109.Sayı:"Toplumsall Birlik ve Beraberlik Açısından Milliyetçilik , Irkçılık , Kavmiyetçilik"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiToplumsal Birlik ve Beraberlik Açısından Milliyetçilik, Irkçılık, Kavmiyetçilik
Kültür ve Medeniyet

“Yüce Allah’ın insanları farklı milletler olarak yaratması top­lumsal birlik için bir tehdit midir?” “Değişik dilleri konuşmak, aynı ten ve rengi taşımamak toplumsal ayrışmanın bir ne­deni midir?” “Farklılıklar ayrışmanın bir sebebi olabilir mi?” “Bu farklılıklar bir ceza mıdır, yoksa ilahi bir lütuf mudur?” gibi birçok soru düşünceleri meşgul etmektedir. Şahit olduğumuz bütün bu farklılıklar, ayrışmak, bölünmek, ötekileştirmek ve­ya birbirini inkâr etmek, yabancı gör­mek ve düşman olmak için değildir. Ayet-i kerimenin ifadesiyle tanışmak ve yardımlaşmak içindir. “Ey insanlar! Şüp­hesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) ya­rat­tık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık.”1 Toplumsal birlik ve beraberliği kurma­nın, devam ettirmenin ilk şartı fazilet­leri bir araya getirmektir. Evet, her mil­let, her kabile, her aşiret, her insan farklı meziyetlere ve faziletlere sahip olarak dünyaya gönderilmektedir. Tek bir milletin veya kabilenin, insanlığın bü­tün meziyetlerini kendisinde topla­ma­sı mümkün görünmemektedir. Adil-i Hakîm olan Allah-ü Teâlâ, fazi­let­­leri insanlar arasında pay etmiştir. Her millet bir kısım meziyetlerle müm­­taz kılınmıştır. Onun içindir ki ayet-i kerime milletlerin tanışıp bir­bir­leri­nin özelliklerinden karşılıklı isti­fa­de et­me­lerini, yardımlaşmalarını emret­miş­tir. Bu sayede insanlar istenilen ger­­çek in­sanlık seviyesine çıkılabilir. Top­lum­sal bütünlüğü devam ettiren fa­zilet­leri toplayabilir; açığını giderebilir, ek­si­ğini kapatabilir. Asr-ı Saadet gibi hakiki medeniyetler tesis edilebilir. İşte Medine medeniyeti budur. Demek ayrılıklar ve farklılıklar, karşı karşıya olmak için değil, yan yana ol­mak içindir. Omuz omuza, el ele vermek içindir. Tanışarak, yardımlaşarak me­zi­­yet­leri bir araya getirmek ve bir­birimizi tamamlamak içindir. Yoksa öte­kileştirmenin sonucu olarak fazilet­lerden mahrum kalan bir toplum ha­yatını ne kadar devam ettirebilir? Nasıl ki insanın farklı duyu ve duygu­lara sahip olması bedeni bütünlüğünü sağlamak ve yaşatmak içindir. Esas olan bunların uyum içinde çalışmasıdır. İn­sanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez. Bel­ki birbirinin eksiğini ikmal eder, ku­surunu örter, ihtiyacını giderir, vazife­sine yardım eder. Yoksa duyu ve duygu­larının çatışması halinde o insanın ha­yatı söner, ruhu kaçar, cismi de da­ğı­lır. Bedeni bütünlüğü son bulur. Hem nasıl ki emniyet ve asayişi temin eden bir ordunun alaylara, taburlara, bölük­lere ayrılması memleketi düşmanın te­cavüzünden koruyarak vatan bütün­lüğünü sağlamak ve devam ettirmek içindir. Birbirinin eksiğini gidererek birbirini tamamlamak içindir. Yoksa aynı ordunun taburlara, bölüklere ayrılması birbirlerine düşmanlık besle­mesi veya aksine hareket ederek ayrılı­ğa düşmesi için değildir. Böyle olduğu takdirde o vatanın birliğinden ve bütün­lüğünden söz etmek mümkün değildir. Aynen öyle de, Müslümanlar da farklı du­yu ve duygulardan meydana gelen bir in­san bedeni gibidir. Farklı milletlerden, kabilelerden, kavimlerden oluşan büyük bir ordu gibidir. Farklı birimlerden te­şekkül eden bir devlet gibidir. Bütün bu ayrılıklar Müslüman’ca, insanca hayatın devamı içindir. Birbirleriyle tanışıp yar­dımlaşmak içindir. Omuz omuza ve­rerek, yan yana durarak, el ele tutarak ittifak içinde birbirini tamamlamak içindir. Birlik ve beraberliği tesis etmek içindir. Bütünlüğü sağlamak ve devam ettirmek içindir. Ahretteki mutlak kar­deşliğin dünyadaki bir numunesini te­sis etmek içindir. Yoksa ten, dil, renk ve ırk olarak farklı olmamız karşı karşıya gelmek için değildir. Ötekileştirmek için değildir. Yekdiğerini küçük görmek için değildir. Toplumsal birlik ve beraberliği sağla­manın ve devam ettirmenin önemli bir yolu da ortak paydaları bilmek ve far­kına varmaktır. Unutulmamalıdır ki bir toplumu bir arada tutan sebep­ler, onları ayrıştıran nedenlerden daha güçlü ve daha çoktur. İşte Müslümanların bir olmasını gerekti­ren sebepler, onları ayıran nedenlerden çok daha fazladır. Mesela bir Allah’a ina­nırlar. Aynı peygamberin izinden giderler. Aynı kıbleye dönerler. Aynı kitabı okurlar. Aynı Rabbe dua eder­ler. Aynı ilaha kullukta bulunurlar. Or­tak bir tarihe sahiptirler. Aynı coğ­raf­yayı paylaşmaktadırlar. Aynı cen­nete taliptirler. Aynı azaptan sakın­mak­ta­dırlar. İşte bunun gibi sayısız ortak pay­dalar; toplumsal birliği, kardeşliği ve muhabbeti gerekli kıl­mak­tadır. Hem toplumsal birliği tehdit eden ırkçılık, kavmiyetçilik gibi düşüncelere sahip olmak ve bundan dolayı birbiri­ne düşman gözüyle bakmak Allah’ın kud­re­tine bir iftiradır. Yüce Allah’ın ken­di varlığını gösteren bir delilini red­detmektir. Çünkü yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “Onun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması ve lisanları­nızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Mu­hak­kak ki bunda bilen kimseler için kati deliller vardır.” (Rum, 22) diyerek farklı milletler halinde bulunmanın Allah-ü Teâlâ’nın delillerinden biri ol­du­ğunu beyan etmektedir. Hangi Milliyetçilik Bediüzzaman Hazretleri milliyetçiliği iki kısma ayırmaktadır. Birincisi: Başkasını yutmakla besle­nen, diğer milletlere düşmanlıkla devam eden, başkalarını inkâr etmek üzere kurul­muş, zararlı ve uğursuz olan ırk anla­yışına dayalı bir milliyetçilik düşüncesidir. Bu düşünce toplumsal birlik ve beraberliği tehdit etmektedir. Karşı karşıya gel­me­yi sonuç vermektedir. Düşmanlık duy­gularını körüklemektedir. İslam’ın karşı çıktığı milliyetçilik anla­yışı budur. Üstad bu anlayışı şöyle özet­lemektedir: “Menfi milliyet (ırk­çılık) gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Onun için­dir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş: “İs­lamiyet, cahiliye ırkçılığını ortadan kal­dır­mıştır.” Ve Kur'ân dahi ferman etmiş: “O zaman inkâr edenler kalp­lerine taassubu, cahiliye taassubunu yer­leş­tirmişlerdi. Allah da resulünün ve müminlerin üzerine sükûneti indirdi. Ve onları takva sözüne bağlı kıldı. Zaten (onlar) buna çok layık, buna ehil idiler. Allah ise, her şeyi hakkıyla bilendir.” Bediüzzaman Said Nursî, bu ırkçı­lı­ğın ve kavmiyetçilik düşüncesinin pra­tik­te de çok anlamlı olmadığını dü­şünmektedir. Çünkü insanlık tari­hinde yaşanan göçler ve hicretler saye­sinde milletler birbirine karışmıştır. Özel­likle medeniyetlere beşiklik yap­mış merkezler çok daha fazla göçler al­mışlardır. Bu sayede milletler çok değişiklikler geçirmişlerdir. İşte bu hal­­de iken milletdaşını, ırkdaşını ger­­çek anlamda ayrılabilmek için an­cak Levh-i Mahfuzun açılması veya görülmesi gerekmektedir. Bu ise müm­kün değildir. Öyle ise, ırkçılık dü­şüncesine hareketi ve cemiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır. Bediüzzaman Said Nursî bu ırkçılık dü­şüncesinin birçok zararlarına da dikkatleri çekmektedir. O’na göre ırk­çılık, kavmiyetçilik düşüncesi, toplum­sal birlik ve beraberlik için öldüren bir zehirdir. Çünkü Müslümanların ayrı­lığa düşüp parçalanmasına ve kolayca mağlup olmasına sebep olan ırkçılık­tır. Müslümanlar arasında düşmanlığa ve dağınıklığa sebep olan ırkçılıktır. Irkçılık, insanlığın düşmanıdır. Bu dü­şünceyle hareket eden milletler, tarihin şahadetiyle dâhilde ve hariçte birçok zararlar verip insanları tehlikeye atmış, kendileri de türlü tehlikelere maruz kal­mışlardır. Irkçılık damarı, her hangi bir hatayı şahsilikten çıkarıp aileyi, ka­bileyi veya milleti de aynı suçla hak­sızca mahkûm etmektedir. Üstelik bu konuda kendisini haklı görmektedir. Nihayette bu referansla hak ve adaletin sağlanması mümkün değildir. Bu yüz­dendir ki ırkçılıkla hareket edenler, diğer milletleri ürkütüp kendilerinden küstürmüşler, korkunç ihtilaflara, sa­vaş­lara ve zulümlere sebebiyet vermiş­lerdir. Milletler arası güven duygusu ze­delendiğinden diğer milletlerin zarar­larından korunmak için herkes her an uyanık olmak zorunda kalmıştır. Buna özellikle ikinci dünya savaşı ibretli bir örnektir. İkincisi: Farklı milletleri ve kabileleri küçük görmeden, inkâr etmeden, on­lara düşman olmadan, kendi milletini sevmek, onlara şefkat etmek, yardım etmek ve gelişmelerine hizmet etme­ye dayanan milliyetçilik düşüncesidir. Bediüzzaman Hazretleri bu düşünceyi müsbet milliyetçilik olarak kavram­sal­laştırmaktadır. Bunun bir zararı ol­­ma­­dı­ğını çünkü fitrî olduğunu düşün­mektedir. Yani insanın kendi milletini, kavmini, aşiretini sevmesi yaratılışı ge­reğidir. Çünkü bu sevgide başkalarına düşmanlık yoktur. Ret ve inkâr yoktur. Başkalarına karşı adaletsizlik yoktur. Kendini üstün görmek yoktur. Bu an­layışta menfaatini, diğer milletlerin za­rarında görmek yoktur. Bu sevgide öte­kileştirmek yoktur. Bundan dola­yı İslamiyet, bu düşünceyi men etmemek­tedir. Çünkü toplumsal birliği ve kay­naşmayı sağlamaktadır. Toplum ha­ya­tı­nın kendi içinden kaynaklanan ihti­yaçtan doğmaktadır. Yardımlaşmaya ve da­yanışmaya sebeptir. Menfaatli bir kuv­vet temin etmektedir. İslam kardeş­liğini pekiştirmektedir. Bediüzzaman Hazretleri temelde ma­sum olan bu yaklaşımın dahi İslâmi­yet'e hizmet etmesi, onun kalesi ve zırhı olması gerektiğini düşünmekte­dir. Yoksa İslam kardeşliğinin yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet'in kar­deşlik akdi semavidir. Müslümanları kar­deş ilan eden Allah’tır. Onun için bu kar­deşlik bakidir. Dünyevi dostluklar ve rütbeler gibi kabir kapısında son bulmaz. Berzahta ve ahirette de menfaat verecek ve devam edecektir. Bediüzzaman Hazretleri, doğu toplum­larında­ki milliyetçilik düşüncesinin psi­ko­lojik ve sosyolojik tahlillerini de yapmaktadır. Bu konu hakkında şun­ları ifade etmektedir: “Özellikle biz şarklılar, garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim, dinî hislerdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki; şarkı yalnız hiss-i dinî uyandırır ve terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn, bunun en güzel delilidir. İslâmiyet'in mukaddes milliyetinin, Müslümanların toplum hayatına kazandırdığı yüzlerce faydaları vardır. Mesela, Müslümanların büyük devletler karşısında hayatını ve varlığını sağlayan, Kur’an’dan aldıkları şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.” Bir mücahit, bu anlayışla aşk ve şevk içinde ölümü gülerek karşılar. Bu kahramanca düşünce ile sayıca az olan gazilerimiz, çok olan düşman kuvvetlerini titret­miştir. Acaba dünyada basit fikirli, saf kalpli olan insanların ruhunda böyle yüce bir fedakârlığı aşılayan hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet, onun yerine ikame edilebilir? Ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir? Günümüz Müslümanları ve Irkçılık Günümüzde Müslümanlar, birbirine muhtaç, birbirinden mazlum ve bir­birinden fakir oldukları halde, ara­larındaki ayrılıklar yüzünden küresel güçlerin baskısı altında ezilen top­lu­luklar hükmündedir. Hal böyle iken, Müslümanların ırkçılık fikriyle birbiri­ne yabani bakması ve birbirini düşman telakki etmesi, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirmek gibi bir divaneliktir. Hâlbuki İslam dinindeki kardeşlik, ırka dayalı bağlar üzerine tesis edilmemiştir. Hem ırkçılık/milliyetçilik fikirlerini ileri sürmek böy­le bir zamanda büyük ejderhalar hük­münde olan küresel güçlerin doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onları görmezden ge­lip belki manen onlara yardım et­mek hükmündedir. Irkçılık fikriyle Müs­lüman milletlere düşmanlık etmek ve­ya onlara karşı cephe almak veya Yüce Allah’ın istediği ve emrettiği ittifakı su­dan sebeplerle temin edememek, bir­çok zararları ve tehlikeleri sonuç vermekte­dir. Müslümanlara hor bakmak, dolayı­sıyla İslâmiyet’e ve Kur'âna dokunmak demektir. İslâmiyet ve Kur'âna karşı düşmanlık ise, bütün Müslümanların dünya ve ahiret hayatlarına bir çeşit düş­manlıktır. Hamiyet namına topluma hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek; hamiyet değildir. Hem ırkçılık düşüncesi, dinin mukad­desatına hürmetli olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek istiyor. Hem İsla­miyet’in tesis ettiği ebedî kardeşliği ze­delemek, dualarıyla bizlere yardım eden bütün Müslümanların manevi des­tek­lerinden mahrum kalmayı sonuç verir. Bize lazım olan gönül birliğidir. Müspet milliyetçiliktir. Bütün kötülüklerin anası olan cehaleti kaldıracak eğitim-öğretimdir. Çalışmaktır. Günahları terk etmektir. Biz Müslümanlar bir ve beraber olduk­ça diri olduğumuzu unutmamalıyız. Kaynaklar: 1- Hucurat Suresi, 13

Muhlis KÖRPE 01 Aralık
Konu resmiİman Derslerinin Önemi
İtikad

İnsanın bütün fiilleri, hareketleri ve davranışları iradesinin ne­ticesinde ortaya çıkar. İradesi de hissiyâtının etkisi altında ter­cihini yapar. Hissiyâtı ise inanç ve fikirlerine göre şekillenir. Fiillerin ortaya çıkışındaki bu sıralı aşa­ma­ları bir örnek üzerinden tahlil edelim. Elindeki silâhı nefret ve kin dolu ba­kışlarla, masum bir insanın üzerine çe­viren bir teröristi düşünelim. Bu şa­hıs, bu hale nasıl geldi? Savunmasız bir masumu hunharca öldürecek kadar acı­masız bir insan haline nasıl ve ne zaman geldi? Elbette, hiçbir insan bu hale sebebsiz bir şekilde gelmez. Gelin, şimdi de elindeki silâhı masum ve savunmasız bir insana, kin ve düşmanlık dolu ba­kışlarla çeviren bir teröristin bu halini tahlil edelim. Elde silâh, gözlerde nefret ve kin do­lu bakışlar, tetiği çekmek üzere olan bir parmak ve karşıda masum ve sa­vunmasız bir insan. Evet bu tablo, bu şekil, bir neticedir. Bu neticenin görünmesine sebep olan şey, o teröristin karşısındaki insanı öl­dürme iradesidir. Öldürme iradesini ne­tice veren şey, o teröristin kalbindeki kin ve nefret duygusudur. Bu kin ve nefret duygusunun sebebi de, o terö­ristin kalbine yerleşmiş olan dünya gö­rüşü, inancı ve fikirleridir. Demek ki inanç ve fikir, hisleri, his­ler iradeyi, irade de fiilleri netice ver­mektedir. Çünkü bir insanın önce inan­cı ve fikirleri değişir, sonra o inanç ve fikre göre hissiyâtı yeşerir, o hissiyâta göre de iradesi tercihte bulunur. Bu ter­cihe göre de fiil ve davranışları ortaya çıkar. Yukarıdaki terörist örneğindeki şahsın önce inancı, dünya görüşü ve fikirleri değişti. Yaratılışı inkâr eden sapkın bir felsefe ile önce ateizm ve inkâr fikri akıl ve kalbine yerleşti. Sonra ateizm fikri üzerine oturan siyasi bir fikri kabul etti. Allah ve ahiret başta olmak üzere bütün mukaddesatı inkâr eden bu ateist felsefe ile merhamet, adalet ve hürmet gibi bütün ahlâkî değerler kalbinden çıktı. Bu ahlâkî değerlerini kaybeden bir kişi -siyasî fikrinin de etkisiyle-hedefine koyduğu masum ve savunmasız insanlara nefret ve kin duy­gularıyla bakmaya başladı. Sonuçta da nefret ve kin duygularıyla baktığı bu insanları öldürmek gibi bir iradeyi or­taya koydu ve silâhına sarıldı. Evet, tıpkı zincirin halkaları gibi te­meldeki fikrî ve itikadî bir sapma, ne­ticede böyle dehşetli bir fiili netice verdi. Bu konu ile ilgili binlerce örnek vermek mümkündür. İçtimai ve siyasî hayatta doğruluk ve dürüstlüğün ölmesi, bazı insanların ko­layca terörize olabilmesi, kötü ah­lâkın bütün çirkinliği ile kendini her ortam­da hissettirmesi, güçlülerin za­yıf­ları acı­ma­dan ezmesi ve öldürmesi, maz­lu­mun hakkını hakkınca alamaması, kü­çükler büyüklere saygı duymaması, bü­yüklerin küçüklere şefkat etmemesi, insanların birbirlerinin yüzlerine gü­lüp arkadan birbirlerinin gıybetlerini edip kuyularını kazmaları, içki, kumar, zina, haksız kazanç, hırsızlık, adam öl­dürmek gibi büyük günahların sı­ra­dan işler haline gelmesi, bütün ah­lâksızlık ve rezilliklerin aleni bir şekilde yüzler kızarmadan işlenmesi, ırkçılık, mezhepçilik gibi Müslümanları bir­birinden ayıran ve birbirlerine düşman haline getiren fitnelerin zuhur etmesi… Listeyi çok daha fazla uzatmak müm­kün. Bütün bu kötü sonuçların arka­sında -tıpkı yukarıdaki örnekte olduğu gibi- önce yapma iradesi var. Yapma iradesinin arkasında düşmanlık, haset, tarafgirlik, acımasızlık, öfke, şehvet, hırs gibi hissiyât var. Bu hissiyâtın da arkasında yanlış ölçüler, sapkın fikirler, bozuk itikatlar ve batıl ideolojiler var. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin 16. Lem’a Risalesindeki şu ifadelerinin çok iyi an­laşılması ve problemlerin çözümünde önemle dikkate alınması gerekmektedir: “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle (sapkın fikirlerle) kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.” Dikkat edersek Bediüzzaman Hazret­leri, zamanın en mühim tehlikesi ola­rak, yukarıda arka arkaya saydığımız günahları, rezaletleri, ahlâksızlıkları say­mıyor. Çünkü bütün bunlar birer kötü neticedir. Birer sonuçtur. Za­manın en mühim tehlikesi, bu kötü neticeler değil, bu neticeleri doğuran, kalplerin sapkın fikirlerle bozulması ve imanların zedelenmesidir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiye’de, imanın kalpte ve akılda daimi bir yasakçı bıraktığını, kötü arzu ve meyillerin (iradenin) hissiyattan çık­tıkça, kalpteki ve akıldaki imanın ‘ya­saktır!’ diyerek o kötü arzu ve meyilleri tard edip kaçırdığını ifade eder. Yine, eğer imanlar zedelenirse, iman­dan gelen firasetin (sezme kabili­ye­ti­­nin) kaybolacağını, kişinin dost ve düş­manını ayırt edemeyeceğini, can damarını koparan ve kanını içen düş­manını dost zannedeceğini, bunun ne­­ti­cesinde de her türlü aldatmaya ve iğfale açık hale geleceğini beyan et­mektedir. Sapkın fikirler ve batıl ideolojiler, önce kalplerdeki ve akıllardaki iman nurunu uçurur. Bu boşluğu, küfür ve dalâlet ka­ranlığı doldurur. Küfür ve dalâlet bir kalbe girdiği zaman, bütün mukaddesât ve ahlâkî değerler o kalpten çıkar gi­der. Mukaddesâta inanmayan ve ah­lâ­kî değerleri hiçe sayan bir kişinin kal­bini düşmanlık, kin, nefret, haset, tarafgirlik, ırkçılık gibi bütün kötü hissiyât istilâ eder. Bu hissiyâta sahip olan insanlardan da bozgunculuktan ve şerden başka bir şey sudûr etmez. Durum böyle iken işlenen suçları en­gel­lemek, yapılan ahlâksızlıkların önü­ne geç­mek, edilen zulümleri dur­dur­mak için ne gibi çarelere baş­vurmak gerek­mektedir? İşlenen suçun çirkinliğini söy­lemek yeterli midir? Suçlara verilen cezaları artırmak suçun önüne geçmek için yeterli midir? Yapılan ahlâksızlık­ları ve zulümleri kınamak kâfi midir? Elbette değildir. Eğer bütün kalplerde kuvvetli ve sağlam bir iman olsaydı işlenen suçlara, yapılan ahlâksızlıklara, edilen zulümlere ahirette nasıl bir aza­bın verileceğini hatırlatmakla bunların önüne geçmek mümkün olabilirdi. İyi­liklere, hayırlı işlere, güzel ahlâka, iba­detlere cennette nasıl bir mükâfatın ihsan edileceğini müjde vermekle bun­lara olan ilgi ve teveccüh artabilirdi. Fa­kat baştaki tahlilde de ifade ettiğimiz gibi ortaya konan davranışların te­melinde inanç ve fikirler vardır. Yani bütün fiillerin, hareketlerin ve dav­ra­nışların temelinde inanç ve fikirler vardır. Nasıl ki bir binanın temeli zayıf olursa o bina her zaman yıkılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Oturmak için güven vermez. Yine nasıl ki yanlış iliklenen ilk düğmeden sonra sırasıyla diğer bütün düğmeler de yanlış ilikle­necektir. Aynen öyle de, temelde za­yıf ve eksik bir iman varsa her türlü ah­lâksızlık, zulüm ve rezaletlerin ortaya çıkması kaçınılmaz bir sondur. İdarecilerimizin, özelde de Diyanet İş­leri yetkililerimizin bu hakikatleri ar­tık fark etmeleri gerekmektedir. Ön­celiği, imanın bir neticesi olan amel­den ziyade, bizzat iman esaslarının akıl­larda ve kalplerde sağlam bir şekilde kök­leşmesine ve yerleşmesine vermeleri ge­rekmektedir. Kalplerin ıslahı ancak böyle mümkündür. Çünkü sapkın fel­sefî görüşlerin imanları sarstığı, akıllara şüphe verdiği, kalpleri bozduğu bir za­manda bütün himmet ve gayretin ima­nî meselelere verilmesi hayatî bir önem arz etmektedir. İman ve itikat te­melinde zayıflık varsa yapılan bütün irşat faliyetleri neticesiz kalacaktır.

