
Kizb yani yalan ve yalancılık, gerçeğe uygun olmayan sözün aldatmak maksadıyla söylenmesidir. Zıddı ise sıdk yani doğruluktur. Kuran-ı Kerim’de Allah Teâlâ, “Yalan sözden sakınınız!” (Hac, 22/30) buyurmaktadır. İslamiyet’te yalan ve yalancılık kötü huyların ve günahların en büyüklerinden kabul edilir. Münafık ve kâfirlerin ortak özelliği de yalancılıktır. Yalan, dilin en büyük afetlerindendir. İnsanı yüz üstü cehenneme sürükleyen dilinden başka bir şey değildir. “Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık yoldan çıkmaya (fucûr) sürükler. Fucûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır”.(1) Kizbin zıddı sıdk yani doğruluktur. Kizbin dindeki dehşetli yerini gösterecek olan bir husus, onun zıddı olan sıdkın dindeki ehemmiyetidir. “Sözün öze ve kendisinden haber verilen şeye mutabakatı” diye tarif edilen sıdk, ıstılahî olarak kişinin inancında, amelinde, niyetinde, söz, fiil ve davranışlarında samimi ve dürüst olmasına, hile ve aldatma bulunmamasına denir. Aynı zamanda kişinin davranışlarında şaibe, inancında şüphe, amellerinde kusur ve eksiklik olmaması şeklinde de tanımlanmıştır. Sıdk kavramı Kur’an’da; kizb (yalan) (12/26-27) ve nifak (ikiyüzlülük) (9/43) kavramlarıyla zıd; iman ve sâlih ameller (5/119), doğruluk (6/115), hak, gerçek (51/5), kavramlarıyla eş anlamda kullanılmıştır.(2) Münafıklar hakkında Bakara Suresi 10’da geçen şu ayet-i kerime, yalanın dehşetini ve şiddetli çirkinliğini göstermektedir. “Ve (imanları hakkında) yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için (pek) elemli bir azap vardır.” Burada münafıkların pek çok cinayetleri içerisinde, pek elemli bir azaba düşmelerinin sebebi yalan söylemeleri olarak beyan edilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri bu ayetin tefsirinde yalanı şu şekilde tarif etmektedir: “Kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifakın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden, kizbdir. Âlem-i İslam’ı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir.”(3) Şimdi her biri birer büyük hakikati ifade eden bu kavramları biraz açacağız. Yalan küfrün esasıdır Sıdk yani doğruluk imanın omurgası olduğu gibi, yalan da küfrün temel esasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de de “Yalanı, ancak Allah’ın ayetlerine iman etmeyenler iftira eder. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir.” buyrularak inanmayanlar yalancı olarak vasıflandırılmıştır. (Nahl, 105) Fahreddin-i Râzi şöyle ifade eder; “İmanın bir tasdikten ibaret olması sıdktaki faziletin yüceliğini gösterdiği gibi, küfrün bir tekzipten yani yalanlamadan ibaret olması, kizbin dehşetli kötülüğünü anlatmaya yeterlidir.”(4) Üstad Bediüzzamanın ifadesiyle; “küfür, bütün çeşitleriyle kizbdir, yalancılıktır; îman sıdktır, doğruluktur.”(5) Efendimiz (asm), iman ile yalanın bir arada bulunamayacağını açık bir şekilde şöyle ifade etmiştir. Safvan İbni Süleym (ra) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü! Mümin korkak olur mu?” dedik. ‘Evet’ buyurdular. ‘Peki, cimri olur mu?’ dedik, yine ‘evet’ buyurdular. Biz yine ‘peki, yalancı olur mu?’ diye sorduk. Bu defa: ‘Hayır’ buyurdular.”(6) Görüldüğü gibi Efendimiz (asm), mümin hakkında “yalan” ve “ihanet” karşısında şiddetle tepki göstermiş, asla kabul etmemiştir. Ve “Bir müminde her haslet bulunabilir. Ancak hıyanet ve yalan bulunamaz.”(7) buyurmuştur. Nitekim Asr-ı Saadette küfrün simgesi haline gelen Müseyleme-i Kezzab’ın en büyük nişanı yalan olduğu gibi, imanın zirvesi olan Efendimiz (asm)’ın en büyük ünvanı da doğruluk olmuştur. Bu iki simge şahsiyet, doğruluk ile yalanın arasını doğu ile batı kadar birbirinden uzak olduğunu hayatlarıyla ilan etmişlerdi. Yalan, münafıklığın birinci alametidir Dil ile iman ettiğini söylediği halde, kalbi söylediğini tasdik etmeyen ve inanmayan kimseye “münafık” denir. Münafık, sözü özüne uymayan, olduğundan farklı görünen, asla mümin olmayan gizli kâfirdir. “İnsanlardan öyleleri de vardır ki, kendileri inanan kimseler olmadıkları hâlde, ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler.”(Bakara, 8) Efendimiz (asm) konuyla ilgili “Yalan, nifak kapılarından bir kapıdır” buyurmuştur.(8) Abdullah İbni Amr İbni’l-Âs (ra)’dan rivayet edildiğine göre Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Dört huy vardır ki bunlar kimde bulunursa o kişi tam münafık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münafıklıktan bir sıfat bulunmuş olur: - Kendisine bir şey emanet edildiği zaman ona ihanet eder. - Konuştuğunda yalan söyler. - Söz verince sözünden döner. - Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar.”(9) Yalan Allah’ın kudretine iftiradır Yalan konuşmak, Allah’ın kudretine bir çeşit iftirayı kendi içinde barındırır. Çünkü yalan söyleyen bir kişi, Allah’ın, kudreti ile varlık sahasına çıkarmadığı bir şeyin var olduğunu veya gerçekleştiğini söyleyerek, kudrete karşı bir iftirada bulunmuş oluyor. Mesela, cennet ve cehennemi yaratmak Allah’ın kudretine bir zerre kadar kolay iken, kâfirler küfrü ile “yaratmaz veya yaratamaz” dedikleri için, hakikati hali yalanlamış oluyorlar. Allah Teâlâ’nın hak bir peygamber gönderdiğini ve hak bir kitap indirdiğini yalanlayarak Allah’ın kudretine iftira etmişlerdir. Bu ise yalanın en büyüğü, en çirkinidir. Yalan Rabbani hikmetlere zıttır Büyük bir âlem olan şu kâinatın tedbir ve idaresinde Cenab-ı Hakkın adetullah tabir edilen kanunları vardır. Aynı şekilde, küçük bir âlem olan insanın manevi hayatında dahi şeriat-ı Ahmediye tabir edilen kanunları vardır. Fıtrat kanunları olarak tabir edilen adetullah kanunlarında asla bir eğrilik, bir çatlak, bir noksanlık ve abesiyet yoktur. Yaratılan her şeyde faydaların ve güzelliklerin gözetilmesi, nihayetsiz bir hikmetin işlediğini gösterir. Adetullah kanunlarında bir eğrilik, noksanlık olmadığı gibi, şeriat-ı Ahmediye tabir edilen Efendimiz (asm)’ın getirdiği kanunlar dahi bize hep iyiliği ve doğruluğu tavsiye etmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiler sevgi, saygı ve güvene dayanır. Doğruluk ve doğru söylemek toplumu kaynaştırırken, yalan ve yalancılık ise insanlar arasındaki saygı ve güveni, dostluk ve arkadaşlığı ortadan kaldırır. Hakların kaybolmasına, adaletin yerini zulmün almasına sebep olur. Haklının yerine haksız geçer. Maslahatlar, hikmetler zayi olur. Yalan sebebiyle birçok ocaklar söner, servetler mahvolup gider. İnsanlar arasındaki karşılıklı güven, sevgi ve saygı duyguları yerlerini kuşku, kin ve düşmanlığa bırakır. Yalan güzel ahlakı tahrip eder İslamiyet’in çirkin gördüğü ve asla kabul etmediği yalan sıfatı, güzel ahlakı tahrip eden çirkin bir haslettir. Yalan bütün güzellikleri ve iyilikleri eritip yutan kara bir delik gibidir. Nasıl ki doğruluk, iyiliklerin kaynağı ve cennet yolunun vesilesi ise, yalan da kötülüklerin kaynağı ve cehennem yolunun vesilesidir. Âlimler, yalanın bir mümine yakıştırılmayacak kadar aşağı, rezil olan çirkinliğini, onun bütün kötülükleri peşinden getirmesiyle izah eder ve “yalanın terkiyle fevahiş (açık kötülükler) de terk edilir” derler. Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu şöyle ifade eder: “Ahlak-ı âliye ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlakı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.”(10) İslam âlemini zehirleyen yalandır İslam âlemini parçalayan en temel problemlerden birisi de Müslümanların, Allah’a ve Resulüne sadakatlerini kaybetmeleridir. Doğruluğun kaybolmasıyla, Müslümanlar arasındaki emniyetin ve birlikteliğin bozulmasıdır. Doğruluk, bütün İslami değerlerin üzerine oturduğu ana zemin, güç aldığı ana eksen durumundadır. Teşbih caizse bir binanın temeli, bir makinenin motoru hükmündedir. Sıdk, İslam dininin, insanlığın ve toplum hayatının olmazsa olmazıdır. “Âlem-i İslam’ın nizamı, sıdktır” diyen Bediüzzaman Hazretlerine göre doğruluk, Allah’ın rızasını kazanmak ve uhrevî saadetimiz için olduğu gibi dünyamızın kurtuluşu, İslam dünyasının sahil-i selamete çıkabilmesi için de en gerekli ve zaruri bir değerdir. Bu konuyla alakalı kendisine sorulan sorulara şöyle cevap verir: “Sual: Her şeyden önce bize lazım olan nedir? Cevap: Doğruluk! Sual: Daha? Cevap: Yalan söylememek! Sual: Sonra? Cevap: Sıdk, ihlas sadakat, sebat, tesanüt. Sual: Yalnız (Sıdk mı?) Cevap: Evet! Sual: Neden? Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır, imanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası iman ve sıdkın ve tesanütün devamıyladır?”(11) Yine meşhur Hutbe-i Şamiye’sinde Müslümanların geri kalmasındaki altı büyük hastalıktan birisini sıdkın, doğruluğun toplum hayatında ölmesi olarak teşhis eder. Deva olarak da şunları söyler: “Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.”(12) Sosyal hayatı fesada veren yalandır İslam; insanların birbirlerine karşı sevgi ve güven duyguları beslediği, yardımlaşan, dayanışan bir toplum düzeni kurmak ister. Bu toplum düzeninin temeli de doğruluk ve dürüstlüktür. Doğruluk ve dürüstlük adaletin tesisine, maslahatların da teminine vesiledir. Yalan, hile ve aldatma ise toplum düzenini parçalayan bir dinamittir. Yalan, hakların kaybolmasına, adaletin yerini zulmün almasına sebep olduğundan, İslam’ın nazarında büyük günahların en büyüklerindendir. Sıdk, gerek ferdî ve gerekse içtimaî hayatın huzur ve selameti, maddi ve manevî terakkileri için mühim bir esastır. Medeni hayatın pek çok müesseseleri hayatiyetini “sadakatten” ve bunun neticesi olan güven ortamından alır. Bu sebepten olacak ki Hz. Peygamber (asm), en büyük günahları bile mümin için mümkün görürken, toplum hayatını zehirleyen yalan ve hıyanete şiddetle tepki göstermiş, bunların imanla bağdaşmayacağını belirtmiştir. Yalan insanı kemalattan geri bırakır Yalan, insanı her türlü kemalattan geri bırakır. İnsanı kemalata götüren yol sıdk olduğu gibi, kemalattan geri bırakan da kizbdir. İbnu Abbas’tan gelen rivayete göre, Efendimiz (asm)’a “kemâl”den sorulunca, “Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmak” diye cevap verir.(13) Yine Efendimiz (asm) konuyla ilgili şöyle buyurur: “Kişi, yalan söyleyince kalbinde siyah bir leke peyda olur. Yalana niyete ve yalan söylemeye devam ettikçe büyüyen bu leke, gün gelir kalbi tamamen kaplar ve simsiyah eder. Böylece kul, Allah nezdinde yalancılar arasına yazılır!”(14) Efendimiz (asm)’ı sahip olduğu yüce makama çıkaran, davasını insanlara benimseten vasıta, öncelikle onun sıdkıdır. Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu Peygamber Efendimizin hayatından bahsettiği risalesinde şöyle ifade eder: “Bu zatın tam 40 yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celp ve cezp ettiren o Zâtın (asm), evvel ve âhir (yani peygamberlik öncesi ve sonrası) herkesçe malum olan, sıdk ve emaneti idi. Demek o Zatın (asm) sıdk ve emaneti, nübüvvet davasına en büyük bir delil olmuştur.”(15) Sahabe efendilerimizden olan Ka’b Bin Mâlik şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ Hazretlerinin beni mazhar kıldığı İslam hidayetinden sonra, bana en büyük lütfu sıdkımdır, yalan söylememiş olmamdır. Şayet sıdktan ayrılsaydım helak olurdum. Nitekim yalan söyleyenler hep helak oldular.”(16) İnsanı yücelten doğruluk, alçaltan ise yalandır Hz. Peygamber Aleyhissalatu Vesselam’ı ilk doğrulayan Hazret-i Ebu Bekir (ra)’ın vasfı sıddıktır. Ve Resulullah (asm)’ın en zayıf bir zamanında verdiği destekle İslam’ın tesisine katkısı diğer Sahabe Efendilerimizden daha fazladır. Bu sebeple de alimler, Resulullah (asm)’dan sonra ümmetin en faziletlisi Hz. Ebubekir (ra) olduğuna ittifak etmişlerdir. Asr-ı Saadette yalan bütün çirkinliğiyle, doğruluk bütün güzelliği ile ortaya çıkmış ve tesiri maddeten hissedilmişti. Yalan ile doğruluğun aralarındaki mesafe, yer ile gök arası, doğu ile batı gibi birbirinden ayrılmıştı. Yalanın insanı ne kadar alçalttığı Müseyleme-i Kezzab’da görülmüş, doğruluğun insanı ne kadar yüksek mertebelere çıkardığı Muhammedü’l-Emin (asm)’da şahit olunmuştu. Böylece hakka âşık ve sıdka müştak olan Sahabe Efendilerimiz, yalandan öldürücü bir zehir gibi kaçarak doğrulukla hayatlarını geçirmişler, insanlığa rehber ve muallim olmuşlardı. Sonuç Yalan bütün kötülüklerin başı olduğu gibi, doğruluk dahi bütün güzelliklerin esasıdır. İman, altı erkânıyla birlikte, bir tasdikten yani doğrulamaktan ibarettir. Küfür ise, bütün bu esasları yalanlamaktır. Hülasa, yalanın sayılan bütün bu kötülüklerinden kurtuluş yolu, sıdktır / doğruluktur. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin sıdka dair şu veciz ifadeleriyle konumuzu tamamlıyoruz. “İslamiyet’in esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemâlata îsal edici, sıdktır. Ahlak-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri, sıdktır. Âlem-i İslam’ın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri, Ka’be-i kemâlata îsal eden (ulaştıran), sıdktır. Ashab-ı Kirâmı bütün insanlara tefevvuk ettiren (üstün kılan), sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalatu Vesselam’ı merâtib-i beşerîyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.”(17) Kaynaklar: 1) Buhâri, Müslim, Tirmizi2) Dini kavramlar sözlüğü – sıdk3) İşârâtü’l-İ’câz, 85 (Osmanlıca Nüsha) 4) Râzi, Tefsir, 26 – 2805) Mektubat-2, 143 (Osmanlıca Nüsha)6) Muvatta Kelâm 19, (2, 990)7) İbni Ebi Şeybe8) Râmûz el-Ehâdis, no: 14439) Buhari, Müslim, Tirmizi 10) İşaratül icaz 15711) Mektubat-2, 14312) Mehtubat-2, 18313) İhya 4, 69414) Muvatta, Kelam, 1815) İşârâtü’l-İ’câz, 157 (Osmanlıca Nüsha)16) Teysirü’l-Vüsûl-1, 167-16817) İşârâtü’l-İ’câz, 86 (Osmanlıca Nüsha)

İctimai hayattan ticarete, çocuk yetiştirmekten aile hayatına, ibadetten eğitime kadar her ânımızda kendimize örnek almamız gereken Peygamber Efendimiz (asm)’in hayatı, ibadetin ve kulluğun binler misalleriyle lebâleb doludur. Yerine getirilmesi gereken farz ibadetleri yaparak Müslümanlara model olan Peygamber Efendimiz (asm), kulun Allah’a yakınlığını artıran ve cennetteki mertebesini yükselten nafile ibadetleri de hayatı boyunca yerine getirmiştir. İşte bunlardan birisi de teheccüd namazıdır. Teheccüd, lügatte gece uyumak manasında olmakla beraber, ıstılahta ise -bu manaya zıt olarak- gece uyanıp namaz kılmak veya gece namazı manasında kullanılan dini bir tabirdir. Yatsı namazında sonra daha uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra kılınacak nafile namaza “salat-ı leyl” denir ki sevabı pek çoktur. Bir miktar uyuduktan sonra kalkıp kılınırsa, bu namaz biraz daha hususiyet kazanarak “teheccüd” adını alır. Her iki rekâtta bir selam verilmesi daha efdal olan teheccüd namazı, iki rekâttan sekiz rekâta kadar kılınabilir. Allah (cc), geceleyin kalkıp teheccüd namazı kılanlar hakkında Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “(Teheccüd namazı kılmak için) yanları yataklardan uzaklaşır; korkarak ve umarak Rablerine dua ederler ve kendilerine rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) sarf ederler. Artık, yapmakta olduklarına bir karşılık olarak onlar için göz aydınlığı olacak olan (nimetler)den nelerin saklandığını kimse bilmez. (Secde, 16-17) Allah Teâlâ Habib-i Ekrem’ine (asm) daha fazla lütufta bulunmak için, “Gecenin bir kısmında da sadece sana mahsus bir nafile olmak üzere uykudan kalk, Kur’ân ile teheccüd namazı kıl. Yakındır ki Rabbin seni bir makam-ı mahmuda eriştire.” (İsra, 17/79) buyurarak gece namazını ona farz kılmıştır. “Sabah namazından önce kılınan iki rekât nafile namaz dünyanın tamamından daha hayırlıdır.” (Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 96) buyururdu Efendimiz (asm). Gözümün nuru diye tavsif ettiği namazı, geceleri daha bir iştiyak ve arzu ile kılardı. Ayakları şişecek kadar kendinden geçerek kıldığı teheccüd namazına olan iştihasını şöyle dile getirmişti: “Allah, her peygamberde belirli bir şeye karşı aşırı bir istek yaratmıştır. Benim en çok hoşlandığım şey de gece ibadetidir.” (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, II, 271) Allah’a yaklaştıran en mühim ibadet olması hasebiyle “Peygamber Efendimiz (asm) gece namazını hiç terk etmezdi. Öyle ki hastalanacak veya ağırlık hissedecek olsa oturarak kılardı.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 18) Ve ümmetinin de bu nimetten nasiplenmelerini arzu ederdi. Öncelikle yakın akrabasından tebliğe başlayan Efendimiz, bir gece Hz. Ali ile Hz. Fâtıma Radıyallâhu Anhümânın kapısını çalmış ve onlara: “Namaz kılmayacak mısınız?” (Buhârî, Teheccüd, 5) buyurarak geceyi boş geçirmemelerini istemişti. “Gece namazına, teheccüde devam ediniz. Çünkü bu, sizden evvelki sâlih zatların âdetidir. Allah’a manen takarrübe (korunmaya) bir vesiledir, günahlardan men’ ve sıyanete bir vasıtadır. Bir takım seyyieler için bir keffarettir. Bedenen hastalıkları uzaklaştırmaya da bir vesiledir.” (Tirmizî, De’avât, 101) buyurarak Sahabe Efendilerimizi, ima ile de ümmetini bu ibadeti yapmaya teşvik etmiştir. Peygamber Efendimiz (asm), Sahih-i Müslim’de Ebû Hureyre (ra)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte teheccüd namazının en faziletli vaktini şöyle belirtmiştir: “Farz namazdan sonra en faziletli namaz gece namazıdır. Geceyi iki kısma bölersen, son kısmı namaz için en faziletli vakittir. Eğer geceyi üçe bölersen, ortası en faziletli vakittir.” (Tecrid-i Sarih Terc. IV, 16) Aile içinde kadın ve erkeğin Allah’a ibadet ve sâlih ameller işleme hususunda birbirlerine destek olmalarının önemine dikkat çeken Efendimiz (asm), bilhassa gece namazına kalkmada bu yardımlaşmanın daha da önemli neticeler hâsıl edeceğini şöyle ifade etmiştir: “Geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah rahmet etsin. Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allah rahmet etsin.” (Ebû Dâvud, Tatavvu, 18, Vitir, 13) Nafile namazların, kıyamet gününün dehşetli ânında hesap verirken zor durumda kalan sâhibinin imdadına yetişeceğini de yine Resûlullah (asm), “Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli onun namazıdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün olmazsa, kaybeder ve zararlı çıkar. Şayet farzlarından bir şey noksan çıkarsa, Aziz ve Celil olan Rabbi: ‘Kulumun nafile namazları var mı, bakınız?’ Farzların eksiği nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer amellerinden de bu şekilde hesaba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188) buyurmuştur. Gece vaktinin insana hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı hatırlattığını Üstad Bediüzzaman Hazretleri Sözler eserinde şöyle ifade eder: “Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir. İkaz eder ve bütün bu inkılâbât içinde Cenab-ı Mün’im-i Hakîkî’nin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile ne derece hamd-ü senâya müstehak olduğunu ilan eder.” İşte kulun her zaman Allah’ın rahmetine mazhar olduğunu gösteren bu müjdelerden sonuç olarak denilebilir ki; hesap gününde farz ibadetlerimizin noksaniyetini ikmal edecek ve kabir gecesinde ve berzah karanlığında bize nur olacak ibadetlerin başında nafile ibadetlerden olan “teheccüd namazı” gelmektedir. Rabbim bizlere namazı hakkıyla eda edebilmeyi nasip eylesin. Rabbim bizlere gecenin bu nimetinden nimetlenebilmeyi nasip eylesin. ÂMİN.

“Ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.” Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri Ben Kendimi Beğenmiyorum Bedîüzzaman Hazretleri, Mektûbât isimli eserinde kendisini ziyarete gelenlerden bahsederken; bazılarının şahsını mübarek ve makam sahibi görerek ziyaret etmek istediklerini söylemektedir. Bu düşünceyle şahsını ziyaret etmek isteyenlere kapısının kapalı olduğunu ifade eder ve herkese ders olacak şu sözleri söyler: “Ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.” Üstâd Hazretleri, kişinin kendini ve nefsini beğenmemesi gerektiğini anlatırken, aynı zamanda kendini beğendirmenin de yanlış olduğunu öğretiyor bizlere. Beğenilerin, alkışların ve tabir-i caizse pohpohlamaların revaçta olduğu bir asırda yaşıyoruz. Enaniyetin bu kadar okşandığı bir zamanda, Bedîüzzaman Hazretlerinin manevî ve ilmî şahsiyeti de göz önünde bulundurulduğunda, etrafından alacağı övgü ve insanların ilgisini düşünelim. Bedîüzzaman Hazretleri, yukarıdaki sözleriyle ve bu sözleriyle bire bir örtüşen uygulamalarıyla, bu övgü ve ilgi tuzağını baştan engelliyor. Dikkatleri tamamen Kur’an ve iman hizmetine ve Risâle-i Nûr’a odaklandırıyor. Kendisini bu hizmetin bir hadimi, bir dellâlı ve bir tercümanı olarak gösteriyor. Somuncu Baba Hazretlerinin şöhrete kavuştukça şehir değiştirmesi, Üftâde Hazretlerinin ‘bu kapı yokluk kapısıdır’ demesi, Aziz Mahmûd Hüdai Hazretlerinin kadılığı bırakıp Bursa sokaklarında ciğer satması ve Tapduk Emre’nin Yunus Emre’ye ‘ben bilmem’ zikrini vazife vermesi, hep aynı anlayışın farklı asırlardaki uygulanış biçimleridir. Onlar, kendilerini beğenmemişler, yaptıkları hayırlı amelleri yeterli görmemişler ve maddî-manevî ilimleriyle kibre kapılmamışlar. Yine aynı şekilde İmam-ı A’zam Hazretleri, ilminin yüksekliğinden değil, bilmediklerinin çokluğundan bahsetmiştir. Elbette ki bu anlatılanlar, insanları hakir görmek ve aşağılamak için değildir. Tam tersine a’lâ-yı illiyyine çıkmanın yol haritasıdır. İlim ve maneviyat arttıkça, tevazuun artması gerekmektedir. İnsanların beğenileri değil, Allah’ın rızası talep edilmelidir. Alkış beklentisi içinde olunmaması lâzımdır. Ta ki insan, yaptığı salih amellerin kendisine Allah’ın bir lütfu olduğu şuuruna erinceye kadar. Yoksa binlerce batman salih amel, bir çırpıda yok olup gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlike, ahir zamanda yaşayan bizlerin çok daha yakınından geçiyor. En Zayıf Damar: Enaniyet (Benlik) “Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten insanda en tehlikeli damar, enaniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler. (29. Mektûb, Mektûbât-2)” Kendini beğenenlere ya da başkaları yüzünden kendini beğenme tuzağına düşenlere, Mektûbât’da ciddî bir ihtar var. Ehl-i dalâlet, en zayıf damar olan enaniyetten istifade etmek için fırsat kolluyor. Ehl-i iman, ilim ve takva sahibi de olsa, bu tehlikeli yollara girerek, sırat-ı müstakimden çıkabilir. Bu sebeple enaniyetin tehlikeli yollarına hiç girmemek gerekiyor. Enaniyeti okşanarak bu tuzağa düşenler, tuzağa düşürenlerin oyuncağı hâline gelebilirler. Ve normalde tasvip etmeyecekleri yanlış işler yapabilirler. Bazen de girdikleri yanlış yolda nefislerini temize çıkarmak için daha fazla yanlışlara düşebilirler. O sebeple bizi övgü ve alkışla kandırıp, tasvip etmediğimiz şeyleri yaptırmaya çalışanlara karşı çok dikkatli olmak zorundayız. Enaniyet ve yaptığı ameli beğenme tuzağı, bir bataklık gibidir. Kişi, amelini beğenmeye ve nefsini üstün görmeye alışırsa, bunu devam ettirmek isteyecektir. Bu durum da hem yapılan salih amellerin boşa çıkmasına, hem de kişinin kendinde olmayan manevî makamlara ulaştığını zannetmesine sebep olabilir. Yaptığımız her hayırlı işin ve salih amelin, bize Allah’ın birer nasibi olduğu ama işlediğimiz her günahın ve hatanın bir numaralı faili olduğumuz şuurundan uzaklaşmamalıyız. Bu şuurda olabilirsek, devamlı hayırlı ve salih amel işlemek için ve Allah’ın bu amelleri nasib etmesi için gayret ederiz. Ve bu salih amelleri yeterli görmeyiz. İşlediğimiz her günahı ve hatayı nefsimizden bilir, devamlı tövbe istiğfar makamında oluruz. Günahlarımızın ve hatalarımızın üstünü örtmeye çalışmayız.

Yol ikidir; ya Sıdk ya da Sükût diyordu Bediüzzaman! Üçüncü bir yol yok. Çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Çünkü İslamiyet’in esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalâta îsal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâm'ın nizamı, sıdktır. Nev'-i beşeri Kâbe-i kemalâta îsal eden, sıdktır. Ashab-ı Kiram'ı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî (Aleyhissalâtü Vesselâmı) meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır. (İşaratü’l-İcaz) *** Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâk-ı aliyeyi daima yaşatan, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalksa araya kizb girse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o âdem da insanlara oyuncak olur. *** İnsanı insan yapan sıdk/doğruluk ve insanlıktan çıkarıp alçaltan kizb/yalan olduğu aşikâr iken, bugünümüze bakıp üçüncü şıkkı eleyip hatta sükûtu da kenara alıp yönümüzü sadece kemalatın Kâbe’si olan doğruluğa çevirmemiz elzem değil de nedir? *** İnsanlığa iki saadet yurdunun kapısını açan Hatemü’l-Enbiya (sav) yola çıktığında heybesinde sadece SIDK vardı. Onun sadece yüzüne bakıp “Bu yüzde yalan olmaz!” diyerek Allah’a iman edenler vardı. Ey Ümmet-i Merhume! Peki, bize sıdktan ne var? Ya da sıdktan bizde ne var? Sözü sahibine bırakıp çıkalım biz aradan… Sadıklardan eylesin bizi Yaradan! *** Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette kurûn-u vustâda (orta çağlarda) durduran ve tevkîf eden altı tane hastalıktır: O hastalıklar da bunlardır: Birincisi: Ye'sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyâsiyede ölmesi. Üçüncüsü: Adavete muhabbet. Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî râbıtaları bilmemek. Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat. Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek. (Hutbe-i Şamiye)

Ayet-i Kerimeler “Ey İman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla (doğrularla) beraber olun!”(Tevbe Suresi, 119) Onlar ki, yalan yere şahitlik etmezler; boş sözlerle karşılaştıkları zaman, yüz çevirip vakarla geçerler.” (Furkan Suresi, 72) “Artık o pis putlardan kaçının ve yalan sözden kaçının.”(Hac Suresi, 30) “(Münafıkların) kalplerinde bir hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırmıştır.Yalan söylediklerinden dolayı onlar için elemli bir azap vardır.”(Bakara suresi, 10) Hadis-i Şerifler “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vaad ettiği zaman, vaadini yerine getirmez, kendisine güvenildiği zaman ihanet eder.” (Buhari, Müslim, Tirmizi) Safvan b. Suleym (ra)’dan rivayet edilmiştir: Resûlüllah (sav)’e “Mümin korkak olur mu?” diye soruldu. O da “Evet, (olur)” dedi. “Mümin cimri olur mu?” diye soruldu. Yine “Evet, (olur)” dedi.“Mümin yalancı olur mu?” diye sordular.Peygamber (sav): “Hayır!” (Mümin yalancı olmaz) dedi. (Beyhaki, Malik) “Seni tasdik eden bir (din) kardeşine, bir sözü anlatırken senin yalancı olman,büyük bir hıyanet olur.” (Ahmed, Ebu Davud) “Benim namıma yalan söylemek, herhangi biri namına yalan söylemek gibi değildir.Kim kasden benim namıma yalan söylerse, ateşte oturacağı yeri hazırlasın.”(Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud) “Kim rüyasında görmediği bir şeyi, gördüm diyerek yalan söylerse, ahirette ona iki arpa tanesini düğümlemesi emredilir. Hâlbuki onları hiç düğümleyemiyecektir. (Düğümleyemediği müddetçe de o cehennemde kalacaktır.)”(Buhari, Tirmizi, Ebu Davud) “Doğru, güvenilir tacir (mahşer gününde) peygamberler,sıddıklar ve şehidlerle beraberdir.” (Tirmizi) Peygamberimiz (sav), “Muhakkak ki, tüccarlar facirlerdir (günahkârlardır).” dedi.“Ya Resûlallah! Allah alış-verişi helal kılmadı mı?” dediler. O da “Evet (helal kıldı).Fakat onlar yemin eder günaha girerler, konuşur yalan söylerler.” dedi. (Ahmed, Hâkim) “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِيَن Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı 8- Bismillah’taki B harfinin, devamlılığı ve malikiyeti ifade eden gizli bir manası daha vardır. Önceki sayıdaki, kâtip ve kalem misalinde bu iki incelik yoktur. Şimdi mücerret ve soyut olan şeylerin intisabını tefekkür ederek o deruni (gizli) manayı anlamaya çalışalım. 9- Önceki sayıdaki, ayine misalinde denildiği gibi; elindeki ayineyi güneşe tutsan, güneşin mücerret (soyut) olan ziyası, ayinenin içine girer ve tecelli eder. Sonra aks ederek göze görünür. Ayine içindeki misalî güneşin vücudu ve bekası, her an semadaki güneşin ziyasının tecelli ve cilvesinin kesintisiz olarak gelmesine bağlıdır. Eğer ziyasının tecellisi bir an-ı seyyale kesilse, ayinedeki misalî güneş yok olur devam etmez. Bu kesintisiz görüntü, ziyanın tecerrüt (ziyanın soyut olma) sırrından gelir. 10- Şimdi intisaptaki hakiki malikiyeti anlamaya çalışalım. Müşahhas olan mahiyetler bir şeye hakiki malik olamazlar. Ancak sahip ve emanetçidirler. Önceki sayıdaki, kâtip misalinde de anlaşıldığı gibi, kâtip kaleme hakiki malik değildir. Ancak sahip ve emanetçidir. Kâtibin kaleme hakiki malik olabilmesi için o kalemin elektronlarını, atomlarını, ayrı ayrı parçalarını her saniye elinde tutması lazımdır. İşte hakiki malikiyet böyle olur. 11- Güneş misalinde anlaşıldığı gibi mücerret (soyut) olan mahiyetler ise bir şeye hakiki malik olabilirler. Yani güneşin ziyası cam parçasının içindeki güneşi bütün zerratıyla beraber her an elinde tutar. Bir an bile ondan irtibatını kesmez. 12- Aynen bu misal gibi, kâinat içindeki bütün mahlûkat ayine içindeki misali güneşe benzer. Semadaki güneşin vücudu ise maddeden mücerret ve mekândan münezzeh ve kusurdan mukaddes olan daire-i vücuba misaldir. Bu tecerrüt (soyut) sırrından dolayı denilebilir ki, 13- Bütün mahlûkat kâinatın haricindeki maddeden mücerret bir Zat-ı Zülcelalin irade ve kudretinin tesir ve taallukuyla (alaka kurmak) vücut bulmuştur. Hem tecerrüt (soyut) sırrıyla mevcudatın bekası (sürekliliği) dahi her an-ı seyyale onun beka vermesiyle mümkün olur. Eğer o kudretin taalluku kâinattan bir an çekilse kâinat yok olur, ademe düşer. 14- Hem Cenab-ı Hak her an her şeye maliktir. Çünkü o maddeden mücerret olan kudret-i ezeliyesiyle her an; atomların yaratıldığı hadsiz esir zerratını, atomlardan müteşekkil olan hadsiz hüceyratı, hücrelerden teşekkül eden azaları, azalardan bir araya gelen vücutlar ve keza bütün kâinatı bizzat elinde tuttuğu ve malik olduğu için kâinat varlık âlemine çıkmıştır. Hem o kudretin devamıyla kâinat beka bulur. Bu hakikat, Yirminci Mektubun İkinci Makamının Dördüncü Kelimesinde tam izah edilmiştir. Hazret-i Musa’nın (as) bir kıssası bu meseleyi tenvir eder. 15- Bir gün Hazret-i Musa (as) Cenab-ı Hakka: “Ya Rabbi sende hiç gaflet, uyku hali olur mu?” diye sorar. Cenab-ı Hak bir kaba su doldurmasını ve elinde tutmasını emreder. Yorgunluktan Musa’nın (as) gözü bir an dalar, uyku hali gelir. Elinden su dolu kap düşer ve paramparça olur. Cenab-ı Hak buyurur; “Ey Musa! Eğer bende bir an-ı seyyale gaflet olsaydı kâinat bütün bütün helak olurdu.” Şimdi müminin iman ile Allah’a intisabından bahsedelim. 16- Allah’a iman ettim diyen bir mümin, bütün kâinatın mevcudatının envaları, efratları, azaları, hücre ve zerratının, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakkın irade ve kudretinin tesir ve taallukuna vererek vücut bulduğunu kabul ve tasdik ettiği gibi, kendi irade-i cüz’iyesinin tercihine istinaden tanzim edilen bütün amellerinin dahi, yine Allah’ın irade ve kudretiyle yaratıldığına şahadet ederek iman ve tasdik eder. 17- Böylece hem enfüsi (kendi âlemi) hem de afaki (kâinat âlemi) dairenin yaratılışını ve tanzimini irade ve kudret-i İlahiyenin taallukuna vererek; nefsü’l-emirdeki “yani hakikatte var olan, vehmî olmayan” hakikati tasdik eder. Kâfir ise bu hakikati inkâr ettiği için küfür içinde kalır. 18- Şimdi Cenab-ı Hakkın kendini bizlere nasıl bildirdiğini anlamaya çalışalım. Evet; Rabbimiz bize kendini üç büyük kitap ile tanıtmıştır. Birincisi; Kâinat kitabı, İkincisi; Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan, Üçüncüsü; Peygamberimiz (asm)’dır. Müminler bu üç büyük muarrifin (tarif edici) ortaya koyduğu hadsiz delilleri göstererek “Allah’a iman ettim” der. Bu üç kitaptan ikisi, naklî delildir. “Risale-i Nur bu iki kitabın hakkaniyetlerini ispat ederek naklî delilden aklî ve ilmî delil seviyesine çıkarmıştır.” 19- İnsan cüz’i ihtiyarıyla iman ettim deyip tasdik ettikten sonra Cenab-ı Hak, insanın kalbinin içine iman nurunu ilkâ eder ve yerleştirir. İnsanın kalbini kendi isim ve sıfatlarına bir arş (taht) yapar. İşte bunun için müminin kalbi, ayine-i samettir. İman ettikten sonra müminin kalbi kâinat kadar genişler ve zaman ve mekânın hadsiz derece haricinde olan daire-i vücubla (Allah’la) esma-i İlahiyesi adedince telefon hattı gibi bir alâka kurar. Böylece kalbimiz, her an esma-i İlahiyeden gelen feyze mazhar olur. 20- İman etmekle sonsuz cemal ve kemal sahibi bir sevgiliye kavuşan kalb, o sevgilinin ismini zikir etmekle mutmain olur. Böylece kulun kalbinden Rabb-i Rahimine karşı daima dualar, niyazlar, şükürler, hamdlar gider. Rabbinden ise o kulun kalbine feyizler, bereketler, manalar, ilhamlar gelir. İnsanın kalbinde marifetullah kemalatı bununla başlamış olur. 21- İşte Bismillahtaki B; insanın kalbi ile daire-i vücubun arasındaki bu iman ve intisap sırrını da tazammun eder (içine alır). Yani kalbimizin içine tecelli eden bütün kudsî sıfatlarla kalbimiz sıfatlanır. O boya ile boyanır. “Sıbgatullah yani Allah’ın boyasıyla boyanmak bu demektir.” Kalbimizde her an merhamet, şefkat, adalet, cömertlik … sıfatlarını ona bağlı olarak ve yaşayarak hissederiz.

