
Osmanlı, bütün güzel sanatlara olduğu gibi, yazı sanatına da özel bir ilgi göstermiş hattatlar, padişahların özel iltifatlarına nail olmuşlardır. Ayrıca Osmanlı padişahları içerisinde bizzat yazı ile meşgul olanlar da çıkmıştır. II. Bâyezid, II. Mustafa, III. Ahmed, II. Mahmud ve Abdülmecid ilk akla gelen hattat sultanlardır. Bundan başka, her tabakadan halk, yazıya büyük bir ilgi göstermiştir. Daha II. Bâyezid zamanında hattat Şeyh Hamdullah (ö. 1520) padişahın da telkini ile Saray hazinesinde bulunan Yâkut yazıları üzerinde çalışarak aklâm-ı sitte’de Osmanlı üslûbunu oluşturmayı başarmıştır. Bilhassa sülüs ve nesih yazı çeşitlerinde güzellik unsurları Osmanlı’nın bu döneminde ortaya konmuştur. Harflerin tenâsübü, yani ideal ölçüsünün bulunması, kalem hakimiyeti ve harflerin satıra dizilmesindeki kudret ve kuvvet Osmanlı hat mektebinin önemli hususiyetlerindendir. Harf kenarlarında pürüz bulunmaması yani kalem kuvveti, başarısı, aynı şekilde harflerin satırda diğer harflere yabancı durmaması yazı estetiğinin ana unsurlarıdır. Bu hususların, birlikte, bir yazıda bulunmaması veya başarılamaması estetik bir kusurdur. Bir saç telinin beyaz bir sahifedeki gergin çizgi görünümü, hüsn-i hatta harflerin yazımında sağlanamaz ise yahut kalem kalınlığı ile harf büyüklüğü arasındaki ölçü, yani harfin tenâsübü yakalanamazsa veya harfler satırda uygun yerlerine yerleştirilemezse bu yazıya hüsn-i hat denmesi imkansızdır. Güzel yazı, yani hüsn-i hat bu üç unsuru da ihtiva etmelidir. Osmanlı, hüsn-i hatta bu üç unsuru başarı ile kullandığı için yazının merkezi olmuştur. Celî yazının, yani büyük boy sülüs yazının kemâle ermesi de Osmanlı elinde olmuştur. Kalemin kalın olması ve yazının kapladığı alanın ihatasının zorluğu celî yazının gelişimini geciktirmiştir. Aklâm-ı sitte’de ve özellikle sülüs ve nesih yazıda başarı daha II. Bâyezid döneminde sağlanmasına rağmen celî yazının gelişimi ancak XIX. Asırda II. Mahmud döneminde olabilmiştir. Dönemin önemli hattatı Mustafa Râkım Efendi kırk beş yıllık bir çalışma sonucu celî sülüs yazı ve padişah tuğrasında estetik bir inkılâp gerçekleştirmiştir. Celî yazı, genelde yüksek ve uzak yere asıldığından, harflerin cılız görünmemesi önemlidir. Perspektif noktasından, yazının konulduğu yere göre yazılması estetik bir husustur. Bunun yanında harfin, yazının bütünü ile âhenkli olması, diğer harflerle âdeta kucaklaşması sanatçının mahâretini gösterir. İşte Mustafa Râkım’la bu estetik hususlar yakalanmıştır. Kendisinden sonra gelen hattatlar bu yolun takipçisi olmuşlardır. Râkım Efendi’nin bugün Fatih Nakşıdil Türbesi’nde ve Tophane Nusretiye bulunan celî yazıları, sanatseverlerin ziyâretgâhı olmuştur. Osmanlı hat sanatında, bütün yazı çeşitlerinde çizgilerin uyum halinde olmasına dikkat edilmiştir. Bir yazıya bakıldığında, dik harflerin yönlerindeki uyum ile yatay harflerdeki oturuş paralelliği önemlidir. Böyle bir uyum, yazıda dik harflerde hareketlilik, yatay çizgilerde ise devamlılık fikrini uyandırır. “Kur’an Mekke’de nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü bir hakkın tesliminden başka bir şey değildir. Usta-çırak ilişkisi içerisindeki çalışmayla oluşan kuvvetli gelenek, cami, mescid, mezarlıklar ve müzelerdeki sayısız örnek ve malzemenin İstanbul’da bulunması, hâlâ bu kadîm Osmanlı şehrinin, İstanbul’un hat sanatının merkezi olma vasfını devam ettirmektedir. Aslında, güzel yazıda, sözün güzelinin kullanılması, Osmanlı yazı sanatındaki estetiğin ana unsurunu oluşturmuştur. Genellikle cami ve mescid giriş kapılarına “Oraya güven içinde esenlikle girin” ve “Selâm size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin” mealindeki âyetler, içerilere ise Kur’an ve hadislerden güzel nasihatler müminlerin nazarlarına verilir. Bu bazen “Ölünceye kadar Rabbine kulluk et”, “Dikkat edin, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur” meâlinde âyetler, bazen de “Vaktinde kılınan namaz, ana-babaya iyilik ve cihad Allah’a en sevimli gelen ibâdetlerdendir”, “Vaktinde namaz kılmaya gayret edin”, “Ölmeden tövbe etmeye gayret edin” meâlindeki hadisler, bazen de Kelime-i tevhid, Kelime-i şahâdet olurdu. İsm-i Celâl, İsm-i Nebî, Ciharyâr-ı güzîn ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin isimleri cami ve mescidlerin mutlaka bulunması gereken hüsn-i hat levhalarıdır. Osmanlı’da evlerin girişine Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden “Yâ Hafîz: Ey koruyucu” konulması güzel bir gelenekti. Aynı şekilde evlerin içine, Hz. Peygamberin fiziki ve ahlâki vasıflarından bahseden Hilye-i şerif asılması dîni bir an’ane halini almıştı. Bu hilyenin, haneyi ve halkını musibetlerden uzak tuttuğu inancı yaygındı.

