
“Yüce Allah’ın insanları farklı milletler olarak yaratması toplumsal birlik için bir tehdit midir?” “Değişik dilleri konuşmak, aynı ten ve rengi taşımamak toplumsal ayrışmanın bir nedeni midir?” “Farklılıklar ayrışmanın bir sebebi olabilir mi?” “Bu farklılıklar bir ceza mıdır, yoksa ilahi bir lütuf mudur?” gibi birçok soru düşünceleri meşgul etmektedir. Şahit olduğumuz bütün bu farklılıklar, ayrışmak, bölünmek, ötekileştirmek veya birbirini inkâr etmek, yabancı görmek ve düşman olmak için değildir. Ayet-i kerimenin ifadesiyle tanışmak ve yardımlaşmak içindir. “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık.”1 Toplumsal birlik ve beraberliği kurmanın, devam ettirmenin ilk şartı faziletleri bir araya getirmektir. Evet, her millet, her kabile, her aşiret, her insan farklı meziyetlere ve faziletlere sahip olarak dünyaya gönderilmektedir. Tek bir milletin veya kabilenin, insanlığın bütün meziyetlerini kendisinde toplaması mümkün görünmemektedir. Adil-i Hakîm olan Allah-ü Teâlâ, faziletleri insanlar arasında pay etmiştir. Her millet bir kısım meziyetlerle mümtaz kılınmıştır. Onun içindir ki ayet-i kerime milletlerin tanışıp birbirlerinin özelliklerinden karşılıklı istifade etmelerini, yardımlaşmalarını emretmiştir. Bu sayede insanlar istenilen gerçek insanlık seviyesine çıkılabilir. Toplumsal bütünlüğü devam ettiren faziletleri toplayabilir; açığını giderebilir, eksiğini kapatabilir. Asr-ı Saadet gibi hakiki medeniyetler tesis edilebilir. İşte Medine medeniyeti budur. Demek ayrılıklar ve farklılıklar, karşı karşıya olmak için değil, yan yana olmak içindir. Omuz omuza, el ele vermek içindir. Tanışarak, yardımlaşarak meziyetleri bir araya getirmek ve birbirimizi tamamlamak içindir. Yoksa ötekileştirmenin sonucu olarak faziletlerden mahrum kalan bir toplum hayatını ne kadar devam ettirebilir? Nasıl ki insanın farklı duyu ve duygulara sahip olması bedeni bütünlüğünü sağlamak ve yaşatmak içindir. Esas olan bunların uyum içinde çalışmasıdır. İnsanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez. Belki birbirinin eksiğini ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacını giderir, vazifesine yardım eder. Yoksa duyu ve duygularının çatışması halinde o insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Bedeni bütünlüğü son bulur. Hem nasıl ki emniyet ve asayişi temin eden bir ordunun alaylara, taburlara, bölüklere ayrılması memleketi düşmanın tecavüzünden koruyarak vatan bütünlüğünü sağlamak ve devam ettirmek içindir. Birbirinin eksiğini gidererek birbirini tamamlamak içindir. Yoksa aynı ordunun taburlara, bölüklere ayrılması birbirlerine düşmanlık beslemesi veya aksine hareket ederek ayrılığa düşmesi için değildir. Böyle olduğu takdirde o vatanın birliğinden ve bütünlüğünden söz etmek mümkün değildir. Aynen öyle de, Müslümanlar da farklı duyu ve duygulardan meydana gelen bir insan bedeni gibidir. Farklı milletlerden, kabilelerden, kavimlerden oluşan büyük bir ordu gibidir. Farklı birimlerden teşekkül eden bir devlet gibidir. Bütün bu ayrılıklar Müslüman’ca, insanca hayatın devamı içindir. Birbirleriyle tanışıp yardımlaşmak içindir. Omuz omuza vererek, yan yana durarak, el ele tutarak ittifak içinde birbirini tamamlamak içindir. Birlik ve beraberliği tesis etmek içindir. Bütünlüğü sağlamak ve devam ettirmek içindir. Ahretteki mutlak kardeşliğin dünyadaki bir numunesini tesis etmek içindir. Yoksa ten, dil, renk ve ırk olarak farklı olmamız karşı karşıya gelmek için değildir. Ötekileştirmek için değildir. Yekdiğerini küçük görmek için değildir. Toplumsal birlik ve beraberliği sağlamanın ve devam ettirmenin önemli bir yolu da ortak paydaları bilmek ve farkına varmaktır. Unutulmamalıdır ki bir toplumu bir arada tutan sebepler, onları ayrıştıran nedenlerden daha güçlü ve daha çoktur. İşte Müslümanların bir olmasını gerektiren sebepler, onları ayıran nedenlerden çok daha fazladır. Mesela bir Allah’a inanırlar. Aynı peygamberin izinden giderler. Aynı kıbleye dönerler. Aynı kitabı okurlar. Aynı Rabbe dua ederler. Aynı ilaha kullukta bulunurlar. Ortak bir tarihe sahiptirler. Aynı coğrafyayı paylaşmaktadırlar. Aynı cennete taliptirler. Aynı azaptan sakınmaktadırlar. İşte bunun gibi sayısız ortak paydalar; toplumsal birliği, kardeşliği ve muhabbeti gerekli kılmaktadır. Hem toplumsal birliği tehdit eden ırkçılık, kavmiyetçilik gibi düşüncelere sahip olmak ve bundan dolayı birbirine düşman gözüyle bakmak Allah’ın kudretine bir iftiradır. Yüce Allah’ın kendi varlığını gösteren bir delilini reddetmektir. Çünkü yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “Onun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması ve lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Muhakkak ki bunda bilen kimseler için kati deliller vardır.” (Rum, 22) diyerek farklı milletler halinde bulunmanın Allah-ü Teâlâ’nın delillerinden biri olduğunu beyan etmektedir. Hangi Milliyetçilik Bediüzzaman Hazretleri milliyetçiliği iki kısma ayırmaktadır. Birincisi: Başkasını yutmakla beslenen, diğer milletlere düşmanlıkla devam eden, başkalarını inkâr etmek üzere kurulmuş, zararlı ve uğursuz olan ırk anlayışına dayalı bir milliyetçilik düşüncesidir. Bu düşünce toplumsal birlik ve beraberliği tehdit etmektedir. Karşı karşıya gelmeyi sonuç vermektedir. Düşmanlık duygularını körüklemektedir. İslam’ın karşı çıktığı milliyetçilik anlayışı budur. Üstad bu anlayışı şöyle özetlemektedir: “Menfi milliyet (ırkçılık) gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş: “İslamiyet, cahiliye ırkçılığını ortadan kaldırmıştır.” Ve Kur'ân dahi ferman etmiş: “O zaman inkâr edenler kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da resulünün ve müminlerin üzerine sükûneti indirdi. Ve onları takva sözüne bağlı kıldı. Zaten (onlar) buna çok layık, buna ehil idiler. Allah ise, her şeyi hakkıyla bilendir.” Bediüzzaman Said Nursî, bu ırkçılığın ve kavmiyetçilik düşüncesinin pratikte de çok anlamlı olmadığını düşünmektedir. Çünkü insanlık tarihinde yaşanan göçler ve hicretler sayesinde milletler birbirine karışmıştır. Özellikle medeniyetlere beşiklik yapmış merkezler çok daha fazla göçler almışlardır. Bu sayede milletler çok değişiklikler geçirmişlerdir. İşte bu halde iken milletdaşını, ırkdaşını gerçek anlamda ayrılabilmek için ancak Levh-i Mahfuzun açılması veya görülmesi gerekmektedir. Bu ise mümkün değildir. Öyle ise, ırkçılık düşüncesine hareketi ve cemiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır. Bediüzzaman Said Nursî bu ırkçılık düşüncesinin birçok zararlarına da dikkatleri çekmektedir. O’na göre ırkçılık, kavmiyetçilik düşüncesi, toplumsal birlik ve beraberlik için öldüren bir zehirdir. Çünkü Müslümanların ayrılığa düşüp parçalanmasına ve kolayca mağlup olmasına sebep olan ırkçılıktır. Müslümanlar arasında düşmanlığa ve dağınıklığa sebep olan ırkçılıktır. Irkçılık, insanlığın düşmanıdır. Bu düşünceyle hareket eden milletler, tarihin şahadetiyle dâhilde ve hariçte birçok zararlar verip insanları tehlikeye atmış, kendileri de türlü tehlikelere maruz kalmışlardır. Irkçılık damarı, her hangi bir hatayı şahsilikten çıkarıp aileyi, kabileyi veya milleti de aynı suçla haksızca mahkûm etmektedir. Üstelik bu konuda kendisini haklı görmektedir. Nihayette bu referansla hak ve adaletin sağlanması mümkün değildir. Bu yüzdendir ki ırkçılıkla hareket edenler, diğer milletleri ürkütüp kendilerinden küstürmüşler, korkunç ihtilaflara, savaşlara ve zulümlere sebebiyet vermişlerdir. Milletler arası güven duygusu zedelendiğinden diğer milletlerin zararlarından korunmak için herkes her an uyanık olmak zorunda kalmıştır. Buna özellikle ikinci dünya savaşı ibretli bir örnektir. İkincisi: Farklı milletleri ve kabileleri küçük görmeden, inkâr etmeden, onlara düşman olmadan, kendi milletini sevmek, onlara şefkat etmek, yardım etmek ve gelişmelerine hizmet etmeye dayanan milliyetçilik düşüncesidir. Bediüzzaman Hazretleri bu düşünceyi müsbet milliyetçilik olarak kavramsallaştırmaktadır. Bunun bir zararı olmadığını çünkü fitrî olduğunu düşünmektedir. Yani insanın kendi milletini, kavmini, aşiretini sevmesi yaratılışı gereğidir. Çünkü bu sevgide başkalarına düşmanlık yoktur. Ret ve inkâr yoktur. Başkalarına karşı adaletsizlik yoktur. Kendini üstün görmek yoktur. Bu anlayışta menfaatini, diğer milletlerin zararında görmek yoktur. Bu sevgide ötekileştirmek yoktur. Bundan dolayı İslamiyet, bu düşünceyi men etmemektedir. Çünkü toplumsal birliği ve kaynaşmayı sağlamaktadır. Toplum hayatının kendi içinden kaynaklanan ihtiyaçtan doğmaktadır. Yardımlaşmaya ve dayanışmaya sebeptir. Menfaatli bir kuvvet temin etmektedir. İslam kardeşliğini pekiştirmektedir. Bediüzzaman Hazretleri temelde masum olan bu yaklaşımın dahi İslâmiyet'e hizmet etmesi, onun kalesi ve zırhı olması gerektiğini düşünmektedir. Yoksa İslam kardeşliğinin yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet'in kardeşlik akdi semavidir. Müslümanları kardeş ilan eden Allah’tır. Onun için bu kardeşlik bakidir. Dünyevi dostluklar ve rütbeler gibi kabir kapısında son bulmaz. Berzahta ve ahirette de menfaat verecek ve devam edecektir. Bediüzzaman Hazretleri, doğu toplumlarındaki milliyetçilik düşüncesinin psikolojik ve sosyolojik tahlillerini de yapmaktadır. Bu konu hakkında şunları ifade etmektedir: “Özellikle biz şarklılar, garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim, dinî hislerdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki; şarkı yalnız hiss-i dinî uyandırır ve terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn, bunun en güzel delilidir. İslâmiyet'in mukaddes milliyetinin, Müslümanların toplum hayatına kazandırdığı yüzlerce faydaları vardır. Mesela, Müslümanların büyük devletler karşısında hayatını ve varlığını sağlayan, Kur’an’dan aldıkları şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.” Bir mücahit, bu anlayışla aşk ve şevk içinde ölümü gülerek karşılar. Bu kahramanca düşünce ile sayıca az olan gazilerimiz, çok olan düşman kuvvetlerini titretmiştir. Acaba dünyada basit fikirli, saf kalpli olan insanların ruhunda böyle yüce bir fedakârlığı aşılayan hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet, onun yerine ikame edilebilir? Ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir? Günümüz Müslümanları ve Irkçılık Günümüzde Müslümanlar, birbirine muhtaç, birbirinden mazlum ve birbirinden fakir oldukları halde, aralarındaki ayrılıklar yüzünden küresel güçlerin baskısı altında ezilen topluluklar hükmündedir. Hal böyle iken, Müslümanların ırkçılık fikriyle birbirine yabani bakması ve birbirini düşman telakki etmesi, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirmek gibi bir divaneliktir. Hâlbuki İslam dinindeki kardeşlik, ırka dayalı bağlar üzerine tesis edilmemiştir. Hem ırkçılık/milliyetçilik fikirlerini ileri sürmek böyle bir zamanda büyük ejderhalar hükmünde olan küresel güçlerin doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onları görmezden gelip belki manen onlara yardım etmek hükmündedir. Irkçılık fikriyle Müslüman milletlere düşmanlık etmek veya onlara karşı cephe almak veya Yüce Allah’ın istediği ve emrettiği ittifakı sudan sebeplerle temin edememek, birçok zararları ve tehlikeleri sonuç vermektedir. Müslümanlara hor bakmak, dolayısıyla İslâmiyet’e ve Kur'âna dokunmak demektir. İslâmiyet ve Kur'âna karşı düşmanlık ise, bütün Müslümanların dünya ve ahiret hayatlarına bir çeşit düşmanlıktır. Hamiyet namına topluma hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek; hamiyet değildir. Hem ırkçılık düşüncesi, dinin mukaddesatına hürmetli olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek istiyor. Hem İslamiyet’in tesis ettiği ebedî kardeşliği zedelemek, dualarıyla bizlere yardım eden bütün Müslümanların manevi desteklerinden mahrum kalmayı sonuç verir. Bize lazım olan gönül birliğidir. Müspet milliyetçiliktir. Bütün kötülüklerin anası olan cehaleti kaldıracak eğitim-öğretimdir. Çalışmaktır. Günahları terk etmektir. Biz Müslümanlar bir ve beraber oldukça diri olduğumuzu unutmamalıyız. Kaynaklar: 1- Hucurat Suresi, 13

İnsanın bütün fiilleri, hareketleri ve davranışları iradesinin neticesinde ortaya çıkar. İradesi de hissiyâtının etkisi altında tercihini yapar. Hissiyâtı ise inanç ve fikirlerine göre şekillenir. Fiillerin ortaya çıkışındaki bu sıralı aşamaları bir örnek üzerinden tahlil edelim. Elindeki silâhı nefret ve kin dolu bakışlarla, masum bir insanın üzerine çeviren bir teröristi düşünelim. Bu şahıs, bu hale nasıl geldi? Savunmasız bir masumu hunharca öldürecek kadar acımasız bir insan haline nasıl ve ne zaman geldi? Elbette, hiçbir insan bu hale sebebsiz bir şekilde gelmez. Gelin, şimdi de elindeki silâhı masum ve savunmasız bir insana, kin ve düşmanlık dolu bakışlarla çeviren bir teröristin bu halini tahlil edelim. Elde silâh, gözlerde nefret ve kin dolu bakışlar, tetiği çekmek üzere olan bir parmak ve karşıda masum ve savunmasız bir insan. Evet bu tablo, bu şekil, bir neticedir. Bu neticenin görünmesine sebep olan şey, o teröristin karşısındaki insanı öldürme iradesidir. Öldürme iradesini netice veren şey, o teröristin kalbindeki kin ve nefret duygusudur. Bu kin ve nefret duygusunun sebebi de, o teröristin kalbine yerleşmiş olan dünya görüşü, inancı ve fikirleridir. Demek ki inanç ve fikir, hisleri, hisler iradeyi, irade de fiilleri netice vermektedir. Çünkü bir insanın önce inancı ve fikirleri değişir, sonra o inanç ve fikre göre hissiyâtı yeşerir, o hissiyâta göre de iradesi tercihte bulunur. Bu tercihe göre de fiil ve davranışları ortaya çıkar. Yukarıdaki terörist örneğindeki şahsın önce inancı, dünya görüşü ve fikirleri değişti. Yaratılışı inkâr eden sapkın bir felsefe ile önce ateizm ve inkâr fikri akıl ve kalbine yerleşti. Sonra ateizm fikri üzerine oturan siyasi bir fikri kabul etti. Allah ve ahiret başta olmak üzere bütün mukaddesatı inkâr eden bu ateist felsefe ile merhamet, adalet ve hürmet gibi bütün ahlâkî değerler kalbinden çıktı. Bu ahlâkî değerlerini kaybeden bir kişi -siyasî fikrinin de etkisiyle-hedefine koyduğu masum ve savunmasız insanlara nefret ve kin duygularıyla bakmaya başladı. Sonuçta da nefret ve kin duygularıyla baktığı bu insanları öldürmek gibi bir iradeyi ortaya koydu ve silâhına sarıldı. Evet, tıpkı zincirin halkaları gibi temeldeki fikrî ve itikadî bir sapma, neticede böyle dehşetli bir fiili netice verdi. Bu konu ile ilgili binlerce örnek vermek mümkündür. İçtimai ve siyasî hayatta doğruluk ve dürüstlüğün ölmesi, bazı insanların kolayca terörize olabilmesi, kötü ahlâkın bütün çirkinliği ile kendini her ortamda hissettirmesi, güçlülerin zayıfları acımadan ezmesi ve öldürmesi, mazlumun hakkını hakkınca alamaması, küçükler büyüklere saygı duymaması, büyüklerin küçüklere şefkat etmemesi, insanların birbirlerinin yüzlerine gülüp arkadan birbirlerinin gıybetlerini edip kuyularını kazmaları, içki, kumar, zina, haksız kazanç, hırsızlık, adam öldürmek gibi büyük günahların sıradan işler haline gelmesi, bütün ahlâksızlık ve rezilliklerin aleni bir şekilde yüzler kızarmadan işlenmesi, ırkçılık, mezhepçilik gibi Müslümanları birbirinden ayıran ve birbirlerine düşman haline getiren fitnelerin zuhur etmesi… Listeyi çok daha fazla uzatmak mümkün. Bütün bu kötü sonuçların arkasında -tıpkı yukarıdaki örnekte olduğu gibi- önce yapma iradesi var. Yapma iradesinin arkasında düşmanlık, haset, tarafgirlik, acımasızlık, öfke, şehvet, hırs gibi hissiyât var. Bu hissiyâtın da arkasında yanlış ölçüler, sapkın fikirler, bozuk itikatlar ve batıl ideolojiler var. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin 16. Lem’a Risalesindeki şu ifadelerinin çok iyi anlaşılması ve problemlerin çözümünde önemle dikkate alınması gerekmektedir: “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle (sapkın fikirlerle) kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.” Dikkat edersek Bediüzzaman Hazretleri, zamanın en mühim tehlikesi olarak, yukarıda arka arkaya saydığımız günahları, rezaletleri, ahlâksızlıkları saymıyor. Çünkü bütün bunlar birer kötü neticedir. Birer sonuçtur. Zamanın en mühim tehlikesi, bu kötü neticeler değil, bu neticeleri doğuran, kalplerin sapkın fikirlerle bozulması ve imanların zedelenmesidir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiye’de, imanın kalpte ve akılda daimi bir yasakçı bıraktığını, kötü arzu ve meyillerin (iradenin) hissiyattan çıktıkça, kalpteki ve akıldaki imanın ‘yasaktır!’ diyerek o kötü arzu ve meyilleri tard edip kaçırdığını ifade eder. Yine, eğer imanlar zedelenirse, imandan gelen firasetin (sezme kabiliyetinin) kaybolacağını, kişinin dost ve düşmanını ayırt edemeyeceğini, can damarını koparan ve kanını içen düşmanını dost zannedeceğini, bunun neticesinde de her türlü aldatmaya ve iğfale açık hale geleceğini beyan etmektedir. Sapkın fikirler ve batıl ideolojiler, önce kalplerdeki ve akıllardaki iman nurunu uçurur. Bu boşluğu, küfür ve dalâlet karanlığı doldurur. Küfür ve dalâlet bir kalbe girdiği zaman, bütün mukaddesât ve ahlâkî değerler o kalpten çıkar gider. Mukaddesâta inanmayan ve ahlâkî değerleri hiçe sayan bir kişinin kalbini düşmanlık, kin, nefret, haset, tarafgirlik, ırkçılık gibi bütün kötü hissiyât istilâ eder. Bu hissiyâta sahip olan insanlardan da bozgunculuktan ve şerden başka bir şey sudûr etmez. Durum böyle iken işlenen suçları engellemek, yapılan ahlâksızlıkların önüne geçmek, edilen zulümleri durdurmak için ne gibi çarelere başvurmak gerekmektedir? İşlenen suçun çirkinliğini söylemek yeterli midir? Suçlara verilen cezaları artırmak suçun önüne geçmek için yeterli midir? Yapılan ahlâksızlıkları ve zulümleri kınamak kâfi midir? Elbette değildir. Eğer bütün kalplerde kuvvetli ve sağlam bir iman olsaydı işlenen suçlara, yapılan ahlâksızlıklara, edilen zulümlere ahirette nasıl bir azabın verileceğini hatırlatmakla bunların önüne geçmek mümkün olabilirdi. İyiliklere, hayırlı işlere, güzel ahlâka, ibadetlere cennette nasıl bir mükâfatın ihsan edileceğini müjde vermekle bunlara olan ilgi ve teveccüh artabilirdi. Fakat baştaki tahlilde de ifade ettiğimiz gibi ortaya konan davranışların temelinde inanç ve fikirler vardır. Yani bütün fiillerin, hareketlerin ve davranışların temelinde inanç ve fikirler vardır. Nasıl ki bir binanın temeli zayıf olursa o bina her zaman yıkılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Oturmak için güven vermez. Yine nasıl ki yanlış iliklenen ilk düğmeden sonra sırasıyla diğer bütün düğmeler de yanlış iliklenecektir. Aynen öyle de, temelde zayıf ve eksik bir iman varsa her türlü ahlâksızlık, zulüm ve rezaletlerin ortaya çıkması kaçınılmaz bir sondur. İdarecilerimizin, özelde de Diyanet İşleri yetkililerimizin bu hakikatleri artık fark etmeleri gerekmektedir. Önceliği, imanın bir neticesi olan amelden ziyade, bizzat iman esaslarının akıllarda ve kalplerde sağlam bir şekilde kökleşmesine ve yerleşmesine vermeleri gerekmektedir. Kalplerin ıslahı ancak böyle mümkündür. Çünkü sapkın felsefî görüşlerin imanları sarstığı, akıllara şüphe verdiği, kalpleri bozduğu bir zamanda bütün himmet ve gayretin imanî meselelere verilmesi hayatî bir önem arz etmektedir. İman ve itikat temelinde zayıflık varsa yapılan bütün irşat faliyetleri neticesiz kalacaktır.