Muhasebe hasleti “değer”leştirilmeli, bir program dâhilinde terbiye metodu haline getirilmelidir. Özellikle gençlerimizin iç dünyalarından kopuk, kendileriyle hesaplaşmaktan uzak vaziyetleri göz önünde bulundurulduğunda bu yöndeki ihtiyaç daha iyi anlaşılacaktır. Zaman akıyor, durmuyor. Ömür geçiyor, sermaye azalıyor. Acaba içe bakışla gönül evine yol açıp, vicdan terazisini kurabiliyor muyuz? Hatalarımızın, kusurlarımızın giderilmesi için geçmişi teftiş ve muhakemeyi; geleceğe hazırlık mahiyetindeki fayda ve zararı ayırt etmeyi netice veren muhasebeyi yapabiliyor muyuz? Önümüzdeki fırsatların kaçmaması için nefsimizle hesaplaşabiliyor muyuz? Kendini beğenmiş, vazifesini ve faniliğini unutmuş, benlik davasıyla övgüye meftun olmuş, başıboş nefsimizi ince bir hesaba çekebiliyor muyuz? Asli rotaya yöneltebiliyor muyuz hayat gemimizi? Aklımızı ve imanımızı nefsimizin başına iki kıymetli muhafız yapıp tefekkürle bakabiliyor muyuz mevcudata? Ve… İkaz ve ihtar notaları ile hâlimize çekidüzen veriyor muyuz? İşte bu iç hesaplaşmalar gerçekleştiğinde: İşin sonunu düşünerek, tedbir alarak; nedamet hislerine erkenden set çekerek öncelikle kendimiz, beraberimizde başkaları için hak ve hakikate yol buluruz. Kendini/nefsini bilen, ukbayı dünyaya değişmeyen, huzur-u daimiye girmiş nice bahtiyarları göreceğiz, inşallah. Bakışlar dışa mıhlandığında, nefis hesabına olup muhasebeye fırsat tanımadığı zaman ise eyvah! Hâlimiz pür- melâl! Nefis ve hevasının esiri olmuş, ahireti unutup dünyaya aldanmış, gaflete dalmış bir dolu insan. Maazallah. Muhasebenin Ön şartı: Nefsin Dört Hâli Bayram özünü bildi Bileni anda buldu Bulan ol kendi oldu Sen seni bil sen seni Der, Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri. Beş defa tekrarladığı “Sen seni bil sen seni”lerden bu sonuncusunda kendini bilen, bulur; bulan ise kendi olur. Olması gerektiği gibi olur. Olgun bir insan olur. Yunus’un meşhur mısrası da aynı hakikat pınarından alınmış ve şuurdan şiire dökülmüştür: “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.” “Kişi kendin bilmek gibi irfan olmaz.” atasözünün kaynağını da uzakta aramaya elbette gerek yoktur. Kendini bilmeyen bir kişi neyin, kimin muhasebesini yapacaktır? Kemâlatın ve irfanın mukaddimesi olan özünü, kendini, nefsini bilmek; aynı zamanda hesap kitabının da mukaddimesidir, ilk sözüdür. Peki, içe dönen bir göz nefsiyle alakalı öncelikle neyi bilmeli ve kabul etmelidir? Nefsin kendi sesine kulak verelim: Kendimi severim. Bu sevgimin neticesi olarak hiçbir ayıbı kendime yakıştırmam. Hiçbir kusuru kendime layık görmem ve kabul etmem. Hep kendimi görür, beğenir ve kendime güvenirim. Onca hata ve onca günaha karşı bir savunmam elbet vardır. Kendimi unuturum. Her tarafta ölümleri, firakları, zevalleri görürüm fakat bana ne! Onca hizmet ne büyük yük, bunca zevk ve lezzetler varken? Kendimi överim. İyilikler benim elimden çıkar. Onların sahibi benim. Övgüsü de bana aittir. Her güzel ve mükemmel şeyle de ayrıca organik bağım vardır. Çünkü onlar beni yansıtır. Kendimi bilirim. Ben kendimle varım ve devamlı kendi gücümle ayaktayım. Hiçbir şeye ve kimseye bağlı hareket edemem. Serbestim, kimse beni terbiye edemez. Evet… “Kendi”, “öz” manalarını da yüklenen “nefis”in, emmare makamında içinin dolduruluşudur bu itiraflar. Her Hesaplaşma Bir Hayra Çıkar Nefsi bu dört vasfıyla tanımak “biliş”tir. Kabulleniştir. Ucunda bir “buluş” olan hesaplaşmanın ilk adımıdır. İlk hesabî farkındalıktır. Şimdi nefsin hallerine göre hayır çekimleri yapalım: Evvela, mabuda layık tarzda kendini seven ve tenzih eden nefisle yaptığı hesaplaşma; insanı hata ve kusurlarının affına götürecektir. Geçmişin muhasebesinden büyük kâr elde ettirecektir. İşte, hata ve günahların bataklığından kurtulmanın çaresi. Sonra… Kendini unutan, hazza müptela vazife kaçkını istirahat düşkünü olan nefisle yaptığı hesaplaşma; insana mevti hatırlatacak, kulluk vazifesine koşturacaktır. İşte, hazların esiri olmaktan kurtulmanın çaresi. Daha sonra, Kendini mükemmel gören ve temlik ettiği iyiliklerle övünen nefisle yapılan hesaplaşma; insana aczinin ve fakrının farkındalığını sağlayacak, iyilik ve güzelliklerin asıl sahibini ve ihsan ettiği nimetlerin şükrünü bulduracaktır. Yine insan, acz ve fakrını bilmekle elde edeceği kuvvet ve zenginlikle gerçek manadaki kemale (kâmil insan mertebesine) ulaştıracaktır. İşte, noksanını ve kusurunu unutup mükemmellik iddiasında bulunmaya ve kendine meddahlık yapmaya son vermenin çaresi… En sonunda, Rabbine varlık davasıyla isyan etmiş, başıboş nefisle girişilen hesaplaşma; insana enaniyeti bıraktıracak “hiç”liğini gösterecektir. Böylece insanoğlu, ayinedarlık hakikatiyle varlık adedince vücut kazanacaktır. İşte, Rabbinden gaflet etmekten ve bunun neticesi olan karanlıklardan, mevcudat sayısınca firaklardan kurtulmanın çaresi. Nefsin İlk Hali Üzerinden Bir Muhasebe “Nefsini sevmek, nefsini temize çıkarmayı netice verir.” cümlesi bir “nefis gerçeği”ni ifade eder. Nefsin ilk halini… Tekrar hatırlatalım: Bu gerçek üzerinden geçmişin muhasebesi yapılınca elde edilecek en büyük kâr, affa müstehak olmaktır. Şöyle ki: Nefsinin kendine olan bu muhabbetini bilen kişi, bu duygunun su-i istimalinin farkındadır. Yine bilir ki nefsi daima kendini beğenir, kendinden hoşnut kalır. Ayb eder görmez, kusurda bulunur itiraf etmez. Çünkü muhabbet gözü kusuru görmez. Böyle giderse istiğfar ve aftan mahrum kalacak, iblisin oyuncağı olacaktır. Akabinde nefsini bu kusurlu haliyle aynen bildiği için temize çıkarmaz. Aksini yapar, Rabbine yönelir. Hiçliğini itiraf eder. Kendisini değil Rabbisini aşk derecesinde sever. Nefsinin değil, Onun (cc) sevgisini ve hoşnutluğunu arar. Nefsini şeytanın talebesi bilip ona itimad etmez, kusurlu işlerinde onu itham eder. “Kusurlusun!” der, Tevvab ismine yönelerek Yaradanına itirafta bulunur, tevbe eder. Derya dolusu da olsa günahlarının çokluğuna bakmaz, “Ya Gaffar!” der. Cürmünün cirmine aldanmaz ümitle, “Ya Gafur!” der. İşlediği yüz kızartıcı seyyieleri Rabbinden başka örtecek kimse olmadığını bilir, mahcubiyetle “Ya Settara’l-Uyub!” der. Günah ve hatalarından yüz çevirir. Utanç altında ezilmekten kurtulur. Seyyiatının affını ister, istiğfar eder. Afuv ismine ayinedarlık eder. “Hata yapanların en hayırlısı” övgüsüne layık olur. Ayrıca… Zaman-ı atinin seyyie kirleriyle mülevves olmaması için tedbirini alır, Rabbine sığınır. Hafiz isminin koruması altına girer. Bir delikten ikinci defa ısırılma bahtsızlığına düşmez. Rabbimizi sevmekle ve nefsimizi temize çıkarmamakla hesaba başlamaya ne dersiniz? Esma’dan Hisse: Basir İsmi Yüce Rabbimizi tanıdığımız ölçüde marifetimiz artar, imanımız ziyadeleşir. Esmasının bilinip hayata hıfz edilmesiyle de ibadet ve itaat tesir ve kuvvet bulur. İşte “Basir” ismi… Rabbinin bu ismini tanıyanın bir kazancı da muhasebe kabiliyetinin inkişafı olacaktır. Hesabın düzgünlüğü bu ismin tanınması nispetinde kuvvet kazanacaktır. Bu isme nazarını sabitleyen bir Müslüman “Yüce Yaratıcı basar sıfatına sahiptir. Her an, her yerde mükemmel bir şekilde beni görmektedir.” diyecek ve daimi bir görme ve gözetlemeyi hatırından çıkarmayacaktır. Kendisini daima, yerde ve gökte zerre kadar hiçbir şeyin kendinden gizlenemediği Rabbinin huzurunda hissedecektir. “Nerede olursan ol Rabbin seni görüyor.” hakikatini devamlı nefsine ihtar edecektir. Nefsini böylece hesaba çekecektir. Edep tavrını takınacaktır. Rabbinin hoşnut olmadığı söz ve davranışlardan sakınacaktır. İşte: Yusuf’un (as) hayâsındaki sır… Hüdai’nin gizli mekân bulamayışının cevabı… Günümüz gençlerinin ihtiyacına bir de bu pencereden bakalım. “Basir” isminin tesiriyle kuvvet kazanan imanın, hayatlara istikamet veren tesirini düşünelim!.. “Sünnet” Niyetiyle Muhasebeye Bir Küçük Nazar Kimsenin kaçacak yeri olmadığı o günde bizi bekleyen dört suali, bugünden yöneltelim nefsimize. Kevserin sahibi olan Efendimiz’e (asm) ittiba niyetiyle erkenden soralım kendimize: “Ömrümü nerede harcıyorum? İlmimle ne yapıyorum? Malımı nereden kazanıyor, nereye harcıyorum? Vücudumu nerede yıpratıyorum?” Peygamber Efendimizin (asm) mübarek lisanından yansıyan ve mübarek izini takip eden ümmetine nefis muhasebesinde rehber olan şu hakikati, muhasebe lisanıyla takdim edelim: Akıllı kişi = Nefsini muhasebe eden + Ölümden sonrası için çalışan Aciz kişi = Nefsinin hevasının peşine takılan + Allah’tan temennide bulunan Yarabbi! Bizi hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çeken, ölüm sonrası için çalışan akıllı kullarından eyle!

Selam olsun, KULLUK makamını her şeyin üzerinde tutanlara.Selam olsun, vazife şuuru ile yılmadan,yorulmadan Rabbinin hizmetinde hâdim olanlara.Selam olsun, gündüzünü imana muhtaç gönüllere Kur’an hakikatlerini nakşedenlere. Selam olsun, gecesini sırf Rabbinin rızası için iki büklüm secdede geçirenlere. Selam olsun, hal diliyle sahabe mesleğini, Peygamber ahlakını aynasında yansıtanlara. Selam olsun, ümmetin evladını kendi evladına,ümmetin mazlumlarını kendi ailesine tercih edenlere. Selam olsun, İslam’a gelen darbeleri ilk evvel ruhunda hissedip kıyam edenlere.Selam olsun, KULLUK adına cennetten, hurilerinden ve köşklerden geçenlere.Selam olsun KULLUK, KULLUK ve İLLÂ KULLUK diyenlere. Hazret-i Süleyman (as) O ki, Hz. Süleyman (as)’dı. O, Hz. Davud’a verilen hayırlı bir armağandı yani peygamber bir babaya ihsan edilen peygamber evlattı.1 O, “Yâ Rab! Bana hiçbir kimsede bulunmayan bir kudret ve devlet ihsan eyle.” diye dua edip kendisine hiç bir peygambere verilmeyen mülk ve hâkimiyetin verildiği peygamberdi.2 O, yeryüzünde istediği yere seyahat edebilmesi için rüzgârların kendi emrine verilendi. O, cinler ve insanlar tarafından kusursuz itaat edilendi. O, karıncalar dâhil bütün hayvanatın dillerini anlayandı. O İslam’ın da ilk Kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı bina edendi. O, bu kadar üstün vasıflara sahip olduğu halde RABBİ tarafından “O NE GÜZEL KULDU”3 vasfıyla anıldı. Selam olsun KUL Süleyman (as)’a. Hazret-i Eyyüb (as) O ki Eyyüb (as)’dı. O, mazhar olduğu bereket sebebiyle, koyunlarının yünleri ibrişim olup, zamanının en zengin olanıydı. O, kavminin hâkimini imana dâvet ettiği vakit, hâkim kendisinden mucize olarak evinin direksiz havada durmasını istediğinde, dua etmiş ve evi havada asılı kalan peygamberdi. (Ama kavminin hâkimi iman etmedi.) O, duası ve nefesinin bereketiyle çöldeki serap ve dumanların suya tahvil olduğu salih kişiydi. O, bu kadar üstün vasıflara sahip olduğu halde RABBİ tarafından “O NE GÜZEL KULDU”4 vasfıyla anıldı. Selam olsun KUL Eyyüb (as)’a. Hazret-i Muhammed (asm) O (asm) ki, yerde Ahmed göklerde Muhammed (asm)’dı. O (asm), on sekiz bin âlem yani âlem-i ekber olan kâinatın ve âlem-i asgar olan insanın kendi yüzü suyu hürmetine yaratılandı. O (asm), Hak Teâlâ Hazretlerinin kendisi için, “Biz seni ancak âlemlere Rahmet olarak gönderdik”5 müjdesine mazhar olup, yüceler yücesinin indinde ne kadar değerli ve kıymetli olduğu ifade edilendi. O (asm), mahşer meydanında Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ, Hz. İsa’nın hesabın dehşetinden ürküp “Nefsî! Nefsî!” dedikleri bir zamanda “Ümmetî! Ümmetî!” diyecek kadar kendisinden geçmiş ve Rabbinin katındaki nazdarlığını vesile ederek ümmetinin ahiretlerinin derdine düşendi. O, Allah (cc) tarafından, “İzzetim ve celalim hakkı için, eğer sen olmasaydın cenneti yaratmazdım, eğer sen olmasaydın dünyayı da yaratmazdım” diye buyurulan tüm yaratılmışların sebeb-i vücududur.6 O, kendi şanının hakkı için “Âdem malum günahı işlediğinde başını semaya kaldırdı ve ‘(Allah’ım!) Muhammed hakkı için beni bağışla’ dedi. Allah (cc) ona ‘Muhammed kimdir?’ diye sordu. Âdem ‘Beni yarattığın zaman başımı arşına kaldırdığımda orada “Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed onun Resulüdür.” لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ مُحَمّدٌ رَسُولُ اللهِ yazılı olduğunu gördüm. Bundan bildim ki, Senin katında ismini ismin ile beraber yazdığın bu zattan şerefi daha yüce olan kimse yoktur.’ dedi. Allah ona “Ey Âdem! O senin zürriyetinden gelecek peygamberlerin sonuncusudur. Eğer O olmasaydı seni yaratmazdım وَلَوْلَا هُوَ مَا خَلَقْتُكَ buyurdu”7 diyendir. O bu kadar üstün vasıflara sahip olduğu halde; Bir gün Efendimiz (asm) Cebrail (as) ile oturmuş sohbet ediyordu. Kim bilir kaç günden beri ağzına bir şey koymamıştı. Cebrail (as) onun en sadık dostuydu. Cebrail’e bu durumunu şöylece ifade etti: “Günlerdir ağzıma bir şey koymadım.” Birden gök gürültüsü gibi bir ses duyuldu. Bir melek indi.8 Cebrail, Efendimiz (asm)’a bu meleğin dünyaya ilk defa indiğini haber verir. Melek Cenab-ı Hak’tan selam getirmiştir. Allah (cc) sormaktadır: “Melik bir peygamber mi, yoksa KUL bir peygamber mi olmak istersin?” Allah Resulü, Cenab-ı Hak’tan gelen bu teklif karşısında tahayyürle Cebrail’e bakar. Cebrail Allah Resulü’ne işaret eder ve şöyle der: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbine karşı mütevazı ol! Allah Resulü de aynı şeyi talep etti. “KUL bir peygamber olmayı isterim!”9 dedi. Salat ve selam ve her türlü ihtiram olsun KUL Ahmed-i Muhammed Mustafa (asm)’a. Ve Kullardan Bir Kul Rivayet edilir ki; Hz. Musa (as), Tur Dağına çıkarken, yolunu bir zat kesmiş ve demişti ki, “Ey Musa, içimi kasıp kavuran bir sualim var. Eğer cevabını bilmezsem bana hiç rahat yoktur. Lütfen Rabbinden sual eder misin; ben cennetlik mi cehennemlik miyim?” Hz. Musa (as) çok taraf olmayınca adam ısrarcı olmuş ve Hz. Musa (as), “Peki” demişti, “Sorayım!” Dönüş yolunda, adamcağızı büyük bir merak içinde bekler bulmuştu Hz. Musa (as): “Rabbim buyurdu ki, söyle o KULUMA...” Adam birden canlanmış, heyecanlanmış ve feryat etmişti: “Tamam söyleme Ya Musa! Gerisini söyleme! Sen şunu söyle; Rabbim bana, ‘söyle o KULUMA’ mı dedi? Rabbim bana ‘KULUM’ mu dedi?” Hz. Musa (as), “Evet, böyle dedi” deyince bu zat: “Öyleyse gerisini söyleme Ya Musa! Mademki, Rabbim bana KULUM demiş. Beni ister cennetine, ister cehennemine atsın, mühim değil…” Ve büyük bir sevinç içinde oradan uzaklaşmıştı… Onun bu tavrı üzerine de Rabbimiz “Mademki benim için KULLUĞUNU böylesine başına tac etti ve şeref bildi, öyleyse o artık cennetlik bir KULUMDUR...” müjdesini Hz. Musa (as)’a vermişti. Selam olsun, KULLUK makamını her şeyin üzerinde tutanlara. Selam olsun, vazife şuuru ile yılmadan, yorulmadan Rabbinin hizmetinde hâdim olanlara. Selam olsun, gündüzünü imana muhtaç gönüllere Kur’an hakikatlerini nakşedenlere. Selam olsun, gecesini sırf Rabbinin rızası için iki büklüm secdede geçirenlere. Selam olsun, hal diliyle sahabe mesleğini, Peygamber ahlakını aynasında yansıtanlara. Selam olsun, ümmetin evladını kendi evladına, ümmetin mazlumlarını kendi ailesine tercih edenlere. Selam olsun, İslam’a gelen darbeleri ilk evvel ruhunda hissedip kıyam edenlere. Selam olsun, KULLUK adına cennetten, hurilerinden ve köşklerden geçenlere. Selam olsun KULLUK, KULLUK ve İLLÂ KULLUK diyenlere. Rabbim cümlemizi bu güzel insanların KULLUK şuuruna vasıl eylesin, ahirette de onlarla beraber haşr eylesin! Âmin. Âmin. Âmin. Kaynaklar: 1- Sâd Suresi, 302- Sâd Suresi, 353- Sâd Suresi, 304- Sâd Suresi, 445- Enbiya Suresi, 1076- Müsnedi Firdevs, c. 5, s. 227, hn: 80317- Ed-Dürrü’l-Mensur, c. 1, s. 1428- İmam Taberani o meleğin İsrafil (as) olduğunu söyler.9- Müsned, 2/231; Kenzü’l-Ummal, 7/191

