108.Sayı:"Risale-i Nur'un Milli Kültürümüzün Muhafazasındaki Rolü"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiYeni Türkiye'yi Neyle Oluşturacağız?
İnsan

“Düşünce dilden, dil düşünceden doğar” derken Eflatun, “Düşünce dili çürütürse, dil de düşünceyi çürütebilir” diyordu George Orwell. Dâhil olduğumuz Kasım ayı pek çok iz bırakmıştır tarihimizde. Bunlardan en önemlisi Harf ve Lisanımız üzerinde ya­pı­lan tasarruftur şüphesiz. Çünkü bu mev­zu, sadece bulunan sene veya yüzyılı de­ğil, neredeyse varlığımızla ilgili her ala­nı etkilemiş ve etkilemeye devam et­mektedir. Çünkü Peyami Safa’nın ifadesiyle, “Di­lini kaybeden bir millet, her şeyini kay­betmiş demektir”. Her şeyini kaybeden bir millet ise ya hiçbir şeydir ya da bam­başka bir şeye dönüşmesi yüksek ih­ti­maldir. Başka bir yol daha var ki o da; bir şekilde yapılan yanlışa rağmen ken­di kültür, medeniyet ve dini birikimimiz ile irtibatı koparmamak ve devam ettir­mektir. İşte tam bu noktada Bediüzzaman Haz­retleri ve Risale-i Nur Külliyatını yük­­sek sesle zikretmek durumundayız. Dos­ya­da da derinlemesine okuyacağınız üze­re, Bediüzzaman Hazretlerinin eser­lerini hatt-ı Kur’an ile yazması; hatta talebelerine bu şekilde okutup yazdırma­sı, Kur’an harfleriyle yazılan ve günümüz­de Osmanlıca diye tabir ettiğimiz bu ya­zının kaybolup gitmemesine en büyük sebep/vesile olmuştur. Kültür ve medeniyetinizi oluşturan lisan, sadece dil kurslarına veya akademik re­feranslara mahkûm edilmekle devam et­meyeceği gibi, gelecek nesillerin geçmiş­le irtibatlı olarak yetişmesine de imkan tanımayacaktır. Bu iş ya bütün eğitim sistemi içerisinde bulunarak devam edecektir ya da bir halk hareketi olarak, halkın içerisinde yaşatılarak devam edecektir. İlk söy­le­­di­ğimiz madde için bugüne ka­dar –özellikle değişimin yaşandığı ilk za­man­larda- gerekli imkan buluna­ma­ması, nesil­lerimizin yeni alfabe ve buna bağlı ola­rak batı kültürü ile yetişmesine zemin hazırlamıştır. Fakat Bediüzzaman Hazretlerinin ortaya koyduğu eserler ve etrafındaki insanlar üzerinden yürüttüğü dini faaliyet, geç­mişle bağ kurduracak kültürel bir çiz­ginin de o kitle üzerinden toplum içe­risinde yaşamasına vesile olmuştur. Bu­gün Osmanlıca üzerinde yapılan faali­yetlerin varlığı, o günden başlayarak ke­sintisiz devam eden bu çalışmaların var­lığına vabestedir. Bu anlamıyla Risale-i Nur Külliyatı hem Osmanlıca öğrenmeye, hem kül­türel kodlarımızı taşıyan kelimelerle oku­yup yazmaya, hem dini birikimimizi öğren­meye, hem köprü vazifesi görmekle ge­leceği inşa edecek nesillerin geçmişle ir­tibatını kurarak yetişmesine ciddi katkı sağlayacak / sağlayan önemli bir kültür hazinesidir. İngiliz kralına cevaben İngiliz Baş­ba­kanının verdiği cevabı hatırlayalım: “Tabi ki Shakespeare’i tercih ederim. Çün­kü Shakespeare bana bu Britanya’yı yeni­den oluşturur” demişti. Peki, biz ken­dimize soralım: “Yeni Türkiye’yi ney­le oluşturacağız?”

Metin UÇAR 01 Kasım
Konu resmiDava Adamı Olmanın Önemi
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri dava adamı olmanın önemini şu manada ifade ediyor: “Kimin himmeti, milleti ise ve hedefi milletinin kurtuluş ve saadeti olursa o kendi başına küçük bir millettir.” Varlıkların en şereflisi olma özelliğine sa­hip olan insanın vasıflarının her birisi cüz’i olduğundan birçok işi bir arada ya­pamaz. Bir anda ancak bir işi yapabilir. Kişi birden fazla iş yapabilmesi için, iş­lerini belirli bir zamana yayıp sırasıyla yapmak zorundadır. Mesela: İnsandaki ilim ve öğrenmek özelliği cüz’i ve belirli bir sıralamayla olduğundan bir anda birçok şeyi öğ­re­­nemez. Buna binaen hayata la­zım olan birçok bilgi ve tecrübeyi ilk­okul­dan ta üniversiteye kadar, belki haya­tı­­nın sonuna kadar sırasıyla ancak öğre­nebiliyor. İnsanın konuşması da belirli bir sıralama ile gerçekleşmektedir. Bir­den fazla kelimeyi bir anda söyleyemez. Söylemek istediklerini ancak sırasıyla birer birer söyleyip bir neticeye ulaşır. İnsanın işitmesi de aynı durumdadır. Bir anda birçok konuşanı dinlerse bir şey anlayamaz. Ancak o konuşulanları sı­rasıyla birer birer dinlerse anlayabilir. Daha bunlar gibi insanda birçok vasıf ve özellikler vardır. Onlardan biri de himmettir. Himmet, kelime manasıyla kalbi, iradeyi, duygu ve düşünceyi bir noktaya toplayıp, tek hedefe yönel­mek­tir. İnsandaki himmet de cüz’idir; bir anda birçok işe taalluk edip bağlana­maz. Birçok işi ancak önemine göre sırasıyla yapabilir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi; insanın kıymeti maddi ve manevi varlığı, himmet denilen ça­lışma azim ve gayreti nispetine göredir. Evet, bir insan ne kadar azimli, gayretli, fedakâr ve yüce himmetli olursa o ka­dar âli cenap yüce bir şahsiyet olur. İn­sandaki himmetin kıymeti de niyet et­tiği maksat, varmak istediği hedef ve yaptığı vazifesine göredir. Evet, dava adamının hedefine göre himmeti de yüce olur. Himmetine göre de değer ve kıymeti artar. Fedakâr, gayretli, azimli ve insanların kurtuluşunu hedef haline getiren him­met sahibi zatlar, küçük ve değersiz iş­lerle uğraşmazlar. Yoksa cam parça­ları­nı elmas fiyatıyla almak gibi bir mu­vâzenesizlik ve dengesizlik oluşur. Bediüzzaman Hazretleri dava adamı ol­manın önemini şu manada ifade edi­yor: “Kimin himmeti, milleti ise ve hedefi milletinin kurtuluş ve saadeti olursa o kendi başına küçük bir millettir.” Bunun en güzel örneği başta Peygam­berimiz (asm) ve derecelerine göre de İslam büyükleridir. Şöyle ki; müşrikler, Ebû Talib’e baş­vurarak: “Vallahi, artık bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötüle­me­sine, bizi akılsızlıkla itham etme­si­ne, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunma­sı­na asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vaz­geçirirsin yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, se­ninle de çarpışırız.” Ebû Talib, derin derin düşündükten sonra, Peygamberimiz (asm)’ı yanına çağırdı ve yalvarırcasına: “Kardeşimin oğlu, kavminin ileri ge­lenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana arz ettiler. Ne olur­sun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız iş­leri üzerimize yükleme. Kavminin ho­şuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç!” dedi. Bu teklif karşısında her meselede örnek ve önder olan Peygamberimiz (asm), da­vasına sahip çıkana Cenâb-ı Hakk’ın sahip çıkacağını bilmenin gönül rahat­lığı içinde amcasına: “Şunu bil ki ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu davadan ve bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm” der. Peygamberimiz (asm)’ın davası uğrunda her şeyini feda edeceğini anlayan Ebû Talib; “Yeğenim benim” diyerek boy­nu­na sarıldı ve “İşine devam et, iste­diğini yap. Vallahi, seni asla herhan­gi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim”1 der ve himayesini de­vam ettirir. Peygamberimiz (asm)’ı her hususta reh­ber edinen Bediüzzaman Hazretleri de diğer İslam büyükleri gibi davası uğ­runda her şeyini feda ettiğini: “Hem eğer başımdaki saçlarım ade­dince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’aniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem. Ve bu hizmet-i ima­niye ve nuriyeden vazgeçmem ve ge­çemem”2 cümleleriyle ifade etmektedir. Fakat kimin de himmeti nefsi olursa sadece şahsi çıkarını nefsani arzu ve isteklerini düşünüyorsa, o kişi siret ve ahlak cihetiyle suçsuz ve masum olan hayvanlardan kabul edilmediği gibi, belki her türlü zulmü işleyen cani bir hayvan olur. Zira yaratılış itibariyle in­sanlar medenidir, bir insan başka insan­ların yardımı ile ihtiyaçlarını görüp ha­yatını devam ettirdiği gibi, kendisinin de başkalarına yardım etmesi zaruridir. Bu hususta mazereti olup başkasına yar­dım edemeyenler hariçtir. Cenab-ı Hak, dava adamı olmanın ne kadar yüce bir hedef ve hizmet ol­duğunu ayetlerle şöyle ifade eder: “O hâlde içinizden, hayra davet eden ve iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk (dava ehli insanlar) bulunsun! Ve işte kurtuluşa erenler, ancak onlardır.”3 “(Ey ashâb-ı Muhammed! Siz, dava ehli olarak) insanlar(ın iyiliği) için (ortaya) çıkarılmış en hayırlı bir üm­met oldunuz; iyiliği emreder, kötü­lükten men' eder ve Allah’a iman edersiniz!”4  Peygamberimiz (asm) de bu bahtiyar topluluk hakkında: “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanıdır.”5 Ve yine başka bir hadis-i şeriflerinde de: “İnsanlara hizmet eden onların efendisidir”6 bu­yurmuşlardır. Dava adamları ölmezler. Davaları de­vam ettiği müddetçe -sevapları kazan­mak cihetiyle- yaşıyorlar. Ancak günah­ları işlememek noktasında ölmüş olur­lar. Cenab-ı Hak bizi ve bütün kardeş­lerimizi, hakkı dava edinen, dava ehli olanlardan eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, 1/474;  Beyhakî, Delailu’n-Nübüvve, Şamile- 2/63; Taberî, 2/218-2202- Osmanlıca Şualar-2, s. 4243- 3/Âli İmrân, 1044- 3/Âli İmrân, 1105- Kenzü’l-Ummâl, c. 15 s. 7776- Kenzü’l-Ummâl, c. 6, s. 71; Keşfü’l-Hafâ, c. 1, s. 462

Zakir ÇETİN 01 Kasım
Konu resmiRisale-i Nur'un Millî Kültürümüzün Muhafazasındaki Rolü
Risale-i Nur

