya Kudüs sorunu” olarak telaffuz etmek, sorunu doğru tanımlamak açısından daha uygun olacaktır. Sorun ister Filistin sorunu olarak adlandırılsın, isterse Kudüs veya Mescid- Aksa sorunu olarak adlandırılsın sorunun mahiyeti aynıdır. Mevcut haliyle sorun “Filistin’in sorunu” değil “Filistin sorunudur” ve Bütün İslam Dünyasına aittir. İslam Dünyasını Birleştiren Yegâne Unsur Olmuştur Mescid-i Aksa’nın ve onun sorunlarının tüm İslam Dünyasına ait olduğunun ve İslam Dünyasının da bu aidiyetin farkında olduğunun tezahürü olan hadiseler, yakın tarih içerisinde çokça müşahede edilmiştir. Mescid-i Aksa’nın yakın tarih içerisinde çok defalar yakılma ve tahrip edilme girişimlerine maruz kalması, bu aidiyetin somut olarak gösterilmesini sağlayan gelişmelerin de tetikleyicisi olmuştur. 21 Ağustos 1969'da Denis Ruhan isimli bir Yahudi tarafından Mescid-i Aksa’nın kundaklanması, yakılması İslam Dünyasının Mescid-i Aksa’ya olan hassasiyetinin ilk tezahürünü ortaya çıkarmıştır. 21 Ağustos tarihinden sadece 20 gün sonra 11 Eylül 1969 tarihinde Fas Kralı bütün Müslüman ülke devlet başkanlarına bir mesaj göndermiştir. “Hepimizin inandığımız İslâm birliği anlayışına ve bütün dünyadaki Müslümanların, özellikle El-Aksa mescidine karşı girişilen çirkin suikast üzerine, devlet ya da hükûmet başkanlarının toplanmaları yolundaki isteklerine uyarak ve 8-9 Eylül 1969 tarihlerinde Rabat’ta toplanan İran, Malaysiya, Nijer, Pakistan, Suudi Arabistan, Somali ve Fas temsilcilerinden meydana gelen hazırlık komitesinin tavsiyesini göz önüne alarak sizi 22-24 Eylül 1969 tarihleri arasında, Krallığımızın başkenti Rabat’ta, El-Aksa mescidinin uğradığı felâketi ve Kudüs şehri sorunundaki tutumlarımızı birleştirmek için yapılacak İslâm zirve toplantısına katılmaya davet ediyoruz..” İfadelerinin yer aldığı bu çağrı, Mescid-i Aksa ve yaşanan hadiseler üzerinden olmuştur. Toplanılması talep edilen tarih, çağrıdan sonra 10 ay, yakılma olayının ise 1 ay sonrasına denk düşmektedir. Bu çağrılar, girişimler sonucunda 25 Eylül 1969’da İslam Zirve konferansı düzenlenmiştir. Devamında 1970 yılında yapılan toplantılar ile örgütlenme yolunda önemli adımlar atılmış ve 1972 yılında Cidde'de yapılan Üçüncü İslam Dışişleri Bakanları Konferansında ise, “İslam Konferansı Şartı” kabul edilmiştir. Nihayetinde eski adıyla İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) yeni adıyla İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) kurulmuştur. Bütün İslam ülkelerinin tek bir çatı altında yer aldığı, bu çatı örgütü çok kısa sürede ortaya çıkaran ana unsur Mescid-i Aksa olmuştur. Bu örgütün işlerliği, fonksiyonu, varlığının günümüzdeki etkinliği, konumunun tartışılması vb. bir tarafa konulduğunda dikkatlerden kaçan şu husus ön plana çıkacaktır; yakın siyasi tarih içerisinde belki de son 100 yıl içerisinde bütün İslam Dünyasını bir araya getirebilen tek hadise Mescid-i Aksa olmuştur. Mescid-i Aksa’nın tetiklediği bu birliktelik (etkinliği, fonksiyonu vb. bir kenara konulduğunda) günümüzde yine varlığını devam ettirmektedir. İslam Dünyasının son yüz yıldır değişik coğrafyalarda dini, siyasi ve ekonomik sıkıntılı hadiselerle yüz yüze kaldığı bir vakıadır. Bu hadiselerin kimi bölgesel kimi küresel ölçekte olmuştur. Ancak bu hadiselerin hiç birisi Mescid-i Aksa’nın birleştirici gücüne sahip olamamıştır. Pek çok hadisede, pek çok İslam ülkesi, uluslar arası sistem, bölgesel ve küresel dengeler hesaplar üzerinden politika geliştirmiş, tam bir ittifak temin edilememiş hatta ihtilaflar üretilmiştir. Uluslar arası dengeler hesaplanmadan, hesapsız ve kitapsız bir surette kısa zaman içerisinde Mescid-i Aksa üzerinden yapılan çağrılarla bir araya gelinmesi, Mescid-i Aksa’nın İslam Dünyası nezdinde değeri ve sahip olduğu potansiyelin somut bir örneğidir. İslam Dünyasının İzdüşümü Tüm İslam Dünyasının Mescid-i Aksa’ya olan kurumsal ve duygusal bu aidiyetlerinin bir neticesi de “Mescid-i Aksa veya Kudüs veya Filistin sorunu” üzerinde İslam Dünyasının bir izdüşümünün görülebilmesidir. Sorun bütün İslam Dünyasının sorunudur. Teori ve pratikte hemen her birey ve organizasyon bunu bu şekilde kabul ve tasdik etmektedir. Bu aşamada şöyle bir soru karşımıza sıkça çıkmaktadır. Bu kadar kalabalık bir kitle, bu kadar büyük ekonomik, sosyal ve siyasal hacme sahip İslam Dünyası neden soruna kalıcı ve etkin bir çözüm üretememektedir? İslam Dünyasının etkinsizliğinden veya çözüme yönelik bir şey yapmadığından söz etmek eksik kalacaktır. İslam Dünyası en zayıf olduğu dönemde bile bu sorunu çözme isteğini İKÖ girişimine ilişkin yukarıdaki örnek olay ile ortaya koymuştur. Bu isteğin tezahürü olan bir diğer çarpıcı örnek ise Suudi Arabistan Kralı Faysal ile Henry Kissinger arasında geçen ve Kissinger’in hatıratında anlattığı şu hadisedir: “Kral Faysal oldukça sinirli görünüyordu, aramızda bir diyalog başlayabilmesi ümidiyle esprili bir dille ona; ‘Uçağımın yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz, uluslararası fiyatından ücretini vermeye hazırız.’ Kral gülümsemedi, kafasını yukarıya kaldırarak sert bir şekilde bana şunları söyledi: ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksâ'da iki rekat namaz kılmaktır. Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?’” Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. İslam Dünyası bu sorunla ilgilenmiştir. Sürekliliği olan bu ilgilenme arzusunu zımnen taşımış ve zaman zaman göstermiştir. İslam Dünyasının konjonktürel durumunun ve zaman içerisindeki gelişiminin “Mescid-i Aksa veya Kudüs veya Filistin sorunu” üzerinde bir izdüşümü olmuş ve bu izdüşüm İslam Dünyasının zaman-ı hazırdaki halini gösteren bir ayna mahiyeti de taşımıştır. İslam Dünyasının 1969 yılında gösterdiği refleks ve o refleksin devamındaki düşük yoğunluklu tepkiler ve Filistin’in kat ettiği mesafe ile İslam Dünyasının gelişimi bu izdüşüm üzerinden okunabilir. 1969 yılı pek çok İslam ülkesinin bağımsızlığını henüz elde ettiği dönemin ertesidir. Başta Arap ülkeleri olmak üzere pek çok İslam ülkesi gerek kendi iç sorunları ve gerekse bölgesel savaşların yorgunudurlar. Ekonomik gelir kaynaklarına yeni yeni sahip olmaya başladıkları bir dönemdir. Siyasi ve ekonomik olarak zayıf oldukları yıllardır. Aynı şekilde Filistin ve Mescid-i Aksa da buna nispetle bir konumdadır. O günden bu güne Mescid-i Aksa, Kudüs, Filistin merkezinde gelişen, halkı da kapsayan sorunların süregeldiği, defalarca yakılma girişimlerine muhatap kaldığı tarihi bir gerçektir. Ancak o günden bu güne İslam Dünyasının da ekonomik ve siyasi olarak, nispi ve kısmi bir gelişme kaydettiği söylenebilir. Bu halin izdüşümü olarak başkenti Doğu Kudüs olarak hedeflenen Filistin’in devlet olma sürecinin ilerlediği görülmektedir. Hadise iki yönlü seyretmiştir. Bir yönüyle sürekli mücadelenin, savaşın, çatışmanın, gözyaşının, bombardımanın içinde yaşayan Filistin; diğer yönüyle devlet olma yolunda yavaş, emin, engellenemez adımlarla ilerleyen Filistin. Bu iki yön İslam Dünyasının umum ahvalini yansıtmaktadır. İslam Dünyası bir yanı sürekli kan, gözyaşı, savaş vb. yaşarken diğer taraftan ekonomik ve siyasi olarak gelişen, bölgesel ve küresel güç olma yolunu zorlayan ülkelere de sahiptir. İslam Dünyası ile eş zamanlı seyreden, bu izdüşümünün en belirgin tezahürünü gösteren hadiseler geçtiğimiz ay yani Eylül 2015 tarihinde bir kez daha görülmüştür. 2015 Eylül ayı ortalarında Mescid-i Aksa bir kez daha saldırıya ve baskına uğramış, içerisinde bombalar patlatılmış ve plastik mermiler kullanılmıştır. Bu hadise İslam Dünyasında bir reaksiyon oluşturmamıştır. Ancak 30 Eylül 2015 tarihinde; Filistin, Filistin’in geleceği ve Mescid-i Aksa açsından bir başka tarihi, önemli hadise daha yaşanmıştır. Filistin bayrağı Birleşmiş Milletler binası önünde göndere çekilmiştir. Filistin aynı ay içerisinde birbiri ile zıt ve birbirinin süreci ile örtüşmeyen iki hadise yaşamıştır. Filistin’in devlet ve Mescid-i Aksa’nın hür geleceği için prosedürler işlemektedir. Bu hadise bu prosedür içerisinde önemli bir adımdır. İnsan için uzun, insanlık ve siyasi tarih için uzun olmayan zaman aralıkları ve dilimlerinde gelişen hadiselerin önemini ve büyüklüğünü anlamak için yakın tarihe göz atmak şarttır. Filistin’in bir yandan gözyaşı ve sıkıntı, diğer taraftan devlet olma yolunda ilerleyen iki yönlü seyrüseferinde, bir kez daha yaşanan ve zıtlıklar barındıran bu hadiseler tarihi, günümüzü ve gelişimi doğru okumamız için yeterince veri olmaktadır. Filistin’in diplomatik olarak gelişimi İslam Dünyasının politik gelişiminin izdüşümü olduğu kadar, Mescid-i Aksa’ya yapılan fiili saldırılara engel olunamaması da aynı şekilde İslam Dünyasının durumunun bir başka izdüşümüdür. Sadece yapılan saldırılara bakmak bir karamsarlık halini netice vereceğinden, her iki süreci bir bütün olarak görmek sağlıklı olacaktır. İslam Dünyası küresel sistemde yeterli siyasi ve ekonomik güce eriştiğinde bunun izdüşümü olarak Filistin’de rahat ve refaha çıkmış olacaktır. Tersinden bir okuma ile Filistin ne zaman hürriyet rahat ve refaha tam ulaşmış olarak görülür ise, o zaman İslam Dünyasının küresel konumu da netleşmiş olacaktır. Filistin’in Devlet, Mescid-i Aksa’nın hürriyet süreci eşzamanlı ve izdüşümlü olarak işlemektedir.