Bu yazımızda güneş gibi hakikatleri gördüğü halde insanın maddi ve manevi gözünü kör eden, hakikatin üstünü örten, basiret ve ferasetini körelten hastalıklardan bahsedeceğiz. Bunlar, ülfet, âdet ve yeknesaklıktır. Ülfet bir şeye alışmayı ifade eder. Alışmışlık; zamanla göze perde olur, hakikatin görülmesine mani olur. Ülfete benzer başka bir perde de âdetullah kanunlarıdır. Güneşin doğup batışı, mevsimlerin oluşu, kâinattaki fizik, kimya ve biyolojik kanunlar Allah’ın âdet haline getirdiği kanunlardır. Bunlara âdetullah ya da sünnetullah kanunları denir. Âdetullah kanunları yeknesaklık içinde cereyan ettiği için hakikati dikkatle bak(a)mayanlara gizler. Yeknesaklık ise tekdüzeliktir. Sabit, değişmez ve tekdüze şeyler, tefekkür kabiliyetini işle(te)meyenleri körleştiren bir sebep perdesidir. Bediüzzaman Hazretleri, bu hastalıkların hakikate perde olması konusunda şunları söylemektedir: “Ülfet ve âdet ve yeknesaklık (tekdüzelik) perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin dinsiz kısmı bu âdetullah kanunlarının perdesi altında çok mu’cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi görmeyip, dağ gibi bir hakikati, zerre gibi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Kadîr-i Mutlakın her şeydeki mârifet yolunu seddeder (perdeler). Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek, şükür ve hamd kapısını kapıyorlar.” Üstad Hazretleri, ülfetin insanları fikir açısından dalalete nasıl sevk ettiğini de şu cümlelerle açıklıyor: “İnsanları fikren dalâlete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telâkki etmeleridir. Yani melûfları olan şeyleri kendilerince malum bilirler. Hatta ülfet dolayısıyla âdiyâta teemmül edip ehemmiyet vermezler. Hâlbuki ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer harika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyâleye im’ân-ı nazar (dikkatle araştırma) edebilsinler.” Hazret-i Üstad, insanların nazarlarının ülfet, âdet ve yeknesaklığın esiri olup hakikati görmekte körleşince; Kur’an-ı Azimüşşanın da onları tefekküre, hikmete, adalete, ilme, iradeye, kudrete dikkatlerini çekmeye çalıştığını şu şekilde izah etmektedir: “İnsanların arza âit malûmatları ve müsellemâtları (herkesçe bilinen şeyler) ve bedihiyatları (apaçık olan şeyler) ülfete mebnîdir. Ülfet ise, cehl-i mürekkep üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa, zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur’ân, âyetleriyle insanların nazarını melûfatları (alışılmış) olan şeylere çeviriyor. Ayetler, necimler gibi ülfet perdesini deler, atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havâriku’l-âdât (âdetlerin üstünde olan harikalar) mucizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.” Sevgili Üstadımız, sahabeler ile diğer Müslümanların arasında ülfetten etkilenmek noktasından nasıl bir fark olduğunu şu satırlarda dile getirmektedir: “Hatta vehim ve hayâl ve sır gibi duygular hüşyâr ve müteyakkız (uyanık) bir sûrette, o zikir, o tesbîhlerdeki müteaddid ma‘nâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binâen, bütün hissiyâtları uyanık ve letâifleri hüşyâr olan Sahâbeler, envâr-ı îmâniye ve tesbîhiyeyi câmi‘ olan kelimât-ı mübârekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün ma‘nâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı. Hâlbuki o infilâk ve inkılâbdan sonra, gitgide letâif uykuya ve havâs o hakâik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübâreke meyveler gibi, gitgide ülfet perdesiyle letâfetini ve tarâvetini (tazeliğini) kaybeder. Âdetâ sathîlik havasıyla kuruyor gibi az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla ancak evvelki hâli iade edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir Sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hatta kırk senede başkası ancak yetişebilir.” Said Nursi Hazretleri, ülfet hastalığının ilim ve marifete sirayet ettiği zaman hakikati perdelemesinin dışında, bazı şeylerin kıymetinin tam takdir edil(e)memesine sebep olduğunu da şöyle anlatıyor: “Onuncu sözün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi, belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve zevk almaya ihtiyaç his etmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmi risaleler gibi yeter der, bırakır. Hâlbuki bu risale ulum-ı imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nev ilme her vakit ihtiyaç var.” Üstad Said Nursi, ehl-i dalaletin derin hakikatleri anlayamamasının sebebini şu şekilde açıklar: “Yalnız aldatmak için bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlere bir isim takıp güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Meselâ; “Bu elektrik kuvvetiymiş” deyip, o ince ve derin hakikati ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Hâlbuki kudretin o mucizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde, bir tek isim takmakla, o hakikati ve o küllî hikmeti gizleyip, gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek, o mucizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip, Ebu Cehil’den daha echel bir dereceye düşüyorlar. İşte, İrade-i İlâhiyenin nâmuslarının ünvanları olan âdetullah kanunlarının birisine beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine “elektrik” namını verip, tenvirdeki harika mucize-i kudreti âdileştirmekle ve malûm bir şeymiş gibi “elektrik kuvveti” diye bir isim takmakla, bunun gibi çok harikulâde mucizât-ı Kudret-i İlâhiyeyi cahilâne âdileştiriyorlar.” Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı gibi ülfet, âdet ve yeknesaklık hakikate perde olduğu zaman insanı “bakar kör” eder. Ülfet, âlimi cahil eden bir körlüktür. Ülfet beyni uyuşturur, insanı düşünemez hale getirir. Ülfet ve âdet perdesine takılan bir insan akıl ve kalp selametini kaybeder, dalalete düşer. Ülfete tutulmuş bir insan eşyaya layık olduğu değeri ver(e)mez. Ülfet sırlar hazinesine vurulmuş bir kilittir. O kilit açılmadan sırlar açığa çıkamaz. Ülfete sebep olan âdetullah kanunları ve yeknesaklık perdesi ancak kuvvetli bir tefekkür ile ortadan kaldırılır. Bunun nasıl yapılabileceğini de gelecek sayıda ele almaya çalışacağız inşallah. Devam edecek

Dinimiz İslâm’a göre “helâl” ve “haram” kavramları sadece ve sadece Rabbimize ait olup; hiçbir beşerin yorumuna ihtiyaç bırakmayan ve apaçık bir şekilde Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de beyan edilmiş kavramlardır. Zaten anlayamayacağımız kısımları tefsir etmek üzere Rabbimiz Peygamber Efendimizi göndermiş ve teferruatıyla bizlere izah ettirmiştir. Yine teferruatı şerh eden mezhep imamlarını ve İslâm büyüklerini de göndererek dinimizin bütün esaslarını, adaplarını ve kavramlarını bizlere öğretmiştir. İslam’ın bir sınırı vardır. Dinimiz İslâm bu sınırları, helâl ve haram kavramlarıyla tanımlamıştır. Yüce Halikımız, Kur’ân-ı Kerim’in 5. ayetinde(1) gıdaların sadece “helâl” olanlarını değil aynı zamanda “tayyib” olanlarını yememizi emrediyor. Bu ayetlerden Bakara suresi 168. ayette Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanlardan helâl ve tayyib olanlarını yiyin ve şeytanın adımlarına tabi olmayın! Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” Peki, neden Allah sadece helâl kelimesi ile iktifa etmemiş de “tayyib” kelimesini de eklemiştir? Fıkıhçılara sorduğumuzda şöyle diyorlar; helâl-haram kelimeleri gıdaların manevi durumlarından bahseder. Tayyib kelimesi ise maddi durumlardan bahseder. Meselâ domuz haramdır. (bkz: Mâide 3) Tek sebebi ise Rabbimizin haram kılmış olmasıdır. Necaset yemesi, geviş getirmemesi, eşini kıskanmaması ve etindeki trişin maddesi vs. gibi sebepler haramlığının sadece hikmetleridir. Asıl illet, asıl sebep değildir. İllet sadece nehy-i İlahi’dir. Rabbimizin emir ve yasakları ise manevi bir durum olup imtihan zamanına göre değişiklik gösterebilir. Meselâ, Hz. Musa (as) zamanında Cumartesi günleri av yapmak haram kılınmıştı. Fakat İslâm’da haram değil. Yine aynı zamanlarda hayvanların iç yağlarını yemek de haram kılınmıştı. Fakat İslâm’da ve günümüzde helâldir ve tüketiliyor. Hayvansal yağlar o zamanlarda meselâ kolesterol yapıyor diye veya başka bir sebepten dolayı haram kılınmış denilirse hata yapılır. Allah haram kılmıştır ve haram olmuştur. Günümüzde hayvansal yağlar kolesterol yapıyor. Peki, neden haram değil? Demek ki tek kanun koyucu ve imtihan şartlarını belirleyici Zât olan Allah, İslâm ile birlikte yeni esaslar belirlemeyi murâd etmiş ve eski kurallarını değişik hikmetlere binaen değiştirmiştir. Tayyib kelimesinden murâd ise temiz, sağlıklı ve güvenilir olanlardır. Yani pis ve sağlıksız olmamak manasındadır. Dolayısıyla helâl bir üretim pis ortamda veya sağlıksız katkılar ile yapılıyorsa buna haram denilmese de tayyib değildir, denilir. Ve yine ayetlere zıt olmuş olur. Tayyib olmayan bir gıda da hem tüketilemez hem de helâl sertifikası verilemez. Meselâ bir kuzu besmele ile kesildiği halde, pis bir ortamda ve sağlıksız şartlarda parçalarına ayrılmış ise buna haram denilmeyip “tayyib” değildir denilir. Yine kanserojen olduğu net olarak bilinen; sodyum