Hüzün sanki çok garip bir şey gibi hayatınızın orta yerine düştüğünde deyin ki kendinize; “Kim söyledi sana, yaşamanın kolay bir şey olduğunu?” Bakara Suresi 155. Ayet-i Kerime'de Rabbimiz buyuruyor; “Sizi mutlaka biraz korku ve açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden bir noksanlık ile imtihan edeceğiz. (Ey Resulüm!) O hâlde sabredenleri (Cennetle) müjdele!” Evet, hüzün bazen bağrını delik deşik edecek. Ayrılık iniltileri dalga dalga yayılacak, zaman yaralayacak seni. Allah Resulü sevgili oğlu İbrahim’i kaybettiğinde ne demişti hatırla; “Şüphesiz göz yaşarır, kalp hüzünlenir; biz ancak Rabbimizi hoşnut edecek olanı söyleriz. İbrahim! Senden ayrıldığımıza üzgünüz.” İşte bütün mesele buydu belki de, o hüzün karşısında Rabbimizin hoşnut olduğundan başka bir şey söylememek, isyan etmemek. Yoksa hüzün çok da garip bir şey değildi. Hüzne bir renk verseydik, aydınlığa muhtaç karanlık bir renk seçerdik büyük ihtimal. Ne kadar karanlık varsa onların tümünü aydınlatmaya muktedir Allah Azze ve Celle Bakara Suresi 257. Ayet-i Kerime’de şöyle buyuruyor; “Allah, inananların dostudur. Onları karanlıktan aydınlığa çıkarır.” Hayatının hüzne boyanmış sahnelerinde Kur’an’ın nuruyla aydınlandığını çokça dile getiren Üstad Bediüzzaman Said Nursi de, hüzünlü kalplerimize şifaen hatıralarını paylaşıyor. İşte onlardan biri: 1. Dünya Savaşı bitmiş, Van Ruslarca yıkılmış, bir harabeye dönmüştür. Van kalesindeki Horhor Medresesi de yıkılanların arasındadır. Üstadın ders verdiği talebelerinin çoğu vefat etmiştir. Üstad o günlerini 26. Lem’a’da şu satırlarla dile getiriyor; “Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kalenin başındaki menzillerin harap olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale altındaki gayet hayattar ve mecma-i ahbap olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin manevi azametine işareten, koca Van Kalesinin yekpare taşı ona bir mezar taşı olmuş. Adeta o medresedeki, sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm. Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım. Ya ben de kabre, onların yanına gitmeliyim veyahut dağda bir mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim, ‘Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, yandırıcı firkatler var; elbette mevt, hayata râcihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir dertlerden değildir.’ O vakit cihât-ı sitte denilen altı cihete nazar gezdirdim, karanlıklı gördüm. O şiddet-i teessürden gelen gaflet, bana dünyayı korkunç, boş, hâli, başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise, düşman vaziyetini alan hadsiz belâlara karşı bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharrî ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrip ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. Onun kudreti her şeye galiptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. Göklerin ve yerin mülkü O’na aittir. Hayatı da, ölümü de O verir. O’nun kudreti her şeye yeter. Hadid Sûresi-1” ayetinin hakikati tecelli etti. O rikkatli, firkatli, dehşetli, hüzünlü hayalden beni kurtardı, gözümü açtırdı. Baktım ki, meyvedar ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar, ‘Bize de dikkat et; yalnız harabezâra bakıp durma’ diyorlardı. Bu ayet-i kerimenin hakikati böyle ihtar ediyordu ki: ‘Van sahrasının sayfasında misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan sunî bir mektubun, Rus istilâsı denilen dehşetli bir sel belâsına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asıl Mâlik-i Hakikî ve her şeyin Sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezelîye bak ki, bu Van sayfasında, mektubatı kemâl-ı şaşaa ile, eski zamanda gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harap, hâli kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikîsinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor.’ Hüzün konusunda tahlili yapılması gereken bir diğer konu ise, hüznümüzün neye dair olduğudur. Mesnevi-i Nuriye’de bu tahlile yardımcı olacak şu nefis sözler söyleniyor; “İ’lem eyyühe’l-aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, Kâmil-i Mutlak olduğundan, lizatihî mahbubdur. Allah, Mûcid, Vâcibü’l-Vücud olduğundan kurbiyetinde vücut nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah, melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence O’dur. Allah Bâkîdir; âlemin bekası ancak O’nun bekasıyladır. Allah Mâliktir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; her şeyin anahtarı O’ndadır. Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.” “İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!” Nurlara ihtiyacımız var. Bizi karanlıklardan aydınlıklara çıkaracak Nurlara... Ve ufak bir tavsiye daha: Hüzün ve keder kalbinizi daralttığında gökyüzüne, yıldızlara bakın. Bir vakit Üstadımız kardeşi Abdulmecid Efendiye şöyle diyor; “İnsan gökyüzüne, yıldızlara şöyle bir bakar da, hiç kederi kalır mı?” “Rabbimiz! Bizden öncekilere onu yüklediğin gibi, bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Kendisine (dayanabilmek için) takatimiz olmayan şeyi de bize yükleme! Hem bizi affeyle! Ve bizi bağışla! Hem bize merhamet buyur! Sen bizim Mevla’mızsın; artık kâfirler topluluğuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara Suresi, 286)

Nokta Risalesinde geçen Kanun/Kuva/Namus meseleleri hakkında derin anlamayı hedefleyen ehemmiyetli bulduğum bir sualin cevabını okuyacaksınız. Fakat bu sualin hakkını vermek esasında beni aşmaktadır; ancak fizik ilmi açısından mevzuun vuzuha kavuşmasına vesile olacak bir arka plan sunmaya çalışacağım. Üstadın zamanındaki fizik bu terimleri hangi anlamda kullanıyor tam kestiremedim, lakin bugünkü fizikte karşılıkları ne olabilir ve hangi gelişmeler oldu, bir arka plan vermeye çalışacağım. Risale-i Nur perspektifinden bu terimler ne anlamda kullanıyor, onun da ayrıca çalışılması lazım. Nokta Risalesinde geçen: “Her bir şeyin esası zannettikleri cezb, def, hareket, kuva gibi emirler, adetullahın kanunlarına birer isim olsun. Lakin kanun, kaidelikten tabiiliğe ve zihnilikten hariciliğe, itibariden hakikate ve aletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz. (Mesnevi-i Nuriye)” Bulabildiğim kadarıyla ‘kuva’ kuvvetler anlamındadır. Potansiyel anlamına gelen kabiliyet demek de olabilir. Cezb ile evrensel/umumi çekim kuvveti ve elektrik/manyetik kuvvetlerdir, fakat elektrik/manyetik bazen def/itici olabilir ama yerçekimi asla itici değildir. Çekim ve elektrik kanunları temel kuvvetlerden olup, karşılaştığımız başka kuvvetlerin altında bunlar vardır: sürtünme, suyun kaldırma kuvveti, gerilme kuvveti gibilerin menşei elektrik/çekim kuvvetleridir, bunlara sanki kuva denmiştir. Dolayısıyla kesretin (çok farklı kuvvetlerin) altında vahdet (temel kuvvetler) vardır. İktibas edilen bahiste geçen hareket kuvvet olmayıp ayrı bir kategoridedir, daha şümullü bir kavramdır. Belki enerji diyebiliriz. Yine nokta risalesinde tekraren: “Kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavânin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer meselesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın yeknesak istimrarına istinaden…(Mesnevi-i Nuriye)” Şeriat kanun anlamında olup, kuva yani farklı kuvvetlerin her biri mesela elektromanyetik kuvvete dayanır, bu şeriatının aldığı bir hükümdür/tezahürdür. Kuvvetler kanun/şeriat tahtında icra edilmektedir. Kanun kategori olarak daha geniştir, kuvvet olamayan mesela enerji ve enerjinin korunumu gerçek anlamda kanundurlar. Kanunlar/kavanin ise Allah’ın kevni şeriatının meseleleri, çeşitli kanunlardır. Üstada ait harika bir izah, burada ‘mesele/hüküm’ diyerek Üstad tek bir iradenin/şeriatın eseri olduğuna işaret etmektedir (kesrette vahdet meselesi): işte bugünkü fizik tam da bunu yapmaya çalışmaktadır. Cern’de yapılan deney bir bakıma bu tevhit (unification) fikrini teyit içindir. “Ahkâmın yeknesak istimrarı” ise, taşı her bıraktığımızda yere düşer. Düşme emrine durmaksızın riayet eder. Acaba bu her durumda böyle midir, devam ve istimrarın sınırları var mıdır? Fizikçiler laboratuvarda uç noktaları zorlayarak “Acaba kanun diye baktığımız şeyin bir sınırı var mı, kanunu ihlal eden bir durum var mı?” diye durmaksızın yoklarlar. Bu ihlali buldukları zaman, kanunun geçerli olduğu sınırları keşfetmiş olurlar. Buradan anlaşılıyor ki, kâinatta Allah’ın kanunları var. Fakat insanlar bunu ancak sınırlı/eksik olarak tarif edebiliyorlar. Çünkü insanın marifeti/kesbi sınırlıdır. Meşhur astrofizikçi Paul Davies, çok ses getiren New York Times (NYT) makalesinde, fizik kanunları hakkında diyor ki: “Eskiden mutlak ve değişmez kabul edilen fizik kanunları, şimdilerde fenni araştırmaların kapsamına sokuldu. Zira anlaşıldı ki mutlak ve evrensel kabul edilen kanunlar gerçekte temel (kanunlar) olmayabilirler, daha mahalli talimatlardır (bylaws). Bunlar bir mahalden (tabakadan) başka tabakaya, ta büyük kâinat tabakasına kadar değişirler. Bu tabakalı âlemler (multiverse) hayat ancak biyolojiye uygun (olarak âlemlerin) eklemlenmesiyle ortaya çıkabilirdi. Hiç de sürpriz olmayarak kendimizi hayata uyumlu bir kâinat içinde bulunuyoruz ki kanunlar hayat için tam uygundur.1” Temel Kuvvetler Newton harekete dair “kanunlarını” teklif ettiğinde, fizikteki önemli tevhit hareketlerinden birini yaptı. Yani yeryüzüne düşen taş, hatta Ay dahi taş gibi aynı kuvvetle düştüğünü, güneşin, yıldızların da aynı çekim kuvvetine maruz kaldığını göstererek, “Umumi bir çekim kanunu var” dedi. Birçok hadisatı (kesreti) tek bir kanuna bağladı. Newton, elbette ilhama dayalı teklifini ilk yaptığında bu sadece bir hipotez/kabuldü. Newton kendi gayretleriyle bunun böyle olduğunu göstermeyi başardı: Ay’ın dünya üzerinde yaptığı günde 2 defa olan gel git hadisesinden tutun da, gezegenlere dair Kepler kanunlarına ve başka meseleleri de açıklayabildi. Daha sonra Newton mekaniği birçok meseleye tatbik edilerek başarılı neticeler alındı. Bir asır öncesinin en popüler kanunlarıydı ve pozitivist bilim adamları, bu kanunlara aşırı itimat ederek çok cüretkâr spekülasyonlarda/hezeyanlarda bulunarak büyük laflar ediyorlardı. Risale-i Nur, bu tip adamlara verilen -yukarıda geçen bahiste olduğu gibi- cevaplarla doludur. Bu yüz yılın başlarında, fizik öyle bir noktaya geldi ki, teknolojik imkânlar arttı. Yapılan deneylerin sonuçları klasik Newton fiziğini teyit etmiyordu. Yani şimdi çok duyduğumuz nanometre ölçeğinde veya yüksek hızlarda (mesela ışık hızının onda biri) Newton fiziği çalışmıyordu. Evet, fiziki tanımlar, kavramlar ve kanunların tarifleri/kapasiteleri sınırlıydılar. Çünkü nihayetinde insan ürünüydü. Öyle büyük laf edenler, daha sonra gülünç duruma düşmüşlerdi (bir sonraki paragrafa bakınız). Bunun yerine ikame edilen kuantum mekaniği, Newton’cu kavrayışların birçoğunu yerle bir etti. Katı bilimci pozitivistlerin kimyalarını bozdu. Mesela, Newton’a göre bir taş belirli bir hız ve yönde atılırsa, atıldıktan sonra takip edeceği yol bellidir, aynı Ay tutulması, gezegenlerin ne zaman nerde olacaklarının bilinmesi de böyle belli yol (yörünge) takip etmesindendir. Kendi ölçeğimizde bu hala böyledir, lakin atomlara geldiğinizde böyle bir yol (yörünge) tarif edemezsiniz. Çünkü mesela bir elektronun hızını ve yerini istediğiniz hassasiyette ölçemezsiniz. Mutlaka ölçümde belirsizlik olacaktır. Bu aletlerin yetersizliğinden değildir, bu bir nevi kanundur. Nobel mükâfatı (kuvvetlerin tevhidi çalışmalarından dolayı) sahibi S. Weinberg sıkı materyalist olmasına rağmen pozitivistlerin çok ifrat ettiklerini ve fenne çok zarar verdiklerini örnekleriyle “Dreams of Final Theory” kitabında2 aktarmaktadır: “Pozitivizm sadece direk gözlenebilen ve test edilen şeylerle uğraşılması gerektiğini söyler. Fenler teorilerini deneylerle test etmelidir (şüphesiz bu olmalı) fakat devamla teorinin her ciheti ve her bir noktasında bu test etmeyi talep ederler. Bazen olur ki teorilerin bazı cihetlerini test eden olmaz, bu belki teknik seviyenin yetersizliğindendir. Bazen de teorilerde gözlenemeyecek unsurlar bulunabilir.2” Kitapta pozitivistlerin atom fikrine nasıl karşı çıktıkları, atom fikrini öne süren ilim adamlarıyla dalga geçerek önemli bir ilim adamının intiharına neden oldukları anlatılmaktadır. Ayrıca elektronu (elektrik akımını teşkil eden zerreler) keşfeden adamın keşfinden önce pozitivizme aşırı bağlı birinin deneyleri evvelce yaptığını ve elektronu keşif eden adamdan daha iyi deney neticeleri/data elde etmesine rağmen, pozitivizme saplantısından dolayı bunu elektron diye öne sürmekten imtina etmiş, önemli bir keşfi yapmaktan mahrum olmuş. Kitapta meşhur pozitivist filozof/fizikçi Mach’ın atom fikrine mutassıbane itirazını okuyunca şaşıracaksınız: “1910’larda atomik teori nerdeyse herkes tarafından kabul görmekteydi. Mach, Planck’la yaptığı tartışmasında diyordu ki: ‘Eğer atomların gerçekliğine olan inanç çok esaslı/önemli ise, fizik yoluyla düşünmeyi şiddetle reddediyorum. Profesyonel fizikçi olmayacağım ve ilmi şöhretimi iade edeceğim!’ Atom fikrini kabul etmemekte böyle direnç göstermeleri özellikle talihsizliktir.”2 Elbette ateist Weinberg bunları boşuna söylemiyordu. Fizikteki son gelişmeler buna onu zorluyordu. Bugünkü gelinen nokta şudur, fizik, matematik gibi aksiyomlara dayanan “akli kanunlar” manzumesi değildir. Tercümesi, biz Allah’ın kanunundan ancak onun dilediği kadarını anlayabiliriz (belirsizlik ilkesi). Fizik matematik değildir, matematiği ancak kullanır ve fizik kanunları matematik diliyle ifade edilir. Fizik kanunu dediğimiz şeylerin bir sınırı, geçerli olduğu bir bölgesi vardır. Bir bina veya araba yaparken hala Newton kanunlarını kullanırız ama zerreler âleminde Newton kanunları işlemezler. Paul Davies NYT makalesine devamında eski anlayışın nasıl olduğunu özetliyor: “Talebe olduğum yıllarda, fizik kanunları tamamen limitleri olmayan şeyler sanılırdı. Bize fizikçilerin işi ‘fizik kanunlarını keşfediniz ve uygulayınız, menşeini sormayınız’ denirdi. Kâinatın doğumunda Yaratıcının işaretleyip sonsuza kadar sabitlediği kanunlar var olan/verilen gerçekler denilirdi. Bir ilim adamı olarak kâinat güvenilir, bölünmez, mutlak ve umumi ve başlangıcı olmayan kanunlar tarafından işletilirdi. Bu kanunların aksaması imkânsızdı, yani sabah uyandığınızda ısının soğuktan sıcağa gittiğini görmezsiniz.” Elbette Newton çok önemli bir çığır açtı. Bu çığırla, etrafımızda ne tür kuvvetler/kuva var, hangileri temel kuvadır sualleri çerçevesinde araştırmalar yapıldı. Sürtünme, gerilme, sıvıların kaldırması gibi birçok kuvvetler bulundu. Fakat bütün bu kuvvetlerin altında elektrik kuvveti yatmaktadır. Şimdiye dek dört tane temel kuvvet bulunmuştur. Bunlardan ikisi yakinen bildiğimiz umumi cazibe kanunu ve elektrik ve manyetik kuvvetler. Manyetik ve elektrik kuvvetler farklı sanılıyordu. Onlar da sonra ittihat ederek (Maxwell ve Faradayın katkılarıyla) tek şeriatın farklı iki meselesi oldular. Çok iyi bilinen bu kuvvetlerden yerçekimi, elektromanyetik kuvvetlere göre çok daha zayıftır. Mesela bir toplu iğne mıknatısla çekildiğinde, koca kütleli dünyanın çekim alanından kurtularak ufacık mıknatıs tarafından çekilir. Bu umumi çekim ve elektromanyetik kuvvetin diğer ortak bir özelliği ise, uzun mesafelere kadar etkilerinin devam etmesidir: uzun menzilli olmalarıdır ve çok hikmetlidirler. Diğer iki kuvveti Newton mekaniğiyle izah etmek zordur. Hatta çekim ve elektrik gibi bir formülü dahi yoktur. Bu iki kuvvet, zayıf ve çekirdek kuvveti diye anılmaktadır. Bunlar farkında bile değiliz/(olmadığımız nimettir). Çünkü 1 femtometre bölgede geçerlidir. Yani metrenin 1 milyarda biri nanometre, nanometrenin de milyonda biri 1 femtometredir. Bu bölge atomun çekirdeğinin olduğu yerdir ve işte burada mevcutturlar. Allah’ın hikmetiyle çekirdeğin dışında kaybolurlar (aksi halde ne olurdu düşünelim). Bu kuvvetler, ancak kuantum mekaniği ile anlaşılabilir. Kendi ölçeğimizde, nükleer kuvvetleri his etmemiz elbette mümkün değildir. Eğer 1 femtometre mesafede olsaydık, yani ‘nokta’vari bölgede bu kuvvetlere bakmış olsaydık, bu kuvvetlerin nisbi şiddetlerini şöyle bulurduk: nükleer kuvvetin şiddetine 1 diyelim, elektromanyetik kuvvet bunun yüzde biri, zayıf nükleer kuvvet 100 binde biri nispeti kadar olurdu. Yerçekimi ise o mesafede nispeti ölçülemeyecek kadar küçük olurdu. Bu da şunu gösteriyor ki femtometre ölçeğinde veya kâinatın başlangıcında (big bang’ta) bu kuvvetlerin en azından üçü, tek bir kuvvetin farklı tezahürleri olmalıydılar. Risalenin tabiriyle bir ‘şeriatın meseleleri’ veya bir ‘şeriatın hükmüdür’ sözü nasıl da teyit ediliyor. Vahdetten kesrete nasıl geçildiğini tefekkür edebiliriz. İhtar: Vahdetten kesrete geçişin tek teyidi fizikteki bu faaliyetler/gelişmeler olduğunu zannetmeyelim. Vahdetten kesrete geçişin kendine mahsus fiziğin teyidine ihtiyaç duymayan başka binlerce sağlam delili vardır! Kuva Meselesine Küll/Cüz Açısından Yaklaşım Yukardaki Newton’cu analiz temel kuvvetlerin bulunması ve zerrenin keşfi gibi çabalar fizikte indirgemeci (reduction) tabir edilen bir faaliyettir. Yani en temel parçayı bulup bunlarda bütünü/küllü açıklama yaklaşımıdır. Tahlile, analize dayanan bir yaklaşımdır. Oldukça verimli neticeler alınmasına vesile olan bir yoldur. Fakat her insan ürünü gibi bu dahi sınırlıdır, yani kâinatta olan şeyler, sadece cüzlerinin toplamı olarak açıklanamaz. Risalede, cüzlerin hareketinden bahsedilir ama zerrelerin topluca hareketi diye ayrı bir cihete de işaret edilir, bu boşuna değildir. Fizikte indirgemeci ve külcü/bütüncül (holistic) yaklaşım yapan iki ana akım vardır. Aralarında “Kim daha temel kanunlarla uğraşıyor?” tartışması vardır. Bu tartışmaları kamuoyunda yaparak çalışmalarına hükümetten finansal destek almaya bakarlar. İndirgeme karşıtı Nobel ödüllü P. W. Anderson ‘More is different’ çok (toplam) farklıdır, başlıkla oldukça etkili bir makalesi vardır. Bu günlerde nanometre moda olunca bu sözü, ‘less is different’ az (10-100) gibi atomlar bir araya gelirse farklıdır, babında kullanılmaktadır. Kısaca maddeyi bir bütün olarak inceleyen bilim adamları, cüzlerinde olmayan yeni şeylerin ortaya çıktığını görmekteler, bunlara emergent (zuhur eden) özellikler tabir edilmektedir. 13. Lem’ada geçen esirin tabakaları mevzuunu hatırlayalım. Mesela atomların rengi yoktur, atomlar bir araya gelip bir topluluk/cemaat olduklarında renk ortaya çıkar. Tabii “Renk ortaya çıkması için en az kaç tane atom lazım?” ilginç bir sualdir. Değişik tabakalarda zuhur eden bu özellikler de ancak kuantum mekaniğiyle anlaşılabilir. Mesela maddenin manyetik özelliği veyahut elektrik iletkenliği gibi… Bu özellikleri açıklamak için nükleer/çekirdek ve zayıf kuvveti veya elektrik kuvvetinin detaylarına başvurmaya lüzum yoktur. Çünkü bunlar maddeden zahir olan renk, tat, salabet vs. gibi özelliklerini izah etmekte bu kuvvetlere ihtiyaç duyulmaz. Suyun atomları tek başlarına suya ait özellikleri göstermezler, ancak bir araya gelip terkip yaptıktan sonra suya ait özellikler zuhur eder. Bu zuhurat için yeni kuva/kanunlar tanıtmamız lazımdır. Kuantum mekaniği, bu kuva’dan Pauli dışlama ilkesinin keşfiyle maddenin veya atomların çok önemli özelliklerinin zuhurunu gösterebildi. Dolayısıyla atomlardan oluşan farklı tabakalar için temel kuvvetler yalnız başına yetmezler, onlarda olmayan hususiyetleri de ihtiva eden yeni şeyler (kuva) eklemek gerekmektedir. Bu konuda da yoğun çalışmalar mevcuttur, kendi çalışmalarım da bu gruba dâhildir. Kanunların Kaide Alet Olması: Tesir-i Hakikisinin Olmaması Paul Davies kanunları şöyle tarif ederek soruyor: “Kâinatın rasyonel anlaşılmasının en rafine ifadesi fizik kanunlarında bulunur. Bunlar tabiatın akışındaki temel kurallardır. Yerçekimi kanunu ve elektromanyetizma, atomun içinde bulunduğu dünyayı düzenleyen kanunlar, hareket kanunların hepsi sıkı matematik ilişkilerdir. Fakat bu kanunlar nerden gelmişlerdir? Neden aldıkları bu forma (matematik yapıya) sahiptirler!” Kanunlar başlangıçta bir hipotez/teklif olarak ortaya atılırlar. Yani müşahedeye dayanan ama ispatı zor olan hükümlerdir. Yani adetullah müşahede edilerek, insan, sezgisiyle bazı hükümler çıkarır. Bunu teklif eder, elbette bu teklifin bazı özellikleri olması lazım. Mesela yalanlanabilir olması beklenir. Teklif elbette bu âleme ait olacak ki gidip iddialarını tecrübe edip doğru/yanlış tespit edilebilsin. Yani fenler, kendini ölçülebilen, iyi tanımlı ve iddiaları tespit edilebilecek hükümler/tezlerle sınırlar. Dolayısıyla buldukları ancak bu görünen âleme ait “deliller” olabilir. Buna çok dikkat etmek lazım. Ancak bilim adamlarının bulduğu âleme dair şeylerin bir önemi olabilir; bunun haricinde öne sürdükleri diğer görüşler/hezeyanların bir kıymeti yoktur. Çünkü çizdikleri sınırı aşan bu görüşlerini, laboratuvarda buldukları netice suret-i katiyette desteklemez. Ayete’l-Kübra’nın başındaki mukaddime de bu mevzu detaylı işlenmektedir. Yapılan (kanun) “teklifi” birçok testlerden geçtikten sonra kanun statüsünü kazanır. Fakat günümüzde anlaşıldı ki bunlar matematik kanunları gibi değildir, belli sınırlar içinde geçerlidirler. Dolayısıyla bulunan şey tamamen adetullahı izlemek sonra ilhama dayalı olarak bir teklif sunmak sonra bu teklifin tekrar adetullaha uygun olup olmadığını laboratuvarda teyit etmeye çalışmaktır. Laboratuvarda teyit olsa dahi bu görüş mutlak doğru anlamına gelmez. Einstein diyor ki: “Benim teorimin yanlışlığını tek deney sonucu ispatlayabilir, lakin yüzlerce deney onu doğru olduğuna yetmez.” Çünkü kanunla umumi bir hal var diyorsunuz, bu halin gerçekten umumi olduğunu ispatlamak çok zordur fakat olmadığını göstermek tek deneyin sonucuna bakar. Kanunlar hakkında oluşan yapıda özetle şunlar vardır: Kanunların etkisinin ulaştığı çok uzun ve çok kısa olan bir mesafe/menzil vardır. Tabiat “kanunları” mutlak değildir, sınırlı bölgelerde geçerlidir. Farklı kanunlar/kuva tek bir kuvvetin tezahürü olarak açıklanabilmiştir. Kesretin vahdeti meselesi kuva içinde vardır. Kuvvetleri hangi miktarlarda etki edeceği, yani ‘yeknesak istimrarı’ Üstadın tabiriyle sağlayan fiziksel sabitler veyahut kaderi miktarlar, bu fiziksel sabitlerdir. Bu sabitler hiç de gelişi güzel rakamlar değildir. En ufak değişim kâinat ölçeğine kadar değişime neden olmaktadır. Bu mesele de başlı başına uzun bir mevzudur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, kanuna isim takmakla mesele anlaşılmış gibi davranılmasını eleştirir. Fiziği iyi anlayan ve önemli katkılar yapan fizikçiler de işin farkındadırlar. Onlar da buldukları şeyin eksik bilgi (marifet) olduğunu ikrar ederler. Günümüz fiziğine damgasını vuran fizikçi R.P. Feynman diyor ki: “Biz kanunların (kuantum mekaniğini kast ederek) nasıl işlediğini söylediğimizde esrar kalkıp gitmiyor.” Başka bir yerde Newton’a da yapılan sorgulamaları gündeme getiriyor: “İki kütle ne kadar uzakta olduklarını görüp, içindeki hesap makinesini kullanarak uzaklığın karesinin tersini alarak… Yer çekiminin açıklaması bu olamaz! Daha ötesini bilmek isteyebilirsiniz; birçok kişi de istedi. Başlangıçta Newton da teorisi konusunda sorgulandı: ‘Ama bu bir şey ifade etmiyor; bize bir şey anlatmıyor?’ (Newton cevaben) demiş ki: ‘Size nasıl hareket ettiğini söylüyor; bu yeterli olmalı. Ben de size nasıl hareket ettiğini söyledim, neden öyle olduğunu değil.’3” Paul Davies aynı (NYT) makalesinde bir başka noktaya dikkatimizi çekiyor: “Yıllar boyu fizikçi meslektaşlarıma neden fizik kanunları böyledir dediğimde, aldığım cevaplar değişiktir: ‘Bu bilimsel bir sual değildir’ den ‘Hiç kimse bunu bilmiyor’a kadar ve en fazla tercih edileni ise ‘Böyle olmaması için hiçbir sebep yok-sadece öyledirler’ cümleleridir. Fizik kanunlarının sebepsiz yere var olmaları, çok derin rasyonalite karşıtlığı (akılsızlıktır). Zira bir hadisenin fenni izahının tam esası şudur: Dünyanın (evrenin) mantıklı bir düzeni ve eşyanın öyle olmasının bir sebebi olmasıdır. Eğer biri sebeplerin izini sürerek ta gerçekliğin yatağına kadar geldiğinde “-bu fizik kanunlarıdır- işte buradan sonra sebep bizi terk eder (sebep sorulmaz)” demek, fenni fena halde maskara eder. Bu fiziksel âlemin düzenine dair idrak ettiğimiz büyük yapı sebepsiz saçmalıktan mı köklenmektedir? Öyle ise tabiat çok aldatıcı kurnazca bir hilekârlıktır: Manasızlık ve saçmalık sanki müthiş akıllı bir düzen ve rasyonalite kılığında gözükecekti.”1 Dikkat buyurun, Üstadın sözü değil bunlar! Tabiat Risalesinde ‘vahşi adamın kanunların yazılı defterinin yeterli olduğu’ tezini söyleyenlere, P. Davies, bunun ancak bir iddia hatta inanç olduğunu yazmıştır. Bu fikirde olan meslektaşlarına NYT’de söylediği sonuç cümlesi: “Kanunlara kâinatın kendi içinden bir izahı olmalıdır ve kâinat harici bir şeye müracaat edilmemelidir fikrinin detayları belki ileriki araştırmalarının konusu olabilir. Fenlerin kevni kanunlarla alakalı bu fikri test edilebilir bir teori geliştirilene kadar, bu fikir bir dogma olmadığına dair görüşler açıkça gerçek değildir/sahtedir.”1 Hulasa fenler, kanun hakkında bilgileri çok nakıstır ve Üstadın dikkat çektiği noktaların aksini iddia etmek şöyle dursun bazı vecihlerle teyit etmektedirler. Üstadın sözleri hala geçerliliğini korumaktadır: “Lakin kanun, kaidelikten tabiiliğe ve zihnilikten hariciliğe, itibariden hakikate ve aletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz. (Mesnevi-i Nuriye)” Kaynaklar: 1- Paul Davies, 24.11.2007, “Taking Science on Faith”, New York Times Op-Ed Article.2- Steven Weinberg, “Dreams of a Final Theory: The Scientist's Search for the Ultimate Laws of Nature”, Vintage Books, 1994.3- Richard P Feynman, “Fizik Yasaları Üzerine”, Çevirmen: Nermin Arık, Yayınevi : Alfa Yayıncılık.