Mustafa TOPÖZ 01 Aralık
Konu resmiÜstadın Hüznü
Risale-i Nur

Hüzün sanki çok garip bir şey gibi hayatınızın orta yerine düştüğünde deyin ki kendinize; “Kim söyledi sana, yaşamanın kolay bir şey olduğunu?” Bakara Suresi 155. Ayet-i Kerime'de Rabbimiz buyuruyor; “Sizi mutlaka biraz korku ve açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden bir noksanlık ile imtihan edeceğiz. (Ey Resulüm!) O hâlde sabredenleri (Cennetle) müjdele!” Evet, hüzün bazen bağrını delik deşik edecek. Ayrılık iniltileri dalga dalga yayılacak, zaman yaralayacak seni. Allah Resulü sevgili oğlu İbrahim’i kaybettiğinde ne demişti hatırla; “Şüphesiz göz yaşarır, kalp hüzünlenir; biz ancak Rabbimizi hoşnut edecek olanı söyleriz. İbrahim! Senden ayrıldığımıza üzgünüz.” İşte bütün mesele buydu belki de, o hüzün karşısında Rabbimizin hoşnut olduğundan başka bir şey söylememek, isyan etmemek. Yoksa hüzün çok da garip bir şey değildi. Hüzne bir renk verseydik, aydınlığa muhtaç karanlık bir renk seçerdik büyük ihtimal. Ne kadar karanlık varsa onların tümünü aydınlatmaya muktedir Allah Azze ve Celle Bakara Suresi 257. Ayet-i Kerime’de şöyle buyuruyor; “Allah, inananların dostudur. Onları karanlıktan aydınlığa çıkarır.” Hayatının hüzne boyanmış sahnelerinde Kur’an’ın nuruyla aydınlandığını çokça dile getiren Üstad Bediüzzaman Said Nursi de, hüzünlü kalplerimize şifaen hatıralarını paylaşıyor. İşte onlardan biri: 1. Dünya Savaşı bitmiş, Van Ruslarca yıkılmış, bir harabeye dönmüştür. Van kalesindeki Horhor Medresesi de yıkılanların arasındadır. Üstadın ders verdiği talebelerinin çoğu vefat etmiştir. Üstad o günlerini 26. Lem’a’da şu satırlarla dile getiriyor; “Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kalenin başındaki menzillerin harap olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale altındaki gayet hayattar ve mecma-i ahbap olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin manevi azametine işareten, koca Van Kalesinin yekpare taşı ona bir mezar taşı olmuş. Adeta o medresedeki, sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm. Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım. Ya ben de kabre, onların yanına gitmeliyim veyahut dağda bir mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim, ‘Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, yandırıcı firkatler var; elbette mevt, hayata râcihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir dertlerden değildir.’ O vakit cihât-ı sitte denilen altı cihete nazar gezdirdim, karanlıklı gördüm. O şiddet-i teessürden gelen gaflet, bana dünyayı korkunç, boş, hâli, başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise, düşman vaziyetini alan hadsiz belâlara karşı bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharrî ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrip ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. Onun kudreti her şeye galiptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. Göklerin ve yerin mülkü O’na aittir. Hayatı da, ölümü de O verir. O’nun kudreti her şeye yeter. Hadid Sûresi-1” ayetinin hakikati tecelli etti. O rikkatli, firkatli, dehşetli, hüzünlü hayalden beni kurtardı, gözümü açtırdı. Baktım ki, meyvedar ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar, ‘Bize de dikkat et; yalnız harabezâra bakıp durma’ diyorlardı. Bu ayet-i kerimenin hakikati böyle ihtar ediyordu ki: ‘Van sahrasının sayfasında misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan sunî bir mektubun, Rus istilâsı denilen dehşetli bir sel belâsına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asıl Mâlik-i Hakikî ve her şeyin Sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezelîye bak ki, bu Van sayfasında, mektubatı kemâl-ı şaşaa ile, eski zamanda gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harap, hâli kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikîsinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor.’ Hüzün konusunda tahlili yapılması ge­reken bir diğer konu ise, hüznümüzün neye dair olduğudur. Mesnevi-i Nu­ri­ye’de bu tahlile yardımcı olacak şu nefis sözler söyleniyor; “İ’lem eyyühe’l-aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, Kâmil-i Mut­­lak olduğundan, lizatihî mahbubdur. Allah, Mûcid, Vâcibü’l-Vücud olduğundan kurbiyetinde vücut nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah, melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence O’dur. Allah Bâkîdir; âlemin bekası ancak O’nun bekasıyladır. Allah Mâliktir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; her şeyin anahtarı O’ndadır. Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.” “İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!” Nurlara ihtiyacımız var. Bizi karanlıklardan aydınlıklara çıkaracak Nurlara... Ve ufak bir tavsiye daha: Hüzün ve keder kalbinizi daralttığında gökyüzüne, yıldızlara bakın. Bir vakit Üstadımız kardeşi Abdulmecid Efendiye şöyle diyor; “İnsan gökyüzüne, yıldızlara şöyle bir bakar da, hiç kederi kalır mı?” “Rabbimiz! Bizden öncekilere onu yüklediğin gibi, bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Kendisine (dayanabilmek için) takatimiz olmayan şeyi de bize yükleme! Hem bizi affeyle! Ve bizi bağışla! Hem bize merhamet buyur! Sen bizim Mevla’mızsın; artık kâfirler topluluğuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara Suresi, 286)

Ayşe TİBEÇ 01 Aralık
Konu resmiTabiatta Cari Kanun / Kuva Meselesi: Güncel Arka Plan
Risale-i Nur

Nokta Risalesinde geçen Kanun/Kuva/Namus meseleleri hakkında derin anlamayı hedefleyen ehemmiyetli bulduğum bir sualin cevabını okuyacaksınız. Fakat bu sualin hakkını vermek esasında beni aşmaktadır; ancak fizik ilmi açısından mevzuun vuzuha kavuşmasına vesile olacak bir arka plan sunmaya çalışacağım. Üstadın zamanındaki fizik bu terimleri hangi anlamda kullanıyor tam kestiremedim, lakin bugünkü fizikte karşılıkları ne olabilir ve hangi gelişmeler oldu, bir arka plan vermeye çalışacağım. Risale-i Nur perspektifinden bu terimler ne anlamda kullanıyor, onun da ayrıca çalışılması lazım.  Nokta Risalesinde geçen: “Her bir şeyin esası zannettikleri cezb, def, ha­reket, kuva gibi emirler, adetullahın kanunlarına birer isim olsun. Lakin ka­nun, kaidelikten tabiiliğe ve zihnilikten hariciliğe, itibariden hakikate ve aleti­yetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz. (Mesnevi-i Nuriye)” Bulabildiğim kadarıyla ‘kuva’ kuvvet­ler anlamındadır. Potansiyel anlamına gelen kabiliyet demek de olabilir. Cezb ile evrensel/umumi çekim kuvveti ve elektrik/manyetik kuvvetlerdir, fakat elektrik/manyetik bazen def/itici olabi­lir ama yerçekimi asla itici değildir. Çe­kim ve elektrik kanunları temel kuv­vetlerden olup, karşılaştığımız başka kuv­vetlerin altında bunlar vardır: sür­tünme, suyun kaldırma kuvveti, geril­me kuvveti gibilerin menşei elektrik/çekim kuvvetleridir, bunlara sanki ku­va denmiştir. Dolayısıyla kesretin (çok farklı kuvvetlerin) altında vahdet (te­mel kuvvetler) vardır. İktibas edilen ba­histe geçen hareket kuvvet olmayıp ay­rı bir kategoridedir, daha şümullü bir kavramdır. Belki enerji diyebiliriz. Yine nokta risalesinde tekraren: “Kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavânin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer meselesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın yeknesak istimrarına istinaden…(Mesnevi-i Nuriye)” Şeriat kanun anlamında olup, kuva ya­ni farklı kuvvetlerin her biri mesela elektromanyetik kuvvete dayanır, bu şeriatının aldığı bir hükümdür/teza­hür­dür. Kuvvetler kanun/şeriat tah­tında ic­ra edilmektedir. Kanun kategori ola­rak daha geniştir, kuvvet olamayan mesela enerji ve enerjinin korunumu gerçek anlamda kanundurlar. Kanunlar/ka­va­nin ise Allah’ın kevni şeriatının mese­leleri, çeşitli kanunlardır. Üstada ait ha­ri­ka bir izah, burada ‘mesele/hüküm’ di­yerek Üstad tek bir iradenin/şeriatın eseri olduğuna işaret etmektedir (kes­rette vahdet meselesi): işte bugünkü fi­zik tam da bunu yapmaya çalışmakta­dır. Cern’de yapılan deney bir bakıma bu tevhit (unification) fikrini teyit içindir. “Ahkâmın yeknesak istimrarı” ise, taşı her bıraktığımızda yere düşer. Düşme emrine durmaksızın riayet eder. Acaba bu her durumda böyle midir, devam ve istimrarın sınırları var mıdır? Fizikçiler laboratuvarda uç noktaları zorlayarak “Acaba kanun diye baktığımız şeyin bir sınırı var mı, kanunu ihlal eden bir durum var mı?” diye durmaksızın yok­larlar. Bu ihlali buldukları zaman, ka­nunun geçerli olduğu sınırları keşfetmiş olurlar. Buradan anlaşılıyor ki, kâinatta Allah’ın kanunları var. Fakat insanlar bu­nu ancak sınırlı/eksik olarak tarif ede­biliyorlar. Çünkü insanın marifeti/kesbi sınırlıdır. Meşhur astrofizikçi Paul Davies, çok ses getiren New York Times (NYT) ma­kalesinde, fizik kanunları hakkında di­yor ki: “Eskiden mutlak ve değişmez kabul edilen fizik kanunları, şimdilerde fenni araştırmaların kapsamına sokul­du. Zira anlaşıldı ki mutlak ve evrensel kabul edilen kanunlar gerçekte temel (kanunlar) olmayabilirler, daha mahal­li talimatlardır (bylaws). Bunlar bir mahalden (tabakadan) başka taba­ka­ya, ta büyük kâinat tabakasına ka­dar değişirler. Bu tabakalı âlemler (multi­verse) hayat ancak biyolojiye uygun (ola­rak âlemlerin) eklemlenmesiyle ortaya çıkabilirdi. Hiç de sürpriz olmayarak ken­dimizi hayata uyumlu bir kâinat içinde bulunuyoruz ki kanunlar hayat için tam uygundur.1” Temel Kuvvetler Newton harekete dair “kanunlarını” tek­lif ettiğinde, fizikteki önemli tevhit ha­re­ketlerinden birini yaptı. Yani yer­yü­züne düşen taş, hatta Ay dahi taş gi­bi aynı kuvvetle düştüğünü, güneşin, yıldız­ların da aynı çekim kuvvetine maruz kaldığını göstererek, “Umumi bir çekim kanunu var” dedi. Birçok ha­disatı (kesreti) tek bir kanuna bağladı. Newton, elbette ilhama dayalı teklifini ilk yaptığında bu sadece bir hipotez/kabuldü. Newton kendi gayretleriyle bunun böyle olduğunu göstermeyi başardı: Ay’ın dünya üzerinde yaptığı günde 2 defa olan gel git hadisesinden tutun da, gezegenlere dair Kepler ka­nunlarına ve başka meseleleri de açık­layabildi. Daha sonra Newton mekani­ği birçok meseleye tatbik edilerek başarı­lı neticeler alındı. Bir asır öncesinin en po­püler kanunlarıydı ve pozitivist bilim adamları, bu kanunlara aşırı itimat ede­rek çok cüretkâr spekülasyonlarda/hezeyanlarda bulunarak büyük laflar ediyorlardı. Risale-i Nur, bu tip adam­lara verilen -yukarıda geçen bahiste ol­duğu gibi- cevaplarla doludur. Bu yüz yılın başlarında, fizik öyle bir noktaya geldi ki, teknolojik imkânlar arttı. Yapılan deneylerin sonuçları kla­sik Newton fiziğini teyit etmiyordu. Ya­ni şimdi çok duyduğumuz nanometre ölçeğinde veya yüksek hızlarda (mesela ışık hızının onda biri) Newton fiziği çalışmıyordu. Evet, fiziki tanımlar, kav­ramlar ve kanunların tarifleri/kapa­site­leri sınırlıydılar. Çünkü nihayetinde in­san ürünüydü. Öyle büyük laf edenler, daha sonra gülünç duruma düşmüş­ler­di (bir sonraki paragrafa bakınız). Bu­nun yerine ikame edilen kuantum me­­ka­ni­ği, Newton’cu kavrayışların bir­­­­ço­ğunu yerle bir etti. Katı bilimci po­zi­ti­vistlerin kimyalarını bozdu. Me­sela, Newton’a göre bir taş belirli bir hız ve yönde atılırsa, atıldıktan sonra takip edeceği yol bellidir, aynı Ay tu­tulması, gezegenlerin ne zaman nerde olacaklarının bilinmesi de böyle bel­li yol (yörünge) takip etmesindendir. Ken­di ölçeğimizde bu hala böyledir, la­kin atomlara geldiğinizde böyle bir yol (yörünge) tarif edemezsiniz. Çünkü mesela bir elektronun hızını ve yerini istediğiniz hassasiyette ölçemezsiniz. Mutlaka ölçümde belirsizlik olacaktır. Bu aletlerin yetersizliğinden değildir, bu bir nevi kanundur. Nobel mükâfatı (kuvvetlerin tevhi­di ça­lışmalarından dolayı) sahibi S. Wein­berg sıkı materyalist olmasına rağmen pozitivistlerin çok ifrat ettiklerini ve fenne çok zarar verdiklerini örnek­leriyle “Dreams of Final Theory” ki­ta­bında2 aktarmaktadır: “Pozitivizm sa­­de­­ce direk gözlenebilen ve test edi­len şey­lerle uğraşılması gerektiğini söyler. Fen­­­ler teorilerini deneylerle test etmeli­dir (şüph­esiz bu olmalı) fakat devamla teo­rinin her ciheti ve her bir noktasında bu test etmeyi talep ederler. Bazen olur ki teorilerin bazı cihetlerini test eden olmaz, bu belki teknik seviyenin yeter­sizliğindendir. Bazen de teorilerde gözle­nemeyecek unsurlar bulunabilir.2” Kitapta pozitivistlerin atom fikrine na­­sıl karşı çıktıkları, atom fikrini öne süren ilim adamlarıyla dalga geçerek önem­li bir ilim adamının intiharına ne­­den oldukları anlatılmaktadır. Ayrı­ca elektronu (elektrik akımını teşkil eden zerreler) keşfeden adamın keşfinden ön­­ce pozitivizme aşırı bağlı birinin de­neyleri evvelce yaptığını ve elektronu keşif eden adamdan daha iyi deney neticeleri/data elde etmesine rağmen, po­zitivizme saplantısından dolayı bu­nu elektron diye öne sürmekten imtina etmiş, önemli bir keşfi yapmaktan mah­rum olmuş. Kitapta meşhur pozitivist filozof/fizik­çi Mach’ın atom fikrine mutassıbane itirazını okuyunca şaşıracaksınız: “1910’larda atomik teori nerdeyse herkes tara­fından kabul görmekteydi. Mach, Planck’la yaptığı tartışmasında diyordu ki: ‘Eğer atomların gerçekliğine olan inanç çok esaslı/önemli ise, fizik yoluyla dü­şünmeyi şiddetle reddediyorum. Pro­fes­yonel fizikçi olmayacağım ve ilmi şöh­retimi iade edeceğim!’ Atom fikrini kabul etmemekte böyle direnç göstermeleri özel­likle talihsizliktir.”2 Elbette ateist Weinberg bunları boşuna söylemiyordu. Fizikteki son gelişmeler buna onu zorluyordu. Bugünkü gelinen nokta şudur, fizik, matematik gibi ak­si­yomlara dayanan “akli kanunlar” man­zumesi değildir. Tercümesi, biz Allah’ın kanunundan ancak onun dilediği ka­darını anlayabiliriz (belirsizlik ilkesi). Fi­zik matematik değildir, matematiği an­cak kullanır ve fizik kanunları mate­matik diliyle ifade edilir. Fizik kanunu dediğimiz şeylerin bir sınırı, geçerli olduğu bir bölgesi vardır. Bir bina ve­ya araba yaparken hala Newton kanun­larını kullanırız ama zerreler âleminde Newton kanunları işlemezler. Paul Davies NYT makalesine deva­mında eski anlayışın nasıl olduğunu özet­liyor: “Talebe olduğum yıllarda, fizik kanun­ları tamamen limitleri olmayan şeyler sanılırdı. Bize fizikçilerin işi ‘fizik kanunlarını keşfediniz ve uygulayınız, menşeini sormayınız’ denirdi. Kâinatın doğumunda Yaratıcının işaretleyip son­suza kadar sabitlediği kanunlar var olan/verilen gerçekler denilirdi. Bir ilim adamı olarak kâinat güvenilir, bölünmez, mutlak ve umumi ve başlangıcı olma­yan kanunlar tarafından işletilirdi. Bu kanunların aksaması imkânsızdı, yani sabah uyandığınızda ısının soğuktan sı­cağa gittiğini görmezsiniz.” Elbette Newton çok önemli bir çığır aç­tı. Bu çığırla, etrafımızda ne tür kuvvet­ler/kuva var, hangileri temel kuvadır su­alleri çerçevesinde araştırmalar yapıldı. Sürtünme, gerilme, sıvıların kaldırması gibi birçok kuvvetler bulundu. Fakat bütün bu kuvvetlerin altında elektrik kuvveti yatmaktadır. Şimdiye dek dört tane temel kuvvet bulunmuştur. Bun­­lardan ikisi yakinen bildiğimiz umu­mi cazibe kanunu ve elektrik ve manyetik kuvvetler. Manyetik ve elektrik kuvvetler farklı sanılıyordu. Onlar da sonra ittihat ederek (Maxwell ve Faradayın katkılarıyla) tek şeriatın farklı iki meselesi oldular. Çok iyi bi­linen bu kuvvetlerden yerçekimi, elektro­­­manyetik kuvvetlere göre çok da­­ha zayıftır. Mesela bir toplu iğne mık­natısla çekildiğinde, koca kütleli dünyanın çekim alanından kurtularak ufacık mıknatıs tarafından çekilir. Bu umumi çekim ve elektromanyetik kuv­vetin diğer ortak bir özelliği ise, uzun mesafelere kadar etkilerinin devam et­mesidir: uzun menzilli olmalarıdır ve çok hikmetlidirler. Diğer iki kuvveti Newton mekaniğiyle izah etmek zordur. Hatta çekim ve elektrik gibi bir formülü dahi yoktur. Bu iki kuvvet, zayıf ve çekirdek kuv­veti diye anılmaktadır. Bunlar farkında bi­le değiliz/(olmadığımız nimettir). Çün­­kü 1 femtometre bölgede geçer­li­­­dir. Yani metrenin 1 milyarda biri nano­metre, nanometrenin de mil­yonda biri 1 femtometredir. Bu böl­ge atomun çekirdeğinin olduğu yer­dir ve işte burada mevcutturlar. Al­lah’ın hikmetiyle çekirdeğin dışında kaybolurlar (aksi halde ne olurdu dü­şünelim). Bu kuvvetler, ancak kuan­tum mekaniği ile anlaşılabilir. Kendi ölçeğimizde, nükleer kuvvetleri his etmemiz elbette mümkün değildir. Eğer 1 femtometre mesafede olsaydık, yani ‘nokta’vari bölgede bu kuvvetlere bakmış olsaydık, bu kuvvetlerin nisbi şiddetlerini şöyle bulurduk: nük­leer kuvvetin şiddetine 1 diyelim, elektro­manyetik kuvvet bunun yüzde biri, zayıf nükleer kuvvet 100 binde biri nis­peti kadar olurdu. Yerçekimi ise o me­safede nispeti ölçülemeyecek ka­dar küçük olurdu. Bu da şunu göste­ri­yor ki femtometre ölçeğinde veya kâi­natın başlangıcında (big bang’ta) bu kuv­vetlerin en azından üçü, tek bir kuv­­vetin farklı tezahürleri olmalıydı­lar. Ri­salenin tabiriyle bir ‘şeriatın me­seleleri’ veya bir ‘şeriatın hükmüdür’ sö­zü nasıl da teyit ediliyor. Vahdetten kesrete na­sıl geçildiğini tefekkür edebi­liriz. İhtar: Vahdetten kesrete geçişin tek te­yidi fizikteki bu faaliyetler/gelişmeler olduğunu zannetmeyelim. Vahdetten kes­rete geçişin kendine mahsus fiziğin teyi­dine ihtiyaç duymayan başka bin­lerce sağlam delili vardır! Kuva Meselesine Küll/Cüz Açısından Yaklaşım Yukardaki Newton’cu analiz temel kuv­vetlerin bulunması ve zerrenin keşfi gibi çabalar fizikte indirgemeci (reduction) tabir edilen bir faaliyettir. Yani en temel parçayı bulup bunlarda bütünü/küllü açıklama yaklaşımıdır. Tahlile, analize dayanan bir yaklaşımdır. Oldukça ve­rimli neticeler alınmasına vesile olan bir yoldur. Fakat her insan ürünü gi­bi bu dahi sınırlıdır, yani kâinatta olan şeyler, sadece cüzlerinin toplamı ola­rak açıklanamaz. Risalede, cüzlerin ha­re­ketinden bahsedilir ama zerrelerin top­luca hareketi diye ayrı bir cihete de işaret edilir, bu boşuna değildir. Fizikte indirgemeci ve külcü/bütüncül (holistic) yaklaşım yapan iki ana akım vardır. Aralarında “Kim daha temel ka­nunlarla uğraşıyor?” tartışması vardır. Bu tartışmaları kamuoyunda yaparak çalışmalarına hükümetten finansal des­tek almaya bakarlar. İndirgeme kar­şıtı Nobel ödüllü P. W. Anderson ‘More is different’ çok (toplam) farklıdır, baş­lıkla oldukça etkili bir makalesi vardır. Bu günlerde nanometre moda olunca bu sözü, ‘less is different’ az (10-100) gibi atomlar bir araya gelirse farklıdır, babında kullanılmaktadır. Kısaca mad­deyi bir bütün olarak inceleyen bilim adamları, cüzlerinde olmayan yeni şey­lerin ortaya çıktığını görmekteler, bun­lara emergent (zuhur eden) özellikler tabir edilmektedir. 13. Lem’ada ge­çen esirin tabakaları mevzuunu hatırla­ya­lım. Mesela atomların rengi yoktur, atom­lar bir araya gelip bir topluluk/ce­maat olduklarında renk ortaya çıkar. Tabii “Renk ortaya çıkması için en az kaç tane atom lazım?” ilginç bir sual­dir. Değişik tabakalarda zuhur eden bu özellikler de ancak kuantum me­kaniğiyle anlaşılabilir. Mesela madde­nin manyetik özelliği veyahut elektrik iletkenliği gibi… Bu özellikleri açıklamak için nükleer/çekirdek ve zayıf kuvveti veya elektrik kuvvetinin detaylarına başvurmaya lü­­zum yoktur. Çünkü bunlar madde­den zahir olan renk, tat, salabet vs. gibi özelliklerini izah etmekte bu kuvvetlere ihtiyaç duyulmaz. Suyun atomları tek başlarına suya ait özel­likleri göstermezler, ancak bir araya gelip terkip yaptıktan sonra suya ait özellikler zuhur eder. Bu zuhurat için yeni kuva/kanunlar tanıtmamız lazım­dır. Kuantum mekaniği, bu kuva’dan Pauli dışlama ilkesinin keşfiyle mad­denin veya atomların çok önemli özel­liklerinin zuhurunu gösterebildi. Do­la­yısıyla atomlardan oluşan farklı ta­bakalar için temel kuvvetler yalnız ba­şına yetmezler, onlarda olmayan hususiyetleri de ihtiva eden yeni şeyler (kuva) eklemek gerekmektedir. Bu ko­nuda da yoğun çalışmalar mevcuttur, kendi çalışmalarım da bu gruba dâhildir. Kanunların Kaide Alet Olması: Tesir-i Hakikisinin Olmaması Paul Davies kanunları şöyle tarif ede­rek soruyor: “Kâinatın rasyonel an­la­şıl­masının en rafine ifadesi fizik ka­nun­larında bulunur. Bunlar tabiatın akışındaki temel kurallardır. Yerçekimi kanunu ve elektromanyetizma, atomun içinde bulunduğu dünyayı düzenleyen kanunlar, hareket kanunların hepsi sı­kı ma­tematik ilişkilerdir. Fakat bu ka­nun­lar nerden gelmişlerdir? Neden aldık­ları bu forma (matematik yapıya) sahiptirler!” Kanunlar başlangıçta bir hipotez/teklif olarak ortaya atılırlar. Yani müşahede­ye dayanan ama ispatı zor olan hü­kümlerdir. Yani adetullah müşahede edi­lerek, insan, sezgisiyle bazı hükümler çıkarır. Bunu teklif eder, elbette bu teklifin bazı özellikleri olması lazım. Me­sela yalanlanabilir olması beklenir. Teklif elbette bu âleme ait olacak ki gidip iddialarını tecrübe edip doğru/yanlış tespit edilebilsin. Yani fenler, kendini ölçülebilen, iyi tanımlı ve iddiaları tes­pit edilebilecek hükümler/tezlerle sı­nırlar. Dolayısıyla buldukları ancak bu görünen âleme ait “deliller” olabilir. Buna çok dikkat etmek lazım. Ancak bilim adamlarının bulduğu âleme dair şeylerin bir önemi olabilir; bunun ha­ricinde öne sürdükleri diğer görüşler/hezeyanların bir kıymeti yoktur. Çün­kü çizdikleri sınırı aşan bu görüşleri­ni, laboratuvarda buldukları netice su­ret-i katiyette desteklemez. Ayete’l-Kübra’nın başındaki mukaddime de bu mevzu detaylı işlenmektedir. Yapılan (kanun) “teklifi” birçok test­ler­den geçtikten sonra kanun statüsünü kazanır. Fakat günümüzde anlaşıldı ki bunlar matematik kanunları gibi değildir, belli sınırlar içinde geçerlidir­ler. Dolayısıyla bulunan şey tamamen adetullahı izlemek sonra ilhama dayalı olarak bir teklif sunmak sonra bu tek­lifin tekrar adetullaha uygun olup ol­madığını laboratuvarda teyit etmeye ça­lışmaktır. Laboratuvarda teyit olsa dahi bu görüş mutlak doğru anlamına gelmez. Einstein diyor ki: “Benim teo­rimin yanlışlığını tek deney sonucu is­pat­layabilir, lakin yüzlerce deney onu doğ­ru olduğuna yetmez.” Çünkü kanunla umu­mi bir hal var diyorsunuz, bu halin ger­çekten umumi olduğunu ispatla­mak çok zordur fakat olmadığını göster­mek tek deneyin sonucuna bakar. Kanunlar hakkında oluşan yapıda özet­le şunlar vardır: Kanunların etki­sinin ulaştığı çok uzun ve çok kısa olan bir mesafe/menzil vardır. Tabiat “ka­nunları” mutlak değildir, sınırlı böl­ge­lerde geçerlidir. Farklı kanunlar/ku­va tek bir kuvvetin tezahürü olarak açık­lanabilmiştir. Kesretin vahdeti meselesi kuva içinde vardır. Kuvvetleri hangi miktarlarda etki edeceği, yani ‘yeknesak istimrarı’ Üstadın tabiriyle sağlayan fiziksel sabitler veyahut kaderi miktarlar, bu fiziksel sabitlerdir. Bu sabitler hiç de gelişi güzel rakamlar değildir. En ufak değişim kâinat ölçeğine kadar değişime neden olmaktadır. Bu mesele de başlı başına uzun bir mevzudur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, kanuna isim takmakla mesele anlaşılmış gibi davranılmasını eleştirir. Fiziği iyi anlayan ve önemli katkılar yapan fizikçiler de işin farkındadırlar. Onlar da buldukları şeyin eksik bilgi (marifet) olduğunu ikrar ederler. Günümüz fiziğine dam­gasını vuran fizikçi R.P. Feynman di­yor ki: “Biz kanunların (kuantum me­kaniğini kast ederek) nasıl işlediğini söylediğimizde esrar kalkıp gitmiyor.” Başka bir yerde Newton’a da yapılan sorgulamaları gündeme getiriyor: “İki kütle ne kadar uzakta olduklarını görüp, içindeki hesap makinesini kullanarak uzaklığın karesinin tersini alarak… Yer çekiminin açıklaması bu olamaz! Daha ötesini bilmek isteyebilirsiniz; birçok kişi de istedi. Başlangıçta Newton da teorisi konusunda sorgulandı: ‘Ama bu bir şey ifade etmiyor; bize bir şey anlatmıyor?’ (Newton cevaben) demiş ki: ‘Size nasıl hareket ettiğini söylüyor; bu yeterli olmalı. Ben de size nasıl hareket ettiğini söyledim, neden öyle olduğunu değil.’3” Paul Davies aynı (NYT) makalesinde bir başka noktaya dikkatimizi çekiyor: “Yıllar boyu fizikçi meslektaşlarıma ne­den fizik kanunları böyledir dediğimde, aldığım cevaplar değişiktir: ‘Bu bilimsel bir sual değildir’ den ‘Hiç kimse bunu bilmiyor’a kadar ve en fazla tercih edi­leni ise ‘Böyle olmaması için hiçbir se­bep yok-sadece öyledirler’ cümleleridir. Fizik kanunlarının sebepsiz yere var olmaları, çok derin rasyonalite karşıtlığı (akılsızlıktır). Zira bir hadisenin fenni izahının tam esası şudur: Dünyanın (ev­renin) mantıklı bir düzeni ve eşyanın öyle olmasının bir sebebi olmasıdır. Eğer biri sebeplerin izini sürerek ta gerçekliğin yatağına kadar geldiğinde “-bu fizik kanunlarıdır- işte buradan sonra sebep bizi terk eder (sebep sorulmaz)” demek, fenni fena halde maskara eder. Bu fiziksel âlemin düzenine dair idrak ettiğimiz büyük yapı sebepsiz saçmalıktan mı köklenmektedir? Öyle ise tabiat çok aldatıcı kurnazca bir hilekârlıktır: Manasızlık ve saçmalık sanki müthiş akıllı bir düzen ve rasyonalite kılığında gözükecekti.”1 Dikkat buyurun, Üstadın sözü değil bunlar! Tabiat Risalesinde ‘vahşi adamın ka­nunların yazılı defterinin yeterli ol­duğu’ tezini söyleyenlere, P. Davies, bunun ancak bir iddia hatta inanç oldu­ğunu yazmıştır. Bu fikirde olan mes­lektaşlarına NYT’de söylediği so­nuç cümlesi: “Kanunlara kâinatın ken­di içinden bir izahı olmalıdır ve kâinat harici bir şeye müracaat edil­memelidir fikrinin detayları belki ile­riki araştırmalarının konusu olabilir. Fenlerin kevni kanunlarla alakalı bu fikri test edilebilir bir teori geliştirilene kadar, bu fikir bir dogma olmadığına dair görüşler açıkça gerçek değildir/sahtedir.”1 Hulasa fenler, kanun hakkında bilgi­leri çok nakıstır ve Üstadın dikkat çek­tiği noktaların aksini iddia etmek şöy­le dursun bazı vecihlerle teyit et­mektedirler. Üstadın sözleri hala ge­çerliliğini korumaktadır: “Lakin ka­nun, kaidelikten tabiiliğe ve zih­nilikten hariciliğe, itibariden haki­kate ve aletiyetten müessiriyete geç­memek şartıyla kabul ederiz. (Mes­nevi-i Nuriye)” Kaynaklar: 1- Paul Davies, 24.11.2007, “Taking Science on Faith”, New York Times Op-Ed Article.2- Steven Weinberg, “Dreams of a Final Theory: The Scientist's Search for the Ultimate Laws of Nature”, Vintage Books, 1994.3- Richard P Feynman, “Fizik Yasaları Üzerine”, Çevirmen: Nermin Arık, Yayınevi : Alfa Yayıncılık.