Senin olmadığın semtler isyan, Kalabalıklar kuru, gülücükler sahte… Bakışı bulanıktır vicdanların. Sensiz tadı yok ürkek bakışların, maskeli âşıkların. Seninle kayboldu ufuktaki son kızıllığın rengi. Bitmeyen bir acının senfonisi var dudaklarımızda şimdi. Etrafımız ateş çemberi Canan. Bosna, Filistin, Çeçenistan Bağdat, İskenderiye ve Humus Mermi yağmuruna tutulurken sokaklar Hazin bir şarkıyı mırıldanır Kudüs İhtilaf, su-i zan ve kan… Yere düşmezden önce düştü beynimize Dönüştük merhamet dilencisi bir nesile Şehre yağdı sayısız bombalar Şahadet şerbeti içti gelinlik kızlar, Uçurtma uçuran çocuklar Kirli ellerde, tutkular kırbaçladı zamanı. Tutsaklığımız bu yüzden, kâbuslarımız bu yüzden Ülkülerimiz, ninnilerimiz nisyana teslim çoktan. Diriliş türkülerimiz nasipsiz yorgun düşen yaşlardan… Ey inananlar! Neden aynı kaynaktan beslenen, aynı sudan içen bizler, Bir kavgaya tutuştuk ki ölümüne Niçin vuran da “Allah” diyor, vurulanda… Kim kimin yanında, kim kime karşı… Ve neden herkes sevdiğine tutkulu, Sevmediğine kezzap bir o kadar. Biri amansız düşman bellerken Diğeri neden göklere çıkarır sevdiğini Söyleyin ey inananlar! Hangi el Şeddâd’ın, hangisi İsa’nın. Siyah ve beyaz neden suskun hâlâ? Kömürü elmastan ayıran mihenk nerede? Kavramlarımız neden şaşkın iç içe geçmiş kelimelerden. Bölündü sağduyu, kirlendi sessiz yüreklerimiz Çekildi adım adım merhamet iliklerimizden. Bam teline değdi zulüm. Gelin artık Ebreheyi vuran aziz kuşlar. Nemrutu yakan ateş, Hakkın timsali Zülfikar… Samimiyetsiz ve naylon suratlarımızla, Konforlu evlerimizde, istiğna tellallığı yapanlarız biz. Büyük binalarda oturan küçük adamlarız şimdi. Lisan kadar yabancı, Merih kadar uzağız sana Kehkeşanlara kaçmış bir fener, nasipsiziz yarasalarız biz. Oysa dualarımızda hep sen vardın, Yakarışlarımızda hep sen. Hep sen olurdun sözlerimizin en başında Sonu gelmez methiyeler yazardık adına Ne oldu da, bu kadar yakınken sana Bir o kadar uzaklığına yakınlaştık. Ey kâinatın tılsımını açan çilingir! Ey gönlümün yabancısı muamma Tatsız ve ruhsuz bedenimize inat Nehrinden akmaya, Kana kana içmeye geldik Anlamasak da anlamaya geldik Gül kokmak için dikene dost olmaya geldik. Gel ey gözümün nuru, âlemde her ne varsa sana meftun yar. Gel artık Gülün diğer adı (sav) Gel de yağ gönlümüze, arındır bizleri kirlerimizden…
Kurban, paylaşmanın ve kardeşliğin en cismani bir şekilde vücut bulduğu ve dostlukların pekişmesine vesile olan ibadet. Bizler bu yıl da kardeşliği yeniden inşa etmek ve paylaşmanın bereketini tekrar tekrar yaşayabilmek için yine yollardaydık. Hayrat Yardım ekipleri yeryüzünün 4 kıtasında iyilikleri ulaştırmak ve sevinçlere şahitlik etmek üzere 38 ülkede bayram coşkusu yaşadı. Kurbanın bereketini kardeşlerimize ulaştırmak için mesafeler kat ettik, gönüllerini almak için uzak diyarları kendimize mesken edindik. Bu yıl Avustralya, Bangladeş, Burkina Faso, Çad, Fiji, Gana, Gürcistan, Hindistan, Irak, Kenya, Kırgızistan, Malavi, Malezya, Myanmar, Samoa, Senegal, Somali, Suriye, Tonga, Türkiye, Uganda, Vanuatu, Filistin, Makedonya, Fildişi sahili uğradığımız ülkelerden sadece birkaçı. 14 bin 400 hisse ile 120 bin ailenin evine konuk olduk. 620 bin ihtiyaç sahibinin yüzünü güldürdük. Mazlum diyarlar Suriye ve Filistin Bayramlar mazlumların diyarında bir başka güzel. Suriye ve Filistin halen sıcak savaşın etkilerini hissederken bayramın bir nefes, bir umut olması için kardeşlerimizi bu yıl da yalnız bırakmadık. Suriye içinde ve çadır kentlerde kurban dağıtımı gerçekleştirirken, bölgenin gönlü kırık yavrularına da bayramlık hediyeler dağıttık. Filistin’de de kardeşlerin yalnız olmadığını hissettirmek için onlarlaydık. Bayramlarını hayırlarken, paylaşmayı ve yetim yavruları sevindirmeyi de ihmal etmedik. Afrika Afrika kıtası bu bayram da Hayrat Yardım ekipleriyle birlikteydi. Bölgede Sudan, Somali, Uganda, Gana, G. Afrika ve daha birçok ülkeyi ziyaret ettik. Bayram vesilesiyle gönüllerini aldık ve paylaşmanın keyfini hissettik. Afrikalı Müslüman kardeşlerimizle bölgede ihtiyaçları belirlemeyi de ihmal etmedik. Balkanlar Mazimizin büyük bir parçasını oluşturan Balkan ülkeleriyle birlikte bayram geçirmenin sıcaklığını yaşıyoruz halen. Gönülleri sevgi dolu insanlarla buluşmanın heyecanıyla kardeşlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşadık. Hem bayramımızı sevinç içinde geçirdik hem de paylaşarak daha da büyüdük. 20 Bin çocuğun yüzündeki gülümseme Bayramın en kıymetlileridir çocuklar. Onların gönüllerini almak ve sevinçlerine ortak olmak için her gittiğimiz ülkede yetim yavrularımıza hediyeler hazırladık. Bayram çantası ile onların mutluluğuna şahitlik ettik. Onların sevgi, muhabbet dolu yüreklerine daha çok sevgi tohumları ekiyoruz ki geleceği şefkatli ve merhametli eller yükseltsin. Her bayramı heyecan ve coşku ile bekliyoruz. Kardeşlerin yüzündeki gülümsemeye şahit olmak, onların dualarına âmin demek için yeniden yenileniyor ve sizlerden aldığımız destekle tekrar tazeleniyoruz.
Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye, 1299-1923 yılları arasında varlığını sürdürmüş bir Türk–İslâm devletidir. İstanbul, Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiği 1453 yılından Osmanlı Devleti’nin sonu olan 1923 yılına kadar 470 yıl başkentlik yapmıştır. Osmanlı sultanlarından II. Mehmed Hân'ın 29 Mayıs 1453'te Bizans İmparatorluğunun başşehrini almasıyla kavuşulan mübârek fetih, Türk-İslâm tarihinde çok önemli bir yer tutmaktadır. İstanbul'un fethi, İslâmiyet'le beraber ortaya çıkan mukaddes bir ideâl, yüce bir gâyedir. Bu ulvî gâye uğruna önce Araplar, sonra da Türkler, İstanbul surları önünde seve seve cân vermişlerdir. İstanbul, 1453'e kadar çeşitli millet, devlet ve topluluklar tarafından birçok defa muhâsara altına alınmıştır. Peygamber Efendimiz (sav)’in; "Kostantiniyye (İstanbul), muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir." hâdis-i şerîfi, bütün Müslüman sultan ve kumandanların bu şehri fethetmek arzu ve gayretlerini harekete geçirmiştir. Müslümanlar, feth-i mübîn'i gerçekleştirmek için pek çok teşebbüste bulundular. İslâm âleminde dört halife, Emevîler, Abbasîler ve Osmanlılar devrinde en büyük ideâl hâline gelen İstanbul'un fethine ilk teşebbüs, III. halîfe Hz. Osman devrinde, 655 senesinde yapıldı. Emevîler devrinde Hz. Muâviye, oğlu Yezid kumandasında bir orduyu İstanbul'u muhâsara için gönderdi. Bu muhâsarada büyük sahâbelerden Hz. Ebû Eyyub el-Ensârî de bulunuyordu. 669 baharında kuvvetli bir şekilde muhasara edilen İstanbul, feth olunamadı. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî bu kuşatma sırasında vefât edip, İstanbul surları yakınına defnedildi. Şehir, 1391 yılından başlayarak Osmanlılar tarafından kuşatılmaya başlandı. 1396'da I. Bayezid (1389-1403), Karadeniz'den gelecek yardımları önlemek için kentin Anadolu yakasına bir hisar yaptırdı. Kenti almaya kararlı olan II. Mehmed de (1451-1481), Bizans'a Kuzey'den gelecek yardımları her iki taraftan Boğaz'ı tutarak önlemek için bu defa kentin Avrupa yakasına Rumeli Hisarı'nı inşa ettirdi. Hisar, İstanbul'un kuşatılmasından bir yıl önce, dört ay gibi çok kısa bir sürede tamamlandı. Planı, engebeli tepelere uyacak biçimde kusursuz hazırlanmıştı. Surlar üzerindeki üç kuleyi II. Mehmed'in vezirleri yaptırdıklarından onların adıyla Halil Paşa, Zağanos Paşa ve Sarıca Paşa olarak adlandırıldı. 2. Mehmed, Bizans Surları'nı yıkacak güçteki topları yaptırmak üzere Avrupa'dan ustalar getirtti. Artık her şey hazırdı. 1453 yılının Mart başında Osmanlı kuvvetleri kentin çevresinde toplandılar. 4 Nisan'da kuşatmayla birlikte Marmara'ya bakan surlar toplarla dövülmeye başlandı. Bizanslılar, Haliç surlarına ulaşabilmek için Haliç'in ağzını kapatan zinciri Osmanlı gemilerinin aşamayacağından çok emindiler. Hiç düşünemedikleri olay gerçekleşti, 22 Nisan'ın gece karanlığında II. Mehmed, donanmasından elli parça gemiyi kara tarafına kurdurduğu ahşap kızaklardan kaydırarak Dolmabahçe'den büyük bir başarı ile Kasımpaşa'ya indirip Haliç'e soktu. Gemiler, Haliç'te suya indirildiğinde Bizans'ın direnecek moral gücü de kalmamıştı. 29 Mayıs sabaha karşı yapılan taarruzla Topkapı'daki kara surları yıkıldı. Aynı gün, II. Mehmed at üzerinde kente girerek, Ayasofya'da namaz kıldı. Osmanlı töresine uygun olarak şehrin katedrali olan Ayasofya Kilisesi, camiye çevrildi. Bu fetihle beraber 1000 yılı aşkın süredir devam eden Bizans İmparatorluğu son bulmuş, Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ açılmış, Ortadoks Kilisesi Osmanlılar'ın himayesine girmiş, II. Mehmed Fatih unvanını almış ve Osmanlı Devleti, İmparatorluk olmuştur. Ayrıca bu fetih İtalya'da Rönesans hareketlerinin başlamasına, Coğrafi Keşifler'in gerçekleşmesine ve feodalitenin ortadan kalkmasına zemin hazırladığı gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun İslâm dünyasındaki saygınlığını yükseltmiş ve yeni başkentinin İstanbul olmasını sağlamıştır. Fetih öncesi dönemden kalanlarla birlikte, Anadolu'nun değişik yörelerinden gelenler, şehirde bir renklilik meydana getirdiler. Nüfusu böyle bir renkliliğe dönüşen İstanbul'da göç edenlerin getirdiği yerel kültürler şehrin dokusunu zenginleştirmiştir. Bizans altyapıları üzerinde Osmanlı'nın temel kurumlarının binaları yükselmeye başlamış, Osmanlı kimliğine uygun bir gelişme göstermeye başlamıştır. Yalnızca sultanlar ve aileleri tarafından yaptırılabilen ve birden fazla minaresi olan camilere sultanın çoğulu olan "Selâtin" camileri denilirdi. İstanbul'un ilk Selâtin camisinin yer aldığı Fatih Külliyesi bütünüyle simetrik bir düzen içinde şehrin merkezine yerleştirildi. Cami, medrese, tâbhane, darüşşifa, çarşı ve hamamdan oluşan külliyenin mimarı Atik Sinan'dır. İstanbul'a külliyeler ve büyük camilerle birlikte, hanedan mensupları ve devletin ileri gelenleri, vezir camileri denen küçük külliyeler yaptırdılar. 668 yılında Emevilerce gerçekleştirilen İstanbul kuşatmasında şehit düşen Eyyub el-Ensârî adına 1459'da Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Eyüb Sultan Camii, medrese, imaret ve hamamı ile birlikte bir külliye oluşturdu. Osmanlı hükümdarlarının kılıç kuşanma törenleri bu camide yapıldı. 1472'de başlatılan Topkapı Sarayı inşaatı, 1478'de tamamlanmış, daha sonraları dönem sultanları tarafından yapıya yeni bölümler eklenmiştir. Fatih'ten sonra gelen Sultan II. Bayezid 1500-1505 yılları arasında Bayezid Külliyesi'ni yaptırdı, yapı her bakımdan Türk mimari tarihinin en önemli halkalarından birini teşkil etmektedir. 1. Selim, 1517'de Mısır Seferi dönüşünde kutsal emanetleri getirip halife unvanını aldı, İstanbul halifeliğin ve İslâmiyet'in merkezi haline geldi. Daha sonraki dönemlerde, özellikle Kânûni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı'nın yeni başkenti, Mimar Sinan'ın yapılarıyla kişiliğini kazanmaya başlamıştır.
