111.Sayı:"Yalan Bütün Kötülüklerin Esasıdır"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiYalan Bütün Kötülüklerin Esasıdır
İnsan

Kizb yani yalan ve yalancılık, gerçeğe uygun olmayan sözün aldatmak maksadıyla söylenmesidir. Zıddı ise sıdk yani doğruluktur. Kuran-ı Kerim’de Allah Teâlâ, “Yalan sözden sakınınız!” (Hac, 22/30) buyurmaktadır. İslamiyet’te yalan ve yalancılık kö­tü huyların ve günahların en bü­yük­lerinden kabul edilir. Münafık ve kâ­firlerin ortak özelliği de yalancılıktır. Yalan, dilin en büyük afetlerindendir. İnsanı yüz üstü cehenneme sürükleyen dilinden başka bir şey değildir. “Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Ya­lancılık yoldan çıkmaya (fucûr) sü­rükler. Fucûr da cehenneme gö­tü­rür. Kişi yalancılığı meslek edi­nince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır”.(1) Kizbin zıddı sıdk yani doğ­ruluktur. Kizbin dindeki dehşetli yerini gösterecek olan bir husus, onun zıd­dı olan sıdkın dindeki ehem­­miyetidir. “Sözün öze ve ken­disinden haber verilen şeye muta­bakatı” diye tarif edilen sıdk, ıstılahî olarak kişinin inancında, amelinde, niyetinde, söz, fiil ve davranışlarında samimi ve dürüst ol­masına, hile ve aldatma bulunmamasına de­nir. Aynı zamanda kişinin davranışlarında şaibe, inancında şüphe, amellerinde kusur ve eksiklik olmaması şeklinde de tanım­lan­mıştır. Sıdk kavramı Kur’an’da; kizb (yalan) (12/26-27) ve nifak (ikiyüzlülük) (9/43) kavram­larıyla zıd; iman ve sâlih ameller (5/119), doğruluk (6/115), hak, gerçek (51/5), kav­ramlarıyla eş anlamda kullanılmıştır.(2) Münafıklar hakkında Bakara Suresi 10’da geçen şu ayet-i kerime, yalanın dehşetini ve şiddetli çirkinliğini göstermektedir. “Ve (imanları hakkında) yalan söylemekte ol­duk­larından dolayı, onlar için (pek) elemli bir azap vardır.” Burada münafıkların pek çok cinayetleri içerisinde, pek elemli bir azaba düşmelerinin sebebi yalan söyleme­leri olarak beyan edilmiştir.  Bediüzzaman Hazretleri bu ayetin tefsirinde yalanı şu şekilde tarif etmektedir: “Kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifakın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i İlâhiyeye bir if­tiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden, kizbdir. Âlem-i İslam’ı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Mü­seylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir.”(3) Şimdi her biri birer büyük hakikati ifade eden bu kavramları biraz açacağız. Yalan küfrün esasıdır Sıdk yani doğruluk imanın omurgası ol­duğu gibi, yalan da küfrün temel esasıdır.  Kur’ân-ı Kerim’de de “Yalanı, ancak Al­lah’ın ayetlerine iman etmeyenler iftira eder. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir.” buyrularak inanmayanlar yalancı olarak va­sıflandırılmıştır. (Nahl, 105) Fahreddin-i Râ­­­zi şöyle ifade eder; “İmanın bir tasdikten iba­ret olması sıdktaki faziletin yüceliğini gös­terdiği gibi, küfrün bir tekzipten yani ya­lanlamadan ibaret olması, kizbin dehşetli kötülüğünü anlatmaya yeterlidir.”(4) Üstad Bediüzzamanın ifadesiyle; “küfür, bü­tün çeşitleriyle kizbdir, yalancılıktır; îman sıdktır, doğruluktur.”(5) Efendimiz (asm), iman ile yalanın bir arada bulunamayacağını açık bir şekilde şöyle ifa­de etmiştir. Safvan İbni Süleym (ra) anlatı­yor: “Ey Allah’ın Resulü! Mümin korkak olur mu?” dedik. ‘Evet’ buyurdular. ‘Peki, cim­ri olur mu?’ dedik, yine ‘evet’ buyurdular. Biz yine ‘peki, yalancı olur mu?’ diye sorduk. Bu defa: ‘Hayır’ buyurdular.”(6) Görüldüğü gibi Efendimiz (asm), mümin hakkında “yalan” ve “ihanet” karşısında şiddetle tep­ki göstermiş, asla kabul etmemiştir. Ve “Bir müminde her haslet bulunabilir. An­cak hı­yanet ve yalan bulunamaz.”(7) buyur­muştur. Nitekim Asr-ı Saadette küfrün simgesi ha­line gelen Müseyleme-i Kezzab’ın en bü­yük nişanı yalan olduğu gibi, imanın zir­vesi olan Efendimiz (asm)’ın en büyük ün­vanı da doğruluk olmuştur. Bu iki simge şahsiyet, doğruluk ile yalanın arasını doğu ile batı kadar birbirinden uzak olduğunu hayatlarıyla ilan etmişlerdi. Yalan, münafıklığın birinci alametidir Dil ile iman ettiğini söylediği halde, kalbi söylediğini tasdik etmeyen ve inanmayan kimseye “münafık” denir. Münafık, sözü özüne uymayan, olduğundan farklı görü­nen, asla mümin olmayan gizli kâfirdir. “İn­sanlardan öyleleri de vardır ki, kendileri ina­nan kimseler olmadıkları hâlde, ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler.”(Bakara, 8) Efendimiz (asm) konuyla ilgili “Yalan, nifak kapılarından bir kapıdır” buyurmuştur.(8) Abdullah İbni Amr İbni’l-Âs (ra)’dan rivayet edildiğine göre Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Dört huy vardır ki bunlar kimde bulunur­sa o kişi tam münafık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terk edince­ye kadar o kişide münafıklıktan bir sıfat bulunmuş olur: - Kendisine bir şey emanet edildiği zaman ona ihanet eder. - Konuştuğunda yalan söyler. - Söz verince sözünden döner. - Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar.”(9) Yalan Allah’ın kudretine iftiradır Yalan konuşmak, Allah’ın kudretine bir çeşit iftirayı kendi içinde barındırır. Çünkü ya­lan söyleyen bir kişi, Allah’ın, kudreti ile varlık sahasına çıkarmadığı bir şeyin var olduğu­nu veya gerçekleştiğini söyleyerek, kudrete karşı bir iftirada bulunmuş oluyor. Mesela, cennet ve cehennemi yaratmak Al­­lah’ın kudretine bir zerre kadar kolay iken, kâfirler küfrü ile “yaratmaz veya ya­ra­tamaz” dedikleri için, hakikati hali ya­lanlamış oluyorlar.  Allah Teâlâ’nın hak bir peygamber gönderdiğini ve hak bir kitap indirdiğini yalanlayarak Allah’ın kudretine iftira etmişlerdir. Bu ise yalanın en büyüğü, en çirkinidir. Yalan Rabbani hikmetlere zıttır Büyük bir âlem olan şu kâinatın tedbir ve idaresinde Cenab-ı Hakkın adetullah tabir edilen kanunları vardır. Aynı şekilde, küçük bir âlem olan insanın manevi hayatında dahi şeriat-ı Ahmediye tabir edilen kanun­ları vardır. Fıtrat kanunları olarak tabir edilen adetullah kanunlarında asla bir eğ­rilik, bir çatlak, bir noksanlık ve abesiyet yoktur. Yaratılan her şeyde faydaların ve güzelliklerin gözetilmesi, nihayetsiz bir hik­metin işlediğini gösterir. Adetullah kanunlarında bir eğrilik, noksan­lık olmadığı gibi, şeriat-ı Ahmediye tabir edi­len Efendimiz (asm)’ın getirdiği kanun­lar dahi bize hep iyiliği ve doğruluğu tavsiye etmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiler sev­gi, saygı ve güvene dayanır. Doğruluk ve doğru söylemek toplumu kaynaştırırken, yalan ve yalancılık ise insanlar arasındaki saygı ve güveni, dostluk ve arkadaşlığı or­tadan kaldırır. Hakların kaybolmasına, ada­letin yerini zulmün almasına sebep olur. Haklının yerine haksız geçer. Maslahatlar, hikmetler zayi olur. Yalan sebebiyle birçok ocaklar söner, servetler mahvolup gider. İnsanlar arasındaki karşılıklı güven, sevgi ve saygı duyguları yerlerini kuşku, kin ve düşmanlığa bırakır. Yalan güzel ahlakı tahrip eder İslamiyet’in çirkin gördüğü ve asla kabul etmediği yalan sıfatı, güzel ahlakı tahrip eden çirkin bir haslettir. Yalan bütün gü­zellikleri ve iyilikleri eritip yutan kara bir delik gibidir. Nasıl ki doğruluk, iyiliklerin kaynağı ve cennet yolunun vesilesi ise, ya­lan da kötülüklerin kaynağı ve cehennem yolunun vesilesidir. Âlimler, yalanın bir mümine yakıştırıl­ma­ya­cak kadar aşağı, rezil olan çirkinliğini, onun bütün kötülükleri peşinden getirmesiyle izah eder ve “yalanın terkiyle fevahiş (açık kötülükler) de terk edilir” derler. Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu şöyle ifade eder: “Ahlak-ı âliye ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlakı daima yaşat­tıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.”(10) İslam âlemini zehirleyen yalandır İslam âlemini parçalayan en temel prob­lemlerden birisi de Müslümanların, Allah’a ve Resulüne sadakatlerini kaybetmeleridir. Doğruluğun kaybolmasıyla, Müslümanlar arasındaki emniyetin ve birlikteliğin bo­zul­masıdır. Doğruluk, bütün İslami değer­lerin üzerine oturduğu ana zemin, güç aldığı ana eksen durumundadır. Teşbih caiz­se bir binanın temeli, bir makinenin mo­toru hükmündedir. Sıdk, İslam dininin, insanlığın ve toplum hayatının olmazsa olmazıdır.  “Âlem-i İslam’ın nizamı, sıdktır” diyen Be­diüzzaman Hazretlerine göre doğruluk, Al­lah’ın rızasını kazanmak ve uhrevî saade­timiz için olduğu gibi dünyamızın kur­tu­luşu, İslam dünyasının sahil-i selamete çıkabilmesi için de en gerekli ve zaruri bir değerdir. Bu konuyla alakalı kendisine so­rulan sorulara şöyle cevap verir: “Sual: Her şeyden önce bize lazım olan nedir?   Cevap: Doğruluk! Sual: Daha?  Cevap: Yalan söylememek! Sual: Sonra?  Cevap: Sıdk, ihlas sadakat, sebat, tesanüt. Sual: Yalnız (Sıdk mı?)   Cevap: Evet! Sual: Neden?    Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır, imanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil mi­dir ki, hayatımızın bekası iman ve sıdkın ve tesanütün devamıyladır?”(11) Yine meşhur Hutbe-i Şamiye’sinde Müslü­manların geri kalmasındaki altı büyük has­talıktan birisini sıdkın, doğruluğun toplum hayatında ölmesi olarak teşhis eder. Deva olarak da şunları söyler: “Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıta­sıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öy­leyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıd­kı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.”(12) Sosyal hayatı fesada veren yalandır İslam; insanların birbirlerine karşı sevgi ve güven duyguları beslediği, yardımlaşan, da­yanışan bir toplum düzeni kurmak ister. Bu toplum düzeninin temeli de doğruluk ve dürüstlüktür. Doğruluk ve dürüstlük ada­letin tesisine, maslahatların da teminine vesiledir. Yalan, hile ve aldatma ise toplum düzenini parçalayan bir dinamittir. Yalan, hakların kaybolmasına, adaletin yerini zul­­mün almasına sebep olduğundan, İs­lam’ın nazarında büyük günahların en bü­yüklerindendir. Sıdk, gerek ferdî ve gerekse içtimaî hayatın huzur ve selameti, maddi ve manevî te­rak­kileri için mühim bir esastır. Medeni hayatın pek çok müesseseleri hayatiyetini “sadakatten” ve bunun neticesi olan güven ortamından alır. Bu sebepten olacak ki Hz. Peygamber (asm), en büyük günahları bile mümin için mümkün görürken, toplum hayatını zehirleyen yalan ve hıyanete şid­detle tepki göstermiş, bunların imanla bağ­daşmayacağını belirtmiştir. Yalan insanı kemalattan geri bırakır Yalan, insanı her türlü kemalattan geri bı­rakır. İnsanı kemalata götüren yol sıdk ol­duğu gibi, kemalattan geri bırakan da kizbdir. İbnu Abbas’tan gelen rivayete göre, Efendimiz (asm)’a “kemâl”den sorulunca, “Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmak” diye cevap verir.(13)  Yine Efendimiz (asm) konuyla ilgili şöyle buyurur: “Kişi, yalan söyleyince kalbinde siyah bir leke peyda olur. Yalana niyete ve yalan söylemeye devam ettikçe büyüyen bu leke, gün gelir kalbi tamamen kaplar ve simsiyah eder. Böylece kul, Allah nezdinde yalancılar arasına yazılır!”(14) Efendimiz (asm)’ı sahip olduğu yüce ma­kama çıkaran, davasını insanlara benim­seten vasıta, öncelikle onun sıdkıdır. Be­diüzzaman Hazretleri bu konuyu Peygam­ber Efendimizin hayatından bahsettiği ri­salesinde şöyle ifade eder: “Bu zatın tam 40 yaşının başında iken yap­tı­ğı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celp ve cezp ettiren o Zâtın (asm), evvel ve âhir (yani peygamberlik ön­cesi ve sonrası) herkesçe malum olan, sıdk ve emaneti idi. Demek o Zatın (asm) sıdk ve emaneti, nübüvvet davasına en büyük bir delil olmuştur.”(15) Sahabe efendilerimizden olan Ka’b Bin Mâ­­lik şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ Hazretleri­nin beni mazhar kıldığı İslam hidayetinden sonra, bana en büyük lütfu sıdkımdır, ya­lan söylememiş olmamdır. Şayet sıdktan ayrılsaydım helak olurdum. Nitekim yalan söyleyenler hep helak oldular.”(16) İnsanı yücelten doğruluk, alçaltan ise yalandır Hz. Peygamber Aleyhissalatu Vesselam’ı ilk doğrulayan Hazret-i Ebu Bekir (ra)’ın vasfı sıddıktır. Ve Resulullah (asm)’ın en zayıf bir zamanında verdiği destekle İslam’ın tesisi­ne katkısı diğer Sahabe Efendilerimizden da­ha fazladır. Bu sebeple de alimler, Resulullah (asm)’dan sonra ümmetin en faziletlisi Hz. Ebubekir (ra) olduğuna ittifak etmişlerdir. Asr-ı Saadette yalan bütün çirkinliğiyle, doğruluk bütün güzelliği ile ortaya çıkmış ve tesiri maddeten hissedilmişti. Yalan ile doğruluğun aralarındaki mesafe, yer ile gök arası, doğu ile batı gibi birbirinden ayrılmıştı. Yalanın insanı ne kadar al­çalt­tı­ğı Müseyleme-i Kezzab’da görülmüş, doğ­ru­lu­ğun insanı ne kadar yüksek mer­te­be­lere çıkardığı Muhammedü’l-Emin (asm)’da şa­hit olunmuştu. Böylece hakka âşık ve sıdka müştak olan Sahabe Efendilerimiz, ya­landan öldürücü bir zehir gibi kaçarak doğ­rulukla hayatlarını geçirmişler, insanlığa rehber ve muallim olmuşlardı. Sonuç Yalan bütün kötülüklerin başı olduğu gibi, doğruluk dahi bütün güzelliklerin esasıdır. İman, altı erkânıyla birlikte, bir tasdikten yani doğrulamaktan ibarettir. Küfür ise, bütün bu esasları yalanlamaktır. Hülasa, yalanın sayılan bütün bu kötülüklerinden kurtuluş yolu, sıdktır / doğruluktur.  Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin sıdka dair şu veciz ifadeleriyle konumuzu tamamlıyoruz. “İslamiyet’in esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemâlata îsal edici, sıdktır. Ahlak-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri, sıdktır. Âlem-i İslam’ın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri, Ka’be-i kemâlata îsal eden (ulaştıran), sıdktır. Ashab-ı Kirâmı bütün insanlara tefevvuk ettiren (üstün kılan), sıdktır. Muhammed-i Hâşi­mî Aley­hissalatu Vesselam’ı merâtib-i beşe­rîye­nin en yükseğine çıkaran, sıdktır.”(17) Kaynaklar: 1) Buhâri, Müslim, Tirmizi2) Dini kavramlar sözlüğü – sıdk3) İşârâtü’l-İ’câz, 85 (Osmanlıca Nüsha) 4) Râzi, Tefsir, 26 – 2805) Mektubat-2, 143 (Osmanlıca Nüsha)6) Muvatta Kelâm 19, (2, 990)7) İbni Ebi Şeybe8) Râmûz el-Ehâdis, no: 14439) Buhari, Müslim, Tirmizi 10) İşaratül icaz 15711) Mektubat-2, 14312) Mehtubat-2, 18313) İhya 4, 69414) Muvatta, Kelam, 1815) İşârâtü’l-İ’câz, 157 (Osmanlıca Nüsha)16) Teysirü’l-Vüsûl-1, 167-16817) İşârâtü’l-İ’câz, 86 (Osmanlıca Nüsha)