Arz-ı mihr eylemeğe başladı amma devran Varak-ı mihr ü vefayı kim okur kim dinler.“Bu zamanın insanları, şefkat ve muhabbetlerini anlatmaya saymaya başladılar. Fakat muhabbet ve vefa sayfasını ne okuyan var ne dinleyen var.” Bir insan dünyayı niçin vefasızlıkla itham eder ki? “Dünyada vefa yoktur” der ki! Dünya eline geçmedi de ona karşı muhabbeti mi onu bu yola sevk etti? Yoksa eline geçen dünyalıkların avucundan kayıp fenaya yuvarlanması mı teselli mahiyetinde onu kızdırdı? Ah şu hevesat! Nasıl da kendi gibi fani ve aldatıcı olan yüzü gösteriyor. Nasıl da işine gelmeyene perde çekip tahkir ettiriyor. Halbuki hevesat değil de Yüce Allah hesabına bir nazar edilse, fani dünyadan bekaya köprü kurulacak. Yüce Yaradanın isimleri ve sanatı dünya meşherinde seyredilecek, ahiret âlemine ve Rahmanın rahmetine dünyadan pencereler açılacak. Vefa hisleriyle dolunup taşılacak. İnsan kendi sanatkârını tanıtıp bildiren, kendisini rahmet hazinesine kavuşturan vesileye (Allah’ın isimlerine ayinedarlık yapan ve ahiretin tarlası olan dünyaya) nasıl kayıtsız kalabilir, onu nasıl reddedebilir ki? Elbette böyle bir şey olamaz… Bırakın kayıtsızlığı ve reddetmeyi Allah için muhabbet beslemeyi insan vefa borcu bilir. Ne eskimez, ne sağlam, ne kavi bir hakikattir; ne billur vefa kaynağı: “Allah için” niyeti. Hasılı “Allah için” hakikatini derk eden, vefayı bulur. Vefayı bulan, vefakârlardan yazılır. Aksi halde… Hayatın Her Alanının Feyiz Kaynağı: Vefa Güneşi Gurup etmeyen “ebedi iç güneşimiz” vefa… Allah için bakabilmek şartı yerine geldiğinde dünya ve hayat sahnesinde “vefa enerjisi” ortaya çıkar. İman nuru ile nurlanan aile ve toplum hayatının her köşesi “vefa güneşi”nin sıcaklığıyla ısınır. Besmele ile kurulan her ilişki de esas itibariyle ondan nasibini alır. İşte ebeveyn ve evlat münasebetleri… Vefa güneşinin hararetiyle tahrik olan hürmet ve şefkat hisleri… İhtiyar anne babalarını hiçbir menfaat gözetmeksizin, isyan etmeksizin, zahmet ve meşakkate bakmaksızın sırf lillah için muhabbetle omuzlayan evladlar… Muhtaç bir bebek iken şefkat ve merhamet eliyle kendisini terbiye eden valideynin öpülesi ellerini bir an bırakmayan vefakâr evladlar… İşte dostun dostla dostluğu… Vefa güneşinin nuruyla parıldayan muhabbet ve tesanüd hisleri... Hiçbir maddi manevi karşılık beklemeksizin kendi nefsini kardeşine tercih eden dostlar… Sadece yıldızının parıldadığı asude zamanlarda değil, hüzün ve keder bulutlarıyla kaplı gam vakitlerinde de omuzdaş olup zorluklara beraber göğüs geren vefalı enisler… İşte komşunun komşuyla ibka olası komşuluğu… Vefa güneşinin ateşiyle çelikleşen teavün, iyilik ve sabır hisleri… Kul hakkını muhafaza titizliğiyle Hakkın hatırını ve sevgisini, güzel ve iyi komşulukta arayan komşular… Komşusuna yapacağı iyiliklerin; ömrünü, memleketini ve ahiretini mamur edeceğini derk edip hayır yarışına giren komşular… Komşusunu saadetin anahtarı bilip verdikleri ezaya sabreden vefadâr komşular… İşte akrabanın birbirine hakiki kurbiyeti… Vefa güneşinin ziyasıyla mütebessim yüzünü gösteren himaye ve alakadarlık hisleri... Akrabayı koruyup gözetmeyi rızkın bereketi bilen akrabalar… Akrabalık bağına riayetin iyilik ve ihsanı celb edeceğini, bu bağın koparılmasıyla lütuf ve merhametten mahrum kalınacağını hesap edebilen akrabalar… Ola ki ihmalle de olsa kesilebilen akrabalık bağını iyilik zamkıyla tamir edebilen vefakâr akrabalar… İşte hoca ve talebenin birbiriyle münasebeti… Şems-i vefanın kubbesi altında kucaklaşan şefkat ve hürmet hisleri… Muallim olarak gönderilen Efendimizi (asm) örnek alıp talebelerinin ellerinden ve yüreklerinden tutma saikiyle adım adım Cennete yürüyen, bu tarz hareketle in’am ve ihsan olunduğu Peygamber mesleğinin değerini bilen şefkat ve merhamet timsali vefakârlar… Beslendiği şefkat ve merhamet pınarı vefalı gönüllerin gösterdiği istikamette dünya ve ahiret saadetine koşmayı vazife bilmekle mukabelede bulunan, vesile olan hocasına hürmet ve irtibat ile teşekkür eden, üzerindeki emekleri nisyan çukuruna atmayan vefalı talebeler… İşte ticaret hayatının alışverişi… Mihr-i vefayla mührünü gönüllere vuran sıdk ve emniyet hisleri… İnsanların en üstün tabakasını teşkil eden Peygamberler, Sıddıklar, Şehidler ve Salihlerle kendilerini beraber kılacak vasıfları taşıyan emin ve doğruluktan ayrılmayan sözü senet olan tüccarlar… Sıkıntılarını gideren iyilik sahibi tüccara karşı ahde vefa göstererek borcunu zamanında ödeyen, böylece va’dini yerine getirip ilahi yardıma mazhar olan sözünün eri müşteriler… İşte, işte, işte… Devam eder gider beşeri münasebetler adedince… Eğer hayatın her köşesindeki her münasebetin temelinde “Allah için olmak” mayesi bulunursa zaruri neticesi “vefakârlık” vasfı olur. Vefakâr evlatlar, vefakâr dostlar, vefakâr müşteriler, vefakâr esnaflar, vefakâr talebeler, vefakâr komşular ve saire. Hakkın hatırı için kul hakkına riayet edip halkın hatırını ihmal etmeyen, vefa güneşinden feyizlenen nice vefakârlar… Ne kadar çok ihtiyacımız var size! Her şeyde “vefasızlık yüzü”nü gösteren şu asrımıza, vefaya hasret gündelik hayatımıza, vefa dersiyle teşrif eder misiniz? En Vefakâr Kul (sav): Vefakâr Eş, Vefakâr Arkadaş, Vefakâr Baba… Madem vefakârın “vefa” gibi bir değere hakiki sahip olması için “Allah için” bakması, işlemesi gerek… Madem aile hayatı ve içtimai münasebetlerde gösterilecek “vefa” sahibini “vefakâr” kılar. O takdirde her şeyde olduğu gibi “vefa” mevzusunda da “en vefalı”nın yolunda ve anlayışında olmak, onu “vefa rehberi” ve “vefa modeli” kabul etmek, vefaya ait söz ve davranışlarından “vefa ölçüleri” çıkarmak gerek. Şimdi asr-ı saadetten günümüze esen “bâd-ı vefa”yı teneffüs edelim. Asırlar süren seyahatle bizlere ulaşan bu “vefa iklimi”nden hissemize düşeni alalım. İşte Resulullah’ın (sav) örnek hayatından vefa tanımlamaları: Sütanne Hz. Halime’ye “Anneciğim!” hitabıyla gösterilen hürmet ve muhabbetin beraberinde, onu ve ailesini unutmayarak iyilikte bulunmaktır vefa… Büyük iyilik sahibi amca hanımını “anne saymak” ve gömleğini cennet elbisesi olarak kefen yapmaktır vefa… Kendine her yönden destek olan, çocuklarının annesini, mübarek eşini “en hayırlı” olarak yad etmek ve onun yokluğunda arkadaşlarına ilgi, alaka ve ihtiramda bulunmaktır vefa… Hiçbir kimse yanında değilken canı ve malıyla davasına omuz veren Sıddık dostunu (ra) en yakını kılmak eziyetten azad etmektir vefa… Sahabelere iyilik yapan Habeş Kralının Medine’ye gelen heyetine bizzat iyilik yaparak ikram ve iltifatta bulunmaktır vefa… Mekke’ye dönecek güç ve kuvvet varken kendine kucak açan, sığınak olan Medine’ye, Ensar’a ve Akabe biatine sahip çıkmaktır vefa… Davası uğrunda şehid düşenlerin kabirlerini, şehid yakınlarının evlerini ziyaretsiz bırakmamak; onlara şefkat ve merhametle mukabelede bulunmaktır vefa… Cenneti müşahede ettikten sonra, “ümmeti” şefkat nidasıyla dünyaya geri dönebilmektir vefa… Cenab-ı Erhamü’r-rahiminin sayısız nimet ve ihsanına karşı “şükreden kul olmak” makamına yükselmektir vefa… Onun vefasının örnek alınması “vefakârın vefası”nı ebed kılar. Çünkü ona tabi olmakla vefa gibi bir kıymetin faydası dünyaya münhasır kalmaz, baki âleme uzanır. Yani kendine yapılan iyilikleri unutmayan, iyilikte bulunanlara misliyle ve daha güzeliyle karşılık veren bir vefakâr; Rahman’ın ihsanıyla karşı karşıyadır. Dünyalık bu mükâfat ve ihsan Allah Resulüne ittibanın niyet edilmesiyle, Rahim isminin de tecellisiyle ahirette de karşılık bulacaktır. Vefa gibi bir değer, sadece “insani bir güzellik” olarak kalmamalı, “fena” ile sınırlandırılmamalı. Rehberin (sav) ayak izleri takip edilerek, güzel bir niyetle, Allah’ın hoşnutluğunun Resulüne tabi olmakta olduğu hatırlanarak rızayı ilahi yolunda bu vefa hazinesi işletilmeli. Uhrevi neticeleri de olan ulvi bir haslete inkılab ettirilmeli. Yoksa kuru kuruya vefa davası gütmek güdük kalacak, cam kırıkları elmasa tercih edilmiş olunacaktır. Unutmamak gerek ki üstünlüğün ölçüsü takva olduğu gibi, ahlakta güzelliğin ölçüsü de O’na (sav) olan yakınlıktadır. Zira kim her ne kadar büyükse O’na (sav) olan yakınlık sebebiyle, kim de ne kadar küçükse O’ndan (sav) olan uzaklığı sebebiyledir. Vefa’nın Hakikati: “Sadıku’l- Va’du’l Emin” ve “Vâfi” İsmine Ayinedar Olabilmek Elbette ki en mühim “vefa makamı”: Vefakâr kulluktur… Vefakâr kul, sonsuz bir mükâfata ulaşmak için cehennemin hafife alınmaması, ulvi güzelliklerin dünyaya satılmaması gerektiğini bilir. Nimet karşısındaki fakrını ve aczini unutmayıp, şımarmayıp şükre yönelir; “elest bezmi”nde verilen söze sahip çıkar. Vefakâr kul, rıza-yı ilahiyi kazanmak için “vefa fırsatı”nı değerlendirir, nefsinin menfaatini değil Hakkın hatırını gözetir. Hayata Rahmani bir pencereden bakar. Onun her latifesi “livechillah” niyetinden nasibini alır. Vefakâr kul, insani ilişkilerin Rahman’a bakan yönü olan kul hakkını muhafaza eder. Her bir varlıkla bağında geçici ve kararsız olanı değil, ucu bekaya uzanan sağlam bir muhabbeti tercih eder. Ve… Cennet’e girmeleri hususunda, “Sadıku’l- Va’du’l- Emin” olan Yüce Yaratıcısının kendisine verdiği sözü unutmaz; iman edeceğine dair Allah’a verdiği söze vefa gösterip gereğini yapar. “Vâfi” ismine Allah resulü gibi ayinedar olur. Hasılı, Vefa Elzem! Farklı avazlardan, geçmiş asırlarda, şairce: “Varak-ı mihr ü vefayı kim okur kim dinler” sitemi yükseldi. Vefasızlıktan yakınıldı. Yaşadığımız zamanda nice kişi bırakalım sitemi “vefanın lafzını” da unuttu. Bugün vefa ve vefakârları hatırlamaya ve ihyaya ne kadar da ihtiyacımız var değil mi? Fertleri güven içerisinde yaşayan millet hayatının tesisi için vefa gerek: Bir düşünelim… Sözü ve özü bir, sözü senet olan vefakârlardan müteşekkil bir aile ortamını, çarşı pazarı vs. içtimai hayatın bütününü… Fertler arasında muhabbet bağının kurulduğu bir millet hayatı için vefa gerek: Bir düşünelim… Sevmek ve sevilmek gibi tatlı bir dünya lezzetin ve sevincinin kazanıldığı, sevginin payidar olduğu, “ebedi vefalık bağı” ile sevgide devamlılığı bulmuş vefakârlardan müteşekkil bir saadet ortamını, hayat sahnesini… Fertleri mesuliyet sahibi bir millet hayatı için vefa gerek: Bir düşünelim… “Vefa toprağında” büyüyüp, beslenen ve kökleşen mesuliyet şuuruna sahip vefakârlardan müteşekkil bir çalışma hayatını, imtihan dünyasını… Ve’l- hasılı, livechillah (Allah için) vefa gerek… Küçük Bir Zeyl: Vefaya yazı, aynı zamanda yazıya vefadır. Yazı, hak ve hakikatlerin beyaz sahifeler üzerinde kalemle neşredilmesi suretiyle, akıl ve gönüllere taşınmasına ve yaşanmasına vesile olur. Hakkın hatırı için çekilen kalemlere, halkın istifadesi için yazılan yazılara ehemmiyet göstermek, sahip çıkmak vefa borcudur. “Yazma ve Okuma” çalışmalarımızı “vefa penceresi”nden muhasebe etmek temennisiyle… Yoktan var eden Yüce Yaratıcımız; kulluk vazifemizi yerine getirmek hususunda, kendisine (cc) verdiğimiz ahd ve va’de sahip çıkan kullarından eylesin bizi. “Sadıku’l- Va’du’l- Emin” ve “Vâfi” isimlerinin tecellisinden azami hissedar olmayı ve bu hususta da “En Vefalı” Yâr’e (asm) kurbiyyeti nasib ve müyesser eylesin.