Rabbimizin ezelî kelâmı olan Kur’ân, kıyamete kadar bütün asırlara ve tüm insanlara hitap eden bir kitaptır. Allah’ın hükümlerini her asra ve bütün insanlara tebliğ eden Kur’ân’ın değişmeden muhafaza edilmesi, Allah’ın hikmetinin gereğidir ve dahi Cenab-ı Hakk’ın da vadettiği bir hakikattir. “Muhakkak ki o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz” ayeti Kur’ân’ın bizzat Allah’ın koruması altında olduğunu ifade ediyor. Cenab-ı Hak, günümüze kadar Kur’ân’ı insanların en şereflileri vasıtasıyla muhafaza etti. En başta Rasûlünü (asm), sonra sahabeleri, ardından milyonlarca kahraman hafızı Kur’ân’a muhafız yaptı. Burada Kur’ân’ın Peygamberimize inzali ile başlayan süreçten günümüze kadar hangi metotlar ile muhafaza edildiğini, bizlere kadar nasıl ulaştığını açıklamaya çalışacağız. VAHYİN YAZILMASI Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimiz (asm)’e kısım kısım olarak 23 senede indirilmiştir. Allah tarafından bir ayet/sure nazil olduğunda Resul-i Ekrem (asm) vahiy kâtiplerine yazdırırdı. Bütün kaynakların ittifakla naklettiklerine göre ne zaman Resûl-i Ekrem’e (asm) Kur’ân-ı Kerim’den bir şey vahy edilirse, vahiy kâtiplerinden birini çağırır: “Bunu falan sureye koyunuz” diye emreder ve bu ayetleri yazdırırdı.1 Yeni gelen vahyi, daha önce gelmiş olanların neresine yazılacağını bildirirdi. Hz. Ömer (ra)’in, kız kardeşinin elinde bulunan Tâhâ Suresi’nin baş tarafındaki ayetlerin yazılı bulunduğu sayfayı okuyarak Müslüman olması2 o zamanda da Kur’ân ayetlerinin yazıldığını gösteren bir delildir. Berâ bin Âzib’den yapılan rivayet de Kur’ân’ın, Resûl-i Ekrem (asm) tarafından bizzat yazdırıldığını göstermektedir. Kendisi şöyle nakletmektedir. Nisâ Suresi’nin 95. ayeti nazil olduğunda Rasûlullah (asm), “Bana falanı çağırın” dedi. Çağırılan şahıs (Zeyd bin Sâbit) mürekkep, kalem ve üzerine yazı yazılacak malzeme alıp geldiğinde Allah Resûlü (asm) ona: “Lâ yestevil kâidûn” ayetini yaz” dedi.3 Vahiy kâtibi yazma işini bitirince Hz. Peygamber (asm), kâtibe, yazdığını yüksek sesle okumasını emrederdi. Yazılan kısımda eksiklik, fazlalık veya yanlışlık varsa tashih edilmiş olurdu. Bundan sonraki aşamada bizzat Resûl-i Ekrem (asm)’ın kontrolünden geçen Kur’ân metinleri, yine kendi emri üzere çoğaltılırdı. Bir kısım Müslümanlar çoğaltılan Kur’ân nüshalarını kendileri için alırdı. Bir kısmı sahabeler de tashih edilen metinlerden kendileri için yazarlardı. İstinsah işi bittikten sonra da mukabele gören asıl nüsha, Rasûlullhah (asm)’a teslim edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu. Kur’ân’ın birçok nüshası Peygamberimizin (asm) evinde bulunuyordu. Böylece bizzat Peygamberimiz (asm) tarafından Kur’ân vahyinin tamamı, yazıyla tespit ettirildi. Kâtipler o günkü imkânlar dâhilinde ilk olarak gelen vahiyleri ince taş levhalara, kürek kemiklerine, deve semerlerine, hurma dallarına, deri parçalarına, papirüs kâğıdına, bez parçalarına çeşitli yazı malzemelerine yazarlardı. Sure tamamlandığında daha uygun bir şekilde sahifelere geçiriliyordu. Kur’ân’ın bir isminin de “El-Kitâb” olması, esasında onun yazılı bir metin olacağına işaret etmektedir. Çünkü kitab; yazılmış olan şey demektir. “Bil’akis o, şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i Mahfuz’da (korunmuş bir levhada)dır.”4 Ve “(O Kur’ân, Levh-i Mahfuz’da) şerefli kılınmış, (semada) yükseltilmiş tertemiz sahifelerdedir. Değerli ve itaatkâr yazıcı (melek)lerin elleriyle (yazılmış)tır”5 ayetlerinin ifadesinde belirtildiği gibi aynı zamanda Kur’ân, Levh-i Mahfuz’da yazılı olarak da bulunmaktadır. VAHİY KÂTİPLERİ Peygamber Efendimiz (asm) ümmî olduğu için nazil olan ayetleri okuma-yazma bilen sahabelere bizzat kendisi yazdırmıştır. Ayetleri Resul-i Ekrem (asm)’dan duyarak yazan bu sahâbelere vahiy kâtipleri denilmektedir. Bütün kaynakların ittifakla naklettiklerine göre ne zaman Resûl-i Ekrem’e (asm) Kur’ân-ı Kerim’den bir şey vahy edilirse, vahiy kâtiplerinden birini çağırır: “Bunu falan sureye koyunuz” diye emreder ve bu ayetleri yazdırırdı. Mekke’de ilk vahiy kâtipliğini Abdullah bin Sa’d bin Ebi Sarh (ra) yapmıştır. Medine döneminde Ubey bin Ka’b vahiy kâtipliğini yapmıştır. Ardından Zeyd bin Sabit bu şerefli vazifeyi devam ettirmiştir. Rivayetlerde sadece Medîne döneminde 65 sahabenin vahiy katipliği yaptığı bildirilmektedir. Bunlardan bazıları; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer bin Hattab, Hz. Osman bin Affan, Hz. Ali bin Ebi Tâlib, Amr bin el-As, Hz. Muâviye, Şurahbil bin Hasene, Muğire bin Şube, Muaz bin Cebel, Hanzele bin er-Rebi’, Cehm bin Salt, Hüseyin en-Nemerî, Zübeyr bin Avvâm, Amir bin Fuheyhe, Ebân bin Said, Abdullah bin Erkam, Said bin Kays, Abdullah bin Zeyd, Hâlid bin Velid, Alâ bin Hadremi, Abdullah bin Revaha, Huzeyfe bin el-Yemân, Muhammed bin Mesleme, Talha bin Ubeydullah, Sa’d bin Ebi Vakkas olarak zikredilmektedir. KUR’ÂN’IN EZBERLENMESİ Kur’ân nazil olduğunda Resûl-i Ekrem (asm) Allah’ın yardımı ile onu ezberlerdi. İbn-i Abbas (ra)’dan rivayet dildiğine göre “Cebrail (as) Hz. Peygambere (asm) vahiy getirdiğinde Rasûlullah (asm), unutmamak maksadıyla gelen vahyi devamlı tekrar ettiği için sıkıntı çekerdi. Bunun üzerine Allah (cc) “(Habibim, ya Muhammed! Cebrail sana vahyi bildirmeden) onu (Kur’ân’ı) acele ezber etmek için, dilini onunla kımıldatma. Şüphesiz ki onu (senin kalbine) toplamak ve onu (sana) okutmak bize aittir. O halde onu (sana) okuduğumuz zaman artık (sen) onun okunuşunu takip et”6 ayetlerini indirdi. Yine A’lâ Sûresindeki “Sana (Kur’ân’ı) okutacağız, artık unutmayacaksın.”7 ayeti Kur’ân’ın Allah tarafından Resûl-i Ekrem’e (asm) unutmamak üzere ezberletildiğini göstermektedir. Her sene Ramazan ayında Cebrail (as) Resûlullah’a o zamana kadar nazil olan tüm ayetleri okur, Resûl-i Ekrem (asm) da Cebrâil (as)’a okurdu. Böylece Kur’ân’ı mukâbele ederlerdi. Resulullah (asm)’ın vefat edeceği yıl bu mukabele iki defa yapılmıştır. Bu şekilde Resûl-i Ekrem (asm) ilk olarak kendisi ezberlemiş ve “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Artık (bunu) yapmazsan, o takdirde O’nun (vahiy) ile gönderdiklerini tebliğ etmemiş olursun!”8 ayeti gereği peygamberlik vazifesi olarak ashâbına da ezberletmiştir. Sahabelerin ezber kabiliyetlerinin çok ileri seviyede olduğu, bilinen bir hakikattir. Çünkü Kur’ân nazil olmadan önce Arap yarımadasında okuma yazması olmayan insanlar çoğunlukta idi. Bu durumda olan Araplar, unutmak istemedikleri övünülecek hâl ve hikâyelerini ve ahlâkî terbiyeye yardımcı olacak ifade ve sözleri muhafaza etmek mecburiyetinde idiler. Bu kuvvetli ihtiyacın sevkiyle o zamanda Arap yarımadasındaki istikbalin sahabeleri ezber kabiliyetinde çok ileri bir seviyeye ulaşmışlardı. Mesela Hz. Ömer (ra) cahiliye zamanlarında binlerce beyitlik şiirleri ezberlediğini kendisi ifade eder. Nazil olan ayetleri ezberlemek en büyük ibadetlerden ve Allah’ın rızasını kazanmanın en güzel vesilelerinden biri olduğundan Asr-ı Saadet’te Hakka âşık olan sahabeler büyük bir gayret ile Kur’ân’ı ezberlerlerdi. Namazlarında Kur’ân’dan sureler okurlardı. “Sizin en üstününüz, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.”9, “İnsanlar içinde imrenilecek iki kişi vardır: Birisi, Cenab-ı Hak tarafından Kur’ân’a nâil olan ve Kur’ân’ı gece gündüz tilâvet eden; diğeri, Allah tarafından kendisine bol servet ihsan edilen ve gece gündüz Allah yolunda verendir.”10, “Muhakkak ki insanlar içinde Allah ehli olanlar vardır. (Sahabe), “Ya Resûlallah onlar kimlerdir?” dediler. (Rasûlullah sav) “Ehl-i Kur’ân olanlar, Allah’ın ehli ve kendisine seçtiği kimselerdir.”11 “Kim Kur’ân’ı okur ve onu hıfzederse, Allah o kimseyi cennete koyar ve ailesinden cehenneme girmek mecburiyetinde kalan kimselere şefâat etme hakkı tanır”.12 ”Bir kimsenin içinde Kur’ân’dan bir şey bulunmazsa, o kimse harâb olmuş bir ev gibidir.”13 gibi daha bir çok hadiste belirtilen Resûlullah (asm)’ın teşvik ve müjdelerine layık olabilmek için Ashâb-ı Kirâm, Kur’ân’ı ezberlemek için âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Geceleri Medine sokaklarında dolaşılırken evlerden arı vızıltısı gibi Kur’ân okuma sesleri yükselirdi. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, sahabelerin o zamandaki hallerini şöyle ifade eder. “O zamandaki o büyük inkılâb-ı İlâhi’de, ezhan (zihinler) marziyât-ı Rabbaniye’yi (Allah’ın razı olduğu şeyleri) ve ahkâm-ı İlâhiye’yi anlamak üzerine dönerdi. Bütün ezhan (zihinler), istinbât-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalpler: “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederdi. Muhâverât (karşılıklı konuşmalar), bu manayı tazammun ederek vuku buluyordu.14 Kur’ân’a hizmeti hayatlarının en mühim vazifesi bilen, akıllarını, kalplerini, ruhlarını, nefislerini vahyin nuruyla terbiye ederek bütün çağlara yol gösteren sahabeler, tüm gayretleri ile Kur’ân’a sarıldılar. Her bir harfini ebedi bir hazinenin anahtarı olarak gördükleri Kur’ân’ı kalplerine, hâfızalarına yazarak ezberlediler. Emanete sahip çıkma hususunda çok gayretli olan, Kur’ân’ın metnini ise gelecek nesillere aktarılacak en büyük emanet olarak gören sahabeler emaneti hakkıyla yerine getirdiler. Öyle ki Fahr-i Âlem’in (asm) mübarek ağızlarından dökülen tükürüğü dahi zayi etmeyip onunla teberrüke can atan sahabeler, aynı mübarek ağızdan çıkan iki dünya saadetini temin eden Kur’ân için her şeylerini fedadan çekinmediler. Bu suretle daha Resûl-i Ekrem (asm) hayatta iken birçok sahabe Kur’ân’ı ezberledi. Sadece Bi’r-ü Mâune hadisesinde yetmiş Kurra (Kur’ân’ı ezberleyen) sahabenin şehit edildiği, Yemâme vakasında yedi yüz kadar sahabenin şehit edildiği rivayetleri göz önüne alınırsa, birçok sahabenin Kur’ân’ı ezberlediği anlaşılır. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Kur’ân hem satırlarda, hem de sadırlarda, hem hafızalarda korunmuştur. Kur’ân sadece ezberlenmemiş, aynı zamanda yazıya da geçirilerek son derece itinalı bir şekilde korunmuştur. O zamandan şimdiye kadar da on dört asır boyunca Kur’ân’dan başka, harekelerine varıncaya kadar ezberlenen bir kitap daha olmadı. Asr-ı saadetten günümüze kadar milyonlarca hâfızlar, Kur’ân’ın her bir harfini ebedi bir hazinenin anahtarı olarak muhafaza ettiler. O mukaddes kitabı kalplerine, hâfızalarına yazarak ezberlediler. Bu kudsî hizmeti yerine getirerek Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat ettiler. İslâm tarihinde, mucizeler hazinesi olan Kur’ân’ı dört yaşında ezberleyenler olduğu gibi, her yaş grubundan insanlar da çoklukla ezberlemişlerdir. Kur’ân’da karışıklığa ve zorlanmaya sebep olacak birçok benzer ayetler vardır. Buna rağmen, küçücük çocukların nazik ve basit kafalarında dahi altı yüz sayfalık Kur’ân, mükemmel bir şekilde yerleşir. Kur’ân Arapçadır. Arapça bilmeyen Müslümanlar dahi, onu ezberlemekte zorluk çekmezler. Kurân’ı anlamayan bir insanın, onu bu kadar kolay ezberlemesi fevkalâdedir. Onun ezberlenmesinin kolaylığı ile ilgili, Rabbimiz şöyle buyurur: “Şânım hakkı için (biz) Kur’ân’ı nasihat alınsın diye kolaylaştırdık.” Bu harikalığı noktasında kesinlikle Kur’ân’ın benzeri yoktur. Bu yüzden de hiçbir kitap en büyük mucize olan Kur’ân’ın yerini tutamaz. VAHYİN KORUNMASI Vahiy kâtipleri, her gelen vahyi Hz. Peygamberin (asm) emri üzerine yazıyorlardı. Fakat nazil olan vahiyler bir yerde cem’ edilip tertip edilmemişti. Yani resmi bir tertip işine teşebbüs edilmemişti. Fakat Hz. Peygambere (asm) yakın olan bazı sahabeler münferit olarak Resul-i Ekrem’den işittiklerini büyük bir gayret ile topluyorlardı. Konu ile alakalı kaynaklarda Ali b. Ebi Tâlib, Ebû’d-Derdâ’ Uveymir bin Zeyd, Mu’âz bin Cebel, Ebû Zeyd bin Sabit, Übey bin Ka’b, Ubeyd bin Muâviye, İbn Mes’ud, Hz. Osman ve daha ismi geçen bazı kişilerin Kur’ân’ın tamamını topladıkları belirtilmektedir. Sahabeden bazısı bir kısmını toplamış ve Rasûlullhah (asm)’ın vefatından sonra da, diğer kısımlarını tamamlamıştır. Daha önceki konularda da değinildiği gibi Kur’ân hem yazı ile muhafaza edilmiş hem de sayıları çok fazla olan sahabeler tarafından ezber edilmek suretiyle muhafaza edilmiştir. Bu suretle içine hiçbir şüphe karışamayacak şekilde Allah’ın Kur’ân’ı muhafaza vadi yerine gelmiştir. Hakka âşık, doğruluğa müştak, adalet ve hakkaniyete gönülden bağlı, emanete son derece riayet eden binlerce hafız ve âlim sahabe ittifakla Kur’ân’ın muhafaza edildiğinde tasdikleri asla şüphe kabul etmeyecek bir delildir. Kur’anın mucizeliğinin onun bozulmasını engelleyen bir set vazifesi gördüğünü Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle anlatır: “Kur'anın i'cazı (ifadelerindeki mucizelik) tahrifine (bozulmasına) bir seddir. Evet, madem Kur'an mucizedir, beşer onun taklidini yapamaz. Ayetleri başka kelâmlar (sözler) ile tebdil edilmekle (değiştirilerek) tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü müfessir, müellif ve mütercimlerin muharrif (bozucu) üslûblarının kisvelerini (lafızlarını) âyâtın (ayetlerin) kisvesiyle iltibas ettiremezler (karıştıramazlar). Ayetlerde icaz damgası vardır. O damganın altında olmayan kelâmlar ayet addedilemez (sayılamaz). Öyle ise icaz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.”15 Asr-ı Saadetten günümüze kadar da Kur’an’ı yazmak ve ezberlemek en büyük ibadetlerden sayılmıştır. Bu şekilde her asırda bütün İslam âleminde milyonlarca hâfız yetişmiş ve milyonlarca Kur’an yazılmıştır. Bu gün yeryüzünde bulunan eski-yeni, bütün Kur’an Mushaflarının tamamı aynı olduğu gibi, üçüncü halife olan Hz. Osman döneminde yazılıp çoğaltılan Kur’anlar da bu gün mevcuttur ve şimdiki Mushaflarla tamamen aynıdır. Kaynaklar: 1- Ahmed bin Hanbel, el-Müsned,I,572- İbn-i Hişam, es-Sire, I,3683- El-Buhâri, Tefsir, Sûre, 4.4- Bürûc, 21,225- Abese, 13-166- Kıyâme, 16,17,187- A’lâ, 68- Mâide, 679- Sahîhu’l-Buhâri, VI, 10110- Sahîhu’l-Buhâri, VI, 10111- Sünenu ibn-i Mâce, I, 7812- Sünenu ibn-i Mâce, I, 713- Müsnedu Ahmed, I, 22314- Sözler, 166 (Osmanlıca Nüsha, Altınbaşak Neşriyat)15- Mesnevi-i Nuriye, Habab