nitrit, sodyum benzoat gibi veya alerjik olduğu bilinen sentetik renklendiriciler veya nörotoksin olduğu bilinen msg gibi katkılara helâl sertifikası verilmez. Ama haram da denmez. Tayyib değildir, denir. Demek Allah, sadece helâl olanları değil, aynı zamanda sağlıklı ve temiz olan gıdaları tüketmemizi emrediyor. Yani Tayyib olmayanları da yememekle bizi mükellef kılıyor. Çoğunlukla yapılan hata ise tayyib kelimesinin hafife alınmasıdır. Yediklerimiz Ne Kadar Helâl? Türkiye’ye yurt dışından binlerce katkı maddesi gelmekte ve bunların hepsi endüstriyel üretimlerde kullanılmaktadır. Bu katkı üreticilerine baktığımızda, büyük çoğunluğu Müslüman olmayıp İslâmî bir hassasiyet üzere üretim yapması beklenmeyecek kişiler ve kurumlardır. Domuz midesinden veya İslâmî usullerle kesilmemiş olan dana ve sığır şirdenlerinden peynir mayası, hayvansal yağlardan emülgatörler, domuz kıllarından fırçalar, insan saçlarından ve domuz kıllarından sistein adındaki katkı maddesi, hayvan deri ve kemiklerinden jelatin, hayvan iç organlarından bazı enzimler ve hormonlar vs. üretilmekte ve bu katkılar Türkiye’ye İslâmî cihetten denetlenmeden, yalnızca Türk Gıda Kodeksi’ne göre uygunluğa bakılıp alınmaktadır. Yani bütün bu haram kaynaklı veya haram olma ihtimali bulunan katkılarla Türkiye’de üretimler yapılmaktadır. İşte bundan dolayı da endüstriyel üretimlerde “Eşyanın aslı ibâhadır” kaidesi gereği mübah olan kısımlar çok daralmış bulunmaktadır. Yani eşya, aslı itibariyle helâl iken, aslından uzaklaşıp endüstriyel üretimlerde birçok katkı ile hemhal olmuş durumdadır. Netice itibariyle, eşyanın aslı mübahtır. Fakat bu mübahlık durumu ithal ve şüpheli olan katkılarla bunların kullanıldığı endüstriyel üretimlerde zarar görmüştür ve mübahlıktan çıkıp şüphelilik kısmına dâhil olmuştur. Katkıların kullanılmadığı üretimler ise yok denecek kadar azdır. Şüpheli olan şeylere de müsaade olmayıp yasak konulmuştur. Bu yasağa riayet etmek de Müslümanların vazife-i asliyelerindendir. Ayrıca bugün bir fabrikanın hiçbir atığı çöpe gitmemekte ve bir şekilde değerlendirilmektedir. Şeker fabrikalarının atığı olan melas, maya fabrikalarının hammaddesidir. Peynir fabrikalarının atığı olan peynir altı suyu, peynir altı suyu tozu, laktoz ve krema fabrikalarının hammaddesidir. Yağ fabrikalarının atığı, sabun fabrikalarının hammaddesidir vs. Aynen bunlar gibi kesimhanelerden çıkan hayvansal atıklar da başka bir şeylerin hammaddesidir. Kandan besiyeri, şirdenden (hayvan midelerinin bir bölümüdür) peynir mayası, kıl ve tüylerden sistein, pankreastan lipaz enzimi, deri ve kemiklerden jelatin, iç yağlardan mono ve digliserid ve gliserin, bağırsaktan sucuk-sosis-salam kılıfı vs. üretilmektedir. Bir domuzun senede 2-3 defa doğum yapabildiğini, her karında 10-15 arası yavru olabildiğini, her yavrunun 4 ayın sonunda 100 kg’a ulaştığını ve kendi pisliği dâhil her şeyi yiyebildiğini düşünürsek, domuz beslemenin diğer hayvanlara göre çok daha cazip, maliyetsiz ve verimli olduğunu(!) ve yurt dışında (hatta ülkemizde dahi) neden bu kadar yaygın olduğunu anlayabiliriz. Bu bilgiler ışığında şu neticeye varabiliriz: Türkiye’ye giren katkı maddeleri şüphelidir. Çünkü Tarım Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı gümrükte numune alıp onay için bekletirken yaptığı analizlerle sadece kodeksimize olan uygunluğa bakıyor. Kodeksimizde de “helâl-haram” kavramları ve tanımlamaları olmadığı için bunların tümü şüphelidir. Fakat yanlış anlaşılmasın, “haramdır” demiyorum. “şüphelidir” diyorum. Öyleyse “Bu katkı maddelerinin kullanıldığı veya kullanılma ihtimalinin olduğu tüm üretimler (gıda, kozmetik, ilaç vs.) de şüphelidir” neticesine ulaşmak zor olmasa gerek. %99’unun Müslüman olduğu ülkemizde ne vahim netice öyle değil mi? Neden bu haldeyiz? Kim(ler) bizi bu hale getirdi? Bu, biz Müslümanları hissizleştirme ve kalitesizleştirme oyunu değil midir? *** Nu’man İbn-i Beşir (ra) anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki: “Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helâller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helâl olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmezler. Her kim bu şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, şerefini de korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere yönelirse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır…(2) Bir başka hadis-i şerifte “… Kim şüpheli olduğunu sezdiği bir şeyi terk ederse, haramlığı belli olan şeyi daha çok terk eder. Kim de şüphelendiği şeyi yapmada cüretkâr olursa, haramlığı açık olan şeye düşmesi daha kolaydır.”