Ebû Zer’den (ra) rivayetle Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdular: “Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme.” (Müslim, Birr 144; Tirmizî, Et’ime 30, Birr 45) Abdullah bin Kays (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sav), Ensâr’a sık sık şahsî veya genel ziyaretlerde bulunurdu. Şahsî ziyaretlerinde birinin evine gider, genel ziyaretlerinde ise onlarla mescidde buluşurdu.” Güler Yüzle Karşılama Herhangi bir vesileyle ziyarete gittiğiniz bir yerde nasıl karşılanmayı beklersiniz? Kimsenin yüzünüze dahi bakmadığı, ‘Hoş geldiniz’ bile demediği, hatta siz yokmuşsunuz gibi davrandığı bir muamele midir beklentiniz? Yoksa güler yüzlü bir karşılamanın ardından en azından bir çay ikramı ve kısa da olsa bir muhabbet midir ümit edilen? Bir Müslümanın, bir Müslüman kardeşine yapacağı manevî iyiliklerin başında, ona Kur’ân öğretmesi geliyor şüphesiz. Ya da imanî ilimleri tahsil etmesinde ona yol göstermek, bu asırdaki en büyük manevî iyiliktir. Ancak bir Müslüman kardeşinin manen gelişmesine, inkişafına ve tahkiki imanı elde etmesine yardım edebilmek için, öncelikle onun kalbini fethetmek gerekiyor. Bunun için de birinci şart, güler yüzle karşılamak ve samîmâne ilgilenmektir. Aksi takdirde iman ve Kur’ân hakikatlerine muhtaç olan gönüllerin büyük kısmına ulaşamayız. Peygamber Efendimizin (sav), “Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme” hadisi, bize Müslüman kardeşlerimizi karşılarken göstereceğimiz güler yüzün ehemmiyetini anlamak için yeter aslında. Güler yüzle karşılamanın ehemmiyeti hususunda bizleri ikaz eden Peygamber Efendimiz (sav), İslâmî, Kur’ânî ve imanî hizmetlerin hadimlerine de önemli bir düsturu hatırlatmış oluyor. Bu düstur, iman hizmetinin başlangıç dinamiğidir. Ve insanlar bu asırda güler yüze, yiyecekten ve giyecekten daha çok ihtiyaç duymaktadırlar. Batı’nın onca gelişmişliğine ve zenginliğine ve Doğu’nun onca sıkıntısına rağmen insanların İslâm’a koşmaları, bu meselenin en büyük delillerindendir. Elinizdeki hakikat ne kadar büyük olursa olsun, tatlı dille anlatmaz ve güler yüzle davranmazsanız, karşınızda muhatap bulamazsınız. Ziyaretin Önemi Abdullah bin Kays (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sav), Ensâr’a sık sık şahsî veya genel ziyaretlerde bulunurdu. Şahsî ziyaretlerinde birinin evine gider, genel ziyaretlerinde ise onlarla mescidde buluşurdu.”(Mecmâ’uz-Zevâid, VIII, 173) Âyet-i Kerîme ile de sabit olduğu üzere ümmetine son derece düşkün olan Peygamber Efendimiz (sav), kendisinin ümmetine duyduğu muhabbeti, Müslümanların birbirlerine karşı da göstermesini istemiştir. Bu konuda bize en güzel örnek olmuştur. Birbirimizi Allah için sevmeyi ve kendimiz için istemediğimizi mümin kardeşimiz için de istememeyi bize öğretmiştir. Sahâbeler, O’nun (sav) bu nasihatlerini eksiksiz yerine getirmişler ve îsâr hasletine sahip olmuşlardır. Îsâr hasleti, Müslüman kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih ettirecek derecede üstün bir haslettir. Bugün bizler, Peygamber Efendimizin (sav) nasihatlerinin en güzel tatbiklerinden biri olan îsâr hasletine ne kadar yakınız acaba? Bırakın Müslüman kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmeyi, Müslüman kardeşine muhabbeti bile çok görenlerimiz var. Peygamber Efendimiz (sav), birbirimize olan muhabbetimizin nasıl artacağını uygulamalarıyla göstermiştir. Müslümanların birbirlerine olan muhabbetlerinin artması, ev ziyaretleri veya cami, mescid, medrese gibi ilim meclislerinin toplandığı yerlerde görüşmek ile olur. Bu ziyaretler ve görüşmelerin Sünnet-i Seniyye’den olduğunu Abdullah bin Kays’ın (ra) yukarıda zikrettiğimiz rivayetinden de anlayabiliyoruz zaten. Görüşmede İfrat Hiçbir şeyin ifratı iyi değildir. Yalnız Müslümanlar arasındaki görüşme, konuşma ve ziyaretler bu hususta müstesnadır. Günde beş vakit câmilerde veya mescidlerde cemaatle namaz için bir araya gelinmenin çok önemsendiği bir dinin mensupları olarak bizler, şeytanların korktukları ve kaçtıkları meclislerin Müslümanların Allah için bir araya geldikleri meclisler olduğunu çok iyi bilmeliyiz. İslâm âleminin birliğinin, beraberliğinin ve kardeşliğinin tekrar sağlanabilmesi, Müslümanlar arasındaki samimi görüşmelerden, dostluklardan ve muhabbetlerden geçiyor. Peygamber Efendimizin (sav) talimatlarıyla tam imanı elde etmenin yolu, birbirimizi sevmekten geçiyor. Birbirimizi sevebilmemizin yolu ise, güler yüzlü karşılama ve samimi ilgiden geçiyor. Bunların neticesinde doğacak İslâm kardeşliğinin de önüne hiçbir şer gücün geçemeyeceğini tarih bize gösteriyor.

“İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu.”1 1400 küsur sene öncesinin Arap yarımadasının hususiyetleri ile günümüz İngiltere adasının özellikleri mukayese edilecek olsa şaşırtıcı derecede benzer bir durum karşımıza çıkacaktır. Bütün bütün aynı olmasalar da bütün bütün de farklı olmayan bu hususiyetler, istikbale dair ümit verici bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Menfi cahiliye âdetleri ile beraber her iki kavmin de müsbet özellikleri, coğrafi konumlarının bu toplumlara etkisi, Arap kavminin geçirdiği sosyal dönüşüm ve değişim ve inşaallah İngilizlerin de potansiyel olarak geçirmekte oldukları ve geçirecekleri değişim göz önüne alındığında bu mukayese önem kazanacaktır. Şahsi müşahedatımızdan, okuduklarımızdan ve dinlediklerimizden hareketle, şimdiye kadar gördüğümüz ve tecrübe ettiğimiz kadarıyla yazıyoruz. 1- MENFİ ÖZELLİKLERDE BENZERLİK: CÂHİLİYE VAHŞETİ ve SU-İ AHLAK Vahşi, âdetlerinde mutassıb ve inatçı olarak tanımlanan kavm-i Arap, İslâmiyet öncesi perişan bir vaziyette idi. Kabile kavgaları, kızların diri diri gömülmesi, ahlaksızlık, âdetleri ve töreleri haricinde hareket etmemeleri ve atalarının dini üzerine olmaları menfi cihetleri idi. İngiliz kavminin de mevcud ahvaline nazar edilse görülür ki, vahşilikte cahiliye Araplarını aratmazlar, belki fevkindedirler. Şöyle ki, nasıl ki Araplarda kabile kavgaları var idi, bir devenin diğerinin otunu yemesinden belki binlerce kişi aşiret kavgasından ölmüştü. İngilizlerde de dünyevi menfaat için çok canlara kıyıldığını, kavga ve vahşetin büyük çapta olduğunu, sömürgecilik tarihinden Afganistan’a, Irak’a kadar nice memleketleri işgallerinde yaptıklarına bakınca görüyoruz. Onlar milletlerle kavgalılar ve hiçbir zulmü irtikab etmekten çekinmeyecek derecede bir vahşete maalesef sahip olduklarını tarihten gördük ve hâl-i hazırda da şâhid olmaktayız. Kezâ, kızların diri diri gömüldükleri vakaları cahiliye devri Arap kavminin en kötü hallerinden ve dahi yürek burkan bir gerçeğidir. Kız çocuklarından utanan babaların, İslamiyet’ten önce, kızlarını bu vahşi surette öldürmeleri din-i İslam’ın onları nasıl bir bataklıktan nasıl bir gülistana çıkardığını gösterir. İngilizlerde de benzer bir cahiliye söz konusudur. Şöyle ki, Araplar, kızlarını maddi olarak gömerlerdi. İngilizler ise, manevi olarak, onların her türlü edepsizliklerine vesile olarak kızlarının yoldan çıkmalarına sebebiyet verirler ve kız çocuklarını manen diri diri gömerler. Bale ve dans kursları ile fıtratlarını bozdukları yavrucukları, ileri yaşlarda erkek arkadaşı yok diye anormal görüp mezar-misal partilere, içkiye ve müskirata teşvik ve gark ederek pisliğe gömerler. Cahiliye devrinde Arap ceziresindeki ahlaksızlığı anlatmaya ihtiyaç olmadığını biliyorsunuz. İngiliz devleti de bu asırda, tasvire lüzum olmayan benzer ahlaksızlık kapılarını kanunen serbest kılmış ve koruma altına almış bir va ziyette iken, kavm-i İngiliz’in su-i ahlak cihetinden bir nev’i cahiliye devrinde yaşadığı söylense herhalde abartılmış sayılmaz. Âdetlerde taassup: Arapların temel özelliklerinden biri de, atalarının dinine ve adetlerine karşı gelmekten kesinlikle çekinmeleridir. Günümüz İngiliz toplumunda da bunu çok rahat görebilirsiniz. Eski adetlerine ve örflerine, hatta atalarından kalan eski eşyalarına bile sahip çıkarlar yüzyıllarca muhafaza ederler. Millet olarak mutaassıp olduklarını kendileri de dile getirirler. Her ne kadar eleştirseler bile, atalarının mirası olarak gördükleri kraliyeti savunurlar. Bu yönleriyle de taassup noktasında bir miktar benzerlik göstermektedirler. 2. HAYIRLI HASLETLERDE BENZERLİK: İNAT, CESARET ve SÖZÜNE SÂDIK OLMA İslam’dan önce Arapların sadece kötü hasletleri yok idi. Aksine, onların İslamiyet’e girmelerinde yardımcı olacak özellikleri de vardı. Mesela; Arap kavminde bir inatçılık vardı fıtraten. İslam’dan önce cahiliye devrinde ve İslam’a karşı belli bir süre bu inat ile devam etmişler. İslamiyet'in parlak hakikatlerini, Kur’ ân-ı Azimüşşân’ın sarsılmaz ahkâmını ve hayatı süslendiren ve toplumu hakiki nizama getiren inci gibi güzelliklerini, Muhammed-i Arabî Hazretleri’nin(sav) harika ahlak ve seciyelerini görenler, bu harikalıklara ve güzelliklere teslim-i ruh etmişler. Mevcud inatlarını, hayra sevk edip İslam için inat etmeye başlamışlar ve yüzyıllarca İslam’ın bayraktarlığını yapmışlardır. Benzer bir surette, İngilizlerin fıtraten takdire şayan özelliklerinden birisi sebatkâr ve sabırlı olmalarıdır. Başladıkları işte sebat etmeyi bilen İngilizler bu hususta, günlük meselelerde sabır olmaktan tutun, bilimsel noktada üretken ve sebatkâr, oradan da tâ devletler siyaseti bazında uzun vadede sabır göstermeye kadar inandıkları davada inad ettiklerini bizzat görüyoruz. Diğer bir özellik de, cesaret ve doğru sözlülüğün yaygın olmasıdır. Arapların bu hali, kahramanlık şiirlerine bile yansımıştır. Bununla beraber sözün senet olmasından anlaşılıyor ki Arap toplumunda doğru sözlü olma da geçerli bir özelliktir. Benzer bir surette, İngiliz tarihine bakıldığında, kraliyet şövalyelerinin kahramanlık ve bağlılık hususunda şöhret bulmuş olduğu gözlenebilir. Dürüstlük noktasında söylenebilecek çok şey olmakla beraber birkaç nokta ile iktifa edelim. Birincisi, günümüzde tipik bir İngiliz köyüne gitseniz, size güler yüzle selam verip işinize yardımcı olmak isterler, yol sorsanız gösterirler. (Büyük şehirlerden bahsetmiyoruz). Ticarette ve verilen sözde avam halkın genel itibariyle saf ve güvenilir olduğunu söylesek abartmış olmayız.2 Bu yönüyle de İngiliz insanı belki cahiliye Araplarına bir nevi benzerlik arz etmiştir. Özetle; vahşet ve kötü ahlakta, adetlerine taassupta ileri gitmekle cahiliye devri Araplarına benzer özellikler teşkil eden İngilizler, pozitif özellikleriyle de İslamiyet öncesi Arapların bir değişik sureti şeklinde karşımıza çıkıyor. 3. COĞRAFYA: DİĞER MİLLETLERİN TESİRİNDEN UZAK OLMA Mukayese noktasında son olarak bahsetmek istediğimiz mevzu da içinde bulundukları coğrafya sebebiyle, İslamiyet öncesi Arap yarımadasının sair kavimlerin tesirinden uzak kalmasıdır. Bu yüzden bir nevi saf halleri ve dolayısıyla İslamiyet’e meyilleri kolay olmuştur. Aynen öyle de, İngiltere de bir ada olması hasebiyle, yaşayış olarak, kendilerine has belki de içeri dönük bir kültür özelliği taşımaktadırlar. Özellikle bu dışarıdan az etkilenmiş olma, İngilizlerce çokça dillendirilir ve bu yüzden Avrupa’nın parçası olmadıklarını söyleyen İngilizler de az değildir. İngiltere adası tarihin belirli dönemlerinde işgale uğrasa da ulaşım güçlüğü sebebiyle çok favori bir işgal bölgesi olmamıştır. Etrafı denizlerle çevrili olan İngiltere adası, çöllerle çevrili olan ve sair medeniyetlerin tesirine kapalı olan Arap ceziresine bu tarzda da bir benzerliği akıllara getiriyor. 4. CÂHİLİYEDEN SONRAKİ BÜYÜK DEĞİŞİM İslamiyet ile şereflenmeden önce büyük vahşet ve su-i ahlak içinde bocalayan Arap kavmi, İslamiyet’ten sonra bambaşka bir surete bürünmüş ve medeni milletlere medeniyet öğretir hale gelmiştir. Yüzyıllarca İslam’a hizmet etmeleri ile beraber İslamiyet’in dünyaya tebliğ edilmesi ve insanların hak yola davetinde fedakârca çalışan mübarek bir millete dönmüştür. Peygamber Efendimiz (sav)’in getirdiği mesajı dinleyen ve İslam’ın ahkâmına teslim olan cahiliye Arapları gibi, pek çok İngiliz mühtedi, İslamiyet’in yayılması için canla başla çalışıp hak dinin tanınıp yayılmasına uğraşmaktadır. Aynı şekilde pek çok gayri-Müslim İngiliz düşünür ve âlim de hakkı teslim etmede cesur davranmışlar ve tenkitlere rağmen İslamiyet’i anlatan kitaplar kaleme almışlar, kitaplarında hak dini öven ve istikbalde İslamiyet’in hâkim olacağına dair öngörülerde bulunmuşlardır. Bunlardan birisi, meşhur yazar Sir George Bernard Shaw (1856-1950) şöyle demiştir: “Eğer İngiltere’yi ve hatta Avrupa’yı yönetmeye şansı olan bir din var ise, o da önümüzdeki yüz sene içinde İslam olacaktır.”3 Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin de şu sözleri mevzua ışık tutar nitelikte: “… elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevi bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın Din-i Hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükümetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, katiyen Kur’an’ın misli yoktur ve olamaz; ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.” İstatistiklere göz atacak olursak aşağıdaki gibi pozitif bir tablo önümüze çıkıyor. 2011 Nüfus sayımına göre;4 İngiltere’nin nüfusu 63.182.000 Nüfusunun % 4,4 ‘ü Müslüman. 2.786.635 Müslüman var. 2001’den 2011’e 100.000 İngiliz hidayete gelmiş. İslamiyet’le şereflenenlerin % 66’sı hanım. Bunun yanında, Ülke çapında 1500’e yakın irili ufaklı cami var ve resmiyette geçmeyen dernek statüsünde de birçok mescid bulunuyor. İngiltere’nin hemen her şehrinde ve belki kasabasında sayıları az bile olsa Müslüman bulmak ve namazı camide veya bir mescidde eda etmek mümkün. Cuma günleri camilere sığmayan cemaat için birçok şehirde iki veya üç kez cemaat ile Cuma namazı kılınıyor. Cemaati olmayan birçok kilise ve sinagoglar Müslümanlarca satın alınıp camiye çevriliyor. Ülkede İslami hukuka göre evlenme, boşanma, miras mevzularına bakan ve kararları kanunen tanınan mahkeme heyetleri var. Fransa, Belçika gibi Avrupa ülkelerinde peçe yasağı devam ederken İngiltere’de peçe dâhil, dinî sebeplerle giyilen kıyafetler serbest. Okullarda resmi olarak din kültürü derslerinde İslamiyet de anlatılıyor ve binlerce çocuk İslamiyet hakkında okuyor, yazıyor ve ciddi bilgi sahibi oluyor. Bu pozitif verilerin ışığında bir değerlendirme yapmadan önce Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni dinleyelim: “…edyan-ı sâire müntesipleri, mutlaka fevc fevc muhakeme-i akliye ile ve burhan-ı katî ile daire-i İslamiyet’e dahil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e layık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.”(Münazarât) SON SÖZ Netice itibariyle görüyoruz ki, İslamiyet öncesi cahiliye devri Araplarının menfi özellikleri olduğu gibi, İslamiyet’e girişlerini ve girdikten sonra dine hizmet etmelerini sağlayacak özellikleri de vardı ve gerekli şartlar oluşunca, Hazret-i Peygamber (sav) tebliğ ettiği harika ahkâm ile ve sahip olduğu güzel ahlakı ile o insanların vahşetten kurtulmasına vesile oldu. O kavimden bambaşka bir kavim çıktı. İslamiyet onları güzelleştirdi. Öyle de, günümüz İngiliz milletinin de bazı menfi özellikleri olmakla beraber İslamiyet’le şereflenmelerini kolaylaştıracak ve ihtidalarından sonra da gayretle ve ihlâsla dine sarılacak daha fazla özellikleri ve meyilleri mevcuttur. Kaldı ki, şu anda kiliseye gitme oranı çok düşük ve şu veya bu sebepten Hristiyanlık gözden çıkarılmış durumda. Yahudilik anneden geçiyor, isteseler de Yahudi olamıyorlar. Ateizmin izalesi de iman hakikatlerinin ispatlarıyla ve sistematik ve programlı anlatılmasıyla gayet mümkün ve de kolay. Öyleyse geriye tek din kalıyor, İslam. İngilizleri manevi boşluktan kurtaracak ve onlara dünya ve ahiret saadetlerini sağlayacak tek çare, din-i İslam’dır. Bunun çaresi de Müslümanların İslamiyet’i doğru yaşamasından geçmektedir. Değişim istiyorsak, kendimizden başlamalıyız. DUA Rabbimiz, bizlere doğru İslamiyet’i yaşamayı ve İslamiyet’e layık doğruluğu ve istikameti efalimizle ve ahvalimizle göstermeyi nasip eyle! İngilizlerden ve diğer milletlerden hakkaniyetli olanlara hidayet eyle, onları İslamiyet’e pervane eyle, onlara idrak, insaf ve kemal-i teslimiyet ile ilahi kelama temessük etmek nasib eyle! Bizlere ve ihvanımıza da iman-ı kâmil ve hüsn-ü hatime nasib eyle! Amin... “İstikbal, yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak. Ve hâkim, hakâik-i Kur’âniye ve imâniye olacak.” (Hutbe-i Şâmiye) Kaynaklar: 1- Bediüzzaman Said Nursi, Zülfikar, 19. Söz2- Her milletin üçkâğıtçısı olduğu gibi İngilizlerin de dolandırıcısı, sözünde durmayanı elbette var ve hususen büyük şehirlerde daha yaygın. Biz burada sadece Araplara benzer müspet cihetlerini ele alıyoruz. Menfi tarafların bir kısmını hali hazırda ilk bölümde anlattık.3- Bernard Shaw, 'The Genuine Islam,' Vol. 1, No. 8, 1936.4- The Office for National Statistics (ONS), “Religion in England and Wales”, http://www.ons.gov.uk/ons/rel/census/2011-census/key-statistics-for-local-authorities-in-england-and-wales/rpt-religion.html#tab-conclusions (Alınma Tarihi: 22/10/2015)

Çocukluk… İnsanoğlunun hayatını şekillendiren bir devredir aslında. En meraklı olunan, her şeyi öğrenmek isteyen, biran önce büyüyüp adam olayım dediğimiz, hayatımızın güzel ve önemli bir dönemidir. Öyle bir şeydir ki çocuk olmak; amaçlara ulaşabilmek için elden geleni ardına koymamaktır. Gerçek gözyaşları dökebilmek, ağız dolusu kahkahalar atabilmek, uzun veya kısa, kalıcı veya geçici aslında her şeyden habersiz saf mutluluğun tadına varıldığı bir oyun dilimidir hayatta. Anne babaların, yaşlı amcaların arada geri dönmek, bazen de içine girip tekrar yaşamak istedikleri bir büyüme sürecidir. Hayattaki en keyifli mola, çocuk olmaktır. Büyüklerin gözünde çocukluk, akıllarına her geldiğinde içlerinde bir burukluk ve yüzlerinde kocaman bir gülümseme oluşturan, hayatlarında dönüp tekrar yaşamak isteyecekleri sayılı dönemlerden bir kaçıdır herhalde. Çocukça davranışlarda bulunmak, arada bir yaşının, işinin, hayatının omzuna yüklediği sorumluluklardan kaçmak, sokaklarda zıplayarak yürümek, şımarıklık yapmak, komşunun camını kırmak, salıncakta sallanmak, belki o masum yüzü tekrar yakalayıp yine annenin elinden tutarak yürümek, çocukluğumuzda yaptığımız ve şimdi biz büyüklerin özlem duyduğu hasrettir. Büyüklerin gözünde çocuk olmak böyle bir şeydir işte. Peki, çocukların gözünde büyümek nasıldır acaba! Sınıfta öğretmen çocuklara hitaben; “Hepiniz ileride büyük adam olacaksınız” der. Sınıftaki çocuklardan biri ağlaya ağlaya: “Öğretmenim ben büyümek istemiyorum” diye cevap verir. Öğretmen çocuğa dönerek: “Neden peki?” diye sorar. Çocuk “Babalar büyüyünce salıncağa binemez, kaykayla da kayamaz da ondan. Sen hiç gördün mü babaları salıncaklarda?” diye cevap verir. Evet, hiç görmemişizdir. Haklıdır küçük çocuk, büyümek çocuk için böyle kötü bir şeydir. Ama çocukların gelecekleri için, büyümenin güzel bir şey olduğunun söylenmesi, çocuklara büyümenin sevdirilmesi de gereklidir. Ne var ki çocukluğunun kıymetini –farklı sebeplerden dolayı- bilememiş, belki çocukluğunu güzel yaşayamamış büyüklerin de, çocukların bu dönemi güzel yaşaması için ellerinden geleni yapması gerekir. Çocuk mutlaka çocukluğunu yaşamalıdır. İçinde çocukluğa ait bir ukde kalmamalıdır. Ki çocuk büyümekten korkmasın. Büyükler de çocukluklarını hatırlamaktan… Sözlerime bir yazarın güzel bir sözüyle bitirmek istiyorum: “Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz, bir çocuğun gözlerinin içine bakın; çünkü bir çocuğun bir yetişkine öğretebileceği her zaman üç şey vardır: Nedensiz yere mutlu olmak, her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak ve elde etmek istediği şey için var gücüyle çabalamak.”