Muhammed BOSTAN 01 Şubat
Konu resmiGecenin Nimeti: Teheccüd Namazı
İbadet

İctimai hayattan ticarete, çocuk yetiştirmekten aile hayatına, ibadetten eğitime kadar her ânımızda kendimize örnek almamız gereken Peygamber Efendimiz (asm)’in hayatı, ibadetin ve kulluğun binler misalleriyle lebâleb doludur. Yerine getirilmesi gereken farz ibadetleri yaparak Müslümanlara model olan Peygamber Efendimiz (asm), kulun Allah’a yakınlığını artıran ve cennetteki mertebesini yükselten nafile ibadetleri de hayatı boyunca yerine getirmiştir. İşte bunlardan birisi de teheccüd namazıdır.  Teheccüd, lügatte gece uyumak ma­nasında olmakla beraber, ıstılahta ise -bu manaya zıt olarak- gece uyanıp namaz kılmak veya gece namazı manasında kullanılan dini bir tabirdir. Yatsı namazında sonra daha uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra kılınacak nafi­le namaza “salat-ı leyl” denir ki sevabı pek çoktur. Bir miktar uyuduktan sonra kalkıp kılınırsa, bu namaz biraz daha hususiyet kazanarak “teheccüd” adını alır. Her iki re­kâtta bir selam verilmesi daha efdal olan teheccüd namazı, iki rekâttan sekiz rekâta kadar kılınabilir. Allah (cc), geceleyin kalkıp teheccüd namazı kılanlar hakkında Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “(Teheccüd namazı kılmak için) yanları yataklardan uzaklaşır; korkarak ve umarak Rablerine dua ederler ve kendileri­ne rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) sarf ederler. Artık, yapmakta olduklarına bir karşılık olarak onlar için göz aydınlığı ola­cak olan (nimetler)den nelerin saklandığını kimse bilmez. (Secde, 16-17) Allah Teâlâ Habib-i Ekrem’ine (asm) daha fazla lütufta bulunmak için, “Gecenin bir kıs­mında da sadece sana mahsus bir nafile olmak üzere uykudan kalk, Kur’ân ile te­heccüd namazı kıl. Yakındır ki Rabbin seni bir makam-ı mahmuda eriştire.” (İsra, 17/79) buyurarak gece namazını ona farz kılmıştır. “Sabah namazından önce kılınan iki rekât nafile namaz dünyanın tamamından daha hayırlıdır.” (Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 96) bu­yururdu Efendimiz (asm). Gözümün nu­ru di­ye tav­sif ettiği namazı, geceleri daha bir iştiyak ve arzu ile kılardı. Ayakları şişecek kadar kendinden geçerek kıldığı teheccüd namazına olan iştihasını şöyle dile getirmiş­ti: “Allah, her peygamberde belirli bir şeye karşı aşırı bir istek yaratmıştır. Benim en çok hoşlandığım şey de gece ibadetidir.” (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, II, 271) Allah’a yaklaştıran en mühim ibadet olması hasebiyle “Peygamber Efendimiz (asm) ge­ce namazını hiç terk etmezdi. Öyle ki has­talanacak veya ağırlık hissedecek olsa otu­rarak kılardı.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 18) Ve ümmetinin de bu nimetten nasiplenmeleri­ni arzu ederdi. Öncelikle yakın akrabasından tebliğe başlayan Efendimiz, bir gece Hz. Ali ile Hz. Fâtıma Radıyallâhu Anhümânın ka­pısını çalmış ve onlara: “Namaz kılmayacak mısınız?” (Buhârî, Te­hec­cüd, 5) buyurarak geceyi boş geçirme­melerini istemişti. “Gece namazına, teheccüde devam edi­niz. Çünkü bu, sizden evvelki sâlih zatlar­ın âde­ti­dir. Allah’a manen takarrübe (ko­run­ma­ya) bir vesile­dir, günahlardan men’ ve sı­yanete bir vasıta­dır. Bir takım seyyi­eler için bir keffaret­tir. Bedenen hastalıkları uzaklaştırmaya da bir vesiledir.” (Tirmizî, De’avât, 101) bu­yu­rarak Sahabe Efendilerimizi, ima ile de ümmetini bu ibadeti yapmaya teşvik etmiştir. Peygamber Efendimiz (asm), Sahih-i Müs­lim’de Ebû Hureyre (ra)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte teheccüd namazının en faziletli vaktini şöyle belirtmiştir: “Farz na­mazdan sonra en faziletli namaz gece na­mazıdır. Geceyi iki kısma bölersen, son kısmı namaz için en faziletli vakittir. Eğer geceyi üçe bölersen, ortası en faziletli va­kittir.” (Tecrid-i Sarih Terc. IV, 16) Aile içinde kadın ve erkeğin Allah’a ibadet ve sâlih ameller işleme hususunda birbirleri­ne destek olmalarının önemine dikkat çeken Efendimiz (asm), bilhassa gece namazına kalkmada bu yardımlaşmanın daha da önem­li neticeler hâsıl edeceğini şöyle ifade et­miştir: “Geceleyin kalkıp namaz kılan, ha­nımını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah rahmet etsin. Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran ka­dına da Allah rahmet etsin.” (Ebû Dâvud, Tatavvu, 18, Vitir, 13) Nafile namazların, kıyamet gününün deh­şetli ânında hesap verirken zor durumda ka­lan sâhibinin imdadına yetişeceğini de yine Resûlullah (asm), “Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli onun namazıdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün olmazsa, kay­­beder ve zararlı çıkar. Şayet farzlarından bir şey noksan çıkarsa, Aziz ve Celil olan Rabbi: ‘Kulumun nafile namazları var mı, ba­kınız?’ Farzların eksiği nafilelerle ta­mam­­lanır. Sonra diğer amellerinden de bu şe­kil­de hesaba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188) buyurmuştur. Gece vaktinin insana hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı hatırlattığını Üstad Be­diüzzaman Hazretleri Sözler eserinde şöyle ifade eder: “Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir. İkaz eder ve bütün bu inkılâbât içinde Cenab-ı Mün’im-i Hakîkî’nin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile ne derece hamd-ü senâya müstehak olduğunu ilan eder.” İşte kulun her zaman Allah’ın rahmetine mazhar olduğunu gösteren bu müjdelerden sonuç olarak denilebilir ki; hesap gününde farz ibadetlerimizin noksaniyetini ikmal ede­­cek ve kabir gecesinde ve berzah ka­ran­lığında bize nur olacak ibadetlerin ba­şında nafile ibadetlerden olan “teheccüd namazı” gelmektedir. Rabbim bizlere namazı hakkıyla eda ede­bil­meyi nasip eylesin. Rabbim bizlere ge­cenin bu nimetinden nimetlenebilmeyi nasip ey­lesin. ÂMİN.

Hüsrev ÖZBAŞ 01 Şubat
Konu resmiBen Kendimi Beğenmiyorum
İnsan

“Ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.”              Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri Ben Kendimi Beğenmiyorum Bedîüzzaman Haz­ret­­leri, Mek­tû­­bât isimli eserinde ken­­­di­­­­­si­­ni ziyare­te ge­len­lerden bah­sederken; ba­zı­­­ları­­nın şahsını mübarek ve ma­­kam sahibi görerek zi­ya­­­­ret etmek istediklerini söy­­le­­mektedir. Bu düşün­ceyle şahsını ziyaret etmek is­­te­­yen­lere kapısının kapalı ol­du­­­ğunu ifade eder ve her­ke­se ders olacak şu sözleri söyler: “Ben kendimi beğenmiyo­rum; beni beğenenleri de be­­ğen­miyorum. Cenâb-ı Hak­k’a çok şükür, beni ken­di­­me beğendirmemiş.” Üstâd Hazretleri, kişinin kendini ve nefsini beğenme­mesi gerektiğini anlatırken, aynı zamanda kendini be­ğen­dirmenin de yanlış oldu­ğunu öğretiyor bizlere. Beğenilerin, alkışların ve tabir-i caizse poh­pohlamaların revaçta olduğu bir asırda ya­şı­yoruz. Enaniyetin bu kadar okşandığı bir zamanda, Bedîüzzaman Hazretlerinin ma­nevî ve ilmî şahsiyeti de göz önünde bulun­durulduğunda, etrafından alacağı övgü ve insanların ilgisini düşünelim. Bedîüzzaman Hazretleri, yukarıdaki sözleriyle ve bu söz­leriyle bire bir örtüşen uygulamalarıyla, bu övgü ve ilgi tuzağını baştan engelliyor. Dikkatleri tamamen Kur’an ve iman hiz­metine ve Risâle-i Nûr’a odaklandırıyor. Ken­disini bu hizmetin bir hadimi, bir dellâlı ve bir tercümanı olarak gösteriyor. Somuncu Baba Hazretlerinin şöhrete ka­vuş­tukça şehir değiştirmesi, Üftâde Hazret­lerinin ‘bu kapı yokluk kapısıdır’ de­mesi, Aziz Mahmûd Hüdai Hazretlerinin kadılı­ğı bırakıp Bursa sokaklarında ciğer satması ve Tapduk Emre’nin Yunus Emre’ye ‘ben bilmem’ zikrini vazife vermesi, hep aynı anlayışın farklı asırlardaki uygulanış biçim­leridir. Onlar, kendilerini beğenmemişler, yaptık­ları hayırlı amelleri yeterli görmemişler ve maddî-manevî ilimleriyle kibre kapıl­ma­mışlar. Yine aynı şekilde İmam-ı A’zam Hazretleri, ilminin yüksekliğinden değil, bil­­mediklerinin çokluğundan bahsetmiştir. Elbette ki bu anlatılanlar, insanları hakir görmek ve aşağılamak için değildir. Tam tersine a’lâ-yı illiyyine çıkmanın yol harita­sıdır. İlim ve maneviyat arttıkça, tevazuun artması gerekmektedir. İnsanların beğenileri değil, Allah’ın rızası talep edilmelidir. Alkış beklentisi içinde olunmaması lâzımdır. Ta ki insan, yaptığı salih amellerin kendisine Allah’ın bir lütfu olduğu şuuruna erinceye kadar. Yoksa binlerce batman salih amel, bir çırpıda yok olup gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlike, ahir zamanda yaşayan bizlerin çok daha yakınından geçiyor. En Zayıf Damar: Enaniyet (Benlik) “Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enaniyetten isti­fade edip, kardeşlerimi benden çekmek is­tiyorlar. Hakikaten insanda en tehlikeli da­­mar, enaniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yap­tırabilirler. (29. Mektûb, Mektûbât-2)” Kendini beğenenlere ya da başkaları yü­zün­den kendini beğenme tuzağına düşenlere, Mektûbât’da ciddî bir ihtar var. Ehl-i dalâ­let, en zayıf damar olan enaniyetten istifade etmek için fırsat kolluyor. Ehl-i iman, ilim ve takva sahibi de olsa, bu tehlikeli yollara girerek, sırat-ı müstakimden çıkabilir. Bu sebeple enaniyetin tehlikeli yollarına hiç girmemek gerekiyor. Enaniyeti okşanarak bu tuzağa düşenler, tu­zağa düşürenlerin oyuncağı hâline gelebilir­ler. Ve normalde tasvip etmeyecekleri yanlış işler yapabilirler. Bazen de girdikleri yanlış yolda nefislerini temize çıkarmak için daha fazla yanlışlara düşebilirler. O sebeple bizi övgü ve alkışla kandırıp, tasvip etmediğimiz şeyleri yaptırmaya çalışanlara karşı çok dik­katli olmak zorundayız. Enaniyet ve yaptığı ameli beğenme tuzağı, bir bataklık gibidir. Kişi, amelini beğenme­ye ve nefsini üstün görmeye alışırsa, bunu devam ettirmek isteyecektir. Bu durum da hem yapılan salih amellerin boşa çıkmasına, hem de kişinin kendinde olmayan manevî makamlara ulaştığını zannetmesine sebep olabilir. Yaptığımız her hayırlı işin ve salih amelin, bize Allah’ın birer nasibi olduğu ama iş­le­diğimiz her günahın ve hatanın bir nu­maralı faili olduğumuz şuurundan uzak­laşmamalıyız. Bu şuurda olabilirsek, de­vamlı hayırlı ve salih amel işlemek için ve Allah’ın bu amelleri nasib etmesi için gayret ederiz. Ve bu salih amelleri yeterli görmeyiz. İşlediğimiz her günahı ve hatayı nefsimizden bilir, devamlı tövbe istiğfar makamında oluruz. Günahlarımızın ve hatalarımızın üs­tünü örtmeye çalışmayız.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiÜçüncü Bir Yol Yok!
İnsan

Yol ikidir; ya Sıdk ya da Sükût diyor­du Bediüzzaman! Üçüncü bir yol yok. Çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Çünkü İslamiyet’in esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalâta îsal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâm'ın nizamı, sıdktır. Nev'-i beşeri Kâbe-i kemalâta îsal eden, sıdktır. Ashab-ı Kiram'ı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî (Aleyhissalâtü Vesse­lâmı) meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır. (İşaratü’l-İcaz) *** Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate ya­pıştıran ve o ahlâk-ı aliyeyi daima yaşatan, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalksa araya kizb girse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o âdem da insanlara oyuncak olur. *** İnsanı insan yapan sıdk/doğruluk ve insan­lıktan çıkarıp alçaltan kizb/yalan olduğu aşikâr iken, bugünümüze bakıp üçüncü şıkkı eleyip hatta sükûtu da kenara alıp yönümüzü sadece kemalatın Kâbe’si olan doğruluğa çevirmemiz elzem değil de nedir? *** İnsanlığa iki saadet yurdunun kapısını açan Hatemü’l-Enbiya (sav) yola çıktığında hey­besinde sadece SIDK vardı. Onun sadece yüzüne bakıp “Bu yüzde yalan olmaz!” di­yerek Allah’a iman edenler vardı. Ey Ümmet-i Merhume! Peki, bize sıdktan ne var? Ya da sıdktan bizde ne var? Sözü sahibine bırakıp çıkalım biz aradan… Sadıklardan eylesin bizi Yaradan! *** Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bil­dim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide is­tikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî ci­hette kurûn-u vustâda (orta çağlarda) dur­duran ve tevkîf eden altı tane hastalıktır: O hastalıklar da bunlardır: Birincisi: Ye'sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyâsi­yede ölmesi. Üçüncüsü: Adavete muhabbet. Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî râbıtaları bilmemek. Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi in­tişar eden istibdat. Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti has­­ret­mek. (Hutbe-i Şamiye)

Metin UÇAR 01 Şubat
Konu resmiDoğruluk Hakkında Ayet ve Hadisler
İtikad

Ayet-i Kerimeler “Ey İman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla (doğrularla) beraber olun!”(Tevbe Suresi, 119) Onlar ki, yalan yere şahitlik etmezler;  boş sözlerle karşılaştıkları zaman, yüz çevirip vakarla geçerler.” (Furkan Suresi, 72) “Artık o pis putlardan kaçının ve yalan sözden kaçının.”(Hac Suresi, 30) “(Münafıkların) kalplerinde bir hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırmıştır.Yalan söylediklerinden dolayı onlar için elemli bir azap vardır.”(Bakara suresi, 10) Hadis-i Şerifler “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vaad ettiği zaman, vaadini yerine getirmez, kendisine güvenildiği zaman ihanet eder.” (Buhari, Müslim, Tirmizi) Safvan b. Suleym (ra)’dan rivayet edilmiştir: Resûlüllah (sav)’e “Mümin korkak olur mu?” diye soruldu. O da “Evet, (olur)” dedi. “Mümin cimri olur mu?” diye soruldu. Yine “Evet, (olur)” dedi.“Mümin yalancı olur mu?” diye sordular.Peygamber (sav): “Hayır!” (Mümin yalancı olmaz) dedi. (Beyhaki, Malik) “Seni tasdik eden bir (din) kardeşine, bir sözü anlatırken senin yalancı olman,büyük bir hıyanet olur.” (Ahmed, Ebu Davud) “Benim namıma yalan söylemek, herhangi biri namına yalan söylemek gibi değildir.Kim kasden benim namıma yalan söylerse, ateşte oturacağı yeri hazırlasın.”(Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud)  “Kim rüyasında görmediği bir şeyi, gördüm diyerek yalan söylerse, ahirette ona iki arpa tanesini düğümlemesi emredilir. Hâlbuki onları hiç düğümleyemiyecektir. (Düğümleyemediği müddetçe de o cehennemde kalacaktır.)”(Buhari, Tirmizi, Ebu Davud) “Doğru, güvenilir tacir (mahşer gününde) peygamberler,sıddıklar ve şehidlerle beraberdir.” (Tirmizi) Peygamberimiz (sav), “Muhakkak ki, tüccarlar facirlerdir (günahkârlardır).” dedi.“Ya Resûlallah! Allah alış-verişi helal kılmadı mı?” dediler. O da “Evet (helal kıldı).Fakat onlar yemin eder günaha girerler, konuşur yalan söylerler.” dedi. (Ahmed, Hâkim) “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim)

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiBirinci Söz (2)
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِيَن Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı 8- Bismillah’taki B harfinin, devamlılığı ve malikiyeti ifade eden gizli bir manası daha vardır. Önceki sayıdaki, kâtip ve kalem misalinde bu iki incelik yoktur. Şimdi mü­cerret ve soyut olan şeylerin intisabını te­fekkür ede­rek o deruni (gizli) manayı anlamaya çalı­şalım. 9- Önceki sayıdaki, ayine misalinde denildiği gi­bi; elindeki ayineyi güneşe tutsan, güneşin mücerret (soyut) olan ziyası, ayinenin içine girer ve tecelli eder. Sonra aks ederek göze görünür. Ayine içindeki misalî güneşin vü­cudu ve bekası, her an semadaki güneşin ziyasının tecelli ve cilvesinin kesintisiz ola­rak gelmesine bağlıdır. Eğer ziyasının te­cellisi bir an-ı seyyale kesilse, ayinedeki mi­salî güneş yok olur devam etmez. Bu ke­sintisiz görüntü, ziyanın tecerrüt (ziyanın soyut olma) sırrından gelir. 10- Şimdi intisaptaki hakiki malikiyeti anla­maya çalışalım. Müşahhas olan mahiyetler bir şeye hakiki malik olamazlar. Ancak sa­hip ve emanetçidirler. Önceki sayıdaki, kâtip mi­salinde de anlaşıldığı gibi, kâtip kaleme hakiki malik değildir. Ancak sahip ve ema­netçidir. Kâtibin kaleme hakiki malik ola­bilmesi için o kalemin elektronlarını, atom­larını, ayrı ayrı parçalarını her saniye elinde tutması lazımdır. İşte hakiki malikiyet böy­le olur. 11- Güneş misalinde anlaşıldığı gibi mü­cerret (soyut) olan mahiyetler ise bir şeye hakiki malik olabilirler. Yani güneşin ziya­sı cam parçasının içindeki güneşi bütün zerratıyla beraber her an elinde tutar. Bir an bile ondan irtibatını kesmez. 12- Aynen bu misal gibi, kâinat içindeki bütün mahlûkat ayine içindeki misali gü­neşe benzer. Semadaki güneşin vücudu ise mad­deden mücerret ve mekândan mü­nez­zeh ve kusurdan mukaddes olan daire-i vü­cuba misaldir. Bu tecerrüt (soyut) sırrından dolayı denilebilir ki, 13- Bütün mahlûkat kâinatın haricindeki maddeden mücerret bir Zat-ı Zülcelalin ira­de ve kudretinin tesir ve taallukuyla (alaka kurmak) vücut bulmuştur. Hem te­cer­rüt (soyut) sırrıyla mevcudatın bekası (sürekliliği) dahi her an-ı seyyale onun beka vermesiyle mümkün olur. Eğer o kudretin taalluku kâinattan bir an çekilse kâinat yok olur, ademe düşer. 14- Hem Cenab-ı Hak her an her şeye maliktir. Çünkü o maddeden mücerret olan kudret-i ezeliyesiyle her an; atomların yara­tıldığı hadsiz esir zerratını, atomlardan mü­teşekkil olan hadsiz hüceyratı, hücrelerden teşekkül eden azaları, azalardan bir araya gelen vücutlar ve keza bütün kâinatı bizzat elinde tuttuğu ve malik olduğu için kâinat varlık âlemine çıkmıştır. Hem o kudretin devamıyla kâinat beka bulur. Bu hakikat, Yirminci Mektubun İkinci Makamının Dör­düncü Kelimesinde tam izah edilmiştir. Haz­ret-i Musa’nın (as) bir kıssası bu mesele­yi tenvir eder. 15- Bir gün Hazret-i Musa (as) Cenab-ı Hakka: “Ya Rabbi sende hiç gaflet, uyku hali olur mu?” diye sorar. Cenab-ı Hak bir kaba su doldurmasını ve elinde tutmasını emreder. Yorgunluktan Musa’nın (as) gözü bir an dalar, uyku hali gelir. Elinden su dolu kap düşer ve paramparça olur. Cenab-ı Hak buyurur; “Ey Musa! Eğer bende bir an-ı seyyale gaflet olsaydı kâinat bütün bütün helak olurdu.” Şimdi müminin iman ile Allah’a inti­sa­bından bahsedelim.     16- Allah’a iman ettim diyen bir mümin, bütün kâinatın mevcudatının envaları, ef­rat­ları, azaları, hücre ve zerratının, doğ­ru­dan doğruya Cenab-ı Hakkın irade ve kudretinin tesir ve taallukuna vererek vücut bulduğunu kabul ve tasdik ettiği gibi, ken­di irade-i cüz’iyesinin tercihine istinaden tanzim edilen bütün amellerinin dahi, yine Allah’ın irade ve kudretiyle yaratıldığına şa­hadet ederek iman ve tasdik eder. 17- Böylece hem enfüsi (kendi âlemi) hem de afaki (kâinat âlemi) dairenin yaratılışını ve tanzimini irade ve kudret-i İlahiyenin taallukuna vererek; nefsü’l-emirdeki “yani hakikatte var olan, vehmî olmayan” hakikati tasdik eder. Kâfir ise bu hakikati inkâr ettiği için küfür içinde kalır. 18- Şimdi Cenab-ı Hakkın kendini bizlere nasıl bildirdiğini anlamaya çalışalım. Evet; Rabbimiz bize kendini üç büyük kitap ile tanıtmıştır. Birincisi; Kâinat kitabı, İkincisi; Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan, Üçüncüsü; Peygamberimiz (asm)’dır. Mü­­min­ler bu üç büyük muarrifin (tarif edi­ci) or­­taya koyduğu hadsiz delilleri göstererek “Al­­lah’a iman ettim” der. Bu üç kitaptan ikisi, nak­lî delildir. “Risale-i Nur bu iki kitabın hak­kaniyetlerini ispat ederek naklî delilden aklî ve ilmî delil seviyesine çıkarmıştır.” 19- İnsan cüz’i ihtiyarıyla iman ettim deyip tasdik ettikten sonra Cenab-ı Hak, insanın kalbinin içine iman nurunu ilkâ eder ve yerleştirir. İnsanın kalbini kendi isim ve sıfatlarına bir arş (taht) yapar. İşte bunun için müminin kalbi, ayine-i samettir. İman ettikten sonra müminin kalbi kâinat kadar genişler ve zaman ve mekânın hadsiz derece haricinde olan daire-i vücubla (Allah’la) esma-i İlahiyesi adedince telefon hattı gibi bir alâka kurar. Böylece kalbimiz, her an esma-i İlahiyeden gelen feyze mazhar olur.  20- İman etmekle sonsuz cemal ve kemal sahibi bir sevgiliye kavuşan kalb, o sevgilinin ismini zikir etmekle mutmain olur. Böylece kulun kalbinden Rabb-i Rahimine karşı daima dualar, niyazlar, şükürler, hamdlar gi­der. Rabbinden ise o kulun kalbine feyizler, bereketler, manalar, ilhamlar gelir. İnsanın kalbinde marifetullah kemalatı bununla başlamış olur. 21- İşte Bismillahtaki B; insanın kalbi ile daire-i vücubun arasındaki bu iman ve intisap sırrını da tazammun eder (içine alır). Yani kalbimizin içine tecelli eden bütün kudsî sıfatlarla kalbimiz sıfatlanır. O boya ile boyanır. “Sıbgatullah yani Al­lah’ın boyasıyla boyanmak bu demektir.”  Kalbimizde her an merhamet, şefkat, adalet, cömertlik … sıfatlarını ona bağlı olarak ve yaşayarak hissederiz.