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Aralık
Konu resmiFeyz Kaynağı Bir Değer: "Vefa" Güneşi
İnsan

Arz-ı mihr eylemeğe başladı amma devran  Varak-ı mihr ü vefayı kim okur kim dinler.“Bu zamanın insanları, şefkat ve muhabbetlerini anlatmaya saymaya başladılar. Fakat muhabbet ve vefa sayfasını ne okuyan var ne dinleyen var.” Bir insan dünyayı niçin vefasızlıkla it­ham eder ki? “Dünyada vefa yoktur” der ki! Dünya eline geçmedi de ona karşı muhabbeti mi onu bu yola sevk etti? Yoksa eline geçen dünyalıkların avucundan kayıp fenaya yuvarlanması mı teselli mahiyetinde onu kızdırdı? Ah şu hevesat! Nasıl da kendi gibi fani ve aldatıcı olan yüzü gösteriyor. Nasıl da işine gelmeyene perde çekip tahkir ettiriyor. Halbuki hevesat değil de Yüce Allah hesabına bir nazar edilse, fani dünya­dan bekaya köprü kurulacak. Yüce Yaradanın isimleri ve sanatı dünya meş­herinde seyredilecek, ahiret âlemine ve Rahmanın rahmetine dünyadan pence­reler açılacak. Vefa hisleriyle dolunup taşılacak. İnsan kendi sanatkârını ta­nı­tıp bildiren, kendisini rahmet hazine­sine kavuşturan vesileye (Allah’ın isim­lerine ayinedarlık yapan ve ahiretin tar­lası olan dünyaya) nasıl kayıtsız kalabilir, onu nasıl reddedebilir ki? Elbette böyle bir şey olamaz… Bırakın kayıtsızlığı ve reddetmeyi Allah için mu­habbet beslemeyi insan vefa borcu bilir. Ne eskimez, ne sağlam, ne kavi bir hakikattir; ne billur vefa kaynağı: “Allah için” niyeti. Hasılı “Allah için” hakikatini derk eden, vefayı bulur. Vefayı bulan, vefa­kârlardan yazılır. Aksi halde… Hayatın Her Alanının Feyiz Kayna­ğı: Vefa Güneşi Gurup etmeyen “ebedi iç güneşimiz” vefa… Allah için bakabilmek şartı ye­rine geldiğinde dünya ve hayat sah­nesinde “vefa enerjisi” ortaya çıkar. İman nuru ile nurlanan aile ve toplum ha­yatının her köşesi “vefa güneşi”nin sıcaklığıyla ısınır. Besmele ile kurulan her ilişki de esas itibariyle ondan nasibini alır. İşte ebeveyn ve evlat münasebetleri… Vefa güneşinin hararetiyle tahrik olan hürmet ve şefkat hisleri… İhtiyar anne babalarını hiçbir menfaat gözetmeksizin, isyan etmeksizin, zahmet ve meşakkate bakmaksızın sırf lillah için muhabbetle omuzlayan evladlar… Muhtaç bir bebek iken şefkat ve merhamet eliyle kendisini terbiye eden valideynin öpülesi ellerini bir an bırakmayan vefakâr evladlar… İşte dostun dostla dostluğu… Vefa gü­neşinin nuruyla parıldayan muhab­bet ve tesanüd hisleri... Hiçbir maddi manevi karşılık beklemeksizin kendi nefsini kardeşine tercih eden dostlar… Sadece yıldızının parıldadığı asude za­manlarda değil, hüzün ve keder bulutlarıyla kaplı gam vakitlerinde de omuzdaş olup zorluklara beraber göğüs geren vefalı enisler… İşte komşunun komşuyla ibka olası komşuluğu… Vefa güneşinin ateşiyle çelikleşen teavün, iyilik ve sabır his­leri… Kul hakkını muhafaza titizli­ğiyle Hakkın hatırını ve sevgisini, gü­zel ve iyi komşulukta arayan komşu­lar… Komşusuna yapacağı iyiliklerin; ömrünü, memleketini ve ahiretini ma­mur edeceğini derk edip hayır yarışına giren komşular… Komşusunu saadetin anahtarı bilip verdikleri ezaya sabreden vefadâr komşular… İşte akrabanın birbirine hakiki kur­biyeti… Vefa güneşinin ziyasıyla mü­tebessim yüzünü gösteren himaye ve alakadarlık hisleri... Akrabayı koruyup gözetmeyi rızkın bereketi bilen akra­balar… Akrabalık bağına riayetin iyi­lik ve ihsanı celb edeceğini, bu bağın koparılmasıyla lütuf ve merhametten mahrum kalınacağını hesap edebilen akrabalar… Ola ki ihmalle de olsa ke­silebilen akrabalık bağını iyilik zamkıyla tamir edebilen vefakâr akrabalar… İşte hoca ve talebenin birbiriyle müna­sebeti… Şems-i vefanın kubbesi altında kucaklaşan şefkat ve hürmet hisleri… Muallim olarak gönderilen Efendimizi (asm) örnek alıp talebelerinin ellerinden ve yüreklerinden tutma saikiyle adım adım Cennete yürüyen, bu tarz hareketle in’am ve ihsan olunduğu Peygamber mesleğinin değerini bilen şefkat ve mer­hamet timsali vefakârlar… Bes­lendiği şefkat ve merhamet pınarı ve­falı gönüllerin gösterdiği istikamette dünya ve ahiret saadetine koşmayı va­zife bilmekle mukabelede bulunan, ve­sile olan hocasına hürmet ve irtibat ile teşekkür eden, üzerindeki emekleri nis­yan çukuruna atmayan vefalı ta­lebeler… İşte ticaret hayatının alışverişi… Mihr-i vefayla mührünü gönüllere vuran sıdk ve emniyet hisleri… İnsanların en üstün tabakasını teşkil eden Pey­gamberler, Sıddıklar, Şehidler ve Sa­lihlerle kendilerini beraber kılacak va­sıfları taşıyan emin ve doğruluktan ay­rılmayan sözü senet olan tüccarlar… Sıkıntılarını gideren iyilik sahibi tüc­cara karşı ahde vefa göstererek borcu­nu zamanında ödeyen, böylece va’dini yerine getirip ilahi yardıma mazhar olan sözünün eri müşteriler… İşte, işte, işte… Devam eder gider beşeri münasebetler adedince… Eğer hayatın her köşesindeki her münasebetin te­melinde “Allah için olmak” mayesi bu­lunursa zaruri neticesi “vefakârlık” vasfı olur. Vefakâr evlatlar, vefakâr dostlar, vefakâr müşteriler, vefakâr esnaflar, vefakâr talebeler, vefakâr komşular ve saire. Hakkın hatırı için kul hakkına riayet edip halkın hatırını ihmal etmeyen, vefa güneşinden feyiz­lenen nice vefakârlar… Ne kadar çok ihtiyacımız var size! Her şeyde “vefasızlık yüzü”nü gösteren şu asrımıza, vefaya hasret gündelik ha­yatımıza, vefa dersiyle teşrif eder misiniz? En Vefakâr Kul (sav): Vefakâr Eş, Vefakâr Arkadaş, Vefakâr Baba… Madem vefakârın “vefa” gibi bir de­ğere hakiki sahip olması için “Allah için” bakması, işlemesi gerek… Madem aile hayatı ve içtimai münasebetlerde gösterilecek “vefa” sahibini “vefakâr” kılar. O takdirde her şeyde olduğu gibi “vefa” mevzusunda da “en vefalı”nın yolunda ve anlayışında olmak, onu “vefa rehberi” ve “vefa modeli” kabul etmek, vefaya ait söz ve davranışlarından “vefa ölçüleri” çıkarmak gerek. Şimdi asr-ı saadetten günümüze esen “bâd-ı vefa”yı teneffüs edelim. Asırlar süren seyahatle bizlere ulaşan bu “vefa iklimi”nden hissemize düşeni alalım. İşte Resulullah’ın (sav) örnek ha­ya­tından vefa tanımlamaları: Sütanne Hz. Halime’ye “Anneciğim!” hitabıyla gösterilen hürmet ve muhab­betin beraberinde, onu ve ailesini unut­mayarak iyilikte bulunmaktır vefa… Büyük iyilik sahibi amca hanımını “anne saymak” ve gömleğini cennet elbi­sesi olarak kefen yapmaktır vefa… Kendine her yönden destek olan, ço­cuklarının annesini, mübarek eşini “en hayırlı” olarak yad etmek ve onun yokluğunda arkadaşlarına ilgi, alaka ve ihtiramda bulunmaktır vefa… Hiçbir kimse yanında değilken canı ve malıyla davasına omuz veren Sıddık dostunu (ra) en yakını kılmak eziyetten azad etmektir vefa… Sahabelere iyilik yapan Habeş Kralının Medine’ye gelen heyetine bizzat iyilik yaparak ikram ve iltifatta bulunmaktır vefa… Mekke’ye dönecek güç ve kuvvet var­ken kendine kucak açan, sığınak olan Medine’ye, Ensar’a ve Akabe biatine sahip çıkmaktır vefa… Davası uğrunda şehid düşenlerin ka­birlerini, şehid yakınlarının evlerini zi­yaretsiz bırakmamak; onlara şefkat ve merhametle mukabelede bulunmaktır vefa… Cenneti müşahede ettikten sonra, “üm­meti” şefkat nidasıyla dünyaya geri dönebilmektir vefa… Cenab-ı Erhamü’r-rahiminin sayısız ni­met ve ihsanına karşı “şükreden kul olmak” makamına yükselmektir vefa… Onun vefasının örnek alınması “vefa­kârın vefası”nı ebed kılar. Çünkü ona tabi olmakla vefa gibi bir kıymetin faydası dünyaya münhasır kalmaz, baki âleme uzanır. Yani kendine ya­pı­lan iyilikleri unutmayan, iyilikte bu­lunanlara misliyle ve daha güzeliyle karşılık veren bir vefakâr; Rahman’ın ihsanıyla karşı karşıyadır. Dünyalık bu mükâfat ve ihsan Allah Resulüne ittibanın niyet edilmesiyle, Rahim is­minin de tecellisiyle ahirette de karşılık bulacaktır. Vefa gibi bir değer, sadece “insani bir güzellik” olarak kalmamalı, “fena” ile sı­nırlandırılmamalı. Rehberin (sav) ayak izleri takip edilerek, güzel bir niyetle, Allah’ın hoşnutluğunun Resulüne tabi olmakta olduğu hatırlanarak rızayı ilahi yolunda bu vefa hazinesi işletilmeli. Uhrevi neticeleri de olan ulvi bir haslete inkılab ettirilmeli. Yoksa kuru kuruya vefa davası gütmek güdük kalacak, cam kırıkları elmasa tercih edilmiş olunacaktır. Unutmamak gerek ki üstünlüğün ölçüsü takva olduğu gibi, ahlakta güzelliğin ölçüsü de O’na (sav) olan yakınlıktadır. Zira kim her ne kadar büyükse O’na (sav) olan yakınlık sebebiyle, kim de ne kadar küçükse O’ndan (sav) olan uzaklığı sebebiyledir. Vefa’nın Hakikati: “Sadıku’l- Va’du’l Emin” ve “Vâfi” İsmine Ayinedar Ola­bilmek Elbette ki en mühim “vefa makamı”: Vefakâr kulluktur… Vefakâr kul, sonsuz bir mükâfata ulaş­mak için cehennemin hafife alınmama­sı, ulvi güzelliklerin dünyaya satılmama­sı gerektiğini bilir. Nimet karşısındaki fakrını ve aczini unutmayıp, şımarmayıp şükre yönelir; “elest bezmi”nde verilen söze sahip çıkar. Vefakâr kul, rıza-yı ilahiyi kazanmak için “vefa fırsatı”nı değerlendirir, nef­sinin menfaatini değil Hakkın hatı­rını gözetir. Hayata Rahmani bir pen­cereden bakar. Onun her latifesi “livec­hillah” niyetinden nasibini alır. Vefakâr kul, insani ilişkilerin Rahman’a bakan yönü olan kul hakkını muhafaza eder. Her bir varlıkla bağında geçici ve kararsız olanı değil, ucu bekaya uzanan sağlam bir muhabbeti tercih eder. Ve… Cennet’e girmeleri hususunda, “Sadı­ku’l- Va’du’l- Emin” olan Yüce Yaratı­cısının kendisine verdiği sözü unutmaz; iman edeceğine dair Allah’a verdiği sö­ze vefa gösterip gereğini yapar. “Vâfi” ismine Allah resulü gibi ayinedar olur. Hasılı, Vefa Elzem! Farklı avazlardan, geçmiş asırlarda, şair­ce: “Varak-ı mihr ü vefayı kim okur kim dinler” sitemi yükseldi. Vefasızlıktan yakınıldı. Yaşadığımız zamanda nice kişi bırakalım sitemi “vefanın lafzını” da unuttu. Bugün vefa ve vefakârları hatırlamaya ve ihyaya ne kadar da ih­tiyacımız var değil mi? Fertleri güven içerisinde yaşayan mil­let hayatının tesisi için vefa gerek: Bir düşünelim… Sözü ve özü bir, sözü senet olan vefakârlardan müteşekkil bir aile ortamını, çarşı pazarı vs. içtimai hayatın bütününü… Fertler arasında muhabbet bağının ku­rulduğu bir millet hayatı için vefa gerek: Bir düşünelim… Sevmek ve se­vilmek gibi tatlı bir dünya lezzetin ve sevincinin kazanıldığı, sevginin payidar olduğu, “ebedi vefalık bağı” ile sevgide devamlılığı bulmuş vefakârlardan mü­te­şekkil bir saadet ortamını, hayat sah­nesini… Fertleri mesuliyet sahibi bir millet ha­yatı için vefa gerek: Bir düşünelim… “Vefa toprağında” büyüyüp, beslenen ve kökleşen mesuliyet şuuruna sahip vefakârlardan müteşekkil bir çalışma hayatını, imtihan dünyasını… Ve’l- hasılı, livechillah (Allah için) vefa gerek… Küçük Bir Zeyl: Vefaya yazı, aynı zamanda yazıya vefadır. Yazı, hak ve hakikatlerin beyaz sahifeler üzerinde kalemle neşredilmesi suretiyle, akıl ve gönüllere taşınmasına ve ya­şanmasına vesile olur. Hakkın hatırı için çekilen kalemlere, halkın istifadesi için yazılan yazılara ehemmiyet gös­ter­mek, sahip çıkmak vefa borcudur. “Yazma ve Okuma” çalışmalarımızı “ve­fa penceresi”nden muhasebe etmek temennisiyle… Yoktan var eden Yüce Yaratıcımız; kul­luk vazifemizi yerine getirmek hu­su­sunda, kendisine (cc) verdiğimiz ahd ve va’de sahip çıkan kullarından eylesin bizi. “Sadıku’l- Va’du’l- Emin” ve “Vâfi” isimlerinin tecellisinden aza­mi hissedar olmayı ve bu hususta da “En Vefalı” Yâr’e (asm) kurbiyyeti nasib ve müyesser eylesin.