Hayat, bir nur-u vahdettir; şu kesrette eder tevhid tecellî. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yektâ.Hayat bir şeyi her şeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya. Hayat, pek çok sıfattan yapılmış bir hakikattir. Bundan dolayı Yüce Allah’ın bir ve tek olduğunu gösteren bir nurdur. Varlıklar, hayat vasıtasıyla Yüce Allah’ın tevhidini göstermektedir. Evet, çoklukları bir eden vahdetin tecellisidir. Hayat vasıtasıyla bir şey, her şeye sahip olmaktadır. Cansız bir cisim dağ kadar büyük olsa da etrafındaki varlıklardan habersiz kalmaktadır. Onun için adeta hiçbir şey yoktur. Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hüküm süren rızık, rahmet, inâyet ve hikmeti barındırmaktadır. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ, hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit, Hakîm ismi dahi tecellî eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerîm ismi de tecellî edip meskenini ihtiyaçlarına göre tertip edip güzelleştirir. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemâli için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devamına ve gelişmesine gereken maddî, manevi gıdaları yetiştiriyor ve kısmen bedeninde depoluyor. Demek hayatı veren kim ise rızkı veren, besleyen, ihtiyaçları gören, varlığını devam ettiren de odur. Demek hayatın sahibi her şeyin sahibidir. Hem hayat, çok şeyleri, bir eder. Hayat sayesinde varlıklar, birlik halini alır. Bir yerde görünen birlik ise, o şeyin Bir’den geldiğini göstermektedir. Bir olan zatın icadıdır. Özellikle hayatın hem kendisi hem de hayat vasıtasıyla birlik haline gelen varlıklara dikkat edilirse gayet mükemmel bir düzen, hassas bir ölçü, çok şeyleri içinde barındırdığı görülecektir. Bu hal ise nihayetsiz Kadîr, Hakîm olan bir zatın eseri olabilir. Bu hakikati ifade etmek için şöyle bir kaide ifade edilmektedir: “Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudur edebilir.” “Ruh vücûd-u hâricî giydirilmiş bir kanundur” Ruh bir nûrânî kanundur, vücûd-u hâricî giymiş bir nâmustur. Şuûru başına takmış. Bu mevcûd ruh, şu ma‘kūl kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş. Sâbit ve hem dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irâde vasfından gelir. Kudret vücûd-u hissî giydirir, şuûru başına takar. Bir seyyâle-i latîfeyi o cevhere sadef eder. Eğer envâ‘daki kanunlara kudret-i Hâlık vücûd-u hâricî giydirirse, her biri bir ruh olur. Ger vücûdu ruh çıkarsa, başından şuûru indirirse, yine lâyemût kanun olur. Lemaatta son derece önemli konuyu içeren bir bölümdür. Açıklamasına geçmeden önce anlamayı kolaylaştıracak bir kısım ıstılahların bilinmesi gerekmektedir. Vücud-u Hâricî/Vücud-u Hissî: İlahi ilimde bulunan varlığın mahiyetine veya suretlerine, ilahi kudretin vücud vermesi anlamına gelmektedir. Vücuda kavuşan bu varlık, mana âleminden şehadet âlemine geçmektedir. Realitede olan varlık demektir. Bir başka şekilde anlatılacak olursa, eşyanın mahiyetlerinin bu âlemde kendine ait bir kimlikle belirmesine denmektedir. Kanun: Her ferdi bağlayan genel kurallardır. Aynı zamanda Yüce Allah’ın irade ve ilim sıfatının ve emrinin bir tecellisi olan ve türlerde görünen genel kurallara denmektedir. Namus: Sır, kanun, nizam ve Cebrail için kullanılmaktadır. Cebrail’e bu sıfatın verilmesi herkese değil yalnız peygamberlere geldiğinden dolayıdır. Irza, namus denmesi ise yalnız ailenin bilmesinden dolayıdır. Tabiat kanunlarına da namus denmesi ise herkesin değil erbabının bilmesinden dolayıdır. Yani kanundan sır olmak yönüyle ayrılmaktadır. Kanun için yapılan tarif, namus için de geçerlidir. Âlem-i Emir: Emir âlemi demektir. Sebebe bağı olmaksızın Hak tarafından bir anda vücud bulan âlem demektir. Melekût âlemi bu âlemdendir. Ruhun varlığını kabul eden âlimler, ruhun hakikati ve mahiyeti hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. İslam felsefecileri ve kelamcılar bu konuda birçok farklı görüşler beyan etmişlerdir. Hatta el-Harputî, ruh hakkında bine yakın farklı görüşün olduğunu ifade etmektedir. Burada bu fikir ayrılıklarına girmeden Bediüzzaman Hazretlerinin ruh hakkındaki görüşünü açıklamaya gayret edeceğiz. Hz. Üstad ruh için; - Nurani bir kanun - Haricî vücud giymiş bir namus - Şuurlu - İrade sıfatından ve emir âleminden gelmiş bir hakikat olduğunu ifade etmektedir. Ruhun bu özelliklerini daha iyi anlamak için yanlışlıkla tabiat diye bilinen fakat gerçekte Sünnetullah, âdetullah denilen kavramı bilmek gerekmektedir. Tabiat denilen şey hakikatte Cenab-ı Hakkın emir ve iradesinin külli tecellisiyle âlemde cereyan eden ilahi kanunlar anlamına gelmektedir. Buna fıtrî kanunlar, şeriat-ı fıtriye de denmektedir. Âdetullah/tabiat kavramı külli bir iradenin ve kapsayıcı bir hâkimiyetin unvanıdır. Âlemdeki düzen ve işleyişi bu ilahi kanunlara vermek istemeyen bir kısım insanlar yanlış bir kavramsallaştırma ile tabiat kanunları demektedirler. Bediüzzaman Hazretleri ruhun mahiyeti, kökeni olarak bu kanunları göstermektedir. Yani âdetullah denilen âlemdeki bu kanunlar eğer harici bir vücud giyerse, başına şuur da verilirse artık bu kanunların ismi ruh olmaktadır. Veya ruhtan harici vücud çıkarılırsa, şuur alınırsa ruh denilen gerçeğin ismi kanun olacaktır. Kısacası ilahi emrin ve iradenin tecellisi olan tabiat kanunlarına vücud verilse ve şuur takılsa her bir kanun, ruh olur. Hz. Üstadı bu çıkarıma sevk eden âmil şu olması mümkündür. Kanunlar da ruh ta ilahi emrin1 tecellisidir. Kaynaklar: 1- “Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir.” (İsra suresi, 85)

Bu ayki yazımda yumurtanın bilinen ve bilinmeyen yönlerinden bahsedeceğim… Yumurta hakkında yanlış bilgilere sahipseniz bunları değiştirmeye ne dersiniz? Yumurta bazı toplumlar tarafından kutsal bir besin olarak kabul edilir. Bizim kültürümüzde de yumurtanın önemli bir yeri vardır. Eskiden köylerde yumurtayı daha çok, güçlü-kuvvetli olması için erkek çocuklara yedirirlerdi. Erkek çocuk ailenin gelecekte geçimini sağlayan kişi olacağından güçlü olması istenirdi. Bilimsel açıdan bakıldığında, çalışan hücrelerimizin yapıtaşını oluşturan protein için yumurta örnek besin sayılır. Proteinin vücuttaki yapıtaşı görevi binada betonun yaptığı görev gibidir. Yumurta proteini örnek protein kabul edilerek diğer besinlerdeki proteinler buna göre değerlendirilir. Bunun nedeni, yumurtadaki proteini ile insan bedeninin protein örüntüsünün aynı olmasıdır. Bir yumurtayla aldığımız 6-7 gr. protein sindirim-emilim-metabolizma süreçleri sırasında hiç kayba uğramadan beden proteinine dönüşür. Et, balık ve kanatlılarla sütteki protein, yumurta proteinine yakındır ve iyi kaliteli protein olarak bilinir. Kuru baklagiller en çok protein içermelerine karşın, sindirim sırasında bir miktar kayıp verdiğinden ve aminoasitler (proteinleri oluşturan moleküller) denilen yapı taşlarından bazılarını hayvansal kaynaklara göre sınırlı miktarda içerdiğinden düşük kaliteli protein kaynağı sayılır. Tahıllar da protein içermesine rağmen yine bazı aminoasitler sınırlı olduğundan kalitesi düşüktür. Ancak kuru baklagiller ve tahıllardaki proteinlerden bu iki kaynak karışım olarak yendiğinde kalitesi biraz yükselir. Bunu farklı olarak şu şekilde ifade edebiliriz. Kültürümüzden gelen kuru fasulye pilav geleneğiyle yani iki gıdayı beraber almakla bir anlamda ‘et’ yemiş oluruz. Protein açısından bakıldığında; 1 adet yumurta yaklaşık 35-40 gr. ete eşittir. Fiyat açısından bakıldığında yumurta ete göre çok daha ucuzdur. Yumurtanın yağ içeriği, az yağlı etler kadardır. Ancak etteki yağın çoğunluğu doymuş yağ olmasına karşın yumurtanın çoğu doymamış yağdır. Bu, yumurta yendiğinde kalp damarlarımızın tıkanma noktasında daha az riskle karşı karşıya olduğun anlamına gelir. Etlerde olduğu gibi yumurta da B vitaminleri, çinko, demir gibi minerallerden zengindir. Ancak yumurtadaki demirin yararlılığı kırmızı ettekinden düşüktür. Yumurta ile birlikte C vitamini içeren sebze-meyve yendiğinde, yumurtadaki demir -yararlılık açısından- ette bulunan demir oranı düzeyine ulaşır. Yumurtanın ete göre iki önemli üstünlüğü vardır. Bunlardan biri, A vitamini içermesi ve diğeri de yağın doymamış olmasıdır. Diğer üstünlüğü, lesitin denilen bir öğeyi içermesidir. Ette lesitin bulunmaz. Lesitin, yağın su içine girebilmesini sağlar. Bundan dolayıdır ki mayonez yapımında, lesitin içerdiğinden dolayı, yumurta sarısı kullanılır. Lesitin, beynimizde bulunan sinirsel uyarı ileticilerinden asetil kolinin yapısına girer. Bu nedenle sinir sistemimizin çalışması için önemlidir. Bu açıdan bakıldığında ise yumurta, zihinsel işlevleri geliştirici besinlerden sayılır. Lesitinin diğer bir işlevi, karaciğer yağlanmasını önleyici olmasıdır. Lesitin karaciğeri koruyucu öğeler arasında yer alır. Yumurtanın bazılarınca olumsuz kabul edilmesinin sebebi, kolesterol içermesidir. Ancak yumurtadaki kolesterolle kan kolesterolünün yükselmesi arasında paralellik olmadığı 30 yıldan beri bilinmektedir. Başka bir deyişle besinlerle alınan kolesterol miktarıyla kandaki kolesterolün yükselmesi, dolayısıyla koroner kalp hastalığı açısından ilişki yoktur. Bunun en güzel örneği Eskimolardır. Eskimolar çok balık tükettiklerinden günlük kolesterol alımları olması gerekenin 2-3 katına çıkmasına rağmen, kalp hastalığının en az görüldüğü topluluktur. Yine, et yemeyip günde 3-4 yumurta yiyen kişiler üzerinde yapılan araştırmalar, yumurta tüketimiyle kalp hastalığı arasında ilişki olmadığını göstermiştir. Özellikle eti yiyemeyen ya da az yiyen kişilerin her gün bir yumurta yemesinin hiçbir sakıncası olmadığı gibi, yararlıdır. Ancak yumurta, et ve ürünleriyle birlikte değil, tahıl ve sebzelerle birlikte tüketilmelidir.

Ölüm, hayatımızın kaçınılmaz ve insana acı veren gerçeklerinden biridir. Ölüme şahit olmak ve yakınlarımızdan birisinin ölümünü görmek bizi üzer. Her ölümün ardından bir yas süreci başlar. Ölen kişi ile bağlarımız arttıkça, ölümün verdiği hüzün de artar. Ölen kişi ailemizden biri ise, ölümün acısına sabretmek daha zor olur. Söz konusu olan çocuk ve ölen de anne-babası olduğunda, çocuk için büyük bir zorluk dönemi başlar. Hayatındaki ana kahramanlardan birinin ölmesi çocuğu derin bir acıya sürükler. Gideni geri getirmek mümkün olmaz. Ancak doğru davranışlarla çocuğun yas sürecini daha sağlıklı geçirmesi sağlanabilir., Çocuğa Ölümün Açıklanması Bir çocuğun yakını vefat ettiğinde, çocuğa hızlı bir şekilde vefat haberini vermek gerekir. Bir hafta bekleyip sonra haber vermek, defin işlemlerinin bitmesini beklemek gereksizdir. Çocuk bir şeylerin ters gittiğini hisseder ve kimse ona açıklama yapmazsa büyük bir karmaşa yaşar. Bu nedenle ölüm haberi alındığında çocuk, en kısa zamanda doğru şekilde bilgilendirilmelidir. Çocuğa haberi veren kişi çocuğun en yakını olmalıdır. Bu kişi çocuğun anne ya da babasıdır. Anne-babanın birlikte vefat etmesi halinde ise çocuğun kendini en yakın hissettiği akraba bu haberi çocuğa verebilir. Çocuğa ölüm haberini verirken metanetli davranmaya, gözyaşlarını gizlemeye gerek yoktur. Çocuk, haberi veren kişinin duygularını ve acılarını gizleme eğiliminde olduğunu görürse, kendisi de ölümden kaynaklanan acısını gizlemeye ve gözyaşını tutmaya çalışır. Bu, çocuk için sağlıklı bir durum değildir. Bu nedenle ölüm haberini verirken olabildiğince fıtri davranmak gerekir. Haberi veren kişinin içinden ağlamak geliyorsa o kişi ağlayabilir. Bu sayede çocuk, ölümle ilgili duygularını rahatça ifade edebileceğini öğrenir. Çocuğa ölüm “Öldü” ve “Vefat etti” gibi basit cümlelerle açıklanmalıdır. Ölüm bir kaza sonrasında oldu ise “Bir kaza geçirdi ve öldü.” demek yeterlidir. Kazanın detaylarını açıklamak yersizdir. “Allah yanına aldı.”, “Uzak bir yolculuğa çıktı.”, “Kuş olup Cennete gitti.”, “Allah’ın evine gitti.”, “Uzun bir uykuya daldı.” gibi söylemler çocuğun kafasını karıştırır. Çocuk, bu gibi söylemlerin ardından Allah’a karşı olumsuz duygular, yolculuğa ve uyumaya karşı ise kaygı geliştirebilir. Defin ve Cenaze Süreci Çocukların naaşı görmelerine gerek yoktur. Çocuğa ölen anne-babasının naaşı gösterilirse çocuk anne-babasını bu haliyle hatırlayabilir. Naaşa karşı bir korku geliştirebilir. Bu nedenle ölen kişiyi çocuğa göstermekten kaçınılmalıdır. Ergenlik dönemindeki bir çocuk, ölen yakınını görmek isterse görebilir. Küçük çocukların defin işlemlerine katılması pek tavsiye edilmez. Yedi yaşından büyük çocuklar, cenaze namazına ve defin sürecine katılabilirler. Bu yaş çocuklarının defin işlemini uzaktan seyretmeleri güzel olur. On iki yaşından sonra çocuklar, defin sürecine daha yakından şahit olabilirler. Ölüm, çocuk için var olan kişinin bir anda yok olmasıdır. Çocuk ölen kişinin nereye gittiğini merak eder. Somut düşündüğü için, ölen kişiye bir yer, bir mekân atfetmek ister. Eğer defin işlemine ve kabir ziyaretine katılmazsa, ölen kişiyi zihninde kaybeder. Ölümü kabullenmekte zorlanır. Çocuk, ölen kişinin toprağa defnedildiğini öğrendiğinde ve kabristanı ziyaret ettiğinde artık ölen kişiye bir yer ve bir mekân atfeder. Bu nedenle bir yakını öldüğünde, çocuğun ölen kişinin kabristanını kısa sürede ziyaret etmesi sağlanmalıdır. Ölen Kişinin Akıbeti Çocuklar, ölen kişinin nereye gittiğini sık sık sorar. Bu soruya verilen cevap ailelerin inancına göre değişir. Ailesi tarafından çocuğa “Ölenler Cennete gider.” cevabı verilebilir. Cennet çocuğa onun dili ile anlatılabilir. Bu anlatımda abartıya kaçmak çocukta bir an önce Cennete gitme isteği uyandırabilir. Bu nedenle Cenneti kısa ve sade cümlelerle açıklamak gerekir. Çocuk, ölen kişinin toprağın altından nasıl Cennete gittiğini merak edebilir. Meleklerin gelip onu Cennete götürdüğü söylenebilir. Ölüm Sonrası Çocuklar, ölüm sonrasında ölümü pek konuşmak istemeyebilirler. Duygularını içinde yaşamayı tercih edebilirler ya da duygularını ifade etmekten korkabilirler. Yedi yaşın altındaki çocuklar ölümün geri dönülmez olduğunu tam anlamazlar. Ölenlerin bir gün çıkıp geleceğini düşünebilirler. Nasıl olup da nefes alamadıklarını, gözleri olduğu halde neden göremediklerini tam kavrayamazlar. Bu çocuklar, ölüm haberini aldıklarında hiçbir şey olmamış gibi gidip oyunlarına devam edebilirler. Bu durum onların duyarsız olduğunu değil, ölümün geri dönülmezliğini tam anlamadıklarını gösterir. Çocukla, ölen kişi hakkında konuşmak gerekir. Bu sayede çocuk, içinde biriktirdiği duygularını dışa dökebilir. Ölen kişi hakkında konuşurken, çocuğa ölen kişi ile yaşadığı olumlu hatıralar sorulabilir. Çocuğun hatırlamadığı güzel anılar, yeniden detaylıca anlatılabilir. Çocuğa kendi özlem ve üzüntü duygumuzu paylaşmak çocuğun da kendi duygularını paylaşmasını kolaylaştırır. Haftanın bazı günlerinde ölen kişinin fotoğraflarına bakmak, videolarını izlemek, kabir ziyareti yapmak çocuğun duygularını ifade etmesini kolaylaştırır. Ölen kişinin bir fotoğrafını çocuğa hediye etmek güzel olabilir. Bunlara ilave olarak çocukla birlikte ölen kişi hakkında bir resim yapılabilir. Bu resim görülen bir yere asılabilir. Çocukla birlikte serbest oyun oynanarak, içindeki korku ve üzüntüsünü oyun yolu ile dışarı atması da sağlanabilir. Çocuklarda bir yakınının vefatı sonrasında çeşitli reaksiyonlar ortaya çıkabilir. Bunlar; ölümü inkâr etme, aşırı özlem, derin üzüntü, ölüm düşüncesinin tüm hayatı kaplaması, kendini suçlama, ölümü hatırlatan her türlü düşünceden şiddetle kaçınma ve ölüme karşı duyarsızlaşma gibi tepkilerdir. Bu tepkiler altı aya kadar normal kabul edilir. Ancak altı ay sonunda çocuğun bu tepkilerinde bir azalma görülmezse bir uzmana danışmak faydalı olur. Ölüm sonrasında çocukta alt ıslatma, tırnak yeme, saç dökülmesi, nesne emme, aşırı korku, kaygı ve yalnız kalamama gibi davranışlar da gelişebilir. Bu davranışların sürekli olması halinde yine bir uzman yardımı almak gerekmektedir. Ölümle İlgili Diğer Sorular Çocuğun ölüm haberi sonrasında sorabileceği bir başka soru “Sen de ölecek misin?” sorusudur. Bu soruya “Dünyada yaşayan herkes ölür. Ancak ben daha uzun süre yaşayıp senin yanında kalacağımı düşünüyorum.” denilebilir. Çocuk, ölümle yüzleştikten sonra “Ben ölmek istemiyorum.” diyebilir. Bu durumda “Ama sen de öleceksin.” demeye gerek yoktur. “Hiç kimse ölmek istemez tabi ki. Umuyorum ki, sen daha çok yaşayacaksın. Birlikte çok güzel vakitler geçireceğiz.” cevabı verilebilir. Bazen de çocuk, aşırı özlem duygusu ile “Ben de ölmek istiyorum.” diyebilir. Bu durumda endişelenmeye gerek yoktur. Bu cümleyi kullandı diye, çocuk gidip kendini öldürmez. Bunu dile getiren çocuklara sakin bir şekilde “Ölmek istiyorsun anlıyorum ama ölüm istenmez. Hem ne zaman öleceğimize biz karar veremeyiz.” gibi bir cevap verilebilir. Eğer çocuk “Ben kendimi öldüreceğim.” cümlesini çok sık kullanmaya başladıysa, bir uzmandan yardım alınabilir. Çocuklar büyüdükçe, yaşlıların daha çok öldüğünü, ölüme daha yakın olduğunu öğrenirler. Bunu öğrendiklerinde yaşlanmaktan korkabilirler. Anne babalarına, yaşlanıp yaşlanmadıklarını sorup onların ellerindeki kırışıklıklara bakarak buna karar vermeye çalışabilirler. Bazen anne babasının yaşı ile ölüm arasında ilişki kurup ağlayabilir. Bu tepkiler normaldir. Ancak ölüm korkusu bir hafta içinde birden fazla gündeme geliyorsa, bu durum aylardır devam ediyorsa, yine bir uzmandan destek almak gerekebilir. Doğum gibi ölüm de bu dünyanın bir geçeğidir. Ölümü çocuklardan kaçırmak, bir tabu haline getirip konuşmamak, çocukları hayatın bu gerçeğine karşı savunmasız kılar. Bu nedenle öykülerde, oyunlarda ölüme hafifçe yer verip çocuklarımızı bu gerçekle birlikte yaşamaya hazırlamak gerekir.