Muammer YANIK 01 Şubat
Konu resmiKendimizi Hesaba Çekmeye "Değer"
İnsan

Muhasebe hasleti “değer”leştirilmeli, bir program dâhilinde terbiye metodu haline getirilmelidir. Özellikle gençlerimizin iç dünyalarından kopuk, kendileriyle hesaplaşmaktan uzak vaziyetleri göz önünde bulundurulduğunda bu yöndeki ihtiyaç daha iyi anlaşılacaktır. Zaman akıyor, durmuyor. Ömür ge­çiyor, sermaye azalıyor. Acaba içe bakışla gönül evine yol açıp, vicdan terazisini kurabiliyor muyuz? Hatalarımızın, kusurlarımızın giderilmesi için geçmişi teftiş ve muhakemeyi; gele­ceğe hazırlık mahiyetindeki fayda ve zararı ayırt etmeyi netice veren muhasebeyi ya­pabiliyor muyuz? Önümüzdeki fırsatların kaçmaması için nefsimizle hesaplaşabiliyor muyuz? Kendini beğenmiş, vazifesini ve faniliğini unutmuş, benlik davasıyla övgüye meftun olmuş, başıboş nefsimizi ince bir hesaba çekebiliyor muyuz? Asli rotaya yöneltebiliyor muyuz hayat ge­mimizi? Aklımızı ve imanımızı nefsimizin başına iki kıymetli muhafız yapıp tefekkür­le bakabiliyor muyuz mevcudata? Ve… İkaz ve ihtar notaları ile hâlimize çekidüzen veriyor muyuz? İşte bu iç hesaplaşmalar gerçekleştiğinde: İşin sonunu düşünerek, tedbir alarak; ne­damet hislerine erkenden set çekerek ön­celikle kendimiz, beraberimizde başkaları için hak ve hakikate yol buluruz. Kendini/nefsini bilen, ukbayı dünyaya değişmeyen, huzur-u daimiye girmiş nice bahtiyarları göreceğiz, inşallah. Bakışlar dışa mıhlandığında, nefis hesabı­na olup muhasebeye fırsat tanımadığı za­man ise eyvah! Hâlimiz pür- melâl! Nefis ve hevasının esiri olmuş, ahireti unutup dün­yaya aldanmış, gaflete dalmış bir dolu insan. Maazallah. Muhasebenin Ön şartı: Nefsin Dört Hâli Bayram özünü bildi Bileni anda buldu Bulan ol kendi oldu Sen seni bil sen seni Der, Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri. Beş defa tekrarladığı “Sen seni bil sen seni”lerden bu sonuncusunda kendini bilen, bulur; bulan ise kendi olur. Olması gerektiği gibi olur. Olgun bir insan olur. Yunus’un meşhur mıs­rası da aynı hakikat pınarından alınmış ve şuur­dan şiire dökülmüştür: “İlim ilim bil­mektir, ilim kendin bilmektir.” “Kişi ken­din bilmek gibi irfan olmaz.” atasözünün kaynağını da uzakta aramaya elbette gerek yoktur. Kendini bilmeyen bir kişi neyin, kimin mu­hasebesini yapacaktır? Kemâlatın ve irfanın mukaddimesi olan özünü, kendini, nefsini bilmek; aynı zamanda hesap kitabının da mukaddimesidir, ilk sözüdür. Peki, içe dönen bir göz nefsiyle alakalı önce­likle neyi bilmeli ve kabul etmelidir? Nefsin kendi sesine kulak verelim: Kendimi severim. Bu sevgimin neticesi olarak hiçbir ayıbı ken­dime yakıştırmam. Hiçbir kusuru ken­dime layık görmem ve kabul etmem. Hep kendimi görür, beğenir ve kendime güve­nirim. Onca hata ve onca günaha karşı bir savunmam elbet vardır. Kendimi unuturum. Her tarafta ölümleri, firakları, zevalleri gö­rürüm fakat bana ne! Onca hizmet ne bü­yük yük, bunca zevk ve lezzetler varken? Kendimi överim. İyilikler benim elimden çıkar. Onların sa­hibi benim. Övgüsü de bana aittir. Her güzel ve mükemmel şeyle de ayrıca organik bağım vardır. Çünkü onlar beni yansıtır. Kendimi bilirim. Ben kendimle varım ve devamlı kendi gü­cümle ayaktayım. Hiçbir şeye ve kimseye bağlı hareket edemem. Serbestim, kimse beni terbiye edemez. Evet… “Kendi”, “öz” manalarını da yükle­nen “nefis”in, emmare makamında içinin dolduruluşudur bu itiraflar. Her Hesaplaşma Bir Hayra Çıkar Nefsi bu dört vasfıyla tanımak “biliş”tir. Kabulleniştir. Ucunda bir “buluş” olan he­saplaşmanın ilk adımıdır. İlk hesabî farkındalıktır. Şimdi nefsin hallerine göre hayır çekimleri yapalım: Evvela, mabuda layık tarzda kendini seven ve tenzih eden nefisle yaptığı hesaplaşma; insanı hata ve kusurlarının affına götü­re­cektir. Geçmişin muhasebesinden büyük kâr elde ettirecektir. İşte, hata ve günahların bataklığından kur­tulmanın çaresi. Sonra… Kendini unutan, hazza müptela vazife kaç­kını istirahat düşkünü olan nefisle yaptığı hesaplaşma; insana mevti hatırlatacak, kul­luk vazifesine koşturacaktır. İşte, hazların esiri olmaktan kurtulmanın çaresi. Daha sonra, Kendini mükemmel gören ve temlik et­ti­ği iyiliklerle övünen nefisle yapılan he­saplaşma; insana aczinin ve fakrının far­kındalığını sağlayacak, iyilik ve güzellik­lerin asıl sahibini ve ihsan ettiği nimet­lerin şükrünü bulduracaktır. Yine insan, acz ve fakrını bilmekle elde edeceği kuvvet ve zen­ginlikle gerçek manadaki kemale (kâmil insan mertebesine) ulaştıracaktır. İşte, noksanını ve kusurunu unutup mü­kemmellik iddiasında bulunmaya ve ken­dine meddahlık yapmaya son vermenin çaresi… En sonunda, Rabbine varlık davasıyla isyan etmiş, başı­boş nefisle girişilen hesaplaşma; in­sana enaniyeti bıraktıracak “hiç”liğini göste­re­cek­tir. Böylece insanoğlu, ayinedarlık haki­katiyle varlık adedince vücut kazanacaktır. İşte, Rabbinden gaflet etmekten ve bunun neticesi olan karanlıklardan, mevcudat sa­yısınca firaklardan kurtulmanın çaresi. Nefsin İlk Hali Üzerinden Bir Muhasebe “Nefsini sevmek, nefsini temize çıkarmayı netice verir.” cümlesi bir “nefis gerçeği”ni ifade eder. Nefsin ilk halini… Tekrar hatırlatalım: Bu gerçek üzerinden geçmişin muhasebesi yapılınca elde edi­lecek en büyük kâr, affa müstehak olmaktır. Şöyle ki: Nefsinin kendine olan bu muhabbetini bi­len kişi, bu duygunun su-i istimalinin far­kındadır. Yine bilir ki nefsi daima kendini beğenir, kendinden hoşnut kalır. Ayb eder görmez, kusurda bulunur itiraf etmez. Çün­kü muhabbet gözü kusuru görmez. Böyle giderse istiğfar ve aftan mahrum kalacak, iblisin oyuncağı olacaktır. Akabinde nefsini bu kusurlu haliyle aynen bildiği için temize çıkarmaz. Aksini yapar, Rabbine yönelir. Hiçliğini itiraf eder. Ken­disini değil Rabbisini aşk derecesinde se­ver. Nefsinin değil, Onun (cc) sevgisini ve hoşnutluğunu arar. Nefsini şeytanın talebesi bilip ona itimad etmez, kusurlu işlerinde onu itham eder. “Kusurlusun!” der, Tevvab ismine yönelerek Yaradanına itirafta bulunur, tevbe eder. Derya dolusu da olsa günahlarının çok­luğuna bakmaz, “Ya Gaffar!” der. Cür­mü­nün cirmine aldanmaz ümitle, “Ya Ga­fur!” der. İşlediği yüz kızartıcı seyyieleri Rab­binden başka örtecek kimse olmadığını bi­lir, mahcubiyetle “Ya Settara’l-Uyub!” der. Günah ve hatalarından yüz çevirir. Utanç altında ezilmekten kurtulur. Seyyiatının af­fını ister, istiğfar eder. Afuv ismine ayine­darlık eder. “Hata yapanların en hayırlısı” övgüsüne layık olur. Ayrıca… Zaman-ı atinin seyyie kirleriyle mülevves olmaması için tedbirini alır, Rabbine sığı­nır. Hafiz isminin koruması altına girer. Bir delikten ikinci defa ısırılma bahtsızlığına düşmez. Rabbimizi sevmekle ve nefsimizi temize çı­kar­mamakla hesaba başlamaya ne dersiniz? Esma’dan Hisse: Basir İsmi Yüce Rabbimizi tanıdığımız ölçüde mari­fetimiz artar, imanımız ziyadeleşir. Esma­sının bilinip hayata hıfz edilmesiyle de ibadet ve itaat tesir ve kuvvet bulur.  İşte “Basir” ismi… Rabbinin bu ismini tanıyanın bir kazancı da muhasebe kabiliyetinin inkişafı olacaktır. Hesabın düzgünlüğü bu ismin tanınması nispetinde kuvvet kazanacaktır. Bu isme nazarını sabitleyen bir Müslüman “Yüce Yaratıcı basar sıfatına sahiptir. Her an, her yerde mükemmel bir şekilde beni görmektedir.” diyecek ve daimi bir görme ve gözetlemeyi hatırından çıkarmayacaktır. Kendisini daima, yerde ve gökte zerre ka­dar hiçbir şeyin kendinden gizlenemediği Rabbinin huzurunda hissedecektir. “Nerede olursan ol Rabbin seni görüyor.” hakikatini devamlı nefsine ihtar edecektir. Nefsini böylece hesaba çekecektir. Edep tavrını takınacaktır. Rabbinin hoşnut olma­dığı söz ve davranışlardan sakınacaktır. İşte: Yusuf’un (as) hayâsındaki sır… Hüdai’nin gizli mekân bulamayışının cevabı… Günümüz gençlerinin ihtiyacına bir de bu pencereden bakalım. “Basir” isminin te­si­­riyle kuvvet kazanan imanın, hayatlara is­tikamet veren tesirini düşünelim!.. “Sünnet” Niyetiyle Muhasebeye Bir Kü­çük Nazar Kimsenin kaçacak yeri olmadığı o günde bizi bekleyen dört suali, bugünden yönel­telim nefsimize. Kevserin sahibi olan Efen­dimiz’e (asm) ittiba niyetiyle erkenden so­ralım kendimize: “Ömrümü nerede harcıyorum? İlmimle ne yapıyorum? Malımı nereden kazanıyor,  ne­re­ye harcıyorum? Vücudumu nerede yıp­ratıyorum?” Peygamber Efendimizin (asm) mübarek li­sa­nından yansıyan ve mübarek izini takip eden ümmetine nefis muhasebesinde reh­ber olan şu hakikati, muhasebe lisanıyla takdim edelim: Akıllı kişi = Nefsini muhasebe eden + Ölümden sonrası için çalışan Aciz kişi = Nefsinin hevasının peşine ta­kılan + Allah’tan temennide bulunan Yarabbi! Bizi hesaba çekilmeden önce ken­dini hesaba çeken, ölüm sonrası için çalı­şan akıllı kullarından eyle!

İbrahim SARITAŞ 01 Şubat
Konu resmiKulluk, Kulluk ve İllâ Kulluk
İnsan

Selam olsun, KULLUK makamını her şeyin üzerinde tutanlara.Selam olsun, vazife şuuru ile yılmadan,yorulmadan Rabbinin hizmetinde hâdim olanlara.Selam olsun, gündüzünü imana muhtaç gönüllere Kur’an hakikatlerini nakşedenlere. Selam olsun, gecesini sırf Rabbinin rızası için iki büklüm secdede geçirenlere. Selam olsun, hal diliyle sahabe mesleğini, Peygamber ahlakını aynasında yansıtanlara.                    Selam olsun, ümmetin evladını kendi evladına,ümmetin mazlumlarını kendi ailesine tercih edenlere. Selam olsun, İslam’a gelen darbeleri ilk evvel ruhunda hissedip kıyam edenlere.Selam olsun, KULLUK adına cennetten, hurilerinden ve köşklerden geçenlere.Selam olsun KULLUK, KULLUK ve İLLÂ KULLUK diyenlere. Hazret-i Süleyman (as) O ki, Hz. Süleyman (as)’dı. O, Hz. Da­vud’a verilen hayırlı bir armağandı yani peygamber bir babaya ihsan edilen peygamber evlattı.1 O, “Yâ Rab! Bana hiçbir kimsede bulun­ma­yan bir kudret ve devlet ihsan eyle.” di­ye dua edip kendisine hiç bir peygambere verilmeyen mülk ve hâkimiyetin verildiği peygamberdi.2 O, yeryüzünde istediği yere seyahat ede­bil­mesi için rüzgârların kendi emrine verilendi. O, cinler ve insanlar tarafından kusursuz itaat edilendi. O, karıncalar dâhil bütün hayvanatın dil­lerini anlayandı. O İslam’ın da ilk Kıblesi olan Mescid-i Ak­sa’yı bina edendi. O, bu kadar üstün vasıflara sahip olduğu halde RABBİ tarafından “O NE GÜZEL KULDU”3  vasfıyla anıldı. Selam olsun KUL Süleyman (as)’a. Hazret-i Eyyüb (as) O ki Eyyüb (as)’dı. O, mazhar olduğu bereket sebebiyle, ko­yunlarının yünleri ibrişim olup, zamanının en zengin olanıydı. O, kavminin hâkimini imana dâvet et­ti­ği vakit, hâkim kendisinden mucize ola­rak evinin direksiz havada durmasını iste­di­ğinde, dua etmiş ve evi havada asılı kalan peygamberdi. (Ama kavminin hâkimi iman etmedi.) O, duası ve nefesinin bereketiyle çöldeki serap ve dumanların suya tahvil olduğu salih kişiydi. O, bu kadar üstün vasıflara sahip olduğu halde RABBİ tarafından “O NE GÜZEL KULDU”4 vasfıyla anıldı. Selam olsun KUL Eyyüb (as)’a. Hazret-i Muhammed (asm) O (asm) ki, yerde Ahmed göklerde Mu­hammed (asm)’dı. O (asm), on sekiz bin âlem yani âlem-i ekber olan kâinatın ve âlem-i asgar olan insanın kendi yüzü suyu hürmetine yaratılandı. O (asm), Hak Teâlâ Hazretlerinin kendisi için, “Biz seni ancak âlemlere Rahmet ola­rak gönderdik”5 müjdesine mazhar olup, yü­­ce­ler yücesinin indinde ne kadar değerli ve kıy­metli olduğu ifade edilendi.  O (asm), mahşer meydanında Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ, Hz. İsa’nın hesabın dehşetinden ürküp “Nefsî! Nef­sî!” dedikleri bir zamanda “Ümmetî! Üm­metî!” diyecek ka­dar kendisinden geçmiş ve Rab­binin ka­­tındaki nazdarlığını vesile ederek ümmetinin ahiretlerinin derdine düşendi. O, Allah (cc) tarafından, “İzzetim ve cela­lim hakkı için, eğer sen olmasaydın cenneti yaratmazdım, eğer sen olmasaydın dünyayı da yaratmazdım” diye buyurulan tüm ya­ratılmışların sebeb-i vücududur.6 O, kendi şanının hakkı için “Âdem malum günahı işlediğinde başını semaya kaldırdı ve ‘(Allah’ım!) Muhammed hakkı için beni bağışla’ dedi. Allah (cc) ona ‘Muhammed kimdir?’ diye sordu. Âdem ‘Beni yarattığın zaman başımı arşına kaldırdığımda orada “Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed onun Resulüdür.” لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ مُحَمّدٌ رَسُولُ اللهِ yazılı olduğunu gördüm. Bundan bildim ki, Senin katında ismini ismin ile beraber yazdığın bu zattan şerefi daha yüce olan kimse yoktur.’ dedi. Allah ona “Ey Âdem! O senin zürriyetinden gelecek peygamber­lerin sonuncusudur. Eğer O olmasaydı seni yaratmazdım وَلَوْلَا هُوَ مَا خَلَقْتُكَ buyurdu”7 diyendir. O bu kadar üstün vasıflara sahip olduğu halde; Bir gün Efendimiz (asm) Cebrail (as) ile oturmuş sohbet ediyordu. Kim bilir kaç günden beri ağzına bir şey koymamıştı. Ceb­rail (as) onun en sadık dostuydu. Cebrail’e bu durumunu şöylece ifade etti: “Günler­dir ağzıma bir şey koymadım.” Birden gök gürültüsü gibi bir ses duyuldu. Bir me­lek indi.8  Cebrail, Efendimiz (asm)’a bu meleğin dünyaya ilk defa indiğini haber verir. Melek Cenab-ı Hak’tan selam getirmiştir. Allah (cc) sormaktadır: “Melik bir peygamber mi, yoksa KUL bir peygamber mi olmak ister­sin?” Allah Resulü, Cenab-ı Hak’tan gelen bu teklif karşısında tahayyürle Cebrail’e ba­kar. Cebrail Allah Resulü’ne işaret eder ve şöyle der: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbine karşı mütevazı ol! Allah Resulü de aynı şeyi talep etti. “KUL bir peygamber olmayı isterim!”9 dedi. Salat ve selam ve her türlü ihtiram olsun KUL Ah­med-i Muhammed Mustafa (asm)’a. Ve Kullardan Bir Kul Rivayet edilir ki; Hz. Musa (as), Tur Dağına çıkarken, yolunu bir zat kesmiş ve demişti ki, “Ey Musa, içimi kasıp kavuran bir sualim var. Eğer cevabını bilmezsem bana hiç rahat yoktur. Lütfen Rabbinden sual eder misin; ben cennetlik mi cehennemlik miyim?” Hz. Musa (as) çok taraf olmayınca adam ıs­rarcı olmuş ve Hz. Musa (as), “Peki” demişti, “Sorayım!” Dönüş yolunda, adamcağızı büyük bir me­rak içinde bekler bulmuştu Hz. Musa (as): “Rabbim buyurdu ki, söyle o KULUMA...” Adam birden canlanmış, heyecanlanmış ve feryat etmişti: “Tamam söyleme Ya Musa! Ge­risini söyleme! Sen şunu söyle; Rabbim bana, ‘söyle o KULUMA’ mı dedi? Rabbim bana ‘KULUM’ mu dedi?” Hz. Musa (as), “Evet, böyle dedi” deyince bu zat: “Öyleyse gerisini söyleme Ya Musa! Mademki, Rabbim bana KULUM demiş. Beni ister cennetine, ister cehennemine atsın, mühim değil…” Ve büyük bir sevinç içinde oradan uzak­laşmıştı… Onun bu tavrı üzerine de Rabbimiz “Ma­demki benim için KULLUĞUNU böylesi­ne başına tac etti ve şeref bildi, öyleyse o ar­tık cennetlik bir KULUMDUR...” müjdesi­ni Hz. Musa (as)’a vermişti. Selam olsun, KULLUK makamını her şeyin üzerinde tutanlara. Selam olsun, vazife şuuru ile yılmadan, yo­rulmadan Rabbinin hizmetinde hâdim olanlara. Selam olsun, gündüzünü imana muhtaç gö­nüllere Kur’an hakikatlerini nakşedenlere. Selam olsun, gecesini sırf Rabbinin rızası için iki büklüm secdede geçirenlere. Selam olsun, hal diliyle sahabe mesleğini, Peygamber ahlakını aynasında yansıtanlara.                    Selam olsun, ümmetin evladını kendi evla­dına, ümmetin mazlumlarını kendi ailesine tercih edenlere. Selam olsun, İslam’a gelen darbeleri ilk evvel ruhunda hissedip kıyam edenlere. Selam olsun, KULLUK adına cennetten, hurilerinden ve köşklerden geçenlere. Selam olsun KULLUK, KULLUK ve İLLÂ KULLUK diyenlere. Rabbim cümlemizi bu güzel insanların KUL­­LUK şuuruna vasıl eylesin, ahirette de on­larla beraber haşr eylesin! Âmin. Âmin. Âmin. Kaynaklar: 1- Sâd Suresi, 302- Sâd Suresi, 353- Sâd Suresi, 304- Sâd Suresi, 445- Enbiya Suresi, 1076- Müsnedi Firdevs, c. 5, s. 227, hn: 80317- Ed-Dürrü’l-Mensur, c. 1, s. 1428- İmam Taberani o meleğin İsrafil (as) olduğunu söyler.9- Müsned, 2/231; Kenzü’l-Ummal, 7/191