“Risale-i Nur’a intisab eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran ‘Risale-i Nur Talebesi’ ünvanını alır.” Risale-i Nur’un önemli bir vazifesi, iman ve Kur’an hakikatlerini çok kuv­vetli delillerle ispat edip neşretmek ve bütün inkâr fikirlerini iptal et­mek olduğu gibi; Kur’an harflerini mu­ha­faza etmek de önemli bir vazifesidir.1 Bu hikmetle Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’u, Osmanlıca olarak, ya­ni Kur’an harfleriyle telif etmiş ve yüz­binlerce talebesine Kur’an harf­leriyle Risale-i Nur’u yazdırmıştır. Hat­tâ Be­diüz­zaman Hazretleri, ‘Risale-i Nur Talebesi’ olmak gibi, çok yüksek ve im­ti­­yazlı bir makamın şartının Risale-i Nur’u Kur’an harfleriyle (Osmanlıca) yazmak ve neşretmekten geçtiğini şöyle ifade etmiştir: “Risale-i Nur’a intisab eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve in­tişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran ‘Risale-i Nur Talebesi’ ünvanını alır.”2 Risale-i Nur’un, Kur’an harflerini mu­hafaza etmesini, sadece Kur’an elif­ba­sındaki harflerin öğrenilmesi ve mu­ha­fazası şeklinde anlamak, son derece ek­sik, yanlış, hakikatten ve Risale-i Nur’un ruhundan çok uzak bir algılama olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu bü­yük hizmetini doğru anlayabilmek için, kül­türün bir millet için ne demek oldu­ğunu, kültürü oluşturan unsurların ne­ler olduğunu ve bu bağlamda Risale-i Nur’un Kur’an harflerini muhafaza et­me­sinin nasıl bir vazife gördüğü iyi an­lamak gerekmektedir. Kültür ve Kültürü Oluşturan Unsurlar Kültür, bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin, maddî ve ma­ne­vî değerlerinin bütününe denir.3 Kül­tür, bir milleti diğer milletlerden ayı­ran, ken­dine özgü maddî ve manevî de­ğer­­leri­nin tamamıdır. Kültür, bir mil­letin öz benliğidir, varlığının en te­mel esa­sı­dır, karakteridir, şahsiyetidir, ru­hudur, varoluş genleridir. Kültürü oluşturan unsurlar din, dil-harf, örf - âdet - gelenek - görenekler, sa­nat, tarih ve dünya görüşüdür. Millî Kültürü Oluşturan Unsurları Yaşatmanın Önemi Bir millet, kültürünü oluşturan un­sur­­ları, yani dinini, dilini, gelenek ve gö­­reneklerini, sanat eserlerini, ta­rih bi­lincini ve dünya görüşünü yaşatabildiği ve sonraki nesillere aktarabildiği ölçüde tarih sahnesinde yaşamaya devam eder, bütünlüğünü korur. Fakat bu kültürel kodlarını koruyamazsa, yaşatamazsa o millet ve medeniyeti asimile olmaya, de­ğişmeye, bozulmaya ve kaybolmaya mah­kumdur. Bunun içindir ki kültü­rel değerler, bir milletin varlığı kadar değerlidir. Bu hakikate ışık tutacak tarihî bir anek­dot şöyledir: 1900’lü yıllarda İngilizlerin, toprak­larında güneşin batmadığı bir sömürge imparatorluğu vardır. Zamanın İngiliz başbakanı ile İngiliz kralı arasında şöyle tarihî bir konuşma geçer. Başbakan, krala üç soru sorar. Birinci soru şöyledir: “Majesteleri, eğer bir gün İngiliz donanması ile sömürgeler arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsanız, acaba hangisini tercih edersiniz?”  Kral son derece kendinden emin bir tarzda “Tabi ki İngiliz donanmasını ter­cih ederim. Çünkü bu donanma, bana tekrar bu sömürgeleri kazandırır.” der. İkinci soru şöyledir: “Peki, bir gün ge­lip de Britanya ile İngiliz donanması ara­sında bir tercih yapmak zorunda kalırsanız, hangisini tercih edersiniz?” Kral, yine aynı netlikte ve hiç düşün­meden “Tabi ki Britanya’yı tercih ederim. Çünkü bu Britanya, bana şu donanmayı tekrar çıkarır” der. Üçüncü soru çok ilginçtir: “Peki bir gün gelir de Britanya ile Shakespeare ara­sında bir tercih yapmak zorunda kalsanız hangisini tercih edersiniz?” Kral hiç düşünmeden “Tabi ki Shakespeare’i tercih ederim. Çünkü Shakespeare bana bu Britanya’yı yeniden oluşturur.” Dikkat edilirse İngiliz kralı, İngiliz kül­türünün sembol isimlerinden olan Shakespeare’i dünya genelindeki bütün sömürgelerden daha üstün tutmaktadır. Bunun sebebi, kültürel bir kişilik olan Shakespeare’in eserlerinin ve fikirlerinin yaşaması İngiliz şahsiyetini, kişiliğini yani kültürünü netice verir. Fikriyle, duygusuyla, karakteriyle bir ‘İngiliz adamını’ oluşturur. Dolayısıyla böyle adamlardan oluşan bir Britanya, şöyle bir donanmayı çıkarır, bu donanma da şu sömürgeleri kazanır. Buna bir başka güzel örnek de şudur: Anadolu topraklarında tarih boyunca pek çok farklı medeniyetler ve devletler kurulmuştur. Mesela Sümerler, Hititler, Urartular, Frigler bunların başlıca­larından­dır. Fakat gün gelmiş bu me­de­niyetler ve devletler yıkılmış ve kay­bolmuşlardır. Günümüzde, yeniden Sü­mer, Hitit veya Urartu medeniyeti ve devletini kurmak mümkün değildir. Velev ki ismi Hitit veya Urartu olan bir devlet kurulsa dahi, tarihte yaşamış Hitit ve Urartu medeniyetleriyle isim ben­zerliğinden başka hiçbir or­tak yön­­leri olmayacaktır. Çünkü o me­de­­niyet ve devletleri sonraki asırlara taşı­­yacak, adeta genleri hükmünde olan kültürel değerlerini kaybettikleri içindir ki bugün artık yeryüzünde bu me­­deniyetler hüküm sürmemektedir. Bununla birlikte çok manidardır ki; yeryüzünde 1948 senesinde İsrail Dev­leti kurulmuştur. Bu devlet diliyle, di­niyle, gelenekleriyle Yahudilerin 3000 yıllık birikimlerinin cisim giymiş bir şekli olarak arz-ı endam etmiştir. Yani 1948’de İsrail bütün vatandaşları Latin Alfabesi’ni bilmesine ve Batı dillerini konuşup yazmalarına rağmen Latin Alfabesi’ne değil de israil’in 2000 yıl önceki İbranice Afabesi’ni diriltiler. Mûsa Aleyhisselâm zamanından be­ri -3000 senedir- yeryüzünde dev­let­siz bir millet olarak yaşamak zo­runda kalan ve farklı milletlerin ve devletlerin içinde dağıl­mış bir şekilde yaşayan ve çok defalar­da asimilasyon politikalarına maruz ka­lan Yahudiler, nasıl oldu da asimile ol­madılar? Çünkü onlar, yaşadıkları yer­lerde kendi öz benlikleri olan kültürel değerlerini dai­ma korudular ve bunları nesillerden ne­sil­lere aktardılar. Böylece 3000 sene bo­yunca kültürel kodlarını yaşat­ma­ları­nın bir neticesi olarak da 1948 se­nesinde Fi­listin topraklarını iş­gal ede­rek kendi devletlerini cebren de olsa kurdular. Örnekleri daha da çoğaltmak müm­kündür. Bütün bunlar gösteriyor ki, kültürlerini muhafaza eden milletler, kendilerine mahsus olan ve onları di­ğer milletlerden ayıran karakterlerini, ki­­şilik­lerini ve varlıklarını devam etti­riyorlar. Yukarıda örnekleriyle ifade edilen hu­suslar, kültürü oluşturan her bir un­sur için geçerlidir. Çünkü kültürün öğeleri de denilen bu temel unsurların her birisi, adeta bir insan için genler gibidir. İnsanın genlerinde haricî bir sebepten dolayı bir bozukluk meydana geldiğinde, nasıl vücudunda büyük ha­sarlara ve başkalaşmalara sebep olu­yorsa, aynen öyle de kültürün temel taşları (öğeleri, unsurları) olan din, dil, gelenek-görenek, tarih, sanat, dünya görüşü gibi unsurların birinde veya bir kaçında tahribat olursa, hemen bir iki nesil sonra bunun vahim neticeleri kendini göstermeye başlayacaktır. Risale-i Nur’un Milli Lisanımızın Muhafazasına Hizmeti Risale-i Nur’un Kur’an harflerini mu­ha­faza etmesi; millî lisanımız olan Os­manlı Türkçesi’nin korunması, ya­­şa­tıl­ması ve sonraki nesillere akta­rılması ve bu lisanla telif edilen millî kültürümüzün alt yapısını teşkil eden milyonlarca cilt eserlerle ve tarihî bel­gelerle irtibatın kurulması, yeni nesil­lerin bizi biz yapan bu eşsiz kültür ha­zinesi ile tanışmasına vesile olması nok­talarında tarihî bir öneme sahiptir. Çünkü; milli kültürümüzün temelleri­ni oluşturan eserlerin hemen hemen tamamı Osmanlıcadır. Ancak, yeni ye­tişen neslimiz çok kıymetli ve kimi za­man da paha biçilemeyen bu nadide eserlere maalesef bir ‘turist’ kadar ya­bancıdır. Öyle ki; kim bilir hangi de­desinden kalmış bir eserden veya eski bir tapu senedinden ya da bir pa­radan,  bir çeşme kitabesinden ya da her gün altından geçtiği üniversite giriş ka­pı­sındaki yazıdan hem içerik hem de estetik olarak en küçük bir fikir sa­hibi olmayan gençlerimizin sayısı azım­san­mayacak kadar çoktur. Yedi asır cihana hükmetmiş bir mil­le­tin torunları, bugün önlerine konu­lan az sayıdaki çevirilerin dışında bu eş­siz kültür birikiminden istifade ede­me­mek­­tedirler. Bu durumda günümüz genç­­liğinin hissesine dedelerinin bir­kaç bin sene önce yazdıklarını okuyup an­­la­yan diğer milletlere imrenmek mi dü­şüyor? Neden bizler de kendimiz ve ço­cuklarımıza ecdadımızın biriki­mi­­ne bi­rinci elden ulaşma imkanı ta­nı­ma­ya­lım? Gönlünde milli kültürden bir nebze hissesi olanların bu duruma ka­yıtsız kalması ve üzülmemesi müm­kün müdür? Yabancı araştırmacıların Osmanlı Türk­çe­sini öğrenerek yaptıkları araştır­malar­dan, bu gün ancak yabancı dil bilenler istifade edebilirken; bilimsel çeviriler de ‘kaynak’ olarak milli kütüphanelerimizi göstermektedir. Bugün Osmanlıcayı öğrenmek, öz yur­dunda kendi kültürüne ya­ban­cı kalmış bir neslin vicdan muhâse­besinde, ecdâdına ve tarihine karşı vâdesi çoktan dolmuş bir fikir bor­cudur! Konunun daha da iyi anlaşılması için bazı münevverlerimizin bu husustaki beyanlarını burada paylaşalım. Peyami Safa: “Yeryüzünde milli kü­tüp­hanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumak­tan aciz bir tek millet var mıdır? Ta­rihinden edebiyatından,  ilmi, felsefi ve dini eserlerinden,  milli kültür hazine­lerinden  haberi olmayan bir miletin bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir? Av­rupalılar okullarında Shakesper’e, Mil­ton’a, Schiller’e, Voltaire’e dair bilgi verirken talebeye bu yazarların okul kü­tüphanesindeki eserleri de okutulur. Bir kitabın bir parçası değil, tamamı oku­tulur. Bugün yirmi yaşlarında bir Türk genci Naima’yı, Fuzuli’yi, Cevdet Paşa tarihini orjinalinden okuyamaz. Yeni yazıya çevirisini okusa da anlayamaz. Bu talihsiz delikanlı için Baki’nin o muhteşem “Mersiye” si Galib’in o enfes “Hüsn ü Aşk”ı Hamid’in “Tarık Bin Ziyad”ı simsiyah karanlıklara batmış muazzam abidelerdir. O zavallıcık bu eserlerin arasında, İstanbul’un göklere fırlayan tarihi eserleri arasında iki gö­zü kör dolaşan bir turist gibi gezip du­rur. Kendi tarihini, atasını, dilini, edebi­yatını bilmez ve sevmez. Yani kendini bilmez ve sevmez.” Cemil Meriç: (Dursun Gürlek Ce­mil Me­riç’ten naklediyor): “Türki­ye’de Os­manlıca öğrenmenin Arap­ça öğrenmek kadar hatta daha mü­him olduğunu söylerdi. Çünkü kütüp­ha­ne­lerimiz Osmanlıca eserlerle dolu ve işin garibi bu eserlere bizden çok Av­rupalı oryantalistler ilgi gösteriyor. Dü­şünebiliyor musunuz benim kütüp­ha­­nemdeki eserleri Fransız ya da İn­giliz bir araştırıcı rahatlıkla okuyup çe­vire­biliyor, ben tabiri caizse ‘bön bön’ bakıyorum. Yahut çevremdeki mezar taşlarını okuyamıyorum. Dedemden ka­lan tapu belgesini okuyamıyorum. En güzel tarihi eserler İstanbul’da, fakat Os­manlı çeşmelerinin, camilerinin ki­ta­belerini okuyamıyorum.” Her dil, bir kültürün kapısını açacak bir anahtar olmak özelliğine sahiptir. Meselâ İngilizce öğrenenler, İngiliz ve Amerikan kültürünü tanıma imkânını elde edebilirler. İngilizce sayesinde, İn­giliz milletinin tarih boyunca ortaya koy­duğu fikrî ve edebî eserlerini oku­yarak o kültürden bir şeyler öğrenip ilmî ve akademik çalışmalar ortaya ko­yabilirler. Aynen öyle de Osmanlıcayı da öğre­nenler millî kültürümüzün alt yapısını oluşturan milyonlarca cilt dinî, ilmî, felsefî ve tarihî eserlere ilk elden ulaşıp bu eşsiz hazineden istifade etmek ve ettirme imkânına sahip olmaktadır­lar. Bu da kültürümüzün muhafazası adına paha biçilemez bir hizmettir. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri, latin harflerinin genç ihtiyar, fakir zen­gin demeden gece dersleriyle ve zor­la öğretildiği o sıkıntılı zamanlarda, bü­yük bir manevi cihat şuuru ile yüz bin­lerce talebelerine Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirini Kur’an hattını mu­hafaza etmek gayesiyle yazmalarını em­re­derek, Kur’an harflerinin korunması ve yaşatılması ve sonraki nesillere akta­rılması noktasında tarihî bir hizmet ifa etmiştir. Risale-i Nur’un Osmanlıca Telifinin Zengin Kelime   Hazinesinin Korunmasına Etkisi Kalp ve akıl madeninde oluşan manalar, kelimelere binerek, diğer insanların akıl ve kalplerine ulaşıp yayılırlar. Kelimeler, manaların taşıyıcılarıdır. Duygular, dü­şün­celer, manalar, sırlar ve hakikatler ke­limeler ile karanlıktan aydınlığa, yok­­luktan varlığa çıkarlar. Görünür, du­yu­lur ve bilinir olurlar. Bir kalpten bü­tün kalplere böyle intikal ederler. Esa­sen insanlar zaten kelimelerle düşünürler. Kelimelerin bu vasıflarından dolayıdır ki, bir lisandaki kelime sayısı çok önemlidir. Bir lisanda kelime hazinesi ne kadar zengin olursa, o nispette manalar ifade edilir, ortaya çıkar ve yayılır. Kelime sayısının azlığı ise mananın, düşüncenin ve fikrin hem keşfinin hem de ifadesinin en büyük engelidir. İnsanlar, kelimeler ile düşünürler. Yine aynı kelimelerle duygu ve düşünceleri­ni ifade ederler, dışa vururlar. Dolayı­sıyla bir lisanın kelime hazinesi ne kadar zenginse o nispette hayaller, duy­gular, düşünceler ve fikirler ifade edi­lir. Kelime hazinesi kısır ve dar olan bir lisanla ince duygular ve düşünceler ifade edilemez. Böyle bir lisanın konu­şulduğu bir toplumda, mütefekkir, en­telektüel ve sanat erbabı da yetişmez. Adeta konuşma bilmediğinden ihtiyaç­larını söyleyemeyen bir çocuğun ça­re­sizlik içinde kalıp ağlaması gibi, kelime hazinesi dar olan milletler de, kültürlerini besleyen ve kuvvetlendiren ilmî, edebî, fikrî ve sanatsal eserleri ortaya koyamazlar. Konuşamayan ço­cuğun ağlamasına bedel, böyle milletler de adeta ağlamak gibi yutkunur ka­lırlar, sığlık ve kısırlık bataklığında bo­ğulurlar. Günümüzde günlük hayatta insanlarımızın 300-400 kelimeyle ko­nuş­tuğu dikkate alı­nırsa, lisanımızda nasıl bir tahribin ya­şandığı daha güzel anlaşılır. Günlük ko­nuşmalarını bu ka­dar dar bir dairede yap­maya çalışan bir milletin mütefekkir, sa­nat erbabı, âlim yetiştirmesi adeta müm­kün değildir. Bu konu ile ilgili yapılan akademik bir araştırmanın sonuçları hakikaten duru­mun ne kadar vahim olduğunu nazara vermektedir. Ankara Üniversitesi’nin ilköğretimler için yaptığı bir araştırma: Bu araştırma da gösteriyor ki, ilköğ­re­tim ders kitaplarında Amerika’da 71.618 ke­lime öğrencilere öğretilirken, bu ra­kam ülkemizde maalesef 7.260 keli­­medir. Bu kadar az kelime ile düşü­nen ve konuşan bir millet, elbette di­ğer kültürler karşısında mağlup olma­ya mahkumdur. Yine ilk baskısı 1800’lü yılların son çeyreğinde yapılan ‘Red House’ sözlü­ğünde, o zaman 200.000 kelimenin Os­manlıca ve İngilizce karşılığı veril­mek­tedir. Fakat günümüzde basılan Red House sözlüğünde 50.000 kelimenin karşılığı vardır. Aradaki 150.000 kelime, maalesef artık kullanılmaz olmuştur. Örneğin günümüz Türkçesindeki ‘çeşit’ kelimesi, Osmanlı Türkçesinde en az 3 kelime ile karşılanmıştır. ‘Mütead­did’, adet adet çeşitlilik demektir. ‘Müte­nev­vi’, sınıf sınıf çeşitlilik demektir. ‘Muh­telif’ kelimesi de, ihtilâflı çeşitlilik de­mektir. Yine günümüzdeki ‘ışık’ kelimesi, Os­manlı Türkçesinde pek çok kelime ile ifade edilmiştir. Meselâ ‘nur’ kelimesi yansıyan ışık demektir. ‘Ziya’ kelimesi, tabii bir kaynaktan üretilen ışık de­mektir. ‘Lema’ kelimesi, parlayıp sönen ışık demektir. ‘Şua’ kelimesi de, suni bir kaynaktan üretilen ışık demektir. Meselâ ‘güneşin nuru’ denmez, ‘gü­neşin ziyası’ vardır. ‘Ayın ziyası’ değil, ‘ayın nuru’ vardır. Lambanın nuru de­ğil, lambanın şuası vardır. Fakat, her birisinde farklı bir mana inceliği olan bütün bu kelimeleri, sadece ‘ışık’ keli­mesi ile ifade etmenin, tefekkür ve dü­şünce dünyasında nasıl bir kısırlık meydana getireceği âşikârdır. Bugün ayakta, saygı ve iftiharla koro halinde söylediğimiz millî marşımızda geçen pek çok kelimenin anlamını maa­le­sef yeni nesillerimiz bilememekte ve bu kelimelerin üstlendiği mana ve es­te­tik zenginliğini yudumlamaktan mah­rum kalmaktadırlar. Meselâ millî mar­şımızda geçen garb, serhad, afak, ceriha, izmihlal, mücerred, hüda, cüda gibi kelimelerin anlamını bilmeden millî marşımızdaki edebî zenginliği, estetik güzelliğini, anlam derinliğini hakkıyla bilmek ve zevk etmek mümkün değildir. Bir İngiliz veya Fransız lise öğrencisi­nin kendi kültürlerinin klasiklerini çok ra­hatça okuyup anlayabildiği bir or­tam­da, 1000 senedir İslâm’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yapmış bu kahraman milletimizin kendi kültürümüzün eş­siz şaheserlerini okuyup anlayamama­sı, arşivlerindeki Osmanlıca belge ve ev­raklardan akademik çalışmalar ya­pa­maması, bir turist kadar bunlara ya­bancı olması, kalbinde zerre kadar mil­lî ve manevî duyguları ölmemiş bir va­tan evladının kanına dokunmaması müm­kün değildir. İşte Bediüzzaman ve şaheseri olan Ri­sale-i Nur, sadece Kur’an’ın harflerini muhafaza etmekle kalmamış, ecdadı­mızın bin yıldır kendine mahsus ola­rak geliştirdiği, Türkçe temeli üze­ri­ne oturan, Arapça ve Farsçanın da zen­ginliklerini muhtevi, Osmanlı Türk­çesi tabir edilen millî lisanımıza ait ke­li­melerin zengin anlam dünyasının da kapılarını açmıştır. Bu ise bizi biz yapan millî kültürümüzün temel eser­lerini okuyup, anlamak, geçmişten ders­ler çıkarıp geleceğe emin adımlarla bak­mak noktasında hayatî bir öneme sahiptir. Bu konuda Cemil Meriç şu itirafta bulunuyor: “Önce Batı`ya yönelerek pe­şine düştüğüm hakikati, yine Doğu`da buldum. Doğu`da ise, en parlak yıl­dız olarak Said Nursî`yi tanıdım… Tan­zimat`tan bu yana, İslâm tefekkürünü temsil makamında, bir tek onu tanı­dım. Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor.” Netice olarak; kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran ve o milletin bir­lik ve bütünlük içinde devamının en önem­li şartı olan bir hakikattir. Kültürü oluş­turan din, dil, tarih, sanat, dünya görüşü ve gelenek görenekler gibi te­mel unsurların yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması o milletin varlığı kadar önemli bir vazifedir. Hususen de bu unsurlardan din ve dilin mu­hafazası ayrı bir öneme sahiptir. İşte tam bu noktada Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirinin, Kur’an harflerini mu­hafaza etmek adına ortaya koydu­ğu hizmet, hem millî kültürümüzün en önemli esası olan dinî hakikatlerin ika­mesi, hem de millî lisanımız olan Os­manlıca’nın korunması, sonraki ne­sil­lere aktarılması ve bu harflerle telif edil­miş milyonlarca cilt kültürel ve ta­­ri­hî eserlere ve belgelere ulaşılması nok­­ta­larında tarihî ve hayatî bir öneme sahiptir. Kaynaklar: 1- Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s.2682- Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s.253- Kubbealtı Lügati