(3) buyurulmuştur. *** Peki, gıda ve ihtiyaç maddelerinin yediği bu “şüpheli” damgasını kim silecek? Kim giderecek bu şüpheliliği? Tüketiciler araştırma yapsa ne kadarına ulaşabilecek? Neyi sorgulayacağını bilebilecek mi? Üreticilerin kendilerini aklamak için yazdığı “Ürünlerimizde domuz ve mamulleri yoktur” cümlesi yeterli midir? Bir üreticinin kendi ürünlerine kefil olması doğru ve etik midir? İşte tam bu noktada İslâmiyet’in “kefâlet” kavramıyla açıklanan ve bu ürünlerin yediği “şüpheli” yaftasını kaldıracak, Müslümanlara helâl, sağlıklı, hijyenik, tağşişsiz (hilesiz) ürünleri sunacak ve kefil olacak kurum olan “Helâl Sertifikalama Kurumu” devreye giriyor. Herhalde tüm bu açıklamalardan ve tehlikelerden sonra böyle ehil ve ehliyetli bir kefâlet kurumuna ne kadar ihtiyaç olduğu aşikârdır. Dünyada ve ülkemizde bu tarz faaliyetler yapan sivil inisiyatiflerin, dernek ve teşekküllerin varlığı Müslümanlara bir nebze nefes aldırmaktadır. Bu tarz hassasiyetle hareket edebilecek kuruluşların daha kurumsal ve güçlü bir şekilde vücut bulması elzem ve matluptur. Bu konuda bugüne kadar faaliyet gösteren GİMDES’i tebrik ediyoruz. Ne Yersek O Oluruz Hepimiz biliyoruz ki Hz. Âdem ile Havva validemizin ilk imtihanları gıda ile başlamıştır. Yasak meyveden yiyerek pek çok hikmetlere binaen Cennet’ten dünyaya gönderildiler. Bu netice, insanoğlunun ilk imtihanını helâl gıda veya yemekle kaybetmesi anlamına gelir. Ve helâl olmayan gıdanın insanı cennetten mahrum bırakacak kadar önemli olduğuna işaret eder. Haramlar haramları, helâller helâlleri celp eder. Helâl kazançlar fakirlere, çaresizlere çare, dertlilere deva, hastalara şifa olur. Zekâta, sadakaya, vakfa, hayra dönüşür. Temiz ve kıymetli amellere maya olur. Helâl kazanç ve gıdalar güzel ahlakı, iffeti, edebi ve hayâyı beslerken, haram kazanç ve haram gıdalar ise ahlaksızlığa, israfa, isyana ve günaha kapı açar. Haram yiyen hayır yapamaz, yaptıklarının da sevabını alamaz. Yine haram, şüpheli ve şaibeli gıdalar, bedeni hantallaştırır, maneviyatı söndürür, kasvet ve gaflete sebep olur. Hz. Peygamber: “İnsan yediğinden ibarettir” buyurmuştur. Ne yersek o oluruz. Lokma vardır kişiyi dünya ile meşgul eder. Lokma vardır kişiyi ahireti ile meşgul eder. Haram, bir vücuda girdi mi, insanın mayası, fıtratı bozulur. Haramı kendine gıda yapan, ibadetlerden soğur. Resûl-i Ekrem (sav) “Her kim ki vücudunun uzviyeti haram lokma ile teşekkül etmiştir. Artık cehennem, o vücuda yaraşan en iyi yerdir”(4) buyurmuşlardır. Cihan padişahı Yavuz Sultan Selim Hazretleri, Mısır fethine giderken mola vermiş, canının meyve istediğini beyanla, askerlerin halkın bağ ve bahçelerinden bir şeyler alıp almadığını anlamak istemişti. Askerler tepki göstermiş ve “Padişahımız bizi haramî mi zanneder” cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine padişah Allah’a şükretmiş ve: “Allah haram yiyen askere zafer nasip etmez. Vallahi halk sizden zarar görmüş, siz haram yemiş olsaydınız bu seferden vazgeçerdim” demiştir. Atalarımız haram yeriz diye bayat yumurtasını pazara götürmemiş, başkasının tarlasından ekin yiyen ineğinin sütünü yere sağmıştır. Hz. Ebu Bekir Radıyallahu Anh Efendimiz, bir gün kölesinin getirdiği sütten içti ve hemen kölesine, “Bunu nereden aldın?” diye sordu. Köle “Kehanette bulundum, karşılık olarak bunu aldım.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, içtiği sütü midesinden tamamen çıkarmaya çalıştı. Sonra: “Allah’ım! Midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım.”(5)dedi. Duanın Kabul Şartı: Helâl Lokma Unutmamalıdır ki bir Müslüman yediği gıdaların maddi temizliğine dikkat ettiği gibi manevi temizliğine, helâl ve tayyib olmasına da dikkat etmelidir. Manevi temizlik haram ve şüpheli şeylerden kaçınmakla olur. Çünkü bunlar insanın yaptığı ibadetin makbuliyetine ve o ibadetinden zevk almasına büyük bir engeldir. “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanlardan helâl ve temiz olanlarını yiyin” (Bakara 168) ayeti Resûlullah’ın (asm) yanında okununca Sa’d bin Ebi Vakkas ayağa kalktı ve: “Ya Resûlallah Allah’a (cc) beni duası makbul kimse yapması için dua et” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (asm): “Ya Sa’d! Helâl ye! Duan makbul olur. Muhammed’i kudret ve iradesiyle yaşatan Allah’a (cc) yemin ederim ki, midesine haram bir lokma indiren kulun kırk gün hiçbir ameli kabul edilmez. Bünyesi haramla beslenen bir kula en layık olan şey cehennemdir.”