İbrahim SARITAŞ 01 Aralık
Konu resmiKarşılama Usulü ve Ziyaretin Önemi
İnsan

Ebû Zer’den (ra) rivayetle Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdular: “Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme.” (Müslim, Birr 144; Tirmizî, Et’ime 30, Birr 45) Abdullah bin Kays (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sav), Ensâr’a sık sık şahsî veya genel ziyaretlerde bulunurdu. Şahsî ziyaretlerinde birinin evine gider, genel ziyaretlerinde ise onlarla mescidde buluşurdu.” Güler Yüzle Karşılama Herhangi bir vesileyle ziyarete gittiği­niz bir yerde nasıl karşılanmayı beklersi­niz? Kimsenin yüzünüze dahi bakmadığı, ‘Hoş geldiniz’ bile demediği, hatta siz yokmuşsunuz gibi davrandığı bir mua­me­le midir beklentiniz? Yoksa güler yüz­lü bir karşılamanın ardından en azından bir çay ikramı ve kısa da olsa bir muhabbet midir ümit edilen? Bir Müslümanın, bir Müslüman kar­deşine yapacağı manevî iyiliklerin ba­şında, ona Kur’ân öğretmesi geliyor şüp­hesiz. Ya da imanî ilimleri tahsil et­mesinde ona yol göstermek, bu asır­daki en büyük manevî iyiliktir. An­cak bir Müslüman kardeşinin ma­nen gelişmesine, inkişafına ve tahkiki imanı elde etmesine yardım edebil­mek için, öncelikle onun kalbini fethet­mek gerekiyor. Bunun için de birinci şart, güler yüzle karşılamak ve samîmâne ilgilenmektir. Aksi takdirde iman ve Kur’ân hakikatlerine muhtaç olan gö­nül­lerin büyük kısmına ulaşamayız. Peygamber Efendimizin (sav), “Din kar­deşini güler yüzle karşılamaktan iba­ret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme” ha­disi, bize Müslüman kardeşlerimizi kar­­şı­larken göstereceğimiz güler yüzün ehem­miyetini anlamak için yeter as­lında. Güler yüzle karşılamanın ehemmiyeti hususunda bizleri ikaz eden Peygam­ber Efendimiz (sav), İslâmî, Kur’ânî ve imanî hizmetlerin hadimlerine de önemli bir düsturu hatırlatmış oluyor. Bu düstur, iman hizmetinin başlangıç dinamiğidir. Ve insanlar bu asırda gü­ler yüze, yiyecekten ve giyecekten da­ha çok ihtiyaç duymaktadırlar. Batı’nın onca gelişmişliğine ve zenginliğine ve Do­ğu’nun onca sıkıntısına rağmen insan­ların İslâm’a koşmaları, bu meselenin en büyük delillerindendir. Elinizdeki hakikat ne kadar büyük olur­sa olsun, tatlı dille anlatmaz ve gü­ler yüzle davranmazsanız, karşınızda mu­hatap bulamazsınız. Ziyaretin Önemi Abdullah bin Kays (ra) anlatıyor: “Re­sûlullah (sav), Ensâr’a sık sık şahsî veya genel ziyaretlerde bulunurdu. Şahsî zi­ya­retlerinde birinin evine gider, genel zi­yaretlerinde ise onlarla mescidde bu­­lu­­şur­du.”(Mecmâ’uz-Zevâid,       VIII,   173) Âyet-i Ke­­rî­me ile de sabit oldu­­ğu üze­re üm­metine son derece düş­kün olan Peygamber Efendimiz (sav), ken­disi­nin ümmetine duyduğu muhabbeti, Müslümanların birbirlerine karşı da gös­termesini istemiştir. Bu konuda bize en güzel örnek olmuştur. Bir­biri­mizi Allah için sevmeyi ve kendi­miz için istemediğimizi mümin kar­deşimiz için de istememeyi bize öğ­ret­miştir. Sahâbeler, O’nun (sav) bu na­si­hatlerini eksiksiz yerine getirmişler ve îsâr hasletine sahip olmuşlardır. Îsâr hasleti, Müslüman kardeşinin nef­si­ni kendi nefsine tercih ettirecek de­re­cede üstün bir haslettir. Bugün biz­ler, Peygamber Efendimizin (sav) nasi­hat­lerinin en güzel tatbiklerinden biri olan îsâr hasletine ne kadar yakınız aca­ba? Bırakın Müslüman kardeşinin nef­si­ni kendi nefsine tercih etmeyi, Müs­lü­man kardeşine muhabbeti bile çok görenlerimiz var. Peygamber Efendimiz (sav), birbiri­mize olan muhabbetimizin nasıl artaca­ğı­nı uygulamalarıyla göstermiştir. Müs­lü­man­­ların birbirlerine olan muhab­bet­leri­nin artması, ev ziyaretleri veya cami, mescid, medrese gibi ilim meclislerinin toplandığı yerlerde görüşmek ile olur. Bu ziyaretler ve görüşmelerin Sünnet-i Seniyye’den olduğunu Abdullah bin Kays’ın (ra) yukarıda zikrettiğimiz riva­yetinden de anlayabiliyoruz zaten. Görüşmede İfrat Hiçbir şeyin ifratı iyi değildir. Yalnız Müslümanlar arasındaki görüşme, ko­nuş­ma ve ziyaretler bu hususta müstes­nadır. Günde beş vakit câmilerde veya mescidlerde cemaatle namaz için bir araya gelinmenin çok önemsendiği bir dinin mensupları olarak bizler, şey­tan­ların korktukları ve kaçtıkları meclis­lerin Müslümanların Allah için bir ara­ya geldikleri meclisler olduğunu çok iyi bilmeliyiz. İslâm âleminin birliğinin, be­­­raberliğinin ve kardeşliğinin tek­rar sağ­­la­na­bil­mesi, Müslümanlar ara­sında­­ki sami­mi görüşmelerden, dost­­luk­­­lar­dan ve muhabbetlerden geçi­yor. Pey­gamber Efendimizin (sav) tali­mat­­larıyla tam imanı elde etmenin yolu, birbirimizi sevmekten geçiyor. Bir­biri­mizi sevebilmemizin yolu ise, güler yüz­lü karşılama ve samimi ilgiden geçi­yor. Bunların neticesinde doğacak İslâm kar­deşliğinin de önüne hiçbir şer gücün geçemeyeceğini tarih bize gösteriyor.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiCahiliye Dönemi Arap Yarımadası ile Günümüz İngiltere Adasının Mukayesesi
Kültür ve Medeniyet

“İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetleri­ne mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşi­yânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bü­tün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu.”1 1400 küsur sene öncesinin Arap yarımadasının hususiyetleri ile günümüz İngiltere adasının özellikleri mukayese edilecek olsa şaşırtıcı derecede benzer bir durum karşımıza çıkacaktır. Bütün bütün aynı olmasalar da bütün bütün de farklı olmayan bu hususiyetler, istik­bale dair ümit verici bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Menfi cahiliye âdetleri ile beraber her iki kavmin de müsbet özellikleri, coğrafi konumlarının bu toplumlara etkisi, Arap kavminin geçirdiği sosyal dönüşüm ve değişim ve inşaallah İngilizlerin de potansiyel olarak geçirmekte oldukları ve geçirecekleri değişim göz önüne alındığında bu mukayese önem kazanacaktır. Şahsi müşahedatımızdan, okuduklarımızdan ve dinlediklerimizden hareketle, şimdiye kadar gördüğümüz ve tecrübe ettiğimiz kadarıyla yazıyoruz. 1- MENFİ ÖZELLİKLERDE BENZERLİK: CÂHİLİYE VAHŞETİ ve SU-İ AHLAK Vahşi, âdetlerinde mutassıb ve inatçı olarak tanımlanan kavm-i Arap, İslâmiyet öncesi perişan bir vaziyette idi. Kabile kavgaları, kızların diri diri gömülmesi, ahlaksızlık, âdetleri ve töreleri haricinde hareket etmemeleri ve atalarının dini üzerine olmaları menfi cihetleri idi. İngiliz kavminin de mevcud ahvaline nazar edilse görülür ki, vahşilikte cahiliye Araplarını aratmazlar, belki fevkindedirler. Şöyle ki, nasıl ki Araplarda kabile kavgaları var idi, bir devenin diğerinin otunu yemesinden belki binlerce kişi aşiret kavgasından ölmüştü. İngilizlerde de dünyevi menfaat için çok canlara kıyıldığını, kavga ve vahşetin büyük çapta olduğunu, sömürgecilik tarihinden Afganistan’a, Irak’a kadar nice memleketleri işgallerinde yaptıklarına bakınca görüyoruz. Onlar milletlerle kavgalılar ve hiçbir zulmü irtikab etmekten çekinmeyecek derecede bir vahşete maalesef sahip olduklarını tarihten gördük ve hâl-i hazırda da şâhid olmaktayız. Kezâ, kızların diri diri gömüldükleri vakaları cahiliye devri Arap kavminin en kötü hallerinden ve dahi yürek burkan bir gerçeğidir. Kız çocuklarından utanan babaların, İslamiyet’ten önce, kızlarını bu vahşi surette öldürmeleri din-i İslam’ın onları nasıl bir bataklıktan nasıl bir gülistana çıkardığını gösterir. İngilizlerde de benzer bir cahiliye söz konusudur. Şöyle ki, Araplar, kızlarını maddi olarak gömerlerdi. İngilizler ise, manevi olarak, onların her türlü edepsizliklerine vesile olarak kızlarının yoldan çıkmalarına sebebiyet verirler ve kız çocuklarını manen diri diri gömerler. Bale ve dans kursları ile fıtratlarını bozdukları yavrucukları, ileri yaşlarda erkek arkadaşı yok diye anormal görüp mezar-misal partilere, içkiye ve müskirata teşvik ve gark ederek pisliğe gömerler. Cahiliye devrinde Arap ceziresindeki ahlaksızlığı anlatmaya ihtiyaç olmadığını biliyorsunuz. İngiliz devleti de bu asırda, tasvire lüzum olmayan benzer ahlaksızlık kapılarını kanunen serbest kılmış ve koruma altına almış bir va ziyette iken, kavm-i İngiliz’in su-i ahlak cihetinden bir nev’i cahiliye devrinde yaşadığı söylense herhalde abartılmış sayılmaz. Âdetlerde taassup: Arapların temel özel­liklerinden biri de, atalarının dinine ve adetlerine karşı gelmekten kesinlikle çekinmeleridir. Günümüz İngiliz toplumunda da bunu çok rahat görebilirsiniz. Eski adetlerine ve örflerine, hatta atalarından kalan eski eşyalarına bile sahip çıkarlar yüzyıllarca muhafaza ederler. Millet olarak mutaassıp olduklarını kendileri de dile getirirler. Her ne kadar eleştirseler bile, atalarının mirası olarak gördükleri kraliyeti savunurlar. Bu yönleriyle de taassup noktasında bir miktar benzerlik göstermektedirler. 2. HAYIRLI HASLETLERDE BENZERLİK: İNAT, CESARET ve SÖZÜNE SÂDIK OLMA İslam’dan önce Arapların sadece kötü hasletleri yok idi. Aksine, onların İs­lamiyet’e girmelerinde yardımcı olacak özellikleri de vardı. Mesela; Arap kavminde bir inatçılık vardı fıtraten. İslam’dan önce cahiliye devrinde ve İslam’a karşı belli bir süre bu inat ile devam etmişler. İslamiyet'in parlak hakikatlerini, Kur’ ân-ı Azi­müşşân’ın sarsılmaz ahkâ­mı­nı ve hayatı süslendiren ve toplumu haki­ki nizama getiren inci gibi gü­zel­lik­­lerini, Muhammed-i Arabî Haz­ret­leri’nin(sav) harika ahlak ve seciyelerini gören­ler, bu harikalıklara ve güzelliklere tes­lim-i ruh etmişler. Mevcud inatlarını, hayra sevk edip İslam için inat etmeye başlamışlar ve yüzyıllarca İslam’ın bayraktarlığını yapmışlardır. Benzer bir surette, İngilizlerin fıtraten takdire şayan özelliklerinden birisi sebatkâr ve sabırlı olmalarıdır. Başladıkları işte sebat etmeyi bilen İngilizler bu hususta, günlük meselelerde sabır olmaktan tutun, bilimsel noktada üretken ve sebatkâr, oradan da tâ devletler siyaseti bazında uzun vadede sabır göstermeye kadar inandıkları davada inad ettiklerini bizzat görüyoruz. Diğer bir özellik de, cesaret ve doğru sözlülüğün yaygın olmasıdır. Arapların bu hali, kahramanlık şiirlerine bile yansımıştır. Bununla beraber sözün senet olmasından anlaşılıyor ki Arap toplumunda doğru sözlü olma da geçerli bir özelliktir. Benzer bir surette, İngiliz tarihine bakıldığında, kraliyet şövalyelerinin kahramanlık ve bağlılık hususunda şöhret bulmuş olduğu gözlenebilir. Dürüstlük noktasında söylenebilecek çok şey olmakla beraber birkaç nokta ile iktifa edelim. Birincisi, günümüzde tipik bir İngiliz köyüne gitseniz, size güler yüzle selam verip işinize yardımcı olmak isterler, yol sorsanız gösterirler. (Büyük şehirlerden bahsetmiyoruz). Ticarette ve verilen sözde avam halkın genel itibariyle saf ve güvenilir olduğunu söylesek abartmış olmayız.2 Bu yönüyle de İngiliz insanı belki cahiliye Araplarına bir nevi benzerlik arz etmiştir. Özetle; vahşet ve kötü ahlakta, adetlerine taassupta ileri gitmekle cahiliye devri Araplarına benzer özellikler teşkil eden İngilizler, pozitif özellikleriyle de İslamiyet öncesi Arapların bir değişik sureti şeklinde karşımıza çıkıyor. 3. COĞRAFYA: DİĞER MİLLETLERİN TESİRİNDEN UZAK OLMA Mukayese noktasında son olarak bahsetmek istediğimiz mevzu da içinde bulundukları coğrafya sebebiyle, İslamiyet öncesi Arap yarımadasının sair kavimlerin tesirinden uzak kalmasıdır. Bu yüzden bir nevi saf halleri ve dolayısıyla İslamiyet’e meyilleri kolay olmuştur. Aynen öyle de, İngiltere de bir ada olması hasebiyle, yaşayış olarak, kendilerine has belki de içeri dönük bir kültür özelliği taşımaktadırlar. Özellikle bu dışarıdan az etkilenmiş olma, İngilizlerce çokça dillendirilir ve bu yüzden Avrupa’nın parçası olmadıklarını söyleyen İngilizler de az değildir. İngiltere adası tarihin belirli dönemlerinde işgale uğrasa da ulaşım güçlüğü sebebiyle çok favori bir işgal bölgesi olmamıştır. Etrafı denizlerle çevrili olan İngiltere adası, çöllerle çevrili olan ve sair medeniyetlerin tesirine kapalı olan Arap ceziresine bu tarzda da bir benzerliği akıllara getiriyor. 4. CÂHİLİYEDEN SONRAKİ BÜYÜK DEĞİŞİM İslamiyet ile şereflenmeden önce büyük vahşet ve su-i ahlak içinde bocalayan Arap kavmi, İslamiyet’ten sonra bambaşka bir surete bürünmüş ve medeni milletlere medeniyet öğretir hale gelmiştir. Yüzyıllarca İslam’a hizmet etmeleri ile beraber İslamiyet’in dünyaya tebliğ edilmesi ve insanların hak yola davetinde fedakârca çalışan mübarek bir millete dönmüştür. Peygamber Efendimiz (sav)’in getirdiği mesajı dinleyen ve İslam’ın ahkâmına teslim olan cahiliye Arapları gibi, pek çok İngiliz mühtedi, İslamiyet’in yayılması için canla başla çalışıp hak dinin tanınıp yayılmasına uğraşmaktadır. Aynı şekilde pek çok gayri-Müslim İngiliz düşünür ve âlim de hakkı teslim etmede cesur davranmışlar ve tenkitlere rağmen İslamiyet’i anlatan kitaplar kaleme almışlar, kitaplarında hak dini öven ve istikbalde İslamiyet’in hâkim olacağına dair öngörülerde bulunmuşlardır. Bunlardan birisi, meşhur yazar Sir George Bernard Shaw (1856-1950) şöyle demiştir: “Eğer İngiltere’yi ve hatta Avrupa’yı yönetmeye şansı olan bir din var ise, o da önümüzdeki yüz sene içinde İslam olacaktır.”3 Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin de şu sözleri mevzua ışık tutar nitelikte: “… elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevi bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın Din-i Hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükümetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, katiyen Kur’an’ın misli yoktur ve olamaz; ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.” İstatistiklere göz atacak olursak aşağı­daki gibi pozitif bir tablo önümüze çıkıyor. 2011 Nüfus sayımına göre;4 İngiltere’nin nüfusu 63.182.000 Nüfusunun % 4,4 ‘ü Müslüman. 2.786.635 Müslüman var. 2001’den 2011’e 100.000 İngiliz hidayete gelmiş. İslamiyet’le şereflenenlerin % 66’sı hanım. Bunun yanında, Ülke çapında 1500’e yakın irili ufaklı cami var ve resmiyette geçmeyen dernek statüsünde de birçok mescid bulunuyor. İngiltere’nin hemen her şehrinde ve belki kasabasında sayıları az bile olsa Müslüman bulmak ve namazı camide veya bir mescidde eda etmek mümkün. Cuma günleri camilere sığmayan cemaat için birçok şehirde iki veya üç kez cemaat ile Cuma namazı kılınıyor. Cemaati olmayan birçok kilise ve sinagoglar Müslümanlarca satın alınıp camiye çevriliyor. Ülkede İslami hukuka göre evlenme, boşanma, miras mevzularına bakan ve kararları kanunen tanınan mahkeme heyetleri var. Fransa, Belçika gibi Avrupa ülkelerinde peçe yasağı devam ederken İngiltere’de peçe dâhil, dinî sebeplerle giyilen kıyafetler serbest. Okullarda resmi olarak din kültürü derslerinde İslamiyet de anlatılıyor ve binlerce çocuk İslamiyet hakkında okuyor, yazıyor ve ciddi bilgi sahibi oluyor. Bu pozitif verilerin ışığında bir değerlendirme yapmadan önce Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni dinleyelim: “…edyan-ı sâire müntesipleri, mutlaka fevc fevc muhakeme-i akliye ile ve burhan-ı katî ile daire-i İslamiyet’e dahil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e layık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.”(Münazarât) SON SÖZ Netice itibariyle görüyoruz ki, İslamiyet öncesi cahiliye devri Araplarının menfi özellikleri olduğu gibi, İslamiyet’e girişlerini ve girdikten sonra dine hizmet etmelerini sağlayacak özellikleri de vardı ve gerekli şartlar oluşunca, Hazret-i Peygamber (sav) tebliğ ettiği harika ahkâm ile ve sahip olduğu güzel ahlakı ile o insanların vahşetten kurtulmasına vesile oldu. O kavimden bambaşka bir kavim çıktı. İslamiyet onları güzelleştirdi. Öyle de, günümüz İngiliz milletinin de bazı menfi özellikleri olmakla beraber İslamiyet’le şereflenmelerini kolaylaştıracak ve ihtidalarından sonra da gayretle ve ihlâsla dine sarılacak daha fazla özellikleri ve meyilleri mevcuttur. Kaldı ki, şu anda kiliseye gitme oranı çok düşük ve şu veya bu sebepten Hristiyanlık gözden çıkarılmış durumda. Yahudilik anneden geçiyor, isteseler de Yahudi olamıyorlar. Ateizmin izalesi de iman hakikatlerinin ispatlarıyla ve sistematik ve programlı anlatılmasıyla gayet mümkün ve de kolay. Öyleyse geriye tek din kalıyor, İslam. İngilizleri manevi boşluktan kurtaracak ve onlara dünya ve ahiret saadetlerini sağlayacak tek çare, din-i İslam’dır. Bunun çaresi de Müslümanların İslamiyet’i doğru yaşamasından geçmektedir. Değişim istiyorsak, kendimizden başlamalıyız. DUA Rabbimiz, bizlere doğru İslamiyet’i yaşamayı ve İslamiyet’e layık doğruluğu ve istikameti efalimizle ve ahvalimizle göstermeyi nasip eyle! İngilizlerden ve diğer milletlerden hakkaniyetli olanlara hidayet eyle, onları İslamiyet’e pervane eyle, onlara idrak, insaf ve kemal-i teslimiyet ile ilahi kelama temessük etmek nasib eyle! Bizlere ve ihvanımıza da iman-ı kâmil ve hüsn-ü hatime nasib eyle! Amin... “İstikbal, yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak. Ve hâkim, hakâik-i Kur’âniye ve imâniye olacak.” (Hutbe-i Şâmiye) Kaynaklar: 1- Bediüzzaman Said Nursi, Zülfikar, 19. Söz2- Her milletin üçkâğıtçısı olduğu gibi İngilizlerin de dolandırıcısı, sözünde durmayanı elbette var ve hususen büyük şehirlerde daha yaygın. Biz burada sadece Araplara benzer müspet cihetlerini ele alıyoruz. Menfi tarafların bir kısmını hali hazırda ilk bölümde anlattık.3- Bernard Shaw, 'The Genuine Islam,' Vol. 1, No. 8, 1936.4- The Office for National Statistics (ONS), “Religion in England and Wales”, http://www.ons.gov.uk/ons/rel/census/2011-census/key-statistics-for-local-authorities-in-england-and-wales/rpt-religion.html#tab-conclusions (Alınma Tarihi: 22/10/2015)

Hamza BERAAT 01 Aralık
Konu resmiÇocuk Olmak
İnsan

Çocukluk… İnsanoğlunun hayatını şekillendiren bir devredir aslında. En meraklı olunan, her şeyi öğrenmek isteyen, biran önce büyüyüp adam olayım dediğimiz, hayatımızın güzel ve önemli bir dönemidir. Öyle bir şeydir ki çocuk olmak; amaçlara ulaşabilmek için elden geleni ardına koymamaktır. Gerçek gözyaşları dökebilmek, ağız dolusu kahkahalar atabilmek, uzun veya kısa, kalıcı veya geçici aslında her şeyden habersiz saf mutluluğun tadına varıldığı bir oyun dilimidir hayatta. Anne babaların, yaşlı amcaların arada geri dönmek, bazen de içine girip tek­rar yaşamak istedikleri bir büyüme sü­recidir. Hayattaki en keyifli mola, ço­cuk olmaktır. Büyüklerin gözünde çocukluk, akıl­ları­na her geldiğinde içlerinde bir bu­ruk­luk ve yüzlerinde kocaman bir gü­lümseme oluşturan, hayatlarında dö­nüp tekrar yaşamak isteyecekleri sayılı dönemlerden bir kaçıdır herhalde. Çocukça davranışlarda bulunmak, ara­da bir yaşının, işinin, hayatının omzu­na yüklediği sorumluluklardan kaç­mak, sokaklarda zıplayarak yürümek, şımarıklık yapmak, komşunun camı­nı kırmak, salıncakta sallanmak, belki o masum yüzü tekrar yakalayıp yine annenin elinden tutarak yürümek, ço­cukluğumuzda yaptığımız ve şimdi biz büyüklerin özlem duyduğu hasrettir. Büyüklerin gözünde çocuk olmak böy­le bir şeydir işte. Peki, çocukların gö­zünde büyümek nasıldır acaba! Sınıfta öğretmen çocuklara hitaben; “Hepiniz ileride büyük adam olacak­sınız” der. Sınıftaki çocuklardan biri ağ­laya ağlaya: “Öğretmenim ben büyü­mek istemiyorum” diye cevap verir. Öğ­retmen çocuğa dönerek: “Neden peki?” diye sorar. Çocuk “Babalar büyüyünce salıncağa binemez, kaykayla da kayamaz da ondan. Sen hiç gördün mü babaları salıncaklarda?” diye cevap verir. Evet, hiç görmemişizdir. Haklıdır kü­çük çocuk, büyümek çocuk için böy­le kötü bir şeydir. Ama çocukların gelecekleri için, büyümenin güzel bir şey olduğunun söylenmesi, çocuklara büyümenin sevdirilmesi de gereklidir. Ne var ki çocukluğunun kıymetini –farklı sebeplerden dolayı- bilememiş, belki çocukluğunu güzel yaşayamamış büyüklerin de, çocukların bu dönemi güzel yaşaması için ellerinden geleni yapması gerekir. Çocuk mutlaka çocuk­luğunu yaşamalıdır. İçinde çocukluğa ait bir ukde kalmamalıdır. Ki çocuk büyümekten korkmasın. Büyükler de çocukluklarını hatırlamaktan… Sözlerime bir yazarın güzel bir sözüyle bitirmek istiyorum: “Eğer bir gün yo­lunuzu kaybederseniz, bir çocuğun göz­lerinin içine bakın; çünkü bir çocuğun bir yetişkine öğretebileceği her zaman üç şey vardır: Nedensiz yere mutlu ol­mak, her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak ve elde etmek istediği şey için var gücüyle çabalamak.”