Türkçemizde “düşmek” kelimesi birçok manayı ihtiva etmekte. “Dadanmak, alışmak, müptela olmak, zayıflamak, şehit olmak, inmek, yağmak, sukut etmek, ayrılmak, sefil olmak, aciz kalmak” bunlardan bazıları. Dil üstatlarından Nihat Sami Banarlı, “Türkçenin Sırları” adlı kitabında “düşme” kelimesi için sayfalarca bölüm ayırır. “Düşmenin mevkiden, milletin gözünden, iktidardan düşmek olduğunu belirttikten sonra daha korkunçlarından da bahseder. Banarlı,1 “düşmenin daha başka ne çeşitleri, ne vahimleri ne göze görünmezleri vardır. Allah elden ayaktan düşürmesin diyen, kurnaz dilenci psikolojisi, düşmenin bu her insana mukadder, tehlikeli şeklini çok iyi kavramıştır. O kadar ki bu usta dilenci duası, dilencilere, “Allah sevdiğinizden ayrı düşürmesin!” diyerek daha çok para kazandırır” diye tanımlar düşmeyi. Düşmek” Yahya Kemal’in dilinde, bazen dalmak bazen ümittir, bazen de acıdan ders çıkarmaktır. Nurullah Genç’in o meşhur ve uzun Yağmur şiirinin değişik yerlerinde de “düştü” kelimesine rastlarsınız. Kelimelerin büyük bir ustalıkla mısralara serpildiğini görürsünüz. “Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü” Şimdi isterseniz yaptığım araştırmamın “düştükleri” kelimesiyle nasıl bir irtibatı olduğuna bir bakalım. Türkçe, matematik, tarih, rehberlik, genel kültür, spor, müzik, sanat, siyaset gibi değişik konulardan hazırladığım onlarca sorulara verilen yüzlerce cevaplar duruyor masamın üzerinde. Cevaplar garip, anlaşılmaz, bazen nükteli, bazen saçma, bazen de kendilerinden de büyük laflar söylettiren cinsten. Tek ortak noktaları -tabiri caiz ise “tongaya düşüren cevapların”- bende tezahür eden düşündürdükleri. Bazı cevapların yüzlerinizde şuh bir gülümseme meydana getirdiğini şimdiden görebiliyorum. Lakin asıl amacım bu değil, onların zihinsel, duyuşsal ve ruhsal bir takım farklı gelişim özelliklerini anlayabilmek, dünyalarına nüfuz edebilmek, bakış açılarındaki renkleri bir an olsun yakalayabilmektir. Aslında araştırmamın onlarla münhasır kalmayıp yetişkinlere kadar da uzandığını çok rahatlıkla söyleyebilirim. Bizler aynamızın kabiliyeti nispetinde eğitim sistemimizle ilgili pekâlâ bir resim çizebiliriz. Hatta daha da ötesi, verilen cevaplarla sizler de okulun, ailenin, çevrenin, ferdin ve toplumun yansıyan izdüşümlerini görebilecek, çözümündeki kavşak noktayı, maneviyat ekseninde süluk eden bir eğitim anlayışına bağlayacağınızdan da şüphem yok. Gelelim avladığım birkaç sorunun ve cevabın bende düşündürdüklerine… Soru 1: Öğretmeninizle ya da arkadaşınızla paylaştığınız bir anınız varsa açıklayınız? - Öğretmenime sizi seviyorum demem. (Eyüp, 6/B Sınıfı Öğrencisi) - Arkadaşlarımla var ama kötü bir anı. 6. sınıfta okulun camı kırıldı diye öğretmenler bizi eşek sudan gelinceye kadar dövdüler; ben o öğretmenlerden şikâyetçiyim. Hatta bizden para da aldılar. O günü hiç unutmayacağım. (İbrahim, 8/B Sınıfı Öğrencisi) İki şey belleklerimizde derin izler bırakır: Biri sevgi, diğeri ise korku… Küçükken ilkokuldaki iki öğretmenimi hayatım boyunca unutmadım. Biri bizi çok seven, koruyan ve dersini hep esprili anlatan Naif Paydaş öğretmenimi, diğeri ise ismi bende saklı kalsın, bizleri topuklu ayakkabısıyla dövmekten başka hafızamızda yer tutmayan bir başka öğretmenimi… Toplumda ya hoş sadâ bırakıp sevgiyle anılıp ayrılacağız bu fani dünyadan yahut da nefretle… Soru 2: Mutlu olduğunuz bir anınızı anlatınız? - 1. sınıfta öğrenciler sınıftayken öğretmenimiz “z” harfini yazıyordu. Benim yazım çok çirkindi. Ertesi gün çalıştığım için güzelleşmişti. Ve öğretmenim bana aferin dedi. Ve mutlu oldum.(Gülcan 5/B Sınıfı Öğrencisi) - Öğretmenimizle pikniğe gittiğimiz günü hiç unutmadım. (Nurşin, 7/A Sınıfı Öğrencisi) - Biz bir gün okulda tiyatro yaptık ve öğretmenim Ahmo’yu, Ayşo’yu, Ağayı, Hacce bacıyı seçti. Ve tahtada canlandırdık. (Gülten, 4/A Sınıfı Öğrencisi) Küçük sözlerin bile ne denli büyük mutluluklar verdiğini, öğrencilerimizin cevaplarından anlayabiliyoruz. Sıradan bir hadise gibi gözükse de, öğretmenlik yıllarımda, görev yaptığım köy okulundaki sıraların ayaklarını boyamak bile bana lezzet veriyordu. Okulun boya badanasını yapmak, tuvaletlerini temizlemek, çocuklar üşümesin diye soba alabilmek için aylarca İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün kapısını aşındırmaktan hoşnut oluyordum. Ve hiç de gocunmuyordum. Küçük dünyamdan memnun ve mesrurdum. Bulunduğu vazifeyi hor gören, köye geldiği gibi gitmeyi düşünen, hayattan kopuk, büyük hayallerin altında ezilen, ayağı yere basmayan, insanların ortak yaşantı alanına nüfuz etmeyen, sadece etiket peşinde koşan eğitimci portresinden hep ürkmüşümdür. En büyük sıkıntımız, mutluluğumuzu büyük işlerde, büyük mevkilerde ve mükemmeliyetçilikte arıyor olmamızdır. Hem kendimizi, hem başkalarını mutlu etmek, aslında çok masraflı bir hadise değildir. Bir gülümseme, bir bakış, bir selam ve birkaç güzel sözün getiremeyeceği kazanç yok gibidir. Soru 3: Annenin kız kardeşine ne denir? - Annemin kız kardeşi Hatice’dir. (Ubeyit, 2/C Sınıfı Öğrencisi) Sorunun cevabını nasıl değerlendirmeliyiz? Kalıplaşmış dünyamıza göre mi, çocuğun esrarengiz dünyasına göre mi? Yaşantı alanımızdaki algılarımıza göre istenilen cevap elbette teyzedir. Zira ikinci sınıf öğrencisi için “teyze” unvanı çok bir anlam ifade etmez. Ailesinin ve akrabalarının sıcak yakınlığıyla ilgilenen çocuk, bizlerin bir yakıştırması olan “teyze, dayı, hala, amca” gibi kavramlardan oldukça uzaktır. Bu yüzdendir ki kendine özgü düşüncesiyle annesinin kız kardeşine Hatice demiştir. Kalıplardan uzak Ubeyit, orijinalliğini muhafaza edebilmiştir. Ben olsam bu yazılı sorusuna yüz üzerinden yüz verirdim. Sevgili Ubeyit’ciğim özgünlüğe devam et lütfen… Soru 4: Teyemmüm ne zaman ve nasıl alınır? - Suyun olmadığı zaman alınır. Ağza buruna üçer defa su vererek alınır. (Fuat, 7/C Sınıfı Öğrencisi) Düşünülmeden, irdelenmeden verilen bir cevap. Sanki İngilizce bir cümle ezberlemiş de manasını bilmeden kelimeleri peşi sıra döktürmüş. Yeteneklerimiz bir bir külleşip, uçup gidiyor elimizden. Şaşma yeteneğimiz şaşılacak halde… Kaçımız televizyonun, radyonun, bilgisayarın neden ve nasıl çalıştığını merak etmişiz? Kaç kişi, yıldızlar neden yere düşmüyor diye sorgulamıştır. Neden “merak” hissiyatımız törpülendi. Şeker yüklemesi gibi bütün bilgilerin bir çırpıda vücudumuza enjekte edilmesinin sebeb-i hikmeti nedir? İçselleştirilmeden yüklenilen her bilgi, bedenimizde bir kalburdur sadece. “Türkiye’de en fazla bor mineralleri nereden çıkarılır? Bakır en fazla hangi ilimizde?” en fazla, en az, en küçük, en büyük… Tetkik edilmeden, sorgulanmadan yüzlerce, binlerce bilgi depolandı hafızamıza… Oysa dokunamadık bunlara, düşünemedik borun, bakırın ne işe yaradığını ve nerelerde kullanıldığını. Ansiklopedik bilgileri bilmek, entelektüel olmanın yegâne işareti sayıldı. Yıllarca tarih kitaplarımızda, acayip elbiseleriyle insandan çok bir orangutanı andıran düşünceden yoksun yaratıklar resmedilip durdu. Düşüncelerimiz, aklımız, ruhumuz, istidadımız ve bütün özelliklerimiz ölüyor. Bir ölü yaşayanlara ne verebilir ki? Merak eden, irdeleyen çocuklarımızı, “Çok konuşuyor” diye ağzını kilitlemeyi marifet sayıyoruz. Nasıl öğrenmişsek hayatı, onların da öyle kabullenmelerini bekliyoruz. Anlamıyoruz, anlatamıyoruz, anlamlandıramıyoruz… Soru 5: Çok paranız olsa ne yapardınız? - Çok param olsa kendime araç-gereç alırdım. Ondan sonra eğer param kalmışsa karnımı doyururdum. İnternete gidip herhangi bir ödevim varsa çıkartırdım. (M. Ali, 8/A Sınıfı Öğrencisi ) Dışımızdaki dünyaya nüfuz eden paracıklar, maalesef iç dünyamızı da adım adım esir almakta. Yeşil renkli kâğıtlar, bizleri mahkûm ediyor, her geçen gün biraz daha eziyor. Dünyevileşiyoruz... Parayla bir nesneyi satın alacakken, para, bizi içten içe satın alıyor. Kimliğimizi, kişiliğimizi hunharca harcıyor. Değeri ölçülemeyen zamanı bile para için bozdurmaktan hiç çekinmiyoruz. Onun için yapılan düzenbazlıkların, yalanların, yağcılıkların, dalkavuklukların haddi hesabı yok. Oysa o, benliğimize nüfuz etmemeliydi. Bizi sarmamalıydı. Bizi mutlu edecek yegâne güç olmamalıydı. Paracıklar bizi mutlu etmeye yetiyor mu acaba? Bir felsefeci “Can sıkıntısının en büyük kurbanları yüksek sınıflar, varlıklı insanlardır”2 der ve ekler, “Sıradan insan hayatının mutluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete bağlar. Dolayısıyla bunları kaybettiği yahut hayal kırıklığına uğradığı zaman, mutluluğunun temeli çöker.” 3 Bugün kendi dışımızdaki en önemli mutluluk kaynağı para diye lanse edilir topluma. Bitmez, tükenmez deruni zenginlik nedense hiç hesaba katılmaz. İptidai de olsa birkaç satır şiir karalamak, resim yapmak, çiçekle, böcekle uğraşmak, kitabın arkadaşlığına dönmek, bir davaya inanmak, bir aşka tutunmak, gecenin karanlığında Yaratıcıya sığınmak saadetlerin en güzeli değil midir? Satırlarım okunurken yapılan serzenişleri duyar gibiyim. “Bunlar işin hep edebiyatı. Paranın önemi gün gibi aşikârken, nasıl ademe mahkûm edebilirsiniz?” Paranın ehemmiyetini inkâr ettiğimiz yok. Hele ki bu asırda… Lakin bizim derdimiz paraya esir olmak yerine parayı esir etmek meselesi. Meselenin cevabı çok mühimdir. “Esir olmak” paranın kulu kölesi olmak, onun için her türlü şarlatanlığı yapmak, kişiliğimizden, benliğimizden taviz vermektir. “Esir etmek” ise paranın, yanınızda el pençe durarak şartsız, kayıtsız hizmet etmesi, ihtiyaçlarını karşılamasıdır. Bir ıslık sesiyle gelen para, bir ıslık sesiyle gidebilmelidir. Ne varlığı, ne de yokluğu abartılmamalı. Parayla satın aldıklarımız alamadıklarımızın yanında deryada bir damla sadece. Kat, yat, ev, araba, jet, arsa, pahalı elbiseler hâsılı hepsine bir gözünüzü feda edebilir misiniz? Mutluluğu, sevgiyi, aşkı bankaya koyabilir misiniz? Dostun sıcak şuh sohbetini paranın hangi yüzünde bulabileceksiniz? İşinizi doğru yapmanın huzurunu, yardımına koştuğunuz bir garibin kalbinize verdiği inşirahı, çocuğunuza duyduğunuz şefkati, insana duyduğunuz aşkı ve ötesindeki Allah aşkını hangi paracıklar verebilir? Vaktiyle bir haber izlemiştim. Sunucu, Antalya’da bilmem hangi otelde bir geceliği 8000 TL ekstra masraflarla birlikte 10000 TL’sini bulan bir konaklama ücretinden bahsetmişti. (Şimdinin parasıyla 20000 TL olmuştur.) Oteldeki rezervasyonların çok önceden yapıldığını, üstelik yer bulmak için insanların sıraya bile girdiklerini anlatıyordu. Kabaca bir hesap yaptım. 20 asgari ücretli insanın bir ay boyunca geçindiği bir para, bir günde israf belasıyla heba ediliyor. Sanırım öğrencimizin verdiği cevabı bir kere daha düşünmekte fayda var: “Çok param olsa kendime araç-gereç alırdım. Ondan sonra eğer param kalmışsa karnımı doyururdum. İnternete gidip herhangi bir ödevim varsa çıkartırdım.” Ruhtan yoksun, köpükten otellerde yatanlar acaba huzur bulmuş bir vicdanla mı yastığa başlarını koymaktalar? Cevap ‘evet’ ise, yastığa koydukları başın türünden şüpheliyim. Soru 6: Ev mi daha keyifli, okul mu açıklayınız? - Televizyon için ev, ders için de okul. (Gökhan, 7/A Sınıfı Öğrencisi) - Ev daha keyiflidir. Soba var. Televizyon var. Kavga var. Gülmek var. Kardeşlerimin arasında olmak var. (Çetin, 6/A Sınıfı Öğrencisi) - Benim için okul evden daha keyifli; çünkü okulda ders işliyoruz. Bazen dayak yiyoruz ama bizim suçumuz. Bütün öğretmenlerimi çok seviyorum. Okul çok güzel… (Servet, 6/A Sınıfı Öğrencisi) - Hiçbiri de güzel değil ve hiçbirini sevmiyorum. (…6/A Sınıfı Öğrencisi) Aksiyon neredeyse, lezzet oradadır. Hiçbir şeye müdahil olmamak, varlığınızın ve yokluğunuzun nötr olduğu bir dünya ne korkunç! Boş konserve kutuları gibi işe yaramamak ıstırap verici. Görev alma, bilinme, takdir edilme, kabul görme ve işe yarama duygusu hissedilmedikten sonra evde ya da okulda olmanın ne önemi var? Ev mi, okul mu hangisi keyifli? Sanırım irdelenecek mevzu, sevilenin ve sevilmeyenlerin nedenlerine inebilmek… Derslerden lezzet alınması, bilginin sanal âlemden sıyrılıp günlük hayata dönmesi, iyi bir dostluk ve arkadaşlık ilişkileri okulu cazip kılan yegâne unsurların başında gelir. Cazibe merkezi haline getirilemeyen bir okul ise morgdan farksızdır. Yüzü hep soğuktur. İçini envai türlü araç- gereçle de donatsanız. Kimse yanına yaklaşamaz. Bir ağabeyimiz anlatmıştı: “Bizim zamanımızda, liseyi dışarıdan bitirme sınavları vardı. Biz bu sınavlardan geçmek için gece-gündüz ders çalışırdık. Sınavları kazandıktan sonra hepimiz okulun arka bahçesinde toplanıp, kitapları şenlik havasında bir güzel yakardık.” Kitap yakma ihtiyacı bir cinnet tezahürü müdür? Sanmam. Eğitim sistemimizin dayanılmaz sıkıcılığı insana her şıkkı yaptırabilir. Oysa her şeyi keyifli kılmak, insanları usandırmamak elimizdedir. İş yerimizde, hastanemizde, okulda, evde yahut her hangi bir yerde orayı keyifli kılan, onur veren mekândan ziyade insanın ta kendisidir. “Çöl arazisi düşmanlarla beraber bir fincan kadar dardır. İğne deliği dostlarla birlikte bir meydan kadar geniştir.” Soru 7: Zekât nedir? - Zenginlerin her ay mallarının üçte birini fakirlere dağıtmasıdır. (Mihriban, 8. Sınıf Öğrencisi) - Küçükbaş hayvanların zekât verme ölçüsü nedir? - %20 veya %10 (Hüseyin, 8/B Sınıfı Öğrencisi) Kelime manası itibari ile artırmak, çoğalmak, arınmak, bereketlenmek manalarına gelen zekât, maddi durumun iyi olması halinde tıpkı namaz ve oruç gibi farz olan bir ibadettir. “Zekât” kavramına zihnimde bir resim çizdirdim. Ona el verdim, ayak verdim. Bir beden libası giydirdim. İşte bakın zekâtın bende tecessüm eden hali şimdi karşımda… Allah’ın malına kendi malıymış gibi sahiplenmemeyi öğreten bir hakperest. Verilen malın, kimden ve neden verildiğini ve nerede harcanması gerektiğini kazandıran şuurlu bir insan. Hırsı ve aç gözlülüğü nefsinde bitiren ehli tasavvuf bir âbid. Malını verende şefkati, alanda ise muhabbeti geliştiren kalp doktoru. Malı gerçek sahibine verirken, nimeti bahşedene de şükran borcunu ödeyen vefa sahibi bir kul. Malını, canını haramlardan temizleyen bir içim su. Her türlü imkân ve şartta cemiyete ikram kapılarını açan cömert bir adam. Zengin ve fakir arasındaki uçurumun neden kaynaklandığını ve çözümünün de ne olacağını gösteren bir sosyolog. Gelir, gider dağılımını ayarlayan maliye uzmanı. Zenginin fakire hor bakmamasını, fakirin de zengine haset duyup düşmanca tavır takınmamasını öğreten nefis mürebbisi. Ve bunlarında ötesinde zekâtın sırf Allah emrettiği için yapılması gereken bir ibadet olduğu şuurunu kavrayabilmek… Öğrencilerimize, çocuklarımıza paylaşma duygusunu anlatabileceğimiz müstesna bir kavramdır zekât. Çocuklarımızın kendi aralarında yaptıkları mini paylaşımları teşvik ettiğimiz takdirde, ileride zekât verme bilincinin temel taşını oluşturmuş oluruz. Soru 8: Kredi kartı ile kurban kesmek caiz midir? - Kredi kartının ucu sivri olmadığı için kurban kesilmez. ( ….8 Sınıf Öğrencisi) Soru 9: Vücudumuzda kemiklerin şekillerine göre adlarını yazınız? - Uzun parmak, kısa parmak, yassı parmak. (Melike, 7/A Sınıfı Öğrencisi) Soru 10: Divan edebiyatındaki koşma türlerini yazınız? - 1-Hızlı koşma 2-Yavaş koşma 3- Normal koşma. (Hüseyin, 9. Sınıf Öğrencisi) CEVAP ANAHTARI Sevmek en büyük iksirdir. Küçük işler ve büyük mutluluklar. Özgünlük, özgür olmakla başlar. Ezber iyidir, kötü olan ezberciliktir. Para her kapıyı açmaz. Aksiyon nerede, lezzet orada. Zekât tecessüm etse cennete gezer. 8, 9 ve 10- Kelimenin zahirine takılan çocuklara lütfen kızmayın. Kaynaklar: 1- Sami Banarlı Nihat, “Türkçenin Sırları” İstanbul 2009, Kubbealtı Yayınları2- Schopenhauer “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” Şule Yayınları, s.183- Schopenhauer“Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” Şule Yayınları, s.25