Gazali’ye göre çocuk eğitimi, daha çocuğun doğumuyla birlikte başlar. Çünkü anne ve babanın sahip olduğu kişilik, çocuğun ileride sahip olacağı kişiliği üzerinde büyük bir fonksiyona sahiptir. Çocuğun iyi bir kişiliğe sahip olabilmesi için daha ilk günlerinde sütannesi olarak helâl yiyen, dindar, saliha bir kadın bulmak gereklidir. Zira haramla meydana gelen sütle beslenen çocuğun vücudu, temizliğini kaybeder ve kötü işlere meyleder. Çocuk altı-yedi yaşlarında iyiyi kötüden ayırabilecek bir seviyeye gelir. Bu durum çocukta utanma hissinin belirmesiyle anlaşılır. Çocuğun utanıp kendini büyüklerden sayarak bazı işlerini terk etmesi, akıl nurunun parlamasına delalet eder. Bu sayede bazı şeylerin çirkinliğini fark eder ve onları yapmaktan utanır. Bu hâl ergenlik çağında akl-ı kâmilin müjdecisidir. Ancak utangaç bir çocuğu ihmal etmek doğru değildir. Onun hayâsından faydalanmak terbiyesine önem vermek gerekir. Gazali, çocuk eğitimi üzerinde özellikle ahlaki eğitim üzerinde hassasiyetle durmuş ve çocuğun çeşitli sahalarda nasıl eğitilebileceği konusunda görüşler ileri sürmüştür. Bu sahalardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: 1. Sofra Adabı a. Çocuğa yemeye başlarken, Besmele ile başlaması öğretilmeli, önünden ve sağ eliyle yemek yemeye alıştırılmalıdır. b. Müşterek sofrada herkesten önce yemeye hücum etmemesi, ne yemeye, ne de başkasının yemeğine göz dikmemesi öğretilmelidir. Bu sayede çocuk büyüklerine karşı saygıyı ve aç kaldığı zamanlarda sabrı öğrenecektir. c Oburluğun iyi bir şey olmadığı çocuğa anlatılmalıdır. Başkasına yedirmenin sevgisi ona aşılanmalı ve sofraya gelen yemek ile ihtifa etmesi, iyisini aramaması gibi, bütün bu hususlar kendisine öğretilmelidir. Böylece çocuk daha sonraki yaşamında başkaları ile birlikte yaşadığının farkına varacak ve paylaşmayı, cömertliği öğrenecektir. 2. Mükâfat Ve Ceza a. Çocuğun iyi bir hareketi görüldüğü zaman takdir ve taltif edilmeli, çocuğu sevindirecek şekilde ödüllendirmelidir. b. Çocuğun kötü bir hareketi görülürse, bu durumda görmemezlikten gelmeli, gizli kusurlarını araştırıp teşhir etmemelidir. c. Çocuk yaptığı kusuru gizlemek isterse, bunu tamamen görmemezlikten gelmek lazımdır. Aksi halde çocuk bu hususta cesaretlenir ve bu kusurunu tekrar yapmaya kalkışır. Duyulmasına artık aldırış etmez olur. Çünkü kusuru ortaya çıkarılan çocukta “Nasıl olsa herkes biliyor” düşüncesinde olacak, haya perdesi yırtılacak ve bu kusuru yapmaya devam edecektir. d. Eğer çocuk bu hatalı hareketini tekrar ederse, gizlice uyarılmalı, bunun zararları kendisine anlatılmalıdır. Bir daha kötülüğe dönmemesi kendisine tembih edilmeli, bunun aksi halde nasıl rezil ve kepaze olacağı hatırlatılmalıdır. Gazali’nin de belirttiği gibi çocuk gizli bir şekilde uyarılmalıdır. Çünkü başkalarının yanında uyarı yapıldığı takdirde çocuğun gururu rencide olabilir ve uyaran kişiye karşı sevgi ve saygısını yitirebilir. e. Çocuğa sık sık tekdir ve tâzirden de sakınmalıdır. Çünkü bu durum, çocuğu bu sözleri dinlememeye ve kötülükleri yapmaya tahrik eder. Dolayısıyla nasihatin tesirini de azaltır. f. Baba çocuğuna karşı ağır davranmalı ve çok seyrek zamanlarda çocuğunu kınamalıdır. Anne ise çocuğunu babası ile korkutmalı (dengelemeli), bu suretle kötülülerden alıkoymaya çalışmalıdır. Ancak burada şunu belirtmeliyiz ki çocuğa karşı hoşgörülü olmakla, onun şımarmasına imkân verecek bir tavır içinde olmak, aynı şeyler değildir. Aşırı ve gereksiz hoşgörüden doğan şımarıklık, çocuk için oldukça zararlıdır. Çünkü çocuk, aşırı hoşgörülü ve şımarmasına imkân verilen bir ortamda yetişecek olursa, kendine olan güvenini yitirebileceği gibi, her istediğini zahmetsizce elde ettiği için, başka insanları, arzularının tatmini için bir araç olarak görmeye başlayacaktır. Bu ise, hem başkalarına hem de kendisine olan saygısını kaybetmesine yol açacaktır.3. Beden Eğitimi a. Çocuğu mümkün olduğu kadar gündüz uykusundan alıkoymalıdır. Çünkü gündüz uykusu, tembellik getirir ve gece uykusuna mani olmaktadır. b. Etlerinin pekişmesi, vücudunun yağlanmaması için çocuk yumuşak döşekte yatırılmamalıdır. Aynı zamanda böyle zevk ile büyüyen çocuk bir daha sert döşeğe yatmak istemez ve zevke dalar. c. Günün muayyen zamanlarında beden talimi ile alâkalı önemli hareketleri yapmalıdır. Aksi halde durgunluk, tembellik getirir. d. Vücudunu açmaması, yürürken fazla koşmaması, ellerini fazla sallamaması kendisine öğretilmelidir. 4. Toplum Adabı a. Çocuğa toplantılarda oturma adabını da öğretmelidir. Mesela, çocuk sağa-sola tükürmemeli ve başkasının ağzına doğru esnemekten sakınmalıdır. a. Mecliste kimsenin önüne geçip onu arkada bırakmamalı, ayaklarını birbiri üstüne atmamalı ve başını bir yere yaslamamalıdır. b. Mecliste çok konuşmamalı, başkalarına da söz hakkı tanıması gerektiği kendisine bildirilmelidir. c. Bulunduğu mecliste ilk sözü kendisi almamalı, başkası konuşurken onu dinlemeli, büyüklere yer vermeli ve onların karşısında hürmetle oturmalıdır. d. İster yalan, ister doğru olsun, durup dururken yemin etmemeli ve buna daha çocuklukta alışmamalıdır. Bulunduğu mecliste ilk sözü kendisi almamalı, daha çok soruları cevaplandıracak şekilde konuşması kendisine söylenmelidir. 5. Okul Eğitimi a. Çocuk okulda Kur’an okumayı, geçmiş haberleri öğrenir. Bu sayede iyi ve kötü insanların ne şekilde oldukları hakkında bilgi sahibi olur. b. Dersten sonra çocuğa, üzerindeki yorgunluğu atması için oyun oynama müsaadesi verilmelidir. Eğer çocuk oyundan men edilir ve yalnız derse bağlanırsa, basireti ölür, zekâsı kaybolur. Daima dertli ve sıkıntılı olur. Hatta bu esaretten kurtulmak için hile yollarına başvurur. c. Anne ile babasına, hocasına, hürmet etmesi ve saygılı olması çocuğun kendisine anlatılmalıdır. Akrabası olsun olmasın, büyüklere hürmet ve onlara karşı daima edepli olmak, onların karşısında oynayıp eğlenmemek kendisine öğretilmelidir. Ayrıca çocuk, altı-yedi yaşlarına geldiği zaman taharet ve namaza alıştırılmalıdır, durumu müsait ise alışması bakımından Ramazan’ın bazı günlerinde oruç tutmakla emredilmelidir hırsızlık yapmak, haram yemenin kötülükleri, hıyanet, yalan ve çirkin sözler gibi fiil ve hareketlerin zararları kendisine öğretilmelidir. Çocuk ergenlik çağına ulaştığı zaman ise, tüm bunların yasak edilmesinin sebepleri kendisine anlatılmalıdır. Çocuk ergenlik anına gelinceye kadar güzel terbiye edilmişse, ergenlik anında bu sözler kendisine etki eder. Oyma yazının taşta iz bıraktığı gibi, bu sözler de çocuğun kalbine yerleşir ve orada iz bırakır. Fakat daha önceki yaşlarda terbiye edilmezse, duvarın kuru toprağı kabul etmesi gibi, çocukta etkili olmaz.

Amerika’da bir kimya profesörü Nobel ödülü almıştı. Ödül töreninden sonraki ilk dersinde, öğrencilerinden biri kendisine şöyle bir soru sordu: “Efendim! Amerika’da üç binin üzerinde kimya profesörü var. Ancak bu kadar bilim adamı arasında, ödülü size lâyık gördüler. Sizi diğerlerinden ayıran özellik neydi?” Profesör, bu farklı soruya önce bir tebessümle cevap verdi. Ardından da, kendisinden merakla cevap bekleyen öğrencisine şunları söyledi: “Doğrusunu söylemek gerekirse, hepsini anneme borçluyum! Çünkü ben küçük bir öğrenciyken, diğer çocukların anneleri, onlar okuldan evlerine döndüklerinde kendilerine: ‘Söyle bakalım, öğretmeninin sorduğu sorulara iyi cevaplar verebildin mi?’ diye sorarlardı. Benim annem ise bana: ‘Söyle bakalım’ derdi. ‘Bugün öğretmenine iyi bir soru sordun mu?’ İşte beni farklı yapan bu oldu. Her zaman diğerlerinin sormadığı soruları sordum ve hayatım boyunca da, sormaya devam ettim!” Değerli anne babalar, çocuğunuz eve gelir gelmez, sınavı soruyorsanız, dersleri soruyorsanız çocuğunuza ciddi ciddi kötülük yapıyorsunuz demektir. Eğer böyle bir anne-babaysanız hemen başınızı iki elinizin arasına alıp düşünmeye başlayabilirsiniz. Çünkü çocuğunuz yetişkin olduğunda ruhsal bakımdan çok ciddi sıkıntılar yaşayacaktır. Kötü ve bunalımlı insan yetiştirmenin yollarını iyi bildiğiniz için sizi tebrik edebilirim(!) Bilmez misiniz; sevgisiz beyin çalışmaz, en azından verimli çalışmaz. Bilmez misiniz; kalbine hitap etmediğin, ruhunu okşamadığın, gönlüne selam vermediğin, yüreğine seslenmediğin insanın beynine hitap edemezsin. Elbette ki çocuklarımızı akademik başarıları, ders durumları çok önemlidir. Bunu uzun uzun anlatmama gerek yok. Sınav konusu hoşumuza gitmese de bu bir Türkiye gerçeğidir. Bu saatten sonra “sınav olmasa keşke” demenin kimseye yararı olmayacaktır. Evet, burası Türkiye ve burada sınav var. Sınav okul hayatının da hayat okulunun da bir gerçeğidir. Bu gerçeğe göz kapayamayız. Çocuklarımızın sınavlarda başarılı olmalarını elbette isteyeceğiz. Bu konuda yanlış anlaşılmak istemiyorum. Sınavın karşısındayım ancak bu şu anda bir realite olarak önümüzde duruyor ve uzun yıllar belki de çok uzun yıllar bu böyle devam edecektir. Sınava karşı olduğum, sınavları önemsemeyelim anlamına gelmiyor. Sınav kişiliğimizi, yeteneklerimizi ve daha birçok özelliğimizi test edemez. Ama ülke gerçeğinde bazı şeyleri elde etmemiz için gereklidir. Fakat tüm ülke çocuklarının, tüm ülke gençliğinin sınavlara girmesi, sınavlar için ter dökmesi kesinlikle gerekmiyor. Buna hiç gerek yok. Amaç bir iş sahibi olmaksa bu illa da sınavla kazanılmaz ki. Bu illa da okullar bitirmekle elde edilmez ki… Hiçbir şey sadece okula bağlı değildir. Okul hayatındaki başarının da hayat okulunda devam edeceği anlamına kesinlikle gelmez. Nice insan tanırsınız ki okul hayatı başarısızdır, akademik anlamda başarısızdır ama hayat okulunda çok ama çok başarılıdır. Başarılı olmak için okul değil çalışmak şarttır. Okul hayatında değil de hayat okulunda başarılı olmuş yerli ve yabancı birkaç örnek verelim sizlere: Bill Gates: Hukuk fakültesini terk etti. Steve Jobs: Apple’nin kurucusu. Üniversite terk. Michael Dell: Tıp fakültesini terk etti. Sakıp Sabancı: Lise terk. Vehbi Koç: Lise terk. Ahmet Nazif Zorlu: İlkokul mezunu. Bunu daha yakından anlamak için şu hikâyeye bir bakalım isterseniz. Thomas Edison bir gün eve geldiğinde annesine bir kâğıt verdi ve “Bu kâğıdı öğretmenim verdi ve sadece sana vermemi tembihledi.” dedi. Annesi kâğıdı gözyaşları içinde oğluna sesli olarak okudu: “Oğlunuz bir dahi. Bu okul onun için çok küçük ve onu eğitecek yeterlilikte öğretmenimiz yok. Lütfen onu kendiniz eğitin.” Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Edison’un annesi vefat ettiğinde, o artık yüzyılın en büyük bilim adamlarından biriydi ve bir gün eski aile eşyalarını karıştırırken birden bir çekmecenin köşesinde katlı halde bir kâğıt buldu ve alıp açtı. Kâğıtta, “Oğlunuz ‘şaşkın’ (akıl hastası) bir çocuktur. Artık kendisinin okulumuza gelmesine izin vermiyoruz.” yazılıydı. Edison saatlerce ağladıktan sonra günlüğüne şu satırları yazdı: “Thomas Alva Edison, kahraman bir anne tarafından yüzyılın dâhisi haline getirilmiş ‘şaşkın’ bir çocuktu.” Ey her akşam ders çalışsın diye saatlerce çocuğunun başında bekleyen anneler! Çocuk ders çalışmayınca da sinir krizi geçiren anneler. “Aman Allah’ım bu çocuk kime çekmiş, hep mi böyle olacak!” diye kaygılanan anneler! Elbette ki çocuğunuz için böylesine kaygılanmanızı anlıyorum, duyarlı anneliğiniz için sizi tebrik ediyorum. Bununla birlikte üslubunuzu gözden geçirmeniz yararlı olacaktır sanırım. Üslubunuz sorunludur, sorumsuzca sonuç doğuruyor. Sorumluluk bilinciyle yaklaşırsanız, yukarıda iki örnek sizi kendinize getirecektir. Göreceksiniz ki annelik keyifli bir sürece girecek, yaşamdan daha çok keyif alacaksınız. Selam ve dua ile.

Balıkesir Zağnos Paşa Camii Zağnos Paşa Camii, 1461 senesinde Fatih Sultan Mehmed’in vezirlerinden ve aynı zamanda kayınpederi olan Zağnos Paşa tarafından Balıkesir’de bir külliye olarak yaptırılmıştır. Günümüzde hamamı ve camisi ayaktadır. Cami, Fatih’in 48 adamının görevlendirilmesiyle 6 haftada yaptırılmış ve 3 Mart 1461 günü büyük bir törenle ibadete açılmıştır. Cami 1897 depreminde büyük zarar gördüğü için, 1908 senesinde yeniden inşa ettirilmiştir. Şehrin tam ortasında yer alan bu görkemli yapı 1500 kişilik kapasitesiyle Balıkesirin en büyük camisidir. Balıkesir’in tam ortasında yer almaktadır. Mehmed Akif Ersoy, Millî Mücadele döneminde bu camide bir hutbe vermiş ve vatanı kurtarma konusunda halkı heyecanlandırmıştır. Hz. Cüveyriye (ra) 627 senesinde İslâm ordusuyla, Benî Müstalik kabilesi arasındaki Müreysi Savaşı neticesinde, Benî Müstalik yenilgiye uğramıştı. Müslümanlar çok büyük ganimet ele geçirmişlerdi. Ayrıca 700 kişi de çarpışmalar neticesinde Müslümanların eline esir düşmüştü. Esirler arasında bulunan ve kocası bu savaşta ölen kabile reisinin kızı Cüveyriye (ra), ashabdan Sabit bin Kays’ın (ra) hissesine düşmüştü. Esaretten kurtulmak için ödeyeceği fidye miktarını Sabit bin Kays (ra) ile belirledikten sonra Peygamber Efendimizin (asm) yanına gitti ve kendisini tanıtarak fidyesinin ödenmesi hususunda yardımcı olmasını talep etti. Peygamber Efendimiz (asm), Cüveyriye’ye (ra) kendisi ile evlenmesini teklif etmiş ve Cüveyriye (ra) bu teklifi kabul ederek, Ezvâc-ı Tâhirât arasına girmiştir. Bu evlilik vesilesiyle Benî Müstalik kabilesi toplu olarak Müslüman olmuştur. Hz. Aişe (ra), Hz. Cüveyriye’yi (ra); “Kavmi için kendisinden daha hayırlı ve bereketli bir kadın bulunmayan kişi’’ olarak tavsif etmektedir. Meğer Annesi İmiş Aslen Rum olup sonradan Müslüman olan Tabiîn’in meşhûrlarından Ubeyde bin Muhâcir Hazretleri, köleleri satın alır, sonra serbest bırakırdı. Bir gün Rum asıllı ihtiyar bir köle kadını satın aldı, serbest bıraktı. İhtiyar kadın, nereye gideceğim, nerede barınayım bilmiyorum dedi. Bunun üzerine o ihtiyar kadını kendi evinde kalması için evine gönderdi. Akşam evine gidince, o ihtiyar kadınla birlikte akşam yemeğini yediler. Sonra da kim olduğunu, nereden getirildiğini sormaya başladı. Kadın Rumca konuşuyordu. Sonunda o kadın annesi çıktı. Buna çok sevinip oralara çeşitli vesilelerle getirilen ve kendisine kavuşan annesine Müslüman olmasını söyledi. Fakat kadın ilk anda kabul etmedi. Ona çok iyilik ve ihsanlarda bulundu. Nihâyet bir Cuma günü ikindi namazından sonra, annesinin Müslüman olduğunu müjdelediler. Buna o kadar sevindi ki, şükür secdesine kapanıp, güneş batıncaya kadar secdede kaldı. 3 Aralık 1964Hasan Basri Çantay vefat etti 18 Kasım 1887’de Balıkesir’de dünyaya gelmiştir. 1903 yılında Balıkesir İdadisi 4. sınıfındayken babası vefat eden Çantay, annesi ve 3 kız kardeşinin geçimini sağlamak üzere okulunu yarım bırakarak Nafia Dairesi Tahrirat Kaleminde görev alarak memuriyet hayatına atıldı. Mutasarrıf Ömer Ali Bey’in desteği sayesinde memuriyet hayatını sürdürürken babasının dostu Ahmed Naci Efendi’den ders alarak eğitimine devam etme fırsatı buldu. Daha sonra Valilik Yazı İşlerinde görev yaparken öğrenimine devam etti ve bir yandan da edebiyat ve felsefeyle meşgul oldu, makaleler yazıp tercümeler yaptı. Arapça ve Farsça öğrendi, maliye ve iktisat dersleri aldı. 1908-1919 seneleri arasında gazetecilik yaptı. Mehmed Akif, onun daveti üzerine İstanbul’dan gelerek Balıkesir Zağanos Paşa Camii’ndeki ünlü vaazı verdi. TBMM’nin 1. Döneminde Karesi Mebusluğu yaptı. 3 yıl Ankara’da Taceddin Dergâhında Mehmed Akif ile birlikte yaşadı. Israrları ile Mehmed Akif’i, “İstiklâl Marşı”nı yazmaya ikna etti. 1936’da dostu Mehmed Akif’in vefatı üzerine onunla ilgili hatıralarını Balıkesir’de çıkan Türk Dili Gazetesi’nde yayınladı. Bir ara İstanbul İmam Hatip Okulu’nda öğretmenlik yapan Hasan Basri Çantay, 1950’den itibaren İslam dininin yaşanması ve öğretilmesi ile ilgili faaliyetlere katıldı. 1952-1953 seneleri arasında yayınlanan 3 Cildlik Kur’ân Meâli, 1984’te 13. baskıya ulaşmıştır. 16 Aralık 1631 Vezüv Yanardağı faaliyete geçti Vezüv Yanardağı’nın faaliyete geçmesi neticesinde yaklaşık 4 bin kişi öldü. Vezüv, İtalya’nın Napoli Şehrinin doğusunda bulunan ve 1281 metre yüksekliğindeki aktif bir yanardağdır. Avrupa ana karasında son yüz yıl içinde faaliyet gösteren tek yanardağdır. Diğer iki benzer yanardağ olan Etna ve Stromboli, adalarda yer almaktadır. Vezüv’ün M.S. 79 yılındaki püskürmesiyle Pompei, Herculaneum ve Stabia kentleri haritadan silinmiştir. Vezüv Yanardağı aynı zamanda Spartaküs’ün başlattığı isyana ilk ev sahipliği yapan yerdir. Spartaküs M.Ö. 73’te kendisiyle birlikte Capua’daki gladyatör okulundan kaçan 77 arkadaşıyla Vezüv Yanardağı’na sığınmıştır. 19 Aralık 1919İlk Uçak Gemisi Hosho Japonya’da tasarlanan ve inşa edilen Hosho, Dünyada inşa edilen ilk uçak gemisi oldu. Hosho, ilk görevini 30 Kasım 1922 günü Tateyama açıklarında yerine getirdi. En çok 25 deniz mili yapabilen bu gemi, 21 uçak taşıyordu. Hosho’nun en önemli özelliği, kızağa uçak gemisi olması için konulmuş ilk uçak gemisi olmasıydı. O güne kadarki tüm uçak gemileri başka tür gemilerin dönüştürülmesi biçiminde yapılmışlardı. Ancak bu dönüştürme yöntemini en çok kullananlar da yine Japonlar oldu. İkinci Dünya Savaşında Japon tersaneleri hemen her şeyi uçak gemisine dönüştürebiliyordu. Bir başka ilginç nokta, Japonların ilk ürettiği geminin savaş sonunu görebilen tek gemi olmasıdır. Diğer hepsinin batmasına rağmen Hosho düşük taşıma kapasitesi yüzünden iç denizlerde eskort görevlere gönderilmesi sebebiyle savaştan sağ çıkabilen tek Japon uçak gemisi oldu. Buna rağmen Pasifik Adalarındaki tahliye işleminin bitmesinin akabinde alelacele Hosho da jilete gönderildi.