Mustafa TOPÖZ 01 Kasım
Konu resmiİnsan Ancak Diliyle Kaimdir
İnsan

Bir milletin öyle 1 yıllık, 2 yıllık, 3 yıllık, 10 yıllık mazisi olmaz. Yüzlerce, binlerce yıllık derinliği olur. Biz de öyle bir milletiz.  Alfabe değişikliği bu derinliği yok etti. Dil devrimi tabi onu daha müzmin hale getirdi. Biz de işte o ilk kitabımızda bile bu dil devrimiyle, harf inkılâbıyla ilgili görüşlerimizi yazmaya başlamıştık. O günden bugüne de aynı minval üzere yazıyoruz. Dille ilgili, edebiyatla ilgili, yakın tarihle ilgili çalışmalarımız var. Sözlüğümüz var. Neden sözlük hazır­lamayı düşündünüz diye sorarsanız, ih­ti­yaçtan derim. Bir lise talebesi olarak oku­duğum edebi eserlerde, mesela Tür­kiye’nin klasik metinleri, Risale-i Nur­lardaki kelimelerin birçoğunu mevcut sözlüklerde bulamadım.  Bulamayınca da önce kendim, böyle bir ihtiyacım var madem, kendim için bir sözlük ha­zırlamalıyım, diye düşündüm. Önce bu zihnimde bir müddet dolaştı. Sonra 1980’lere doğru topladığım malzemeler üzerine çalışmaya başladım. 1981 yı­lında ilk defa sözlüğü yayınladım. O ko­pukluğu, kesikliği kendi gücüme gö­re, kendime göre bir nevi böylece or­tadan kaldırmaya çalıştım. Benim sözlüğüm, o zamanki Dil Ku­rumu sözlüğünün üçte biri daha faz­lasıydı. Sonra genişlettim. Şimdi bir hayli daha geniş oldu tabi; hem örnek­leriyle hem kelime kadrosuyla. *** İnsan ancak diliyle kaimdir. Dilimiz yoksa diğer canlılardan bir farkımız olduğunu söylememiz mümkün değil. Yani önce dilimiz var. Bu bir ifade ara­cı, beyan aracı. Ama aynı zamanda hafızamız da var. Dilimize gelen şeyleri zihnimizde de saklayabiliyoruz. Tabi daha sonra yazılı bir hafızamız da var. Yani dile gelen şeyleri kaydediyoruz, yazıya geçiriyoruz. Bu da, işte binlerce yıllık bir birikimimiz. Yani insanlığın eğer bir birikimi varsa, kültür ve me­deniyet birikimi, işte bu dil aracılığıyla ortaya çıkmış birikimdir. Yani insan, ha­fızasıyla kaim olduğu gibi, toplumlar da tarihiyle kaimdir. Toplumların ha­fızası da tarihleridir çünkü. *** Kültürümüze ve dilimize büyük bir dar­­be vuruldu, harf inkılâbı ve dil dev­­­rimiyle. Bu, zihnimizde büyük ha­sar meydana getirdi. Ne kadar inkâr et­­sek de bu böyle. Mesela 1900’lü yıllarda doğmuş yazarların ke­li­me kadrosuyla, diyelim ki Necip Fazıl, meş­hur bir şair oldu; daha 20 yaşında, 20’yi biraz geçmişken. Onların kelime kad­rosuyla, bundan 20 yıl önce do­ğanların kelime kadrosunu bir araya ge­tirdiğinizde bu farkı çok açık görü­yorsunuz. Biz o zenginliğin yerine fakirliği tercih ettik. Büyük bir hazinemiz var. O ha­zi­ne­yi hapsettik. Yani kullanımdan dü­şür­dük. Kilitledik kapısını. Sonra sı­fırdan başlamaya kalkıştık. Biz bundan 15 gün önce İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda üç gün süren “Tarihi Roman ve Romanda Tarih” isim­li bir sempozyum yaptık. Orada Azer­baycanlı bir şair de vardı. Dedi ki; ben sizin eski yazarlarınızı da biliyorum; Halid Ziya’dan tut, Reşat Nuri’ye kadar, Tanpınar’a kadar.  Eski yazarlarınızı da okudum. Yenileri de okuyorum. Yani ikisi arasında bakıyorum büyük bir fakirlik görüyorum. Bunlar da piyasa da çok rağbet gören kitapları 50’şer 100’er bin basılan yazarlar. Asıl bu konu üzerinde durmanız lazım, dedi. Gerçekten de bu konu üzerinde dur­mamız lazım. Zengin dilimize dönme­miz, onun bilgisine sahip olmamız la­zım. Eskiden bir metin önümüze çıktığı zaman şu yapılırdı: Ya bu Arapça, bu Farsça. Bir dilin kelimelerinin etnik menşei değil kullanım değeri önemli­dir. Kitap kelimesi Arapçadır. Ama onun yerine bir kelime koymam. Koyamam da zaten. Koyabilselerdi de koyarlardı şimdiye kadar. Bir tek kelime bir sürü iş görüyor. May­muncuk gibi. Yani her kapıyı açıyor ve anlam kayboluyor. Senin asıl kastettiğin anlaşılmıyor. Mesela önermek kelimesi: teklif etmek mi, tavsiye etmek mi, yoksa başka bir şey mi? Şimdi hatırıma gelmeyen an­lamları da var bu kelimenin. Böyle bazı kelimeler çok fazla kullanılıyor. Çok an­lamı karşılayacak şekilde kullanılıyor ve dilin derinliği ortadan kalkmış oluyor. Mesela İstiklal Marşı’nın kelimeleri, Dil Kurumu’nun sözlüğüne en son bas­kıda girebildi. Birçok kelimesi. Yani bir ülkenin milli marşı, o ülkenin resmi ku­rumu sayılan Dil Kurumu’nun sözlü­ğünde kelimeleri yer almayan bir marş. Biliyorsunuz, 28 Şubat bakanlarından biri, bu kelimeleri ve daha bir sürü kelime yasaklamıştı. Bunların birçoğu, istiklal gibi, millet gibi istiklal marşında kullanılan kelimeler. Acayip işler ol­du bu ülkede. Bir dilin sözlüğünü ha­zır­lıyorsunuz ve o sözlükte en temel me­tin­leri bile anlayacak kelimelere yer ver­miyorsunuz. Hala daha Dil Kurumu sözlüğü bu bakımdan yeterli değil. Neyse ki yeni yeni çalışmalar yapılıyor. Bizim sözlük de yalnız kalmadı. *** Türkiye’de ben aydınım diyen bir kim­senin Osmanlıca öğrenmemesi, yani o eski harf dediğimiz yazıyı öğrenme­mesi, en azından okuyacak şekilde öğ­renmemesi, kabul edilebilir bir şey de­ğil. Bu kesikliğe itiraz etmemiz gere­ki­yor. Yani tarihin bir döneminde birden satırı atıyorsunuz ve daha öncesi yok diyorsunuz. Ağacı kökünden kesip atı­yorsunuz. Buna itiraz etmek lazım. Ve mümkün olduğu kadar, yani herkes bel­ki bunu yapamaz ama herkesin böy­le bir iştiyakı olmalı. Ama içinden bir kısmı da yapar. Bu da elbette ki ona da fayda verir. Burada bir karışıklık oluyor. Bazı entelektüeller diyorlar ki “Osman­lı­­cayı herkesin öğrenmesine gerek yok. Üniversiteler bu işi yapıyorlar. Zaten bizim Osmanlıca bilmemizin bir faydası da yok. Çok çok belgeler bi­rikmiş 1928’e kadar. Oradaki bel­ge­leri okuyacak adamlar olsa bize ye­ter. Yoksa insanlar Osmanlıca bil­se ne bilmese ne!” İkincisi de Osman­lıcayı öğrenenler. Yani insanlar böy­le bakmıyorlar hadiseye. Bazı entelek­tüellerin veya üniversitelerin bak­tı­ğı gibi bakmıyorlar. Şu an Hayrât Vakfı’nın kurslarında 100 bin kişi sertifika almış durumda. Böyle bir tablo var. Ve bu 14 yaş ile 80 yaş arası insanlar. Her yaştan insan var. Eğitimli, eğitimsiz, ev hanımı, esnaf herkes… Öğrenenlerde de şöyle bir durum var; harfleri okumayı bilmek. Kasıt sadece bu olmasa gerek. Yani Osmanlıcayı öğrenmekte biraz da­ha bu kelimeler noktasında, lisan nok­tasında neler olmalı? İnsanlar bu konuda nasıl çalışmalar yapmalı? Birincisi, bu bir eşik. Bana dayatılan bir şeye karşı ben bunun ötesine geç­mek istiyorum. Yani sana bir en­gel koymuşlar, o engelin ötesine geç­mek istiyorsun.  İnsan bunu istiyor. Madem­ki siz engellediniz, bu engeli doğru bul­muyorum ve ben bunu öğreniyorum. Belki de günlük hayatta dediğiniz gibi birçoğunun bir işine yaramayacak.  Ama yine de bir ihtiyaç olabilir. Zaman za­­man bize de geliyor. Evde bir Kur’an buldum, diyor adam. Hiç bilmediği için. Getiriyorlar, bakıyoruz eski bir söz­­lük. Naci’nin sözlüğü. Veyahut da bir ilmihal kitabı. Evlerde en çok bun­lar bulunuyor. Veyahut da Battal Gazi destanı, şunlar, bunlar. Yani en azından kendi kökleriyle ilişki kurmak. İkincisi de bu metinleri doğrudan oku­mak, anlamak. Aynı zamanda keli­me bilgisini genişletmek. Bugün bili­nen kullanılan kelimelerin ötesinde keli­melere ulaşmak ve doğrudan onlarla ilişki kurmak. Bunu yabancılar da ya­pıyor. Adam diyelim Yunus Emre’nin şiirlerini çok beğeniyor. Türkçe öğre­ni­yor insanların birçoğu. Türkçe öğren­mekle kalmıyor, eski harfli metinleri okuyacak kadar Osmanlıca öğreniyor. Tabi “efendim eski metinleri okuyacak adam yetiştirelimin” ötesinde bir tara­fı olduğunu düşünüyorum. Onu her devlet yapar. Her ülke yapar. Yani Bul­garistan’da mesela bizim arşiv malze­meleri var. Bir kısmı oraya satılmış. Bir kısmını geri aldık da hâlâ bir kısmı duruyor. Adamlar onun üzerine bir sistem kur­muşlar. Eleman yetiştiriyorlar. Onların çözümlemesini yaptırıyorlar. Başka ül­kelerde de bunu yapıyorlar. Bizim ar­şiv­lerde en çok Japonlar, Amerikalılar filan çalışıyor mesela. Bunu herkes yapar. Biz ne yapmalıyız? Yani biz, bu ülkenin insanları, bu milletin fertleri olarak, bu geçmişe sahip insanlar ola­rak ne yapmalıyız? Biz bunun çok daha ötesini yapabilmeliyiz. Yani dedelerimizin zihnine, onların dü­şünce dünyasına, okuma alışkanlıkları­na adeta bir hamle yapıyoruz. Onlar bunları okuyorlardı, yazıyorlardı. Biz ise sanki onların çocukları, torunları, o nesillerden gelen insanlar değilmişiz gibi acayip acayip bakıyoruz. Bir ya­bancı öğreniyor. Bizim dedelerimizin şifrelerini çözüyor, ama biz bu bilgiye sahip olamıyoruz. Bu birikime sahip olamıyoruz. Tabii ki bu insanda bir rahatsızlık meydana getiriyor. Eskiden bizim bir sürü dergimiz var­dı çok sayıda çıkan. Çıktığı zaman da Türkçe olmasına rağmen bütün Türk dünyasına dağılan ve okunan der­gi­leri­miz vardı. Onlardan Sebilürreşad böyle bir dergiydi. Kırım’da yayınla­nan Tercüman böyle bir gazeteydi. Kırım’da İsmail Gaspıralı diye bir zat var. Bahçesaray’da Tercüman diye bir gazete çıkarıyor. O gazete Kırım’da satıldığından fazla İstanbul’da satılıyor ve okunuyor. Osmanlıcanın şöyle bir güzelliği de vardı. Yani imla değişmiyor, telaffuz de­ğişse bile. Siz bir kelimeyi başka bir şekilde telaffuz edebilirsiniz. Yani di­yelim ki Taşkent’teki, Buhara’daki, Se­­merkant’taki biri onu farklı telaffuz ediyor ama yazılışı aynı olduğu için o farklı telaffuza rağmen okuyup an­layabiliyordu. Şimdi bu fonetik imlada ise ağzınızdan çıktığı gibi yazıyorsunuz. İyi ki bunda bir standart var. İstanbul Türkçesi veya standart Türkçe diye bir şey. Bu sefer Diyarbakırlının ağzından farklı çıkıyor, Trabzonlunun ağzından farklı çıkıyor, Aydınlının ağzından fark­­lı çıkıyor. Burada böyle bir standart tut­turmaya çalışıyorlar. Eskiden böy­le bir şeye de ihtiyaç yoktu. İmla de­ğiş­miyordu çünkü. İmla, fonetik de­ğil şekil üzerine kurulmuştu. O şekli gör­düğünüz zaman, rahatlıkla her yerde herkes okuyordu. Bu birlik kayboldu. Yani biz alfabe birliğini kaybettik. Do­la­yısıyla sadece Türkler için bunu dü­şünsek bile, birbirilerini eskisi kadar kolay anlayamıyorlar.

Mehmet DOĞAN 01 Kasım
Konu resmi18. Lema, Hz. Ali ve Cebrail (as)
Risale-i Nur

Üstad Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Kül­­­li­yatın’da 18. Lema adlı risalede Hz. Ali’nin Ercuze denilen bir şiirinden bah­­­se­­di­lir. Bu şiirde Hz. Ali, Cebrail (as)’ın içinde ism-i a’zam olan küçük bir sa­­hi­­feyi kendisinin kucağına bıraktığı an­latmaktadır. Bu risaleyi okuyan bazı şa­hıslar “Hz. Ali peygamber mi ki Ceb­rail ona bir sahife getirip veriyor?” diye iti­raz ederek Üstada ve Nur Talebeleri­ne hücum ediyorlar. Bazıları da bu şiirin hangi hadis kitabında geçtiğini soruyorlar. Bu yazımızda bu konular üzerinde dur­mak istiyoruz. Urcûze, Kaynağı ve Sıhhati Meselesi Arap edebiyatında recez, urcuze bir na­zım türüdür. Hz. Ali (ra)’a nis­bet edilen ve Risale-i Nur’da bahsi ge­çen urcûze Ahmed Ziyaeddin Gümüş­hanevi’nin Mec­muatu’l-Ahzab adlı üç ciltlik ese­rinde geçmektedir. Mezkur urcuzede Hz. Ali (ra) mealen şöyle diyor: Beşir (asm) beni çağırdı ve dedi ki: “Se­nin Basir olan Rabbin şu müjdeyi ver­di: ‘Sana öyle bir tılsım hediye etti ki onun ile düşmanlar kahrolup zelil olur. Öy­leyse o Hâdi’ye şükret!’ Bunun üze­ri­ne kucağıma sahife düştü. Ve onun ya­zısı şerefli bir daire şeklinde idi. Cibril dedi ki: “Ya Ali! Onu al. Çünkü o yüce Rabbin sekinesidir. Seni korktuğun kö­tü­lükten korur. Düşmanla karşılaşınca onu zayıflaştırır.’ Sesini işittim, hayalini görmedim. Fakat bana gök kuşağı gibi temessül etti.”1 Bazıları “Bu şiir hangi hadis kitabında geçiyor?” diye soruyor. Bu şiir hiçbir hadis kitabında geçmemektedir. Çün­kü Asr-ı saadette hatta cahiliye döne­minde­ki şiirler, hadis kitaplarına kayıt edilmemiştir. Hadis âlimleri peygam­be­rimizin hadisleri, sahabenin sözleri ve o dönemdeki olayları kaydetmeyi prensip olarak kabul etmişler, o dönem­deki şiir­leri yazmamışlardır. Bu bir va­kıadır. Ni­çin yazmadıkları, bunun iyi mi, kötü mü olduğu başka bir mesele­dir. Bu yüz­den “Hz. Ali (ra)’ın bu şiiri hangi hadis kitabında geçiyor?” şeklinde bir soru yanlıştır. Cahiliye dönemindeki şairlerin ve İs­lâm’ın ilk dönemindeki sahabe şair­leri­nin şiirleri sonraları “Divan” adı altında bir araya getirilmiştir. Ör­neğin cahili­ye dönemindeki meşhur “Muallakat-ı Seb’a”, muallaka şairleri­nin birincisi İm­­rü’l-Kays’ın şiirleri, cö­mertliğiyle meş­­hur Ha­tem-i Taî’nin şiirleri, İslamî dö­nemde Has­san b. Sa­bit’in, Hazret-i Ali’nin şiirleri ve benzeri şairlerin şiir­­leri sonradan bazı şahıslar tarafından top­lanmış ve divan adıyla neşredilmiştir. Bugün bu divanlar deği­şik yayınevleri tarafından da neşre­dil­mişlerdir. Hz. Ali ve Cebrail (as) Bazıları bu şiirde anlatılanlardan yola çı­karak “Hz. Ali peygamber mi ki, Ceb­­rail ona bir sayfa getiriyor?” diye so­ruyor. Cebrail (as), peygamberlere vahiy geti­ren melektir. Fakat onun peygamberler haricinde her hangi bir beşerle ko­nuş­ması, o şahsın peygamber olmasını ge­rek­tirmez. Nitekim Kur’an’da onun Hz. Meryem’le konuştuğu şu şekil­de zikredilmektedir. “Biz ona ru­humuzu (Cebrail’i) gönderdik de o, kendisine bir insan şeklinde göründü.” (Meryem, 17) Nasıl Hz. Meryem’in Ceb­rail’le görüş­mesi, konuşması onu pey­­gam­ber yap­mıyorsa, Ceb­rail (as)’ın Hz. Ali’ye bir say­fa he­diye etmesi -ki içinde iki sa­­tır­lık bir yazı var- onu peygamber yap­maz.2 Üstelik Ceb­rail’in Hz. Ali’yle konuşma­sı yal­nızca Hz. Ali’ye mahsus bir olay da değildir. Burada benzer birkaç rivayeti kaydedelim. Medine’ye hicretten sonra müşrikler Müs­lümanları şiirle hicvederek rahat­sız ediyorlardı. Peygamberimiz (sav), sa­ha­be şairlerine de müşrikleri hicvet­me­leri­ni emretti. Bu şairler içinde Hassan bin Sabit’e şöyle dua etmiştir: “Allahım, onu Ruhü’l-Kudûs’le teyid et!”  ( اللهم أيده بروح القدس ) (Müslim, Fezailü’s-Sahabe, Bab. 34, Has­san b. Sabit’in Fazileti, hn: (2485) 152; Buharî, Kitabu Bed’ü’l-Halk, Bab. 6) Bir başka rivayette ise Peygamberimiz, (sav) Hassan’a “Sen Allah ve Resulü namına müdafaada bulundukça hiç şüphe­siz Ruhu'l-Kudüs seni te'yide devam edecektir!” buyurdu. (Müslim, age. hn: 157- (2490) Ruhü’l-Kudûs’ün Cebrail (as) olduğu bi­linen bir husustur. Burada sorulma­sı gereken şudur: Cebrail (as), Hassan bin Sabit’i nasıl teyid edecektir? O pey­gamber olmadığına göre vahiyle olması mümkün değildir. Öyleyse burada söy­le­necek en makul söz, bunun ilham şeklinde olmasıdır. Dolayısıyla Peygam­berimiz, Cebrail’in Hassan bin Sabit’e ilhamda bulunmasını duasında Cenab-ı Hak’tan istemiştir diyebiliriz. Cebrail’in Hassan bin Sabit’e ilhamda bulunması onu peygamber yapmadığı gibi, yukarıda Ercuze adlı şiirde de Cebrail (as)’ın Hz. Ali’ye bir sahife ver­mesi ve onunla konuşması da onu peygamber yapmaz. Bu konuda iki rivayet daha zikredelim: Peygamberimiz (sav), Ensar’dan hasta bir sahabeyi ziyaret etti. Evin dışından onun biriyle konuştuğunu işitti. İzin isteyip içeriye girince kimseyi göremedi. Sahabe hastalıktan muzdarip iken biri­sinin gelip kendisiyle sohbet edip teselli verdiğini söyledi. Peygamberimiz (sav) “O Cebrail idi” buyurdu. (Muhammed Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, Da­ru’l-Baz, Beyrut, c. 3, s. 543; Hayatü’s-Sahabe, Divan yayınları, c. 4, s. 244) Sahabelerden Übey b. Kâb namaz kı­lıp dua edeceği zaman arkasından yük­sek sesle birinin, uzun ve güzel bir dua oku­duğunu duydu. Peygam­be­ri­mize gel­di durumu anlattı. Peygam­berimiz (sav) “O, Cebrail idi” dedi. (Abdul­azim Mün­zirî, Tergib ve’t-Terhib, Mekte­be­tu’l-Asrıyye, Beyrut, c. 2, s. 441; Mu­ham­med Yusuf Kandehlevî, age. c. 3, s. 545; Divan Yayınları, c. 4, s. 245-246) Sahabelerin pek çokları melekleri gör­müşlerdir. Cebrail (as)’ı Dıhye suretinde pek çok sahabenin gördüğüne dair sa­hih rivayetler vardır. Onlar içinde en meşhuru da Cibril hadisidir. Bazı rivayetlerde sahabelerin meleklerle konuştukları da nakledilmiştir. M. Yu­suf Kandehlevî’nin “Hayatü’s-Sahabe” ad­lı eserinin 4. cildinin son kısmında uzun bir bahis “Sahabelerin melekleri gör­düğü ve konuştuğuyla” ilgilidir. Biz kısa bazı hadiselere işaret edelim: Bedir savaşında üç bin veya beş bin melek gelmiş ve sahabelerle beraber savaşmışlardır. Onları hem sahabeler, hem de müşrikler gözleriyle gördüler. (Asım Köksal, İslam Tarihi, Medine Dönemi, Şamil Yayınları, c. 2, s. 142) Sahabelerden İmran b. Husayn melek­lerle musafaha ve sohbet ederdi. (Müs­lim, Kitabu’l-Hac, Bab. 23, hn: 167 - (1226); Ebu Davud, Kitabu’t-Tıp, Bab. 7, hn: 3867; Yusuf Kandehlevî, Hayatüs Sahabe, Divan yayınları, c. 4, s. 245-246) Buhari ve Müslim’in ittifakla rivayet ettiği bir hadiste Üseyd b. Hudayr gece Kur’an okurken başını yukarı kaldırınca içinde kandillerin olduğu bulut gibi bir şey gördü. Durumu Peygamberimize an­latınca Peygamberimiz (sav) “Onlar me­leklerdi. Senin Kur’an okumanı din­le­mek için gelmişlerdi. Okumanı sür­dürseydin sabaha kadar seni dinlerlerdi ve halk da onları görürdü, onlar da halktan gizlenmezlerdi” buyurdu. (Ha­yatü’s-Sahabe, Divan yy, c. 4, s. 248) Hz. Hamza (ra) Cebrail’i asli sureti üze­re görmek istedi. Peygamberimiz de ona Kâbe’de gösterdi. Hamza dehşetten düşüp bayıldı. (Kadı İyaz, Şifa-ı Şerif Tercümesi, Bedir yayınları, s. 365) Buraya kadar zikrettiklerimizin netice­si olarak şöyle diyebiliriz: peygamber­lerin haricinde bazı insanlar -mesela sa­habeler- meleklerle, -hatta Cebrail (as)ile- gö­rüşebilir ve onlarla konuşabilirler. Bu pek çok rivayetle teyid edilmiş bir ha­kikattir. Fakat bu, onların pey­gam­ber olmalarını gerektirmez. Kaynaklar: 1- Mecmuatu’l-Ahzab, (Şazeli cildi), Sez­gin Neşriyat, s. 582-5972- 18. Lema 1932 yılında yazılmıştır. Aradan geçen 80 yıl içinde hiç bir Nur Talebesi Hz. Ali’ye peygamber demiş değildir.