(6) buyurdu. Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Resûlullah (sav) buyurdular ki: “Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak. Böylelerinin hiçbir duası kabul edilmez.”(7) Helâl Dairesi Keyfe Kâfidir! Tam da bu meyanda Yahya bin Muazz el-Razi (ra) der ki: “İbâdet Cenâb-ı Hakk’ın hazinesinde gömülü, değerli bir kilitle kilitli mücevherdir. Bu hazinenin anahtarı duadır. Dişleri helâl lokmadır. Dişleri olmayan bir anahtar nasıl kapıyı açamıyorsa hazinenin içindeki mücevhere (ibadetin sevabına) ermek ve hazineyi açmak için helâl lokma anahtarı lazımdır.” Abdullah bin Ömer Radıyallahu Anh: “Namaz kılmaktan yay gibi, oruç tutmaktan çöp gibi kalsanız da, haram ve şüpheli şeylerden kaçınmazsanız, Allah o ibadetleri kabul etmez.” buyurmuştur. İbrahim bin Ethem Hazretleri: “Kemale erenler, ancak midelerine girenlere dikkat etmekle kemale ermişlerdir.” der. Misalleri çoğaltmak mümkün… *** Evet, âhirzamanın fitneleri zuhur etti. Şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olduğu günler geldi. Böyle bir zamanda helâli aramak ve bulabilmek dünkünden çok daha zor, buna dikkat etmek dünkünden çok daha mühim. Çünkü kazanç ve gıdanın helâliyetine dikkat etmeksizin, kulluk vazifesini hakkıyla edâ edebilmek mümkün değil. Zira ibadetlerin kıvam ve kabulü de helâliyeti gözetmekle mümkündür. Helâl lokma, ibadette huşûyu artırır. Huşû içindeki bir ibadet de kulu ahlâksızlıktan ve fenalıktan alıkoyar. Kötülükten alıkonan bir kimse ise helâli arar, helâli gözetir, onun ibadete olan iştiyakı daha da artar. Böylece saadet ve huzur içinde bir ömür sürer. Nitekim bu hakikati beyan eden Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, “Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.” buyurmuştur. Evlâtlarımıza helâl rızık yedirmek, babanın evlâdına karşı vazifeleri, evlâdın da babası üzerindeki hakları arasındadır. Evlâtların anne-babalarına, din, vatan ve milletine hizmetkâr bir surette yetiştirilmesinin ilk adımı ve manevi şartı da onlara helâl lokma yedirmektir. Hayırlı bir baba olmak isteyen ve evlâdının hayırlı bir evlât olmasını dileyen kişi; rızkını helâlinden aramalı ve helâle harcamalıdır. Başta çocuklarımız olmak üzere toplum olarak tükettiğimiz gıdalar acaba ne kadar helâl? Ne kadar tayyib? Dondurmalar, kolalar, cipsler, şekerlemeler, meyve suları, hazır gıdalar, çikolatalar, margarinler, peynir, yoğurt, tavuk ve sayamadığımız fakat her gün tükettiğimiz onlarca gıda maddelerini helâllik hususunda ne kadar araştırıyoruz? Ambalajında helal sertifikasını ne derece arıyoruz? Haram lokmanın ahiretteki sorumluluğunu bilen bir mümin, lazım gelen araştırmayı yapmalıdır. Ailemize, evlatlarımıza helâl lokma yedirmekle mükellef olduğumuzu hatırımızdan çıkarmayalım. Son olarak şunu ifade etmek isterim; kendimizi ve nesillerimizi gıda teröründen korumak mecburiyetindeyiz. Saadet asrının insanları, haramdan ve şüpheli lokmadan şiddetle uzak duruyorlardı. O zamandan bu asra kadar geçen yıllar, insanların itikatlarını o kadar aşındırdı ki, “haram-helâl ver Allah’ım, senin kulun yer Allah’ım” sözü günümüz insanlarından bir kısmının felsefesi haline geldi. Tek düşüncesi, midesi ve kesesi olan insanlar, zenginleşme hevesiyle, İslâm dininin yasakladığı şeylere fasit tevillerle cevaz vermekte, haram yiyip içmektedirler. Şu hakikati hiçbir vakit unutmayalım ki, “Helâl dairesi keyfe kâfidir. Harama girmeye lüzum yoktur.” Öyleyse helâl yiyelim! Helâl içelim! Helâl yaşayalım! Anlatmak, okumak, yazmak, söylemek ve dinlemek kolaydır. Cenab-ı Hak zor olan yaşamayı nasib eylesin. Selam ve dua ile. Kaynaklar: 1- Enfal: 69, Maide:88, Nahl:114, Mü’minün:51, Bakara:1682- Buhari, İman 39, Büyû' 2; Müslim, Müsâkat 107, (1599); Ebu Davud, Büyû' 3, (3329, 3330); Tirmizi, Büyü 1, (1205); Nesai, Büyü 2, (7, 241)3- Buhârî, Buyû, 24- Sahih-i Buhari5- Gazali, İhya6- Taberani7- Buhari, Büyü' 7, 23; Nesai, Büyü' 2, (7, 243)