Bugün; dünün, geçmişin, mazinin üzerine inşa edildiği gibi, istikbalin inşası da bugünün üzerinde yükselmektedir. Geçmişin, mazinin değerlendirilmesi, yorumlanması, eleştirilmesi bugün söz konusu olduğu gibi, istikbalin herhangi bir zaman diliminde de bugünler değerlendirilecek, yorumlanacak, eleştiri veya takdirler söz konusu olacaktır. Geçmiş, bugün ve yarınların akışına tanık olanlarca tarihe not olarak düşülen hususlar, tarihin her döneminde muhatap olacak varislere de sahip olacaktır. Bu hakikat, mazisi olan ve müstakbeli olacak, hayat veya kişilik sahibi bireysel veya kurumsal her varlık için genel geçerliliğe sahiptir. Bireyler, milletler, devletler, uluslar geçmişlerinde olan, geçmişlerinde kalan veya geçmişlerinden bugüne devrolan maddi ve manevi zenginliklere sahiplikleri varsa, bunu bir iftihar ve itibar vesilesi olarak kabul etmekte ve sıkça dile getirebilmektedirler. Uzun bir ömre sahip olan milletlerin, devletlerin geçmişlerinin yani tarihlerinin değerlendirilmesi söz konusu olduğunda, geçmişlerinin her dönemini mutlak iyi veya mutlak kötü olarak tanımlamak, hakkaniyete uymayabilir. Ancak tarih içerisinde yer alan, aynı zamanda tarihin bizatihi kendisini oluşturan parçalar olan hadisatlarda baskın olan, ön plana çıkan veya detayda kalan unsurlar, tarihin hikâyeci kısmından arınmış bir başka kavramın da mahiyetini oluşturmaktadır. Bir kimlik ve karakter tarifi, tahlili yapılmasına imkân veren bu kavram “medeniyet” olarak ifade edilmektedir. Bir medeniyetin inşası ve bir karakter oluşturması, bir tarih kadar uzun zamana ve tarih içerisinde yer alan kadar çeşitlilik ve çoklukta hadisata muhtaçtır. Birbiri ardına kesintisiz devam eden, yani akıp giden tarih, aynı zamanda birbiri ardına devam eden, akıp giden medeniyetin de besleyicisi olmaktadır. “Selçuklu Medeniyeti” kelimeleri telaffuz edildiğinde, zihinlerde, bu dönemi inşa eden siyasal ve sosyal hadiseler ile bu hadiseler içerisinde gelişen mimari, sanat ve edebiyat vb. unsurlar yer almaktadır. “Osmanlı Medeniyeti” kelimeleri ifade edildiğinde de, aynı şekilde, siyasal ve sosyal hadiseler ile birlikte, mimari, sanat ve edebiyattan söz edilmektedir. Dönemsel kapsam daha da genişletildiğinde ve her iki dönemden de söz edilen bir medeniyet nitelendirmesi söz konusu olduğunda, bu defa bir üst başlık içerisinde her ikisini de kapsayıcı bir kavramsallaştırma ile “Türk İslam Medeniyeti” söz konusu olmaktadır. Her ne kadar bir medeniyet telaffuzunda sanat ve edebiyatın algısal baskınlığı söz konusu olsa da, sosyal ve bireysel hadiselere, toplum ve bireylerin tepkileri, tutumları da aynı medeniyetin hanesine yazılmaktadır. Osmanlı Medeniyeti’nin içerisinde hanlar, hamamlar, köprüler, camiler, vakıflar, imarethaneler, kervansaraylar, aşevleri olduğu gibi, kabaca 500 sene önce İspanya’dan kaçan Yahudileri kurtarmak ve kucak açmak da bulunmaktadır. İnsanlık tarihinden beri her millet için her yıl ve asırda devrede ede, bin yıldan fazladır da bu coğrafyada tekâmül ve tekemmül ede ede günümüze değin ulaşan bu medeniyet yolculuğu, medeniyetin yolculuğu, günümüzde de her millet ve devletten alacağını alarak, hanesine de yazarak devam ede gitmektedir. Medeniyetin yolculuğunun zamanımızdan bu geçişi, yarınların inşası olduğu gibi, bu devrin varisleri için ya iftihar ve itibar veya redd-i mirasa mazhar olacaktır. Küreselleşen dünyada kaçınılmaz olarak, günümüzün her hadisatına muhatap olan insanlar ve insanlık, bir kez daha sahip olduğu ve ait olduğu medeniyetin tezahürünü gösterme veya güncelleme ile karşı karşıyadır. Dünya üzerinde devam eden ve bir elin parmaklarını geçmeyen ana akım medeniyetlerin, ana akım temsilcilerinin bireysel ve kurumsal mensupları, tarihin yüklediği tarihi sorumlulukla karşı karşıyadır. Ortadoğu’da yaşanan trajik hadiseler dünya sistemini yeniden dizayn etmeye başladığı gibi, medeniyeti ve insanlık vicdanını da eş zamanlı olarak güncellemeye almıştır. Üç milyonu aşkın Suriyeli mülteciye kucak açmak, onların her türlü ihtiyacını feragat ve fedakârlıkla karşılamaya çalışmak, bu noktada seferberlik halinde olmak, çadır kentler kurmak, okullar açmak, sınırlar açmak, coğrafyanın her köşesinden şehir meydanlarından insani yardım tırlarını dualarla uğurlamak, kürsülerden dünyanın vicdanına haykırmak ve yine kürsülerden dünyanın ve insanlığın sorumluluklarını hatırlatmak, bin yıldan fazladır tekâmül ve tekemmül eden bir medeniyetin kodlarının tezahürüdür. Bugün aynı duyarlılığı göstermeyen, tepkisiz kalan, sorunun insani boyutunu görmezden gelen, her hangi bir ana akım medeniyetin günümüz temsilcileri, varisleri, bugün insanlık vicdanını yaralamakla, kendi medeniyetlerinin hanesine kaydettikleri ve kaydedemediklerini yarınlara bırakmaktadırlar. Her şey dünyanın gözü önünde cereyan etmekte, küreselleşen dünyada herkes her şeye şahit olmaktadır. Yarınlar, bugün için istikbaldir. Yarınlardan ise bugün mazidir. Günümüzdeki her medeniyet ve onların mensupları, bu mazi ve müstakbel tartısına çıkacaklardır. Bugün insanlık vicdanına sahip çıkanların payına parlak bir istikbal düşerken, sorunu görmezden gelenlerin payına ise yarın müşevveş bir mazi düşecektir. Bundan yüz sene önce zamanın güzel insanınca Şam’da Cami-i Emevi’de içinde yüzden fazla ulemanın bulunduğu 10 bini aşkın cemaate irad edilen hutbede denildiği gibi “… bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş”.

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : 33. Mektup, 33. Söz, Pencereler RisalesiRisalenin Telif Tarihi : Tahmini 1929Dili : TürkçeMüellif Yanındaki Değeri : Bu risale;1. Küfr-ü mutlakın ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak ve parçalayacak Kur’an hakikatlerini içermektedir. 2. İmanı olmayanı imana getirebilecek burhanlara sahiptir.3. Zayıf imanları kuvvetlendirir.4. Kuvvetli imanı tahkiki hale döndürür.5. Tahkiki imanı marifetullahta ilerletir.6. İnsanın akıl, hayal, kalp, ruh, vicdan gibi tüm duygularını tatmin eder.7. Yaklaşık 53 ayetin tefsiridir. 8. Tevafuklu bir risaledir. Konusu : Allah’a iman ve Marifetullah hakkındadır.Risalenin Metodu : Bu risalede davayı ispat etmede şu deliller kullanılmıştır;• Burhan-ı İnnî• Burhan-ı Limmî• Burhan-ı Temanu’ Delili• Gaye ve Nizam Delili• Hudus delili• İcmâ• İmkân delili• İnayet/Hikmet/İtkan Delili• Meşhudat-ı Âlemle İstidlal• Muhalif Fikrin Batıl Sonuçlarını Gösterme• Naklî deliller• Otoriter Şahsiyetleri Delil Gösterme• Temsil 1- PENCERE: Varlıkların farklı birçok ihtiyaç ve talepleri bulunmaktadır. Bu ihtiyaç ve talepler o varlıkların ummadığı ve bilmediği ve iktidarlarının yetişmediği yerlerden giderilmektedir. Bu hal ise Kerim, Rahim, Mürebbi, Müdebbir olan bir Vacibu’l-Vücudu, Vâhid-i Ehad’ı göstermektedir. 2- PENCERE: Her şey, varlığında ve kimliğinde sonsuz ihtimaller içinde muntazam ve hikmetli olarak var olmaktadırlar. Bu sayede her varlık birbirinden farklı olmaktadır. Bu hal yüce Allah’ın ehadiyetini ve samediyetini göstermektedir. 3- PENCERE: Canlı türlerinin birbirinden farklı olan rızıkları, görünümleri, korunmak için sahip oldukları donanımları, elbiseleri, talimleri, ölümleri hiç biri unutulmayarak, şaşırmayarak mükemmel bir düzen ve ölçü içinde yapılmaktadır. Bu hal ise sonsuz bir kudret, hikmet ve ilim sahibi olan Vâhid-i Ehadi göstermektedir. 4- PENCERE: Varlıkların istidat, fıtrî ve ızdırar dillleriyle yaptıkları duaların kabul edilip icabet edilmesi Rahim, Kerim ve Mucib bir yaratıcıyı göstermektedir. 5- PENCERE: Varlıkların özellikle canlıların basit, şekilsiz ve sanatsız olmaktan uzak, ani bir şekilde ve kısa zamanda varlık sahasına çıkmalarıyla beraber, sanatlı ve mükemmel donanımlarla yaratılmaları Kadir ve Hakîm bir Vacibu’l-Vücudu göstermektedir. 6- PENCERE: Gök cisimlerinin muntazam hareketleri Dünyada görünen düzenli değişiklikler Kara ve denizdeki canlıların rızıklarının verilmesi, duygularla donatılması, farklı şekillerin verilmesi Bağlardaki bitkilerin ve onların süslü çiçekleri, bu çiçeklerin ölçülü meyveleri, meyvelerdeki süslü nakışlar Önemli hikmet, gaye ve gerekli faydaları sağlayan yağmur Dağlar, dağlardaki madenler ve bunların farklı özellikleri ve farklı gayeler için hazırlanması ve depolanmaları Tepelerin farklı çiçeklerle süslenmesi Ağaç ve otların muntazam yaprakları Büyüyen ve gelişen cisimlerin büyüme ve gelişme zamanında ki ölçülü hareketleri, farklı donanımları, farklı meyveleri Canlıların bedenlerine ruhu yerleştirmek Kalplere ilim ve hakikati ilham etmek Zahiri ve bâtıni duyguları âlemlere açılan bir anahtar görevi vermek, Cenab-ı Hakkın rububiyetini, vücubunu ve vahdetini ispat etmekle birlikte ehadiyetinin ve rububiyetinin mükemmel olduğunu göstermektedir. 7- PENCERE: Basit ve câmid unsurlardan farklı ve muntazam bileşik (mürekkep) varlıkların icadı ve bunların terkip ve tahlil zamanında yenilenmelerinde görülen imtiyaz ve tefrik, atomları bir tarla haline getirip onlarda her an yeni âlemler icad etmek ve atomlara mükemmel işler yaptırmak yüce Allah’ın vücub-u vücudunu, kudretinin kusursuzluğunu, rububiyetinin haşmetini ve vahdetini göstermektedir. 8- PENCERE: Bütün peygamberler, evliyalar ve asfiyalar bir tek Vahid-i Ehad, Vâcibu’l-Vücud, Hâlık-ı Külli Şey’in varlığına, birliğine ve rububiyetine şehadet etmektedirler. 9- PENCERE: Âlemdeki umumi ibadet yani ariflerin marifetleri, şakirlerin şükürleri, zakirlerin zikirleri, hâmidlerin hamdleri, muvahhidlerin tevhidleri, âşıkların muhabbetleri, müridlerin iradeleri, müniblerin talepleri Maruf, Meşkûr, Mahmud, Vâhid, Mahbub, Merğub, Maksud olan ezeli bir Mabud’un vücub-u vücudunu ve vahdetini göstermektedir. Bu ibadetlerin sonucunda gelen feyizler, münacatlar, müşahedeler ve keşifler Yüce Allah’ın vahdetini ve varlığını göstermektedir. 10- PENCERE: Varlıklar arasındaki yardımlaşma, birbirinin ihtiyaçlarına cevap verme ve aralarındaki dayanışma bir tek terbiye ediciyi göstermektedir. 11- PENCERE: İnançsızlıktan doğan manevi ıstıraplardan kurtulmanın çaresi bir yaratıcıyı kabul etmektir. Çünkü inkâr ve şirkte sayısız zorluklar vardır. 12- PENCERE: Varlıkların, ölçülü vücutları, görünümleri ve bunlarda görülen fakat birçok amaca hizmet eden eğri-büğrülükler, gelişim zamanlarındaki değişiklikler ve ölçülü miktarları her şeyi ilahi kudret ve kaderle yaratıldığını göstermektedir. 13- PENCERE: Her şeyin kendine mahsus şekilde Rabbini yâd etmesi, muntazam suretleri, ölçülü heyetleri, mükemmel hayatları birer tesbih olup yüce Allah’ı göstermektedir. 14- PENCERE: Her şeyin bir yaratıcıya muhtaç olması Kadir, Kavi, Gani, Âlim ve Hay olan bir zatı göstermektedir. Çünkü zayıf, aciz, fakir, cansız, cehalet içinde bulunan varlıklarda görünen tam ve eksiksiz bir kuvvet, kudret, zenginlik, hayat ve şuur yüce Allah’ın bir olduğunu göstermektedir. 15- PENCERE: Her şeye düzenli ve ölçülü bir şekilde en kısa, en güzel, en kolay ve en kullanışlı şekilde onları var etmek ve suret vermek bir Kadîr-i Alîm’i göstermektedir. Devam Edecek…

Daha 5-6 Yaşlarında, Sabah NamazlarınıCemaatle Kılıyordu Bedîüzzaman Hazretlerinin en yakın talebesi ve hayru’l-halefi Hüsrev Efendi, çocukluk yıllarında iken ileride dine yapacağı büyük hizmetlerin habercisi hükmünde gayet dindâr bir hayat yaşamaya başlamıştı. Henüz beş altı yaşlarında sabah namazlarını cemaatle kılmaya başlamış, çok geçmeden büyüklerin zikir meclisine dâhil edilmişti. Küçüklüğüne rağmen bu mecliste sergilediği olgun tavırlar sebebiyle çok seviliyor, katılmadığı günlerde zikir halkasındaki yeri boş bırakılarak başkası oturtulmuyordu. Hüsrev Efendi, arkadaşları ile de güzel ve seviyeli münasebetler kurmuştu. Olgunluğu, yardımseverliği ve yumuşak huyu ile kısa zamanda arkadaşlarının saygı ve sevgisini kazanmış, hususan yardımseverliğinden dolayı mahalle ve okul arkadaşları arasında ‘Hızır’ diye anılır olmuştu. (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 411) Hz. Erkam bin Ebî Erkam (ra) HErkam (ra), Muhacirlerden olup, Benî Mahzum kabilesinden Abdi Menaf’ın oğludur. Peygamber Efendimiz (asm), Bedir Gazvesi sırasında kendisine bir kılıç vermişti. Hz. Erkam (ra), ilk Müslüman olan bahtiyarlardandır. Bir rivayete göre 7. veya 11. inanan kişi olduğu söylenmektedir. İslâm’ın ilk günlerinde Safa Tepesi eteklerindeki evinde, Peygamber Efendimizin (asm) gizlice kalmasını temin ederdi. Müslümanlar, sayıları kırka ulaşıncaya kadar Hz. Erkam’ın (ra) evinde toplanırlardı. Bu hâl Hz. Ömer’in (ra) İslam’a girmesine kadar devam etmiş, Hz. Ömer’in (ra) Müslüman olmasıyla artık Hz. Erkam’ın (ra) evindeki gizli toplantılar nihayet bulmuştur. Hz. Erkam (ra), Hicrî 53 senesinde 80 yaşında iken Medine’de vefat etmiştir. Baki Kabristana defnedilmiştir. (Bedir Mücahidleri, Hafız Ali Rıza, Sayfa 26-27) Erenköy Galip PaşaCamii Sultan Abdülaziz ve Sultan 2. Abdülhamid döneminde nâzırlık ve valilik yapmış olan Galip Paşa tarafından Bağdat Caddesinde, Kadıköy İlçesinin Erenköy Mahallesinde yaptırılmıştır. Galip Paşa’nın vefatından altı sene önce 1898 senesinde başlanan inşaatı, 1899 senesinde tamamlanarak ibadete açılmıştır. İstanbul Şehreminliği (Belediye Başkanlığı) görevinde de bulunan Galip Paşa, 1905 senesinde vefat etmiştir. Kabri Sultan 2. Mahmud Türbesinin bahçesindedir. Camiye 1985 senesinde ilave kısımlar eklenmiştir. 03 Şubat 1451Fatih Sultan MehmedTahta Çıktı Fatih Sultan Mehmed, 30 Mart 1432’de Edirne’de dünyaya gelmiştir. Daha kundaktayken, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri babası Sultan 2. Murad’a, fethin Şehzade Mehmed’e nasib olacağını müjdelemiştir. Belki bu müjde sebebiyle Sultan 2. Murad, daha 12 yaşındayken Şehzade Mehmed’e 2 sene tahtı bırakmış ve Manisa’da uzlete çekilmiştir. 3 Şubat 1451’de Sultan 2. Murad’ın vefatı üzerine, Fatih Sultan Mehmed 2. defa tahta çıkmıştır. Tahta çıkışının ilk günlerinden itibaren İstanbul’un fethi için hazırlık yapmaya başlamıştır. Bu çerçevede Rumeli Hisarı’nı inşa ettirmiştir. Daha 21 yaşındayken İstanbul’u fethederek Fâtih unvanını almıştır. 29 Şubat 1956Pakistan, İslâm Cumhuriyeti Oldu 14 Ağustos 1947 tarihinde Muhammed Ali Cinnah, Pakistan Genel Valisi olmuş ve Pakistan bağımsızlığını kazanmıştır. Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmesinin ardından milyonlarca Müslüman, Hindu ve Sih'in mübadelesi başlamış, sınırın her iki yanındaki toplam 12 milyon kişi yer değiştirmiştir. 1947'de kurulan Pakistan'ın kurucusu ve ilk devlet başkanı Muhammed Ali Cinnah'ın 11 Eylül 1948'deki vefatına kadar ülkenin içinde bulunduğu karışık durum sebebiyle bir anayasa hazırlanamadı. Anayasasının hazırlanması 8 yıldan fazla sürdü. 1956 tarihli ilk anayasaya göre bir İslamî cumhuriyet olarak tanımlandı. Üzerinde yapılan çeşitli değişikliklerle birlikte ülke halen 1973 tarihli anayasa ile idare olunmaktadır. 1971'e kadar Pakistan bugünkü Pakistan (Batı Pakistan) ve Bangladeş (Doğu Pakistan) topraklarından oluşmaktaydı. Hindistan ve Birleşik Krallık'ın de etkisiyle 1971 yılındaki iç savaştan sonra Doğu Pakistan, Bangladeş adıyla bağımsızlığını ilan etti. 10 Şubat 1763Yedi Yıl SavaşlarıSona Erdi Yedi Yıl Savaşları, Avrupa'nın güçlü devletleri arasında, 1756-1763 yılları arası yaşanmış bir dizi askeri çatışmadır. Savaşın sebebi Büyük Britanya ve Fransa için aralarındaki sömürge yarışı; Avusturya ve Prusya içinse Orta Avrupa hegemonyasıdır. Avusturya, Avusturya Veraset Savaşı'nda (1740-1748) elinden çıkan Silezya bölgesini geri alabilmek için ittifak arayışı içindeydi. Fransa, Saksonya, İsveç ve Rusya ile bir ittifak oluşturmuştur. Prusya ise Büyük Britanya ile ittifaka gitmiştir. 10 Şubat 1763 tarihinde Fransa ile Büyük Britanya arasında imzalanan Paris Antlaşması'yla, Kuzey Amerika ve Hindistan'daki Fransız sömürgeleri Büyük Britanya'ya geçmiştir. 15 Şubat 1763 tarihinde Avusturya ile Prusya arasında imzalanan Hubertusburg Anlaşması'yla da Silezya, Prusya'ya bırakıldı.