İdris FERİD 01 Kasım
Konu resmiBahtiyar Genç: Ahmed Ammar
İnsan

Dünya bir misafirhanedir. Dünyaya gelen her insan bu misafirhanede belli bir süre bulunur ve misafirlik süresi sona erdiğinde asıl memleketi olan ahiret yurduna döner.  Bu sebepten en bahtiyar insan odur ki bu dünyada misafir olduğunu bilir ve hayatını ona göre tanzim eder. Dünyada bir hikmetle bulunduğunu anlar ve vazifesini yerine getirir. Asla kırılmaya mahkûm cam şişeleri hükmünde olan dünyaya ait işleri ahiretin baki elmasları hükmündeki hakikatlerine değişmez. Geçici dünya hayatına aldanıp ömrünü boşa harcamaz. Rabbimiz bizi bahtiyarlardan kılsın. Âmin. Malezya iki yıldır bahtiyar bir genci ko­nuşuyor. Ana babalar, -hususen genç­ler- iki yıl evvel şehadet şerbetini yu­dum­layan, Ahmed Ammar’ın hayat hi­­kayesini araştırıyor. Hakkında tam do­­kuz kitap çıkan şehid kardeşimiz, po­püler dergi ve televizyonların da mer­ce­ği altında. Kısa bir ömre ihlasıyla bü­yük anlamlar yükleyen bu mübarek nur ta­le­besinin hayatındaki her kare merak edi­liyor. Türkiye’miz’de Eba Eyyübel En­sari (ra) Hazretleri’ne komşu olma şe­refini yakalayan Ahmet Ammar’dan söz ediyor hala. Bu araştırmalara ve me­raklı arayışlara bir nebze de olsa katkı sağlamak için Ahmed Ammar’ın ilk medrese hayatına ışık tutmak isti­yo­rum. Onunla birlikte kalan bir ho­cası ya­hut ağabeyi olarak edindiğim izle­nim­leri bu yazıda siz kıymetli İrfan Mek­tebi Dergi­si okurlarıyla paylaşmak istiyorum. *** 2011’in şubat ayıydı. Hayrat Vakfı Ma­lezya temsilcisi Sadık Özata’nın dü­ğününden birkaç gün evvel Malezya’ya gitmiştik. Hedefimizde Malezya’nın göz aydınlığı olacak ve himmetini ümmet kadar geniş tutacak parlak gençlere yardımcı olmak vardı. Bu gaye ile Şubat ayının ikinci haftasında Bandar Baru Bangi’deki vakfımıza ait merkezde Türk­çe ve Risale-i Nur kursunu başlat­tık. Yanımızda Kamboçya’dan üç kişi Ma­lezya’dan da üç kişi olmak üzere al­tı talebe kaldı. Ahmed Ammar bu ilk grup talebelerimizden idi. Talebelerimizin hepsi Türkiye’de Hay­rat merkezlerinde kalıp bir yandan mane­vi eğitim alırken diğer taraftan lisans eğitimi almayı planlıyordu. Bu itibarla dört ay gibi bir süre bizimle kalıp Türkçe ve Risale-i Nur’dan ön hazırlık kursu gördüler. Bu kurs vesilesiyle on­larla Türkçe çalıştık ve Türkiye tec­rü­besi kazanmalarını temin ettik, elham­dülillah. Kursumuz yoğunlaştırılmış bir kurstu. Gündüzleri yoğun Türkçe çalıştılar. Ge­celeri ise Risale-i Nur dersleri aldılar. Biz onlara öğretmenlik, arkadaşlık hem de ağabeylik yaptık. Kardeşlerimizin hep­sinin de anlatılmaya değer güzel hususiyetleri vardı. Fakat Ahmed Am­mar talebeler arasında çok mümtaz bir mevkie sahipti. Hiç şüphesiz Allah’ın birçok lütfuna mazhar olmuş bir genç kardeşimizdi. Ailesi ve hocaları bize çok sağlam karakterli bir genci teslim etmişlerdi. Tabir yerinde ise bize gelene kadar o çok sağlam yetişmişti. Bizden onu daha ileriye götürmemiz, ona ye­ni değerler katmamız, dava şuuru ver­memiz bekleniyordu. Temeli sağlam olan bir bina gibiydi Ahmed Ammar. Çok zor olmadı, bizi çok yormadı mer­hum. Günler birbirini kovaladıkça o hep geliştirdi kendini. Biz sadece güzel bir rehber olmaya çalıştık. Hiç unutmuyorum, onunla ilk kez ba­bası Hacı Ahmed Azam’ın ofisinde gö­rüştük. Çok sessiz duruyordu. Fakat fazilet yansıtan bir sessizlikti bu. O an Ahmed Ammar’ı ruhuma çok ya­kın hissetim. Babası bizim onunla be­raber kalacağından, evladını iki yıl­dır Türkiye’ye hazırladığından bah­se­diyordu. Hakikaten bunu onun üze­rinde görmek mümkündü. Çok işti­yaklıydı. Sabırsızlıkla bizim gelmemizi bekliyordu. Nihayet bir hafta sonu be­raber kalmaya başladık. Gerek bize ge­rekse de arkadaşlarına çok çabuk uyum sağladı. Nurani Disiplin Ahmed Ammar çok disiplinliydi. Fa­kat bu disiplin insanları rahatsız eden yahut kendisinde stres meydana geti­ren bir disiplin değildi. Onun disiplini nuraniydi. O, bu disiplin vasıtasıyla baş­ta kendisini sonra etrafındakileri mo­tive ediyordu. Bu anlamda onlara ışık tutuyordu. O yüzden nurani bir disip­lin diyorum buna. Peki, ne yapardı Ammar? Neydi onun prensipleri? Medresenin günlük programı vardır. O bu programa tamamıyla riayet ederdi. Sabah namazından sonraki kerahet vak­tinde uyumaz biraz Kur’an’dan, evrad­lardan yahut tesbihattan ezber yapardık. Sonra bir müddet istirahat ederdik. Fakat Ammar muhakkak sabah sporu yapar ve sonra duş alıp azıcık uzanırdı. Kendine bunu adet haline getirmişti. Onu bu âdetinden dolayı bir gün tebrik ettim. Bana Arapçasıyla şöyle dedi: Hocam, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” Zamanını asla boşa geçirmezdi. O yo­ğun program içinde fırsat buldukça uzanmak, uyumak yerine, getirdiği ki­tapları okurdu. Hatta kaylule vakit­lerinin yarısını uyuyarak geçirirdi. Her zaman en önce o ayakta olurdu ve bir şeylerle meşgulken görürdüm kendisi­ni. Arkadaşları onun bu haline imreniyor­du. Onu takdir ediyor, çok seviyorlardı. Dersleri çok dikkat ve ilgiyle dinlerdi. Hiç sıkılmaz, anlamadığı yerleri sorar­dı. İlmini kalemle bağlardı. Yani mu­hakkak not tutardı. Öğrendikçe yeni bir şevk bulur, bu güçle ilerlerdi. Aldığı dersleri tekrar etmeyi ihmal etmez, öğrendikleriyle Türkçe konuşmaya gay­ret ederdi. Risale-i Nur’dan öğrendik­lerini de söz ve davranışlarına taşırdı. Ahmed Ammar kendini idare edeme­yen birinin başkalarını idare edeme­yeceği, kendine faydalı olmayan biri­nin başkalarına faydalı olamayacağı sır­rı­nı çok iyi biliyor ve daima kendini yeni­liyordu. Fırsat buldukça Türkiye’nin sos­yal ve siyasi yapısı hakkında bize so­ru­yor, gideceği coğrafyayı ve insanını iyice anlamaya çalışıyordu. Hülasa Ahmad Ammar kaderin ona çiz­diği yolda tüm azmiyle çalışıyor ve he­deflerine doğru bu sağlam prensibiyle emin adımlarla ilerliyordu. Sırr-ı İhlas Bilindiği gibi Allah Teâlâ ihlassız amel­leri kabul etmez. Bu yüzden ona hak­kıyla inanlar onun rızasına göre ameller işlerler. Bilirler ki ihlasla yapılan zerre miktar bir amel ihlassız yapılan binlerle amele müreccahtır. Allah’a yakın kılın­mış kullar ihlassızlıkla amellerini yak­mazlar. İhlas bereketiyle çalışmalar an­lam kazanır ve netice verir. Çünkü kim ihlasla ne isterse Allah verir. Hakiki ih­las şerde bile neticesiz kalmazken ihlasa erdirilmiş kulların amelleri hiç neticesiz kalır mı? İşte Ahmed Ammar kardeşimiz Risale-i Nur’un birinci prensibi olan bu sırrı ha­yatına tatbik ediyordu. Yemek pişirmek için her gün birimiz mutfakta vazifeli olu­­yorduk. O, mecbur olmamasına rağ­­­men ar­ka­daşlarına gönüllü olarak yar­­­­dım ederdi. Haftada bir temizlik ya­par­­dık beraberce. Ona verdiğimiz kıs­mı terte­miz yapar, yarım yamalak yap­maz­dı. Mut­fakta vazifeli olduğu zaman mut­fağı -uyu­madan evvel- tertemiz bı­rakırdı. Ammar bu ihlas faktörü ile çok feda­kar idi. Kendi derslerine çalıştığı gibi arkadaşlarına da yardımcı oluyordu. Ağır kalanları hızlandırıyordu. Eve gi­dip geldiği zaman onlara bir kısım yi­yecekler getiriyordu. O zamanlar biz ya­vaş yavaş Malaycaya başlamıştık. Ba­na küçük bir sözlük hazırlamıştı. Malay­camın temelinde Ammar’ın harcı vardır. Bir gün evden döndüğünde bana bir kitap getirdi ve ‘Hocam bunu sizin için satın aldım.’ dedi. Bu fedakârlığına çok hayran kaldım. Kendisine dua ettim. O, sadece kendi derdiyle dertlenmiyor­du. Birinin yardıma ihtiyacı olduğunda hemen ona yardıma koşuyor ve onların dertleriyle de dertleniyordu. Halden an­lıyordu Ahmed Ammar. Kime nasıl davranacağını çok iyi biliyordu. Arka­daş­larını güzel teselli ediyordu. Onlarla çok iyi geçiniyor ve kendini onlara sevdiriyordu. Tevazu Tacı Bediüzzaman Said Nursi Lemaat isimli eserinde der ki ‘Meziyetin varsa hafa türabında kalsın, ta neşv ü nema bulsun.’ Çünkü bütün mühim şeyler saklıdır. Mesela Kadir Gecesi Ramazan’da, ica­be-i dua Cuma vaktinde saklıdır. Allah onları bu güzel günlerin içine gizlemiştir. Altın, elmas ve zümrüt gibi madenler hep saklıdır. Bu bağlamda meziyeti olan büyük şah­siyetler hiçbir teveccühü kabul etmez, kendilerine yapılan övgüleri musibet sa­yar ve mümkün mertebe meziyetlerini Rableri ile kendileri arasında saklarlar. Ahmed Ammar o yaşına rağmen çok tevazu sahibiydi. Yaptığı iyilikleri ve gü­zel meziyetlerini anlatmaz, saklardı. Ar­ka­daş­larının onu kıskandığını hiç gör­me­dim. Çünkü o kendini kimseden fark­lı görmüyordu. Onun emsali olan ba­zı gençler biliyorum. Başarılı oldukları için şımarıyor ve gurura düşüyorlardı. Fakat O bir meziyetini ortaya çıkarmak istesek hiç hoşlanmaz. ‘Yok ya…’ derdi tatlı tatlı. Mahcubiyet içinde susardı. Defalarca bunu kendim tecrübe ettim. Ahmed Ammar zihnimde hep taşıdığı tevazuuyla canlanır. Onda en sevdiğim yön budur. O tevazu tacı takmış asil bir insandı. Rabbim o emsal insanlar ihsan etsin bu ümmete. Âmin! Tefekkür Kur’an-ı Kerim’de “Kime dilerse hik­meti ona verir; şüphesiz kendisine hik­met verilene büyük bir hayır da veril­miştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.” (2/269), “Ya­­ratan, hiç yaratmayan gi­bi mi­dir? Ar­tık öğüt alıp düşünmez misiniz?” (16/17) gibi onlarca ayetiyle Halıkımız bizi tefekküre davet eder. Düşünen ve hadiselerden ibret alanlar Allah katında yüksek mevkiye sahiptirler. Çünkü tefekkür eden insanlar, tefek­kürü nispetinde kâinattaki sırları keş­feder, eşya üzerindeki esma ve sıfat-ı İlahi’yi hikmetle okur ve Rabbini hak­kıyla tanır. Hadiselerin arkasında bul­duğu ibretlerle Allah’a kulluk husu­sunda mesafe kazanır. Böylece Allah’ın sevgisini celbeder. Allah ise sevdiği kulu diğer kullarına da sevdirir. Şehidimiz Ahmed Ammar tefekkür eh­li biriydi. Tarihe çok meraklıydı. Tari­hi ve güncel hadiselere kafa yorardı. Muhakeme gücü çok iyiydi. Bunu ken­disine yönelttiğimiz sorulara ver­di­ği makul cevaplardan anlamak müm­­kün­dü. Ben Türkiye’ye gidip dok­tora bitene kadar orada kalacağım der­di. Eği­timini tamamlayana kadar evlenme­yeceğini söylemişti bana. Bir kaç defa şaka vari gemileri yakacağım ve geri dön­meyeceğim demişti. Nitekim öyle yaptı! Risale-i Nur tamamen tefekküri bir eser­dir. İnsanı kâinat sokaklarında do­laş­tırır ve müthiş bir marifet kapısını ona açar. Ahmed Ammar bu eserler­den istifade ettikçe düşünce dünyası inki­şaf ediyordu. Bu sebepten ibadet­lerinde çok sağlamdı. Herkesin kalbine dokunuyordu. Ben onu sevmeyen biri­ni tanımadım. Hizmet Lezzeti Allah Kemal-i kereminden hizmetin mü­kâfatını hizmet içinde dercetmiştir. Mad­di olsun manevi olsun her amelin ücretini o amel içine koymuştur. Bu se­bepten kâinatta insan haricindeki her mahlûk bu lezzetle hizmetlerini fev­kalade yerine getirir. Tembellik eden sadece insandır ve onun evcilleştirdiği hayvanlardır. Hizmetin ve çalışmanın içindeki bu lezzeti anlayan insanlar bitmeyen bir azimle işlerine bakar, başta kendileri­ne sonra tüm insanlara hizmet ederler. Bir an olsun boş durmazlar. Daima bir memnuniyet içinde huzur ve mut­lulukla yaşarlar. Fakat tembel insanlar -bunun aksine- sürekli şikâyet eder, hiç­bir şeyi beğenmezler. Ammar kardeş bitmeyen bir iştiyakla çalışır, günün bitmesini istemezdi. Be­nim zamanım yok derdi. Çok çalışırdı. Hizmetkâr bir gençti. Ne iş verilse hiç ayırt etmeden uğraşır, o işi en iyi şekilde yapardı. Markete gönüllü gider, mutfak ihtiyaçlarını kendisi tedarik ederdi. Bir iş olduğunda hiç o işten kaçmazdı. Ya­pamam demez, mutlaka denerdi. Netice olarak, Ahmad Ammar yuka­rı­da izah etmeye çalıştığım özel­lik­leriyle beraber daha birçok bilme­di­ğim meziyetlerle Allah’ın bahtiyar kul­larından biriydi. Onunla olan bir­likteliğimizde müşahede ettiklerimi sizlerle paylaşmaya çalıştım. Ondan geriye kalan menfi bir hatıra bilmi­yorum. Allah’a binler hamd ü senalar olsun. Çok muhterem, ebedi bir dostu bize ihsan etti. Rabbim! Ahmad Ammar’a binlerle rah­met eyle. Kendisiyle tekrar buluşmak ve karşılıklı Cennet iskemlelerinde sohbet etmek nasip et. Amin!