Hamza ÖZKARDAŞ 01 Aralık
Konu resmiHayat Bir Çeşit Tecellî-i Vahdettir
Risale-i Nur

Hayat, bir nur-u vahdettir; şu kesrette eder tevhid tecellî. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yektâ.Hayat bir şeyi her şeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya. Hayat, pek çok sıfattan yapılmış bir ha­kikattir. Bundan dolayı Yüce Allah’ın bir ve tek olduğunu gösteren bir nur­dur. Varlıklar, hayat vasıtasıyla Yüce Al­lah’ın tevhidini göstermektedir. Evet, çok­lukları bir eden vahdetin tecellisidir. Ha­yat vasıtasıyla bir şey, her şeye sahip olmaktadır. Cansız bir cisim dağ kadar büyük olsa da etrafındaki varlıklardan habersiz kalmaktadır. Onun için adeta hiçbir şey yoktur. Hem hayat, kâinatın tedbir ve idare­sinde hüküm süren rızık, rahmet, inâ­yet ve hikmeti barındırmaktadır. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ, hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit, Hakîm ismi dahi tecellî eder, hikmetle yuvasını güzelce ya­pıp tanzim eder. Aynı halde Kerîm ismi de tecellî edip meskenini ihtiyaçlarına göre tertip edip güzelleştirir. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemâli için tür­lü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devamına ve gelişmesine gereken maddî, manevi gıdaları yetiş­tiriyor ve kısmen bedeninde depoluyor. Demek hayatı veren kim ise rızkı veren, besleyen, ihtiyaçları gören, varlığını de­vam ettiren de odur. Demek hayatın sahibi her şeyin sahibidir. Hem hayat, çok şeyleri, bir eder. Hayat sayesinde varlıklar, birlik halini alır. Bir yerde görünen birlik ise, o şeyin Bir’den geldiğini göstermektedir. Bir olan zatın icadıdır. Özellikle hayatın hem ken­disi hem de hayat vasıtasıyla birlik haline gelen varlıklara dikkat edilirse gayet mükemmel bir düzen, hassas bir ölçü, çok şeyleri içinde barındırdığı gö­rülecektir. Bu hal ise nihayetsiz Kadîr, Hakîm olan bir zatın eseri olabilir. Bu hakikati ifade etmek için şöyle bir kai­de ifade edilmektedir: “Bir mevcudun vah­deti varsa, elbette bir vâhidden, bir el­den sudur edebilir.” “Ruh vücûd-u hâricî giydirilmiş bir kanundur” Ruh bir nûrânî kanundur, vücûd-u hâricî giymiş bir nâmustur. Şuûru başına takmış. Bu mevcûd ruh, şu ma‘kūl kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş. Sâbit ve hem dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irâde vasfından gelir. Kudret vücûd-u hissî giydirir, şuûru başına takar. Bir seyyâle-i latîfeyi o cevhere sadef eder. Eğer envâ‘daki kanunlara kudret-i Hâlık vücûd-u hâricî giydirirse, her biri bir ruh olur. Ger vücûdu ruh çıkarsa, başından şuûru indirirse, yine lâyemût kanun olur. Lemaatta son derece önemli konuyu içeren bir bölümdür. Açıklamasına geç­meden önce anlamayı kolaylaştıracak bir kısım ıstılahların bilinmesi ge­rek­mektedir. Vücud-u Hâricî/Vücud-u Hissî: İlahi ilimde bulunan varlığın mahiyetine veya suretlerine, ilahi kudretin vücud vermesi anlamına gelmektedir. Vücuda kavuşan bu varlık, mana âleminden şe­hadet âlemine geçmektedir. Realitede olan varlık demektir. Bir başka şe­kil­de anlatılacak olursa, eşyanın mahi­yet­lerinin bu âlemde kendine ait bir kimlikle belirmesine denmektedir. Kanun: Her ferdi bağlayan genel ku­rallardır. Aynı zamanda Yüce Allah’ın irade ve ilim sıfatının ve emrinin bir tecellisi olan ve türlerde görünen genel kurallara denmektedir. Namus: Sır, kanun, nizam ve Cebrail için kullanılmaktadır. Cebrail’e bu sı­fatın verilmesi herkese değil yalnız pey­gamberlere geldiğinden dolayıdır. Irza, namus denmesi ise yalnız aile­nin bilmesinden dolayıdır. Tabiat kanun­larına da namus denmesi ise herkesin değil erbabının bilmesinden dolayıdır. Yani kanundan sır olmak yönüyle ayrılmaktadır. Kanun için yapılan tarif, namus için de geçerlidir. Âlem-i Emir: Emir âlemi demektir. Sebebe bağı olmaksızın Hak tarafından bir anda vücud bulan âlem demektir. Melekût âlemi bu âlemdendir. Ruhun varlığını kabul eden âlimler, ruhun hakikati ve mahiyeti hakkında ih­tilafa düşmüşlerdir. İslam felsefecileri ve kelamcılar bu konuda birçok farklı gö­rüşler beyan etmişlerdir. Hatta el-Har­putî, ruh hakkında bine yakın fark­lı görüşün olduğunu ifade etmektedir. Burada bu fikir ayrılıklarına girmeden Bediüzzaman Hazretlerinin ruh hak­kındaki görüşünü açıklamaya gayret edeceğiz. Hz. Üstad ruh için; - Nurani bir kanun - Haricî vücud giymiş bir namus - Şuurlu - İrade sıfatından ve emir âleminden gelmiş bir hakikat olduğunu ifade et­mektedir. Ruhun bu özelliklerini daha iyi anla­mak için yanlışlıkla tabiat diye bilinen fakat gerçekte Sünnetullah, âdetullah denilen kavramı bilmek gerekmektedir. Tabiat denilen şey hakikatte Cenab-ı Hak­kın emir ve iradesinin külli tecel­lisiyle âlemde cereyan eden ilahi ka­nun­lar anlamına gelmektedir. Buna fıtrî ka­nunlar, şeriat-ı fıtriye de denmektedir. Âdetullah/tabiat kavramı külli bir ira­denin ve kapsayıcı bir hâkimiyetin un­vanıdır. Âlemdeki düzen ve işle­yi­şi bu ilahi kanunlara vermek isteme­yen bir kısım insanlar yanlış bir kav­ram­sallaştırma ile tabiat kanunları de­mek­tedirler. Bediüzzaman Hazretleri ruhun mahi­yeti, kökeni olarak bu kanunları gös­ter­mektedir. Yani âdetullah denilen âle­m­deki bu kanunlar eğer harici bir vücud giyerse, başına şuur da verilirse artık bu kanunların ismi ruh olmaktadır. Veya ruhtan harici vücud çıkarılırsa, şuur alı­nırsa ruh denilen gerçeğin ismi kanun olacaktır. Kısacası ilahi emrin ve iradenin tecellisi olan tabiat kanunlarına vücud verilse ve şuur takılsa her bir kanun, ruh olur. Hz. Üstadı bu çıkarıma sevk eden âmil şu olması mümkündür. Kanunlar da ruh ta ilahi emrin1 tecellisidir.  Kaynaklar: 1- “Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbimin emrinden iba­rettir.” (İsra suresi, 85)

Muhlis KÖRPE 01 Aralık
Konu resmiYumurta, Et Yerine Geçer mi?
Sağlık

Bu ayki yazımda yumurtanın bilinen ve bilinmeyen yönlerinden bahsedeceğim… Yumurta hakkında yanlış bilgilere sahipseniz bunları değiştirmeye ne dersiniz? Yumurta bazı toplumlar tarafından kut­sal bir besin olarak kabul edilir. Bizim kültürümüzde de yumurtanın önemli bir yeri vardır. Eskiden köylerde yu­mur­tayı daha çok, güçlü-kuvvetli ol­ma­sı için erkek çocuklara yedirirlerdi. Er­kek çocuk ailenin gelecekte geçimini sağ­layan kişi olacağından güçlü olması istenirdi. Bilimsel açıdan bakıldığında, çalışan hüc­­relerimizin yapıtaşını oluşturan pro­­­­tein için yumurta örnek besin sayılır. Pro­teinin vücuttaki yapıtaşı görevi bi­nada betonun yaptığı görev gibidir. Yumurta proteini örnek protein kabul edilerek diğer besinlerdeki proteinler buna göre değerlendirilir. Bunun ne­deni, yumurtadaki proteini ile insan bedeninin protein örüntüsünün aynı olmasıdır. Bir yumurtayla aldığımız 6-7 gr. protein sindirim-emilim-meta­bolizma süreçleri sırasında hiç kayba uğramadan beden proteinine dönüşür. Et, balık ve kanatlılarla sütteki protein, yumurta proteinine yakındır ve iyi ka­liteli protein olarak bilinir. Kuru bak­lagiller en çok protein içermelerine kar­şın, sindirim sırasında bir miktar ka­­­yıp verdiğinden ve aminoasitler (pro­­tein­­leri oluşturan moleküller) de­ni­len ya­pı taşlarından bazılarını hay­van­sal kay­­­nak­lara göre sınırlı mik­tar­da içer­di­ğin­den düşük kaliteli pro­tein kaynağı sa­yılır. Tahıllar da protein içermesine rağmen yine bazı aminoasitler sınırlı olduğundan kalitesi düşüktür. Ancak kuru baklagiller ve tahıllardaki pro­tein­­­lerden bu iki kaynak karışım olarak yen­­diğinde kalitesi biraz yükselir. Bunu fark­lı olarak şu şekilde ifade edebiliriz. Kül­türümüzden gelen kuru fasulye pi­lav geleneğiyle yani iki gıdayı beraber al­makla bir anlamda ‘et’ yemiş oluruz. Protein açısından bakıldığında; 1 adet yumurta yaklaşık 35-40 gr. ete eşittir. Fiyat açısından bakıldığında yumurta ete göre çok daha ucuzdur. Yumurtanın yağ içeriği, az yağlı et­ler kadardır. Ancak etteki yağın ço­ğunluğu doymuş yağ olmasına karşın yumurtanın çoğu doymamış yağ­dır. Bu, yumurta yendiğinde kalp damar­larımızın tıkanma noktasında daha az riskle karşı karşıya olduğun anlamına gelir. Etlerde olduğu gibi yumurta da B vi­taminleri, çinko, demir gibi mine­ral­lerden zengindir. Ancak yumurtadaki demirin yararlılığı kırmızı ettekinden düşüktür. Yumurta ile birlikte C vi­ta­mini içeren sebze-meyve yendi­­ğinde, yumurtadaki demir -yararlılık açı­sından- et­te bulunan demir oranı düze­yi­­­ne ulaşır. Yumurtanın ete göre iki önemli üstün­lüğü vardır. Bunlardan biri, A vitamini içermesi ve diğeri de yağın doymamış olmasıdır. Diğer üstünlüğü, lesitin de­nilen bir öğeyi içermesidir. Ette lesitin bulunmaz. Lesitin, yağın su içine gire­bilmesini sağlar. Bundan dolayıdır ki mayonez yapımında, lesitin içer­di­ğinden do­layı, yumurta sarısı kullanılır. Lesitin, beynimizde bulunan sinir­sel uyarı ile­ticilerinden asetil koli­nin yapı­sına girer. Bu nedenle si­nir sistemi­mizin çalışması için önem­lidir. Bu açı­dan bakıldığında ise yumurta, zihin­sel işlevleri geliş­tirici besinlerden sayılır. Lesitinin diğer bir işlevi, karaciğer yağ­lanmasını önleyici olmasıdır. Le­sitin ka­raciğeri koruyucu öğeler ara­sında yer alır. Yumurtanın bazılarınca olumsuz ka­­bul edilmesinin sebebi, kolesterol içer­­­me­sidir. Ancak yumurtadaki ko­les­­te­rolle kan kolesterolünün yüksel­mesi arasında paralellik olmadığı 30 yıl­dan beri bilinmektedir. Başka bir deyişle besinlerle alınan kolesterol mik­tarıyla kandaki kolesterolün yük­sel­me­si, do­layısıyla koroner kalp hastalığı açı­sından ilişki yok­tur. Bunun en güzel örneği Eski­mo­lardır. Eskimolar çok ba­lık tü­kettiklerinden günlük kolesterol alım­ları olması gerekenin 2-3 katına çık­masına rağmen, kalp hastalığı­nın en az görüldüğü topluluktur. Yine, et yemeyip günde 3-4 yu­mur­ta yiyen kişiler üzerinde yapılan araştırmalar, yumurta tüketimiyle kalp hastalığı ara­sında ilişki olma­dığını göstermiştir. Özellikle eti yiyemeyen ya da az yi­yen kişilerin her gün bir yumurta ye­mesinin hiçbir sakıncası olmadığı gi­bi, yararlıdır. Ancak yumurta, et ve ürünleriyle birlikte değil, tahıl ve seb­zelerle birlikte tüketilmelidir.

Edibe BEKİN 01 Aralık
Konu resmiÇocuk Ve Ölüm
Aile ve Çocuk

Ölüm, hayatımızın kaçınılmaz ve insana acı veren gerçeklerinden biridir. Ölüme şahit olmak ve yakınlarımızdan birisinin ölümünü görmek bizi üzer. Her ölümün ardından bir yas süreci başlar. Ölen kişi ile bağlarımız arttıkça, ölümün verdiği hüzün de artar. Ölen kişi ailemizden biri ise, ölümün acısına sabretmek daha zor olur. Söz konusu olan çocuk ve ölen de anne-babası olduğunda, çocuk için büyük bir zorluk dönemi başlar. Hayatındaki ana kahramanlardan birinin ölmesi çocuğu derin bir acıya sürükler. Gideni geri getirmek mümkün olmaz. Ancak doğru davranışlarla çocuğun yas sürecini daha sağlıklı geçirmesi sağlanabilir., Çocuğa Ölümün Açıklanması Bir çocuğun yakını vefat ettiğinde, ço­cuğa hızlı bir şekilde vefat haberini ver­mek gerekir. Bir hafta bekleyip son­ra haber vermek, defin işlemlerinin bit­me­­sini beklemek gereksizdir. Çocuk bir şey­­lerin ters gittiğini hisseder ve kimse ona açıklama yapmazsa büyük bir kar­maşa yaşar. Bu nedenle ölüm haberi alındı­ğında çocuk, en kısa zamanda doğru şekilde bilgilendirilmelidir. Çocuğa haberi veren kişi çocuğun en yakını olmalıdır. Bu kişi çocuğun anne ya da babasıdır. Anne-babanın birlikte vefat etmesi halinde ise çocuğun ken­di­ni en yakın hissettiği akraba bu haberi çocuğa verebilir. Çocuğa ölüm haberini verirken meta­netli davranmaya, gözyaşlarını gizle­me­ye gerek yoktur. Çocuk, haberi veren kişinin duygularını ve acılarını gizle­me eğiliminde olduğunu görürse, kendisi de ölümden kaynaklanan acısını gizle­me­ye ve gözyaşını tutmaya çalışır. Bu, çocuk için sağlıklı bir durum değildir. Bu nedenle ölüm haberini verirken olabildiğince fıtri davranmak gerekir. Haberi veren kişinin içinden ağlamak geliyorsa o kişi ağlayabilir. Bu sayede ço­cuk, ölümle ilgili duygularını rahatça ifa­de edebileceğini öğrenir. Çocuğa ölüm “Öldü” ve “Vefat etti” gibi basit cümlelerle açıklanmalıdır. Ölüm bir kaza sonrasında oldu ise “Bir ka­za geçirdi ve öldü.” demek yeterlidir. Ka­za­nın detaylarını açıklamak yersizdir. “Allah yanına aldı.”, “Uzak bir yolcu­luğa çıktı.”, “Kuş olup Cennete gitti.”, “Allah’ın evine gitti.”, “Uzun bir uykuya daldı.” gibi söylemler çocuğun kafası­nı karıştırır. Çocuk, bu gibi söylemlerin ar­dından Allah’a karşı olumsuz duy­gular, yolculuğa ve uyumaya karşı ise kaygı geliştirebilir. Defin ve Cenaze Süreci Çocukların naaşı görmelerine gerek yok­­tur. Çocuğa ölen anne-babasının naaşı gös­terilirse çocuk anne-babasını bu haliyle hatırlayabilir. Naaşa karşı bir kor­ku geliştirebilir. Bu nedenle ölen kişi­yi çocuğa göstermekten kaçınıl­ma­lıdır. Ergenlik dönemindeki bir çocuk, ölen yakınını görmek isterse görebilir. Küçük çocukların defin işlemlerine ka­tılması pek tavsiye edilmez. Yedi ya­­şından büyük çocuklar, cenaze na­mazına ve defin sürecine katılabilirler. Bu yaş çocuklarının defin işlemini uzak­tan seyretmeleri güzel olur. On iki yaşından sonra çocuklar, defin sürecine daha yakından şahit olabilirler. Ölüm, çocuk için var olan kişinin bir anda yok olmasıdır. Çocuk ölen kişi­nin nereye gittiğini merak eder. Somut düşündüğü için, ölen kişiye bir yer, bir mekân atfetmek ister. Eğer defin işle­mi­ne ve kabir ziyaretine katılmazsa, ölen kişiyi zihninde kaybeder. Ölümü kabul­lenmekte zorlanır. Çocuk, ölen kişinin toprağa defnedildiğini öğrendiğinde ve kabristanı ziyaret ettiğinde artık ölen kişiye bir yer ve bir mekân atfeder. Bu nedenle bir yakını öldüğünde, çocuğun ölen kişinin kabristanını kısa sürede ziyaret etmesi sağlanmalıdır. Ölen Kişinin Akıbeti Çocuklar, ölen kişinin nereye gittiğini sık sık sorar. Bu soruya verilen cevap ailelerin inancına göre değişir. Ailesi tarafından çocuğa “Ölenler Cennete gi­der.” cevabı verilebilir. Cennet çocuğa onun dili ile anlatılabilir. Bu anlatımda abartıya kaçmak çocukta bir an önce Cennete gitme isteği uyandırabilir. Bu ne­denle Cenneti kısa ve sade cümleler­le açıklamak gerekir. Çocuk, ölen kişinin toprağın altından nasıl Cennete gittiğini merak edebilir. Meleklerin gelip onu Cennete götürdüğü söylenebilir. Ölüm Sonrası Çocuklar, ölüm sonrasında ölümü pek konuşmak istemeyebilirler. Duyguları­nı içinde yaşamayı tercih edebilirler ya da duygularını ifade etmekten korkabilir­ler. Yedi yaşın altındaki çocuklar ölü­mün geri dönülmez olduğunu tam an­la­maz­lar. Ölenlerin bir gün çıkıp ge­le­ceğini düşünebilirler. Nasıl olup da nefes ala­­ma­dıklarını, gözleri olduğu hal­­de ne­­den göremediklerini tam kavra­ya­maz­­lar. Bu çocuklar, ölüm haberini al­dık­larında hiçbir şey olmamış gibi gidip oyunlarına devam edebilirler. Bu durum onların duyarsız olduğunu de­ğil, ölümün geri dönülmezliğini tam anlamadıklarını gösterir. Çocukla, ölen kişi hakkında konuş­mak gerekir. Bu sayede çocuk, içinde biriktirdiği duygularını dışa dökebilir. Ölen kişi hakkında konuşurken, ço­cuğa ölen kişi ile yaşadığı olumlu hatıralar sorulabilir. Çocuğun hatırlamadığı gü­zel anılar, yeniden detaylıca anlatı­la­bilir. Çocuğa kendi özlem ve üzüntü duygumuzu paylaşmak çocuğun da kendi duygularını paylaşmasını kolay­laştırır. Haftanın bazı günlerinde ölen kişinin fotoğraflarına bakmak, video­larını izlemek, kabir ziyareti yap­mak çocuğun duygularını ifade etme­si­­ni kolaylaştırır. Ölen kişinin bir fo­toğ­rafını çocuğa hediye etmek güzel ola­bilir. Bunlara ilave olarak çocukla bir­likte ölen kişi hakkında bir resim yapılabilir. Bu resim görülen bir yere asılabilir. Çocukla birlikte serbest oyun oynanarak, içindeki korku ve üzüntü­sünü oyun yolu ile dışarı atması da sağlanabilir. Çocuklarda bir yakınının vefatı son­rasında çeşitli reaksiyonlar ortaya çıka­bilir. Bunlar; ölümü inkâr etme, aşırı özlem, derin üzüntü, ölüm düşüncesi­nin tüm hayatı kaplaması, kendini suçlama, ölümü hatırlatan her türlü dü­şünceden şiddetle kaçınma ve ölüme karşı duyarsızlaşma gibi tepkilerdir. Bu tepkiler altı aya kadar normal kabul edilir. Ancak altı ay sonunda çocuğun bu tepkilerinde bir azalma görülmezse bir uzmana danışmak faydalı olur. Ölüm sonrasında çocukta alt ıslatma, tır­nak yeme, saç dökülmesi, nesne em­me, aşırı korku, kaygı ve yalnız kala­mama gibi davranışlar da gelişebilir. Bu davranışların sürekli olması ha­linde yine bir uzman yardımı almak ge­rek­mektedir. Ölümle İlgili Diğer Sorular Çocuğun ölüm haberi sonrasında so­ra­bileceği bir başka soru “Sen de öle­cek misin?” sorusudur. Bu soruya “Dün­yada yaşayan herkes ölür. Ancak ben da­ha uzun süre yaşayıp senin yanında ka­lacağımı düşünüyorum.” denilebilir. Çocuk, ölümle yüzleştikten sonra “Ben ölmek istemiyorum.” diyebilir. Bu du­rumda “Ama sen de öleceksin.” demeye gerek yoktur. “Hiç kimse ölmek istemez tabi ki. Umuyorum ki, sen daha çok ya­şayacaksın. Birlikte çok güzel vakitler geçireceğiz.” cevabı verilebilir. Bazen de çocuk, aşırı özlem duygusu ile “Ben de ölmek istiyorum.” diyebilir. Bu durumda endişelenmeye gerek yok­tur. Bu cümleyi kullandı diye, çocuk gidip kendini öldürmez. Bunu dile getiren çocuklara sakin bir şekilde “Öl­mek istiyorsun anlıyorum ama ölüm istenmez. Hem ne zaman öleceğimize biz karar veremeyiz.” gibi bir cevap verilebilir. Eğer çocuk “Ben kendimi öldüreceğim.” cümlesini çok sık kul­lanmaya başladıysa, bir uzmandan yar­dım alınabilir. Çocuklar büyüdükçe, yaşlıların da­ha çok öldüğünü, ölüme daha ya­kın ol­duğunu öğrenirler. Bunu öğ­ren­dik­lerinde yaşlanmaktan korkabilir­ler. An­ne babalarına, yaşlanıp yaşlanmadık­ları­nı sorup onların ellerindeki kırı­şık­lıklara bakarak buna karar vermeye çalışabilirler. Bazen anne babasının yaşı ile ölüm arasında ilişki kurup ağlayabi­lir. Bu tepkiler normaldir. Ancak ölüm korkusu bir hafta içinde birden fazla gündeme geliyorsa, bu durum aylardır devam ediyorsa, yine bir uzmandan des­tek almak gerekebilir. Doğum gibi ölüm de bu dünyanın bir geçeğidir. Ölümü çocuklardan ka­çır­mak, bir tabu haline getirip ko­nuş­ma­mak, çocukları hayatın bu gerçeğine karşı savunmasız kılar. Bu nedenle öy­külerde, oyunlarda ölüme hafifçe yer verip çocuklarımızı bu gerçekle birlikte yaşamaya hazırlamak gerekir.

Pedagoji DERNEĞI 01 Aralık
Konu resmiİmam Gazali Hazretlerine Göre Çocuk Eğitimi
Aile ve Çocuk