Kudret UĞUR 01 Şubat
Konu resmiKur'ân-ı Kerim'in Yazılması ve Korunması
İbadet

Rabbimizin ezelî kelâmı olan Kur’ân, kıyamete kadar bütün asırlara ve tüm insanlara hitap eden bir kitaptır. Allah’ın hükümlerini her asra ve bütün insanlara tebliğ eden Kur’ân’ın değişmeden muhafaza edilmesi, Allah’ın hikmetinin gereğidir ve dahi Cenab-ı Hakk’ın da vadettiği bir hakikattir. “Muhakkak ki o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz” ayeti Kur’ân’ın bizzat Allah’ın koruması altında olduğunu ifade ediyor. Cenab-ı Hak, günümüze kadar Kur’ân’ı insanların en şereflileri vasıtasıyla muhafaza etti. En başta Rasûlünü (asm), sonra sahabeleri, ardından milyonlarca kahraman hafızı Kur’ân’a muhafız yaptı. Burada Kur’ân’ın Peygamberimize inzali ile başlayan süreçten günümüze kadar hangi metotlar ile muhafaza edildiğini, bizlere kadar nasıl ulaştığını açıklamaya çalışacağız.  VAHYİN YAZILMASI Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimiz (asm)’e kı­­sım kısım ola­rak 23 senede in­di­ril­miş­tir. Allah tarafından bir ayet/sure nazil olduğunda Resul-i Ekrem (asm) vahiy kâtiplerine yazdırırdı. Bütün kaynakların ittifakla naklettiklerine göre ne zaman Resûl-i Ekrem’e (asm) Kur’ân-ı Kerim’den bir şey vahy edilirse, vahiy kâtiplerinden birini çağırır: “Bunu falan sureye koyunuz” diye emreder ve bu ayetleri yazdırırdı.1 Yeni gelen vahyi, daha önce gelmiş olanların neresine yazılacağını bildirirdi. Hz. Ömer (ra)’in, kız kardeşinin elinde bu­lunan Tâhâ Suresi’nin baş tarafındaki ayet­lerin yazılı bulunduğu sayfayı okuyarak Müs­lüman olması2 o zamanda da Kur’ân ayet­lerinin yazıldığını gösteren bir delildir. Be­râ bin Âzib’den yapılan rivayet de Kur’ân’ın, Resûl-i Ekrem (asm) tarafından bizzat yaz­dırıldığını göstermektedir. Kendisi şöyle nak­letmektedir. Nisâ Suresi’nin 95. ayeti nazil olduğunda Rasûlullah (asm), “Bana falanı çağırın” dedi. Çağırılan şahıs (Zeyd bin Sâbit) mürekkep, kalem ve üzerine yazı yazılacak malzeme alıp geldiğinde Allah Re­sûlü (asm) ona: “Lâ yestevil kâidûn” ayetini yaz” dedi.3 Vahiy kâtibi yazma işini bitirince Hz. Peygamber (asm), kâtibe, yazdığını yüksek sesle okumasını emrederdi. Yazılan kısımda eksiklik, fazlalık veya yanlışlık varsa tashih edilmiş olurdu. Bundan sonraki aşamada bizzat Resûl-i Ekrem (asm)’ın kontrolünden geçen Kur’ân metinleri, yine kendi emri üzere çoğaltılırdı. Bir kısım Müslümanlar çoğaltılan Kur’ân nüshalarını kendileri için alırdı. Bir kısmı sahabeler de tashih edilen metinlerden ken­dileri için yazarlardı. İstinsah işi bittikten sonra da mukabele gören asıl nüsha, Ra­sû­lullhah (asm)’a teslim edilip hâne-i saa­det­­te mu­hafaza ediliyordu. Kur’ân’ın bir­çok nüs­hası Peygamberimizin (asm) evinde bu­lunuyordu. Böylece bizzat Pey­gamberimiz (asm) tarafından Kur’ân vahyinin tamamı, yazıyla tespit ettirildi. Kâtipler o günkü imkânlar dâhilinde ilk olarak gelen vahiyleri ince taş levhalara, kü­rek kemiklerine, deve semerlerine, hurma dallarına, deri parçalarına, papirüs kâğıdına, bez parçalarına çeşitli yazı malzemelerine yazarlardı. Sure tamamlandığında daha uy­gun bir şekilde sahifelere geçiriliyordu. Kur’ân’ın bir isminin de “El-Kitâb” olması, esasında onun yazılı bir metin olacağına işaret etmektedir. Çünkü kitab; yazılmış olan şey demektir. “Bil’akis o, şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i Mahfuz’da (korunmuş bir levhada)dır.”4 Ve “(O Kur’ân, Levh-i Mahfuz’da) şerefli kılınmış, (semada) yük­­seltilmiş tertemiz sahifelerdedir. De­ğerli ve itaatkâr yazıcı (melek)lerin el­leriyle (yazılmış)tır”5 ayetlerinin ifade­sinde belirtildiği gibi aynı zamanda Kur’ân, Levh-i Mahfuz’da yazılı olarak da bulunmaktadır. VAHİY KÂTİPLERİ Peygamber Efendimiz (asm) ümmî olduğu için nazil olan ayetleri okuma-yazma bilen sahabelere bizzat kendisi yazdırmıştır. Ayet­leri Resul-i Ekrem (asm)’dan duyarak yazan bu sahâbelere vahiy kâtipleri denilmekte­dir. Bütün kaynakların ittifakla naklettikleri­ne göre ne zaman Resûl-i Ekrem’e (asm) Kur’ân-ı Kerim’den bir şey vahy edilirse, vahiy kâtiplerinden birini çağırır: “Bunu fa­lan sureye koyunuz” diye emreder ve bu ayetleri yazdırırdı. Mekke’de ilk vahiy kâ­tipliğini Abdullah bin Sa’d bin Ebi Sarh (ra) yapmıştır. Medine döneminde Ubey bin Ka’b vahiy kâtipliğini yapmıştır. Ardından Zeyd bin Sabit bu şerefli vazifeyi devam ettirmiştir. Rivayetlerde sadece Medîne döneminde 65 sahabenin vahiy katipliği yaptığı bildiril­mek­tedir. Bunlardan bazıları; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer bin Hattab, Hz. Osman bin Af­fan, Hz. Ali bin Ebi Tâlib, Amr bin el-As, Hz. Muâviye, Şurahbil bin Hasene, Muğire bin Şube, Muaz bin Cebel, Hanzele bin er-Rebi’, Cehm bin Salt, Hüseyin en-Nemerî, Zübeyr bin Avvâm, Amir bin Fuheyhe, Ebân bin Said, Abdullah bin Erkam, Said bin Kays, Abdullah bin Zeyd, Hâlid bin Velid, Alâ bin Hadremi, Abdullah bin Revaha, Hu­zeyfe bin el-Yemân, Muhammed bin Mes­leme, Talha bin Ubeydullah, Sa’d bin Ebi Vakkas olarak zikredilmektedir. KUR’ÂN’IN EZBERLENMESİ Kur’ân nazil olduğunda Resûl-i Ekrem (asm) Allah’ın yardımı ile onu ezberlerdi. İbn-i Abbas (ra)’dan rivayet dildiğine göre “Cebrail (as) Hz. Peygambere (asm) vahiy getir­diğinde Rasûlullah (asm), unutmamak maksadıyla gelen vahyi devamlı tekrar et­tiği için sıkıntı çekerdi. Bunun üzerine Al­lah (cc) “(Habibim, ya Muhammed! Ceb­­rail sana vahyi bildirmeden) onu (Kur’ân’ı) acele ezber etmek için, dilini onun­la kımıldatma. Şüphesiz ki onu (se­nin kalbine) toplamak ve onu (sana) okut­mak bize aittir. O halde onu (sana) oku­­duğumuz zaman artık (sen) onun oku­nuşunu takip et”6 ayetlerini indirdi. Yine A’lâ Sûresindeki “Sana (Kur’ân’ı) oku­­­ta­­ca­ğız, artık unutmayacaksın.”7 ayeti Kur’ân’ın Allah tarafından Resûl-i Ek­­rem’e (asm) unutmamak üzere ezberletildiğini göstermektedir. Her sene Ramazan ayında Cebrail (as) Re­sûlullah’a o zamana kadar nazil olan tüm ayetleri okur, Resûl-i Ekrem (asm) da Ceb­râil (as)’a okurdu. Böylece Kur’ân’ı mukâbe­le ederlerdi. Resulullah (asm)’ın vefat ede­ceği yıl bu mukabele iki defa yapılmıştır. Bu şekilde Resûl-i Ekrem (asm) ilk olarak kendisi ezberlemiş ve “Ey Peygamber! Rab­­binden sana indirileni tebliğ et. Ar­tık (bunu) yapmazsan, o takdirde O’nun (vahiy) ile gönderdiklerini tebliğ etme­miş olursun!”8 ayeti gereği peygamberlik va­zi­fe­si olarak ashâbına da ezberletmiştir. Sahabelerin ezber kabiliyetlerinin çok ileri seviyede olduğu, bilinen bir hakikattir. Çün­kü Kur’ân nazil olmadan önce Arap yarım­adasında okuma yazması olmayan insanlar çoğunlukta idi. Bu durumda olan Araplar, unutmak istemedikleri övünülecek hâl ve hikâyelerini ve ahlâkî terbiyeye yardımcı ola­­cak ifade ve sözleri muhafaza etmek mec­­buriyetinde idiler. Bu kuvvetli ihtiyacın sevkiyle o zamanda Arap yarımadasındaki is­tikbalin sahabeleri ezber kabiliyetinde çok ileri bir seviyeye ulaşmışlardı. Mesela Hz. Ömer (ra) cahiliye zamanlarında binlerce beyitlik şiirleri ezberlediğini kendisi ifade eder. Nazil olan ayetleri ezberlemek en büyük iba­detlerden ve Allah’ın rızasını kazanma­nın en güzel vesilelerinden biri olduğundan Asr-ı Saadet’te Hakka âşık olan sahabeler büyük bir gayret ile Kur’ân’ı ezberlerlerdi. Namazlarında Kur’ân’dan sureler okurlardı. “Sizin en üstününüz, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.”9, “İnsanlar içinde imre­ni­lecek iki kişi vardır: Birisi, Cenab-ı Hak tarafından Kur’ân’a nâil olan ve Kur’ân’ı gece gündüz tilâvet eden; di­ğeri, Allah tarafından kendisine bol ser­vet ihsan edilen ve gece gündüz Allah yolunda verendir.”10, “Muhakkak ki in­sanlar içinde Allah ehli olanlar vardır. (Sahabe), “Ya Resûlallah onlar kimlerdir?” dediler. (Rasûlullah sav) “Ehl-i Kur’ân olanlar, Allah’ın ehli ve kendisine seçtiği kimselerdir.”11 “Kim Kur’ân’ı okur ve onu hıfzederse, Allah o kimseyi cennete koyar ve ailesinden cehenneme girmek mecburiyetinde kalan kimselere şefâat etme hakkı tanır”.12 ”Bir kimsenin içinde Kur’ân’dan bir şey bulunmazsa, o kimse harâb olmuş bir ev gibidir.”13 gibi daha bir çok hadiste belirtilen Resûlullah (asm)’ın teşvik ve müjdelerine layık olabilmek için Ashâb-ı Kirâm, Kur’ân’ı ezberlemek için âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Geceleri Me­dine sokaklarında dolaşılırken evlerden arı vızıltısı gibi Kur’ân okuma sesleri yükselirdi. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, sahabe­lerin o za­mandaki hallerini şöyle ifade eder.  “O za­mandaki o büyük inkılâb-ı İlâhi’de, ezhan (zihinler) marziyât-ı Rabbaniye’yi (Allah’ın razı olduğu şeyleri) ve ahkâm-ı İlâhiye’yi an­lamak üzerine dönerdi. Bütün ezhan (zi­hinler), istinbât-ı ahkâma müte­veccih idi. Bütün kalpler: “Rabbimizin biz­den istediği nedir?” diye merak ederdi. Mu­hâ­verât (kar­şılıklı konuşmalar), bu manayı tazam­mun ederek vuku buluyordu.14 Kur’ân’a hizmeti hayatlarının en mühim va­zifesi bilen, akıllarını, kalplerini, ruhlarını, nefislerini vahyin nuruyla terbiye ederek bü­­tün çağlara yol gösteren sahabeler, tüm gay­retleri ile Kur’ân’a sarıldılar. Her bir har­­­fini ebedi bir hazinenin anahtarı olarak gör­­dükleri Kur’ân’ı kalplerine, hâfızalarına yazarak ezberlediler. Emanete sahip çıkma hususunda çok gayretli olan, Kur’ân’ın met­ni­ni ise gelecek nesillere aktarılacak en bü­yük emanet olarak gören sahabeler ema­neti hakkıyla yerine getirdiler. Öyle ki Fahr-i Âlem’in (asm) mübarek ağızlarından dö­kü­len tükürüğü dahi zayi etmeyip onunla te­berrüke can atan sahabeler, aynı mü­ba­rek ağızdan çıkan iki dünya saadetini te­min eden Kur’ân için her şeylerini fedadan çekinmediler. Bu suretle daha Resûl-i Ekrem (asm) hayat­ta iken birçok sahabe Kur’ân’ı ezberledi. Sadece Bi’r-ü Mâune hadisesinde yetmiş Kurra (Kur’ân’ı ezberleyen) sahabenin şehit edildiği, Yemâme vakasında yedi yüz kadar sahabenin şehit edildiği rivayetleri göz önü­ne alınırsa, birçok sahabenin Kur’ân’ı ez­berlediği anlaşılır. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Kur’ân hem sa­tır­larda, hem de sadırlarda, hem hafızalarda korunmuştur. Kur’ân sadece ezberlenme­miş, aynı zamanda yazıya da geçirilerek son derece itinalı bir şekilde korunmuştur. O zamandan şimdiye kadar da on dört asır boyunca Kur’ân’dan başka, harekelerine va­rıncaya kadar ezberlenen bir kitap daha ol­madı. Asr-ı saadetten günümüze kadar mil­yonlarca hâfızlar, Kur’ân’ın her bir har­fini ebedi bir hazinenin anahtarı olarak muhafaza ettiler. O mukaddes kitabı kalp­lerine, hâfızalarına yazarak ezberlediler. Bu kudsî hizmeti yerine getirerek Kur’ân’ın sön­mez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat ettiler. İslâm tarihinde, mucizeler hazinesi olan Kur’ân’ı dört yaşında ezberleyenler olduğu gibi, her yaş grubundan insanlar da çokluk­la ezberlemişlerdir. Kur’ân’da karışıklığa ve zor­lanmaya sebep olacak birçok benzer ayet­ler vardır. Buna rağmen, küçücük çocuk­ların nazik ve basit kafalarında dahi altı yüz sayfalık Kur’ân, mükemmel bir şekilde yerleşir. Kur’ân Arapçadır. Arapça bilmeyen Müs­lümanlar dahi, onu ezberlemekte zorluk çek­mezler. Kurân’ı anlamayan bir insanın, onu bu kadar kolay ezberlemesi fevkalâde­dir. Onun ezberlenmesinin kolay­lığı ile ilgili, Rabbimiz şöyle buyurur: “Şâ­nım hakkı için (biz) Kur’ân’ı nasihat alınsın diye kolaylaştırdık.” Bu harikalığı noktasında kesinlikle Kur’ân’ın benzeri yok­tur. Bu yüz­den de hiçbir kitap en büyük mucize olan Kur’ân’ın yerini tutamaz. VAHYİN KORUNMASI Vahiy kâtipleri, her gelen vahyi Hz. Pey­gam­berin (asm) emri üzerine yazıyorlardı. Fakat nazil olan vahiyler bir yerde cem’ edilip ter­tip edilmemişti. Yani resmi bir tertip işine teşebbüs edilmemişti. Fakat Hz. Peygam­bere (asm) yakın olan bazı sahabeler münferit ola­rak Resul-i Ekrem’den işittiklerini büyük bir gayret ile topluyorlardı. Konu ile alakalı kaynaklarda Ali b. Ebi Tâlib, Ebû’d-Derdâ’ Uveymir bin Zeyd, Mu’âz bin Cebel, Ebû Zeyd bin Sabit, Übey bin Ka’b, Ubeyd bin Muâviye, İbn Mes’ud, Hz. Osman ve daha ismi geçen bazı kişilerin Kur’ân’ın ta­mamını topladıkları belirtilmektedir. Sa­ha­beden bazısı bir kısmını toplamış ve Ra­sûlullhah (asm)’ın vefatından sonra da, diğer kısımlarını tamamlamıştır. Daha ön­ceki konularda da değinildiği gibi Kur’ân hem yazı ile muhafaza edilmiş hem de sa­yıları çok fazla olan sahabeler tarafından ezber edilmek suretiyle muhafaza edilmiştir. Bu suretle içine hiçbir şüphe karışamaya­cak şekilde Allah’ın Kur’ân’ı muhafaza vadi yerine gelmiştir. Hakka âşık, doğruluğa müş­tak, adalet ve hakkaniyete gönülden bağlı, emanete son derece riayet eden binlerce ha­fız ve âlim sahabe ittifakla Kur’ân’ın mu­­hafaza edildiğinde tasdikleri asla şüphe ka­bul etmeyecek bir delildir. Kur’anın mucizeliğinin onun bozulmasını engelleyen bir set vazifesi gördüğünü Bedi­üz­zaman Said Nursi Hazretleri şöyle anla­tır: “Kur'anın i'cazı (ifadelerindeki mucizelik) tahrifine (bozulmasına) bir seddir. Evet, ma­dem Kur'an mucizedir, beşer onun taklidi­ni yapamaz. Ayetleri başka kelâmlar (sözler) ile tebdil edilmekle (değiştirilerek) tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü müfessir, müellif ve mütercimlerin muharrif (bozucu) üslûblarının kisvelerini (lafızlarını) âyâtın (ayetlerin) kisvesiyle iltibas ettiremezler (ka­rıştıramazlar). Ayetlerde icaz damgası var­dır. O damganın altında olmayan kelâmlar ayet addedilemez (sayılamaz). Öyle ise icaz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.”15 Asr-ı Saadetten günümüze kadar da Kur’an’ı yazmak ve ezberlemek en büyük ibadet­ler­den sayılmıştır. Bu şekilde her asırda bü­tün İslam âleminde milyonlarca hâfız ye­tiş­miş ve milyonlarca Kur’an yazılmıştır. Bu gün yeryüzünde bulunan eski-yeni, bü­tün Kur’an Mushaflarının tamamı aynı oldu­ğu gibi, üçüncü halife olan Hz. Osman döneminde yazılıp çoğaltılan Kur’anlar da bu gün mevcuttur ve şimdiki Mushaflarla tamamen aynıdır. Kaynaklar: 1- Ahmed bin Hanbel, el-Müsned,I,572- İbn-i Hişam, es-Sire, I,3683- El-Buhâri, Tefsir, Sûre, 4.4- Bürûc, 21,225- Abese, 13-166- Kıyâme, 16,17,187- A’lâ, 68- Mâide, 679- Sahîhu’l-Buhâri, VI, 10110- Sahîhu’l-Buhâri, VI, 10111- Sünenu ibn-i Mâce, I, 7812- Sünenu ibn-i Mâce, I, 713- Müsnedu Ahmed, I, 22314- Sözler, 166 (Osmanlıca Nüsha, Altınbaşak Neşriyat)15- Mesnevi-i Nuriye, Habab