Celal AKAR 01 Kasım
Konu resmiİngiltere'de İslam 2
Kültür ve Medeniyet

Risale-i Nur ve Te’siriRisale-i Nur, imanları tamir ediyor ve hakikatleriyle bütün dün­yada  gönülleri aydınlatıyor. Tesirini sadece Anadolu insanında değil, Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’da da görüyoruz. Biz şahsi tecrübelerimizde ve müşahedelerimizde birebir insanların gözlerinde bu etkiyi İngiltere’de gördük. Hakikatleri dinleyenlerin gözlerindeki parıltıya ve lisan-ı halleriyle alkışladıklarına şahid olduk. Başımızdan geçen pek çok hadise var fakat birkaçını paylaşalım müsaadenizle. Saldırgan Tarafsızlık Bilim dünyasında o kadar fazla sayı­da sözde “uzman” fikir ve “objektivite ve bilimsellik” namında dini eleştirme ve mübarek değerleri yerme hastalığı var ki bazen bu saldırgan tarafsızlık, in­sanları çekimserleştirebiliyor. Şarki­yat­çı­ların diliyle konuşan sözde bilim in­sanları Avrupalı müsteşriklere kıy­met verirken, klasik âlimlere değer ver­meyebiliyorlar. Elmas gibi parlak ha­ki­katler, bütün dünyaya duyurulması ge­reken güzellikler sözde “akademik ta­raf­sızlık” kurbanı olabiliyor. Risale-i Nur’un toplumda ve fertlerdeki harika tesirini, memleketimizde ve dün­yada izn-i ilahi ile yaptığı pozitif katkı ve reddedilemez manevi etki­yi bi­liyoruz. Bazen bu unutulabiliyor veya çekimserlikten mütevellid anlat­mada geri durulabiliyor. Bu bazen ken­dine veya Risaledeki bilgiye gü­ven eksikliğinden kaynaklanıyor veya Risalelerdeki çok öz ve etkileyici tes­pitler zaman içinde normal ve basit gelebiliyor. Muhatap tanındıktan son­ra bir anlatılsa dinleyenlere şifa ve dertli­lere deva oluyor. Hakikatleri anlat­mak­tan çekinmeyelim. Neden mi? Gözleri Parıldatan Hakikatler Bu hakikatler karşımıza çıkan veya muh­temelen çıkabilecek pek çok mu­an­nidi susturuyor, hakkı arayanı ikna ediyor ve buna muktedirdir. Hani zan­netmeyelim ki, sadece Anadolu insanı ikna oluyor bu hakikatlerle. Dışarıda da, İngiltere’de, biz bunları bizzat tecrübe ile müşahede ettik. Rabbimiz bu haki­katlerden evvela kendimiz istifade et­meyi nasip etsin. Sonra da elimizden gel­diğince ve sistematik ve programlı bir surette dünya ile paylaşabilmeyi na­sip etsin. İngiltere'de Risale-i Nur hakikatlerinin etkisini birebir insanların gözlerinde gördük. Gözlerindeki parıltıyı ve li­san-ı halleriyle alkışladıklarına şahid olduk. Başımızdan geçen pek çok ha­dise var lakin birkaçını paylaşalım mü­saadenizle.  Cambridge ve Oxford’dan Tecrübeler Avam İngiliz Biz Cambridge’de akademik maksat­larla kalır iken, “street dawah” deni­len caddede üniversitenin tebliğ standı vardı. Şehir ahalisinden ve üni­ver­si­te­den çokları geliyordu ve bun­larla İs­lam hususunda fikir alışve­rişinde bu­lunuyorduk. Onlara tebliğ yapıyor­duk. William Brown isminde bir İngiliz amca çok kereler geldi. Normal avam bir İngiliz. En çok sorduğu sorular hanımlar, tesettür, miras ile ilgili mev­zulardı. Risaleden verilen cevaplar ken­disini memnun etti. Diğer pek çok sorularıyla beraber bu soruları da ce­vap­lanınca İslam ile şereflendi. En son hasta idi, Allah şifa versin.  Profesör Ateist (Daha sonra üniversitenin antropolo­ji bölümünden olduğunu öğrendiğim) ateist bir profesör ile saatlerce mü­na­­za­ralarımız oldu. Her hafta gelir, Kur’an’da (haşa) hata buldum, şöyle böy­le derdi. Allah’ın varlığına dair söz­de şüp­heleriyle stanttaki Müslümanları küf­re davet ederdi. İnanın, Tabiat Risa­le­sindeki belli örnekler ve Risalenin man­tık kurgusu profesörü perişan etti. Bir tanesini reddetmedi.  Acibdir ki, kendisiyle tartışırken kendi misallerimizi kullansak yeri gelir cevap veriyordu ama biz ne zaman Risaleden doğrudan cevap versek karşı duramaz­dı. Kendisi Yahudi bir ateist ve azılı bir muannid olduğundan inadından kabul etmedi fakat kanser hastası idi ve ciddi ölüm korkusu vardı. Ahirete inanmıyordu. Ölüm ve ahiret ile ilgili yerleri anlatılınca aslında rahatladığını gördüm. Çok hakikatleri dinledi, hida­yet Allah’tan. Allah hidayet versin. Misyoner Yetiştiren Papazlar Keza, yine Cambridge’de ve Oxford’da birçok Hristiyan bilim adamı (doktoralı papaz)lar ile vaizlerle münazaralarımız oldu. Sayısını  bilmiyorum.  Oxford’da misyoner yetiştiren okulun müdürü Nicholas isminde bir İngiliz ile münazaramız ve uzun 3 oturum su­retinde görüşmelerimiz oldu. İncil’in yazılı kaynağı, farklı nüshalar meselesi, tercüme hataları, ilk günah, kiliselerin boş olması, papazların su-i istimalleri, noel/yumurta bayramı gibi hurafeler, İznik Konsülü vs. mevzularına girmeye fır­sat bile olmadan evvelce Risale-i Nur’dan aldığımız ders ve kıymetli Bü­­­yüklerimizin tavsiye buyurma­ları üze­­ri­ne Tevhid mevzusuna yoğun­laş­tık. Tali mevzulara hiç girmedik. Artık en kuvvetli delillerimi söylüyorum dediği son oturumda da yenildi. Tekrar buluşalım diye söz vermesine rağmen gelmedi. “Geleceğim, geliyorum, trafik var şu bu” dedi, sonunda  bir buçuk saat kadar beklememizin ardından mesaj çekti, “Geri dönmem lazım, geç oldu” dedi. Münazaraya devam edemedi. Son buluşmaya kırk bahane bulup gelmedi. Daha da haber yok. Risale-i Nur, bir başka müsteşriki daha susturdu. Gözyaşlarıyla İmanın Esaslarını Din­leyen Amerikan Askeri Cambridge merkez kütüphanesinde İs­­­lam’ı anlattığımız bir sergi yaklaşık bir hafta kadar sürdü. Dört beş bin İn­­­giliz ziyaretçi geldi. 11-12 de ihtida vardı, elhamdülillah. Ziyaretçilerden biri de Meksika asıllı bir Amerikan as­­keriydi, Sergio. O sıra Cambridge’de bulunuyormuş vazifesi gereği. Geldi, çekinerek sorular sordu. Biz İslam’ı anlatırken, imanın rükünlerini dinler­ken onun gözleri yaşardı. Irak’ta gö­rev almış (ve tecrübelerimizden gördü­ğü­müz kadarıyla muhtemelen) daha son­ra şehadet getirip bir Müslüman oldu (inşallah). İmanın erkânı delil­leriyle Risale-i Nur üslubuyla anlatı­lınca tesiri yine görüldü. Cambridge Belediye Başkanı Yine aynı, kütüphane sergi salonunda, pek çok farklı ülkeden Müslümanlar­la görüşmesine rağmen bizim anlatışı­mız hoşuna giden Belediye başkanı Ian Nim­mo-Smith, sizin entelektüel ve man­­­tıki anlatışınız farklı dedi. (Risale-i Nur üslubunu söylüyor.) Hatta daha sonra sergiyi birebirde biz gezdirdik ve hususi tekrar sivil olarak geleceğini söyledi. Tekrar gelmiş, biz Belçika’ya başka eğitim faaliyetleri ve derslere git­tiğimizden denk gelmedik fakat bizi sormuş. Anglikan Kilisesi Papazı – Ahirete inanmaya başladı Southampton’da bir başka tebliğ sergi­mize gelen pek çok papazdan biri ile görüşmemizde istifade eden bir pa­paz geldiğinde ahiretin varlığından ve belki (haşa) yaratıcı bir zatın ol­ma­yabileceğinden bahsetti. (Bu papaz­lar arasında bile yaygın). Biz de, Ha­şir Risalesinden ahiretin varlığını Al­lah’ın isimleriyle ispat ettik. Ayetü’l-Kübra’dan yola çıkarak da Allah’ın var­­­lığını anlattık. Çok uzun geçen gö­rüş­­me esnasında, papazın ne kadar çok so­ru sorduğunu hatırlamıyorum. Her al­dığı cevaptan sonra rahatladı. Allah’ın var­lığına ve ahiretin varlığına ikna olup ayrıldı. Luke’dan Lokman’a... İngiltere’deki derneğimizin ilk faali­yetinde bir piknik gezisi esnasında da­ha önce paylaştığımız üzere, İngiliz Lu­ke isminde bir genç yaklaşık 10, en fazla 15 dakikalık bir tebliğin ardından İslamiyet’le şereflendi. Üstadımızın tar­zını ve bu asra bakan cihetini bir daha gördük. Allah sayılarını ve keyfiyetleri­ni artırsın. Risale-i Nur Herkese İlaç Haddimiz olmadan, tecrübelerimizi tak­­­dim ettik ama hakikaten Risale-i Nur’un tesirini hissettiğimiz için pay­laş­mak ihtiyacı hissettik. Gerek gayri-Müs­limler gerekse Müslümanlarda gö­rülen bu harikulade tesir ve ikna özelli­ği bu asırda Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanı­dır. Sadece Anadolu’da değil, İngiltere’de Almanya’da, Hollanda’da, Uzak Do­ğu’da, Afrika’da tesirini göstermekte akılları ve ruhları nurlandırmaktadır. Yukarıda verdiklerimiz gibi ateistinden Hristiyan’ına, Agnostiğinden Alevi’si­ne, dindarından dinsizine, İngiliz’inden Ame­­­rikalısına Yahudi’sinden Yahova Şa­­­­hidi’ne kadar çoklarına şahsen denk gel­­dik. İslamiyet’i Risale-i Nur va­sı­­­ta­sıyla an­latma imkânını Rabbi­miz  verdi.  Gördük ki, Risale-i Nur’un tarzı ve üslubu insanları ikna edici, kalplerini sakinleştirici, akıllarını nurlandırıcı bir tarz. Muhatabı incitmeden tatlı dil ve güzel sözle anlatıyor. Hakikatler Haykırıyor Biliyorsunuz, hakikatleri anlatınca bir mu­­hatabamız  istifade ediyor, iki bi­­zim imanımız kavileşiyor. Bu ha­kikat­ler, önce anlatana sonra dinleyene tesir ediyor. Bu yüzden, hakikatleri an­latmakta çekimser değil, faal olmalı. El­mas gibi kıymetli güzellikleri yine aynı üslub ve tarz ile paylaşmalıdır. Ha­kikatler tesirli ve zaten haykırıyor, biz yeter ki perde olmayalım. Dua Ya Rabbena, bizi kendine kul, Pey­gamber Efendimiz (asm)’a ümmet eyle. Bizleri Kur’an’a ve Üstadlarımıza talebe eyle. Rabbimiz, bizlere Risale-i Nur talebesi olmayı nasip eyle. Bizleri Nur talebesi olarak huzuruna al. Risale-i Nur’u serbestiyetle umum be­şeriyete envar-ı hidayet ve tedavi-i ku­lub eyle. Rızana mazhar kılacak mad­di ve manevi çalışmalar yapmayı nasip eyle. Amin! Amin! Amin!

Hamza BERAAT 01 Kasım
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Emir Sultan Camii Emir Sultan Camii, Sultan Yıldırım Ba­yezid’in kızı ve Emir Sultan Hazretlerinin eşi Hundi Fatma Sultan tarafından 15. asır başlarında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı avlunun ortasında sekiz köşeli şadırvan yer almaktadır. Ayrıca avlunun güneyinde cami, kuzeyinde Emir Sultan Türbesi ve ahşap odalar bulunmaktadır. Kare planlı olup, üzeri tek kubbe ile örtülüdür. Cami ilk inşa edildiğinde çok kubbeli iken, 1795 senesinde ciddî harap olmuş, Sultan 3. Selim döneminde 1804-1805 senelerinde bugünkü hâliyle, rokoko ve ampir üslûbunda yeniden inşa ettirilmiştir. Sultan Abdülaziz döneminde ise tekrar restorasyondanHz. Osman bin Maz’un (ra) geçirilmiştir. Muhâcirlerinden, Ben-i Cümah’dandır. On üçüncü iman eden sahâbedir. Hem Medine’ye hem de Habeşistan’a hicret etmiş ve Bedir’de bulunmuştur. Mekke’den hicret eden muhacirlerden Medine’ye geldikten sonra ilk vefat eden sahâbedir. Bedir Gazvesinden döndükten kısa bir müddet sonra vefat etmiştir. Bundan kısa bir müddet sonra da Peygamber Efendimizin (asm) oğlu İbrahim vefat etmiştir. İki vefat arasında az zaman oluşu sebebiyle ciğerparesinin kabre konuluşu sırasında: “Oğlum, bizden evvel âhirete intikal eden Osman bin Maz’un’a kavuş” buyurmuşlardır. Osman bin Maz’un (ra) vefatından sonra Baki Mezarlığına defnolunmuştur. Hz. Aişe’nin (ra) rivayetine göre, Peygamber Efendimiz (asm), Osman bin Maz’un’un (ra) cenazesini öpmüştür. (Hafız Ali Rıza, Bedir Mücâhidleri, s. 154) Kuleönülü Mustafa İstikbâle Lâyıktır Bedîüzzaman Hazretlerinin Isparta’da ikamet ettiği bağlardaki köşkte, o sıralarda vukûa gelen bir hadiseyi Hüsrev Efendi şöyle anlatıyor: “Kurban arefesinden bir gün evvel, Üstâdım gezmeye gidecekti. At getirmek üzere beni gönderdiği zaman, Üstâdıma dedim; “Sen aşağıya inme, ben kapıyı arkasından örtüp odunluktan çıkacağım.” Üstâdım; ‘”Hayır!” dedi; “Sen kapıdan çık” diyerek aşağıya indi. Ben kapıdan çıktıktan sonra kapıyı arkasından sürgüledi. Ben gittim, kendisi de yukarıya çıktı. Sonra yatmış. Bir müddet sonra Kuleönülü Mustafa, Hacı Osman’la beraber gelmişler. Üstâdım hiç kimseyi kabul etmiyordu ve etmeyecekti. Hususan o vakit iki adamı beraber hiç yanına almaz geri çevirirdi. Hâlbuki bu makamda bahsedilen kardeşimiz Kuleönülü Mustafa, Hacı Osman’la gelince, kapı güya lisan-ı hal ile ona demiş ki; “Üstâdın seni kabul etmeyecek fakat ben sana açılacağım” diyerek arkasından sürgülenmiş kapı kendi kendine Mustafa’ya açılmış. Demek Üstâdımın onun hakkında “Mustafa istikbâle (karşılanmaya) lâyıktır” diye söylediği sözü istikbâl gösterdiği gibi, kapı da buna şâhid olmuştur.” 10 Kasım 1922Sultan 6. Mehmed Vahideddin Son Selamlığa Katıldı Osmanlı Padişahları açısından zaman­la bir gelenek hâline gelen Cuma Selâm­lığının sonuncusu 10 Kasım 1922’de Yıl­dız’daki Hamidiye Câ­miinde yapıl­dı. Hutbede Sultan 6. Meh­med Vahided­din için sadece “Emîr’ül-mü’mînîn, ha­life-i Rasûl-i Rab­bül-âlemîn” ifadesi kul­la­nıldı. Asırlardan beri, ilk defa Sultan-Ha­life ifadesi kullanılmamıştı. Sultan, İs­tanbul’dan ayrıldıktan dört sene sonra 16 Mayıs 1926’da İtalya’nın Sanremo şehrindeki Villa Magnolli’de kalp krizi neticesinde vefat etti. Naaşı, vefatının ardından Şam’a getirilerek, Sultan Selim Camii haziresine defnedildi. 03 Kasım 644Hz. Ömer’in (ra) Şehâdeti Hz. Ömer (ra) 23 (644) yılı haccını eda edip Medine’ye döndüğü günlerde, Mugīre bin Şu‘be’nin (ra) Basra valisi iken edindiği kölesi Ebû Lü’lü, Hz. Ömer’e (ra) müracaat ederek efendisinin kendisinden fazla ücret aldığını söyleyerek ve bunun azaltılmasını istedi. Halife, onun demircilik, marangozluk ve nakkaşlık yaptığını öğrenince Mugīre bin Şu’be’nin (ra) kendisinden aldığı ücretin fazla olmadığını bildirdi. Bunun üzerine Ebû Lü’lü ertesi gün sabah namazında hançerle Hz. Ömer’i (ra) yaraladı ve Müslümanların elinden kurtulamayacağını anlayınca kendini öldürdü. Hz. Ömer (ra), Oğlu Abdullah’ı Hz. Âişe’ye (ra) yollayarak Peygamber Efendimizin (asm) hücresine, Rasûlullah’ın (asm) ayağının dibine defnedilmek için izin istedi. Hz. Âişe (ra), kendisi için düşündüğü bu yeri ona vermeyi kabul etti. Hz. Ömer (ra), üç gün sonra vefat etti (26 Zilhicce 23 - 3 Kasım 644). Cenaze namazını Suheyb b. Sinân (ra) kıldırdı. 17 Kasım 2006111. ElementRöntgenyum Adını Aldı Röntgenyum, eski adıyla Unununyum (Uuu), 1994 yılında keşfedilen yapay bir elementtir. Atom numarası 111 olup; periyodik cetvelde Rg simgesi ile gösterilir. Geçiş metalleri sınıfına girer, fiziksel özellikleri bilinmemektedir. Unununyum; periyodik cetvelde 7. periyotta, 1B grubunda ve d bloğunda bulunan bir geçiş elementidir. İlk kez 8 Aralık 1994'te Almanya'nın Darmstadt kentinde GSİ parçacık hızlandırıcısında Bizmut-209 ve Nikel-64 izotoplarının birleştirilmesi ile 272 atom kütlesine sahip izotopu elde edilmiştir. Sonradan bilinen izotop sayısı üçe çıkmıştır. 2006 senesinde Fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen'in anısına Röntgenyum (Roentgenium) olarak ad­landırılmıştır.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiBiz Kendimize Çeki Düzen Verdiğimiz Zaman...
Tarih

Hülagü 1255’te ağabeyi Mengü Han tarafından Ortadoğu’da henüz ele ge­çi­ril­memiş toprakların ele geçirilmesi için görevlendirilir. Hülagü, 1258 tari­hinde Bağdat’a girerek Abbasi Halifesi Mutasım’ı keçeye sarıp Moğol atları­nın ayakları altında ezdirerek öldürtür. Şe­hirde katliamlara başlar ve şehri yağmalatır. Kadın, yaşlı, çocuk, hamile demeden bazı kaynaklara göre 200 bin, bazı kay­naklara göre de 400 bin kişiyi katleder. Cami, hastane, saray ne varsa hepsini yok eder. Kütüphaneleri ve tarihi eser­leri yakar, yıkar. Milyonlarca dini ve ilmi eserin büyük bir kısmını Dicle Nehri’ne attırır. Hülagü’nün zalimliğini anlatmak için Dicle’nin günlerce kan ve mürekkep ak­tığı söylenir. Hülagü bir gün, şehrin dışına kurduğu karargâhında, o belde­nin en büyük âlimi ile görüşmek is­tediğini bildirir. Bu haber, âlimler arasında korku ve en­dişeye sebep olur. Kimse Hülagü tara­fından öldürülmek korkusuyla bu da­vete icabet etmek istemez. Bu haber, zamanın genç âlimlerinden Kadıhan’a da ulaşır. Kadıhan, ufak te­fek tıfıl bir gençtir. Daha sakalı bile çıkmamıştır. Böylesine bir daveti ka­bul ettiğini söyleyerek Hülagü ile gö­rüş­meye gidebileceğini bunun için ken­disine bir deve, bir keçi, bir de bir ho­roz verilmesini ister. Böyle bir fedainin ortaya çıkması ulema sınıfını rahatlatır. Çünkü bir kurban bulunmuştur. Hü­lagü’nün şerrinden korkan ulema sınıfı bu isteği hemen karşılar. Kadıhan, hayvanlarla birlikte çadıra varır. Hayvanları çadırın dışında bıra­karak içeriye girer ve kendini tanıtır. Kendisiyle görüşmek üzere geldiğini söy­ler. Hülagü, genci tepeden tırnağa sü­zer ve beklediği tipte biri olmadığı­nı görerek, “Bana göndermek için bula bula seni mi buldular. Gönderecek baş­ka birini bulamadılar mı?” diye sorar. Kadıhan gayet sakin bir şekilde “Gö­rüş­mek için iri yarı, boylu boslu birini istiyorsan, bir deve getirdim. Sakallı yaş­lı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Eğer gür sesli birisiyle gö­rüşmek istiyorsan horoz getirdim. Üçünü de çadırın önüne bıraktım. On­larla görüşebilirsin” der. Hülagü, karşısındakinin sıradan biri ol­madığını anlar ve “Şöyle otur bakalım” di­yerek kendisine yer gösterir ve ilk so­ru­sunu sorar. “Söyle bakalım, beni bu­­raya getiren sebep nedir?” diye so­rar. Kadıhan gayet sakin bir şekilde; “Se­ni buraya bizim amellerimiz getirdi. Allah’ın bize verdiği nimetlerin kıy­me­tini bilemedik. Esas gayemizi unutup ma­kam, mevki, mal mülk peşine düş­tük. Zevk ve sefaya daldık. Cenab-ı Hak da bi­ze verdiği nimetleri almak üzere seni gönderdi” der. Hülagü, ikinci sorusunu sorar. “Peki, be­ni buradan kim gönderebilir?” Cevap çok manidardır. “O da bize bağlı. Benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bi­ze verilen nimetin kıymetini bilir, zevk ve sefadan, israftan, zulümden, bir­biri­mizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen buralarda duramazsın.” Bugün İslam âlemi perişan bir durum­daysa emin olun bunun müsebbibi acaba bizler miyiz? Biz ne zaman kendimize çeki düzen verirsek işte o zaman “en gür sada İslam’ın sedası olacaktır.”