Gazali’ye göre çocuk eğitimi, daha ço­cuğun doğumuyla birlikte başlar. Çün­kü anne ve babanın sahip olduğu kişilik, çocuğun ileride sahip olacağı kişiliği üzerinde büyük bir fonksiyona sahiptir.  Çocuğun iyi bir kişiliğe sahip ola­bil­mesi için daha ilk günlerinde sütannesi olarak helâl yiyen, dindar, saliha bir kadın bulmak gereklidir. Zira haramla meydana gelen sütle beslenen çocuğun vücudu, temizliğini kaybeder ve kö­tü iş­lere meyleder. Çocuk altı-yedi yaş­­larında iyiyi kötüden ayırabilecek bir seviyeye gelir. Bu durum çocukta utanma hissinin belirmesiyle anlaşılır. Çocuğun utanıp kendini büyüklerden sayarak bazı işlerini terk etmesi, akıl nurunun parlamasına delalet eder. Bu sayede bazı şeylerin çirkinliğini fark eder ve onları yapmaktan utanır. Bu hâl ergenlik çağında akl-ı kâmilin müj­decisidir. Ancak utangaç bir çocuğu ih­mal etmek doğru değildir. Onun ha­yâsından faydalanmak terbiyesine önem vermek gerekir. Gazali, çocuk eğitimi üzerinde özellikle ahlaki eği­tim üzerinde hassasiyetle durmuş ve çocuğun çeşitli sahalarda nasıl eğiti­lebileceği konusunda görüşler ileri sür­müştür. Bu sahalardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: 1. Sofra Adabı a. Çocuğa yemeye başlarken, Besmele ile başlaması öğretilmeli, önünden ve sağ eliyle yemek yemeye alıştırılmalıdır. b. Müşterek sofrada herkesten önce ye­meye hücum etmemesi, ne yemeye, ne de başkasının yemeğine göz dikmemesi öğretilmelidir. Bu sayede çocuk bü­yük­lerine karşı saygıyı ve aç kaldığı za­manlarda sabrı öğrenecektir. c Oburluğun iyi bir şey olmadığı ço­cuğa anlatılmalıdır. Başkasına yedirmenin sevgisi ona aşı­lanmalı ve sofraya gelen yemek ile ihtifa etmesi, iyisini aramaması gibi, bütün bu hususlar kendisine öğretilmelidir. Böy­lece çocuk daha sonraki yaşamında başkaları ile birlikte yaşadığının farkına varacak ve paylaşmayı, cömertliği öğre­necektir. 2. Mükâfat Ve Ceza a. Çocuğun iyi bir hareketi görüldüğü zaman takdir ve taltif edilmeli, çocuğu sevindirecek şekilde ödüllendirmelidir. b. Çocuğun kötü bir hareketi görülür­se, bu durumda görmemezlikten gel­meli, gizli kusurlarını araştırıp teşhir etmemelidir. c. Çocuk yaptığı kusuru gizlemek is­terse, bunu tamamen görmemezlikten gelmek lazımdır. Aksi halde çocuk bu hususta cesaretlenir ve bu kusurunu tekrar yapmaya kalkışır. Duyulmasına artık aldırış etmez olur. Çünkü kusuru ortaya çıkarılan çocukta “Nasıl olsa her­kes biliyor” düşüncesinde olacak, haya perdesi yırtılacak ve bu kusuru yapma­ya devam edecektir. d. Eğer çocuk bu hatalı hareketini tek­rar ederse, gizlice uyarılmalı, bunun zararları kendisine anlatılmalıdır. Bir da­ha kötülüğe dönmemesi kendisine tem­bih edilmeli, bunun aksi halde nasıl rezil ve kepaze olacağı hatırlatılmalıdır. Gazali’nin de belirttiği gibi çocuk giz­li bir şekilde uyarılmalıdır. Çünkü baş­kalarının yanında uyarı yapıldığı tak­dirde çocuğun gururu rencide olabilir ve uyaran kişiye karşı sevgi ve saygısını yitirebilir. e. Çocuğa sık sık tekdir ve tâzirden de sakınmalıdır. Çünkü bu durum, çocuğu bu sözleri dinlememeye ve kötülükleri yapmaya tahrik eder. Dolayısıyla nasi­hatin tesirini de azaltır. f. Baba çocuğuna karşı ağır davranmalı ve çok seyrek zamanlarda çocuğunu kınamalıdır. Anne ise çocuğunu babası ile korkutmalı (dengelemeli), bu suretle kötülülerden alıkoymaya çalışmalıdır. Ancak burada şunu belirtmeliyiz ki ço­cuğa karşı hoşgörülü olmakla, onun şımarmasına imkân verecek bir tavır içinde olmak, aynı şeyler değildir. Aşırı ve gereksiz hoşgörüden doğan şı­marıklık, çocuk için oldukça zararlıdır. Çünkü çocuk, aşırı hoşgörülü ve şı­mar­­masına imkân verilen bir ortamda yetişecek olursa, kendine olan güvenini yitirebileceği gibi, her istediğini zahmet­sizce elde ettiği için, başka insanları, arzularının tatmini için bir araç olarak görmeye başlayacaktır. Bu ise, hem baş­kalarına hem de kendisine olan saygısını kaybetmesine yol açacaktır.3. Beden Eğitimi a. Çocuğu mümkün olduğu kadar gün­düz uykusundan alıkoymalıdır. Çünkü gündüz uykusu, tembellik getirir ve gece uykusuna mani olmaktadır. b. Etlerinin pekişmesi, vücudunun yağ­lanmaması için çocuk yumuşak döşek­te yatırılmamalıdır. Aynı zamanda böyle zevk ile büyüyen çocuk bir daha sert döşeğe yatmak istemez ve zevke dalar. c. Günün muayyen zamanlarında be­den talimi ile alâkalı önemli hareketleri yapmalıdır. Aksi halde durgunluk, tem­bellik getirir. d. Vücudunu açmaması, yürürken fazla koşmaması, ellerini fazla sallamaması kendisine öğretilmelidir. 4. Toplum Adabı a. Çocuğa toplantılarda oturma adabı­nı da öğretmelidir. Mesela, çocuk sağa-sola tükürmemeli ve başkasının ağzına doğru esnemekten sakınmalıdır. a. Mecliste kimsenin önüne geçip onu arkada bırakmamalı, ayaklarını birbiri üstüne atmamalı ve başını bir yere yas­lamamalıdır. b. Mecliste çok konuşmamalı, başka­larına da söz hakkı tanıması gerektiği kendisine bildirilmelidir. c. Bulunduğu mecliste ilk sözü kendisi almamalı, başkası konuşurken onu din­lemeli, büyüklere yer vermeli ve onların karşısında hürmetle oturmalıdır. d. İster yalan, ister doğru olsun, durup dururken yemin etmemeli ve buna daha çocuklukta alışmamalıdır. Bulunduğu mecliste ilk sözü kendisi almamalı, da­ha çok soruları cevaplandıracak şekilde konuşması kendisine söylenmelidir. 5. Okul Eğitimi a. Çocuk okulda Kur’an okumayı, geç­miş haberleri öğrenir. Bu sayede iyi ve kötü insanların ne şekilde oldukları hakkında bilgi sahibi olur. b. Dersten sonra çocuğa, üzerindeki yorgunluğu atması için oyun oynama müsaadesi verilmelidir. Eğer çocuk oyun­dan men edilir ve yalnız derse bağ­lanırsa, basireti ölür, zekâsı kaybolur. Daima dertli ve sıkıntılı olur. Hatta bu esaretten kurtulmak için hile yollarına başvurur. c. Anne ile babasına, hocasına, hür­met etmesi ve saygılı olması çocuğun kendisine anlatılmalıdır. Akrabası ol­sun olmasın, büyüklere hürmet ve on­lara karşı daima edepli olmak, onların karşısında oynayıp eğlenmemek ken­di­sine öğretilmelidir. Ayrıca çocuk, altı-yedi yaşlarına geldiği zaman taharet ve namaza alıştırılmalıdır, durumu müsait ise alışması bakımından Ramazan’ın bazı günlerinde oruç tut­makla emredilmelidir hırsızlık yap­mak, haram yemenin kötülükleri, hı­ya­net, yalan ve çirkin sözler gibi fiil ve hareketlerin zararları kendisine öğ­retilmelidir. Çocuk ergenlik çağına ulaştığı zaman ise, tüm bunların yasak edilmesinin se­bepleri kendisine anlatılmalıdır. Ço­cuk ergenlik anına gelinceye kadar gü­zel terbiye edilmişse, ergenlik anında bu sözler kendisine etki eder. Oyma ya­zının taşta iz bıraktığı gibi, bu sözler de çocuğun kalbine yerleşir ve orada iz bırakır. Fakat daha önceki yaşlarda terbiye edilmezse, duvarın kuru toprağı kabul etmesi gibi, çocukta etkili olmaz.

İhyau ULUMİDDİN 01 Aralık
Konu resmiSorunlu Annelikten Sorumlu Anneliğe
Aile ve Çocuk

Amerika’da bir kimya profesörü No­bel ödülü almıştı. Ödül töreninden son­raki ilk dersinde, öğrencilerinden biri kendisine şöyle bir soru sordu: “Efendim! Amerika’da üç binin üzerinde kimya profesörü var. Ancak bu kadar bilim adamı arasında, ödülü size lâyık gör­düler. Sizi diğerlerinden ayıran özel­lik neydi?” Profesör, bu farklı soruya önce bir te­bessümle cevap verdi. Ardından da, kendisinden merakla cevap bekleyen öğrencisine şunları söyledi: “Doğrusunu söylemek gerekirse, hepsi­ni anneme borçluyum! Çünkü ben kü­çük bir öğrenciyken, diğer çocukların anneleri, onlar okuldan evlerine dön­düklerinde kendilerine: ‘Söyle bakalım, öğretmeninin sorduğu sorulara iyi cevaplar verebildin mi?’ di­ye sorarlardı. Benim annem ise bana: ‘Söyle bakalım’ derdi. ‘Bugün öğret­menine iyi bir soru sordun mu?’ İşte beni farklı yapan bu oldu. Her za­man diğerlerinin sormadığı soruları sor­dum ve hayatım boyunca da, sormaya devam ettim!” Değerli anne babalar, çocuğunuz eve gelir gelmez, sınavı soruyorsanız, ders­leri soruyorsanız çocuğunuza ciddi ciddi kötülük yapıyorsunuz demektir. Eğer böyle bir anne-babaysanız he­men başınızı iki elinizin arasına alıp düşünmeye başlayabilirsiniz. Çünkü çocuğunuz yetişkin olduğunda ruh­sal ba­kımdan çok ciddi sıkıntılar ya­şayacaktır. Kötü ve bunalımlı insan yetiştirmenin yollarını iyi bildiğiniz için sizi tebrik edebilirim(!) Bilmez misiniz; sevgisiz beyin çalışmaz, en azından verimli çalışmaz. Bilmez misiniz; kalbine hitap etmediğin, ru­hunu okşamadığın, gönlüne selam ver­mediğin, yüreğine seslenmediğin in­sanın beynine hitap edemezsin. Elbette ki çocuklarımızı akademik ba­şarıları, ders durumları çok önemlidir. Bunu uzun uzun anlatmama gerek yok. Sınav konusu hoşumuza gitmese de bu bir Türkiye gerçeğidir. Bu saatten sonra “sınav olmasa keşke” demenin kimseye yararı olmayacaktır. Evet, burası Türkiye ve burada sınav var. Sınav okul hayatının da hayat okulu­nun da bir gerçeğidir. Bu gerçeğe göz kapayamayız. Çocuklarımızın sınavlarda başarılı ol­ma­larını elbette isteyeceğiz. Bu konuda yanlış anlaşılmak istemiyorum. Sınavın karşısındayım ancak bu şu anda bir realite olarak önümüzde duruyor ve uzun yıllar belki de çok uzun yıllar bu böyle devam edecektir. Sınava karşı ol­duğum, sınavları önemsemeyelim an­lamına gelmiyor. Sınav kişiliğimizi, yeteneklerimizi ve daha birçok özelliği­mizi test edemez. Ama ülke gerçeğinde bazı şeyleri elde etmemiz için gereklidir. Fakat tüm ülke çocuklarının, tüm ülke gençliğinin sınavlara girmesi, sınavlar için ter dökmesi kesinlikle gerekmiyor. Buna hiç gerek yok. Amaç bir iş sahibi olmaksa bu illa da sınavla kazanılmaz ki. Bu illa da okullar bitirmekle elde edilmez ki… Hiçbir şey sadece okula bağlı değildir. Okul hayatındaki başarının da hayat okulunda devam edeceği anlamına ke­sinlikle gelmez. Nice insan tanırsı­nız ki okul hayatı başarısızdır, akade­mik anlamda başarısızdır ama hayat okulunda çok ama çok başarılıdır. Ba­şa­rılı olmak için okul değil çalışmak şarttır. Okul hayatında değil de hayat okulunda başarılı olmuş yerli ve yabancı birkaç örnek verelim sizlere: Bill Gates: Hukuk fakültesini terk etti. Steve Jobs: Apple’nin kurucusu. Üni­versite terk. Michael Dell: Tıp fakültesini terk etti. Sakıp Sabancı: Lise terk. Vehbi Koç: Lise terk. Ahmet Nazif Zorlu: İlkokul mezunu. Bunu daha yakından anlamak için şu hikâyeye bir bakalım isterseniz.         Thomas Edison bir gün eve geldiğinde annesine bir kâğıt verdi ve “Bu kâğıdı öğretmenim verdi ve sadece sana ver­memi tembihledi.” dedi. Annesi kâğıdı gözyaşları içinde oğluna sesli olarak okudu: “Oğlunuz bir dahi. Bu okul onun için çok küçük ve onu eğitecek yeterlilikte öğretmenimiz yok. Lütfen onu kendiniz eğitin.” Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Edi­son’un annesi vefat ettiğinde, o artık yüz­yılın en büyük bilim adamlarından biriydi ve bir gün eski aile eşyalarını karıştırırken birden bir çekmecenin kö­şesinde katlı halde bir kâğıt buldu ve alıp açtı. Kâğıtta, “Oğlunuz ‘şaşkın’ (akıl has­tası) bir çocuktur. Artık kendisinin oku­lu­muza gelmesine izin vermiyoruz.” ya­zılıydı. Edison saatlerce ağladıktan sonra gün­lüğüne şu satırları yazdı: “Thomas Alva Edison, kahraman bir anne tarafından yüzyılın dâhisi haline getirilmiş ‘şaşkın’ bir çocuktu.” Ey her akşam ders çalışsın diye saatlerce çocuğunun başında bekleyen anneler! Çocuk ders çalışmayınca da sinir krizi geçiren anneler. “Aman Allah’ım bu çocuk kime çekmiş, hep mi böyle olacak!” diye kaygılanan anneler! El­bette ki çocuğunuz için böylesine kay­­gılanmanızı anlıyorum, duyarlı an­­­ne­­liğiniz için sizi tebrik ediyorum. Bu­­nunla birlikte üslubunuzu gözden ge­­çir­meniz yararlı olacaktır sanırım. Üs­lubunuz sorunludur, sorumsuzca so­nuç doğuruyor. Sorumluluk bilinciyle yak­­la­şır­sa­nız, yukarıda iki örnek sizi ken­dinize getirecektir. Göreceksiniz ki annelik keyifli bir sürece girecek, ya­şam­dan daha çok keyif alacaksınız. Selam ve dua ile.

Selahattin YAYLAMAZ 01 Aralık
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Balıkesir Zağnos Paşa Camii Zağnos Paşa Camii, 1461 senesinde Fatih Sultan Mehmed’in vezirlerinden ve aynı zamanda kayınpederi olan Zağnos Paşa tarafından Balıkesir’de bir külliye olarak yaptırılmıştır. Günümüzde hamamı ve camisi ayaktadır. Cami, Fatih’in 48 adamının görevlendirilmesiyle 6 haftada yaptırılmış ve 3 Mart 1461 günü büyük bir törenle ibadete açılmıştır. Cami 1897 depreminde büyük zarar gördüğü için, 1908 senesinde yeniden inşa ettirilmiştir. Şehrin tam ortasında yer alan bu görkemli yapı 1500 kişilik kapasitesiyle Balıkesirin en büyük camisidir. Balıkesir’in tam ortasında yer almaktadır. Mehmed Akif Ersoy, Millî Mücadele döneminde bu camide bir hutbe vermiş ve vatanı kurtarma konusunda halkı heyecanlandırmıştır. Hz. Cüveyriye (ra) 627 senesinde İslâm ordusuyla, Benî Müs­talik kabilesi arasındaki Müreysi Sa­vaşı neticesinde, Benî Müstalik yenilgi­­ye uğramıştı. Müslümanlar çok büyük ga­ni­met ele geçirmişlerdi. Ayrıca 700 ki­şi de çarpışmalar neticesinde Müslüman­ların eline esir düşmüştü. Esirler arasında bulunan ve kocası bu savaşta ölen kabile reisinin kızı Cüveyriye (ra), ashabdan Sabit bin Kays’ın (ra) hissesine düşmüştü. Esaretten kurtulmak için ödeyeceği fidye miktarını Sabit bin Kays (ra) ile belirledikten sonra Peygamber Efendimizin (asm) yanına gitti ve kendisini tanıtarak fidyesinin ödenmesi hususunda yardımcı olmasını talep etti. Peygamber Efendimiz (asm), Cüveyriye’ye (ra) kendisi ile evlenmesini teklif etmiş ve Cüveyriye (ra) bu teklifi kabul ederek, Ezvâc-ı Tâhirât arasına girmiştir. Bu evlilik vesilesiyle Benî Müstalik kabilesi toplu olarak Müslüman olmuştur. Hz. Aişe (ra), Hz. Cüveyriye’yi (ra); “Kavmi için kendisinden daha hayırlı ve bereketli bir kadın bulunmayan kişi’’ olarak tavsif etmektedir. Meğer Annesi İmiş Aslen Rum olup sonradan Müslüman olan Tabiîn’in meşhûrlarından Ubeyde bin Muhâcir Hazretleri, köleleri satın alır, sonra serbest bırakırdı. Bir gün Rum asıllı ihtiyar bir köle kadını satın aldı, serbest bıraktı. İhtiyar kadın, nereye gideceğim, nerede barınayım bilmiyorum dedi. Bunun üzerine o ihtiyar kadını kendi evinde kalması için evine gönderdi. Akşam evine gidince, o ihtiyar kadınla birlikte akşam yemeğini yediler. Sonra da kim olduğunu, nereden getirildiğini sormaya başladı. Kadın Rumca konuşuyordu. Sonunda o kadın annesi çıktı. Buna çok sevinip oralara çeşitli vesilelerle getirilen ve kendisine kavuşan annesine Müslüman olmasını söyledi. Fakat kadın ilk anda kabul etmedi. Ona çok iyilik ve ihsanlarda bulundu. Nihâyet bir Cuma günü ikindi namazından sonra, annesinin Müslüman olduğunu müjdelediler. Buna o kadar sevindi ki, şükür secdesine kapanıp, güneş batıncaya kadar secdede kaldı. 3 Aralık 1964Hasan Basri Çantay vefat etti 18 Kasım 1887’de Balıkesir’de dünyaya gelmiştir. 1903 yılında Balıkesir İdadisi 4. sınıfındayken babası vefat eden Çantay, annesi ve 3 kız kardeşinin geçimi­ni sağlamak üzere okulunu yarım bıraka­rak Nafia Dairesi Tahrirat Kaleminde gö­rev alarak memuriyet hayatına atıldı. Mu­ta­sarrıf Ömer Ali Bey’in desteği sayesinde memuriyet hayatını sürdürürken babasının dostu Ahmed Naci Efendi’den ders alarak eğitimine devam etme fırsatı buldu. Daha sonra Valilik Yazı İşlerinde görev yaparken öğrenimine devam etti ve bir yandan da edebiyat ve felsefeyle meşgul oldu, makaleler yazıp tercümeler yaptı. Arapça ve Farsça öğrendi, maliye ve iktisat dersleri aldı. 1908-1919 seneleri arasında gazetecilik yaptı. Mehmed Akif, onun daveti üzerine İstanbul’dan gelerek Balıkesir Zağanos Paşa Camii’ndeki ünlü vaazı verdi. TBMM’nin 1. Döneminde Karesi Mebusluğu yaptı. 3 yıl Ankara’da Taceddin Dergâhında Mehmed Akif ile birlikte yaşadı. Israrları ile Mehmed Akif’i, “İstiklâl Marşı”nı yazmaya ikna etti. 1936’da dostu Mehmed Akif’in vefatı üzerine onunla ilgili hatıralarını Balıkesir’de çıkan Türk Dili Gazetesi’nde yayınladı. Bir ara İstanbul İmam Hatip Okulu’nda öğretmenlik yapan Hasan Basri Çantay, 1950’den itibaren İslam dininin yaşanması ve öğretilmesi ile ilgili faaliyetlere katıldı. 1952-1953 seneleri arasında yayınlanan 3 Cildlik Kur’ân Meâli, 1984’te 13. baskıya ulaşmıştır. 16 Aralık 1631 Vezüv Yanardağı faaliyete geçti Vezüv Yanardağı’nın faaliyete geçmesi neticesinde yaklaşık 4 bin kişi öldü. Vezüv, İtalya’nın Napoli Şehrinin doğusunda bulunan ve 1281 metre yüksekliğindeki aktif bir yanardağdır. Avrupa ana karasında son yüz yıl içinde faaliyet gösteren tek yanardağdır. Diğer iki benzer yanardağ olan Etna ve Stromboli, adalarda yer almaktadır. Vezüv’ün M.S. 79 yılındaki püskürmesiyle Pompei, Herculaneum ve Stabia kentleri haritadan silinmiştir. Vezüv Yanardağı aynı zamanda Spartaküs’ün başlattığı isyana ilk ev sahipliği yapan yerdir. Spartaküs M.Ö. 73’te kendisiyle birlikte Capua’daki gladyatör okulundan kaçan 77 arkadaşıyla Vezüv Yanardağı’na sığınmıştır. 19 Aralık 1919İlk Uçak Gemisi Hosho Japonya’da tasarlanan ve inşa edilen Hosho, Dünyada inşa edilen ilk uçak gemisi oldu. Hosho, ilk görevini 30 Kasım 1922 günü Tateyama açıklarında yerine getirdi. En çok 25 deniz mili yapabilen bu gemi, 21 uçak taşıyordu. Hosho’nun en önemli özelliği, kızağa uçak gemisi olması için konulmuş ilk uçak gemisi olmasıydı. O güne kadarki tüm uçak gemileri başka tür gemilerin dönüştürülmesi biçiminde yapılmışlardı. Ancak bu dönüştürme yöntemini en çok kullananlar da yine Japonlar oldu. İkinci Dünya Savaşında Japon tersaneleri hemen her şeyi uçak gemisine dönüştürebiliyordu. Bir başka ilginç nokta, Japonların ilk ürettiği geminin savaş sonunu görebilen tek gemi olmasıdır. Diğer hepsinin batmasına rağmen Hosho düşük taşıma kapasitesi yüzünden iç denizlerde eskort görevlere gönderilmesi sebebiyle savaştan sağ çıkabilen tek Japon uçak gemisi oldu. Buna rağmen Pasifik Adalarındaki tahliye işleminin bitmesinin akabinde alelacele Hosho da jilete gönderildi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiYa Uhuvvet - Ya Zillet
Kültür ve Medeniyet

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız.İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Dünya siyasetini, siyasi tarihini, siyasi coğrafyasını şekillendiren hadiselerin, mak­ro düzeyde, külli manada etkileri, so­nuç­ları, büyüklüğü, bu kavramlar al­tında ciltlerce kitaba konu olabilecek mahiyette olabilmektedir. Bu kapsam­da İmparatorluklar dağılabilmekte, dev­letler yıkılmakta, yeni devletler kurul­makta, sınırlar yeniden çizilmekte vb. çok çeşitli hadiseler geniş bir yelpazede, sonu gelmeyen bir film şeridine dö­nüş­mektedir. Bütün bu hadiselerin oluş sürecinde yaşananların ve gerekse olup bitmiş ha­di­selerin sonuçlarının, külli etkileri­nin yanı sıra çoğu zaman göz ardı edilen, siyasi tarih kitaplarına konu olmayan, mikro düzeyde, cüzi manada, her bir bireyin hayatına doğrudan do­kunan etkileri de bulunmaktadır. Bu etki bireyin hayat kalitesini düşürme, ihtiyaçlarını giderememe, muhtaç ol­ma, sahip olduğu varlıklarını kaybetme, ye­rinden yurdundan göç etmek zorunda kalma, beden bütünlüğünün bozulma­sı, yaşam şartlarına bağlı olarak sağlığını kaybetme gibi, insan haklarından mah­rumiyetler ortaya çıkardığı gibi, bundan daha fazlası ve son noktası olan hayatını kaybetme şeklinde de olabilmektedir. Uhuvvetini muhafaza edemeyen, mu­ha­faza edecek önlemlere itibar etme­yen, uhuvveti bozacak akım ve faaliyet­lere meyl, tevessül eden İslam dünyası, bundan 150 yıl önce ihtilafının ve it­tifakının bozulmasının ortaya çıkardığı siyasi ve fiziksel koşulların oluşturduğu siyasi ve bireysel, hak ve hukuk mah­rumiyetleri ile muhatap olmaktadır. İmparatorluğun dağılmasından son­ra, İs­­lam dünyasının önemli bir coğ­ra­fi ala­­nı­nı teşekkül eden Orta­­doğu Böl­gesi’ndeki halkların bağımsız­lık­ları­nı el­de etmeleri uzun yıllar sonra gerçek­leşmiştir. Suudi Arabistan 1932’de, Ku­veyt 1961’de, Katar 1971’de, Birleşik Arap Emirlikleri 1971’de, Suriye 1946’da, Irak 1932’de, Libya 1951’de ba­­ğım­sızlığını ilan etmiştir. Örnekleri ço­­­ğal­tılabilecek olan bu vb. ülkelerin si­yasi egemenlikleri uzun yıllar başka ülkelerin elinde olmuştur. On yıllar boyunca süregelen Mescid-i Aksa sorunu, İslam dünyasının he­nüz “hukukunu muhafaza” edici bir çö­zü­me ulaştıramadığı ve üzerinde hak­­larını serbestçe kullanamadığı bir hu­­sus olarak varlığını sürdürmektedir. Mes­­cid-i Aksa’ya, Gazze ve Filistin hal­kının hak ve hukukuna karşı yapı­lan girişimleri önleyemeyen İslam Dün­ya­sı’nın bütünü “hukukunu muhafaza edemeyen” konumundadır. 1980-1988 yıllarını kapsayan İran – Irak ara­sında yapılan savaşta yaklaşık ola­rak bir milyon kişinin öldüğü, 150 milyar dolarlık maliyetinin bulunduğu, çok sayıda insanın göç ile karşı karşıya kaldığı kaynaklarda belirtilmektedir. So­runun çatışmaya dönme sürecinde aktif rol alamayan İslam dünyası, çözü­münde de varlık gösterememiş ve ni­hayetinde bir milyon kişinin hayatına, milyonlarca ailenin maddi manevi ya­şam kalitesine doğrudan etkide bulun­muştur. Birinci Körfez savaşı olarak nitelendiri­len ve Irak’ın 1990 yılında Kuveyt’i işgali ile başlayan ve bölge dışından çok sayıda ülkenin de müdahil olması sonucunu doğuran savaşta, Kuveyt ta­rafında 35 bine yakın insan hayatını kaybetmiş, 75 bin insan yaralanmıştır. Irak tarafında 100 binden fazla insan yaşamını yitirmiştir. Şüphesiz ki bu rakamlar istatistikten öte mercek altına alıp incelendiğinde her bir bireyin ailesinde ve çevresinde ortaya çıkardı­ğı maddi manevi yıkımların trajedisi görülecek, müşahede edilecektir. Bu sü­recin ortaya çıkardığı ve günümüze kadar uzanan ve halen devam eden si­yasi ve askeri sonuçlar ise olayın başka bir boyutudur. 1988-1994 yılları arasında Karabağ’da yaşanan çatışmalarda 16 bin Azeri haya­tını kaybetmiş, 22 bin Azeri ya­ralanmış, 800 bin Azeri göç etmek du­rumunda kalmıştır. 1992-1994 yılları arasında Bosna-Her­sek’de süren savaş ve soykırımda 200 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, 250 binden fazla insan yaralanmış ve 2 milyon kişi mülteci konumuna düşmüştür. Bütün dünya ile birlikte İslam Dünyasının da gözleri önünde cereyan eden bu hadise sürecinde ha­yatını kaybeden, yaralanan ve mülteci olan bireylerin “hukukları” ve “hayatları” muhafaza edilememiştir. 1994-1996 yılları arasında Çeçenis­tan’da süren çatışma ve savaşlarda, 17 bin civarında asker ve 30 binden fazla sivil hayatını kaybetmiştir. Hayat ve hukukları muhafaza edilemeyen bu birey­lerin “hayat” ve “hukuklarını” mu­­ha­­fa­za etmek adına, İslam dünyasının her­hangi bir mekanizmasının varlığı söz konusu olmamıştır. İkinci Körfez Savaşı olarak nitelendiri­len ve 2003 yılında ABD’nin öncü­lü­ğünde birden fazla ülkeden oluşan koalisyon güçlerinin Irak’a başlattığı ve Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve idamı ile sonuçlanan süreçte de sivil ve askeri Irak’ın toplam kaybı 35 bin civarında olmuştur. 18 bin kişi esir konumuna düşmüştür. Zaman zaman gündeme gelen, Doğu Türkistan’da yaşayan Türklerin karşı kar­­şıya kaldıkları insan hak ihlallerine kar­­şı çözümsüzlük ve belirsizlik süreci de­vam etmektedir. 1960 yılında 60 bin Kazak ve Uygur Türkü göç etmek du­ru­munda kalmıştır. Ve nihayet günümüzde Arap Baharı sü­reci ile başlayan hadiseler sonucunda yaşanan dramlar ve trajediler. Sadece Suriye’de 2011 yılından bu yana 12 bini çocuk olmak üzere ölenlerin sa­yısının 240 bini bulduğu, göç eden­lerin sayısının 3 milyonu aştığı ifade edilmektedir. Suriye’de süre giden mev­cut çatışma ortamına da dünyanın çeşit­li yerlerinden çok sayıda ülkenin siyasi ve askeri olarak doğrudan müdahil ol­duğu artık komplo teorileri ötesinde bir gerçektir. Bütün bu can ve hak kayıplarının yanı sıra kentlerin imar, alt ve üst yapıları yok olmakta siyasal ve sosyal düzenin artık söz konusu olmamaktadır. Birey­lerin zenginliklerini, ailelerini hayat­ları­nı, her şeylerini kaybettikleri durumu özetleyen en genel bir cümledir. Ancak bu cümlenin içerisinde milyonlarca trajedi yer almaktadır. Sadece aşağı yukarı son 25 yılda İslam Dünyasının yaşadığı trajedilerden bir­kaç örnek yukarıda yer almaktadır. Bun­ların dışında örnekleri çoğaltmak müm­­­kündür. Bu örnekler İslam dün­yasının kendi hukukunu ve hayatını ko­­ru­yamadığının özet bir tablosudur. Hobbes’in “İnsan İnsanın kurdudur” ile bireyi kodladığı, Hans Morgenthau’nun: “İnsan doğası kötüdür, devletler de ahla­ki değerlere uymak zorunda değildir” ifadeleri ile uluslararası sistemin yapısı ve işleyişini izah ettiği, teorilendirdiği bir sistemi, aksi şekilde davranmadığı sürece mevcut davranışları ile teyid eden İslam dünyası, bunun faturasını mensubu olan bireylerine hayatlarıyla, sağ kalanlara da zillet olarak fatura et­mektedir. Mevcut sistemin yapısını değiştirecek olan bireydir. Mademki bu sistemin teorik alt yapısı, bilim siyaset ve fikir adamlarınca, insan doğası ve davranışı üzerinden izah edilmektedir. O halde “Müminler kardeştir” ve “Yaratılanı se­veriz yaratandan ötürü” ifadelerine uy­gun davranılması durumunda yeni bir uluslararası sistem ortaya çıka­bilecektir. Tüm İslam dünyasının izzeti, hakkı ha­­yatının muhafazası ve küresel hu­zur, اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ (Müminler an­cak kardeştirler) çağrısına muhatap olan bireylerin elindedir. Bu çağrının muhatap olduğu her bir birey, en ya­kınından eş dost, akraba, arkadaş, ma­halle, köy ve şehrinden başlayarak her kimi tanıyor veya tanımıyorsa bu çerçe­vede hareket etmek durumundadır. İki birey arasındaki ses tonunun ve tutumun küresel düzeyde yankısı bu­lunmaktadır. “Mümin mümin kurdu mudur” yoksa “kardeşimi midir” Şimdi kesin bir cevap verme, verdiğimiz cevabı doğrulayıcı tutum ve davranışlara keskin bir dönüş zamanıdır. İslam dünyası üçüncüsü olmayan iki tercihle, akıp giden zamanın her anında, yeniden yeniden karşı karşıyadır. Ya Uhuvvet – Ya Zillet