Osman SONSAK 01 Şubat
Konu resmiDüştükleri Düşündürdükleri
Kültür ve Medeniyet

Türkçemizde “düşmek” kelimesi birçok manayı ihtiva etmekte. “Dadanmak, alışmak, müptela olmak, zayıflamak, şehit olmak, inmek, yağmak, sukut etmek, ayrılmak, sefil olmak, aciz kalmak” bunlardan bazıları. Dil üstatlarından Nihat Sami Banarlı, “Türkçenin Sırları” adlı kitabında “düşme” kelimesi için sayfalarca bölüm ayırır. “Düşmenin mevkiden, milletin gözünden, iktidardan düşmek olduğunu belirttikten sonra daha korkunçlarından da bahseder. Banarlı,1 “düşmenin daha başka ne çeşitleri, ne vahimleri ne göze görünmezleri vardır. Allah elden ayaktan düşürmesin diyen, kurnaz dilenci psikolojisi, düşmenin bu her insana mukadder, tehlikeli şeklini çok iyi kavramıştır. O kadar ki bu usta dilenci duası, dilencilere, “Allah sevdiğinizden ayrı düşürmesin!” diyerek daha çok para kazandırır” diye tanımlar düşmeyi. Düşmek” Yahya Kemal’in dilinde, ba­zen dalmak bazen ümittir, bazen de acıdan ders çıkarmaktır. Nurullah Genç’in o meşhur ve uzun Yağmur şiirinin değişik yerlerinde de “düştü” kelimesine rast­larsınız. Kelimelerin büyük bir ustalıkla mısralara serpildiğini görürsünüz. “Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü” Şimdi isterseniz yaptığım araştırmamın “düştükleri” kelimesiyle nasıl bir irtibatı ol­duğuna bir bakalım. Türkçe, matematik, tarih, rehberlik, genel kültür, spor, müzik, sanat, siyaset gibi deği­şik konulardan hazırladığım onlarca soru­lara verilen yüzlerce cevaplar duruyor masa­mın üzerinde. Cevaplar garip, anlaşılmaz, bazen nükteli, bazen saçma, bazen de kendilerinden de büyük laflar söylettiren cinsten. Tek ortak noktaları -tabiri caiz ise “tongaya düşüren cevapların”- bende tezahür eden düşündürdükleri. Bazı cevapların yüz­­lerinizde şuh bir gülümseme meydana ge­tir­diğini şimdiden görebiliyorum. La­kin asıl amacım bu değil, onların zihinsel, du­yuş­sal ve ruhsal bir takım farklı gelişim özelliklerini anlayabilmek, dünyalarına nü­fuz edebilmek, bakış açılarındaki renkleri bir an olsun yakalayabilmektir. Aslında araş­tırmamın onlarla münhasır kalmayıp yetiş­kinlere kadar da uzandığını çok rahatlıkla söyleyebilirim. Bizler aynamızın kabiliyeti nispetinde eğitim sistemimizle ilgili pekâlâ bir resim çizebiliriz. Hatta daha da ötesi, verilen cevaplarla sizler de okulun, ailenin, çevrenin, ferdin ve toplumun yansıyan iz­dü­şümlerini görebilecek, çözümündeki kav­­­şak nok­tayı, maneviyat ekseninde süluk eden bir eği­tim anlayışına bağlayacağınızdan da şüphem yok. Gelelim avladığım birkaç sorunun ve ce­vabın bende düşündürdüklerine… Soru 1: Öğretmeninizle ya da arkada­şı­nızla paylaştığınız bir anınız varsa açık­layınız? - Öğretmenime sizi seviyorum demem. (Eyüp, 6/B Sınıfı Öğrencisi) - Arkadaşlarımla var ama kötü bir anı. 6. sınıfta okulun camı kırıldı diye öğretmenler bizi eşek sudan gelinceye kadar dövdüler; ben o öğretmenlerden şikâyetçiyim. Hatta bizden para da aldılar. O günü hiç unutmayacağım. (İbrahim, 8/B Sınıfı Öğrencisi) İki şey belleklerimizde derin izler bırakır: Biri sevgi, diğeri ise korku… Küçükken ilkokuldaki iki öğretmenimi ha­yatım boyunca unutmadım. Biri bizi çok seven, koruyan ve dersini hep esprili anla­tan Naif Paydaş öğretmenimi, diğeri ise is­mi bende saklı kalsın, bizleri topuklu ayak­kabısıyla dövmekten başka hafızamızda yer tutmayan bir başka öğretmenimi… Toplumda ya hoş sadâ bırakıp sevgiyle anı­lıp ayrılacağız bu fani dünyadan yahut da nefretle… Soru 2: Mutlu olduğunuz bir anınızı an­latınız? - 1. sınıfta öğrenciler sınıftayken öğret­me­­ni­miz “z” harfini yazıyordu. Benim yazım çok çirkindi. Ertesi gün çalıştığım için güzel­leş­mişti. Ve öğretmenim bana aferin dedi. Ve mutlu oldum.(Gülcan 5/B Sınıfı Öğrencisi) - Öğretmenimizle pikniğe gittiğimiz günü hiç unut­madım. (Nurşin, 7/A Sınıfı Öğren­cisi) - Biz bir gün okulda tiyatro yaptık ve öğ­ret­menim Ahmo’yu, Ayşo’yu, Ağayı, Hacce ba­cıyı seçti. Ve tahtada canlandırdık. (Gülten, 4/A Sınıfı Öğrencisi) Küçük sözlerin bile ne denli büyük mut­luluklar verdiğini, öğrencilerimizin ce­vap­­­­­­larından an­­layabiliyoruz. Sıradan bir ha­­­­di­se gibi gö­zükse de, öğretmenlik yıl­larım­da, görev yaptığım köy okulundaki sıraların ayaklarını boyamak bile bana lezzet veriyordu. Okulun boya badanasını yapmak, tuvaletlerini temizlemek, çocuklar üşümesin diye soba alabilmek için aylarca İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün kapısını aşındırmaktan hoşnut oluyordum. Ve hiç de gocunmuyordum. Küçük dünyamdan memnun ve mesrurdum. Bulunduğu vazi­feyi hor gören, köye geldiği gibi gitmeyi düşünen, hayattan kopuk, büyük hayal­lerin altında ezilen, ayağı yere basmayan, insanların ortak yaşantı alanına nüfuz et­me­yen, sadece etiket peşinde koşan eğitim­ci portresinden hep ürkmüşümdür. En bü­yük sıkıntımız, mutluluğumuzu büyük işlerde, büyük mevkilerde ve mükemmeliyetçilikte arıyor olmamızdır. Hem kendimizi, hem başkalarını mutlu etmek, aslında çok mas­raflı bir hadise değildir. Bir gülümseme, bir bakış, bir selam ve birkaç güzel sözün getiremeyeceği kazanç yok gibidir. Soru 3: Annenin kız kardeşine ne denir? - Annemin kız kardeşi Hatice’dir. (Ubeyit, 2/C Sınıfı Öğrencisi) Sorunun cevabını nasıl değerlendirmeliyiz? Kalıplaşmış dünyamıza göre mi, çocuğun esrarengiz dünyasına göre mi? Yaşantı ala­nımızdaki algılarımıza göre istenilen cevap elbette teyzedir. Zira ikinci sınıf öğrencisi için “teyze” unvanı çok bir anlam ifade et­mez. Ailesinin ve akrabalarının sıcak yakınlığıyla ilgilenen çocuk, bizlerin bir yakıştırması olan “teyze, dayı, hala, amca” gibi kavramlardan oldukça uzaktır. Bu yüzdendir ki kendine özgü düşüncesiyle annesinin kız kardeşine Hatice demiştir. Kalıplardan uzak Ubeyit, orijinalliğini muhafaza edebilmiştir. Ben ol­sam bu yazılı sorusuna yüz üzerinden yüz verirdim. Sevgili Ubeyit’ciğim özgünlüğe devam et lütfen… Soru 4: Teyemmüm ne zaman ve nasıl alınır? - Suyun olmadığı zaman alınır. Ağza bu­runa üçer defa su vererek alınır. (Fuat, 7/C Sınıfı Öğrencisi) Düşünülmeden, irdelenmeden verilen bir cevap. Sanki İngilizce bir cümle ezberlemiş de manasını bilmeden kelimeleri peşi sıra döktürmüş. Yeteneklerimiz bir bir külleşip, uçup gidiyor elimizden. Şaşma yeteneğimiz şaşılacak halde… Kaçımız televizyonun, rad­yonun, bilgisayarın neden ve nasıl çalıştığı­nı merak etmişiz? Kaç kişi, yıldızlar neden yere düşmüyor diye sorgulamıştır. Neden “merak” hissiyatımız törpülendi. Şeker yük­lemesi gibi bütün bilgilerin bir çırpıda vü­cudumuza enjekte edilmesinin sebeb-i hik­meti nedir? İçselleştirilmeden yüklenilen her bilgi, bedenimizde bir kalburdur sadece. “Türkiye’de en fazla bor mineralleri nereden çıkarılır? Bakır en fazla hangi ilimizde?” en fazla, en az, en küçük, en büyük… Tetkik edilmeden, sorgulanmadan yüzlerce, binlerce bilgi depolandı hafızamıza… Oysa dokunamadık bunlara, düşünemedik bo­run, ba­kırın ne işe yaradığını ve nerelerde kulla­nıl­dığını. Ansiklopedik bilgileri bil­mek, entelektüel olmanın yegâne işareti sa­yıldı. Yıllarca tarih kitaplarımızda, acayip elbiseleriyle insandan çok bir orangutanı andıran düşünceden yoksun yaratıklar res­medilip durdu. Düşüncelerimiz, aklı­mız, ruhumuz, istidadımız ve bütün özellik­leri­miz ölüyor. Bir ölü yaşayanlara ne verebilir ki? Merak eden, irdeleyen çocuklarımızı, “Çok konuşuyor” diye ağzını kilitlemeyi marifet sa­yıyoruz. Nasıl öğrenmişsek hayatı, onların da öyle kabullenmelerini bekliyoruz. Anlamıyoruz, anlatamıyoruz, anlamlandıra­mı­yoruz… Soru 5: Çok paranız olsa ne yapardınız? - Çok param olsa kendime araç-gereç alır­dım. Ondan sonra eğer param kalmışsa kar­nımı doyururdum. İnternete gidip her­hangi bir ödevim varsa çıkartırdım. (M. Ali, 8/A Sınıfı Öğrencisi ) Dışımızdaki dünyaya nüfuz eden paracık­lar, maalesef iç dünyamızı da adım adım esir almakta. Yeşil renkli kâğıtlar, bizleri mah­kûm ediyor, her geçen gün biraz daha eziyor. Dünyevileşiyoruz... Parayla bir nesneyi satın alacakken, para, bizi içten içe satın alıyor. Kimliğimizi, ki­şi­liğimizi hunharca harcıyor. Değeri ölçü­lemeyen zamanı bile para için bozdurmak­tan hiç çekinmiyoruz. Onun için yapılan düzenbazlıkların, yalanların, yağcılıkların, dalkavuklukların haddi hesabı yok. Oysa o, benliğimize nüfuz etmemeliydi. Bizi sar­mamalıydı. Bizi mutlu edecek yegâne güç olmamalıydı. Paracıklar bizi mutlu etmeye yetiyor mu acaba? Bir felsefeci “Can sıkıntısının en büyük kurbanları yüksek sınıflar, varlıklı insanlardır”2 der ve ekler, “Sıradan insan hayatının mutluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete bağlar. Dolayısıyla bunları kaybettiği yahut hayal kırıklığına uğradığı zaman, mutluluğunun temeli çöker.” 3 Bugün kendi dışımızdaki en önemli mutluluk kay­nağı para diye lanse edilir topluma. Bitmez, tükenmez deruni zenginlik nedense hiç he­saba katılmaz. İptidai de olsa birkaç satır şiir karalamak, resim yapmak, çiçekle, böcekle uğraşmak, kitabın arkadaşlığına dönmek, bir davaya inanmak, bir aşka tutunmak, ge­cenin karanlığında Yaratıcıya sığınmak saa­detlerin en güzeli değil midir? Satırlarım okunurken yapılan serzenişleri du­yar gibiyim. “Bunlar işin hep edebiyatı. Pa­ra­nın önemi gün gibi aşikârken, nasıl ade­me mahkûm edebilirsiniz?” Paranın ehem­mi­yetini inkâr ettiğimiz yok. Hele ki bu asırda… Lakin bizim derdimiz paraya esir olmak yerine parayı esir etmek mesele­si. Meselenin cevabı çok mühimdir. “Esir ol­mak” paranın kulu kölesi olmak, onun için her türlü şarlatanlığı yapmak, kişiliğimizden, ben­liğimizden taviz vermektir. “Esir etmek” ise paranın, yanınızda el pençe durarak şartsız, kayıtsız hizmet etmesi, ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Bir ıslık sesiyle gelen para, bir ıslık sesiyle gidebilmelidir. Ne varlığı, ne de yokluğu abartılmamalı. Parayla satın aldıklarımız alamadıklarımızın yanında deryada bir damla sadece. Kat, yat, ev, araba, jet, arsa, pahalı elbiseler hâsılı hepsine bir gözünüzü feda edebilir misiniz? Mutluluğu, sevgiyi, aşkı bankaya koyabilir misiniz? Dostun sıcak şuh sohbetini paranın hangi yüzünde bulabileceksiniz? İşinizi doğru yapmanın huzurunu, yardımına koştuğunuz bir garibin kalbinize verdiği inşirahı, çocuğunuza duyduğunuz şefkati, insana duyduğunuz aşkı ve ötesindeki Allah aşkını hangi paracıklar verebilir? Vaktiyle bir haber izlemiştim. Sunucu, Antalya’da bilmem hangi otelde bir geceliği 8000 TL ekstra masraflarla birlikte 10000 TL’sini bulan bir konaklama ücretinden bahsetmişti. (Şimdinin parasıyla 20000 TL olmuştur.) Oteldeki rezervasyonların çok önceden yapıldığını, üstelik yer bulmak için insanların sıraya bile girdiklerini anlatıyordu. Kabaca bir hesap yaptım. 20 asgari ücretli insanın bir ay boyunca geçindiği bir para, bir günde israf belasıyla heba ediliyor. Sanırım öğrencimizin verdiği cevabı bir kere daha düşünmekte fayda var: “Çok param olsa kendime araç-gereç alırdım. Ondan sonra eğer param kalmışsa karnımı do­yururdum. İnternete gidip herhangi bir ödevim varsa çıkartırdım.” Ruhtan yoksun, köpükten otellerde yatan­lar acaba huzur bulmuş bir vicdanla mı yas­tığa başlarını koymaktalar? Cevap ‘evet’ ise, yastığa koydukları başın türünden şüp­heliyim. Soru 6: Ev mi daha keyifli, okul mu açıklayınız? - Televizyon için ev, ders için de okul. (Gökhan, 7/A Sınıfı Öğrencisi) - Ev daha keyiflidir. Soba var. Televizyon var. Kavga var. Gülmek var. Kardeşlerimin arasında olmak var. (Çetin, 6/A Sınıfı Öğ­rencisi) - Benim için okul evden daha keyifli; çünkü okulda ders işliyoruz. Bazen dayak yiyoruz ama bizim suçumuz. Bütün öğretmenlerimi çok seviyorum. Okul çok güzel… (Servet, 6/A Sınıfı Öğrencisi) - Hiçbiri de güzel değil ve hiçbirini sev­miyorum. (…6/A Sınıfı Öğrencisi) Aksiyon neredeyse, lezzet oradadır. Hiç­bir şeye müdahil olmamak, varlığınızın ve yok­luğunuzun nötr olduğu bir dünya ne korkunç! Boş konserve kutuları gibi işe ya­ramamak ıstırap verici. Görev alma, bilinme, takdir edilme, kabul görme ve işe yarama duygusu hissedilmedikten sonra evde ya da okulda olmanın ne önemi var? Ev mi, okul mu hangisi keyifli? Sanırım irdelenecek mevzu, sevilenin ve sevilmeyenlerin nedenlerine inebilmek… Derslerden lezzet alınması, bilginin sanal âlemden sıyrılıp günlük hayata dönmesi, iyi bir dostluk ve arkadaşlık ilişkileri okulu cazip kılan yegâne unsurların başında gelir. Cazibe merkezi haline getirilemeyen bir okul ise morgdan farksızdır. Yüzü hep soğuktur. İçini envai türlü araç- gereçle de donatsanız. Kimse yanına yaklaşamaz. Bir ağabeyimiz anlatmıştı: “Bizim zama­nı­mızda, liseyi dışarıdan bitirme sınavları vardı. Biz bu sınavlardan geçmek için gece-gündüz ders çalışırdık. Sınavları kazandık­tan sonra hepimiz okulun arka bahçesinde toplanıp, kitapları şenlik havasında bir güzel yakardık.” Kitap yakma ihtiyacı bir cinnet tezahürü müdür? Sanmam. Eğitim sistemimizin dayanılmaz sıkıcılığı insana her şıkkı yaptırabilir. Oysa her şeyi keyif­li kıl­mak, insanları usandırmamak elimizde­dir. İş yerimizde, hastanemizde, okulda, ev­de yahut her hangi bir yerde orayı keyifli kılan, onur veren mekândan ziyade insanın ta kendisidir.  “Çöl arazisi düşmanlarla beraber bir fincan kadar dardır.  İğne deliği dostlarla birlikte bir meydan ka­dar geniştir.” Soru 7: Zekât nedir? - Zenginlerin her ay mallarının üçte biri­ni fakirlere dağıtmasıdır. (Mihriban, 8. Sınıf Öğrencisi) - Küçükbaş hayvanların zekât verme ölçüsü nedir? - %20 veya %10 (Hüseyin, 8/B Sınıfı Öğrencisi) Kelime manası itibari ile artırmak, çoğal­mak, arınmak, bereketlenmek manalarına gelen zekât, maddi durumun iyi olması halinde tıpkı namaz ve oruç gibi farz olan bir ibadettir. “Zekât” kavramına zihnimde bir resim çizdirdim. Ona el verdim, ayak ver­dim. Bir beden libası giydirdim. İşte bakın zekâtın bende tecessüm eden hali şimdi karşımda… Allah’ın malına kendi malıymış gibi sahip­lenmemeyi öğreten bir hakperest. Verilen malın, kimden ve neden verildiğini ve ne­rede harcanması gerektiğini kazandıran şuur­lu bir insan. Hırsı ve aç gözlülüğü nef­sinde bitiren ehli tasavvuf bir âbid. Ma­lını verende şefkati, alanda ise muhabbeti geliştiren kalp doktoru. Malı gerçek sa­hi­bine verirken, nimeti bahşedene de şükran borcunu ödeyen vefa sahibi bir kul. Malı­nı, canını haramlardan temizleyen bir içim su. Her türlü imkân ve şartta cemiyete ik­ram kapılarını açan cömert bir adam. Zen­gin ve fakir arasındaki uçurumun ne­den kaynaklandığını ve çözümünün de ne olacağını gösteren bir sosyolog. Gelir, gi­der dağılımını ayarlayan maliye uzmanı. Zenginin fakire hor bakmamasını, fakirin de zengine haset duyup düşmanca tavır ta­kınmamasını öğreten nefis mürebbisi. Ve bunlarında ötesinde zekâtın sırf Allah emrettiği için yapılması gereken bir ibadet olduğu şuurunu kavrayabilmek… Öğrencilerimize, çocuklarımıza paylaşma duy­gusunu anlatabileceğimiz müstesna bir kavramdır zekât. Çocuklarımızın kendi ara­larında yaptıkları mini paylaşımları teşvik ettiğimiz takdirde, ileride zekât verme bi­lincinin temel taşını oluşturmuş oluruz. Soru 8: Kredi kartı ile kurban kesmek caiz midir? - Kredi kartının ucu sivri olmadığı için kurban kesilmez. ( ….8 Sınıf Öğrencisi) Soru 9: Vücudumuzda kemiklerin şekil­lerine göre adlarını yazınız? - Uzun parmak, kısa parmak, yassı par­mak. (Me­like, 7/A Sınıfı Öğrencisi) Soru 10: Divan edebiyatındaki koşma türlerini yazınız? - 1-Hızlı koşma 2-Yavaş koşma 3- Normal koşma. (Hüseyin, 9. Sınıf Öğrencisi) CEVAP ANAHTARI Sevmek en büyük iksirdir. Küçük işler ve büyük mutluluklar. Özgünlük, özgür olmakla başlar. Ezber iyidir, kötü olan ezberciliktir. Para her kapıyı açmaz. Aksiyon nerede, lezzet orada. Zekât tecessüm etse cennete gezer. 8, 9 ve 10- Kelimenin zahirine takılan ço­cuklara lütfen kızmayın. Kaynaklar: 1- Sami Banarlı Nihat, “Türkçenin Sırları” İstanbul 2009, Kubbealtı Yayınları2- Schopenhauer “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” Şule Yayınları, s.183- Schopenhauer“Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” Şule Yayınları, s.25