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiİslam Dünyasının İzdüşümü: Filistin Sorunu
Kültür ve Medeniyet

Tüm İslam Dünyasının Mescid-i Aksa’ya olan kurumsal ve duygusal bu aidiyetlerinin bir neticesi de “Mescid-i Aksa veya Kudüs veya Filistin sorunu” üzerinde İslam Dünyasının bir izdüşümünün görülebilmesidir. Sorun bütün İslam Dünyasının sorunudur. Teori ve pratikte hemen her birey ve organizasyon bunu bu şekilde kabul ve tasdik etmektedir. Bu aşamada şöyle bir soru karşımıza sıkça çıkmaktadır. Bu kadar kalabalık bir kitle, bu kadar büyük ekonomik, sosyal ve siyasal hacme sahip İslam Dünyası neden soruna kalıcı ve etkin bir çözüm üretememektedir? Mescid-i Aksa Baskını ve BM’de Çe­ki­len Bayrak Arasında Sürecin Tahlili En cüz’i parçasından en külli yapısına ka­dar, İslam Dünyasını oluşturan bü­tünün parçaları nezdinde, Mescid-i Ak­­sa’nın kıymeti malumdur ve tartış­ma­­sızdır. Yani en küçük parça olan her bir bireyden, en büyük siyasi orga­ni­zas­yon olan eski adıyla İKÖ yeni adıyla İs­lam İşbirliği Teşkilatı’na kadar, her ka­demedeki insani, siyasi, iktisadi, sos­yal bütün yapılar ve unsurların Mes­cid-i Aksa’ya bakışı ve yaklaşımının, İs­­lam Dünyası içerisinde yaşanan veya İs­­lam Dün­yasının muhatap kaldığı di­ğer sorun­lara na­zaran farklı olduğu söyle­nebilir. Filistin coğrafyasında yaşanan, muha­faza ve özgürlük mücadelesini farklı kı­lan hususiyet, bu coğrafyada geçmiş­ten günümüze değin yaşananların insani ve siyasi cihetlerinin yanı sıra sağlam, kök­­lü ve İslam Dünyası içerisinde her­kes­­çe kabul edilen, tartışmasız İsla­mi unsurların ve temellerin de bu­lun­ma­­sı­dır. Mescid-i Aksa’yı da içinde ba­rındıran Filistin coğrafyasında yaşa­nan­ların, Mescid-i Aksa ile bağlantısı bu­lunmaktan ziyade, bağlantının ötesinde birbirleriyle bir eşitliği ve bütünleşikli­ği söz konusudur.  Yani Gazze’de yaşanan bir hadise de aslında bizatihi Mescid-i Aksa hadiselerinin bir parçasıdır. Mes­cid-i Aksa, İslam Dünyasına ilgi kuru­lan bir husus iken, Gazze bundan ba­ğımsız salt Filistin’in sorunu olarak de­ğerlendirilemez. Sorunun bütünü kimi platform ve ça­lışmalarda Filistin sorunu olarak di­le getirilmektedir. Bu ifade sorunu Fi­lis­tin özeline indirgeyen algısal bir ya­nılgıya düşme ihtimalini de ba­rındı­ra­bil­mek­tedir. Sorunun doğru tanımlanması için da­ha genel anlam taşıyan ve sorunu bir üst ba­samağa çeken “Mescid-i Aksa ve­ya Ku­düs sorunu” olarak telaffuz et­mek, sorunu doğru tanımlamak açı­sından daha uygun olacaktır. Sorun is­ter Filistin sorunu olarak adlandırıl­sın, isterse Kudüs veya Mescid- Aksa sorunu olarak adlandırılsın sorunun ma­hiyeti aynıdır. Mevcut haliyle sorun “Filistin’in sorunu” değil “Filistin soru­nudur” ve Bütün İslam Dünyasına aittir. İslam Dünyasını Birleştiren Yegâne Unsur Olmuştur Mescid-i Aksa’nın ve onun sorunlarının tüm İslam Dünyasına ait olduğunun ve İslam Dünyasının da bu aidiyetin far­kında olduğunun tezahürü olan ha­diseler, yakın tarih içerisinde çokça mü­şahede edilmiştir. Mescid-i Aksa’nın ya­kın tarih içerisinde çok defalar yakılma ve tahrip edilme girişimlerine maruz kalması, bu aidiyetin somut olarak gös­terilmesini sağlayan gelişmelerin de te­tikleyicisi olmuştur. 21 Ağustos 1969'da Denis Ruhan isim­li bir Yahudi tarafından Mescid-i Ak­sa’nın kundaklanması, yakılması İslam Dünyasının Mescid-i Aksa’ya olan has­sasiyetinin ilk tezahürünü ortaya çıkar­mıştır. 21 Ağustos tarihinden sadece 20 gün sonra 11 Eylül 1969 tarihinde Fas Kralı bütün Müslüman ülke devlet başkanlarına bir mesaj göndermiştir. “Hepimizin inandığımız İslâm birliği an­­layışına ve bütün dünyadaki Müslü­man­­ların, özellikle El-Aksa mescidine kar­­şı girişilen çirkin suikast üzerine, dev­let ya da hükûmet başkanlarının top­­lanmaları yolundaki isteklerine uya­rak ve 8-9 Eylül 1969 tarihlerinde Ra­bat’ta toplanan İran, Malaysiya, Nijer, Pakistan, Suudi Arabistan, Somali ve Fas temsilcilerinden meydana gelen hazırlık komitesinin tavsiyesini göz önüne alarak sizi 22-24 Eylül 1969 tarihleri arasında, Krallığımızın başkenti Rabat’ta, El-Aksa mescidinin uğradığı felâketi ve Kudüs şehri sorunundaki tutumlarımızı birleştirmek için yapılacak İslâm zirve toplantısına katılmaya davet ediyoruz..” İfadelerinin yer aldığı bu çağrı, Mescid-i Aksa ve yaşanan hadiseler üzerinden olmuştur. Toplanılması talep edilen tarih, çağrı­dan sonra 10 ay, yakılma olayının ise 1 ay sonrasına denk düşmektedir. Bu çağrılar, girişimler sonucunda 25 Eylül 1969’da İslam Zirve konferansı düzenlenmiştir. Devamında 1970 yı­lında yapılan toplantılar ile örgütlen­me yolunda önemli adımlar atılmış ve 1972 yılında Cidde'de yapılan Üçüncü İslam Dışişleri Bakanları Konferansında ise, “İslam Konferansı Şartı” kabul edilmiştir. Nihayetinde eski adıyla İs­lam Konferansı Örgütü (İKÖ) yeni adıyla İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) kurulmuştur. Bütün İslam ülkelerinin tek bir çatı al­tında yer aldığı, bu çatı örgütü çok kısa sürede ortaya çıkaran ana un­sur Mescid-i Aksa olmuştur. Bu ör­gütün işlerliği, fonksiyonu, varlığının gü­nü­müzdeki etkinliği, konumunun tartışılması vb. bir tarafa konulduğunda dikkatlerden kaçan şu husus ön plana çıkacaktır; yakın siyasi tarih içerisinde belki de son 100 yıl içerisinde bütün İslam Dünyasını bir araya getirebilen tek hadise Mescid-i Aksa olmuştur. Mescid-i Aksa’nın tetiklediği bu bir­liktelik (etkinliği, fonksiyonu vb. bir ke­nara konulduğunda) günümüzde yi­ne varlığını devam ettirmektedir. İslam Dünyasının son yüz yıldır değişik coğrafyalarda dini, siyasi ve ekonomik sıkıntılı hadiselerle yüz yüze kaldığı bir vakıadır. Bu hadiselerin kimi bölgesel kimi küresel ölçekte olmuştur. Ancak bu hadiselerin hiç birisi Mescid-i Ak­sa’nın birleştirici gücüne sahip olama­mıştır. Pek çok hadisede, pek çok İslam ülkesi, uluslar arası sistem, bölgesel ve küresel dengeler hesaplar üzerinden po­litika geliştirmiş, tam bir ittifak temin edilememiş hatta ihtilaflar üretilmiştir. Uluslar arası dengeler hesaplanmadan, hesapsız ve kitapsız bir surette kısa za­man içerisinde Mescid-i Aksa üze­­rinden yapılan çağrılarla bir araya gelinmesi, Mescid-i Aksa’nın İslam Dünyası nez­dinde değeri ve sahip olduğu potan­siyelin somut bir örneğidir. İslam Dünyasının İzdüşümü Tüm İslam Dünyasının Mescid-i Ak­sa’ya olan kurumsal ve duygusal bu ai­di­yetlerinin bir neticesi de “Mescid-i Aksa veya Kudüs veya Filistin sorunu” üzerinde İslam Dünyasının bir izdü­şü­münün görülebilmesidir. Sorun bü­tün İs­lam Dünyasının sorunudur. Teo­ri ve pra­tikte hemen her birey ve organizasyon bunu bu şekilde kabul ve tasdik etmektedir. Bu aşamada şöyle bir soru karşımıza sıkça çıkmaktadır. Bu kadar kalabalık bir kitle, bu kadar büyük ekonomik, sosyal ve siyasal hacme sahip İslam Dünyası neden soruna kalıcı ve etkin bir çözüm üretememektedir?     İslam Dünyasının etkinsizliğinden veya çözüme yönelik bir şey yapmadığından söz etmek eksik kalacaktır. İslam Dün­yası en zayıf olduğu dönemde bile bu sorunu çözme isteğini İKÖ girişi­mine ilişkin yukarıdaki örnek olay ile ortaya koymuştur. Bu isteğin tezahürü olan bir diğer çarpıcı örnek ise Suudi Arabistan Kralı Faysal ile Henry Kis­singer arasında geçen ve Kissinger’in hatıratında anlattığı şu hadisedir: “Kral Faysal oldukça sinirli görünüyordu, ara­mızda bir diyalog başlayabilmesi ümi­diyle esprili bir dille ona; ‘Uçağımın yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz, uluslararası fiya­tından ücretini vermeye hazırız.’ Kral gü­lümsemedi, kafasını yukarıya kaldırarak sert bir şekilde bana şunları söyledi: ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksâ'da iki rekat namaz kılmaktır. Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?’” Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak müm­kündür. İslam Dünyası bu sorun­la ilgilenmiştir. Sürekliliği olan bu il­gi­lenme arzusunu zımnen taşımış ve zaman zaman göstermiştir. İslam Dün­ya­sının konjonktürel durumunun ve zaman içerisindeki gelişiminin “Mes­cid-i Aksa veya Kudüs veya Filistin sorunu” üzerinde bir izdüşümü olmuş ve bu izdüşüm İslam Dünyasının za­man-ı hazırdaki halini gösteren bir ayna mahiyeti de taşımıştır. İslam Dünyasının 1969 yılında göster­diği refleks ve o refleksin devamındaki düşük yoğunluklu tepkiler ve Filistin’in kat ettiği mesafe ile İslam Dünyasının gelişimi bu izdüşüm üzerinden oku­nabilir. 1969 yılı pek çok İslam ülkesi­nin bağımsızlığını henüz elde ettiği dönemin ertesidir. Başta Arap ülkeleri olmak üzere pek çok İslam ülkesi gerek kendi iç sorunları ve gerekse bölgesel savaşların yorgunudurlar. Ekonomik gelir kaynaklarına yeni yeni sahip ol­maya başladıkları bir dönemdir. Siyasi ve ekonomik olarak zayıf oldukları yıl­lardır.  Aynı şekilde Filistin ve Mescid-i Aksa da buna nispetle bir konumdadır. O gün­den bu güne Mescid-i Aksa, Kudüs, Filistin merkezinde gelişen, halkı da kap­sayan sorunların süregeldiği, defalarca yakılma girişimlerine muhatap kaldığı tarihi bir gerçektir. Ancak o günden bu güne İslam Dünyasının da ekonomik ve siyasi olarak, nispi ve kısmi bir ge­lişme kaydettiği söylenebilir. Bu halin izdüşümü olarak başkenti Doğu Kudüs olarak hedeflenen Filistin’in devlet ol­ma sürecinin ilerlediği görülmektedir. Hadise iki yönlü seyretmiştir. Bir yö­nüyle sürekli mücadelenin, savaşın, ça­tışmanın, gözyaşının, bombardı­manın içinde yaşayan Filistin; diğer yö­nüyle devlet olma yolunda yavaş, emin, engel­le­nemez adımlarla ilerleyen Filistin. Bu iki yön İslam Dünyasının umum ah­valini yansıtmaktadır. İslam Dünyası bir yanı sürekli kan, gözyaşı, savaş vb. ya­­şarken diğer taraftan ekonomik ve si­ya­si olarak gelişen, bölgesel ve küresel güç olma yolunu zorlayan ülkelere de sahiptir. İslam Dünyası ile eş zamanlı seyre­den, bu izdüşümünün en belirgin teza­hürünü gösteren hadiseler geçtiğimiz ay yani Eylül 2015 tarihinde bir kez daha görülmüştür. 2015 Eylül ayı or­talarında Mescid-i Aksa bir kez da­ha saldırıya ve baskına uğramış, içe­ri­sinde bombalar patlatılmış ve plastik mer­miler kullanılmıştır. Bu hadise İs­lam Dünyasında bir reaksiyon oluş­tur­ma­mıştır. Ancak 30 Eylül 2015 tari­hinde; Filistin, Filistin’in geleceği ve Mescid-i Aksa açsından bir başka tari­hi, önemli hadise daha yaşanmıştır. Fi­listin bayrağı Birleşmiş Milletler binası önünde göndere çekilmiştir. Filistin aynı ay içerisinde birbiri ile zıt ve bir­birinin süreci ile örtüşmeyen iki hadise yaşamıştır. Filistin’in devlet ve Mescid-i Aksa’nın hür geleceği için prosedürler işlemek­tedir. Bu hadise bu prosedür içerisinde önemli bir adımdır. İnsan için uzun, insanlık ve siyasi tarih için uzun olmayan zaman aralıkları ve dilimlerinde gelişen hadiselerin önemini ve büyüklüğünü anlamak için yakın tarihe göz atmak şarttır. Filistin’in bir yandan gözyaşı ve sıkıntı, diğer taraftan devlet olma yolunda ilerleyen iki yönlü seyrüse­ferinde, bir kez daha yaşanan ve zıt­lıklar barındıran bu hadiseler tarihi, gü­nümüzü ve gelişimi doğru okumamız için yeterince veri olmaktadır. Filistin’in diplomatik olarak gelişimi İs­­lam Dünyasının politik gelişiminin iz­­düşümü olduğu kadar, Mescid-i Ak­sa’ya yapılan fiili saldırılara engel olu­na­maması da aynı şekilde İslam Dün­ya­sının durumunun bir başka izdü­şü­mü­dür. Sadece yapılan saldırılara bak­mak bir karamsarlık halini netice vere­ce­ğinden, her iki süreci bir bütün ola­rak görmek sağlıklı olacaktır. İslam Dünyası küresel sistemde yeterli siyasi ve ekonomik güce eriştiğinde bu­nun izdüşümü olarak Filistin’de rahat ve refaha çıkmış olacaktır. Tersinden bir okuma ile Filistin ne zaman hürriyet rahat ve refaha tam ulaşmış olarak gö­rülür ise, o zaman İslam Dünyasının kü­resel konumu da netleşmiş olacaktır. Filistin’in Devlet, Mescid-i Aksa’nın hür­riyet süreci eşzamanlı ve izdüşümlü olarak işlemektedir.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Kasım
Konu resmiGel Ey Gülün Diğer Adı...
İnsan

Senin olmadığın semtler isyan, Kalabalıklar kuru, gülücükler sahte… Bakışı bulanıktır vicdanların. Sensiz tadı yok ürkek bakışların, maskeli âşıkların. Seninle kayboldu ufuktaki son kızıllığın rengi. Bitmeyen bir acının senfonisi var dudaklarımızda şimdi. Etrafımız ateş çemberi Canan. Bosna, Filistin, Çeçenistan Bağdat, İskenderiye ve Humus Mermi yağmuruna tutulurken sokaklar Hazin bir şarkıyı mırıldanır Kudüs   İhtilaf, su-i zan ve kan… Yere düşmezden önce düştü beynimize Dönüştük merhamet dilencisi bir nesile Şehre yağdı sayısız bombalar Şahadet şerbeti içti gelinlik kızlar, Uçurtma uçuran çocuklar   Kirli ellerde, tutkular kırbaçladı zamanı. Tutsaklığımız bu yüzden, kâbuslarımız bu yüzden Ülkülerimiz, ninnilerimiz nisyana teslim çoktan. Diriliş türkülerimiz nasipsiz yorgun düşen yaşlardan…   Ey inananlar! Neden aynı kaynaktan beslenen, aynı sudan içen bizler, Bir kavgaya tutuştuk ki ölümüne Niçin vuran da “Allah” diyor, vurulanda… Kim kimin yanında, kim kime karşı… Ve neden herkes sevdiğine tutkulu, Sevmediğine kezzap bir o kadar. Biri amansız düşman bellerken Diğeri neden göklere çıkarır sevdiğini   Söyleyin ey inananlar! Hangi el Şeddâd’ın, hangisi İsa’nın. Siyah ve beyaz neden suskun hâlâ? Kömürü elmastan ayıran mihenk nerede? Kavramlarımız neden şaşkın iç içe geçmiş kelimelerden. Bölündü sağduyu, kirlendi sessiz yüreklerimiz Çekildi adım adım merhamet iliklerimizden.   Bam teline değdi zulüm. Gelin artık Ebreheyi vuran aziz kuşlar. Nemrutu yakan ateş, Hakkın timsali Zülfikar…   Samimiyetsiz ve naylon suratlarımızla, Konforlu evlerimizde, istiğna tellallığı yapanlarız biz. Büyük binalarda oturan küçük adamlarız şimdi. Lisan kadar yabancı, Merih kadar uzağız sana Kehkeşanlara kaçmış bir fener, nasipsiziz yarasalarız biz. Oysa dualarımızda hep sen vardın, Yakarışlarımızda hep sen. Hep sen olurdun sözlerimizin en başında Sonu gelmez methiyeler yazardık adına Ne oldu da, bu kadar yakınken sana Bir o kadar uzaklığına yakınlaştık.   Ey kâinatın tılsımını açan çilingir! Ey gönlümün yabancısı muamma Tatsız ve ruhsuz bedenimize inat Nehrinden akmaya, Kana kana içmeye geldik Anlamasak da anlamaya geldik Gül kokmak için dikene dost olmaya geldik.   Gel ey gözümün nuru, âlemde her ne varsa sana meftun yar. Gel artık Gülün diğer adı (sav) Gel de yağ gönlümüze, arındır bizleri kirlerimizden…

Necati İLMEN 01 Kasım
Konu resmiİyilik İçin Yollardaydık
İnsan

Kurban, paylaşmanın ve kardeşliğin en cismani bir şekilde vücut bulduğu ve dostlukların pekişmesine vesile olan ibadet.  Bizler bu yıl da kardeşliği yeniden in­şa etmek ve paylaşmanın bereketini tek­rar tekrar yaşayabilmek için yine yol­­lardaydık. Hayrat Yardım ekipleri yer­­yüzünün 4 kıtasında iyilikleri ulaş­tır­mak ve sevinçlere şahitlik etmek üze­re 38 ülkede bayram coşkusu yaşadı. Kurbanın bereketini kardeşlerimize ulaş­­­tır­mak için mesafeler kat ettik, gö­nül­­lerini almak için uzak diyarları ken­­dimize mesken edindik. Bu yıl Avustralya, Bangladeş, Burkina Faso, Çad, Fiji, Gana, Gürcistan, Hindistan, Irak, Kenya, Kırgızistan, Malavi, Ma­lezya, Myanmar, Samoa, Senegal, So­mali, Suriye, Tonga, Türkiye, Uganda, Vanuatu, Filistin, Makedonya, Fildişi sahili uğradığımız ülkelerden sadece birkaçı. 14 bin 400 hisse ile 120 bin ailenin evine konuk olduk. 620 bin ihtiyaç sa­hibinin yüzünü güldürdük. Mazlum diyarlar Suriye ve Filistin Bayramlar mazlumların diyarında bir başka güzel. Suriye ve Filistin halen sı­­cak savaşın etkilerini hissederken bay­­­ramın bir nefes, bir umut ol­ma­sı için kardeşlerimizi bu yıl da yal­nız bırak­madık. Suriye içinde ve ça­dır kent­ler­de kurban dağıtımı gerçek­leş­tirirken, böl­genin gönlü kırık yavru­larına da bay­ramlık hediyeler dağıttık. Filistin’de de kardeşlerin yalnız olmadı­ğını hissettirmek için onlarlaydık. Bay­ram­larını hayırlarken, paylaşmayı ve ye­tim yavruları sevindirmeyi de ihmal etmedik. Afrika Afrika kıtası bu bayram da Hayrat Yar­dım ekipleriyle birlikteydi. Bölgede Su­dan, Somali, Uganda, Gana, G. Afrika ve daha birçok ülkeyi ziyaret ettik. Bay­ram vesilesiyle gönüllerini aldık ve pay­laşmanın keyfini hissettik. Afrikalı Müslüman kardeşlerimizle bölgede ihti­yaçları belirlemeyi de ihmal etmedik. Balkanlar Mazimizin büyük bir parçasını oluş­tu­ran Balkan ülkeleriyle birlikte bayram geçirmenin sıcaklığını yaşıyoruz ha­len. Gönülleri sevgi dolu insanlarla bu­luş­manın heyecanıyla kardeşlerle paylaş­manın mutluluğunu yaşadık. Hem bay­ramımızı sevinç içinde geçirdik hem de paylaşarak daha da büyüdük. 20 Bin çocuğun yüzündeki gülümseme Bayramın en kıymetlileridir çocuklar. Onların gönüllerini almak ve sevinç­lerine ortak olmak için her gittiğimiz ülkede yetim yavrularımıza hediyeler hazırladık. Bayram çantası ile onların mutluluğuna şahitlik ettik. Onların sev­­gi, muhabbet dolu yüreklerine daha çok sevgi tohumları ekiyoruz ki geleceği şefkatli ve merhametli eller yükseltsin. Her bayramı heyecan ve coşku ile bek­liyoruz. Kardeşlerin yüzündeki gülüm­semeye şahit olmak, onların dualarına âmin demek için yeniden yenileniyor ve sizlerden aldığımız destekle tekrar ta­zeleniyoruz.