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Aralık
Konu resmiHuzur İklimi Türkiye'nin En Önemli Meselesi
İnsan

Doğup, büyüdüğü topraklardan hic­re­te zorlanmıştı peygamber (sav). Mek­ke’den ayrılırken Hezreve denilen mev­kide de­vesini durdurdu, başını ufuklara dikti, sonra Mekke’ye son bir kez hüzün do­lu gözlerle baktı ve dudaklarından şu sözler döküldü: “Sen Allah’ın yarattığı yerlerin en ha­yırlısı, Allah’ın katında en sevgili ola­nısın. Bana senden daha sevgili, da­ha güzel yurt yoktur. Çıkarılmaya zor­lan­­mamış olsaydım, senden asla ay­rıl­­maz, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım.”1 Mekke, kutsal bir şehir olmanın dı­şında en sevgili, en hayırlı, en gü­ve­nilir bir yerdi Efendimiz (sav) için. Ço­cuk­luğunun, gençliğinin en güzel yıl­­larını burada geçirmişti. Babasını doğ­­madan, annesini ise çok küçük yaş­ta kaybetmesine karşın ona kol ka­nat geren dedesi Abdulmuttalip ve am­cası Ebu Talip hep yanındaydı. An­ne şefkatinin bütün sıcaklığını ise süt­annesi Halime’de gördü. Küçükken oyunlar oynadığı sütkardeşi Şeyma, ya­kın arkadaşı Hazret-i Ebubekir ve unu­tamadığı diğer dostları, doğduğu top­raklara olan sevgisinin bir parçasıydı. İnsanın memleketini özlemesi, önem­semesi kadar fıtri bir hadise olamaz. İn­sanoğlunun her türlü zorluğa rağmen mesken tuttuğu ilk yerlere özlem duy­ması boşuna değildir. Şömineli odalar, seramik kaplamalı mutfaklar, ceviz iş­lemeli mobilyalar, rezidanslı, havuzlu lüks binalar, hayatının ilk yıllarını ge­çirdiği topraktan yapılmış köhne evi­ni unutturamaz. Zira mütevazı evi aile­­­­siyle, komşularıyla, sıkıştığında dert­­­­­le­­şecek, konuşacak yakınlarıyla do­­­­­lu­­­dur. Alış-veriş yaptığı bakkalı, ma­na­vı, git­tiği okulu, oyun oynadığı boş tar­­­la­­ları, sohbetin tadına vardıkları çay bah­çelerini arzuladığı anlar çok olur. Dar sokaklarında alabildiğince do­­­­laş­mak, harabe evlerin arasında ge­zinmek, yosun tutmuş kaldırım taş­ları­na dokunmak ister. Yaşadığımız aile dairesi, mahalle dairesi ve memleket dairesiyle yakınlığımız, alakadarlığımız nasıl devam ediyorsa, geniş ölçekteki vatan dairesiyle de öylece devam eder. Aynı çatı altında yaşadığımız büyük bir evdir vatan. Bu mekânda duygu ve düşünce bütünlüğü hâkimse tüttürü­len ocaklarından huzur, bacalarından sü­rur yağar o toplumun üstüne. Fakat çat­lak sesler yükseliyorsa o hanede, birinin “A” dediğine diğeri “B” diyorsa şayet orada hoş bir iklimden bahsetmek pek doğru olmaz. “Vatan sıhhate benzer, değeri kaybedilince anlaşılır” diyor Süleyman Nafiz. Hakikaten tıpkı zaman gibi, sağ­lık gibi kıymeti kaybedilince an­la­­şılmakta. İşgalle hercümerç olan ül­ke­lerde yaşayan birine “En önemli ön­­­celiğiniz nedir?” diye bir soru yö­neltti­ğinizde, zannediyorum alacağı­nız ilk cevap “Ülkemde özgürce yaşa­ya­­bil­mek” olacaktır. Gerek eğitim, ge­rekse seyahat etmek için yurt dışına giden arkadaşlarımdan çok defa işit­tiğim “Türkiye’nin kıymetini dış ül­­ke­lere gittiğimizde çok daha iyi anla­yabiliyorsunuz” sözü yadsınacak bir söz değildir. Dünyada her şeyden müstağni yaşayabi­lir, varlıklarınızın her türlü yoklukları­na alışabilirsiniz. Eviniz, arabanız, yatınız, katınız hatta zamanla yakınlarınızın kay­bına bile rıza gösterebilirsiniz. La­kin vatanın kaybedilişi hiçbir acıya ben­zemez ve hiçbir acının onunla boy ölçüşebileceğini sanmam. Çünkü kay­bettikleriniz sadece sizinle münhasır kalmaz. Gün olur sevdiklerinizi sarar. Gün olur onlarında sıkıntılarına duçar olur­sunuz. Gün olur kutsal değerleriniz tah­kir, tezyif edilir de elinizden bir şey gel­mez. Dile getirdiğimiz mesele kuru bir vatan edebiyatı değildir. Varlıkları­mızın vatanla kaim olduğu düşüncesini yabana atmamak gerek. Anne, yar, kar­deş, çoluk çocuk, namus, hürriyet, dil ve din vatan denen gök kubbenin al­tındayken bir başka parlaktır. Kubbe yıkıldığı an her değerinizin küçük bir fırtınayla elinizden kayıp gitme ihtimali pek yüksektir. Bir ocak, bir evdir vatan… Kapısı, penceresi kırılmış, tavanı çök­müş, duvarları çatlayıp tarumar olmuş olan bir evde hangi kutsalı, hangi de­ğerleri muhafaza edebilirsiniz? Ecdat yedi düvele karşı neyin kavgasını ver­mişti? Çanakkale de, Kurtuluş Sa­vaşında şehit olanlar bir parça huzur için düşmemişler miydi yollara… Pa­ramparça olan devletlerin hal-i pür melâli ortada… Atılan menhus bom­balarla kolu, kanadı kopanlar, payimal olan namuslar, yarınından emin ol­mayan gençler, sefahat ve sefalet el­bisesi giydirilmiş yığınla insanlar hep­si vatansız toprakların bize sunduğu birkaç armağan sadece… Mesele bu kadar vahimken henüz bunu id­rak etmekten uzak, yaşananlara at göz­lüğüyle bakan, hadiseleri muhake­me süzgecinden geçirmek yerine gün­­lük politik aksiyonlara göre de­ğer­lendi­ren­lerin sayısı hiç de az değil. Sev­gileri de, nefretleri de kişilere endeksli durumda. Harakiri yapan bu güruh, hem kendilerini, hem toplumu zehir­lemekteler. Bir zihniyet meselesi olmakla birlikte ülkemde bir oyun oynanıyor. İç ve dıştaki aktörlerin sahnelediği oyun maalesef iç pazarda çok rahatlıkla alıcı da bulabiliyor. Ülke düşmanlıklarının temel bir dayanağı yok. Bir fert yahut bir millet bulunduğu devlete karşı neden kazan kaldırır? Neden isyan gardını alır? Dilini konuşamıyor, dinini yaşayamıyorsa, seyahat hürriyetinden yoksunsa, ticaret yapamıyor, mülkiyet, eğitim ve sağlık haklarından mahrumsa, belirli makam ve mevkilere getirilmesi engelleniyorsa, can ve mal güvenliği teh­likede ise gayet tabi olarak kişilerde meşru bir müdafaa yolu seçebilirler. Olmak yoksa ölmek göze alınır. Öz­gürlüğün tadı, ölümlerin acısını bile hiçe indirir o zaman. Haklı bir talep varsa şayet her Müslüman’ın yapması gereken kimliğine, rengine, diline, di­nine bakmadan mazlumun yanında yer almak ve gücü nispetinde zalime karşı mücadele etmektir. Dinimizin bize öğretisi budur. Yaptığımız tahlil ve münakaşa ülkem için de geçerlidir. Yalnız yapılacak her değerlendirme hakkaniyet ölçüleri içerisinde sadece bugünle münhasır olmayıp geçmişi de kapsayacak bir perspektifle ele alın­malıdır. Dönem dönem bu topraklarda belirli kesimlere haksızlık yapılmadı değil. Her kimi dinlerseniz bin ah işitirsiniz. “Pür ateşim açtırma benim ağzımı zinhar  Zalim beni söyletme derunumda daha neler var” Geçmişte ve günümüzde terörle ve dolaylı olarak onunla ilintisi kurulan Kürt kardeşlerimizin geçmişte yaşadıklarını hafızalarımızdan geçirmekte fayda var. Kürtçe konuşmak yasak, kaset çıkarmak yasak, “Kürt” kelimesini kullanmak yasak, isim yasak, kıyafet yasak… Bir tahlile tabi tuttuğumuzda cezaevlerinde yatan mahkûmların birçoğunun makul istekleri isteyenlerle dolu olduğunu görürsünüz. Yapılanlar sadece bunlar değildi tabi. İşkenceler, her köşe başında fail-i meçhuller, yargısız infazlar, asit kuyuları, öldürülen gazeteciler ve aydınlar, köyünden göç etmek zorunda bırakılan insanlar, ihmal edilen nesiller, yatırım noktasında iptidai bir Afrika ülkesinden bile daha geride olan şehirler… Diğer Ortadoğu ülkelerinde de Kürt­lere bakışın şaşı olduğunu söyle­mek zorundayım. Biz Halepçe’yi unut­ma­dık. Daha düne kadar Suriye’de kim­likleri bile tanınmıyordu. İran’da ise en fazla idam edilen, en fazla mahkûm edilenlerin arasında Kürtler vardı. Kürt­ler, hiçbir zaman 1. sınıf vatandaş olma­dılar bu ülkelerde. Oysa Türkiye’de ba­zı eksiklikler olmasına rağmen 2002 yı­lından bu yana yeni bir siyasi iradeyle birlikte devlet iyi niyetiyle bütün bu acılara bir son vermek için kolları sıvadı. Toplumun üzerine bir Lokman ruhu üflendi Yasak olan her ne varsa bir bir ortadan kaldırıldı. İlk iş olarak Doğu ve Güney­doğu Anadolu bölgesinin üzerine bir kâbus gibi çöken Olağan Üstü Hal (OHAL) uygulaması kaldırılınca halk psi­kolojik baskıdan ve gerilimden kur­tulup derin bir nefes aldı. OHAL ile birlikte süreç içerisinde fail-i meçhuller, yargısız infazlar ve işkenceler sona erdi. Partiler mezarlığına dönen Türkiye’de partilerin kapatılması zorlaştırıldı. Köye dönüş projesiyle on binlerce insana milyonlarca para ödendi. Terörden zarar gören insanlara yardımlar yapıldı. Türkçe eserler Kürtçeye çevrildi. Kürt Dili ve Edebiyatının önemli isimleri­nin eserleri ise Türkçeye çevrildi. Kimse­nin şimdiye kadar cesaret edemediği ve birçok riski olmasına rağmen çö­züm sürecine imza atıldı. Dağdaki iniş­leri hızlandırmak için birçok yasal düzenlemeler yapıldı. Düşünce özgür­lüğünün önündeki engeller kaldırıldı. Kürtçe sinema filmleriyle birlikte ka­nal­lar, radyolar yayın hayatına girdi. Üniversitelerde Kürtçe Filoloji ku­rul­du, yörelerin eski isimleri iade edildi, ana dilde savunma hakkı verildi, “X,W,Q” harf­lerinin kullanılmasına izin veril­di. Türkiye’deki farklı etnik grupları rahatsız eden öğrenci andı kaldırıldı. Kürtçe kurslar ve özel okullar her yerde açılmaya başlandı. Okullara Kürt­çe seçmeli ders kondu. Yapılanlar sade­ce hak ve özgürlük alanında değil, ekonomik anlamda da bir kalkınma ham­lesi başlatıldı. Duble yollar, aşılmaz yer­lere bile açılan tüneller, köprüler, top­lu konutlar ve hava yolları yapıldı. Do­ğuyla batı arasındaki ekonomik, sos­yal ve kültürel alanda açılan makas her geçen gün daha da kapandı. Bugün artık Türkiye’de Kürtlere karşı bir inkâr politikasının olmadığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Doğuda olup da batıda; batı da olup da doğu da olmayan bir şey bulamazsınız. Gelinen noktada devletin geçmişten ders alarak uzattığı şefkat eli, -ipi başka aktörlerin elinde olan- terör örgütleri tarafından suiistimal edilmekte. Tam bağımsız ve gelişmiş bir Türkiye isten­memekte. Hiçbir insani kırıntı eseri göstermeyen taşeron örgütlerin yap­tık­ları herkesin malumu. Eşinin ve çocuk­larının yanında hunharca öldürülenler, sokak ortasında infaz edilenler, her şey­den habersiz kahvaltı yaparken, kör bir kurşunla hayattan alınan polisler, tehdit edilen esnaflar, indirilen kepenkler, yöre halkına kesilen haraçlar, ailelerinden zorla koparılarak dağa kaçırılan çocuklar, kafası taşla ezilerek vahşice öldürülen gençler, kazılan hendekler, yol kesmeler, şehit edilen askerler, kaçırılan ve re­hin alınan insanlar, kundaklamalar, ba­raj­lara, termik santrallerine yapılan saldı­rı­lar, yakılan okullar ve daha niceleri hepimizin içini acıtmakta. Terör örgütü sadece insan öldürmüyor, toplumun sinir törpülerini de zedeliyor. Zihindeki ayrımcılık fikrini yeşertip büyütürken hoş görüyü de alıp götürüyor. Lakin uzatılan güle bombayla karşılık vermeyi dünyanın en iptidai devletleri bile kabul etmez. Kürt kardeşlerimizin de kabul etmeyeceğini biliyorum. Özel­likle de muhafazakâr ve kendisini din­dar kabul eden Kürtlerin ulusal, se­küler, ırkçı bir terör örgütüne karşı tepkilerini yüksek perdeden dile getir­melerini beklemek Türkiye’de yaşayan herkesin hakkı. Bir diğer çıkmazda gayri dini bir örgütün dindar Kürt halkı nezdinde taban buluyor olması. Sırf ırktaş olduğundan dolayı milliyetçilik rüzgârına kapılarak zalime destek ver­mek vereni de zulmün bir ortağı yapar. Kendi görüşlerine yakın olduğu için bir­kaç insanın ölmesine karşı duyarlılık gös­terenler ülkesinde ve dünyada şe­hit olan binlerce Müslüman için neden suskunlar? Evladının yüzüne meltem rüzgârı değse eriyecek annelerin yüreği­ne ateş düşürenleri desteklemenin veba­li yok mudur sizce? Cumhuriyetten bu yana her türlü hak­ları gasp edilen Kürtlerin derdiyle ilgile­nen ve çözüm üreten Muhafazakâr­­ların kurduğu bir iktidarla hesaplaşmayı ne­reye koyacaksınız? “Zalimlere en ufak bir meyil göstermeyiniz, yoksa size de Cehennem ateşi dokunur”2 ayetinin tehdidinden korunmak gerek. Yapılan yanlışın yanında olmak, kıyısından, köşesinden görev almak, kalben taraftar olmak yahut sempati duymak insanı zulmün ortağı yapmaya yetmez mi? Hak ve özgürlük noktasında yanlışlar, ha­­talar varsa bunlar meşru hu­kuk sis­te­mi içerisinde ve anayasadaki değişiklik­lerle rahatlıkla çözülebilir. Şiddete baş­vurmak şiddetin çocuğu olan kaos ve istikrarsızlığı doğurur. Her haksızlığa uğrayan meslek ve meşrep sahipleri si­laha başvurursa bu ülkenin hali nice olur? Atanamayan öğretmenler, maaşı­nı az bulan memurlar, geçinemeyen emek­liler, dinini, diyanetini tam ola­rak yaşayamayan muhafazakârlar, za­manında üniversiteye giremeyen baş­ör­tü­lüler, şöyle ya da böyle haksız yere hapishanede yatan, derdini hiç kimse­ye anlatamayan lâlüebkem mahkûmlar ve başka haksızlığa uğrayanlar bir isyan ordusu oluşturursa bizleri nasıl bir tablo bekler? Sorunu şiddetle çözmeye çalışan te­rörün Tür­kiye’deki bilançosu ortada. On bin­lerce can, milyarlarca maddi zarar… Şimdiye kadar “Teröre harcanan 350 milyar dolarla, Türkiye yeniden inşa edilebilirdi. Hesaplamak güç olsa da; 117 Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı, 87 Atatürk Barajı, 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 70 Marmaray, İstanbul’a yapılacak 3. havalimanı özel­liklerinde 35 havalimanı, 11 Güney­doğu Anadolu Projesi (GAP), 8 Kanal İstanbul Projesi, 52 bin 500 adet 24 derslikli okul, 3 bin 60 tane 400 yataklı tam teşekküllü eğitim ve araştırma hastanesi”3 yapılabileceğinden bahsedi­yor, Prof. Dr. Ünsal Ban. Türkiye terör belası yüzünden maalesef dünyada bu­lunması gereken yerde değil. Çözüm belki de bugünlerde tartışılan “milli ve yerli” olmak kavramlarını tam ola­rak anlayamamaktan geçiyor. Daha şimdiden bu sözün ne mana ifade et­ti­ğini anlamayan yahut anlamak iste­meyenlerin ifadeyi çarpıtma noktasında gayet mahir olduklarını görebiliyoruz. Tırnak içinde belirttiğimiz milli ve yerli olmak ifadelerinden Türkiye’ye aidiyet bağıyla bağlanan hiç kimsenin rahatsız olmayacağını düşünüyorum. Tıpkı halay, horon, zeybek gibi içimizi kıpırdatan, bize ait olan her ritüel mil­li ve yerlidir. Milli ve yerli olmak ülkeye sevdalı olmaktır. Hiçbir devle­tin, örgütün yahut şahısın güdümünde olmamak, taşeronluğunu yapmamaktır. Milli ve yerli olmak taklitçilikten uzak bu toprağın kültürüyle yoğrulmak, di­nine, diline, örfüne, kültürüne sahip çıkmaktır. Milli ve yerli olmak ırkçılık değildir. Statükodan yana olmak da değildir. Milli ve yerli olmak, ayaklarını Anadolu kıtasında sabitledikten sonra bir pergel niyetine kullandığı başını ise dünyanın dört bir tarafı üzerinde gezdirmek ve bünyemize uygun olan her güzelliğin resmini çizmektir. Dilimize pelesenk olan “Allah insanı dünyada vatansız, ahrette imansız et­mesin” cümlesi içinde bin hakikati barındıran ne hakikatli bir sözdür. Dertli şair son olarak koysun hükmünü: “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, Düşün altında binlerce kefensiz yatanı, Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı, Verme dünyaları alsan da şu cennet vatanı.” Kaynaklar: 1- Tirmizî; İbnMace; Ahmed b. Hanbel; Darimî)2 -(Hud, 11/113)3-http://www.haber3.com/terore-harcanan-parayla-neler-yapilirdi