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız.İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Dünya siyasetini, siyasi tarihini, siyasi coğrafyasını şekillendiren hadiselerin, makro düzeyde, külli manada etkileri, sonuçları, büyüklüğü, bu kavramlar altında ciltlerce kitaba konu olabilecek mahiyette olabilmektedir. Bu kapsamda İmparatorluklar dağılabilmekte, devletler yıkılmakta, yeni devletler kurulmakta, sınırlar yeniden çizilmekte vb. çok çeşitli hadiseler geniş bir yelpazede, sonu gelmeyen bir film şeridine dönüşmektedir. Bütün bu hadiselerin oluş sürecinde yaşananların ve gerekse olup bitmiş hadiselerin sonuçlarının, külli etkilerinin yanı sıra çoğu zaman göz ardı edilen, siyasi tarih kitaplarına konu olmayan, mikro düzeyde, cüzi manada, her bir bireyin hayatına doğrudan dokunan etkileri de bulunmaktadır. Bu etki bireyin hayat kalitesini düşürme, ihtiyaçlarını giderememe, muhtaç olma, sahip olduğu varlıklarını kaybetme, yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalma, beden bütünlüğünün bozulması, yaşam şartlarına bağlı olarak sağlığını kaybetme gibi, insan haklarından mahrumiyetler ortaya çıkardığı gibi, bundan daha fazlası ve son noktası olan hayatını kaybetme şeklinde de olabilmektedir. Uhuvvetini muhafaza edemeyen, muhafaza edecek önlemlere itibar etmeyen, uhuvveti bozacak akım ve faaliyetlere meyl, tevessül eden İslam dünyası, bundan 150 yıl önce ihtilafının ve ittifakının bozulmasının ortaya çıkardığı siyasi ve fiziksel koşulların oluşturduğu siyasi ve bireysel, hak ve hukuk mahrumiyetleri ile muhatap olmaktadır. İmparatorluğun dağılmasından sonra, İslam dünyasının önemli bir coğrafi alanını teşekkül eden Ortadoğu Bölgesi’ndeki halkların bağımsızlıklarını elde etmeleri uzun yıllar sonra gerçekleşmiştir. Suudi Arabistan 1932’de, Kuveyt 1961’de, Katar 1971’de, Birleşik Arap Emirlikleri 1971’de, Suriye 1946’da, Irak 1932’de, Libya 1951’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Örnekleri çoğaltılabilecek olan bu vb. ülkelerin siyasi egemenlikleri uzun yıllar başka ülkelerin elinde olmuştur. On yıllar boyunca süregelen Mescid-i Aksa sorunu, İslam dünyasının henüz “hukukunu muhafaza” edici bir çözüme ulaştıramadığı ve üzerinde haklarını serbestçe kullanamadığı bir husus olarak varlığını sürdürmektedir. Mescid-i Aksa’ya, Gazze ve Filistin halkının hak ve hukukuna karşı yapılan girişimleri önleyemeyen İslam Dünyası’nın bütünü “hukukunu muhafaza edemeyen” konumundadır. 1980-1988 yıllarını kapsayan İran – Irak arasında yapılan savaşta yaklaşık olarak bir milyon kişinin öldüğü, 150 milyar dolarlık maliyetinin bulunduğu, çok sayıda insanın göç ile karşı karşıya kaldığı kaynaklarda belirtilmektedir. Sorunun çatışmaya dönme sürecinde aktif rol alamayan İslam dünyası, çözümünde de varlık gösterememiş ve nihayetinde bir milyon kişinin hayatına, milyonlarca ailenin maddi manevi yaşam kalitesine doğrudan etkide bulunmuştur. Birinci Körfez savaşı olarak nitelendirilen ve Irak’ın 1990 yılında Kuveyt’i işgali ile başlayan ve bölge dışından çok sayıda ülkenin de müdahil olması sonucunu doğuran savaşta, Kuveyt tarafında 35 bine yakın insan hayatını kaybetmiş, 75 bin insan yaralanmıştır. Irak tarafında 100 binden fazla insan yaşamını yitirmiştir. Şüphesiz ki bu rakamlar istatistikten öte mercek altına alıp incelendiğinde her bir bireyin ailesinde ve çevresinde ortaya çıkardığı maddi manevi yıkımların trajedisi görülecek, müşahede edilecektir. Bu sürecin ortaya çıkardığı ve günümüze kadar uzanan ve halen devam eden siyasi ve askeri sonuçlar ise olayın başka bir boyutudur. 1988-1994 yılları arasında Karabağ’da yaşanan çatışmalarda 16 bin Azeri hayatını kaybetmiş, 22 bin Azeri yaralanmış, 800 bin Azeri göç etmek durumunda kalmıştır. 1992-1994 yılları arasında Bosna-Hersek’de süren savaş ve soykırımda 200 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, 250 binden fazla insan yaralanmış ve 2 milyon kişi mülteci konumuna düşmüştür. Bütün dünya ile birlikte İslam Dünyasının da gözleri önünde cereyan eden bu hadise sürecinde hayatını kaybeden, yaralanan ve mülteci olan bireylerin “hukukları” ve “hayatları” muhafaza edilememiştir. 1994-1996 yılları arasında Çeçenistan’da süren çatışma ve savaşlarda, 17 bin civarında asker ve 30 binden fazla sivil hayatını kaybetmiştir. Hayat ve hukukları muhafaza edilemeyen bu bireylerin “hayat” ve “hukuklarını” muhafaza etmek adına, İslam dünyasının herhangi bir mekanizmasının varlığı söz konusu olmamıştır. İkinci Körfez Savaşı olarak nitelendirilen ve 2003 yılında ABD’nin öncülüğünde birden fazla ülkeden oluşan koalisyon güçlerinin Irak’a başlattığı ve Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve idamı ile sonuçlanan süreçte de sivil ve askeri Irak’ın toplam kaybı 35 bin civarında olmuştur. 18 bin kişi esir konumuna düşmüştür. Zaman zaman gündeme gelen, Doğu Türkistan’da yaşayan Türklerin karşı karşıya kaldıkları insan hak ihlallerine karşı çözümsüzlük ve belirsizlik süreci devam etmektedir. 1960 yılında 60 bin Kazak ve Uygur Türkü göç etmek durumunda kalmıştır. Ve nihayet günümüzde Arap Baharı süreci ile başlayan hadiseler sonucunda yaşanan dramlar ve trajediler. Sadece Suriye’de 2011 yılından bu yana 12 bini çocuk olmak üzere ölenlerin sayısının 240 bini bulduğu, göç edenlerin sayısının 3 milyonu aştığı ifade edilmektedir. Suriye’de süre giden mevcut çatışma ortamına da dünyanın çeşitli yerlerinden çok sayıda ülkenin siyasi ve askeri olarak doğrudan müdahil olduğu artık komplo teorileri ötesinde bir gerçektir. Bütün bu can ve hak kayıplarının yanı sıra kentlerin imar, alt ve üst yapıları yok olmakta siyasal ve sosyal düzenin artık söz konusu olmamaktadır. Bireylerin zenginliklerini, ailelerini hayatlarını, her şeylerini kaybettikleri durumu özetleyen en genel bir cümledir. Ancak bu cümlenin içerisinde milyonlarca trajedi yer almaktadır. Sadece aşağı yukarı son 25 yılda İslam Dünyasının yaşadığı trajedilerden birkaç örnek yukarıda yer almaktadır. Bunların dışında örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu örnekler İslam dünyasının kendi hukukunu ve hayatını koruyamadığının özet bir tablosudur. Hobbes’in “İnsan İnsanın kurdudur” ile bireyi kodladığı, Hans Morgenthau’nun: “İnsan doğası kötüdür, devletler de ahlaki değerlere uymak zorunda değildir” ifadeleri ile uluslararası sistemin yapısı ve işleyişini izah ettiği, teorilendirdiği bir sistemi, aksi şekilde davranmadığı sürece mevcut davranışları ile teyid eden İslam dünyası, bunun faturasını mensubu olan bireylerine hayatlarıyla, sağ kalanlara da zillet olarak fatura etmektedir. Mevcut sistemin yapısını değiştirecek olan bireydir. Mademki bu sistemin teorik alt yapısı, bilim siyaset ve fikir adamlarınca, insan doğası ve davranışı üzerinden izah edilmektedir. O halde “Müminler kardeştir” ve “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” ifadelerine uygun davranılması durumunda yeni bir uluslararası sistem ortaya çıkabilecektir. Tüm İslam dünyasının izzeti, hakkı hayatının muhafazası ve küresel huzur, اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ (Müminler ancak kardeştirler) çağrısına muhatap olan bireylerin elindedir. Bu çağrının muhatap olduğu her bir birey, en yakınından eş dost, akraba, arkadaş, mahalle, köy ve şehrinden başlayarak her kimi tanıyor veya tanımıyorsa bu çerçevede hareket etmek durumundadır. İki birey arasındaki ses tonunun ve tutumun küresel düzeyde yankısı bulunmaktadır. “Mümin mümin kurdu mudur” yoksa “kardeşimi midir” Şimdi kesin bir cevap verme, verdiğimiz cevabı doğrulayıcı tutum ve davranışlara keskin bir dönüş zamanıdır. İslam dünyası üçüncüsü olmayan iki tercihle, akıp giden zamanın her anında, yeniden yeniden karşı karşıyadır. Ya Uhuvvet – Ya Zillet

Doğup, büyüdüğü topraklardan hicrete zorlanmıştı peygamber (sav). Mekke’den ayrılırken Hezreve denilen mevkide devesini durdurdu, başını ufuklara dikti, sonra Mekke’ye son bir kez hüzün dolu gözlerle baktı ve dudaklarından şu sözler döküldü: “Sen Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah’ın katında en sevgili olanısın. Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur. Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım.”1 Mekke, kutsal bir şehir olmanın dışında en sevgili, en hayırlı, en güvenilir bir yerdi Efendimiz (sav) için. Çocukluğunun, gençliğinin en güzel yıllarını burada geçirmişti. Babasını doğmadan, annesini ise çok küçük yaşta kaybetmesine karşın ona kol kanat geren dedesi Abdulmuttalip ve amcası Ebu Talip hep yanındaydı. Anne şefkatinin bütün sıcaklığını ise sütannesi Halime’de gördü. Küçükken oyunlar oynadığı sütkardeşi Şeyma, yakın arkadaşı Hazret-i Ebubekir ve unutamadığı diğer dostları, doğduğu topraklara olan sevgisinin bir parçasıydı. İnsanın memleketini özlemesi, önemsemesi kadar fıtri bir hadise olamaz. İnsanoğlunun her türlü zorluğa rağmen mesken tuttuğu ilk yerlere özlem duyması boşuna değildir. Şömineli odalar, seramik kaplamalı mutfaklar, ceviz işlemeli mobilyalar, rezidanslı, havuzlu lüks binalar, hayatının ilk yıllarını geçirdiği topraktan yapılmış köhne evini unutturamaz. Zira mütevazı evi ailesiyle, komşularıyla, sıkıştığında dertleşecek, konuşacak yakınlarıyla doludur. Alış-veriş yaptığı bakkalı, manavı, gittiği okulu, oyun oynadığı boş tarlaları, sohbetin tadına vardıkları çay bahçelerini arzuladığı anlar çok olur. Dar sokaklarında alabildiğince dolaşmak, harabe evlerin arasında gezinmek, yosun tutmuş kaldırım taşlarına dokunmak ister. Yaşadığımız aile dairesi, mahalle dairesi ve memleket dairesiyle yakınlığımız, alakadarlığımız nasıl devam ediyorsa, geniş ölçekteki vatan dairesiyle de öylece devam eder. Aynı çatı altında yaşadığımız büyük bir evdir vatan. Bu mekânda duygu ve düşünce bütünlüğü hâkimse tüttürülen ocaklarından huzur, bacalarından sürur yağar o toplumun üstüne. Fakat çatlak sesler yükseliyorsa o hanede, birinin “A” dediğine diğeri “B” diyorsa şayet orada hoş bir iklimden bahsetmek pek doğru olmaz. “Vatan sıhhate benzer, değeri kaybedilince anlaşılır” diyor Süleyman Nafiz. Hakikaten tıpkı zaman gibi, sağlık gibi kıymeti kaybedilince anlaşılmakta. İşgalle hercümerç olan ülkelerde yaşayan birine “En önemli önceliğiniz nedir?” diye bir soru yönelttiğinizde, zannediyorum alacağınız ilk cevap “Ülkemde özgürce yaşayabilmek” olacaktır. Gerek eğitim, gerekse seyahat etmek için yurt dışına giden arkadaşlarımdan çok defa işittiğim “Türkiye’nin kıymetini dış ülkelere gittiğimizde çok daha iyi anlayabiliyorsunuz” sözü yadsınacak bir söz değildir. Dünyada her şeyden müstağni yaşayabilir, varlıklarınızın her türlü yokluklarına alışabilirsiniz. Eviniz, arabanız, yatınız, katınız hatta zamanla yakınlarınızın kaybına bile rıza gösterebilirsiniz. Lakin vatanın kaybedilişi hiçbir acıya benzemez ve hiçbir acının onunla boy ölçüşebileceğini sanmam. Çünkü kaybettikleriniz sadece sizinle münhasır kalmaz. Gün olur sevdiklerinizi sarar. Gün olur onlarında sıkıntılarına duçar olursunuz. Gün olur kutsal değerleriniz tahkir, tezyif edilir de elinizden bir şey gelmez. Dile getirdiğimiz mesele kuru bir vatan edebiyatı değildir. Varlıklarımızın vatanla kaim olduğu düşüncesini yabana atmamak gerek. Anne, yar, kardeş, çoluk çocuk, namus, hürriyet, dil ve din vatan denen gök kubbenin altındayken bir başka parlaktır. Kubbe yıkıldığı an her değerinizin küçük bir fırtınayla elinizden kayıp gitme ihtimali pek yüksektir. Bir ocak, bir evdir vatan… Kapısı, penceresi kırılmış, tavanı çökmüş, duvarları çatlayıp tarumar olmuş olan bir evde hangi kutsalı, hangi değerleri muhafaza edebilirsiniz? Ecdat yedi düvele karşı neyin kavgasını vermişti? Çanakkale de, Kurtuluş Savaşında şehit olanlar bir parça huzur için düşmemişler miydi yollara… Paramparça olan devletlerin hal-i pür melâli ortada… Atılan menhus bombalarla kolu, kanadı kopanlar, payimal olan namuslar, yarınından emin olmayan gençler, sefahat ve sefalet elbisesi giydirilmiş yığınla insanlar hepsi vatansız toprakların bize sunduğu birkaç armağan sadece… Mesele bu kadar vahimken henüz bunu idrak etmekten uzak, yaşananlara at gözlüğüyle bakan, hadiseleri muhakeme süzgecinden geçirmek yerine günlük politik aksiyonlara göre değerlendirenlerin sayısı hiç de az değil. Sevgileri de, nefretleri de kişilere endeksli durumda. Harakiri yapan bu güruh, hem kendilerini, hem toplumu zehirlemekteler. Bir zihniyet meselesi olmakla birlikte ülkemde bir oyun oynanıyor. İç ve dıştaki aktörlerin sahnelediği oyun maalesef iç pazarda çok rahatlıkla alıcı da bulabiliyor. Ülke düşmanlıklarının temel bir dayanağı yok. Bir fert yahut bir millet bulunduğu devlete karşı neden kazan kaldırır? Neden isyan gardını alır? Dilini konuşamıyor, dinini yaşayamıyorsa, seyahat hürriyetinden yoksunsa, ticaret yapamıyor, mülkiyet, eğitim ve sağlık haklarından mahrumsa, belirli makam ve mevkilere getirilmesi engelleniyorsa, can ve mal güvenliği tehlikede ise gayet tabi olarak kişilerde meşru bir müdafaa yolu seçebilirler. Olmak yoksa ölmek göze alınır. Özgürlüğün tadı, ölümlerin acısını bile hiçe indirir o zaman. Haklı bir talep varsa şayet her Müslüman’ın yapması gereken kimliğine, rengine, diline, dinine bakmadan mazlumun yanında yer almak ve gücü nispetinde zalime karşı mücadele etmektir. Dinimizin bize öğretisi budur. Yaptığımız tahlil ve münakaşa ülkem için de geçerlidir. Yalnız yapılacak her değerlendirme hakkaniyet ölçüleri içerisinde sadece bugünle münhasır olmayıp geçmişi de kapsayacak bir perspektifle ele alınmalıdır. Dönem dönem bu topraklarda belirli kesimlere haksızlık yapılmadı değil. Her kimi dinlerseniz bin ah işitirsiniz. “Pür ateşim açtırma benim ağzımı zinhar Zalim beni söyletme derunumda daha neler var” Geçmişte ve günümüzde terörle ve dolaylı olarak onunla ilintisi kurulan Kürt kardeşlerimizin geçmişte yaşadıklarını hafızalarımızdan geçirmekte fayda var. Kürtçe konuşmak yasak, kaset çıkarmak yasak, “Kürt” kelimesini kullanmak yasak, isim yasak, kıyafet yasak… Bir tahlile tabi tuttuğumuzda cezaevlerinde yatan mahkûmların birçoğunun makul istekleri isteyenlerle dolu olduğunu görürsünüz. Yapılanlar sadece bunlar değildi tabi. İşkenceler, her köşe başında fail-i meçhuller, yargısız infazlar, asit kuyuları, öldürülen gazeteciler ve aydınlar, köyünden göç etmek zorunda bırakılan insanlar, ihmal edilen nesiller, yatırım noktasında iptidai bir Afrika ülkesinden bile daha geride olan şehirler… Diğer Ortadoğu ülkelerinde de Kürtlere bakışın şaşı olduğunu söylemek zorundayım. Biz Halepçe’yi unutmadık. Daha düne kadar Suriye’de kimlikleri bile tanınmıyordu. İran’da ise en fazla idam edilen, en fazla mahkûm edilenlerin arasında Kürtler vardı. Kürtler, hiçbir zaman 1. sınıf vatandaş olmadılar bu ülkelerde. Oysa Türkiye’de bazı eksiklikler olmasına rağmen 2002 yılından bu yana yeni bir siyasi iradeyle birlikte devlet iyi niyetiyle bütün bu acılara bir son vermek için kolları sıvadı. Toplumun üzerine bir Lokman ruhu üflendi Yasak olan her ne varsa bir bir ortadan kaldırıldı. İlk iş olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin üzerine bir kâbus gibi çöken Olağan Üstü Hal (OHAL) uygulaması kaldırılınca halk psikolojik baskıdan ve gerilimden kurtulup derin bir nefes aldı. OHAL ile birlikte süreç içerisinde fail-i meçhuller, yargısız infazlar ve işkenceler sona erdi. Partiler mezarlığına dönen Türkiye’de partilerin kapatılması zorlaştırıldı. Köye dönüş projesiyle on binlerce insana milyonlarca para ödendi. Terörden zarar gören insanlara yardımlar yapıldı. Türkçe eserler Kürtçeye çevrildi. Kürt Dili ve Edebiyatının önemli isimlerinin eserleri ise Türkçeye çevrildi. Kimsenin şimdiye kadar cesaret edemediği ve birçok riski olmasına rağmen çözüm sürecine imza atıldı. Dağdaki inişleri hızlandırmak için birçok yasal düzenlemeler yapıldı. Düşünce özgürlüğünün önündeki engeller kaldırıldı. Kürtçe sinema filmleriyle birlikte kanallar, radyolar yayın hayatına girdi. Üniversitelerde Kürtçe Filoloji kuruldu, yörelerin eski isimleri iade edildi, ana dilde savunma hakkı verildi, “X,W,Q” harflerinin kullanılmasına izin verildi. Türkiye’deki farklı etnik grupları rahatsız eden öğrenci andı kaldırıldı. Kürtçe kurslar ve özel okullar her yerde açılmaya başlandı. Okullara Kürtçe seçmeli ders kondu. Yapılanlar sadece hak ve özgürlük alanında değil, ekonomik anlamda da bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Duble yollar, aşılmaz yerlere bile açılan tüneller, köprüler, toplu konutlar ve hava yolları yapıldı. Doğuyla batı arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel alanda açılan makas her geçen gün daha da kapandı. Bugün artık Türkiye’de Kürtlere karşı bir inkâr politikasının olmadığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Doğuda olup da batıda; batı da olup da doğu da olmayan bir şey bulamazsınız. Gelinen noktada devletin geçmişten ders alarak uzattığı şefkat eli, -ipi başka aktörlerin elinde olan- terör örgütleri tarafından suiistimal edilmekte. Tam bağımsız ve gelişmiş bir Türkiye istenmemekte. Hiçbir insani kırıntı eseri göstermeyen taşeron örgütlerin yaptıkları herkesin malumu. Eşinin ve çocuklarının yanında hunharca öldürülenler, sokak ortasında infaz edilenler, her şeyden habersiz kahvaltı yaparken, kör bir kurşunla hayattan alınan polisler, tehdit edilen esnaflar, indirilen kepenkler, yöre halkına kesilen haraçlar, ailelerinden zorla koparılarak dağa kaçırılan çocuklar, kafası taşla ezilerek vahşice öldürülen gençler, kazılan hendekler, yol kesmeler, şehit edilen askerler, kaçırılan ve rehin alınan insanlar, kundaklamalar, barajlara, termik santrallerine yapılan saldırılar, yakılan okullar ve daha niceleri hepimizin içini acıtmakta. Terör örgütü sadece insan öldürmüyor, toplumun sinir törpülerini de zedeliyor. Zihindeki ayrımcılık fikrini yeşertip büyütürken hoş görüyü de alıp götürüyor. Lakin uzatılan güle bombayla karşılık vermeyi dünyanın en iptidai devletleri bile kabul etmez. Kürt kardeşlerimizin de kabul etmeyeceğini biliyorum. Özellikle de muhafazakâr ve kendisini dindar kabul eden Kürtlerin ulusal, seküler, ırkçı bir terör örgütüne karşı tepkilerini yüksek perdeden dile getirmelerini beklemek Türkiye’de yaşayan herkesin hakkı. Bir diğer çıkmazda gayri dini bir örgütün dindar Kürt halkı nezdinde taban buluyor olması. Sırf ırktaş olduğundan dolayı milliyetçilik rüzgârına kapılarak zalime destek vermek vereni de zulmün bir ortağı yapar. Kendi görüşlerine yakın olduğu için birkaç insanın ölmesine karşı duyarlılık gösterenler ülkesinde ve dünyada şehit olan binlerce Müslüman için neden suskunlar? Evladının yüzüne meltem rüzgârı değse eriyecek annelerin yüreğine ateş düşürenleri desteklemenin vebali yok mudur sizce? Cumhuriyetten bu yana her türlü hakları gasp edilen Kürtlerin derdiyle ilgilenen ve çözüm üreten Muhafazakârların kurduğu bir iktidarla hesaplaşmayı nereye koyacaksınız? “Zalimlere en ufak bir meyil göstermeyiniz, yoksa size de Cehennem ateşi dokunur”2 ayetinin tehdidinden korunmak gerek. Yapılan yanlışın yanında olmak, kıyısından, köşesinden görev almak, kalben taraftar olmak yahut sempati duymak insanı zulmün ortağı yapmaya yetmez mi? Hak ve özgürlük noktasında yanlışlar, hatalar varsa bunlar meşru hukuk sistemi içerisinde ve anayasadaki değişikliklerle rahatlıkla çözülebilir. Şiddete başvurmak şiddetin çocuğu olan kaos ve istikrarsızlığı doğurur. Her haksızlığa uğrayan meslek ve meşrep sahipleri silaha başvurursa bu ülkenin hali nice olur? Atanamayan öğretmenler, maaşını az bulan memurlar, geçinemeyen emekliler, dinini, diyanetini tam olarak yaşayamayan muhafazakârlar, zamanında üniversiteye giremeyen başörtülüler, şöyle ya da böyle haksız yere hapishanede yatan, derdini hiç kimseye anlatamayan lâlüebkem mahkûmlar ve başka haksızlığa uğrayanlar bir isyan ordusu oluşturursa bizleri nasıl bir tablo bekler? Sorunu şiddetle çözmeye çalışan terörün Türkiye’deki bilançosu ortada. On binlerce can, milyarlarca maddi zarar… Şimdiye kadar “Teröre harcanan 350 milyar dolarla, Türkiye yeniden inşa edilebilirdi. Hesaplamak güç olsa da; 117 Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı, 87 Atatürk Barajı, 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 70 Marmaray, İstanbul’a yapılacak 3. havalimanı özelliklerinde 35 havalimanı, 11 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), 8 Kanal İstanbul Projesi, 52 bin 500 adet 24 derslikli okul, 3 bin 60 tane 400 yataklı tam teşekküllü eğitim ve araştırma hastanesi”3 yapılabileceğinden bahsediyor, Prof. Dr. Ünsal Ban. Türkiye terör belası yüzünden maalesef dünyada bulunması gereken yerde değil. Çözüm belki de bugünlerde tartışılan “milli ve yerli” olmak kavramlarını tam olarak anlayamamaktan geçiyor. Daha şimdiden bu sözün ne mana ifade ettiğini anlamayan yahut anlamak istemeyenlerin ifadeyi çarpıtma noktasında gayet mahir olduklarını görebiliyoruz. Tırnak içinde belirttiğimiz milli ve yerli olmak ifadelerinden Türkiye’ye aidiyet bağıyla bağlanan hiç kimsenin rahatsız olmayacağını düşünüyorum. Tıpkı halay, horon, zeybek gibi içimizi kıpırdatan, bize ait olan her ritüel milli ve yerlidir. Milli ve yerli olmak ülkeye sevdalı olmaktır. Hiçbir devletin, örgütün yahut şahısın güdümünde olmamak, taşeronluğunu yapmamaktır. Milli ve yerli olmak taklitçilikten uzak bu toprağın kültürüyle yoğrulmak, dinine, diline, örfüne, kültürüne sahip çıkmaktır. Milli ve yerli olmak ırkçılık değildir. Statükodan yana olmak da değildir. Milli ve yerli olmak, ayaklarını Anadolu kıtasında sabitledikten sonra bir pergel niyetine kullandığı başını ise dünyanın dört bir tarafı üzerinde gezdirmek ve bünyemize uygun olan her güzelliğin resmini çizmektir. Dilimize pelesenk olan “Allah insanı dünyada vatansız, ahrette imansız etmesin” cümlesi içinde bin hakikati barındıran ne hakikatli bir sözdür. Dertli şair son olarak koysun hükmünü: “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, Düşün altında binlerce kefensiz yatanı, Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı, Verme dünyaları alsan da şu cennet vatanı.” Kaynaklar: 1- Tirmizî; İbnMace; Ahmed b. Hanbel; Darimî)2 -(Hud, 11/113)3-http://www.haber3.com/terore-harcanan-parayla-neler-yapilirdi