Necati İLMEN 01 Şubat
Konu resmiParlak Bir Gelecek / Müşevveş Bir Mazi
Tarih

Bugün; dünün, geçmişin, mazinin üzerine inşa edildiği gibi, istikbalin inşası da bugünün üzerinde yükselmektedir. Geçmişin, mazinin değerlendirilmesi, yorumlanması, eleştirilmesi bugün söz konusu olduğu gibi, istikbalin herhangi bir zaman diliminde de bugünler değerlendirilecek, yorumlanacak, eleştiri veya takdirler söz konusu olacaktır. Geçmiş, bugün ve yarınların akışına tanık olanlarca tarihe not olarak düşülen hususlar, tarihin her döneminde muhatap olacak varislere de sahip olacaktır. Bu hakikat, mazisi olan ve müstakbeli olacak, hayat veya kişilik sahibi bireysel veya kurumsal her varlık için genel geçerliliğe sahiptir.  Bireyler, milletler, devletler, uluslar geç­mişlerinde olan, geçmişlerinde ka­lan veya geçmişlerinden bugüne dev­rolan maddi ve manevi zenginliklere sa­hiplikleri varsa, bunu bir iftihar ve itibar vesilesi olarak kabul etmekte ve sıkça dile getirebilmektedirler. Uzun bir ömre sahip olan milletlerin, dev­letlerin geçmişlerinin yani tarihleri­nin de­ğerlendirilmesi söz konusu olduğunda, geç­­miş­lerinin her dönemini mutlak iyi ve­ya mutlak kötü olarak tanımlamak, hak­kaniyete uymayabilir. Ancak tarih içe­ri­sinde yer alan, aynı zamanda tarihin bi­zatihi kendisini oluşturan parçalar olan hadisatlarda baskın olan, ön plana çıkan veya detayda kalan unsurlar, tarihin hikâyeci kısmından arınmış bir başka kavramın da mahiyetini oluşturmaktadır. Bir kimlik ve karakter tarifi, tahlili yapılmasına imkân veren bu kavram “medeniyet” olarak ifade edilmektedir. Bir medeniyetin inşası ve bir karakter oluş­turması, bir tarih kadar uzun zamana ve tarih içerisinde yer alan kadar çeşitlilik ve çoklukta hadisata muhtaçtır. Birbiri ardı­na kesintisiz devam eden, yani akıp giden tarih, aynı zamanda birbiri ardına devam eden, akıp giden medeniyetin de besleyicisi olmaktadır. “Selçuklu Medeniyeti” kelimeleri telaffuz edil­diğinde, zihinlerde, bu dönemi inşa eden siyasal ve sosyal hadiseler ile bu ha­diseler içerisinde gelişen mimari, sanat ve edebiyat vb. unsurlar yer almaktadır. “Os­manlı Medeniyeti” kelimeleri ifade edil­diğinde de, aynı şekilde, siyasal ve sosyal hadiseler ile birlikte, mimari, sanat ve ede­biyattan söz edilmektedir. Dönemsel kap­sam daha da genişletildiğinde ve her iki dönemden de söz edilen bir medeniyet nitelendirmesi söz konusu olduğunda, bu defa bir üst başlık içerisinde her ikisini de kapsayıcı bir kavramsallaştırma ile “Türk İslam Medeniyeti” söz konusu olmaktadır. Her ne kadar bir medeniyet telaffuzunda sanat ve edebiyatın algısal baskınlığı söz konusu olsa da, sosyal ve bireysel hadiselere, toplum ve bireylerin tepkileri, tutumları da aynı medeniyetin hanesine yazılmaktadır. Osmanlı Medeniyeti’nin içerisinde hanlar, hamamlar, köprüler, camiler, vakıflar, ima­ret­haneler, kervansaraylar, aşevleri olduğu gibi, kabaca 500 sene önce İspanya’dan ka­çan Yahudileri kurtarmak ve kucak açmak da bulunmaktadır. İnsanlık tarihinden beri her millet için her yıl ve asırda devrede ede, bin yıldan fazladır da bu coğrafyada tekâmül ve tekemmül ede ede günümüze değin ulaşan bu medeni­yet yolculuğu, medeniyetin yolculuğu, günü­müzde de her millet ve devletten alacağını alarak, hanesine de yazarak devam ede git­mektedir. Medeniyetin yolculuğunun za­ma­nımızdan bu geçişi, yarınların inşası olduğu gibi, bu devrin varisleri için ya iftihar ve itibar veya redd-i mirasa mazhar olacaktır. Küreselleşen dünyada kaçınılmaz olarak, gü­nü­müzün her hadisatına muhatap olan insanlar ve insanlık, bir kez daha sa­hip olduğu ve ait olduğu medeniyetin teza­hü­rünü gösterme veya güncelleme ile karşı karşıyadır. Dünya üzerinde devam eden ve bir elin parmaklarını geçmeyen ana akım medeniyetlerin, ana akım temsilcilerinin bi­reysel ve kurumsal mensupları, tarihin yük­lediği tarihi sorumlulukla karşı karşıyadır. Ortadoğu’da yaşanan trajik hadiseler dünya sistemini yeniden dizayn etmeye başladığı gibi, medeniyeti ve insanlık vicdanını da eş zamanlı olarak güncellemeye almıştır. Üç milyonu aşkın Suriyeli mülteciye kucak açmak, onların her türlü ihtiyacını feragat ve fedakârlıkla karşılamaya çalışmak, bu noktada seferberlik halinde olmak, çadır kentler kurmak, okullar açmak, sınırlar aç­mak, coğrafyanın her köşesinden şehir mey­danlarından insani yardım tırlarını dua­­larla uğurlamak, kürsülerden dünyanın vic­danına haykırmak ve yine kürsülerden dün­yanın ve insanlığın sorumluluklarını ha­­tır­latmak, bin yıldan fazladır tekâmül ve te­kemmül eden bir medeniyetin kodlarının tezahürüdür. Bugün aynı duyarlılığı göstermeyen, tep­ki­siz kalan, sorunun insani boyutunu gör­mezden gelen, her hangi bir ana akım me­deniyetin günümüz temsilcileri, varisleri, bu­­gün insanlık vicdanını yaralamakla, ken­di me­deniyetlerinin hanesine kaydettikleri ve kaydedemediklerini yarınlara bırakmakta­dır­lar. Her şey dünyanın gözü önünde ce­reyan etmekte, küreselleşen dünyada herkes her şeye şahit olmaktadır. Yarınlar, bugün için istikbaldir. Yarınlardan ise bugün mazidir. Günümüzdeki her me­deniyet ve onların mensupları, bu mazi ve müstakbel tartısına çıkacaklardır. Bugün in­­sanlık vicdanına sahip çıkanların payına par­lak bir istikbal düşerken, sorunu gör­mez­den gelenlerin payına ise yarın müşevveş bir mazi düşecektir. Bundan yüz sene önce zamanın güzel in­sanınca Şam’da Cami-i Emevi’de içinde yüz­­den fazla ulemanın bulunduğu 10 bini aş­­kın cemaate irad edilen hutbede denildiği gibi “… bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş”.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Şubat
Konu resmiPencereler Risalesi
Risale-i Nur

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : 33. Mektup, 33. Söz, Pencereler RisalesiRisalenin Telif Tarihi            : Tahmini 1929Dili : TürkçeMüellif Yanındaki Değeri   : Bu risale;1. Küfr-ü mutlakın ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak ve parçalayacak Kur’an hakikatlerini içermektedir. 2. İmanı olmayanı imana getirebilecek burhanlara sahiptir.3. Zayıf imanları kuvvetlendirir.4. Kuvvetli imanı tahkiki hale döndürür.5. Tahkiki imanı marifetullahta ilerletir.6. İnsanın akıl, hayal, kalp, ruh, vicdan gibi tüm duygularını tatmin eder.7. Yaklaşık 53 ayetin tefsiridir. 8. Tevafuklu bir risaledir. Konusu   : Allah’a iman ve Marifetullah hakkındadır.Risalenin Metodu  : Bu risalede davayı ispat etmede şu deliller kullanılmıştır;• Burhan-ı İnnî• Burhan-ı Limmî• Burhan-ı Temanu’ Delili• Gaye ve Nizam Delili• Hudus delili• İcmâ• İmkân delili• İnayet/Hikmet/İtkan Delili• Meşhudat-ı Âlemle İstidlal• Muhalif Fikrin Batıl Sonuçlarını Gösterme• Naklî deliller• Otoriter Şahsiyetleri Delil Gösterme• Temsil 1- PENCERE: Varlıkların farklı birçok ih­­ti­yaç ve talepleri bulunmaktadır. Bu ih­tiyaç ve talepler o varlıkların ummadığı ve bilmedi­ği ve iktidarlarının yetişmediği yerlerden gi­derilmektedir. Bu hal ise Kerim, Rahim, Mü­rebbi, Müdebbir olan bir Vacibu’l-Vü­cudu, Vâhid-i Ehad’ı göstermektedir. 2- PENCERE: Her şey, varlığında ve kim­liğinde sonsuz ihtimaller içinde munta­zam ve hikmetli olarak var olmaktadırlar. Bu sayede her varlık birbirinden farklı ol­maktadır. Bu hal yüce Allah’ın ehadiyetini ve samediyetini göstermektedir. 3- PENCERE: Canlı türlerinin birbirinden farklı olan rızıkları, görünümleri, korunmak için sahip oldukları donanımları, elbiseleri, talimleri, ölümleri hiç biri unutulmayarak, şaşırmayarak mükemmel bir düzen ve ölçü içinde yapılmaktadır. Bu hal ise sonsuz bir kudret, hikmet ve ilim sahibi olan Vâhid-i Ehadi göstermektedir. 4- PENCERE:  Varlıkların istidat, fıtrî ve ız­dırar dillleriyle yaptıkları duaların kabul edi­lip icabet edilmesi Rahim, Kerim ve Mu­cib bir yaratıcıyı göstermektedir. 5- PENCERE: Varlıkların özellikle canlı­ların basit, şekilsiz ve sanatsız olmaktan uzak, ani bir şekilde ve kısa zamanda varlık sahasına çıkmalarıyla beraber, sanatlı ve mü­kemmel donanımlarla yaratılmaları Kadir ve Hakîm bir Vacibu’l-Vücudu göstermektedir. 6- PENCERE: Gök cisimlerinin muntazam hareketleri Dünyada görünen düzenli değişiklikler Kara ve denizdeki canlıların rızıklarının ve­ril­mesi, duygularla donatılması, farklı şekil­lerin verilmesi Bağlardaki bitkilerin ve onların süslü çi­çekleri, bu çiçeklerin ölçülü meyveleri, mey­velerdeki süslü nakışlar Önemli hikmet, gaye ve gerekli faydaları sağlayan yağmur Dağlar, dağlardaki madenler ve bunların farklı özellikleri ve farklı gayeler için hazır­lanması ve depolanmaları Tepelerin farklı çiçeklerle süslenmesi Ağaç ve otların muntazam yaprakları Büyüyen ve gelişen cisimlerin büyüme ve gelişme zamanında ki ölçülü hareketleri, farklı donanımları, farklı meyveleri Canlıların bedenlerine ruhu yerleştirmek Kalplere ilim ve hakikati ilham etmek Zahiri ve bâtıni duyguları âlemlere açılan bir anahtar görevi vermek, Cenab-ı Hakkın rububiyetini, vücubunu ve vahdetini is­pat etmekle birlikte ehadiyetinin ve rubu­biyetinin mükemmel olduğunu göster­mek­tedir. 7- PENCERE: Basit ve câmid unsurlardan farklı ve muntazam bileşik (mürekkep) var­lıkların icadı ve bunların terkip ve tahlil zamanında yenilenmelerinde görülen imti­yaz ve tefrik, atomları bir tarla haline getirip onlarda her an yeni âlemler icad etmek ve atomlara mükemmel işler yaptırmak yüce Allah’ın vücub-u vücudunu, kudretinin ku­sursuzluğunu, rububiyetinin haşmetini ve vahdetini göstermektedir. 8- PENCERE: Bütün peygamberler, evli­yalar ve asfiyalar bir tek Vahid-i Ehad, Vâ­cibu’l-Vücud, Hâlık-ı Külli Şey’in var­lı­ğı­na, birliğine ve rububiyetine şehadet et­mektedirler. 9- PENCERE: Âlemdeki umumi ibadet ya­ni ariflerin marifetleri, şakirlerin şükür­leri, zakirlerin zikirleri, hâmidlerin hamd­leri, muvahhidlerin tevhidleri, âşıkların mu­habbetleri, müridlerin iradeleri, müniblerin talepleri Maruf, Meşkûr, Mahmud, Vâhid, Mahbub, Merğub, Maksud olan ezeli bir Mabud’un vücub-u vücudunu ve vahdetini göstermektedir. Bu ibadetlerin sonucunda gelen feyizler, münacatlar, müşahedeler ve keşifler Yüce Allah’ın vahdetini ve varlığını göstermektedir. 10- PENCERE: Varlıklar arasındaki yar­dımlaşma, birbirinin ihtiyaçlarına cevap verme ve aralarındaki dayanışma bir tek ter­biye ediciyi göstermektedir. 11- PENCERE: İnançsızlıktan doğan ma­nevi ıstıraplardan kurtulmanın çaresi bir yaratıcıyı kabul etmektir. Çünkü inkâr ve şirkte sayısız zorluklar vardır. 12- PENCERE: Varlıkların, ölçülü vücutları, görünümleri ve bunlarda görülen fakat bir­çok amaca hizmet eden eğri-büğrülükler, gelişim zamanlarındaki değişiklikler ve öl­çülü miktarları her şeyi ilahi kudret ve ka­derle yaratıldığını göstermektedir. 13- PENCERE: Her şeyin kendine mah­sus şekilde Rabbini yâd etmesi, muntazam suretleri, ölçülü heyetleri, mükemmel ha­yat­ları birer tesbih olup yüce Allah’ı göster­mektedir. 14- PENCERE: Her şeyin bir yaratıcıya muhtaç olması Kadir, Kavi, Gani, Âlim ve Hay olan bir zatı göstermektedir. Çünkü zayıf, aciz, fakir, cansız, cehalet içinde bulunan varlıklarda görünen tam ve eksiksiz bir kuvvet, kudret, zenginlik, hayat ve şuur yüce Allah’ın bir olduğunu göstermektedir. 15- PENCERE: Her şeye düzenli ve ölçülü bir şekilde en kısa, en güzel, en kolay ve en kullanışlı şekilde onları var etmek ve suret vermek bir Kadîr-i Alîm’i göstermektedir. Devam Edecek…

Muhammed AYDIN 01 Şubat
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Daha 5-6 Yaşlarında, Sabah NamazlarınıCemaatle Kılıyordu Bedîüzzaman Hazretlerinin en yakın ta­lebesi ve hayru’l-halefi Hüsrev Efendi, ço­cukluk yıllarında iken ileride dine yapaca­ğı büyük hizmetlerin habercisi hükmünde gayet dindâr bir hayat yaşamaya başlamıştı. Henüz beş altı yaşlarında sabah namazlarını cemaatle kılmaya başlamış, çok geçmeden büyüklerin zikir meclisine dâhil edilmişti. Kü­çüklüğüne rağmen bu mecliste sergiledi­ği olgun tavırlar sebebiyle çok seviliyor, ka­tılmadığı günlerde zikir halkasındaki yeri boş bırakılarak başkası oturtulmuyordu. Hüsrev Efendi, arkadaşları ile de güzel ve seviyeli münasebetler kurmuştu. Olgunluğu, yardımseverliği ve yumuşak huyu ile kısa zamanda arkadaşlarının saygı ve sevgisi­ni kazan­mış, hususan yardımseverliğinden do­la­yı mahalle ve okul arkadaşları arasında ‘Hı­zır’ diye anılır olmuştu. (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 411) Hz. Erkam bin Ebî Erkam (ra) HErkam (ra), Muhacirlerden olup, Be­nî Mahzum kabilesinden Abdi Me­­naf’ın oğludur. Peygamber Efendimiz (asm), Bedir Gazvesi sırasında kendisine bir kı­lıç vermişti. Hz. Erkam (ra), ilk Müs­lü­man olan bahtiyarlardandır. Bir rivayete göre 7. veya 11. inanan kişi olduğu söy­len­mektedir. İslâm’ın ilk gün­lerinde Safa Te­pesi eteklerindeki evinde, Pey­gamber Efendimizin (asm) giz­lice kalmasını te­min ederdi. Müslümanlar, sa­yıları kırka ula­şıncaya kadar Hz. Erkam’ın (ra) evinde toplanırlardı. Bu hâl Hz. Ömer’in (ra) İslam’a girmesine kadar devam etmiş, Hz. Ömer’in (ra) Müslüman olmasıyla artık Hz. Erkam’ın (ra) evindeki gizli toplantılar ni­hayet bulmuştur. Hz. Erkam (ra), Hicrî 53 senesinde 80 yaşında iken Medine’de vefat etmiştir. Baki Kabristana defnedilmiştir. (Be­dir Mücahidleri, Hafız Ali Rıza, Sayfa 26-27) Erenköy Galip PaşaCamii Sultan Abdülaziz ve Sultan 2. Abdülha­­mid döneminde nâzırlık ve valilik yap­­mış olan Galip Paşa tarafından Bağdat Cadde­sinde, Kadıköy İlçesinin Erenköy Mahallesinde yap­tırılmıştır. Galip Paşa’nın vefatından al­tı sene önce 1898 senesinde başlanan in­şaa­tı, 1899 senesinde tamamlanarak iba­dete açıl­mıştır. İstanbul Şehreminliği (Bele­diye Baş­kanlığı) görevinde de bulunan Ga­lip Paşa, 1905 senesinde vefat etmiştir. Kabri Sul­tan 2. Mahmud Türbesinin bahçe­sinde­dir. Camiye 1985 senesinde ilave kısımlar eklenmiştir. 03 Şubat 1451Fatih Sultan MehmedTahta Çıktı Fatih Sultan Mehmed, 30 Mart 1432’de Edirne’de dünyaya gelmiştir. Daha kun­daktayken, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri babası Sultan 2. Murad’a, fethin Şehzade Mehmed’e nasib olacağını müjdelemiştir. Bel­­ki bu müjde sebebiyle Sultan 2. Murad, da­ha 12 yaşındayken Şehzade Mehmed’e 2 se­ne tahtı bırakmış ve Manisa’da uzlete çekil­miştir. 3 Şubat 1451’de Sultan 2. Murad’ın vefatı üzerine, Fatih Sultan Mehmed 2. de­fa tahta çıkmıştır. Tahta çıkışının ilk gün­lerinden itibaren İstanbul’un fethi için ha­zırlık yapmaya başlamıştır. Bu çerçevede Ru­­meli Hisarı’nı inşa ettirmiştir. Daha 21 yaşındayken İstanbul’u fethederek Fâtih un­vanını almıştır. 29 Şubat 1956Pakistan, İslâm Cumhuriyeti Oldu 14 Ağustos 1947 tarihinde Muhammed Ali Cinnah, Pakistan Genel Valisi ol­muş ve Pakistan bağımsızlığını kazan­mış­­tır. Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılarak ba­­ğım­sız­lığını ilan etmesinin ardından mil­yon­larca Müslüman, Hindu ve Sih'in mü­ba­delesi başlamış, sınırın her iki ya­nındaki toplam 12 milyon kişi yer değiştirmiştir. 1947'de kurulan Pakistan'ın kurucusu ve ilk devlet başkanı Muhammed Ali Cin­nah'ın 11 Eylül 1948'deki vefatına kadar ülkenin içinde bulunduğu karışık durum sebebiyle bir anayasa hazırlanamadı. Anaya­sasının ha­zırlanması 8 yıldan fazla sürdü. 1956 ta­rih­li ilk anayasaya göre bir İslamî cum­hu­riyet olarak tanımlandı. Üzerinde ya­pılan çeşitli değişikliklerle birlikte ül­ke halen 1973 tarihli anayasa ile idare olunmaktadır. 1971'e kadar Pakistan bugünkü Pakistan (Ba­tı Pakistan) ve Bangladeş (Doğu Pakis­tan) topraklarından oluşmaktaydı. Hindis­tan ve Birleşik Krallık'ın de etkisiyle 1971 yılındaki iç savaştan sonra Doğu Pakistan, Bangladeş adıyla bağımsızlığını ilan etti. 10 Şubat 1763Yedi Yıl SavaşlarıSona Erdi Yedi Yıl Savaşları, Avrupa'nın güçlü dev­letleri arasında, 1756-1763 yılları arası yaşanmış bir dizi askeri çatışmadır. Savaşın sebebi Büyük Britanya ve Fransa için ara­larındaki sömürge yarışı; Avusturya ve Prusya içinse Orta Avrupa hegemonyasıdır. Avusturya, Avusturya Veraset Savaşı'nda (1740-1748) elinden çıkan Silezya bölgesini geri alabilmek için ittifak arayışı içindey­di. Fransa, Saksonya, İsveç ve Rusya ile bir it­tifak oluşturmuştur. Prusya ise Büyük Bri­tanya ile ittifaka gitmiştir. 10 Şubat 1763 tarihinde Fransa ile Bü­­yük Britanya ara­sında imzalanan Paris Ant­laş­­ması'yla, Kuzey Amerika ve Hindis­tan'da­ki Fransız sö­mürgeleri Büyük Bri­tan­ya'ya geç­miştir. 15 Şubat 1763 tarihinde Avusturya ile Prus­ya arasında imzalanan Hu­bertusburg Anlaşması'yla da Silezya, Prus­ya'ya bırakıldı.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiİngiltere'de İslam 5
Tarih