Merhaba irfan mektebi okurları… Bu ayki yazımda çok sık cevapladığım birkaç sorunun cevabını paylaşmak istiyorum… Ispanak Yemeğini Yoğurtla Yemek Zararlı Mıdır? Ispanak, pazı, pancar yaprağı gibi sebzelerden yapılan yemekler toplumumuzda yoğurtla birlikte yenir. Bunun sağlık açısından bir zararı yoktur. Ispanağın yoğurtla birlikte yenmemesine dayanak olarak yoğurttaki KALSİYUMUN vücut için yararlılığının azalması gösterilir. Ispanakta bulunan ve ıspanağın içerdiği maddelerden biri olan OKZALAT denilen madde, ince bağırsaklarda kalsiyumla bağlanarak kalsiyumun emilimini ve bu nedenle yararlılığını azaltır. Ancak, ıspanak okzalat içerdiği kadar kalsiyumdan da zengindir. Ispanaktaki okzalat kalsiyumun hepsini bağlayamaz. Tek başına ıspanak yendiğinde bile bir kısım kalsiyum kana geçer. Okzalat ıspanağın içindeki kalsiyumun çoğu ile bağlanmış olacağından yoğurttaki kalsiyumun yararlılığını fazla etkilemez. Süt ve Yoğurdu Pekmezle Tatlandırmak Zararlı Mıdır? Bazı kişiler sütü tek başına içme yerine biraz tatlandırıp içmeyi tercih ederler. Bazı çocuklar da sütü içmek istememelerine karşın, biraz tatlandırılmış sütü severek içerler. Ya da anneleri bal yerine pekmez kullanırlar. Yine bazıları ekşi yoğurt yerine tatlandırılmış yoğurdu severler. Süt ve yoğurda pekmez katılarak tatlandırmanın kalori değerlerini biraz arttırma dışında sağlık açısından bir sakıncası yoktur. Süt ve yoğurda pekmez katılmasının zararlı olduğu görüşü, pekmezde bulunan kan yapıcı demir ile süt ve yoğurtta bulunan kemik geliştirici kalsiyum arasındaki zıt etkileşimdir. Bu iki mineral ince bağırsakların aynı bölümünden emilerek kan dolaşıma geçerler. Biri çok alındığında diğerinin emilimi azalır. Pekmez hem demirden hem de kalsiyumdan zengindir. Süt-yoğurt ise kalsiyumdan çok zengindir, çok az demir içerir. Bir bardak süt veya yoğurda katılacak bir kaşık pekmezle bu olumsuz etkileşim fazla önem taşımaz. Bunun yanında kansızlığın tedavisi için demir hapı alınıyorsa bu hap süt veya ayranla içilmemeli, mümkünse yemek aralarında su ile içilmelidir. Hap ve pekmezin metabolizmada geçirdiği süreçler farklıdır. Karalahana Guatra Sebep Olur mu? Lahana, kış mevsiminin önemli sebzelerindendir. Genelde üç türü ülkemizde yetiştirilir. Bunlar; beyaz baş lahana, kırmızı baş lahana ve karalahanadır. Karalahana daha çok Karadeniz Bölgesinde yetişir. Lahana özellikle C vitamini, E vitamini ve karotenoidler yönünden zengindir. Yenebilen 3-4 yaprak karalahana insanın günlük C vitamini ihtiyacının yarısını karşılar. Lahana, turp, şalgam gibi sebzelerde guatr yapıcı maddelerin olduğu bilinmektedir. Ancak, bu maddelerin daha çok bitkilerin tohumlarında yer aldığı, yenen yaprak ve yumrularında az miktarda bulunduğu bildirilmektedir. Günlük normal miktarlarda yenen lahana, turp ve şalgamla alınabilen az miktarlardaki guatr yapıcı maddelerin guatrın oluşmasında önemli etkisi olmadığı, araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Basit guatr olarak bilinen tiroid bezinin büyümesinin esas nedeni iyot yetersizliğidir. Genellikle, iyot toprağın yüzey kısımlarında bulunur. Dağlık yörelerde yağmur sularıyla toprağın iyotlu kısmı denize aktığından, toprakta iyot azalabilmektedir. Karadeniz gibi bu bölgelerde yetişen topraklardaki bitkilerde, o yöre bitkileri ile beslenen hayvanların et, süt ve yumurtalarında da iyot yetersiz olacaktır. Bu yörelerde yaşayan insanlar besinleri sürekli az iyot aldıklarından, iyodu kullanarak çalışan tiroid bezinin büyümesine sebep olmaktadır. Bu durumda guatr görülmektedir. Ülkemizde lahana, şalgam, turp gibi sebzelerin tohum kısımları yenmediğinden, guatr oluşumunda bu sebzelerin önemli rolü yoktur. Toparlayacak olursak guatra sebep olan bu sebzelerin yenmesi değil, toprakta yağışlar sebebiyle oluşan iyot kaybının bir sonucu olarak vücüda yetersiz iyot alımının neticesinde guatr oluşmaktadır.
İnsan vücudundaki organlarda ve organların çalışmalarında da mükemmel bir denge görülmektedir., İnsan vücudu sistemlerden, sistemler organlardan, organlar dokulardan, dokular hücrelerden oluşur. Her birimin kendine göre bir vazifesi vardır. Bununla beraber her birim –alt ve üst- diğer birimlerle ortaklaşa bir çalışma yapar. Her birimin kendi bünyesinde ve diğerleriyle beraber ortaklaşa yaptığı çalışmalarda harikulade bir yardımlaşma, ahenk ve denge vardır. Bu yardımlaşma veya dengeler sayesinde hayat devam eder, onlardan birinin bozulması insan hayatını tehlikeye sokar. Buzdolaplarında bilindiği gibi bir ısı düzenlemesi yapılmıştır. Bu düzenlemeyle buzdolabı ısısı daima sabit tutulur. Örneğin buzdolabının -1 dereceye ayarlandığını düşünelim. Buzdolabının kapısı her açıldığında veya bir şeyler konulduğunda buzdolabının harareti artar. Böyle durumlarda buzdolabı otomatik olarak çalışmaya başlar ve ısıyı tekrar -1 dereceye getirinceye kadar çalışır, o dereceye gelince de durur. İnsan vücudunda da kudret-i ilahi tarafından buna benzer bir ayar yapıldığı görülmektedir. (Tıp dilinde buna otonom sistem denilir.) Örneğin acıktığımız zaman kandaki şeker oranı düşer. Bu ise insanda açlık hissini netice verir. Yemek yenilip de insan doyduğunda tokluk hissi ortaya çıkar ve yemeğe olan ihtiyaç hissi durdurulur. Benzer bir faaliyette alyuvarlarda görülür. Kandaki alyuvarlar azaldığında ilikler faaliyete geçer ve alyuvar üretirler. Alyuvarlar belli bir miktara ulaştığında iliklerdeki üretim durdurulur. Yeme ihtiyacı ve alyuvarların üretiminde olduğu gibi hemen hemen vücuttaki bütün faaliyetlerde benzer bir ayar yapıldığı görülmektedir. Vücutta her hangi bir eksiklik olduğunda organizma faaliyete geçmekte, ihtiyaç temin edildiğinde ise faaliyet durdurulmaktadır. Vücutta yapılan dengeleme faaliyetlerinin bozulmasıyla hastalıklar ortaya çıkar. Çünkü sıhhat vücudun dengeli olması, hastalık ise bu dengenin bozulması demektir. Eskiden hekimler, vücutta dört sıvının (kan, balgam, safra, sevdâ) olduğunu, bütün hastalıkların bu dört sıvının dengesinin bozulmasıyla ortaya çıktığına inanıyorlardı. Artık bu görüş terk edilmiştir. Fakat hastalıkların dışarıdan veya içeriden bir sebeple vücudun pek çok dengelerinden birinin bozulmasıyla olduğu da bugün kabul edilen gerçeklerdendir. Vücuttaki bazı dengeler ve bu dengelerin bozulması üzerinde duralım. a. Vitaminler Vitamin, vücuttaki biyolojik olayların normal olmasını ve dengeli gelişmeyi sağlayan organik maddelerdir. Vitaminler dışarıdan aldığımız yiyeceklerde hazır olarak bulunurlar. Bilim adamları 20 kadar vitamin olduğunu, bunların 14 tanesinin vücut için zaruri ihtiyaç olduğunu söylemişlerdir. Yiyecekler vasıtasıyla dışarıdan aldığımız vitaminlerin az veya çok olması vücudun dengesini bozar ve hastalıklara sebep olur. Örneğin yüzyıllar öncesinde uzun seferlere çıkan denizcilerde C vitamini eksikliğinden kaynaklanan skorbüt denilen hastalık görülmüş ve bu yüzden çoğu ölmüştür. Daha sonraları portakal, limon gibi meyvelerin bu hastalığa iyi geldiği anlaşılmıştır. Bu tür meyvelerde C vitamini olduğu ise 20. Yüzyılda ancak keşfedilmiştir. Demir miktarı Vücuttaki demir miktarında da hassas bir ölçü vardır. Vücudumuzda 4 veya 5 gram kadar demir bulunur. Kan kaybettiren bir hastalık yoksa, vücutta günlük 1 mg civarında demir kaybı olur. Fakat alınan gıdalardaki demir sayesinde bu kayıp telafi edilir. Ayrıca demirin vücutta birikmemesi için Allah tarafından bir kontrol mekanizması da oluşturulmuştur. Bağırsakların iç yüzeyini örten hücre tabakasında hassas bir mekanizma tarafından demir vücuda alınır, fazlası frenlenir ya da ihtiyaca göre artırılır. Bu kontrol mekanizması sağlıklı çalışmadığı zaman hastalıklar ortaya çıkar. Vücuttaki demir miktarının azalmasıyla kansızlık, aşırı çoğalması neticesinde de organların fonksiyon bozukluğuna sebep olan hemokromatoz denilen hastalık ortaya çıkar. b. İç Salgı Bezleri ve Denge Vücuttaki en mühim dengelerden biri de iç salgı bezlerinin salgıladıkları hormonlarda görülür. İnsan vücudunda hormon salgılayan değişik iç bezleri vardır. Bu bezler salgıladıkları hormonları doğrudan kana bırakırlar. Kana karışan bu hormonlar da insan vücudunda değişikliklere sebep olurlar. Eğer bu hormonlar vücudun ihtiyacından az veya çok salgılanırsa vücuttaki denge bozulur. Bunların bir kaçı üzerinde duralım: Beynin arka tarafında bulunan hipofiz bezinin ürettiği hormonlardan biri büyüme hormonudur. Salgılanan büyüme hormonu eğer ihtiyaçtan az olursa kişinin büyümesi yavaşlar, cücelik ortaya çıkar. Eğer hormonda fazlalık olursa bu defada aşırı büyüme –devlik- ortaya çıkar. Nefes borusunun ön kısmında olan tiroid bezinin salgıladığı hormon ise, beden metabolizmasını, oksijen kullanımını ve vücut ısısını ayarlar. Eğer tiroid bezi hormonu fazla olursa kişi çabuk heyecanlanır, sürekli gergin olur, uyumakta güçlük çeker, sürekli terleme ve kalp atışında artma olur. Eğer hormonda azalma olursa, kişide bedensel ve zihinsel büyüme durur. Kişi kendini cansız ve devamlı yorgun hisseder. Adrenal bezleri “androjen” ve “estrojen” denilen cinsiyet hormonlarını üretirler. Her iki hormon erkeklerde ve kadınlarda vardır. Fakat erkeklerde androjen, kadınlarda ise estrojen daha baskındır. Bu hormonların dengesi bozulursa kişinin fiziki yapısında ve davranışlarında değişmeler olur. Eğer bir kadında erkeklerde baskın olması gereken androjen baskın olursa sesi kalınlaşır, yüzündeki tüyler sakala dönüşür. Bir erkekte kadında olması gereken estrojen baskın olursa sesi incelir, sakalı çıkmaz, göğüste büyüme başlar. c. Kalp ve kan basıncı Kalbin çalışmasında da mükemmel bir denge hali görülmektedir. Kalp kasılıp gevşeyerek dakikada yaklaşık 70 defa atar ve her kalp atımında yaklaşık 70 ile 100 cm3, dakikada ise 5 litre kanı atar damarlara pompalar. Kalbin bu pompalama esnasında damarlara yaptığı basınca tansiyon denir. Bu basınç sayesinde kan bütün vücudu dolaşarak organ ve dokuların ihtiyaçları giderilir. Böylelikle insan hayatı devam eder. (Devam Edecek)
Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur külliyatına bakıldığında Hz. Peygambere (sav) iman etmeyen kişinin ebedi saadete ermesinin mümkün olmayacağı görülmektedir. Bediüzzaman, imanın ancak Hz. Peygamberi (sav) kabul etmekle tamam olacağını savunmaktadır. Hz. Muhammed’i (sav) duyduğu ve bildiği halde Onu peygamber olarak kabul etmeyen insanların Müslüman olmayacağını, iman sahibi kabul edilemeyeceğini ve kâfir olduklarını, kelime-i şehadetin iki cümlesinin birbirinden ayrılamayacağını söylemektedir. Cenab-ı Hakkın âdeti, âlemde kurduğu bu düzen insanların peygambersiz yapamayacağını göstermektedir. Beşeriyette, peygamberlik bir zorunluluktur. Görüldüğü üzere toplumsal hayatı bir peygambere muhtaç olarak yaratan yüce Allah, insanların bu ihtiyaçlarını peygamberler göndererek gidermiştir. Hem yüce Allah, Hz. Muhammed’in (sav) peygamber olduğunu göstermek üzere O’na Kur’an-ı Kerim’i indirmiştir. Bu Semavî kitapla O’nun peygamberliğini teyit etmiştir. Hem Hz. Muhammed’in (sav) peygamberlik davasındaki haklılığını ispatlaması için ona birçok mucizeler de vermiştir. İnsanların dünya ve ahiret saadetlerini temin etmek üzere eline bir şeriat vermiştir. Demek oluyor ki yüce Allah, Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğini ispatlaması için gerekli bütün imkânları O’na vermiştir. Hz. Peygamberin (sav) kendisinde, hayatında, davasında, karşılaştığı olayların üstesinden gelmede, başarısında yüce Allah’ın varlığının delilleri görünmektedir. Kısacası Resul-ü Ekrem’e (sav) verdiği her türlü nimetlerle başarıya ulaştıran yüce Allah’tır. Kelime-i Şehadetle ilgili olarak son zamanlarda tartışılan önemli bir konuya da değinmekte yarar olacaktır. O da Müslüman olmak için yalnız اَللهُ اِلاَّ اِلٰهَ لاَ اَنْ اَشْهَدُ cümlesinin yeterli olacağı iddiasıdır. Haşa عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ مُحَمَّدًا اَنَّ وَاَشْهَدُ cümlesine gerek olmadığıdır. Bu konuyu Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerini eksik alıntılamak veya tahrif ederek alıntılamak şeklinde de temellendirme gayretleridir. Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur külliyatına bakıldığında Hz. Peygambere (sav) iman etmeyen kişinin ebedi saadete ermesinin mümkün olmayacağı görülmektedir. Bediüzzaman, imanın ancak Hz. Peygamberi (sav) kabul etmekle tamam olacağını savunmaktadır. Hz. Muhammed’i (sav) duyduğu ve bildiği halde Onu peygamber olarak kabul etmeyen insanların Müslüman olmayacağını, iman sahibi kabul edilemeyeceğini ve kâfir olduklarını, kelime-i şehadetin iki cümlesinin birbirinden ayrılamayacağını söylemektedir. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu konudaki görüşlerini aynen naklediyoruz: “Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet, ulûhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Muhammed Aleyhisselâm, Sâni-i Zülcelâle zâtıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir.” Mektubunuzda “Mücerred (yalnızca) [la ilahe illallah] kâfi midir? Yani [Muhammedün Resulullah] demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki: Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz. (…) Peygamberi işiten ve davasını bilen âdemler onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız [la ilahe illallah] kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul değil, belki o kabul-i ademdir ve o inkârdır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev’-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr eden âdem, elbette hiç bir cihette hiç bir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter. “Kâfirin iki mânâsı vardır: Birisi ve en mütebadiri dinsiz ve münkir-i Sâni demektir. Şu mana ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimizi ve İslamiyet’i münkir demektir. Şu mana ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar.” Üstad “İşaratü’l-İ’caz” adlı eserinde “Onlar sana indirilene ve senden önce indirilenlere de iman ederler” ayetini tefsir ederken, şöyle der: “Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (sav) ile Kur’ân’a da imân ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (sav) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (sav) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (sav) de resulü olduğunu tarik-i evla ile kabul ediniz ve etmelisiniz.” Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i kitabın, tevhid inancını, Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğini ve Kur’ân-ı Kerim’i kabul etmeleri halinde ehl-i necat olacaklarını ifade eden sözlü bir rivayet de şöyledir: 1953 yılında Üstad yanında bir talebesiyle Fener Patriğiyle görüştü ve ona: “Hıristiyanlığın din-i hakikisi kabul etmek, Hazret-i Muhammed’i de (sav) peygamber ve Kur’an-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul etmek şartıyla, ehl-i necat olacaksınız.” dedi. Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum...” deyince Bediüzzaman: “Pekâlâ, siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?” dedi. Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab verdi.
Değer arayışı, doğruluğu ve güzelliği arama teşebbüsü olmalıdır. Bu arayışta medeniyetimizde izleri ve eserleri bulunan manevi alan ve tesiri ilk günkü tazeliğini muhafaza eden Resul-i Ekrem’in (asm) sözleri ve sünneti seniyyesi temel teşkil etmelidir. O vakit bu arayış netice verebilecek, insanın fikrindeki güzellikler davranışlarda tezahür edebilecektir. Ortada bir mesele bütün ağırlığı ile durmaktadır: Bunca eğitim öğretim yapılsın da insan eğitilemesin. Dağ gibi imkânlar eğitime seferber olsun da şahsiyetler cüce kalsın. Bırakın kâmil insan mertebesine ulaşmayı, beşeriyet taban yapsın. Bu sebepten dolayı olsa gerek “değer” arayışına girilmiş, bir o yana bir bu yana can-hıraş bir koşuşturma başlamış. Ferdin meselesinin zamanla içtimai bir mesele haline geldiği gerçeği fark edilmiş, bunların halli için bir çaba başlamış. Evrensel “değer”lere ihtiyaç duyulmuş, eskilerin ifadesi ile “kıymet buhranı”na reçeteler aranmış. Fakat her şeyde maddi gözün tarassudatının bulunduğu böyle bir zamanda ferd ve millete ahlaki değerlerin kazandırılması elbette kolay olmayacaktır. Eğer işler yolunda gider, “değer”ler üzerindeki kesif perde kalkarsa iş kaynağına yönelecek, fıtri bir mecrada seyreden terbiye ile büyük bir kazanım gerçekleşecektir. Peki, nasıl olmalı, işe nereden başlamalıdır? Bir Referans: Manevi Alanın Kabulü Biliyoruz ki bir işin mukaddimesinde çoğu zaman iyi bir “referans” mesafeleri ve dağları ortadan kaldırabilmektedir. “Değer kazanma ve kazandırma” hadisesinde de bir referansımız bulunmalıdır elbette: “Manevi alan.” Bu referansın ne kadar yüksek bir tesir gücüne sahip olduğunu anlamamız için kurduğumuz ihtişamlı medeniyetimize şöyle bir nazar etmemiz yeterli olacaktır. Elbette “iki büyük emanet”in nurani çizgisinde ihtişamla yükselen medeniyetimiz elzem olan “değer kaynaklarımızı” gözümüze ve gönlümüze sunacaktır. Şimdi İslam medeniyetinin mührünü kazıdığı coğrafyada fikren seyahat ederek sadece şehirlere, hatta şehirlerdeki mimariye bir göz atalım: Camiler, medreseler, kervansaraylar, köprüler, çeşmeler, vs. vs.