Muhakkak ki ölüm haktır. Ve ahiret yurduna gitmenin tek yolu o köprüden yani ölümden geçer. Mademki “Bu fani dünyadan çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu mucidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın.”1 Evet, emaneti sahibi hakikisine satmak demek olan bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, hem kendimizin hem de başka emanet sahiplerinin bu dünyadan aziz bir şekilde ayrılması için gayret etmek çok mühimdir. Hususen; Kur’an-ı Azimuşşan’da mükerreren emredildiği gibi, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker davasını omuzlayarak bir hayat geçirmek. Neticesinde de kabri cennet bahçelerinden bir bahçeye, aksi takdirde cehennem çukurlarından bir çukura çevirmek. Bediüzzaman Hazretleri: “Kabir âlemi ahirete bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir. Ön ciheti ise azabdır”2 buyurur. Arka cihette başta Rabb-i Rahim ve sevgili Habibi olmak üzere milyonlar sevgililer her türlü nimetler içinde bizleri beklemekte, ön cihette ise dünya ziynetlerinin ve sevdiklerimizin terkinden gelen firak elemi ile azab ciheti yaşanmaktadır. Ehl-i küfrün ölüm konusundaki hissiyatını anlatmaya gerek bile yok. Fakat öyle ölümler var ki kalanlara teselli olarak ön cihetini bile rahmete çevirmektedir. İşte şehitlik makamı ile dünya seferini bitirenler bu guruptandır. Bizler ise onların arkasından hayranlık ve gıpta ile bakıp hem iştiyak hem de teselli duyarız. Şehit denilince tabii ki ilk manada İslam için cihad meydanlarında canlarını feda ederek bu mertebeye erişenler gelir. Asrısaadette ilk numunelerini gördüğümüz bu kahramanların ve diğer asırlardakilerin, hatta zamanımızdan kıyamete kadar gelecek bütün İslam fedailerinin elde edecekleri makamlar Kur’an-ı Azimuşşan’da ve hadis-i şeriflerde şöyle methedilir: Enes b. Malik’ten gelen bir rivayette: “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez, sadece şehit müstesna! Şehit gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.”3 Ebu Hüreyre’den gelen bir hadis-i şerifte ise: “Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehit olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar”4 buyrulur. Ve “Allah yolunda öldürülenleri ölüler saymayın. Aksine onlar diri olup rableri katında rızıklandırılmaktadırlar. Allah’ın lütfundan kendileri için vermiş olduğu sevinç içindedirler ve arkalarından henüz onlara kavuşmamış olanları, kendilerine bir korku olmayacağı ve üzülmeyecekleri üzere müjdelerler.”5 Evet, şehitler çok özel ikramlara mazhar olacaklar, bu yüzden de sevinç ve bahtiyarlıkları da o nispette ziyade olacaktır. Öldüklerinin de farkında olmayan bu mücahitler hakkında Üstad Hazretleri, bu ayete tefsir olacak güzel bir açıklamada bulunmuştur. Dördüncü tabaka-i hayat olarak ifade ettiği bu hayat tabakası ki: “Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’an’la şehitlerin diğer kabir ehlinin üstünde bir hayat tabakaları vardır. Evet, şüheda hayat-ı dünyeviyelerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenab-ı Hak kemal-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı, âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar. Tam bir saadetle lezzet alıyorlar, ölümdeki firak acısını hissetmiyorlar.” Diğer kabir ehli ise öldüklerini bilirler ve lezzetleri şehitlerinkine yetişemez. “Nasıl ki iki adam bir rüyada cennet gibi güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir, aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. ‘Ben uyansam şu lezzet kaçacak’ diye düşünür. Diğeri ise rüyada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki saadete mazhar olur.” Şehitlerin ehl-i imanın himmetine yetiştikleri de bir gerçektir. Abdulkadir-i Geylani Hz. ve Harrani Hz. gibi vefatlarından sonra bile tasarrufları devam eden veliler pek çoktur. Üstad Hazretleri, konunun devamında buna da parmak basarak der ki: “Hadsiz vakıalarla ve rivayetlerle şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve katidir. Hatta Seyyidü’ş-Şüheda olan Hazret-i Hamza (ra), mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş.” Üstad Hazretleri, -keşfü’l-kubur olduğu için- hapishanede zehirlenerek vefat eden Hafız Ali ağabeyin kabir halini de bize müjdelemiştir. Sual meleklerinin “Rabbin kim?” sorusuna karşılık kendisini mahkemede zannedip, öldüğünün farkında olmayarak Rabbini müdafaa ve ispat ile verdiği cevapların melaikeleri tebessüme getirdiği rivayeti çok mühim ve manidardır. Manevi Cihad ve Manevi Şehitlik Şehitliğin öyle bir çeşidi de vardır ki buna manevi şehitlik denilir ve aynı ecirlere hissedar olunur. Bugünün hizmet ve cihad şekli, -öncelikli olarak- şüphesiz imana ve Kur’an’a hizmetin, ilimle ve tebliğle yapılmasını iktiza eden manevi cihad boyutudur. Bu da Allah yolunda hayatını başka bir cihette feda ederek bütün ömrünü bu yola adamak demektir. Öyle ise bu insanların da bu makamdan hisseleri muhakkak olacaktır. Öncelikle şu hadis-i şerif, şehitlik ecrinin başka bir cihetini de bize ispat eder: “Ümmetimin fesada uğradığı, bid’aların ve dalaletlerin istilası zamanında benim sünnetime yapışan yüz şehit sevabını kazanabilir.” Ve “Yevm-i mahşerde âlimlerin akıttığı mürekkep ile şehitlerin kanı bir muvazene edilecektir.” İslam’ı yaşamanın cidden zorlaştığı zamanlarda az amellerin çok hükmüne geçtiği, ilim ile meşguliyetin kıymeti ve hususen şeair sünnetlerin ihyasıyla bu ecrin geldiği bir hakikattir. Kur’an ve sünnet dairesindeki marifetullah ilmiyle ve emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkeri hayat parolamız yaparak yaşadığımız takdirde, böyle bir netice kaçınılmazdır inşallah. Bir de hizmet birlikteliği ile hayat koşuşturması içinde uğradığımız büyük musibet ve felaketler ile hayatımızın neticelenmesi de şüheda makamını garantileyen ikinci bir nimettir. Çünkü bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Allah yolunda (savaşta) ölmenin dışında 7 çeşit şehitlik vardır. Tauna yakalanıp ölen (kanser vb.), karın ağrısıyla ölen, suda boğulan, yıkık altında ölen (deprem gibi), yangında ölen, hamile ve lohusa iken ölen ve zatülcenp hastalığından ölen şehittir.” Bu hususta Üstad Hazretleri şu tespiti yapar: “Evet hastalıkların bir kısmı var ki; eğer ölümle neticelense manevi şehit hükmünde, şehadet gibi bir velayet derecesine sebebiyet verir.” Bu açıklamalarla birlikte birçok rivayetten iktibasla şunu da ifade edebiliriz ki; şehadet sevabını kazandıracak birçok amel vardır: Hususen gurbette ölen, ilim tahsilinde ölen, devamlı abdestli bulunan, kuşluk namazına devam eden, her ay üç gün oruç tutan, vitir namazını hiç terk etmeyen, Cuma günü ve gecesi vefat eden, her akşam Yasin Suresini okuyan, sabah akşam haşir suresinin son üç ayetini okuyan mümin de şehit sevabına mazhar olur inşallah. Ve zamanımızın getirdiği teknolojinin kurbanı olarak yerde ve gökte trafik kazalarıyla mukaddes davaları içinde hayatlarını gerçek bir şehadetle tamamlayan nur kardeşlerimiz de bu makamdan hisselerini fazlasıyla almaktadırlar. Halis talebe-i ulum sınıfına dâhil olan Nur Talebeleri yukarıda anlattığımız bir kaç cihetle, zaten bu makama liyakat göstermektedirler. Buna bir de takdir-i ilahi ile eklenen kaza ve hastalıklar eklenince, bu şehadet makamı kaçınılmazdır artık (inşallah). Şehitlere bahşedilecek makamlardan birisi olan şefaat makamından hissedar olmak temenni ve duasıyla. Kaynaklar: 1- Mesnevi-i Nuriye, 1. Mektub, s. 62- Mesnevi-i Nuriye, s. 73- Et-tergib Vet-terhib, Müslim, s. 84- Kenzü’l-Ummal, Tirmizi, Nesai, s. 95- Al-i İmran s. 169; 25. Lema, s. 10

İnsan ruhuna Allah tarafından pek çok istidat ve kabiliyetler yani yetenekler yerleştirilmiştir. “Bir yeteneğin hiç kimsede tamamıyla eksik olduğu ileri sürülemez. Her yetenek her insanda az çok bulunur. Ancak bunların nitelikleri (miktarları) farklıdır. Çeşitli yetenekler ayrı kişilerde çeşitli ölçülerde bulunur. Biyolojik olsun, psikolojik olsun bütün özellikler ve yetenekleri bakımından insanları bir sıraya dizmek mümkündür. Örneğin, aynı yaşta ve aynı cinsten bir gurubun boyları ölçülecek olsa, bunların en kısa boyludan en uzun boyluya kadar bir sıraya girdiği görülür. Ancak ilginç olan nokta, bunlardan pek azının çok kısa boylu, pek azının çok uzun boylu, büyük çoğunluğunun ise orta boylu olmasıdır.” Kalbin damarlara uyguladığı basıncın normal bir seyri vardır. Fakat yaş, heyecan, ruhi ve fiziki yorgunluklar, açlık ve tokluk halleri, cinsiyet, gıdalanma tarzı gibi durumlarda bu basınç değişir. Örneğin koşma, heyecan, öfke gibi durumlarda basınç artar. Dinlenme, uyuma gibi durumlarda ise, basınç yavaşlar. Bu yüzden günün her saatinde tansiyon değişiklik arz edebilir. Kalbin yaptığı basınçta aşırı artmalar veya azalmalar hayatî tehlikelere sebep olabilir. Tıp dilinde aşırı yüksek basınca hipertansiyon, düşük tansiyona da hipotansiyon denilmektedir. Hipertansiyon, kalp hastalığına, kalp yetmezliğine, felce, boyun ve bacak damarlarında tıkanmaya, böbrek hastalığına sebep olabilir. Düşük tansiyon, vücuttaki sodyum ve iyonların dengesizliği ve yetersizliğinde baş göstermektedir. Tansiyon düşüklüğünde sık görülen şikâyetler baş dönmeleri, kulak çınlaması ve bayılmadır. d. Hücrelerdeki Dengeler Hücre canlı varlıkların yapı ve görev bakımından en küçük parçasıdır. Hücre oda manasına gelir. Bu yüzden bir buğday filizi, kule; küçük hayvanlar, odalardan müteşekkil bir saray; insan ve diğer büyük canlılar ise, büyük bir hücre şehri gibidir. Bir hücrenin genişliği ortalama 0.02 mm’dir.1 Bir hücre gözle görülemeyecek kadar küçüktür. Bununla beraber sanat yönünden harikulade bir büyüklüğü vardır. Bir hücre 100 bin kere milyon atomun bir araya gelmesiyle oluşmuş; mükemmel şekilde dizayn edilmiş binlerce grift moleküler makine içeren, gerçek bir mikro minyatür fabrika gibidir.2 İnsan vücudunda yaklaşık 200 çeşit hücre olduğu tesbit edilmiştir. Bütün vücuttaki hücrelerin sayısı ise yaklaşık 100 trilyondur. Her hücre çeşidinin faaliyeti ve ömrü farklıdır. Ortalama her saniyede 50 milyon hücre ölmekte, ölenlerin yerine de bir o kadarı üretilmektedir. Bu yoğun trafiğin dengeli bir şekilde düzenlenmesi sayesinde hayatımız sükûnet içinde devam etmektedir. Sürekli hücre kaybına mukabil aynı oranda yeni yeni hücreler oluşmazsa veya hücre kaybına mukabil aşırı hücre üretimi olursa denge bozulur, hastalıklar ortaya çıkar ve vücudun hayatı tehlikeye girer. Örneğin kanser, hücrelerin aşırı, dengesiz çoğalmasından kaynaklanan en tehlikeli hastalıklardan sadece biridir. Son 20-30 yılda yapılan araştırmalarla hücrelerde programlı hücre ölümü (apopitozis) denen bir mekanizmanın varlığı anlaşılmıştır. Bu mekanizma muhtelif hücrelerin farklı hayat sürelerini belirler. Bu faaliyet hücrelerdeki gelir gider dengesinin muhafaza edilmesinde önemli bir yer tutar. Sadece bu apopitozis mekanizması hakkında ciltler dolusu malumat ortaya çıkmıştır ve birçoğu genetik kontrolde olan çeşitli alt mekanizmaların çevresel faktörlerle olan ilişkileri de düşünülürse insan aklının her tarafını kuşatamadığı, bize göre çok karmaşık bir düzenin mevcudiyeti çok parlak biçimde görünmektedir. 1. Alyuvarlar Alyuvarlar, kırmızı kan hücreleridir. Kemik iliğinde yapılır ve kana karışırlar. Erkeklerde 1 mm3 kanda 5 veya 5,5 milyon, kadınlarda ise 4,5 veya 4,8 milyon kadar bulunur. Alyuvarlar, kan içinde oksijen ve karbondioksit taşırlar. Dolaşım esnasındaki ortalama hayat süreleri 120 gün kadardır. İnsan vücudundaki alyuvar miktarında mükemmel bir dengelenme görülür. Yaklaşık bir dakikada 150 milyon alyuvar tahrip olur. Onların yerine de yenileri gelir. Alyuvar miktarı normalin altına inecek olursa kemik iliği uyarılır ve yeni hücreler üretilir. Böylece hücre eksikliği giderilir. Alyuvar sayısı normal seviyenin üstüne çıkınca kemik iliği yavaşlar. Bu ayarlama böbreklerden salgılanan bir hormon ile olur. Deniz seviyesinden yükseklere çıkıldıkça havanın oksijen miktarının azalmasına bağlı olarak kanda alyuvar miktarı artar. Yine yükseklikte kanda alyuvar yaşama süresi de artar. 2. Akyuvar Akyuvar denilen küçük beyaz hücreler ise, Allah tarafından oluşturulmuş askerler veya vücudumuzun ordusudur. Onlar düşmanımız olan mikroplara karşı vücudumuzu korurlar. Akyuvarlar da, kemik iliğinde yapılırlar ve kana karışırlar. Normalde 1 mm3 kanda 4 ile10 bin arası akyuvar bulunur. Bulaşıcı hastalıklarda, bu sayı daha da artar ve 1 mm3 kanda 30.000 ile 50.000 civarında olurlar. Akyuvarların normalin altında azalmasında veya çoğalmasında yine hastalıklar ortaya çıkmaktadır. e. Boy, Zekâ ve Denge İnsan ruhuna Allah tarafından pek çok istidat ve kabiliyetler yani yetenekler yerleştirilmiştir. “Bir yeteneğin hiç kimsede tamamıyla eksik olduğu ileri sürülemez. Her yetenek her insanda az çok bulunur. Ancak bunların nitelikleri (miktarları) farklıdır. Çeşitli yetenekler ayrı kişilerde çeşitli ölçülerde bulunur. Biyolojik olsun, psikolojik olsun bütün özellikler ve yetenekleri bakımından insanları bir sıraya dizmek mümkündür. (Devam Edecek) Kaynaklar: 1- Rehber Ansiklopedisi.2- John Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 167.

Sûr-i Sultâni denilen Topkapı Sarayı'nın dış surlarının içinde yer alan Çinili Köşk, iki katlı taş bir yapıdır. Bugün, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin avlusunda bulunan Çinili Köşk, Topkapı Sarayı yapı topluluğunun bir bölümü olarak Fatih Sultan Mehmet tarafından, Hicrî 877 (1472-73) yılında, Sarayburnu’ndaki koruluk içerisinde yaptırılmıştır. Bâyezid’teki eski saraydan sonra yaptırılmış ilk resmi bina olma özelliğini taşımaktadır. Adına Sırça Köşk ya da Sırça Saray da denir. Fatih devri mimarlarından Atik Sinan tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Yapımında beyaz küfeki taş kullanılmış, yan ve arka cephelerinde de kırmızı tuğladan dolgulara yer verilmiştir. Köşkün Haliç’e bakan çıkmalı arka cephesinde tuğla dolguların alt katında Orta Asya Türk ve Selçuklu yapılarında çokça görülen kilim deseni biçimindeki geometrik süslemeler ve bezemeler zaman içinde özelliğini yitirmiştir. Çinili Köşk, Ortada tonozlar üzerine oturtulmuş bir ana kubbeden, köşelerde ise yine kubbeli bölmelerden meydana gelmiştir. Ön tarafta tek parça beyaz mermerden on dört sütuna dayanmış bir revak vardır. Eyvanlı terası ve kesme çini dekoru ile Selçuklu tesirinde bir erken Osmanlı örneğidir. Köşegenvari planlı, dört eyvanlı, hareketli örtü sistemine sahip bulunan, iki katlı nev’i şahsına münhasır bir yapıdır. Giriş bölümü, üzeri kubbeli bir mekân olup, köşelerde birer kubbe ve yarım kubbe biçiminde tonozlarla örtülü odalar vardır. Yapıdaki zengin çini bezemeleri, Fatih devrinde bu işe verilen önemi göstermektedir. Çinili Köşk Osmanlı Türk zevkini temsil eden Selçuklu ve Orta Asya mimari geleneklerine göre yapılmış çini süslemelerinin tatbik edildiği İstanbul’daki tek örnek olma özelliğini de taşır. Osmanlı sivil mimarisinin Selçuklu etkisinde yapılmış olan Çinili Köşk’ün en başta gelen özelliği dış cephesi ile büyük eyvanının iç yüzeyini ve içerdeki odaların bir bölümünü kaplayan çinilerdir. Mozaik tekniğinde yapılmış olan bu çiniler firûze renkli zemin üzerine Kûfi yazılar ve geometrik desenlerden meydana gelmiştir. Binanın içi beyaz, kahverengi, lâcivert, firûze çinilerle süslenmiştir. Firûze çiniler altı köşeli, bunların arasına serpiştirilen lâcivert çiniler ise üçgen şeklindedir. Bugün de sanatseverlerin hayranlıkla seyrettiği çinilerin güzelliği nedeniyle adına “Çinili Köşk” denmiştir. Çinili Köşk’ün esas katı, çok eskiden beri Asya’da kullanılan ve Türkler’in Orta Asya’da benimseyerek Anadolu’ya getirdikleri bir orta mekâna açılan dört eyvan şemasına göre yapılmıştır. Çeşitli bölümlerdeki tonoz ve kubbelere geçiş unsurları olan örgü şeklindeki kaburgalar, Orta Asya ve Selçuklu mimari geleneklerinin devam ettirdiğine işaret etmektedir. Cephede ve büyük eyvanda mozaik tekniğinde yerleştirilmiş çiniler vardır. Bu çinilerde geometrik motiflerin yanı sıra bitkisel motifler kullanılmıştır. Büyük kemerin alt yüzünde de fîrûze zemin içine beyaz çinilerle Kûfi yazılarla müsenna “Tevekkülî alâ hâlikî” ibaresi dört defa tekrarlanmaktadır. Yan eyvanlarda ve odalarda duvarlar belirli bir yüksekliğe kadar, altıgen çinilerle kaplıdır. Bunların aralarına başka renklerde üçgen çinilerden çerçeveler yapılmıştır. Çini renkleri firuze, patlıcan moru ve türkuaz rengindedir. Ayrıca bazı yerlerde çiniler üzerine altın ile süsleme işlenmiştir. Bu altın süslemelerdeki motifler, Fatih döneminin motif özelliklerini taşımaktadır. Köşkün ön cephesinin ortasında bulunan çinilerle kaplı büyük bir eyvandan içeriye girilmektedir. Bu girişin yanlarında derinliği fazla olmayan kemerli nişler bulunmaktadır. Köşkün asıl katında orta mekâna açılan dört eyvanlı bir şema görülmektedir. Üzerleri kubbe ve tonozlarla örtülmüştür. Giriş cephesinde büyük eyvanın içinde bir şerit halinde uzanan çini kitâbe bulunmaktadır. Uzun kitâbe, birbirine girift iki satır halinde ve lâcivert zemin üzerine beyaz ve sarı renkte Sülüs hatla yazılmıştır. Sultan IV. Murad (1623–1640) zamanında köşk içerisinde yeni düzenlemeler yapılmış ve bu arada ayna taşından bir tavus kuşu kabartmasının bulunduğu bir çeşme de buraya eklenmiştir. Çeşmenin iki tarafına yerleştirilen manzum kitâbelerde de buradan Sırça Saray olarak söz edilmiştir. Burada kullanılan motifler XVI.yy’ın motif karakterini taşımaktadır. Köşk 1737 yılında kısmen yanmış ve bu nedenle de onarım sonrasında, özellikle cephe mimarisi değişmiştir. Çinili Köşk’te XVII. yüzyıl sonlarında saraya mensup ağaların oturduğu bilinmektedir. XIX. yüzyılda Aya İrini’deki müzenin yetersiz kalmasından ötürü eserler buraya taşınmıştır. 1910 yılında restore edilmiş, II. Dünya Savaşı sırasında kapatılmış, 1875 ile 1891 yılları arasında Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) olarak hizmet vermiştir. 1942’de yeniden onarılırken 1880 yılında ön kısmına eklenen merdivenler kaldırılmıştır. Daha sonra bu onarımlar 1948–1953 yıllarında da devam etmiştir. 1953 yılında İstanbul’un 500. Fetih yılı dolayısı ile Fatih Sultan Mehmet’e ait giysiler, silahlar ve fermanlar bir süre burada sergilenmiş, o tarihte Türk ve İslâm Sanatları Müzesi olarak kamuya açılmıştır. Günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nün yönetiminde müze olarak ziyarete açıktır. Müzede Selçuklu ve Osmanlı devirlerinden kalma, döneminin en güzel İznik çinileri ve seramik örnekleri sergilenmektedir.

“Şüphesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur!” buyuruyor Rabbimiz, Necm Suresi 39. ayette. Ve biz şükrediyoruz ki aradan geçen 10 yılda 120 dergi bıraktık ardımızda, kardeşlerimizle… Evet, 10 yıl geçti Mekteb-i İrfan’ın bidayetinden bu zamana. Demir ağlarla işimiz olmadı; nurani zincirler örmekti muradımız kalplerde. “Toptan Allah’ın ipine sarılın!” emrine inkıyad etmeye gayret ettik. “Ancak iman edenler ve birbirine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler müstesna!” müjdesine nail olmaya çalıştık. İrfan Mektebi dedik derginin adına, marifet dersi dermek için kalp, akıl ve şuurlarımıza. Bir okul da olsun istedik aynı zamanda. Gözlerden görünen, dudaklardan dökülen nice nurani söz sahiplerinin alışık oldukları kalemler satır satır dokusun istedik bu sofrada… İnandıklarımızı satırlarda yaşatmakla yürüdük 10 yıl boyunca… Kaybolmasın hakikatler, manalar, güzellikler dedik; “Hafızanıza sağ elinizle yardım edin!” tavsiyesine uyarak… Derdimizi, hayallerimizi, dualarımızı, geleceğimizi, geçmişimizi konuştuk, yazdık. Tarihe not düştük şahs-ı manevi ile birlikte. Tamir dedik, inşa dedik, istikbal dedik hep birlikte… Derdimiz var evet, dertsiz olmaktan korktuk “… maa men ehabbe” sevdiklerimizle... Ümit ettik, “İnsanların efdali insanlara en faydalı olandır” müjdesini ve kapsamına dâhil olmaya azmettik sizlerle… Geçen yılların bir sıfatı ve özelliği de “hızlı” oluyor. Hızla geçtiler evet! Elhamdülillah ardında nice güzel mana ve mesajlar dolu sayfalar bırakarak… Nice kalem erbabı serpildi senelere… Işıklı masalarda istinsah edilen yazılardan kalbe akan manaların akıl ve şuurla harmanlanıp, tecrübe ve deneyimlerden de istifadeyle nakşedildiği nice makaleler doğdu sayfalarda ve bizlerde… Hakkı teslim ve dua vaktidir. Bu sofrada bulunan herkese… Yazandan okuyana, grafikerinden dağıtımcısına, tashih edeninden ikaz edenine, evine götüreninden hediye edenine ama herkese selam olsun. Allah hepinizden razı olsun. Evet, Allah hepinizden razı olsun. Haddi zatında asıl maksat ve gaye de bu değil mi? Bu zamana kadar da bundan sonra da! Allah’ın izniyle daha nice 10 yıllara! Kalın sağlıcakla.