Britanya Müzesi’nde İngiltere’nin İslam ile il­gili tarihi bağlarını ortaya koyan ilginç bir al­tın dinar var. Nümizmatik uzmanlarına gö­re, or­ta İngiltere’deki Mersiya Krallığı’nın Kralı Offa’nın (730-796) bastırdığı altın pa­ralar üze­rinde, Kûfi hat ile yazılmış Arapça kelimeler bulunuyor.  Devirler içinde kültürler birbiriyle mü­na­sebet kurmuş ve birbirlerini etki­le­miştir. Az bilinse de, batı kültür ve ede­biyatı, İslam kültür ve medeniyetinden pek çok şekillerde ve yüzlerce numunelerle etkilenmiş­tir. Batı kültürünün önemli bir parçası olan İn­gi­liz kültür ve medeniyetinin oluş­masında da İs­lam medeniyetinin etkisi unutul­ma­malıdır. İngil­te­re’de İslam yazı dizisinde bu ayki konumuz; İs­lam kültürünün tarihte İngil­tere üzerindeki et­kilerine bir numune ola­rak, Anglo – Sakson Kralı Mersiyalı Of­fa’nın bastırdığı ve üzerinde tevhid-i şerif yazan altın dinar.1 İNGİLİZ ALTIN DİNARI VE KELİME-İ TEVHİD Britanya Müzesi’nde İngiltere’nin İslam ile il­gili tarihi bağlarını ortaya koyan ilginç bir al­tın dinar var. Nümizmatik uzmanlarına gö­re, or­ta İngiltere’deki Mersiya Krallığı’nın Kralı Offa’nın (730-796) bastırdığı altın pa­ralar üze­rinde, Kûfi hat ile yazılmış Arapça kelimeler bulunuyor. Dahası, kral kendi ismini de eklemiş. Ya­ni resmi olarak, 774 senesinde Mersi­ya Kra­lı, İsla­miyet’i ilan eden bir para bas­tır­mıştır. Abbasi halifelerinin para­larında kul­landıkları hat kul­lanılmış ve Abbasi Hali­fesi El-Mansur’un pa­rası kopya edilmiştir. Bu dinarın üzerinde ne yazıyor, inceleyelim: Kral Offa’nın altın dinarı (Gold dinar minted under King Offa © Trustees of the British Museum) Paranın ön yüzünde, 1908 yılında British Numismatic Society (Britanya Nümizma­tik Cemiyeti)’nin bastığı ve başkanı olan Carlyon-Britton’ın imzasıyla basılan bir ra­porda2 altın dinar üzerindeki yazılar şöyle çözümlenmiştir:   Şekil 2 - Offa Rex (Kral Offa’nın hakimiyeti zamanını gösteriyor) NAKŞEDİLMİŞ ALTIN PARA: MENKŪŞ (MANCUS) Hicri 157 senesinde basılan bu paranın ba­sım tarihi miladi yaklaşık 774’e tekabül et­mektedir. Arapça’ya pek de aşina olmayan işçilerce basılan paranın ağırlığı (4,25 gr) standart Abbasi dinarıyla hemen hemen aynı idi. Anglo Sakson dönemde (450-1066 arası) İngiltere’de iki tarz para vardı. Birisi gümüş “penny” diğeri de “altın mancus.” Bir işçinin veya askerin yevmiyesi 1 gü­müş iken, 30 günlük yevmiyesine denk gelen bir kıymette olan para3da bir mancus idi. Yani bir aylık maaş, bir altın mancus idi. Altın dinar, “Mancus” kelimesinin aslı da yi­ne İslam kültüründen gelmektedir. Latin­ce’den geldiğini iddia edenler de olmuşsa da kelimenin Arapça’dan geldiğinde ittifak vardır.4 (Bakınız Şekil 2). Şekil 3: İngilizce’ye geçen “mancus” keli­me­si aslen Arapça “menkūş” kelimesinden gel­mektdir. Kamus-u Osmani’de “menkūş” kelimesi, nakş olunmuş, resm ile işlenmiş, ziynet­lendirilmiş manasına gelmektedir. İngilizce’ye geçen “Mancus” kelimesi as­len Arapça “Menkuş” kelimesinden gel­mektedir. Kamus-u Osma­ni’de “menkūş” kelimesi, nakş olunmuş, resm ile işlen­miş, ziynetlendirilmiş mana­sına gelmektedir. Za­­man içinde bu keli­me İngilizce’de man­cus olarak telaffuz edil­miştir. İNGİLİZ DİNARI İLE İLGİLİ BAZI TEORİLER:  PEKİ NEDEN? İngiliz Kralı Mersiyalı Offa’nın, tevhid-i şe­rif yazılı altın mancusu (işlenmiş sikkeyi) ne için bastırmıştı? Konu hakkında muhtelif teoriler öne sürülmüştür. Ticari maksatlar için mi? Kimilerine göre Kral Offa, Müslüman top­raklarına giden İngiliz tüccarların tanınma­sı ve işlerinin kolaylaşması için bastırmış­tır. Bu paraları kullanan İngiliz tüccarların işini kolaylaştırmak ve ticareti artırmak mak­sadıyla yapmış olabilir. Offa’nın Avru­pa’daki krallarla da ilişkileri düzeltmesi ay­nı şekilde ticari maksatlarla hareket ettiği şeklinde yorumlanmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla, üzerinde Arapça harfler bulu­nan bir para bastırması mantıklı bir tez ola­rak değerlendirilebilir.5 Diğer bir tez, bu tevhidli dinarın basıl­ma­sının sebebi olarak, Müslümanların elinde bulunan kutsal topraklara giden Hristiyan İngiliz hacıların seyahatini kolaylaştırmak olduğu iddia edilebilir (Hristiyanlıkta da kut­sal sayılan Kudüs şehrine giderek belli va­zifeler yerine getirilip hacı olma âdeti es­ki dönemlerde çok yaygın idi). Hristiyan ha­cıların korunması için böyle bir paranın basılmış olduğunun iddia edilmesi içinse bildiğimiz bir delil yok. Aksine, dönemle ilgili Hristiyan hacı hatıralarında mesela Vi­ta Willibaldi’de Kudüs bölgesine ve kutsal topraklara ziyarete giden gayrimüslimlere zaten çok iyi davranıldığı ve onlara harçlık bile verilip kendilerinin korundukları kay­dedilir. Willibaldi’nin hac anılarında, bu durumdan memnun olan ve bu muameleye şaşıran hacıların durumu anlatılmaktadır. Dolayısıyla bu tez de çok tutarlı değildir. Güçlü Olan Taklit Edilir Diğer bir tez, güçlü olan kültürlerin taklit edildiği prensibine dayanmaktadır ki, biz de buna katılıyoruz. O dönemin siyasi, kül­türel ve iktisadi gü­cü elinde olan, madden ve manen zenginlik kaynaklarını elinde bu­lunduranlar Müslü­manlar idi. Onları tak­lit ederek, güçlü gibi görünmek kaygısı bu paranın diğer bir il­ham kaynağı olabilir. Günümüzde de güçlü olan devletler taklit edilmektedir. Başka bir tez de şu: Kral Offa, Avrupa’daki diğer güçlü devletlere karşı kendi ismini ispatlamak maksatlı yapmış da olabilir. Di­ğer ülkelere duyurup güç gösterisi yapma ve bir PR (devlet reklamı) yapma düşüncesi de yine muhtemel. ve 18. yüzyıllara kadar devam edecek, güçlü Müslümanların taklid edilmesi duru­mu Turquerie (Türkeri / Türköri) hareketi ile zirve yapacaktır. Sanatta, mimaride, ede­biyatta Osmanlı’ya benzeme akımı Avru­pa’da ciddi bir hal alacaktır. Bunların bir uzantısı olarak, haş­metli İslam medeniyeti­ni taklîden, Lond­ra’da bir cami yapılacak (Kew Gardens’da), Polonya’da yeniçeri heykeli di­kilecek ve Roma’da sarıklı kostümler ile kut­­lamalar yapılarak bu hareket devam edecektir.6 İngiliz Kralı Offa Müslüman mı oldu? En popüler tezlerden birisi de, Kral Of­fa’nın bir şekilde İslamiyet’i öğrenip Müs­lüman olmuş olmasıdır. Bu tarihlerde, İs­lam ordularının hızlı ve kalıcı bir surette Ku­zey Afrika’yı fethettikleri, sonrasında da İspanya’yı aldıklarını biliyoruz. Aynı şe­kil­de, orduların daha da kuzeye çıkıp Paris’e 150 mil mesafeye kadar Fransa içlerine iler­lediğini tarihten okuyoruz. Tebliğciler İskandinavya’da Erken dönemlerden itibaren Müslüman­lar sadece askeri olarak değil bürokratik ve ti­cari olarak da gayrimüslimler ile iliş­ki içinde olmuşlardır. İnsanların dünyevi ve uh­revi saadetlerine vesile olabilmek için Müslümanlar tebliğ yapacak elçiler gön­der­mişlerdir. Avrupa’nın kuzeyindeki İs­kandinav ülke­lerine kadar tebliğ maksatlı olarak elçi­ler gön­derildiği ve İskandinav kül­tü­ründen olan Vi­kingler ile ticaret yapıl­dığı da yine ta­­ri­­hi bir hakikattir. Norveç ve Dani­mar­ka’da 20.000’den ziyade Müslüman pa­rası bu­lunmuş ve müzelerde muhafaza edil­mek­tedir. İslam’ın mesajı ve tebliğ-da­vet Viking (İskandinav) idarecilere kadar ulaş­mıştır. Ta­rihi kayıtlarla sabittir. İngiliz Kral’a tebliğ ulaştı mı? Bu noktadan, Vikingler’e kadar tebliğ ulaş­tığı düşünülürse, ticaret yolu üzerinde olan İngiltere’ye de bir elçinin gönderilmiş olma­sı gayet muhtemel görünüyor. Bununla be­ra­ber Kral Offa’nın Müslüman olabileceği­­ne dair şimdilik bildiğimiz deliller ise, bası­­lan bu dinarlar ve dönemde yükselen Müs­lü­man-gayrimüslim bürokratik ilişkileri. SONUÇ Teoriler muhtelif ve biz hakikati tam ola­rak bilemiyoruz. Fakat bilinen bir gerçek var ki o da, İslamiyet’in Avrupa’yı en erken dönemlerden beri derinden etkilediğidir. Öyle ki, sadece Offa değil başkaları da Müs­lüman paralarını kopyalamış ve değerine binaen ondan istifade etmek istemiştir. Av­rupa’da Müslümanların gümüş ve altın para­larının sahtelerinin bile çıkmış olması, bu paraların Avrupa’da ne kadar yaygın olarak kullanıldığını göstermektedir.7 Bu altın dinar ve Avrupa’da üzerinde Arap­ça yazılar bulunan diğer dinarlar8 da gösteri­yor ki, İslam medeniyeti kendini Asya’da ve Afrika’da gösterdiği gibi, Avrupa’da da ciddi olarak hissettirmiştir. Müslüman paraları, Av­rupa’da gayri-resmi olarak geçerli hale gel­miş hatta kopyaları yapılmıştır. Yan tarafta fikir vermesi açısından Anglo-Sak­son dönem İngiltere’sinde basılan para9 nu­munelerini bulabilirsiniz. Kaynaklar: 1- Kral Offa’nın bastırdığı altın dinarın (mancus) bir kopyası Londra’da British Museum (Britanya Müzesi’nde) sergilenmektedir. Arzu edenler British Museum resmi websitesinden ücretsiz olarak yüksek çözünürlüklü fotoğraf talep edebilirler.2- British Numismatic Journal, 5: 55–72, “The Gold Mancus of Offa, King of Offa”,  1908, http://www.britnumsoc.org/publications/Digital%20BNJ/pdfs/1908_BNJ_5_5.pdf, Alınma Tarihi:08/01/20163- The Telegraph Gazetesi, “A month's wages in one mancus”, (yazar bilinmiyor), http://www.telegraph.co.uk/news/uknews/1510010/A-months-wages-in-one-mancus.html, Yayın tarihi 09/02/2006, Alınma tarihi 08/01/2016.4- Medieval European Coinage: Volume 1, The Early Middle Ages (5th-10th Centuries), sf 327, Philip Grierson ve Mark Blackburn, Cambridge Universiy Press, 1986.5- Geçtiğimiz yıllarda, Oxford Üniversitesi İslami Bilimler Merkezi’nin Arapça kursunda yaşlı bir İngiliz ile tanıştım. Kartvizitinin üzerinde güzel bir hat eseri vardı. Mısır ve civarında ticaret yaptığını söyledi. Müslüman mısın, ne için İslami harfleri hususen öne çıkardın diye sorunca, “Müslümanların hoşuna gidiyor, ticaretim kolaylaşıyor” dedi. Aynı zihniyet ile, ortak harfler, o dönemdeki İngilizlerce de ticari maksatla kullanılmış olabilir.6- Bu konu ayrı bir makale konusudur. Şimdilik bununla iktifa ediyoruz. Daha fazla bilgi için: William, H. “Turquerie: An Eighteenth-Century European Fantasy” ve benzeri kitaplara müracaat edebilirsiniz.7- Anglo-Saxon Perceptions of the Islamic World, Kathraine Scarfe Beckett, sf 58, Cambridge University Press, 20038- 1158-1214 tarihleri arasında yaşayan Alfonzo, VIII of Castile (Kastilyalı 8.Alfonzo), St Jean d’Acre 1251’de Arabi harflerle basılan paraları da vardır. (The Gold Mancus of Offa, King of Offa, sf 70-72)  9- Konuyla ilgili daha fazla bilgi için Bakınız: Blunt, “The Coinage of Offa” ve Stenton, “Anglo-Saxon England”10- British Museum Technical Research Bulletin, “Analysis of a gold mancus of Coenwulf of Mercia and other comparable coins”, Gareth Williams and Michael Cowell, https://www.britishmuseum.org/pdf/BMTRB%203%20Williams%20and%20Cowell.pdf, Alınma Tarihi: 08/01/2016

Hamza BERAAT 01 Şubat
Konu resmiTemessülün Aksâmı Muhtelifedir
Risale-i Nur

Eğer güneş canlı olsaydı ve harareti onun hayatı ve ışığı onun şuuru olsaydı aynadaki aksi de canlı ve şuurlu olurdu ve bu haliyle onun akisleri, meleklerin âlem-i misalin aynalarında aksetmesine benzerdi. Âyinede temessül, münkasım (dır) dört sûrete: 1-Ya yalnız hüviyet (yani sûret); 2-ya (hüviyetle) beraber hâsiyet (yani özellikler); 3-ya hüviyet hem şû’le-i mahiyet (yani aslının bir parıltısı); 4-ya mahiyet, (ve) hüviyet. 1- Aynada akseden görüntüler dört kısma ayrılır. 1- Bazı şeylerin yalnızca hüviyeti, yani sûreti, yani görüntüsü akseder. (Haşiye: 1) Bunun misali insan gibi maddî varlıklardır. Maddî varlıkların aynada sadece görüntüleri akseder. 2- Görüntü artı, bazı sıfatları akseder. Bunun misali güneş gibi yarı maddî yarı nurani özellikte olan varlıklardır. Güneşin görüntüsü ile beraber hararet, ısı ve renk gibi en temel özellikleri de akseder. Sadece maddî vücudu aksetmez. 3-Görüntü artı, o şeyin aslının bir parıltısı akseder. Yani sadece bazı sıfatları değil belki aslının küçük bir nümûnesi olacak derecede bütün sıfatları akseder. Bunun misali melek gibi tam nurânî olan, maddî olmayan varlıklardır. Meselâ Cebrâil (as)’ın asıl azametli mahiyeti, yedinci kat sema tabakasının sonundaki Sidre-i Müntehâ’da altı yüz kanadıyla beraber secde ederken; aslının küçük bir nümûnesi alem-i misalin aynalarında aksederek huzur-u Nebevî’de Dıhye (ra) adlı sahâbenin görüntüsüne girerek bulunurdu. Çünkü o sahabe simaca son derece güzel idi. Meleklerin bir yerde temessül ederken mahiyetlerinde meydana gelen farklılaşmanın sebebinin aynaların ka­biliyeti olduğu 16. Söz’de bildirilmekte­dir. (Haşiye 2) 4- Mahiyetinin tamamı ile görüntüsü be­raber akseder. Yani aslının tıpkısı olarak ak­seder. Bunun misali ağızdan çıkan keli­melerdir. Asıl kelime bir tane iken hava aynasında aksederek milyonları bulur. Bun­ların tamamı asıl kelimenin tıpkısıdır. Yani görüntüsü de bütün sıfatları da aynıdır. (Biz göremesek de kelimelerin de kendine ait görüntüleri vardır. Melekler görür.) Bu dört çeşit aksi şöyle sıralayabiliriz: 1- Yalnız görüntü. 2- Görüntü artı bazı sı­fat­lar. 3- (Aynanın kabiliyeti miktarınca) Gö­rüntü artı bütün sıfatlar. 4- Tıpkı gö­rüntü artı bütün sıfatlar. 2- Eğer misal istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Ke­sifin tim­salleri, âyinede oluyor birer müte­har­rik meyyit. 2- Misalleri yukarıda ilgili yerlerinde gös­ter­dik. Kesif yani maddî varlıkların aynada­ki görüntüleri hareketli olsa da aslı gi­bi can­lı değildir, ölüdür. 3- Bir rûh-u nuranînin, kendi mir’at­larında (aynalarında) timsalleri (görüntü­leri) oluyor birer hayy-ı murtabıt (irtibat­lı birer canlı); aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp birer nur-u münbasit (dir) (yayılmış bir nurdur). 3- Melek gibi, kâmil insanlar gibi nuranî ruhların (âlem-i misalin bazı mevcudatı gi­bi) kendilerine özgü aynalardaki görüntü­leri ölü değil aksine aslıyla irtibatı olan birer canlıdır. Cebrail (as)’ın Dıhye (ra) sû­­retindeki temessülü, asıl azametli şahsi­yetinin tamamen aynısı değilse de, aslıyla irtibatı, tamamen hayattar ve şuurlu olması ve bütün sıfatlarını küçük mikyaslarda ta­şıması münasebetiyle onun mahiyetinin ya­ni aslının bir numunesini taşır. Bu yönden aslı olmasa da gayrı da değildir. O nurani varlık, aynalar vasıtasıyla inbisat etmiş ya­yılmıştır. Hâlbuki insanın görüntüsü in­sanın gayrısıdır. Ne şuuru vardır, ne de hayatı. 4- Ger şems hayevan olaydı; olur hara­reti hayatı, ziya onun şuuru.. şu havas­sa mâliktir (özelliklere sahiptir) âyinede (ki) timsali. İşte budur şu esrarın miftahı (sırların anahtarı) 4- Eğer güneş canlı olsaydı ve harareti onun hayatı ve ışığı onun şuuru olsaydı aynadaki aksi de canlı ve şuurlu olurdu ve bu haliyle onun akisleri, meleklerin âlem-i misalin ay­nalarında aksetmesine benzerdi. Yukarıda say­dığımız hakîkatler aşağıda saydığımız sır­­ları açacak anahtarlardır. Yukarıdaki haki­kat­ler anlaşılırsa aşağıda sayılan hâdiselerin mahiyeti anlaşılmış olur. 1- Cebrail hem Sidre’de, hem sûret-i Dıh­ye’de meclis-i Nebevî’de, hem kim bilir kaç yerde!.. 2- Azrail’in bir anda Allah bilir kaç yerde, ruhları kabzediyor. 3- Peygamber’in bir anda, hem keşf-i evliyada, hem sadık rü’yalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür. 4- Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür. (Haşiye 3) Haşiye 1: Hüviyet kimlik mânâsına gelir. Bir şeyin sûreti onun en belirgin kimliği olduğu için buradaki hüviyet, sûret manasında kullanılmıştır. Mektûbât’ın fihristinde 24. Mektubun fihristindeki şu cümlede hüviyet, sûret manasında kullanılmıştır. “Herbir mevcud, vücuddan gittikten sonra, ifade ettiği manalar ve arkasında bâki kalan hüviyet-i misaliyesi, âlem-i misalde mahfuz kalır.” Haşiye 2: Bu meselenin tafsilatlı izahı 16. Sözdedir. Bkz. Osmanlıca Tılsımlar, sh: 23 Haşiye 3: Bu dört aded misalin hepsi de yukarıda anlatılan nuraniyet sırrı ile vukua gelen hâdiselerdir. Hususen ilk paragrafta sıralanan “hüviyet hem şûle-i mahiyet” maddesinin numuneleridir. Yani o nurânî zatların asıl mahiyetleri bir yerde olmakla beraber, canlı ve şuurlu küçük numuneleri manevî aynalarda akseder. Böylelikle adeta birer küçük kopyalarıyla çok yerlerde bulunabilirler.