Britanya Müzesi’nde İngiltere’nin İslam ile ilgili tarihi bağlarını ortaya koyan ilginç bir altın dinar var. Nümizmatik uzmanlarına göre, orta İngiltere’deki Mersiya Krallığı’nın Kralı Offa’nın (730-796) bastırdığı altın paralar üzerinde, Kûfi hat ile yazılmış Arapça kelimeler bulunuyor. Devirler içinde kültürler birbiriyle münasebet kurmuş ve birbirlerini etkilemiştir. Az bilinse de, batı kültür ve edebiyatı, İslam kültür ve medeniyetinden pek çok şekillerde ve yüzlerce numunelerle etkilenmiştir. Batı kültürünün önemli bir parçası olan İngiliz kültür ve medeniyetinin oluşmasında da İslam medeniyetinin etkisi unutulmamalıdır. İngiltere’de İslam yazı dizisinde bu ayki konumuz; İslam kültürünün tarihte İngiltere üzerindeki etkilerine bir numune olarak, Anglo – Sakson Kralı Mersiyalı Offa’nın bastırdığı ve üzerinde tevhid-i şerif yazan altın dinar.1 İNGİLİZ ALTIN DİNARI VE KELİME-İ TEVHİD Britanya Müzesi’nde İngiltere’nin İslam ile ilgili tarihi bağlarını ortaya koyan ilginç bir altın dinar var. Nümizmatik uzmanlarına göre, orta İngiltere’deki Mersiya Krallığı’nın Kralı Offa’nın (730-796) bastırdığı altın paralar üzerinde, Kûfi hat ile yazılmış Arapça kelimeler bulunuyor. Dahası, kral kendi ismini de eklemiş. Yani resmi olarak, 774 senesinde Mersiya Kralı, İslamiyet’i ilan eden bir para bastırmıştır. Abbasi halifelerinin paralarında kullandıkları hat kullanılmış ve Abbasi Halifesi El-Mansur’un parası kopya edilmiştir. Bu dinarın üzerinde ne yazıyor, inceleyelim: Kral Offa’nın altın dinarı (Gold dinar minted under King Offa © Trustees of the British Museum) Paranın ön yüzünde, 1908 yılında British Numismatic Society (Britanya Nümizmatik Cemiyeti)’nin bastığı ve başkanı olan Carlyon-Britton’ın imzasıyla basılan bir raporda2 altın dinar üzerindeki yazılar şöyle çözümlenmiştir: Şekil 2 - Offa Rex (Kral Offa’nın hakimiyeti zamanını gösteriyor) NAKŞEDİLMİŞ ALTIN PARA: MENKŪŞ (MANCUS) Hicri 157 senesinde basılan bu paranın basım tarihi miladi yaklaşık 774’e tekabül etmektedir. Arapça’ya pek de aşina olmayan işçilerce basılan paranın ağırlığı (4,25 gr) standart Abbasi dinarıyla hemen hemen aynı idi. Anglo Sakson dönemde (450-1066 arası) İngiltere’de iki tarz para vardı. Birisi gümüş “penny” diğeri de “altın mancus.” Bir işçinin veya askerin yevmiyesi 1 gümüş iken, 30 günlük yevmiyesine denk gelen bir kıymette olan para3da bir mancus idi. Yani bir aylık maaş, bir altın mancus idi. Altın dinar, “Mancus” kelimesinin aslı da yine İslam kültüründen gelmektedir. Latince’den geldiğini iddia edenler de olmuşsa da kelimenin Arapça’dan geldiğinde ittifak vardır.4 (Bakınız Şekil 2). Şekil 3: İngilizce’ye geçen “mancus” kelimesi aslen Arapça “menkūş” kelimesinden gelmektdir. Kamus-u Osmani’de “menkūş” kelimesi, nakş olunmuş, resm ile işlenmiş, ziynetlendirilmiş manasına gelmektedir. İngilizce’ye geçen “Mancus” kelimesi aslen Arapça “Menkuş” kelimesinden gelmektedir. Kamus-u Osmani’de “menkūş” kelimesi, nakş olunmuş, resm ile işlenmiş, ziynetlendirilmiş manasına gelmektedir. Zaman içinde bu kelime İngilizce’de mancus olarak telaffuz edilmiştir. İNGİLİZ DİNARI İLE İLGİLİ BAZI TEORİLER: PEKİ NEDEN? İngiliz Kralı Mersiyalı Offa’nın, tevhid-i şerif yazılı altın mancusu (işlenmiş sikkeyi) ne için bastırmıştı? Konu hakkında muhtelif teoriler öne sürülmüştür. Ticari maksatlar için mi? Kimilerine göre Kral Offa, Müslüman topraklarına giden İngiliz tüccarların tanınması ve işlerinin kolaylaşması için bastırmıştır. Bu paraları kullanan İngiliz tüccarların işini kolaylaştırmak ve ticareti artırmak maksadıyla yapmış olabilir. Offa’nın Avrupa’daki krallarla da ilişkileri düzeltmesi aynı şekilde ticari maksatlarla hareket ettiği şeklinde yorumlanmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla, üzerinde Arapça harfler bulunan bir para bastırması mantıklı bir tez olarak değerlendirilebilir.5 Diğer bir tez, bu tevhidli dinarın basılmasının sebebi olarak, Müslümanların elinde bulunan kutsal topraklara giden Hristiyan İngiliz hacıların seyahatini kolaylaştırmak olduğu iddia edilebilir (Hristiyanlıkta da kutsal sayılan Kudüs şehrine giderek belli vazifeler yerine getirilip hacı olma âdeti eski dönemlerde çok yaygın idi). Hristiyan hacıların korunması için böyle bir paranın basılmış olduğunun iddia edilmesi içinse bildiğimiz bir delil yok. Aksine, dönemle ilgili Hristiyan hacı hatıralarında mesela Vita Willibaldi’de Kudüs bölgesine ve kutsal topraklara ziyarete giden gayrimüslimlere zaten çok iyi davranıldığı ve onlara harçlık bile verilip kendilerinin korundukları kaydedilir. Willibaldi’nin hac anılarında, bu durumdan memnun olan ve bu muameleye şaşıran hacıların durumu anlatılmaktadır. Dolayısıyla bu tez de çok tutarlı değildir. Güçlü Olan Taklit Edilir Diğer bir tez, güçlü olan kültürlerin taklit edildiği prensibine dayanmaktadır ki, biz de buna katılıyoruz. O dönemin siyasi, kültürel ve iktisadi gücü elinde olan, madden ve manen zenginlik kaynaklarını elinde bulunduranlar Müslümanlar idi. Onları taklit ederek, güçlü gibi görünmek kaygısı bu paranın diğer bir ilham kaynağı olabilir. Günümüzde de güçlü olan devletler taklit edilmektedir. Başka bir tez de şu: Kral Offa, Avrupa’daki diğer güçlü devletlere karşı kendi ismini ispatlamak maksatlı yapmış da olabilir. Diğer ülkelere duyurup güç gösterisi yapma ve bir PR (devlet reklamı) yapma düşüncesi de yine muhtemel. ve 18. yüzyıllara kadar devam edecek, güçlü Müslümanların taklid edilmesi durumu Turquerie (Türkeri / Türköri) hareketi ile zirve yapacaktır. Sanatta, mimaride, edebiyatta Osmanlı’ya benzeme akımı Avrupa’da ciddi bir hal alacaktır. Bunların bir uzantısı olarak, haşmetli İslam medeniyetini taklîden, Londra’da bir cami yapılacak (Kew Gardens’da), Polonya’da yeniçeri heykeli dikilecek ve Roma’da sarıklı kostümler ile kutlamalar yapılarak bu hareket devam edecektir.6 İngiliz Kralı Offa Müslüman mı oldu? En popüler tezlerden birisi de, Kral Offa’nın bir şekilde İslamiyet’i öğrenip Müslüman olmuş olmasıdır. Bu tarihlerde, İslam ordularının hızlı ve kalıcı bir surette Kuzey Afrika’yı fethettikleri, sonrasında da İspanya’yı aldıklarını biliyoruz. Aynı şekilde, orduların daha da kuzeye çıkıp Paris’e 150 mil mesafeye kadar Fransa içlerine ilerlediğini tarihten okuyoruz. Tebliğciler İskandinavya’da Erken dönemlerden itibaren Müslümanlar sadece askeri olarak değil bürokratik ve ticari olarak da gayrimüslimler ile ilişki içinde olmuşlardır. İnsanların dünyevi ve uhrevi saadetlerine vesile olabilmek için Müslümanlar tebliğ yapacak elçiler göndermişlerdir. Avrupa’nın kuzeyindeki İskandinav ülkelerine kadar tebliğ maksatlı olarak elçiler gönderildiği ve İskandinav kültüründen olan Vikingler ile ticaret yapıldığı da yine tarihi bir hakikattir. Norveç ve Danimarka’da 20.000’den ziyade Müslüman parası bulunmuş ve müzelerde muhafaza edilmektedir. İslam’ın mesajı ve tebliğ-davet Viking (İskandinav) idarecilere kadar ulaşmıştır. Tarihi kayıtlarla sabittir. İngiliz Kral’a tebliğ ulaştı mı? Bu noktadan, Vikingler’e kadar tebliğ ulaştığı düşünülürse, ticaret yolu üzerinde olan İngiltere’ye de bir elçinin gönderilmiş olması gayet muhtemel görünüyor. Bununla beraber Kral Offa’nın Müslüman olabileceğine dair şimdilik bildiğimiz deliller ise, basılan bu dinarlar ve dönemde yükselen Müslüman-gayrimüslim bürokratik ilişkileri. SONUÇ Teoriler muhtelif ve biz hakikati tam olarak bilemiyoruz. Fakat bilinen bir gerçek var ki o da, İslamiyet’in Avrupa’yı en erken dönemlerden beri derinden etkilediğidir. Öyle ki, sadece Offa değil başkaları da Müslüman paralarını kopyalamış ve değerine binaen ondan istifade etmek istemiştir. Avrupa’da Müslümanların gümüş ve altın paralarının sahtelerinin bile çıkmış olması, bu paraların Avrupa’da ne kadar yaygın olarak kullanıldığını göstermektedir.7 Bu altın dinar ve Avrupa’da üzerinde Arapça yazılar bulunan diğer dinarlar8 da gösteriyor ki, İslam medeniyeti kendini Asya’da ve Afrika’da gösterdiği gibi, Avrupa’da da ciddi olarak hissettirmiştir. Müslüman paraları, Avrupa’da gayri-resmi olarak geçerli hale gelmiş hatta kopyaları yapılmıştır. Yan tarafta fikir vermesi açısından Anglo-Sakson dönem İngiltere’sinde basılan para9 numunelerini bulabilirsiniz. Kaynaklar: 1- Kral Offa’nın bastırdığı altın dinarın (mancus) bir kopyası Londra’da British Museum (Britanya Müzesi’nde) sergilenmektedir. Arzu edenler British Museum resmi websitesinden ücretsiz olarak yüksek çözünürlüklü fotoğraf talep edebilirler.2- British Numismatic Journal, 5: 55–72, “The Gold Mancus of Offa, King of Offa”, 1908, http://www.britnumsoc.org/publications/Digital%20BNJ/pdfs/1908_BNJ_5_5.pdf, Alınma Tarihi:08/01/20163- The Telegraph Gazetesi, “A month's wages in one mancus”, (yazar bilinmiyor), http://www.telegraph.co.uk/news/uknews/1510010/A-months-wages-in-one-mancus.html, Yayın tarihi 09/02/2006, Alınma tarihi 08/01/2016.4- Medieval European Coinage: Volume 1, The Early Middle Ages (5th-10th Centuries), sf 327, Philip Grierson ve Mark Blackburn, Cambridge Universiy Press, 1986.5- Geçtiğimiz yıllarda, Oxford Üniversitesi İslami Bilimler Merkezi’nin Arapça kursunda yaşlı bir İngiliz ile tanıştım. Kartvizitinin üzerinde güzel bir hat eseri vardı. Mısır ve civarında ticaret yaptığını söyledi. Müslüman mısın, ne için İslami harfleri hususen öne çıkardın diye sorunca, “Müslümanların hoşuna gidiyor, ticaretim kolaylaşıyor” dedi. Aynı zihniyet ile, ortak harfler, o dönemdeki İngilizlerce de ticari maksatla kullanılmış olabilir.6- Bu konu ayrı bir makale konusudur. Şimdilik bununla iktifa ediyoruz. Daha fazla bilgi için: William, H. “Turquerie: An Eighteenth-Century European Fantasy” ve benzeri kitaplara müracaat edebilirsiniz.7- Anglo-Saxon Perceptions of the Islamic World, Kathraine Scarfe Beckett, sf 58, Cambridge University Press, 20038- 1158-1214 tarihleri arasında yaşayan Alfonzo, VIII of Castile (Kastilyalı 8.Alfonzo), St Jean d’Acre 1251’de Arabi harflerle basılan paraları da vardır. (The Gold Mancus of Offa, King of Offa, sf 70-72) 9- Konuyla ilgili daha fazla bilgi için Bakınız: Blunt, “The Coinage of Offa” ve Stenton, “Anglo-Saxon England”10- British Museum Technical Research Bulletin, “Analysis of a gold mancus of Coenwulf of Mercia and other comparable coins”, Gareth Williams and Michael Cowell, https://www.britishmuseum.org/pdf/BMTRB%203%20Williams%20and%20Cowell.pdf, Alınma Tarihi: 08/01/2016

Eğer güneş canlı olsaydı ve harareti onun hayatı ve ışığı onun şuuru olsaydı aynadaki aksi de canlı ve şuurlu olurdu ve bu haliyle onun akisleri, meleklerin âlem-i misalin aynalarında aksetmesine benzerdi. Âyinede temessül, münkasım (dır) dört sûrete: 1-Ya yalnız hüviyet (yani sûret); 2-ya (hüviyetle) beraber hâsiyet (yani özellikler); 3-ya hüviyet hem şû’le-i mahiyet (yani aslının bir parıltısı); 4-ya mahiyet, (ve) hüviyet. 1- Aynada akseden görüntüler dört kısma ayrılır. 1- Bazı şeylerin yalnızca hüviyeti, yani sûreti, yani görüntüsü akseder. (Haşiye: 1) Bunun misali insan gibi maddî varlıklardır. Maddî varlıkların aynada sadece görüntüleri akseder. 2- Görüntü artı, bazı sıfatları akseder. Bunun misali güneş gibi yarı maddî yarı nurani özellikte olan varlıklardır. Güneşin görüntüsü ile beraber hararet, ısı ve renk gibi en temel özellikleri de akseder. Sadece maddî vücudu aksetmez. 3-Görüntü artı, o şeyin aslının bir parıltısı akseder. Yani sadece bazı sıfatları değil belki aslının küçük bir nümûnesi olacak derecede bütün sıfatları akseder. Bunun misali melek gibi tam nurânî olan, maddî olmayan varlıklardır. Meselâ Cebrâil (as)’ın asıl azametli mahiyeti, yedinci kat sema tabakasının sonundaki Sidre-i Müntehâ’da altı yüz kanadıyla beraber secde ederken; aslının küçük bir nümûnesi alem-i misalin aynalarında aksederek huzur-u Nebevî’de Dıhye (ra) adlı sahâbenin görüntüsüne girerek bulunurdu. Çünkü o sahabe simaca son derece güzel idi. Meleklerin bir yerde temessül ederken mahiyetlerinde meydana gelen farklılaşmanın sebebinin aynaların kabiliyeti olduğu 16. Söz’de bildirilmektedir. (Haşiye 2) 4- Mahiyetinin tamamı ile görüntüsü beraber akseder. Yani aslının tıpkısı olarak akseder. Bunun misali ağızdan çıkan kelimelerdir. Asıl kelime bir tane iken hava aynasında aksederek milyonları bulur. Bunların tamamı asıl kelimenin tıpkısıdır. Yani görüntüsü de bütün sıfatları da aynıdır. (Biz göremesek de kelimelerin de kendine ait görüntüleri vardır. Melekler görür.) Bu dört çeşit aksi şöyle sıralayabiliriz: 1- Yalnız görüntü. 2- Görüntü artı bazı sıfatlar. 3- (Aynanın kabiliyeti miktarınca) Görüntü artı bütün sıfatlar. 4- Tıpkı görüntü artı bütün sıfatlar. 2- Eğer misal istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit. 2- Misalleri yukarıda ilgili yerlerinde gösterdik. Kesif yani maddî varlıkların aynadaki görüntüleri hareketli olsa da aslı gibi canlı değildir, ölüdür. 3- Bir rûh-u nuranînin, kendi mir’atlarında (aynalarında) timsalleri (görüntüleri) oluyor birer hayy-ı murtabıt (irtibatlı birer canlı); aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp birer nur-u münbasit (dir) (yayılmış bir nurdur). 3- Melek gibi, kâmil insanlar gibi nuranî ruhların (âlem-i misalin bazı mevcudatı gibi) kendilerine özgü aynalardaki görüntüleri ölü değil aksine aslıyla irtibatı olan birer canlıdır. Cebrail (as)’ın Dıhye (ra) sûretindeki temessülü, asıl azametli şahsiyetinin tamamen aynısı değilse de, aslıyla irtibatı, tamamen hayattar ve şuurlu olması ve bütün sıfatlarını küçük mikyaslarda taşıması münasebetiyle onun mahiyetinin yani aslının bir numunesini taşır. Bu yönden aslı olmasa da gayrı da değildir. O nurani varlık, aynalar vasıtasıyla inbisat etmiş yayılmıştır. Hâlbuki insanın görüntüsü insanın gayrısıdır. Ne şuuru vardır, ne de hayatı. 4- Ger şems hayevan olaydı; olur harareti hayatı, ziya onun şuuru.. şu havassa mâliktir (özelliklere sahiptir) âyinede (ki) timsali. İşte budur şu esrarın miftahı (sırların anahtarı) 4- Eğer güneş canlı olsaydı ve harareti onun hayatı ve ışığı onun şuuru olsaydı aynadaki aksi de canlı ve şuurlu olurdu ve bu haliyle onun akisleri, meleklerin âlem-i misalin aynalarında aksetmesine benzerdi. Yukarıda saydığımız hakîkatler aşağıda saydığımız sırları açacak anahtarlardır. Yukarıdaki hakikatler anlaşılırsa aşağıda sayılan hâdiselerin mahiyeti anlaşılmış olur. 1- Cebrail hem Sidre’de, hem sûret-i Dıhye’de meclis-i Nebevî’de, hem kim bilir kaç yerde!.. 2- Azrail’in bir anda Allah bilir kaç yerde, ruhları kabzediyor. 3- Peygamber’in bir anda, hem keşf-i evliyada, hem sadık rü’yalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür. 4- Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür. (Haşiye 3) Haşiye 1: Hüviyet kimlik mânâsına gelir. Bir şeyin sûreti onun en belirgin kimliği olduğu için buradaki hüviyet, sûret manasında kullanılmıştır. Mektûbât’ın fihristinde 24. Mektubun fihristindeki şu cümlede hüviyet, sûret manasında kullanılmıştır. “Herbir mevcud, vücuddan gittikten sonra, ifade ettiği manalar ve arkasında bâki kalan hüviyet-i misaliyesi, âlem-i misalde mahfuz kalır.” Haşiye 2: Bu meselenin tafsilatlı izahı 16. Sözdedir. Bkz. Osmanlıca Tılsımlar, sh: 23 Haşiye 3: Bu dört aded misalin hepsi de yukarıda anlatılan nuraniyet sırrı ile vukua gelen hâdiselerdir. Hususen ilk paragrafta sıralanan “hüviyet hem şûle-i mahiyet” maddesinin numuneleridir. Yani o nurânî zatların asıl mahiyetleri bir yerde olmakla beraber, canlı ve şuurlu küçük numuneleri manevî aynalarda akseder. Böylelikle adeta birer küçük kopyalarıyla çok yerlerde bulunabilirler.