Mucahit ÇİÇEKSOY 01 Kasım
Konu resmiOsmanlı’nın son Başkenti İstanbul Osmanlı’nın III. Başkenti (1453-1923)
Tarih

Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye, 1299-1923 yılları arasında varlı­ğını sürdürmüş bir Türk–İs­lâm devletidir. İstanbul, Fatih Sul­tan Meh­met tarafından fethedildiği 1453 yılından Osmanlı Dev­­leti’nin sonu olan 1923 yı­lına kadar 470 yıl başkentlik yapmıştır.  Osmanlı sultanlarından II. Mehmed Hân'ın 29 Mayıs 1453'te Bizans İm­paratorluğunun başşehrini almasıyla ka­vuşulan mübârek fetih, Türk-İslâm tari­hinde çok önemli bir yer tutmaktadır. İstanbul'un fethi, İslâmiyet'le beraber ortaya çıkan mukaddes bir ideâl, yüce bir gâyedir. Bu ulvî gâye uğruna önce Araplar, sonra da Türkler, İstanbul surları önünde seve seve cân vermişlerdir. İstanbul, 1453'e kadar çeşitli millet, dev­let ve topluluklar tarafından bir­çok defa muhâsara altına alınmıştır. Pey­­gamber Efendimiz (sav)’in; "Kos­tan­tiniyye (İstanbul), muhakkak fethe­di­le­cektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir."  hâdis-i şerîfi, bütün Müs­lü­man sultan ve kumandanların bu şeh­ri fethetmek arzu ve gayretlerini ha­rekete geçirmiştir. Müslümanlar, feth-i mübîn'i gerçekleştirmek için pek çok teşebbüs­te bulundular. İslâm âleminde dört hali­fe, Emevîler, Abbasîler ve Osmanlılar devrinde en büyük ideâl hâline gelen İs­tanbul'un fethine ilk teşebbüs, III. halîfe Hz. Osman devrinde, 655 sene­sinde yapıldı. Emevîler devrinde Hz. Muâviye, oğlu Yezid kumandasında bir orduyu İstanbul'u muhâsara için gön­derdi. Bu muhâsarada büyük sahâ­belerden Hz. Ebû Eyyub el-Ensârî de bulunuyordu. 669 baharında kuvvetli bir şekilde muhasara edilen İstanbul, feth olunamadı. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî bu kuşatma sırasında vefât edip, İstanbul surları yakınına defnedildi. Şehir, 1391 yılından başlayarak Osman­lılar tarafından kuşatılmaya başlandı. 1396'da I. Bayezid (1389-1403), Kara­deniz'den gelecek yardımları önlemek için kentin Anadolu yakasına bir hisar yaptırdı. Kenti almaya kararlı olan II. Mehmed de (1451-1481), Bizans'a Kuzey'den ge­lecek yardımları her iki taraftan Bo­ğaz'ı tutarak önlemek için bu de­fa kentin Avrupa yakasına Rumeli Hi­sarı'nı inşa ettirdi. Hisar, İstanbul'un ku­şatılmasından bir yıl önce, dört ay gibi çok kısa bir sürede tamamlandı. Planı, engebeli tepelere uyacak bi­çim­de kusursuz hazırlanmıştı. Surlar üze­rindeki üç kuleyi II. Mehmed'in vezir­leri yaptırdıklarından onların adıyla Halil Paşa, Zağanos Paşa ve Sarıca Paşa olarak adlandırıldı. 2. Mehmed, Bizans Surları'nı yıkacak güçteki topları yaptırmak üzere Av­rupa'dan ustalar getirtti. Artık her şey hazırdı. 1453 yılının Mart ba­şında Osmanlı kuvvetleri kentin çev­resinde toplandılar. 4 Nisan'da ku­şatmayla birlikte Marmara'ya ba­kan sur­lar toplarla dövülmeye baş­landı. Bi­zanslılar, Haliç surlarına ula­şabil­mek için Haliç'in ağzını ka­patan zin­ciri Osmanlı gemilerinin aşa­maya­ca­ğından çok emindiler. Hiç dü­şüne­medikleri olay gerçekleşti, 22 Ni­san'ın gece karanlığında II. Mehmed, do­nanmasından elli parça gemiyi kara ta­rafına kurdurduğu ahşap kızaklardan kaydırarak Dolmabahçe'den büyük bir başarı ile Kasımpaşa'ya indirip Ha­liç'e soktu. Gemiler, Haliç'te suya in­dirildiğinde Bizans'ın direnecek moral gücü de kalmamıştı. 29 Mayıs sabaha karşı yapılan taarruz­la Topkapı'daki kara surları yıkıldı. Aynı gün, II. Mehmed at üzerinde kente girerek, Ayasofya'da namaz kıl­dı. Osmanlı töresine uygun olarak şeh­rin katedrali olan Ayasofya Kilisesi, ca­miye çevrildi. Bu fetihle beraber 1000 yılı aşkın süredir devam eden Bi­zans İmparatorluğu son bulmuş, Or­ta Çağ kapanıp Yeni Çağ açılmış, Orta­doks Kilisesi Osmanlılar'ın hima­yesine girmiş, II. Mehmed Fatih un­va­nını al­mış ve Osmanlı Devleti, İmpa­ra­tor­­luk ol­muştur. Ayrıca bu fetih İtal­ya'da Rö­nesans hareketlerinin başla­ma­­sına, Coğ­rafi Keşifler'in gerçek­leş­­­mesine ve feodalitenin ortadan kalk­­­masına ze­min hazırladığı gibi Os­manlı İm­pa­ratorluğu'nun İslâm dün­ya­­sındaki saygınlığını yükseltmiş ve ye­ni başkentinin İstanbul olmasını sağ­lamıştır. Fetih öncesi dönemden kalanlarla bir­likte, Anadolu'nun değişik yörelerinden gelenler, şehirde bir renklilik meydana getirdiler. Nüfusu böyle bir renkliliğe dönüşen İstanbul'da göç edenlerin ge­tirdiği yerel kültürler şehrin doku­su­­nu zenginleştirmiştir. Bizans altya­pı­ları üze­­­rinde Osmanlı'nın temel kurum­ları­nın binaları yükselmeye başlamış, Os­manlı kimliğine uygun bir gelişme gös­termeye başlamıştır. Yalnızca sultanlar ve aileleri tarafından yaptırılabilen ve birden fazla minaresi olan camilere sultanın çoğulu olan "Selâtin" camileri denilirdi. İstanbul'un ilk Selâtin camisinin yer aldığı Fatih Külliyesi bütünüyle simetrik bir düzen içinde şehrin merkezine yerleştirildi. Cami, medrese, tâbhane, darüşşifa, çarşı ve hamamdan oluşan külliyenin mimarı Atik Sinan'dır. İstanbul'a külliyeler ve büyük camilerle birlikte, hanedan men­supları ve devletin ileri gelenleri, vezir camileri denen küçük külliyeler yap­tırdılar. 668 yılında Emevilerce gerçekleştiri­len İstanbul kuşatmasında şehit düşen Eyyub el-Ensârî adına 1459'da Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Eyüb Sultan Camii, medrese, imaret ve hamamı ile birlikte bir külliye oluş­turdu. Osmanlı hükümdarlarının kılıç kuşanma törenleri bu camide yapıldı. 1472'de başlatılan Topkapı Sarayı in­şaatı, 1478'de tamamlanmış, daha son­raları dönem sultanları tarafından ya­pıya yeni bölümler eklenmiştir. Fa­tih'ten sonra gelen Sultan II. Bayezid 1500-1505 yılları arasında Bayezid Kül­liyesi'ni yaptırdı, yapı her bakımdan Türk mimari tarihinin en önemli hal­kalarından birini teşkil etmektedir. 1. Selim, 1517'de Mısır Seferi dö­nü­şünde kutsal emanetleri getirip halife unvanını aldı, İstanbul halifeliğin ve İslâmiyet'in merkezi haline geldi. Da­ha sonraki dönemlerde, özellikle Kâ­nûni Sultan Süleyman döneminde Os­man­lı'nın yeni başkenti, Mimar Si­nan'ın yapılarıyla kişiliğini kazanmaya başla­mıştır.

Mustafa YILMAZ 01 Kasım
Konu resmiKafamızı Karıştıran Sorular ve Cevapları
Sağlık

Merhaba irfan mektebi okurları… Bu ayki yazımda çok sık cevapladığım birkaç sorunun cevabını paylaşmak istiyorum… Ispanak Yemeğini Yoğurtla Yemek Zararlı Mıdır? Ispanak, pazı, pancar yaprağı gibi seb­zelerden yapılan yemekler toplu­mu­muz­da yoğurtla birlikte yenir. Bu­­nun sağlık açısından bir zararı yok­tur. Ispanağın yoğurtla birlikte yen­­me­­­mesine dayanak olarak yo­ğurt­taki KAL­SİYUMUN vü­cut için ya­rarlılığının azalması göste­ri­lir. Ispa­nak­ta bulunan ve ıspanağın içer­diği mad­delerden biri olan OKZALAT denilen madde, ince bağırsaklarda kal­siyumla bağlanarak kalsiyumun emi­limini ve bu nedenle yararlılığını azaltır. An­cak, ıspanak okzalat içerdiği kadar kal­si­yum­dan da zengindir. Ispanaktaki okzalat kalsiyumun hepsini bağlaya­maz. Tek başına ıspanak yendiğinde bile bir kısım kalsiyum kana geçer. Ok­zalat ıs­panağın içindeki kalsiyumun çoğu ile bağlanmış ola­ca­ğından yo­ğurt­taki kal­siyumun yarar­lılığını fazla etkilemez. Süt ve Yoğurdu Pekmezle Tatlandır­mak Zararlı Mıdır? Bazı kişiler sütü tek başına içme ye­rine biraz tatlandırıp içmeyi tercih eder­ler. Bazı çocuklar da sütü iç­mek istememelerine karşın, biraz tat­lan­dırılmış sütü severek içerler. Ya da anneleri bal yerine pekmez kullanırlar. Yine bazıları ekşi yoğurt yerine tatlandırılmış yoğurdu severler. Süt ve yoğurda pekmez katılarak tatlandır­ma­nın kalori değerlerini biraz arttırma dı­şında sağlık açısından bir sakıncası yoktur. Süt ve yoğurda pekmez katılmasının zararlı olduğu görüşü, pekmezde bu­lu­nan kan yapıcı demir ile süt ve yo­ğurtta bulunan kemik geliştirici kal­siyum arasındaki zıt etkileşimdir. Bu iki mineral ince bağırsakların aynı bö­lümünden emilerek kan dolaşıma ge­çerler. Biri çok alındığında diğerinin emilimi azalır. Pekmez hem demirden hem de kalsiyumdan zengindir. Süt-yoğurt ise kalsiyumdan çok zengindir, çok az demir içerir. Bir bardak süt veya yoğurda katılacak bir kaşık pekmezle bu olumsuz etkileşim fazla önem taşımaz. Bunun yanında kansızlığın tedavisi için demir hapı alınıyorsa bu hap süt veya ayranla içilmemeli, mümkünse yemek aralarında su ile içilmelidir. Hap ve pek­mezin metabolizmada geçirdiği süreçler farklıdır. Karalahana Guatra Sebep Olur mu? Lahana, kış mevsiminin önemli sebze­lerindendir. Genelde üç türü ülkemiz­de yetiştirilir. Bunlar; beyaz baş lahana, kırmızı baş lahana ve karalahanadır. Ka­ralahana daha çok Karadeniz Böl­ge­sinde yetişir. Lahana özellikle C vitamini, E vitamini ve karotenoidler yönünden zengindir. Yenebilen 3-4 yap­rak karalahana insanın günlük C vi­tamini ihtiyacının yarısını karşılar. La­hana, turp, şalgam gibi sebzelerde guatr yapıcı maddelerin olduğu bilin­mektedir. Ancak, bu maddelerin daha çok bitkilerin tohumlarında yer aldığı, yenen yaprak ve yumrularında az mik­tarda bulunduğu bildirilmektedir. Gün­lük normal miktarlarda yenen la­hana, turp ve şalgamla alınabilen az miktar­lardaki guatr yapıcı maddelerin guatrın oluşmasında önemli etkisi olmadığı, araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Basit guatr olarak bilinen tiroid bezi­nin büyümesinin esas nedeni iyot ye­tersizliğidir. Genellikle, iyot toprağın yüzey kısımlarında bulunur. Dağlık yö­relerde yağmur sularıyla toprağın iyot­lu kısmı denize aktığından, top­rakta iyot azalabilmektedir. Kara­de­niz gi­bi bu bölgelerde yetişen top­rak­lardaki bit­kilerde, o yöre bitkileri ile beslenen hayvanların et, süt ve yu­murta­larında da iyot yetersiz olacaktır. Bu yörelerde yaşayan insanlar besinleri sürekli az iyot aldıklarından, iyodu kullanarak çalı­şan tiroid bezinin büyümesine se­bep olmaktadır. Bu durumda guatr gö­rül­mektedir. Ülkemizde lahana, şalgam, turp gibi sebzelerin tohum kısımları yenme­di­ğinden, guatr oluşumunda bu sebze­lerin önemli rolü yoktur. Toparlayacak olursak guatra sebep olan bu sebzelerin yenmesi değil, toprakta yağışlar sebe­biyle oluşan iyot kaybının bir sonucu olarak vücüda yetersiz iyot alımının neticesinde guatr oluşmaktadır.

Edibe BEKİN 01 Kasım
Konu resmiİnsan Vücudunda Sıhhat ve Denge (1)
Sağlık

İnsan vücudundaki organlarda ve organların çalışmalarında da mükemmel bir denge görülmektedir., İnsan vücudu sistemlerden, sistemler or­ganlardan, organlar dokulardan, do­ku­lar hücrelerden oluşur. Her biri­min kendine göre bir vazifesi vardır. Bu­nunla beraber her birim –alt ve üst- di­ğer birimlerle ortaklaşa bir çalışma ya­par. Her birimin kendi bünyesinde ve diğerleriyle beraber ortaklaşa yaptığı ça­lışmalarda harikulade bir yardımlaşma, ahenk ve denge vardır. Bu yardımlaşma veya dengeler sayesinde hayat devam eder, onlardan birinin bozulması insan hayatını tehlikeye sokar. Buzdolaplarında bilindiği gibi bir ısı düzenlemesi yapılmıştır. Bu düzenle­meyle buzdolabı ısısı daima sabit tutu­lur. Örneğin buzdolabının -1 dereceye ayarlandığını düşünelim. Buzdolabının kapısı her açıldığında veya bir şeyler konulduğunda buzdolabının harareti artar. Böyle durumlarda buzdolabı oto­matik olarak çalışmaya başlar ve ısıyı tekrar -1 dereceye getirinceye kadar ça­lışır, o dereceye gelince de durur. İnsan vücudunda da kudret-i ilahi tara­fından buna benzer bir ayar yapıldığı görülmektedir. (Tıp dilinde buna oto­nom sistem denilir.) Örneğin acıktığı­mız zaman kandaki şeker oranı düşer. Bu ise insanda açlık hissini netice verir. Yemek yenilip de insan doyduğunda tok­luk hissi ortaya çıkar ve yemeğe olan ihtiyaç hissi durdurulur. Benzer bir faa­liyette alyuvarlarda görülür. Kandaki alyuvarlar azaldığında ilikler faaliyete geçer ve alyuvar üretirler. Alyuvarlar belli bir miktara ulaştığında iliklerdeki üretim durdurulur. Yeme ihtiyacı ve alyuvarların üreti­minde olduğu gibi hemen hemen vü­cuttaki bütün faaliyetlerde benzer bir ayar yapıldığı görülmektedir. Vücutta her hangi bir eksiklik olduğunda or­ga­nizma faaliyete geçmekte, ihtiyaç te­min edildiğinde ise faaliyet durdurul­maktadır. Vücutta yapılan dengeleme faaliyetleri­nin bozulmasıyla hastalıklar ortaya çı­kar. Çünkü sıhhat vücudun dengeli olma­sı, hastalık ise bu dengenin bozulması demektir. Eskiden hekimler, vücutta dört sıvının (kan, balgam, safra, sevdâ) olduğunu, bütün hastalıkların bu dört sıvının dengesinin bozulmasıyla ortaya çıktığına inanıyorlardı. Artık bu görüş terk edilmiştir. Fakat hastalıkların dışa­rıdan veya içeriden bir sebeple vücu­dun pek çok dengelerinden birinin bozul­masıyla olduğu da bugün kabul edilen gerçeklerdendir. Vücuttaki bazı dengeler ve bu dengelerin bozulması üzerinde duralım. a. Vitaminler Vitamin, vücuttaki biyolojik olayların normal olmasını ve dengeli gelişmeyi sağlayan organik maddelerdir. Vitamin­ler dışarıdan aldığımız yiyeceklerde ha­zır olarak bulunurlar. Bilim adamları 20 kadar vitamin olduğunu, bunların 14 tanesinin vücut için zaruri ihtiyaç olduğunu söylemişlerdir. Yiyecekler vasıtasıyla dışarıdan aldığı­mız vitaminlerin az veya çok olması vü­cudun dengesini bozar ve hastalıklara sebep olur. Örneğin yüzyıllar öncesinde uzun seferlere çıkan denizcilerde C vi­tamini eksikliğinden kaynaklanan skor­büt de­ni­len hastalık görülmüş ve bu yüzden çoğu ölmüştür. Daha sonraları portakal, limon gibi meyvelerin bu hastalığa iyi geldiği anlaşılmıştır. Bu tür meyvelerde C vitamini olduğu ise 20. Yüzyılda ancak keşfedilmiştir. Demir miktarı Vücuttaki demir miktarında da hassas bir ölçü vardır. Vücudumuzda 4 veya 5 gram kadar demir bulunur. Kan kaybettiren bir has­talık yoksa, vücutta günlük 1 mg civarında demir kaybı olur. Fakat alı­nan gıdalardaki demir sayesinde bu kayıp telafi edilir. Ayrıca demirin vü­cutta birikmemesi için Allah tara­fın­dan bir kontrol mekanizması da oluş­turulmuştur. Bağırsakların iç yüzeyini örten hücre tabakasında hassas bir mekanizma tarafından demir vücuda alınır, fazlası frenlenir ya da ihtiyaca göre artırılır. Bu kontrol mekanizması sağlıklı çalış­madığı zaman hastalıklar ortaya çıkar. Vücuttaki demir miktarının azalmasıyla kansızlık, aşırı çoğalması neticesinde de or­ganların fonksiyon bozukluğuna sebep olan hemokromatoz denilen hastalık ortaya çıkar. b. İç Salgı Bezleri ve Denge Vücuttaki en mühim dengelerden biri de iç salgı bezlerinin salgıladıkları hor­mon­larda görülür. İnsan vücudunda hormon salgılayan değişik iç bezleri vardır. Bu bezler sal­gıladıkları hormonları doğrudan kana bırakırlar. Kana karışan bu hormonlar da insan vücudunda değişikliklere se­bep olurlar. Eğer bu hormonlar vücudun ihtiyacından az veya çok salgılanırsa vü­cuttaki denge bozulur. Bunların bir kaçı üzerinde duralım: Beynin arka tarafında bulunan hipo­fiz bezinin ürettiği hormonlardan biri büyüme hormonudur. Salgılanan büyü­me hormonu eğer ihtiyaçtan az olursa kişinin büyümesi yavaşlar, cücelik or­taya çıkar. Eğer hormonda fazlalık olur­sa bu defada aşırı büyüme –devlik- ortaya çıkar. Nefes borusunun ön kısmında olan tiroid bezinin salgıladığı hormon ise, beden metabolizmasını, oksijen kulla­nımını ve vücut ısısını ayarlar. Eğer tiroid bezi hormonu fazla olursa kişi çabuk heyecanlanır, sürekli gergin olur, uyumakta güçlük çeker, sürekli ter­leme ve kalp atışında artma olur. Eğer hormonda azalma olursa, kişide be­densel ve zihinsel büyüme durur. Kişi kendini cansız ve devamlı yorgun his­seder. Adrenal bezleri “androjen” ve “estrojen” denilen cinsiyet hormonlarını üretir­ler. Her iki hormon erkeklerde ve ka­dınlarda vardır. Fakat erkeklerde androjen, kadınlarda ise estrojen daha bas­kındır. Bu hormonların dengesi bo­zulursa kişinin fiziki yapısında ve davranışlarında değişmeler olur. Eğer bir kadında erkeklerde baskın olması gereken androjen baskın olursa sesi kalınlaşır, yüzündeki tüyler sakala dönüşür. Bir erkekte kadında olması gereken estrojen baskın olursa sesi incelir, sakalı çıkmaz, göğüste büyüme başlar.  c. Kalp ve kan basıncı Kalbin çalışmasında da mükemmel bir denge hali görülmektedir. Kalp kasılıp gevşeyerek dakikada yak­laşık 70 defa atar ve her kalp atımında yaklaşık 70 ile 100 cm3, dakikada ise 5 litre kanı atar damarlara pompalar. Kalbin bu pompalama esnasında da­marlara yaptığı basınca tansiyon denir. Bu basınç sayesinde kan bütün vücudu dolaşarak organ ve dokuların ihtiyaçları giderilir. Böylelikle insan hayatı devam eder. (Devam Edecek)