Muhlis KÖRPE 01 Şubat
Konu resmiKümbetler
Tarih

Kümbetler, Selçuklu’lar zamanında yapılan ve kendine özgü yapısı olan anıtmezarlardır. Genellikle büyük devlet ve din adamları için yapılmıştır. Kümbetler silindirik tabanlı ve üst kısımları konik yapılı olan anıtmezarlardır. Selçuklu Kümbetleri Selçuklu mimarisinde, cami ve med­reselerin yanı sıra türbelerin de önem­li bir yeri vardır. Bu yapıların dört duvarlı ve üzeri kubbeyle örtülü olan­larına türbe, silindir ya da çokgen biçimli olan üzeri koni biçiminde çatıyla örtülü olanlarına kümbet denilmektedir. Anadolu Selçukluları tarafından yapılan küm­­betler Büyük Selçuklu mimarisinin bir uzantısı olarak kabul edilmektedir. Çok mü­­tevazi ölçüde yapılmakla beraber mimarî bakımdan inanılmaz bir zenginliğe sahip­tir. XII. yüzyılda inşa edilen ilk kümbetler önceleri sadece tuğladan daha sonra ise taştan yapılmaya başlanmıştır. Sekil olarak sekiz, on, oniki köseli veya silindirik gövde üzerine piramit yahut külahlı kümbetler basta olmak üzere dilimli gövdeli kümbetler, kare planlı ve kubbeli, ya da dikdörtgen plân üzerine tonozlu türbeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dıştan bakıldığında bir kule şeklinde görünen kümbetler genelde iki kat­lıdır. Birinci kata birkaç merdivenle çı­kılır. Burada sanduka mezar bulunur. Asıl mezar ise alt katta yani toprak seviyesinin altındaki bölümdedir. Ölü burada tahnit edilerek bir lahit veya toprağa gömülür. Üst katta bulunan sanduka sembolik bir mezar şeklindedir. Burası daha çok bir ziyaretgâh veya mescit seklinde düşünülebilir. Kümbetler çoğu zaman bağımsız bir mi­marî eser olmakla beraber bazen de cami ve medreselere bağlı olarak inşa edilmiştir. Erzurum'da Yakutiye Medresesi'ne bağlı ola­­­rak inşa edilen kümbet (1310) taş isçi­li­­ği­nin en güzel örneklerindendir. XII. yüz­yılda yapılan Selçuklu kümbetlerinden sa­dece II. Kılıç Arslan Kümbeti zamanımıza gelebilmiştir. Kayseri'deki Çifte Medrese kümbeti (1206) en eski Anadolu Selçuk­lu eserlerinden biridir. I. İzzeddin Keykâ­vus'un 1217 tarihinde Sivas'ta yaptırdığı Dâru's-şifa'nın sağında bulunan türbenin üzerinde tuğla kubbenin örttüğü mekân üstünde dıştan on kenarlı bir kümbet yük­selmektedir. Bu Anadolu Selçuklu tuğla, çini ve mozaik süslemelerin ilk âbidevî eseri olup çini mo­zaik sanatının daha son­ra ula­şacağı parlak gelişmenin ilk işaretleri olarak kabul edi­­lebilir. Isparta Atabey'de Med­reseye bağlı olarak yapı­lan Ertokuş Küm­beti (1223) se­kiz­gen gövde üzerine iç­ten kub­be, dıştan piramit kü­­lahla örtülü bir yapıdır. I. Alaed­din Keykubâd'in emir­­lerin­den Ali Tusî'nin sağ­lı­ğında To­­kat'ta yaptırdığı tür­­be (1234) de dış­tan sekiz­gen bir kümbet biçiminde yük­selmektedir. Kay­se­ri'deki II. Giyaseddin Keyhüsrev'in an­­­ne­si Mahperi Huand Hatun türbesi (1238) camiin med­reseye bitişen köşesine son­­ra­dan eklenmiştir. Kayseri'deki Çifte Küm­bet ise Alâeddin Keykubâd'ın hanımı Me­like Adiliye için 1247'de yaptırılmıştır. Amas­ya'da Torumtay'ın 1266'da yaptırdığı Gök Medrese Camiine bitişik kümbet kes­me 70 tastan kare seklinde bir alt yapı üzerine tuğladan sekizgen bir gövde ve kıvrımlı bir piramit içindedir. Amasya'da­ki Torumtay türbesi (1278) diğerlerinden farklı bir özel­lik arz eder. Anadolu KümbetleriKonya II. Kılıçarslan Kümbeti  Alâeddin Camii’nin kuzey avlusu içindedir. İçinde yatan sekiz ünlü Selçuklu Sultanı yanında, eserin öl­çüleri bakımından da, Türkiye’dekilerin en büyüğüdür. Yapı on köşelidir. Küm­betin doğuya bakan bir penceresi vardır. Asıl kapısı kapatıldığı için burası kapı gibi kul­lanılmaktadır. Gövde içi planı daireseldir. Kümbet iki katlı olup alt katın kapısı, ay­nı yönde, üst katın altındadır. Mimarı Cu­halı Abdulgaffar oğlu Yusuf’tur. Kapının üzerinden başlamak üzere lâcivert zemin üzerine harflerle Ayetü’l-Kürsi yazılı çini dolaşır. II. Kılıçarslan’ın sağlığında yapıl­dı­ğı düşünülerek 1190 yılında yapıldığı söy­lenebilir. Üst katta iki kuzeyde, altı güneyde olmak üzere sekiz sanduka vardır. Van Gevaş Halime Hatun Kümbeti Giriş kapısı üzerindeki kitâbesine gö­re Melik İzzeddin tarafından 1335 ta­rihinde, kızı Halime Hatun için yap­tırılmıştır. Ustası Ahlatlı Pehlivan oğ­lu Esed'dir. İki katlı inşa edilmiş kümbetin ce­na­zeliği kare planlı olup, doğudaki kapı­sına merdivenle inilmektedir. Köşeleri pah­lanmış kare kaide üzerine onikigen gövde­li olarak yapılmıştır. Üstten piramidal bir külahla örtülmüş kümbet, düzgün kes­me taş malzeme ile inşa edilmiştir. Tüm cep­helerde şeritler halinde ve madalyonlar şek­linde bitkisel, geometrik ve yazı­lardan olu­şan süslemelere yer veril­miştir. Hasankeyf Zeynel Bey Kümbeti Akkoyunlu hükümdarı Uzun Ha­san’ın oğlu Zeynel Bey için yapılmış olup Akkoyunlu Beyliği devrinden (1460-1487) kalma bir anıt mezardır. Ana­dolu’daki soğan kubbeli tek anıt mezar olan Zeynel Bey Kümbetinin kuzey kapısı üzerindeki kitâbede “11 Ağustos 1473 yı­lındaki Otlukbeli Savaşında şehit düşen Ba­hadır Han Hasan Bey in oğlu Zeynel Bey için yapıldığı” anlatılır. Ahlat Emir Bayındır Kümbeti Kitâbesinden, 1481’ de Rüs­tem Bey oğlu Bayındır için yapıldığı an­la­şıl­mak­ta­dır. Emir Bayındır,  Ak­ko­­yun­­lu hükümdarı Uzun Hasan’ın to­ru­nu Rüs­tem Bey’in oğludur. Ah­lat kümbetleri içerisinde en ilgi çe­kenidir. Yarısı açık olan kümbetin üzerinde sekiz tam, iki yarım sütun yer almaktadır. Sütunlar üzerinde geniş ve mukarnaslı sütun başlıkları, bu başlıkları birleştiren kemerler ya­pının göv­desini tamamlamaktadır. Küm­betin üst ör­tüsü ise konik kü­lah şeklindedir. Yapının ikinci katına iba­det amaçlı küçük bir mih­rap yer­leştirilmiştir. Tokat Sentimur Kümbeti İlhanlı Emirlerinden Sentimur oğlu Nurettin'e ait olup h.713/1313-14 yılında, kes­me taştan kare planlı olarak ya­pıl­mış, üzeri içten tromplu kubbe, dıştan tuğladan sekizgen cepheli konik bir külah ile örtülmüştür. Türbenin üç kenarında birer pen­cere bulunmaktadır. Bu pence­relerin et­rafı palmet motifleri ve Selçuklu sülüs ya­zıları ile bezelidir. Bu bezemeler renkli taşlar üzerine yapılmıştır. Türbede üç ki­tâ­be bu­lunmaktadır. Bunlardan doğu cep­hesindeki kemerde h.713/1313-14 yılında yapıldığı yazılıdır. Bu­nun altındaki pencere üzerinde Firdevsi’den alınmış bir beyit, gü­ney yönündeki pencere üzerinde de “Küllü nefsin zaikatül mevt” yazılıdır. Erzurum Üç Kümbetler Üç kümbetlerden sekiz köşeli plan üzerine oturtulmuş olanının Sal­­tuk­lu Devleti’nin kurucusu Emir Sal­tuk’a ait olduğu sanılmaktadır. Ta­ma­mıyla kesme taştan yapılmış olan küm­bet­lerin diğer ikisini kimlerin yaptırdığı bi­lin­memektedir. Kümbetlerin genel olarak 13. yüzyıl sonu ve 14. yüzyıl başına ait ol­dukları kabul edilmektedir. Üç küm­betler Türklere ait diğer kümbetlere na­­za­ran de­ği­şik plan­ları, kulla­nı­­lan mal­ze­me ve süs­le­meleri açı­­­sın­dan dik­kat çek­­­mek­tedir. Niğde Hüdavent Hatun Kümbeti Tâckapı’da mukarnaslar altında bulunan ve üç satır halinde düzenlenen kitâbede, türbenin 712/1312-13 yılında IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ın kızı Hüdavent Hatun tarafından yaptırıldıgı belirtilmektedir. Hüdavent Hatun’un türbede bulunan sandukasının üzerindeki kitâbeye göre 31 Mart 1332 tarihinde vefat ettigi anlaşılıyor. Sekizgen gövdesi, onaltıgen külahı ve dış duvarlarındaki zengin figürlü bezemelerle diğer kümbetlere göre çok farklıdır.

Mustafa YILMAZ 01 Şubat
Konu resmiRisale-i Nurdan İstifade Mertebeleri
Risale-i Nur

Nurdan Ölçüler’de bu sayıda, Risale-i Nurların 90 yıla yakın bir zamandır her kesimden insan tarafından sürekli okunmasına rağmen okuyucuları usandırmamasının sebepleri üzerinde duracağız. “Risale-i Nurlardan tam istifade nasıl olur? Nurlardan istifadenin mertebeleri nelerdir? Nur Risalelerinden hakkıyla istifade etmek şahsın hayatında neleri değiştirir?” sorularına cevap vermeye çalışacağız. Lahika mektuplarında Nur talebelerinin Hazret-i Üstada yazdıkları fıkralarda (kısa yazı, mektup) Risale-i Nurlardan istifadenin sırları açıklanmaktadır. Bu mektuplardan bir kısmını burada ele alarak bazı hizmet ölçülerini tespit edip sizlere arz edeceğiz.  İlk olarak Barla Lahikasındaki bir mek­tuba bakalım. Re’fet Bey’in yazdığı mek­tuba Bediüzzaman Hazretleri şöyle cevap vermektedir: “Mektubunuzda Risale-i Nur’un mi­zan­ları­nı her okudukça daha ziya­de is­ti­fa­de et­­tiğinizi yazıyorsunuz. Evet, kar­­de­şim, o risaleler Kur’ân’dan alındığı için kut ve gıda hükmündedir. Her gün ihtiyaç gı­daya hissedildiği gibi, her vakit bu gıdâ-yı ruhânîye ihtiyaç hissedilir. Senin gi­bi ruhu inkişaf edip kalbi intibaha ge­len zâtlar okumaktan usanmaz. Bu Kur’ânî risaleler, sair risaleler gibi tefek­küh (meyve) nev’inden değil ki, usanç versin. Belki tegaddîdir.”1 Re’fet Bey, Bediüzzaman Hazretlerine yaz­dığı bir fıkrada Risale-i Nurların insanı usandırmaması ve a’zami derecede istifa­de etmenin şartlarından birini de şöyle açıklıyor: “Sözleriniz mürşidâne ve çok yüksek ol­du­ğundan, gayet dikkatli ve tahlil ede­rek okunmak icap ediyor. Serdeyledi­ği­niz delâil-i akliye ve mantıkiye o kadar tatlı ve hayret-bahştır ki, insan oku­duk­ça okuyor ve nâmütenahi bir zevk-i ma­­­ne­­­vi hissederek hiç elinden bırak­mak is­temiyor. Bu sebeple, bir defa oku­mak kâfi değil. Hepsi yanında bulu­nup daima okumalıdır.”2 Risale-i Nurun insanları usandırmamasının başka bir sebebi de bir mektupta şu cümle­ler ile açıklanıyor: “Zira mütalâasına doyamıyorum. Ne ka­dar okursam okuyayım, diğer bir oku­yu­şumda, okumamış gibi oluyorum. Ve ye­ni bir eser okur gibi oluyorum. Had­siz bir zevk-i manevi ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhî ile okuyorum. İşte gerek Sözler ve Mektubat ve gerekse Remizlerin en harika vasfı, zannedersem bu ince noktada olsa gerektir. Âsâr-ı saireyi (diğer eserleri) bir defa okuyunca, ikinci bir defa okumaya o kadar heves uyanmıyor. Kur’ân-ı Ha­kîmin envârını ne kadar okursam oku­yayım, def-i cû’ edemiyorum (açlığımı gi­de­remiyorum).”   3 Risale-i Nurdaki hakikatlerin gıda hük-münde olduğunu ifade eden Hazret-i Üs-tad, başka bir eserde bunlardan tam istifade etmenin şartlarından birisini de şu şekilde ifade ediyor: “Masumların ve ihtiyar ümmilerin ya­zı­larının tashihinde çok zahmet çek­tim. Vakit müsaade etmiyordu. Hatırı­ma geldi ve manen ihtar edildi ki: “Sı­kılma! Bunların yazıları çabuk okun­ma­­dığından, acelecileri yavaş yavaş oku­­­maya mecbur ettiğinden, Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki haki­kat­­lerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, öte­kiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunma­ma­lı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilim­leri, başka ilimlere ve marifetlere benze­­­mez. Akıldan başka çok letâif-i insaniye­nin kut ve nurlarıdır.”   4 Risale-i Nurlarda bu babda, daha pek çok ifade ortaya konulabilir. Burada bu kadarıyla yetineceğiz. Şimdi alıntıladığımız kısımla ilgili önemli gördüğümüz bazı hizmet ölçülerinin altını çizmek ve yukarıda bahsi geçen sorulara cevap vermek istiyoruz. Ölçü: İnsanlar fıtraten gıdaya muhtaçtırlar. Her gün gıda aldığımız halde, ihtiyacın tekrarlanması sebebiyle, maddi gıdaları tüketmekten asla usanç duymayız. Çünkü gıdaya ihtiyaç tekerrür ettiğinden tekrarı lezzet verir. Fakat bir meyveyi her gün her gün yemeye fazla tahammül edemeyiz. İn­san fıtratı gereği maddi gıdaya muhtaç ol­duğu gibi, manevi gıdaya da ihtiyaç duyar. İman hakikatleri, insanın manevi gıdasıdır. Diğer ilimler ise meyve hükmündedir. Ri­sale-i Nurlar envar-ı imaniye ve esrar-ı Kur’aniyeyi izah ve ispat ettiği için ve ma­nevi gıda hükmünde olduğundan insanı usandırmaz. İman hakikatlerinin okunma­sı, yazılması, açıklanması, tefekkürü, tezek­kürü manevi gıda olduğundan usanmak şöyle dursun belki tekrarında taze bir şevk, ulvi bir zevk, hoş bir feyz ve lezzet vardır. İşte Risale-i Nurlar bu sırra mazhar olduğundan, 90 yıldır her kesimden insanın bıkmadan usanmadan okuduğu, elinden düşürmediği bir eserdir. Ölçü: Maddi gıda, vücuda girdiği zaman nasıl bütün beden azalarına ihtiyaç duy­dukları maddeler ilahi bir nizamla dağıtılır. Aynen onun gibi manevi gıdalardan da akıl, kalp, ruh, his, nefis ve sair latifeler yine aynı ilahi nizamla hisselerini alırlar. Risale-i Nurlar da aklın, kalbin, ruhun, hissin, nef­sin ve diğer latifelerin gıdası olduğundan her birini niyet ederek okunmalıdır. Azami istifade etmek isteyen kişi şu şekilde okuma yapmalıdır: Aklınla oku, aklının gıdası için oku. Kalbinle oku, kalbini doyur. Ruhunla oku, ruhunu inkişaf ettir. Hissinle oku, his­siyatına esir olma, onlara hükmetmeyi öğrenmek için oku. Nefsine oku, en evvel bu hakikatlere sen muhtaçsın, nefsini ıslah etmek için oku. Manevi latifelerini beslemek için oku. Her okumada latifelerinin ayrı ayrı zevk-i manevisi vardır. Oku ki latifelerin aç kalmasın. Ölçü: Hakaik-i imaniyeden tam istifade, an­cak ruhun inkişafı, kalbin intibahı ile olur. Maneviyatla meşguliyet gafleti dağıtır. Ru­hu geliştirip olgunlaştırır. Risale-i Nur­dan yapılan her okuma, Nur talebelerinde ma­nevi gelişime ve olgunlaşmaya sebep olur. Yalnız bu okumanın bazı şartları var­dır. Risaleleri dikkatle okuyup anlayarak, inceleyerek, araştırarak, mevzular arasında bağ kurarak, bir mesele hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur külliyatındaki bütün açıklamalarına külli bir nazarla muhatap olarak okunmalıdır. Tahlil, tetkik ve tahkik tarzındaki bu oku­ma, Nur talebelerini maneviyatta ileriye taşır. İstifadeyi artırır. Risale-i Nurları şevk­le, zevk­le okumaya ve imani meselelerde derin­leşmeye vesile olur. Devam Edecek Kaynaklar: 1- Barla Lahikası, s. 343-344, Altınbaşak Neşriyat2- Barla Lahikası, s. 41, Altınbaşak Neşriyat3- Barla Lahikası, s. 121, Altınbaşak Neşriyat4- Emirdağ Lahikası, s. 63, Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Şubat