Kümbetler, Selçuklu’lar zamanında yapılan ve kendine özgü yapısı olan anıtmezarlardır. Genellikle büyük devlet ve din adamları için yapılmıştır. Kümbetler silindirik tabanlı ve üst kısımları konik yapılı olan anıtmezarlardır. Selçuklu Kümbetleri Selçuklu mimarisinde, cami ve medreselerin yanı sıra türbelerin de önemli bir yeri vardır. Bu yapıların dört duvarlı ve üzeri kubbeyle örtülü olanlarına türbe, silindir ya da çokgen biçimli olan üzeri koni biçiminde çatıyla örtülü olanlarına kümbet denilmektedir. Anadolu Selçukluları tarafından yapılan kümbetler Büyük Selçuklu mimarisinin bir uzantısı olarak kabul edilmektedir. Çok mütevazi ölçüde yapılmakla beraber mimarî bakımdan inanılmaz bir zenginliğe sahiptir. XII. yüzyılda inşa edilen ilk kümbetler önceleri sadece tuğladan daha sonra ise taştan yapılmaya başlanmıştır. Sekil olarak sekiz, on, oniki köseli veya silindirik gövde üzerine piramit yahut külahlı kümbetler basta olmak üzere dilimli gövdeli kümbetler, kare planlı ve kubbeli, ya da dikdörtgen plân üzerine tonozlu türbeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dıştan bakıldığında bir kule şeklinde görünen kümbetler genelde iki katlıdır. Birinci kata birkaç merdivenle çıkılır. Burada sanduka mezar bulunur. Asıl mezar ise alt katta yani toprak seviyesinin altındaki bölümdedir. Ölü burada tahnit edilerek bir lahit veya toprağa gömülür. Üst katta bulunan sanduka sembolik bir mezar şeklindedir. Burası daha çok bir ziyaretgâh veya mescit seklinde düşünülebilir. Kümbetler çoğu zaman bağımsız bir mimarî eser olmakla beraber bazen de cami ve medreselere bağlı olarak inşa edilmiştir. Erzurum'da Yakutiye Medresesi'ne bağlı olarak inşa edilen kümbet (1310) taş isçiliğinin en güzel örneklerindendir. XII. yüzyılda yapılan Selçuklu kümbetlerinden sadece II. Kılıç Arslan Kümbeti zamanımıza gelebilmiştir. Kayseri'deki Çifte Medrese kümbeti (1206) en eski Anadolu Selçuklu eserlerinden biridir. I. İzzeddin Keykâvus'un 1217 tarihinde Sivas'ta yaptırdığı Dâru's-şifa'nın sağında bulunan türbenin üzerinde tuğla kubbenin örttüğü mekân üstünde dıştan on kenarlı bir kümbet yükselmektedir. Bu Anadolu Selçuklu tuğla, çini ve mozaik süslemelerin ilk âbidevî eseri olup çini mozaik sanatının daha sonra ulaşacağı parlak gelişmenin ilk işaretleri olarak kabul edilebilir. Isparta Atabey'de Medreseye bağlı olarak yapılan Ertokuş Kümbeti (1223) sekizgen gövde üzerine içten kubbe, dıştan piramit külahla örtülü bir yapıdır. I. Alaeddin Keykubâd'in emirlerinden Ali Tusî'nin sağlığında Tokat'ta yaptırdığı türbe (1234) de dıştan sekizgen bir kümbet biçiminde yükselmektedir. Kayseri'deki II. Giyaseddin Keyhüsrev'in annesi Mahperi Huand Hatun türbesi (1238) camiin medreseye bitişen köşesine sonradan eklenmiştir. Kayseri'deki Çifte Kümbet ise Alâeddin Keykubâd'ın hanımı Melike Adiliye için 1247'de yaptırılmıştır. Amasya'da Torumtay'ın 1266'da yaptırdığı Gök Medrese Camiine bitişik kümbet kesme 70 tastan kare seklinde bir alt yapı üzerine tuğladan sekizgen bir gövde ve kıvrımlı bir piramit içindedir. Amasya'daki Torumtay türbesi (1278) diğerlerinden farklı bir özellik arz eder. Anadolu KümbetleriKonya II. Kılıçarslan Kümbeti Alâeddin Camii’nin kuzey avlusu içindedir. İçinde yatan sekiz ünlü Selçuklu Sultanı yanında, eserin ölçüleri bakımından da, Türkiye’dekilerin en büyüğüdür. Yapı on köşelidir. Kümbetin doğuya bakan bir penceresi vardır. Asıl kapısı kapatıldığı için burası kapı gibi kullanılmaktadır. Gövde içi planı daireseldir. Kümbet iki katlı olup alt katın kapısı, aynı yönde, üst katın altındadır. Mimarı Cuhalı Abdulgaffar oğlu Yusuf’tur. Kapının üzerinden başlamak üzere lâcivert zemin üzerine harflerle Ayetü’l-Kürsi yazılı çini dolaşır. II. Kılıçarslan’ın sağlığında yapıldığı düşünülerek 1190 yılında yapıldığı söylenebilir. Üst katta iki kuzeyde, altı güneyde olmak üzere sekiz sanduka vardır. Van Gevaş Halime Hatun Kümbeti Giriş kapısı üzerindeki kitâbesine göre Melik İzzeddin tarafından 1335 tarihinde, kızı Halime Hatun için yaptırılmıştır. Ustası Ahlatlı Pehlivan oğlu Esed'dir. İki katlı inşa edilmiş kümbetin cenazeliği kare planlı olup, doğudaki kapısına merdivenle inilmektedir. Köşeleri pahlanmış kare kaide üzerine onikigen gövdeli olarak yapılmıştır. Üstten piramidal bir külahla örtülmüş kümbet, düzgün kesme taş malzeme ile inşa edilmiştir. Tüm cephelerde şeritler halinde ve madalyonlar şeklinde bitkisel, geometrik ve yazılardan oluşan süslemelere yer verilmiştir. Hasankeyf Zeynel Bey Kümbeti Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey için yapılmış olup Akkoyunlu Beyliği devrinden (1460-1487) kalma bir anıt mezardır. Anadolu’daki soğan kubbeli tek anıt mezar olan Zeynel Bey Kümbetinin kuzey kapısı üzerindeki kitâbede “11 Ağustos 1473 yılındaki Otlukbeli Savaşında şehit düşen Bahadır Han Hasan Bey in oğlu Zeynel Bey için yapıldığı” anlatılır. Ahlat Emir Bayındır Kümbeti Kitâbesinden, 1481’ de Rüstem Bey oğlu Bayındır için yapıldığı anlaşılmaktadır. Emir Bayındır, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın torunu Rüstem Bey’in oğludur. Ahlat kümbetleri içerisinde en ilgi çekenidir. Yarısı açık olan kümbetin üzerinde sekiz tam, iki yarım sütun yer almaktadır. Sütunlar üzerinde geniş ve mukarnaslı sütun başlıkları, bu başlıkları birleştiren kemerler yapının gövdesini tamamlamaktadır. Kümbetin üst örtüsü ise konik külah şeklindedir. Yapının ikinci katına ibadet amaçlı küçük bir mihrap yerleştirilmiştir. Tokat Sentimur Kümbeti İlhanlı Emirlerinden Sentimur oğlu Nurettin'e ait olup h.713/1313-14 yılında, kesme taştan kare planlı olarak yapılmış, üzeri içten tromplu kubbe, dıştan tuğladan sekizgen cepheli konik bir külah ile örtülmüştür. Türbenin üç kenarında birer pencere bulunmaktadır. Bu pencerelerin etrafı palmet motifleri ve Selçuklu sülüs yazıları ile bezelidir. Bu bezemeler renkli taşlar üzerine yapılmıştır. Türbede üç kitâbe bulunmaktadır. Bunlardan doğu cephesindeki kemerde h.713/1313-14 yılında yapıldığı yazılıdır. Bunun altındaki pencere üzerinde Firdevsi’den alınmış bir beyit, güney yönündeki pencere üzerinde de “Küllü nefsin zaikatül mevt” yazılıdır. Erzurum Üç Kümbetler Üç kümbetlerden sekiz köşeli plan üzerine oturtulmuş olanının Saltuklu Devleti’nin kurucusu Emir Saltuk’a ait olduğu sanılmaktadır. Tamamıyla kesme taştan yapılmış olan kümbetlerin diğer ikisini kimlerin yaptırdığı bilinmemektedir. Kümbetlerin genel olarak 13. yüzyıl sonu ve 14. yüzyıl başına ait oldukları kabul edilmektedir. Üç kümbetler Türklere ait diğer kümbetlere nazaran değişik planları, kullanılan malzeme ve süslemeleri açısından dikkat çekmektedir. Niğde Hüdavent Hatun Kümbeti Tâckapı’da mukarnaslar altında bulunan ve üç satır halinde düzenlenen kitâbede, türbenin 712/1312-13 yılında IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ın kızı Hüdavent Hatun tarafından yaptırıldıgı belirtilmektedir. Hüdavent Hatun’un türbede bulunan sandukasının üzerindeki kitâbeye göre 31 Mart 1332 tarihinde vefat ettigi anlaşılıyor. Sekizgen gövdesi, onaltıgen külahı ve dış duvarlarındaki zengin figürlü bezemelerle diğer kümbetlere göre çok farklıdır.

Nurdan Ölçüler’de bu sayıda, Risale-i Nurların 90 yıla yakın bir zamandır her kesimden insan tarafından sürekli okunmasına rağmen okuyucuları usandırmamasının sebepleri üzerinde duracağız. “Risale-i Nurlardan tam istifade nasıl olur? Nurlardan istifadenin mertebeleri nelerdir? Nur Risalelerinden hakkıyla istifade etmek şahsın hayatında neleri değiştirir?” sorularına cevap vermeye çalışacağız. Lahika mektuplarında Nur talebelerinin Hazret-i Üstada yazdıkları fıkralarda (kısa yazı, mektup) Risale-i Nurlardan istifadenin sırları açıklanmaktadır. Bu mektuplardan bir kısmını burada ele alarak bazı hizmet ölçülerini tespit edip sizlere arz edeceğiz. İlk olarak Barla Lahikasındaki bir mektuba bakalım. Re’fet Bey’in yazdığı mektuba Bediüzzaman Hazretleri şöyle cevap vermektedir: “Mektubunuzda Risale-i Nur’un mizanlarını her okudukça daha ziyade istifade ettiğinizi yazıyorsunuz. Evet, kardeşim, o risaleler Kur’ân’dan alındığı için kut ve gıda hükmündedir. Her gün ihtiyaç gıdaya hissedildiği gibi, her vakit bu gıdâ-yı ruhânîye ihtiyaç hissedilir. Senin gibi ruhu inkişaf edip kalbi intibaha gelen zâtlar okumaktan usanmaz. Bu Kur’ânî risaleler, sair risaleler gibi tefekküh (meyve) nev’inden değil ki, usanç versin. Belki tegaddîdir.”1 Re’fet Bey, Bediüzzaman Hazretlerine yazdığı bir fıkrada Risale-i Nurların insanı usandırmaması ve a’zami derecede istifade etmenin şartlarından birini de şöyle açıklıyor: “Sözleriniz mürşidâne ve çok yüksek olduğundan, gayet dikkatli ve tahlil ederek okunmak icap ediyor. Serdeylediğiniz delâil-i akliye ve mantıkiye o kadar tatlı ve hayret-bahştır ki, insan okudukça okuyor ve nâmütenahi bir zevk-i manevi hissederek hiç elinden bırakmak istemiyor. Bu sebeple, bir defa okumak kâfi değil. Hepsi yanında bulunup daima okumalıdır.”2 Risale-i Nurun insanları usandırmamasının başka bir sebebi de bir mektupta şu cümleler ile açıklanıyor: “Zira mütalâasına doyamıyorum. Ne kadar okursam okuyayım, diğer bir okuyuşumda, okumamış gibi oluyorum. Ve yeni bir eser okur gibi oluyorum. Hadsiz bir zevk-i manevi ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhî ile okuyorum. İşte gerek Sözler ve Mektubat ve gerekse Remizlerin en harika vasfı, zannedersem bu ince noktada olsa gerektir. Âsâr-ı saireyi (diğer eserleri) bir defa okuyunca, ikinci bir defa okumaya o kadar heves uyanmıyor. Kur’ân-ı Hakîmin envârını ne kadar okursam okuyayım, def-i cû’ edemiyorum (açlığımı gideremiyorum).” 3 Risale-i Nurdaki hakikatlerin gıda hük-münde olduğunu ifade eden Hazret-i Üs-tad, başka bir eserde bunlardan tam istifade etmenin şartlarından birisini de şu şekilde ifade ediyor: “Masumların ve ihtiyar ümmilerin yazılarının tashihinde çok zahmet çektim. Vakit müsaade etmiyordu. Hatırıma geldi ve manen ihtar edildi ki: “Sıkılma! Bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumaya mecbur ettiğinden, Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve marifetlere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.” 4 Risale-i Nurlarda bu babda, daha pek çok ifade ortaya konulabilir. Burada bu kadarıyla yetineceğiz. Şimdi alıntıladığımız kısımla ilgili önemli gördüğümüz bazı hizmet ölçülerinin altını çizmek ve yukarıda bahsi geçen sorulara cevap vermek istiyoruz. Ölçü: İnsanlar fıtraten gıdaya muhtaçtırlar. Her gün gıda aldığımız halde, ihtiyacın tekrarlanması sebebiyle, maddi gıdaları tüketmekten asla usanç duymayız. Çünkü gıdaya ihtiyaç tekerrür ettiğinden tekrarı lezzet verir. Fakat bir meyveyi her gün her gün yemeye fazla tahammül edemeyiz. İnsan fıtratı gereği maddi gıdaya muhtaç olduğu gibi, manevi gıdaya da ihtiyaç duyar. İman hakikatleri, insanın manevi gıdasıdır. Diğer ilimler ise meyve hükmündedir. Risale-i Nurlar envar-ı imaniye ve esrar-ı Kur’aniyeyi izah ve ispat ettiği için ve manevi gıda hükmünde olduğundan insanı usandırmaz. İman hakikatlerinin okunması, yazılması, açıklanması, tefekkürü, tezekkürü manevi gıda olduğundan usanmak şöyle dursun belki tekrarında taze bir şevk, ulvi bir zevk, hoş bir feyz ve lezzet vardır. İşte Risale-i Nurlar bu sırra mazhar olduğundan, 90 yıldır her kesimden insanın bıkmadan usanmadan okuduğu, elinden düşürmediği bir eserdir. Ölçü: Maddi gıda, vücuda girdiği zaman nasıl bütün beden azalarına ihtiyaç duydukları maddeler ilahi bir nizamla dağıtılır. Aynen onun gibi manevi gıdalardan da akıl, kalp, ruh, his, nefis ve sair latifeler yine aynı ilahi nizamla hisselerini alırlar. Risale-i Nurlar da aklın, kalbin, ruhun, hissin, nefsin ve diğer latifelerin gıdası olduğundan her birini niyet ederek okunmalıdır. Azami istifade etmek isteyen kişi şu şekilde okuma yapmalıdır: Aklınla oku, aklının gıdası için oku. Kalbinle oku, kalbini doyur. Ruhunla oku, ruhunu inkişaf ettir. Hissinle oku, hissiyatına esir olma, onlara hükmetmeyi öğrenmek için oku. Nefsine oku, en evvel bu hakikatlere sen muhtaçsın, nefsini ıslah etmek için oku. Manevi latifelerini beslemek için oku. Her okumada latifelerinin ayrı ayrı zevk-i manevisi vardır. Oku ki latifelerin aç kalmasın. Ölçü: Hakaik-i imaniyeden tam istifade, ancak ruhun inkişafı, kalbin intibahı ile olur. Maneviyatla meşguliyet gafleti dağıtır. Ruhu geliştirip olgunlaştırır. Risale-i Nurdan yapılan her okuma, Nur talebelerinde manevi gelişime ve olgunlaşmaya sebep olur. Yalnız bu okumanın bazı şartları vardır. Risaleleri dikkatle okuyup anlayarak, inceleyerek, araştırarak, mevzular arasında bağ kurarak, bir mesele hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur külliyatındaki bütün açıklamalarına külli bir nazarla muhatap olarak okunmalıdır. Tahlil, tetkik ve tahkik tarzındaki bu okuma, Nur talebelerini maneviyatta ileriye taşır. İstifadeyi artırır. Risale-i Nurları şevkle, zevkle okumaya ve imani meselelerde derinleşmeye vesile olur. Devam Edecek Kaynaklar: 1- Barla Lahikası, s. 343-344, Altınbaşak Neşriyat2- Barla Lahikası, s. 41, Altınbaşak Neşriyat3- Barla Lahikası, s. 121, Altınbaşak Neşriyat4- Emirdağ Lahikası, s. 63, Altınbaşak Neşriyat