İdris TÜZÜN 01 Kasım
Konu resmi“Kelime-i Şehâdetin burhânı içindedir” (2)
İnsan

Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği Ri­sale-i Nur külliyatına bakıldığında Hz. Pey­gambere (sav) iman etmeyen kişi­nin ebedi saadete ermesinin mümkün ol­ma­ya­cağı görülmektedir. Bediüzzaman, imanın ancak Hz. Peygamberi (sav) kabul et­mek­le tamam olacağını savunmaktadır. Hz. Muhammed’i (sav) duyduğu ve bildiği hal­de Onu peygamber olarak kabul etmeyen insanların Müslüman olmayacağını, iman sahibi kabul edilemeyeceğini ve kâfir olduk­larını, kelime-i şehadetin iki cümlesinin bir­birinden ayrılamayacağını söylemektedir.  Cenab-ı Hak­kın âdeti, âlemde kurduğu bu düzen in­sanların peygambersiz yapamaya­cağını gös­termektedir. Beşeriyette, peygam­berlik bir zorunluluktur. Görüldüğü üzere toplumsal hayatı bir pey­gambere muhtaç olarak yaratan yüce Allah, insanların bu ihtiyaçlarını peygamberler göndererek gidermiştir. Hem yüce Allah, Hz. Muhammed’in (sav) peygamber olduğunu göstermek üzere O’na Kur’an-ı Kerim’i indirmiştir. Bu Semavî kitapla O’nun peygamberliğini te­yit etmiştir. Hem Hz. Muhammed’in (sav) peygamberlik davasındaki haklılığını is­patlaması için ona birçok mucizeler de vermiştir. İnsanların dünya ve ahiret saadet­lerini temin etmek üzere eline bir şeriat vermiştir. Demek oluyor ki yüce Allah, Hz. Mu­hammed’in (sav) peygamberliğini ispat­laması için gerekli bütün imkânları O’na vermiştir. Hz. Peygamberin (sav) ken­disinde, hayatında, davasında, karşılaştığı olayların üstesinden gelmede, başarısında yüce Allah’ın varlığının delilleri görün­mektedir. Kısacası Resul-ü Ekrem’e (sav) verdiği her türlü nimetlerle başarıya ulaş­tıran yüce Allah’tır. Kelime-i Şehadetle ilgili olarak son zamanlarda tartışılan önemli bir konuya da değinmekte yarar olacaktır. O da Müslüman olmak için yalnız  اَللهُ اِلاَّ اِلٰهَ لاَ اَنْ اَشْهَدُ cümlesinin yeterli olacağı iddiasıdır. Haşa  عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ مُحَمَّدًا اَنَّ وَاَشْهَدُ cümlesine gerek olmadığıdır. Bu konuyu Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerini eksik alıntılamak veya tahrif ederek alıntılamak şeklinde de temellendirme gayretleridir. Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği Ri­sale-i Nur külliyatına bakıldığında Hz. Pey­gambere (sav) iman etmeyen kişi­nin ebedi saadete ermesinin mümkün ol­ma­ya­cağı görülmektedir. Bediüzzaman, imanın ancak Hz. Peygamberi (sav) kabul et­mek­le tamam olacağını savunmaktadır. Hz. Muhammed’i (sav) duyduğu ve bildiği hal­de Onu peygamber olarak kabul etmeyen insanların Müslüman olmayacağını, iman sahibi kabul edilemeyeceğini ve kâfir olduk­larını, kelime-i şehadetin iki cümlesinin bir­birinden ayrılamayacağını söylemektedir. Be­diüzzaman Hazretleri’nin bu konudaki gö­rüşlerini aynen naklediyoruz: “Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şa­hid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet, ulûhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Mu­­hammed Aleyhisselâm, Sâni-i Zülcelâle zâ­tıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir.” Mektubunuzda “Mücerred (yalnızca) [la ila­he illallah] kâfi midir? Yani [Muhammedün Resulullah] demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki: Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz. (…) Peygamberi işiten ve davasını bilen âdemler onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız [la ilahe illallah] kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul değil, belki o kabul-i ademdir ve o inkârdır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev’-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr eden âdem, elbette hiç bir cihette hiç bir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter. “Kâfirin iki mânâsı vardır: Birisi ve en mütebadiri dinsiz ve münkir-i Sâni de­mektir. Şu mana ile ehl-i kitaba ıtlak etme­ye hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberi­mizi ve İslamiyet’i münkir demektir. Şu mana ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar.” Üstad “İşaratü’l-İ’caz” adlı eserinde “Onlar sana indirilene ve senden önce indirilen­lere de iman ederler” ayetini tefsir ederken, şöyle der: “Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Mu­hammed (sav) ile Kur’ân’a da imân ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (sav) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, haki­ka­tiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Mu­hammed’de (sav) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muham­med (sav) de resulü olduğunu tarik-i evla ile kabul ediniz ve etmelisiniz.” Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i kitabın, tev­hid inancını, Hz. Muhammed’in (sav) pey­gamberliğini ve Kur’ân-ı Kerim’i kabul etmeleri halinde ehl-i necat olacaklarını ifade eden sözlü bir rivayet de şöyledir: 1953 yılında Üstad yanında bir talebesiyle Fener Patriğiyle görüştü ve ona: “Hıristiyanlığın din-i hakikisi kabul etmek, Hazret-i Muhammed’i de (sav) peygamber ve Kur’an-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul etmek şartıyla, ehl-i necat olacaksınız.” dedi. Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum...” deyince Bediüzzaman: “Pekâlâ, siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?” dedi. Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab verdi.

İdris TÜZÜN 01 Kasım
Konu resmiO “Değer” (asm) Hayatımızda Olmadan Başka Değerler Aranır mı?
İtikad

Değer arayışı, doğruluğu ve güzelliği arama teşebbüsü olmalıdır. Bu  arayışta medeniyetimizde izleri ve eserleri bulunan manevi alan ve tesiri ilk günkü tazeliğini muhafaza eden Resul-i Ekrem’in (asm) sözleri ve sünneti seniyyesi temel teşkil etmelidir. O vakit bu arayış netice verebilecek, insanın fikrindeki güzellikler davranışlarda tezahür edebilecektir.  Ortada bir mesele bütün ağırlığı ile durmaktadır: Bunca eğitim öğretim ya­pılsın da insan eğitilemesin. Dağ gibi imkânlar eğitime seferber olsun da şah­siyetler cüce kalsın. Bırakın kâmil insan mertebesine ulaşmayı, beşeriyet taban yapsın. Bu sebepten dolayı olsa gerek “değer” arayışına girilmiş, bir o yana bir bu ya­na can-hıraş bir koşuşturma başlamış. Ferdin meselesinin zamanla içtimai bir mesele haline geldiği gerçeği fark edilmiş, bunların halli için bir çaba başlamış. Evrensel “değer”lere ihtiyaç duyulmuş, eskilerin ifadesi ile “kıymet buhranı”na reçeteler aranmış. Fakat her şeyde maddi gözün taras­su­datının bulunduğu böyle bir za­manda ferd ve millete ahlaki değer­­lerin kazandırılması elbette kolay ol­ma­ya­caktır. Eğer işler yolunda gider, “de­ğer”ler üzerindeki kesif perde kalkarsa iş kaynağına yönelecek, fıtri bir mecrada seyreden terbiye ile büyük bir kazanım gerçekleşecektir. Peki, nasıl olmalı, işe nereden baş­la­malıdır? Bir Referans: Manevi Alanın Kabulü Biliyoruz ki bir işin mukaddimesinde çoğu zaman iyi bir “referans” mesafeleri ve dağları ortadan kaldırabilmektedir. “Değer kazanma ve kazandırma” hadise­sinde de bir referansımız bulunmalıdır elbette: “Manevi alan.” Bu referansın ne kadar yüksek bir tesir gücüne sahip olduğunu anlamamız için kurduğumuz ihtişamlı medeniyetimize şöyle bir nazar etmemiz yeterli ola­caktır. Elbette “iki büyük emanet”in nurani çizgisinde ihtişamla yükselen medeniyetimiz elzem olan “değer kay­nak­larımızı” gözümüze ve gönlü­müze sunacaktır. Şimdi İslam medeniyetinin mührünü kazıdığı coğrafyada fikren seyahat ede­rek sadece şehirlere, hatta şehirlerdeki mimariye bir göz atalım: Camiler, med­reseler, kervansaraylar, köprüler, çeş­meler, vs. vs.… Çoğu kez maddi gözlük­le nazar edilen, hafıza ve cihazlarla ka­yıt altına alma arzusu duyulan bu mi­rasa bir de manevi gözlükle bakalım. Gönül gözüyle arka plandaki ruhu ve manayı zevk ve idrak etmeye çalışalım. Çok geçmeden şu hakikatin farkına va­raca­ğız: Güzelliğiyle insanı cezb eden bu müzeyyen eserlerin temelinde besmele vardır… İki dünya saadetine iştiyak duyan bir niyet vardır… İki Cihan Sultanına (asm) ittiba gayesi vardır. İşte cennet müjdesiyle temeli atılan camiler: “Kim Allah’ın rızasını talep ederek bir mescid inşa ederse Allah ona cennette bir ev inşa eder.” (Buhari) İşte en üstün sadakadan nasiplenmek isteyen ilmin tecessümü medreseler: “En üstün sadaka kişinin ilim öğren­mesi ve öğrendiği ilmi de Müslüman kardeşine öğretmesidir.” (İbni Mâce) İşte yol üzerindeki hayrın kılavuzları kervansaraylar ve köprüler: “Yolunu kay­bedene yol göstermeniz sadakadır.” (Ah­med bin Hanbel) İşte sesinde cen­net nehirlerinden bir iz taşıyan ve baş tacı kitabelerinde hatt-ı Kur’ân ile Hak kelamını okuyan çeşmeler: “Kim susuz birine su ikram ederse Allah ona cennetin misk kokulu içeceğinden içi­rir.” (Ebu Davud) Peki ya insan? Onun imarı? Aynı… Mimarinin teşekkülünde müessir ruh onda da icrasını gerçekleştirmiş. Bu ruhun insandaki mevcudiyeti nasıl in­kâr edilebilir? İslâm’ın ilk günlerinden itibaren teslimiyet ve itaat sırrıyla te­rakki eden yüreklere ve şahsiyetlere tesiri göz ardı edilebilir mi? Elbette edilemez. İşte Kâinat Güneşinin (asm) yanı ba­şındaki Yıldızlar (ra) ve sonra gelenler (ra). Gönüllerin ve akılların istikametli terbiyesinde, kâmil insanların şahsiyet imarında vazife gören daha nice va­ris­ler… Eser: “Sıratı Müstakim”i hedef ittihaz eden on dört asırda dindarâne ömür sürmüş nice ferdler, Din-i Mübi­ne sancaktarlık yapan onca bahtiyar milletler… Acaba “değer nakışlarımızın” atlası olan şehir mimarisini ve insan ruhunu ihya eden, bunlara “elmas-misal” kıymet kazandıran bu dinamikleri (iki büyük emaneti) sahiplenmenin ve en büyük inkılabcı olan Sahib-i Kur’ân olan Efendimize (sav) yönümüzü dönmenin vakti gelmedi mi? Sadece “insan-ı kâmil” hedefi değil, “kardeşlerim” hitabına nail olmak, küçük bir saadet mi? Tekrar soralım: Peki, bu sefer nereden başlayalım? “İlk Adım”a Fırsat Tanımalı! Bazen bir iyilik açılmaz denilen kapı­ları açar. Gönülleri açar. İkinci bir hayatı başlatır, kendi gibi faydalı olan. İyilik ise akıllarda ve fikirlerde var olan güzelliğin fiiliyata dönüşmesidir,  içteki fikrin davranışla dışa yansıtılmasıdır. Güzelliğe ve iyiliğe kaynak olacak fikre çok ihtiyacımız var. Onu bulmalı ve kulaç kulaç rahmetle kucaklaştıracak “ilk adım” hasenesine ulaşabilmeliyiz. Hem ne güzel misalleri var “hava de­ğişimi” meydana getiren bu adımların. Adaletin timsalinin, kızgınlık anında­ki kırılmasını zulümden adalete dönü­şünü hatırlayalım. Kur’ân harfine gös­te­rilen bir hürmet duygusunun dünya mey’inden, tasavvuf mey’ine çektiği “hafi” hayatı hatırlayalım. “Himmet” his­siyle başlayan yolun “hikmet” mıs­ralarıyla devam edişini ilahi kıvamında zevk edelim. Çok değil sadece ama sadece bir adım… Belki de ferd ve milletlerin bulanık ve karmaşık ruh hâllerini değiştirmeye yar­dımcı olacak, vesilelik edecek bir adım... Birazcık temayül.. Hepsi o kadar. Şimdi Rahmet Nebisinin  (asm)’ın zer­relerimize kadar güzelliğin değerini aşı­layan ve hayır ve haseneye davet eden bu “ilk adımlara” yardımcı olacak kelamına kulak verelim. Fırsat: Resulullah’ın (asm) Dilinde “En Hayırlınız!” Hitabı İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır. (Buhari) Sizin en hayırlınız, Kur’ânı öğrenen ve öğretendir. (Buhari) İnsanların en hayırlısı, ahlakı en güzel olandır. (Buhari) Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en ha­yırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım. (Tirmizi) Hayrın menbaı olan daha nice, nice hitap… Her biri içerisinde binler or­man bulunan bir çekirdek. Belki Re­sulullah’ın (asm) huzuruna gelmiş olan bir gönle hitap olarak aşılandı bu haki­katlerden her biri. Nebevi ter­biye­nin tesiriyle bir hayat bir anda ihya oldu belki. İhtida nimetine kavuştu birer birer nasipliler. Ama sadece bununla kalmadı. O sadra şifa olan “kelâm incilerinden” ay­nı frekansta gezinen nice muhtaç, na­sibini aldılar. Çoğu zaman “ilk adım­lar” aynı hakikatlerin sarsmasıyla atıldı. Me­kânlar ve zamanlar mani olamadı bu yönelişlere. Her av, en zayıf yerinden avlandı. Ha­yâsızlık hayâya, zulm adalete, kizb sa­dakate, adavet uhuvvete korkaklık ce­sarete yerini bıraktı. Kalplerdeki daha nice menfi hasletler müspetlerine kalb oldu. Acaba günümüzün terbiye alanındaki hemen her çığlığının ve şekvasının al­tında yatan asli sebep “bu kalb oluşların” kaybolması değil midir? İşte bu yüzden bir kez daha Fahr-i Kâi­natın (asm) her biri manevi bir inci kıymetinde olan sözlerine değer ver­meliyiz. Kendi asrında ve sonrasında ve daha sonrasında ve bugün de de­ğerinden hiçbir şey kaybetmeyen in­cilere… Bulunduğu zamanın “saadet” ola­rak isimlenmesine vesile olan, sonra­ki tüm zamanları da “nuruyla” münev­ver kılacak paha biçilmez incilere… Fesad-ı ümmet vaktinde hayat süren bizler, fırsatı ganimet bilmeli ve çok muhtaç gönüllere o Miftah’ın (asm) ke­la­mında ve hayatında yaşayan de­ğer­leri taşıyabilmeliyiz. Asırları, şehirleri, insan ruhlarını nura gark eden Hz. Muhammed Mustafa’nın (asm) sünneti seniyyesini asrımıza, ruh­larımıza, şehirlerimize taşımanın kârını hesap edebiliyor muyuz? Cennet dahi Onun ile “Değer” Kazanırken… “Sünnetimi yaşayan beni sevmiş olur, beni seven de cennette benimle bera­ber olur.” (Tirmizi) Paha biçilmez müjde: Cennet beraberliği. Bir kez daha payımıza düşen şey: Ha­yat rehberimizin olan o Nûr’un (asm) mübarek lisanından yansıyan hakikat nurlarına, kelam incilerine öncelikle kendi kalp ve zihin aynamızı açmak, beraberinde ise hemcinslerimizin dün­ya­larını tenvire çalışmak. Hususi dün­yalarımızdan ve içtimai hayatı­mızdan karanlıkları dağıtmaya, soğuklukları gi­­de­rmeye kâfi gelen bu kelam inci­lerinden derc edilecek değerler mühim bir ta­lim-terbiye hizmeti olacaktır. Necata giden yolun kapısını açan kili­din Usvetu’l-Hasene’de (asm) olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Onun (asm) hayat tarzıyla teşekkül eden “ha­yat prensipleri” ve işaret ettiği “hayır ro­tası” ile sahil-i selamete, hüsn-i hatimeye erileceğini hatırdan çıkarmamalıyız. Hayrı bizzat ve öncelikle kendi haya­tında yaşayan, hayra teşvik eden, söz­lerinde ve davranışlarında ve tavır­larında hayırların tecessüm ettiği Hay­ru’l-Beşer’e (asm), hayrat ve hasenat adedince salat ve selam olsun.

İbrahim SARITAŞ 01 Kasım