… Çoğu kez maddi gözlükle nazar edilen, hafıza ve cihazlarla kayıt altına alma arzusu duyulan bu mirasa bir de manevi gözlükle bakalım. Gönül gözüyle arka plandaki ruhu ve manayı zevk ve idrak etmeye çalışalım. Çok geçmeden şu hakikatin farkına varacağız: Güzelliğiyle insanı cezb eden bu müzeyyen eserlerin temelinde besmele vardır… İki dünya saadetine iştiyak duyan bir niyet vardır… İki Cihan Sultanına (asm) ittiba gayesi vardır. İşte cennet müjdesiyle temeli atılan camiler: “Kim Allah’ın rızasını talep ederek bir mescid inşa ederse Allah ona cennette bir ev inşa eder.” (Buhari) İşte en üstün sadakadan nasiplenmek isteyen ilmin tecessümü medreseler: “En üstün sadaka kişinin ilim öğrenmesi ve öğrendiği ilmi de Müslüman kardeşine öğretmesidir.” (İbni Mâce) İşte yol üzerindeki hayrın kılavuzları kervansaraylar ve köprüler: “Yolunu kaybedene yol göstermeniz sadakadır.” (Ahmed bin Hanbel) İşte sesinde cennet nehirlerinden bir iz taşıyan ve baş tacı kitabelerinde hatt-ı Kur’ân ile Hak kelamını okuyan çeşmeler: “Kim susuz birine su ikram ederse Allah ona cennetin misk kokulu içeceğinden içirir.” (Ebu Davud) Peki ya insan? Onun imarı? Aynı… Mimarinin teşekkülünde müessir ruh onda da icrasını gerçekleştirmiş. Bu ruhun insandaki mevcudiyeti nasıl inkâr edilebilir? İslâm’ın ilk günlerinden itibaren teslimiyet ve itaat sırrıyla terakki eden yüreklere ve şahsiyetlere tesiri göz ardı edilebilir mi? Elbette edilemez. İşte Kâinat Güneşinin (asm) yanı başındaki Yıldızlar (ra) ve sonra gelenler (ra). Gönüllerin ve akılların istikametli terbiyesinde, kâmil insanların şahsiyet imarında vazife gören daha nice varisler… Eser: “Sıratı Müstakim”i hedef ittihaz eden on dört asırda dindarâne ömür sürmüş nice ferdler, Din-i Mübine sancaktarlık yapan onca bahtiyar milletler… Acaba “değer nakışlarımızın” atlası olan şehir mimarisini ve insan ruhunu ihya eden, bunlara “elmas-misal” kıymet kazandıran bu dinamikleri (iki büyük emaneti) sahiplenmenin ve en büyük inkılabcı olan Sahib-i Kur’ân olan Efendimize (sav) yönümüzü dönmenin vakti gelmedi mi? Sadece “insan-ı kâmil” hedefi değil, “kardeşlerim” hitabına nail olmak, küçük bir saadet mi? Tekrar soralım: Peki, bu sefer nereden başlayalım? “İlk Adım”a Fırsat Tanımalı! Bazen bir iyilik açılmaz denilen kapıları açar. Gönülleri açar. İkinci bir hayatı başlatır, kendi gibi faydalı olan. İyilik ise akıllarda ve fikirlerde var olan güzelliğin fiiliyata dönüşmesidir, içteki fikrin davranışla dışa yansıtılmasıdır. Güzelliğe ve iyiliğe kaynak olacak fikre çok ihtiyacımız var. Onu bulmalı ve kulaç kulaç rahmetle kucaklaştıracak “ilk adım” hasenesine ulaşabilmeliyiz. Hem ne güzel misalleri var “hava değişimi” meydana getiren bu adımların. Adaletin timsalinin, kızgınlık anındaki kırılmasını zulümden adalete dönüşünü hatırlayalım. Kur’ân harfine gösterilen bir hürmet duygusunun dünya mey’inden, tasavvuf mey’ine çektiği “hafi” hayatı hatırlayalım. “Himmet” hissiyle başlayan yolun “hikmet” mısralarıyla devam edişini ilahi kıvamında zevk edelim. Çok değil sadece ama sadece bir adım… Belki de ferd ve milletlerin bulanık ve karmaşık ruh hâllerini değiştirmeye yardımcı olacak, vesilelik edecek bir adım... Birazcık temayül.. Hepsi o kadar. Şimdi Rahmet Nebisinin (asm)’ın zerrelerimize kadar güzelliğin değerini aşılayan ve hayır ve haseneye davet eden bu “ilk adımlara” yardımcı olacak kelamına kulak verelim. Fırsat: Resulullah’ın (asm) Dilinde “En Hayırlınız!” Hitabı İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır. (Buhari) Sizin en hayırlınız, Kur’ânı öğrenen ve öğretendir. (Buhari) İnsanların en hayırlısı, ahlakı en güzel olandır. (Buhari) Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım. (Tirmizi) Hayrın menbaı olan daha nice, nice hitap… Her biri içerisinde binler orman bulunan bir çekirdek. Belki Resulullah’ın (asm) huzuruna gelmiş olan bir gönle hitap olarak aşılandı bu hakikatlerden her biri. Nebevi terbiyenin tesiriyle bir hayat bir anda ihya oldu belki. İhtida nimetine kavuştu birer birer nasipliler. Ama sadece bununla kalmadı. O sadra şifa olan “kelâm incilerinden” aynı frekansta gezinen nice muhtaç, nasibini aldılar. Çoğu zaman “ilk adımlar” aynı hakikatlerin sarsmasıyla atıldı. Mekânlar ve zamanlar mani olamadı bu yönelişlere. Her av, en zayıf yerinden avlandı. Hayâsızlık hayâya, zulm adalete, kizb sadakate, adavet uhuvvete korkaklık cesarete yerini bıraktı. Kalplerdeki daha nice menfi hasletler müspetlerine kalb oldu. Acaba günümüzün terbiye alanındaki hemen her çığlığının ve şekvasının altında yatan asli sebep “bu kalb oluşların” kaybolması değil midir? İşte bu yüzden bir kez daha Fahr-i Kâinatın (asm) her biri manevi bir inci kıymetinde olan sözlerine değer vermeliyiz. Kendi asrında ve sonrasında ve daha sonrasında ve bugün de değerinden hiçbir şey kaybetmeyen incilere… Bulunduğu zamanın “saadet” olarak isimlenmesine vesile olan, sonraki tüm zamanları da “nuruyla” münevver kılacak paha biçilmez incilere… Fesad-ı ümmet vaktinde hayat süren bizler, fırsatı ganimet bilmeli ve çok muhtaç gönüllere o Miftah’ın (asm) kelamında ve hayatında yaşayan değerleri taşıyabilmeliyiz. Asırları, şehirleri, insan ruhlarını nura gark eden Hz. Muhammed Mustafa’nın (asm) sünneti seniyyesini asrımıza, ruhlarımıza, şehirlerimize taşımanın kârını hesap edebiliyor muyuz? Cennet dahi Onun ile “Değer” Kazanırken… “Sünnetimi yaşayan beni sevmiş olur, beni seven de cennette benimle beraber olur.” (Tirmizi) Paha biçilmez müjde: Cennet beraberliği. Bir kez daha payımıza düşen şey: Hayat rehberimizin olan o Nûr’un (asm) mübarek lisanından yansıyan hakikat nurlarına, kelam incilerine öncelikle kendi kalp ve zihin aynamızı açmak, beraberinde ise hemcinslerimizin dünyalarını tenvire çalışmak. Hususi dünyalarımızdan ve içtimai hayatımızdan karanlıkları dağıtmaya, soğuklukları gidermeye kâfi gelen bu kelam incilerinden derc edilecek değerler mühim bir talim-terbiye hizmeti olacaktır. Necata giden yolun kapısını açan kilidin Usvetu’l-Hasene’de (asm) olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Onun (asm) hayat tarzıyla teşekkül eden “hayat prensipleri” ve işaret ettiği “hayır rotası” ile sahil-i selamete, hüsn-i hatimeye erileceğini hatırdan çıkarmamalıyız. Hayrı bizzat ve öncelikle kendi hayatında yaşayan, hayra teşvik eden, sözlerinde ve davranışlarında ve tavırlarında hayırların tecessüm ettiği Hayru’l-Beşer’e (asm), hayrat ve hasenat adedince salat ve selam olsun.