Necati İLMEN 01 Aralık
Konu resmiŞehitler Ölmez
İnsan

Muhakkak ki ölüm haktır. Ve ahiret yurduna gitmenin tek yolu o köprüden yani ölümden geçer. Mademki “Bu fani dünyadan çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu mucidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın.”1  Evet, emaneti sahibi hakikisine satmak demek olan bu ifadelerden de anlaşılaca­ğı üzere, hem kendimizin hem de başka emanet sahiplerinin bu dünyadan aziz bir şekilde ayrılması için gayret etmek çok mühimdir. Hususen; Kur’an-ı Azi­muşşan’da mükerreren emredildiği gibi, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-mün­ker davasını omuzlayarak bir hayat ge­çirmek. Neticesinde de kabri cennet bah­çelerinden bir bahçeye, aksi takdir­de ce­hennem çukurlarından bir çu­ku­ra çevirmek. Bediüzzaman Hazretleri: “Kabir âlemi ahirete bir kapıdır. Arka cihe­ti rahmettir. Ön ciheti ise azabdır”2 buyurur. Arka cihette başta Rabb-i Ra­him ve sevgili Habibi olmak üzere mil­yonlar sevgililer her türlü nimetler içinde bizleri beklemekte, ön cihette ise dünya ziynetlerinin ve sevdiklerimizin terkinden gelen firak elemi ile azab ci­heti yaşanmaktadır. Ehl-i küfrün ölüm konusundaki hissiyatını anlatmaya ge­rek bile yok. Fakat öyle ölümler var ki kalanlara te­selli olarak ön cihetini bile rahmete çevirmektedir. İşte şehitlik makamı ile dünya seferini bitirenler bu guruptandır. Bizler ise onların arkasından hayranlık ve gıpta ile bakıp hem iştiyak hem de teselli duyarız. Şehit denilince tabii ki ilk manada İs­lam için cihad meydanlarında canları­nı feda ederek bu mertebeye erişenler ge­­lir. Asrısaadette ilk numunelerini gör­dü­ğü­müz bu kahramanların ve diğer asırlardakilerin, hatta zamanımızdan kı­ya­mete kadar gelecek bütün İslam fe­dailerinin elde edecekleri makamlar Kur’an-ı Azimuşşan’da ve hadis-i şerif­lerde şöyle methedilir: Enes b. Ma­lik’ten gelen bir rivayette: “Cennete gi­ren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dön­meyi arzu etmez, sadece şehit müstesna! Şehit gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.”3 Ebu Hüreyre’den gelen bir hadis-i şe­rifte ise: “Sizden biriniz karıncanın ısır­­masından ne kadar acı duyarsa, şe­hit olan kimse de ölümden ancak o ka­dar acı duyar”4 buyrulur. Ve “Allah yolunda öldürülenleri ölüler saymayın. Aksine onlar diri olup rableri katında rızıklandırılmaktadırlar. Allah’ın lüt­fundan kendileri için vermiş olduğu se­vinç içindedirler ve arkalarından he­nüz onlara kavuşmamış olanları, kendi­lerine bir korku olmayacağı ve üzül­meyecekleri üzere müjdelerler.”5 Evet, şehitler çok özel ikramlara maz­har olacaklar, bu yüzden de sevinç ve bahtiyarlıkları da o nispette ziyade ola­caktır. Öldüklerinin de farkında ol­mayan bu mücahitler hakkında Üstad Hazretleri, bu ayete tefsir olacak güzel bir açıklamada bulunmuştur. Dördüncü tabaka-i hayat olarak ifade ettiği bu hayat tabakası ki: “Şüheda ha­yatıdır. Nass-ı Kur’an’la şehitlerin diğer kabir ehlinin üstünde bir hayat tabakaları vardır. Evet, şüheda hayat-ı dünyeviyelerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenab-ı Hak kemal-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı, âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar. Tam bir saadetle lezzet alıyorlar, ölümdeki firak acısını hissetmiyorlar.” Diğer kabir ehli ise öldüklerini bilirler ve lezzetleri şehitlerinkine yetişemez. “Nasıl ki iki adam bir rüyada cennet gibi güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir, aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. ‘Ben uyansam şu lezzet kaçacak’ diye düşünür. Diğeri ise rüyada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki saadete mazhar olur.” Şehitlerin ehl-i imanın himmetine ye­tiştikleri de bir gerçektir. Abdulkadir-i Geylani Hz. ve Harrani Hz. gibi ve­fatlarından sonra bile tasarrufları de­vam eden veliler pek çoktur. Üstad Hazretleri, konunun devamında buna da parmak basarak der ki: “Hadsiz vakıalarla ve rivayetlerle şühedanın bu tarz-ı ha­ya­ta mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve katidir. Hatta Sey­yidü’ş-Şüheda olan Hazret-i Hamza (ra), mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş.” Üstad Hazretleri, -keşfü’l-kubur oldu­ğu için- hapishanede zehirlenerek vefat eden Hafız Ali ağabeyin kabir halini de bize müjdelemiştir. Sual meleklerinin “Rabbin kim?” sorusuna karşılık kendi­sini mahkemede zannedip, öldüğünün farkında olmayarak Rabbini müdafaa ve ispat ile verdiği cevapların melaike­leri tebessüme getirdiği rivayeti çok mü­him ve manidardır. Manevi Cihad ve Manevi Şehitlik Şehitliğin öyle bir çeşidi de vardır ki buna manevi şehitlik denilir ve aynı ecirlere hissedar olunur. Bugünün hiz­met ve cihad şekli, -öncelikli olarak- şüphesiz imana ve Kur’an’a hizmetin, ilimle ve tebliğle yapılmasını iktiza eden manevi cihad boyutudur. Bu da Allah yolunda hayatını başka bir cihette feda ederek bütün ömrünü bu yola adamak demektir. Öyle ise bu insanların da bu makamdan hisseleri muhakkak olacaktır. Öncelikle şu hadis-i şerif, şehitlik ecrinin başka bir cihetini de bize ispat eder: “Ümmetimin fesada uğradığı, bid’aların ve dalaletlerin istilası zamanında benim sünnetime yapışan yüz şehit sevabını kazanabilir.” Ve “Yevm-i mahşerde âlim­lerin akıttığı mürekkep ile şehitlerin kanı bir muvazene edilecektir.” İslam’ı yaşamanın cidden zorlaştığı za­manlarda az amellerin çok hükmüne geçtiği, ilim ile meşguliyetin kıymeti ve hususen şeair sünnetlerin ihyasıyla bu ecrin geldiği bir hakikattir. Kur’an ve sünnet dairesindeki marifetullah il­miyle ve emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkeri hayat parolamız yaparak ya­şadığımız takdirde, böyle bir netice kaçınılmazdır inşallah. Bir de hizmet birlikteliği ile hayat ko­şuşturması içinde uğradığımız büyük mu­sibet ve felaketler ile hayatımızın ne­ti­celenmesi de şüheda makamını ga­rantileyen ikinci bir nimettir. Çünkü bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Al­lah yolunda (savaşta) ölmenin dı­şında 7 çeşit şehitlik vardır. Tauna ya­ka­lanıp ölen (kanser vb.), karın ağ­rı­sıyla ölen, suda boğulan, yıkık al­tında ölen (deprem gibi), yangında ölen, hamile ve lohusa iken ölen ve zatülcenp hastalığından ölen şehittir.” Bu hususta Üstad Hazretleri şu tespiti yapar: “Evet hastalıkların bir kısmı var ki; eğer ölümle neticelense manevi şe­hit hükmünde, şehadet gibi bir velayet derecesine sebebiyet verir.” Bu açıklamalarla birlikte birçok riva­yet­ten iktibasla şunu da ifade edebiliriz ki; şehadet sevabını kazandıracak birçok amel vardır: Hususen gurbette ölen, ilim tahsilinde ölen, devamlı abdestli bu­lu­nan, kuşluk namazına devam eden, her ay üç gün oruç tutan, vitir namazını hiç terk etmeyen, Cuma günü ve gecesi vefat eden, her akşam Yasin Suresini okuyan, sabah akşam haşir suresinin son üç ayetini okuyan mümin de şehit sevabına mazhar olur inşallah. Ve zamanımızın getirdiği teknoloji­­nin kurbanı olarak yerde ve gökte tra­fik kazalarıyla mukaddes davaları içinde hayatlarını gerçek bir şehadetle ta­mam­layan nur kardeşlerimiz de bu makamdan hisselerini fazlasıyla al­mak­­ta­dırlar. Halis talebe-i ulum sınıfı­na dâ­hil olan Nur Talebeleri yukarıda an­lat­tığımız bir kaç cihetle, zaten bu makama liyakat göstermektedirler. Bu­na bir de takdir-i ilahi ile eklenen kaza ve hastalıklar eklenince, bu şehadet ma­kamı kaçınılmazdır artık (inşallah). Şe­hitlere bahşedilecek makamlardan biri­si olan şefaat makamından hissedar olmak temenni ve duasıyla. Kaynaklar: 1- Mesnevi-i Nuriye, 1. Mektub, s. 62- Mesnevi-i Nuriye, s. 73- Et-tergib Vet-terhib, Müslim, s. 84- Kenzü’l-Ummal, Tirmizi, Nesai, s. 95- Al-i İmran s. 169; 25. Lema, s. 10

Halenur SERHAD 01 Aralık
Konu resmiİnsan Vücudunda Sıhhat ve Denge (2)
Sağlık

İnsan ruhuna Allah tarafından pek çok istidat ve kabiliyetler yani yetenekler yerleştirilmiştir. “Bir yeteneğin hiç kimsede tamamıyla eksik olduğu ileri sürülemez. Her yetenek her insanda az çok bulunur. Ancak bunların nitelikleri (miktarları) farklıdır. Çeşitli yetenekler ayrı kişilerde çeşitli ölçülerde bulunur. Biyolojik olsun, psikolojik olsun bütün özellikler ve yetenekleri bakımından insanları bir sıraya dizmek mümkündür. Örneğin, aynı yaşta ve aynı cinsten bir gurubun boyları ölçülecek olsa, bunların en kısa boyludan en uzun boyluya kadar bir sıraya girdiği görülür. Ancak ilginç olan nokta, bunlardan pek azının çok kısa boylu, pek azının çok uzun boylu, büyük çoğunluğunun ise orta boylu olmasıdır.”  Kalbin damarlara uyguladığı basıncın normal bir seyri vardır. Fakat yaş, he­yecan, ruhi ve fiziki yorgunluklar, açlık ve tokluk halleri, cinsiyet, gıdalanma tarzı gibi durumlarda bu basınç değişir. Örneğin koşma, heyecan, öfke gibi durumlarda basınç artar. Dinlenme, uyuma gibi du­rumlarda ise, basınç yavaşlar. Bu yüzden günün her saatinde tansiyon değişiklik arz edebilir. Kalbin yaptığı basınçta aşırı artmalar veya azalmalar hayatî tehlikelere sebep olabilir. Tıp dilinde aşırı yüksek basınca hipertansiyon, düşük tansiyona da hi­potansiyon denilmektedir. Hipertansiyon, kalp hastalığına, kalp yetmezliğine, felce, boyun ve bacak da­marlarında tıkanmaya,  böbrek hasta­lı­ğına sebep olabilir. Düşük tansiyon, vücuttaki sodyum ve iyonların dengesizliği ve yetersizliğinde baş göstermektedir. Tansiyon düşük­lü­ğünde sık görülen şikâyetler baş dönme­leri, kulak çınlaması ve bayılmadır. d. Hücrelerdeki Dengeler Hücre canlı varlıkların yapı ve görev bakımından en küçük parçasıdır. Hüc­re oda manasına gelir. Bu yüzden bir buğday filizi, kule; küçük hayvanlar, odalardan müteşekkil bir saray; insan ve diğer büyük canlılar ise, büyük bir hücre şehri gibidir. Bir hücrenin genişliği ortalama 0.02 mm’dir.1 Bir hücre gözle görülemeyecek kadar küçüktür. Bununla beraber sanat yönünden harikulade bir büyüklüğü vardır. Bir hücre 100 bin kere milyon atomun bir araya gelmesiyle oluşmuş; mükemmel şekilde dizayn edilmiş binlerce grift moleküler makine içeren, gerçek bir mikro minyatür fabrika gibidir.2 İnsan vücudunda yaklaşık 200 çeşit hücre olduğu tesbit edilmiştir. Bütün vücuttaki hücrelerin sayısı ise yaklaşık 100 trilyondur. Her hücre çeşidinin faaliyeti ve ömrü farklıdır. Ortalama her saniyede 50 milyon hücre ölmekte, ölenlerin yerine de bir o kadarı üretil­mektedir. Bu yoğun trafiğin dengeli bir şekilde düzenlenmesi sayesinde ha­yatımız sükûnet içinde devam et­mek­tedir. Sürekli hücre kaybına mu­kabil aynı oranda yeni yeni hücreler oluş­mazsa veya hücre kaybına mukabil aşırı hücre üretimi olursa denge bozulur, has­talıklar ortaya çıkar ve vücudun ha­yatı tehlikeye girer. Örneğin kanser, hüc­relerin aşırı, dengesiz çoğalmasından kaynaklanan en tehlikeli hastalıklardan sadece biridir. Son 20-30 yılda yapılan araştırmalarla hücrelerde programlı hücre ölümü (apo­pitozis) denen bir mekanizmanın varlığı anlaşılmıştır. Bu mekanizma muhtelif hücrelerin farklı hayat sürelerini belir­ler. Bu faaliyet hücrelerdeki gelir gi­der dengesinin muhafaza edilmesinde önemli bir yer tutar. Sadece bu apopitozis mekanizması hak­kında ciltler dolusu malumat ortaya çık­mıştır ve birçoğu genetik kontrolde olan çeşitli alt mekanizmaların çevresel fak­törlerle olan ilişkileri de düşünülürse insan aklının her tarafını kuşatamadığı, bize göre çok karmaşık bir düzenin mev­cudiyeti çok parlak biçimde görün­mektedir. 1. Alyuvarlar Alyuvarlar, kırmızı kan hücreleridir. Ke­mik iliğinde yapılır ve kana karışırlar. Erkeklerde 1 mm3 kanda 5 veya 5,5 milyon, kadınlarda ise 4,5 veya 4,8 milyon kadar bulunur. Alyuvarlar, kan içinde oksijen ve kar­bondioksit taşırlar. Dolaşım esnasında­ki ortalama hayat süreleri 120 gün kadardır. İnsan vücudundaki alyu­var mik­tarında mükemmel bir den­ge­lenme görülür. Yaklaşık bir dakikada 150 mil­yon alyuvar tahrip olur. Onların ye­rine de yenileri gelir. Alyuvar miktarı normalin altına inecek olursa kemik iliği uyarılır ve yeni hücreler üretilir. Böylece hücre eksikliği giderilir. Alyuvar sayısı normal seviyenin üstüne çıkınca kemik iliği yavaşlar. Bu ayarlama böbreklerden salgılanan bir hormon ile olur. Deniz seviyesinden yükseklere çıkıl­dık­ça havanın oksijen miktarının azal­masına bağlı olarak kanda alyuvar mik­tarı artar. Yine yükseklikte kanda al­yuvar yaşama süresi de artar. 2. Akyuvar Akyuvar denilen küçük beyaz hücre­ler ise, Allah tarafından oluşturulmuş askerler veya vücudumuzun ordusu­dur. Onlar düşmanımız olan mikroplara karşı vücudumuzu korurlar. Akyuvarlar da, kemik iliğinde yapılır­lar ve kana karışırlar. Normalde 1 mm3 kanda 4 ile10 bin arası akyuvar bulunur. Bulaşıcı hastalıklarda, bu sayı daha da artar ve 1 mm3 kanda 30.000 ile 50.000 civarında olurlar. Akyuvarların nor­malin altında azalmasında veya ço­ğal­masında yine hastalıklar ortaya çıkmaktadır. e. Boy, Zekâ ve Denge İnsan ruhuna Allah tarafından pek çok istidat ve kabiliyetler yani yetenekler yerleştirilmiştir. “Bir yeteneğin hiç kim­sede tamamıyla eksik olduğu ileri sü­rülemez. Her yetenek her insanda az çok bulunur. Ancak bunların nitelikleri (miktarları) farklıdır. Çeşitli yetenekler ayrı kişilerde çeşitli ölçülerde bulunur. Biyolojik olsun, psikolojik olsun bütün özellikler ve yetenekleri bakımından insanları bir sıraya dizmek mümkündür. (Devam Edecek) Kaynaklar: 1- Rehber Ansiklopedisi.2- John Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 167.

İdris TÜZÜN 01 Aralık
Konu resmiÇinili Köşk
Tarih

Sûr-i Sultâni denilen Topkapı Sa­rayı'nın dış surlarının içinde yer alan Çi­ni­li Köşk, iki katlı taş bir yapıdır. Bugün, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin avlusunda bulunan Çinili Köşk, Top­kapı Sarayı yapı topluluğunun bir bölümü olarak Fatih Sultan Mehmet tarafından, Hicrî 877 (1472-73) yı­lında, Sarayburnu’ndaki koruluk içe­risinde yaptırılmıştır. Bâyezid’teki eski saraydan sonra yaptırılmış ilk resmi bina olma özelliğini taşımaktadır. Adına Sırça Köşk ya da Sırça Saray da denir. Fatih devri mimarlarından Atik Sinan tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Ya­pımında beyaz küfeki taş kullanılmış, yan ve arka cephelerinde de kırmızı tuğladan dolgulara yer verilmiştir. Köş­kün Haliç’e bakan çıkmalı arka cephesinde tuğla dolguların alt katında Orta Asya Türk ve Selçuklu yapılarında çokça görülen kilim deseni biçimindeki geometrik süslemeler ve bezemeler za­man içinde özelliğini yitirmiştir. Çinili Köşk, Ortada tonozlar üzerine otur­tulmuş bir ana kubbeden, köşeler­de ise yine kubbeli bölmelerden mey­dana gelmiştir. Ön tarafta tek parça beyaz mermerden on dört sütuna dayanmış bir revak vardır. Eyvanlı terası ve kesme çini dekoru ile Selçuklu tesirinde bir erken Osmanlı örneğidir. Köşegenvari planlı, dört eyvanlı, hareketli örtü sistemine sahip bulunan, iki katlı nev’i şahsına münhasır bir yapıdır. Giriş bölümü, üzeri kubbeli bir mekân olup, köşelerde birer kubbe ve yarım kubbe biçiminde tonozlarla örtülü odalar var­dır. Yapıdaki zengin çini bezemeleri, Fatih devrinde bu işe verilen önemi gös­termektedir.  Çinili Köşk Osmanlı Türk zevkini temsil eden Selçuklu ve Orta Asya mimari geleneklerine göre yapılmış çini süslemelerinin tatbik edildiği İstanbul’daki tek örnek olma özelliğini de taşır. Osmanlı sivil mimarisinin Selçuklu etkisinde yapılmış olan Çinili Köşk’ün en başta gelen özelliği dış cephesi ile büyük eyvanının iç yüzeyini ve içerdeki odaların bir bölümünü kaplayan çini­lerdir. Mozaik tekniğinde yapılmış olan bu çiniler firûze renkli zemin üzerine Kûfi yazılar ve geometrik desenlerden meydana gelmiştir. Binanın içi beyaz, kahverengi, lâcivert, firûze çinilerle süslenmiştir. Firûze çiniler altı köşeli, bunların arasına serpiştirilen lâcivert çiniler ise üçgen şeklindedir. Bugün de sanatseverlerin hayranlıkla seyrettiği çi­nilerin güzelliği nedeniyle adına “Çinili Köşk” denmiştir. Çinili Köşk’ün esas katı, çok eskiden beri Asya’da kullanılan ve Türkler’in Orta Asya’da benimseyerek Anadolu’ya getirdikleri bir orta mekâna açılan dört eyvan şemasına göre yapılmıştır. Çe­şitli bölümlerdeki tonoz ve kubbelere geçiş unsurları olan örgü şeklindeki kaburgalar, Orta Asya ve Selçuklu mimari geleneklerinin devam ettir­di­ğine işaret etmektedir. Cephede ve bü­­yük eyvanda mozaik tekniğinde yer­leş­tirilmiş çiniler vardır. Bu çinilerde geometrik motiflerin yanı sıra bitkisel motifler kullanılmıştır. Büyük kemerin alt yüzünde de fîrûze zemin içine beyaz çinilerle Kûfi yazılarla müsenna “Tevekkülî alâ hâlikî” ibaresi dört defa tekrarlanmaktadır. Yan eyvanlarda ve odalarda duvarlar belirli bir yüksekli­ğe kadar, altıgen çinilerle kaplıdır. Bunların aralarına başka renklerde üç­gen çinilerden çerçeveler yapılmıştır. Çi­ni renkleri firuze, patlıcan moru ve türkuaz rengindedir. Ayrıca bazı yer­lerde çiniler üzerine altın ile süsleme işlenmiştir. Bu altın süslemelerdeki mo­tifler, Fatih döneminin motif özellik­lerini taşımaktadır. Köşkün ön cephesinin ortasında bu­lunan çinilerle kaplı büyük bir eyvan­dan içeriye girilmektedir. Bu girişin yanlarında derinliği fazla olmayan ke­merli nişler bulunmaktadır. Köşkün asıl katında orta mekâna açılan dört eyvanlı bir şema görülmektedir. Üzerleri kub­be ve tonozlarla örtülmüştür. Giriş cephesinde büyük eyvanın içinde bir şerit halinde uzanan çini kitâbe bulunmaktadır. Uzun kitâbe, birbirine girift iki satır halinde ve lâcivert zemin üzerine beyaz ve sarı renkte Sülüs hatla yazılmıştır. Sultan IV. Murad (1623–1640) zamanında köşk içerisinde yeni düzenlemeler yapılmış ve bu arada ayna taşından bir tavus kuşu kabartmasının bulunduğu bir çeşme de buraya ek­len­miştir. Çeşmenin iki tarafına yerleştiri­len manzum kitâbelerde de buradan Sır­ça Saray olarak söz edilmiştir. Burada kul­lanılan motifler XVI.yy’ın motif ka­rakterini taşımaktadır. Köşk 1737 yı­lında kısmen yanmış ve bu nedenle de onarım sonrasında, özellikle cephe mi­marisi değişmiştir. Çinili Köşk’te XVII. yüzyıl sonlarında saraya mensup ağa­ların oturduğu bilinmektedir.  XIX. yüzyılda Aya İrini’deki müzenin yeter­siz kalmasından ötürü eserler buraya ta­şınmıştır. 1910 yılında restore edilmiş, II. Dünya Savaşı sırasında kapatılmış, 1875 ile 1891 yılları arasında Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) olarak hizmet vermiştir. 1942’de yeniden onarılırken 1880 yılında ön kısmına eklenen mer­divenler kaldırılmıştır. Daha sonra bu onarımlar 1948–1953 yıllarında da devam etmiştir. 1953 yılında İstan­bul’un 500. Fetih yılı dolayısı ile Fatih Sultan Mehmet’e ait giysiler, silahlar ve fermanlar bir süre burada sergilenmiş, o tarihte Türk ve İslâm Sanatları Müzesi olarak kamuya açılmıştır. Günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlü­ğü’nün yönetiminde müze olarak ziya­rete açıktır. Müzede Selçuklu ve Osman­lı devirlerinden kalma, döneminin en güzel İznik çinileri ve seramik örnekleri sergilenmektedir.

Mustafa YILMAZ 01 Aralık
Konu resmi10 Yılda…
İnsan

“Şüphesiz insan için, (kendi) çalıştı­ğından başkası yoktur!” buyuruyor Rab­bimiz, Necm Suresi 39. ayette. Ve biz şükrediyoruz ki aradan geçen 10 yıl­da 120 dergi bıraktık ardımızda, kardeşlerimizle… Evet, 10 yıl geçti Mekteb-i İrfan’ın bi­dayetinden bu zamana. Demir ağlarla işi­miz olmadı; nurani zincirler örmekti mu­radımız kalplerde. “Toptan Allah’ın ipi­ne sarılın!” emrine inkıyad etmeye gay­­ret ettik. “Ancak iman edenler ve bir­­birine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler müs­tesna!” müjdesine nail olmaya çalıştık. İrfan Mektebi dedik derginin adına, ma­rifet dersi dermek için kalp, akıl ve şuurlarımıza. Bir okul da olsun istedik aynı zamanda. Gözlerden görünen, du­dak­lardan dökülen nice nurani söz sa­hiplerinin alışık oldukları kalemler satır satır dokusun istedik bu sofrada… İnandıklarımızı satırlarda yaşatmakla yü­rüdük 10 yıl boyunca… Kaybolmasın hakikatler, manalar, güzellikler dedik; “Hafızanıza sağ elinizle yardım edin!” tav­siyesine uyarak… Derdimizi, hayallerimizi, dualarımızı, ge­le­ceğimizi, geçmişimizi konuştuk, yaz­dık. Tarihe not düştük şahs-ı manevi ile birlikte. Tamir dedik, inşa dedik, istikbal dedik hep birlikte… Derdimiz var evet, dertsiz olmaktan korktuk “… maa men ehabbe” sevdiklerimizle... Ümit ettik, “İnsanların efdali insanlara en faydalı olandır” müjdesini ve kapsamına dâhil olmaya azmettik sizlerle… Geçen yılların bir sıfatı ve özelliği de “hızlı” oluyor. Hızla geçtiler evet! Elham­dülillah ardında nice güzel mana ve mesajlar dolu sayfalar bırakarak… Nice kalem erbabı serpildi senelere… Işıklı masalarda istinsah edilen yazılar­dan kalbe akan manaların akıl ve şuurla harmanlanıp, tecrübe ve deneyimlerden de istifadeyle nakşedildiği nice makale­ler doğdu sayfalarda ve bizlerde… Hakkı teslim ve dua vaktidir. Bu sof­rada bulunan herkese… Yazandan oku­yana, grafikerinden dağıtımcısına, tas­­hih edeninden ikaz edenine, evine götü­reninden hediye edenine ama herkese se­lam olsun. Allah hepinizden razı olsun. Evet, Allah hepinizden razı olsun. Had­di zatında asıl maksat ve gaye de bu de­ğil mi? Bu zamana kadar da bundan son­ra da! Allah’ın izniyle daha nice 10 yıllara! Kalın sağlıcakla.

Metin UÇAR 01 Aralık