Kur’an eczanesinden ilaçları ve devaları barındıran ve Kur’an tezgâhında dökülen elmas bir kılıç olan Nur Risaleleri meydandadır. Hz. Ali misal ilim ve hikmet kahramanlarının elinde bu eserler kâinata hidayet nurlarını dağıtacaktır. Mahallenin birinde bir adam tere, nane, maydonoz, marul vesaire yeşillik satarmış. Birgün mahalleye yeni bir yeşillikçi gelmiş. Adam bakmış kendi müşterileri günden güne azalırken yeni adamın müşterileri çoğalıyor. Bu durum adamın zoruna gitmiş. Yeni adamın yanına varmış; - Kardeşim! Ben bu mahallede senelerdir yeşillik satıyorum. Şimdi sen geldin işlerimi bozdun. Git tereni başka yerde sat. Yeni adam; - Abi iyi hoş diyorsun da bu tere senin sattığın tere değil ki. - Nasıl yani? - Bak! Bu benim sattığım tere şu şu hastalıklara şifadır. Şu şu yemeklerin yanında yenirse hem lezzet verir, hem hazmı kolaylaştırır. Şöyle şöyle özellikleri vardır. - Yapma yahu. - Tabi Efendim, isterseniz size de vereyim bir deneyin. - Ver bakalım iki üç bağ şunlardan. İşte böylece tereciye tere satmak deyimi ortaya çıkmış. Yeni gelen satıcı sattığı malın mahiyetini ve özelliklerini iyi bildiğinden, malını en umulmadık kişiye de satmasını bilmiş. Yukarıdaki hikâyede anlatılmak istenen hakikati teyit eden bir hadiseyi daha paylaşmak istiyorum. Bir harpte ganimet olarak ele geçirilen Zülfikar’ı Peygamber Efendimize (sav) getirirler. Ondaki sanatı ve sağlamlığı gören Peygamber Efendimiz (sav): - Kim bu kılıcın hakkını verecek, buyurur. Hz. Ali: - Ben veririm ya Resûlallah (sav) der. Ve kılıcın yeni sahibi olur. Evet, Zülfikar şöhretini Hz. Ali gibi bir şecaat kahramanının elinde yakalamıştır. Zülfikar’ı Zülfikar yapan Hz. Ali’dir. Bediüzzaman’ın dediği gibi “kılıç kesmez bilek keser”. Bileği de yüreği gibi sağlam olan Hz. Ali Zülfikar’ın hakkını vermiş. Zülfikar onun elinde dosta güven, düşmana korku salmıştır. *** Sevgili Gençler! Bu gün de elimizde Kur’an eczanesinde yapılmış tesirli ilaçlar var. Ancak unutmamak gerekir ki o ilaçları muhtaçlara ulaştıracak, o ilaçların mahiyetini, özelliklerini ve faydalarını bilecek hazık hekimler, iman doktorları lazım. Asrımızın hastalıklarına deva olarak yazılan Nur Risaleleri hakiki manada tesirlerini bu eserlerin mahiyet ve özelliklerini bilen, emanet, ehliyet, liyakat sahibi nur talebelerinin elinde gösterecektir. Kendini yetiştirip iman doktoru olan manevi kahramanların ellerinde bu eserler bütün insanlığa envar-ı hidayet ve tedavi-i kulûb olacaklar ila-yı kelimetullah vazifesini yerine getirecekler inşaallah. Evet, Kur’an eczanesinden ilaçları ve devaları barındıran ve Kur’an tezgâhında dökülen elmas bir kılıç olan Nur Risaleleri meydandadır. Hz. Ali misal ilim ve hikmet kahramanlarının elinde bu eserler kâinata hidayet nurlarını dağıtacaktır. Bu eserler onlardaki burhanları, delilleri, hüccetleri, hakikatleri ve sırları anlayıp anlatacak, yaşatıp yaşatacak kahramanları bekliyor. O eserlerdeki nurlar ve burhanlarla dünyadaki zulüm, gaflet ve küfür karanlıklarını dağıtacak ve şeytani şüphe ve vesveseleri öldürecek âlimleri bekliyor. Ehli dalaletin altına saklayacağı hiçbir perde ve bahane bırakmadan hepsini parçalayacak talebe-i ulûmları (ilim talebelerini) özlüyor. Evet, Zülfikar Ali’lerini bekliyor! Bakın Nur Risalelerinin müellifi Emirdağ Lahikasında bahsettiğimiz hakikate nasıl işaret ediyor. “Evet dinin, şeriatın ve Kur’an’ın yüzden ziyade tılsımlarını muammalarını hal ve keşfeden... Ve en muannit dinsizleri susturup ilzam eden... Ve miraç, haşr-i cismani gibi sarfı akıldan çok uzak zannedilen Kur’an hakikatlerini en mütemerrid ve en muannit feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları elbette küre-i arz ve küre-i havaiyeyi kendiyle alakadar eder. Ve bu asrı ve istikbali kendi ile meşgul edecek bir hakikat-i Kur’aniyedir. Ve ehli imanın elinde elmas bir kılıçtır.” Bizler bu asrın fitne, fesat ve yangınlarını söndürmeye memur olarak Risale-i Nurları görüyoruz. Erenler, evliyalar, şehitler ve fatihler yatağı olan bu mübarek vatanda yetişen bu mübarek ve meymenetli, şecaatli ve asil milletin Kur’an’ın işaretiyle1 ve hadislerin müjdeleriyle2 Allah indinde ne kadar merğub ve mahbub ve cengâver olduklarına bel bağlıyoruz. Bu milletin içinden çıkacak olan Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Yusuflar, Ahmetlerin nisan yağmurları gibi zamanımızın ve zeminimizin nurlanıp hayatlanmasına vesile olacağına inanıyoruz. Öyleyse haydi gençler, var mısınız birer iman doktoru olmaya! Bu hakikatlerle önce nefsimizi, sonra muhtaçları nurlandırmaya. Risale-i Nur eserlerini hazmedip kâmil bir mürşit olmaya! İla-yı Kelimetullah vazifesini nur eserleriyle yapmak için hayatını bu yola vakfetmeye! Huzuzat-ı nefsaniyesini terk edip halisen livechillah her şeyini Rıza ve Muhabbet-i İlahi yolunda feda etmeye! Tahkiki iman, tam ihlâs, hakiki sadakat, sarsılmaz tesanütle Kur’an’a hadim olmaya! Cenabı Hak bizleri rahmet ve keremiyle ve hıfz ve himayetiyle ve tevfik ve hidayetiyle Risale-i Nurun hizmet ve intişarına ebeden muvaffak eylesin Âmin. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى جَامِعِ مَكَارِمِ اْلاَخْلاَقِ وَمَظْهَرِ سِرِّ " فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُن مِّنَ السَّاجِدِينَ وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ" (Ya İlahena! Bütün güzel ahlakı üzerinde toplayan ve “Öyle ise Rabbine hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” sırrına mazhar olan Efendimiz Muhammed’e salât eyle.) Kaynaklar: 1- İşte Ey Ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! 600 sene değil, belki Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakim’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’an’a ve İslamiyet’e kale yaptınız bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def ettiniz, ta “Allah ileride (onların yerine) öyle bir kavim getirir ki (O) onları sever ve (onlar da) Onu severler; (o bahtiyar insanlar) müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler! Allah yolunda cihat ederler” (Maide, 54) ayetine güzel bir masadak (mazhar) oldunuz. (Mektubat, 26. Mektub, 123)2- “Türkler hakkında sena-i Peygamber’i muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş; hadis var. Fakat bu hadisin hakikî sureti ne olduğunu, yanımda kütüb-i hadisiye bulunmadığından bilemiyorum. Fakat manası hakikat ve Türk milletinin senâ-yı Peygamberîye mazhar olduğu hakikattir. Bir numunesi Sultan Fatih hakkındaki hadistir.” Emirdağ Lahikası

“Değer” deyip geçivermemek gerek. Değerin de kıymetini bilmek ve anlamakla içini doldurmalı böylelikle maddesiyle manasıyla ona sahip çıkmalıyız, onu ihya etmeliyiz. Kuvveden fiile geçirebilmeliyiz. Ki “tesirinin halkı için” her iki nevi dua bir arada yapılmış olunsun. Değer isimli nice mücevherlere sahibiz. Her birisi bir altın bir elmas değil ama kıymetinde… Bazıları ahlak imbiğinden süzülmüş, bazıları akıl bazıları gönül… Ama hepsinin üzerinde aynı mühür var: İslam… Hepsi, maddi ve manevi tuğlalardan örülü İslam medeniyeti adlı kal’anın sağlam imar taşları, asırları ruhlarıyla ayakta tutan. Asr-ı saadetten asrımıza taşınmış bu değerlere asrımızdan asr-ı saadet gözlüğüyle bakmak lazım… Her birini sünnet-i seniyye merceğiyle okumak lazım… Ta ki hakiki ve asli manalarını kalbimizle idrak edebilelim. Asırlar içerisinde yüzeylerine çiselenen tozlardan onları izale edebilelim. Membaından ilk günkü heyecanla, ashab rikkatiyle okuyabilelim. Bazen bir kelime geniş ufuklar açar tefekkür dünyamıza. Bize düşen kelimelerden örülü bu dünyamıza en mümtaz manalardan giriş yapabilmektir. Değerler başlı başına birer isme, kelimeye dayanır. İman, cesaret, sabır, tevekkül, ihsan, sıdk, sadaka, hüsn-i zan vs. vs. Hangi değeri ele alırsak alalım, girizgâhında mezkûr isimler vardır. Bunlar tâcıdır, kapısıdır, besmelesidir. Ahsen-i kelâm Rabbimize aittir. Tercümanı ise hadis-i şerif tabiriyle muallim-i ukûl olan Efendimizin inci tanesi sözleridir. Bahsi geçen değerler bu mana incileriyle müşerref olmalıdır ki nazarda tevhid olsun. Kesret gönül ve aklımızı dağıtmasın. İnsan için en mühim değerlerden birisi: İman… Belki de en önemlisi. Nasıl bir imandan bahsediyoruz? Değer olarak yöneldiğimizde “çerçevesini” nasıl belirleyeceğimiz bir iman duruyor karşımızda? Zamanımıza münasip bir kıyafetle nazarlarınıza arz edelim. İşte “hashtag”larla değer sahasına yönelttiğimiz bir iman çerçevesi: #İman Cennete, cehenneme, hesap gününe, yaptıklarını tartan mizana ve iyisiyle kötüsüyle kadere inanmandır. #İmandandır. Darlıkta sadaka vermek. Herkese selamı yaymak. İnsafı gözetmek. Hayâ. #İmanını kemâle erdirir. Yaşanılan güzel bir ahlaka sahip olan kimse. #Tam iman etmiş olur. Peygamberimizin kendisine babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olduğu kişi. Kendisi için sevdiği bir şeyi, kardeşi için de seven kişi. Allah için seven, Allah için nefret eden, Allah için veren, Allah için tutumlu olan kişi. #Kalbinde zerre kadar iman bulunan Cehennemden çıkar. #İman etmeden ölen Yahudi olsun, Hristiyan olsun, Peygamberimizi duyduysa kesinlikle cehennemlik olur. #İmanın derecesi vardır En üstünü “Lâ ilâhe illallah” sözüdür En düşüğü rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. En zayıfı kötü ve çirkin bir iş gördüğünde el veya dil ile değil de kalben karşı koymaktır. #İman eden kimse Komşusuna eziyet etmez. Misafirine ikram da bulunur. Ya hayır söyler veya susar. #İmanın tadına eren kimse Kendisine Allah ve Resulü her şeyden daha sevimli olandır. Bir kimseyi ancak Allah için sevendir. Cehenneme atılmaktan korktuğu gibi küfre dönmekten korkandır. #İmanın yarısıdır Temizlik. Sabır. #İman etmiş olmaz Komşusu açlıktan kıvranırken, tok yatan kimse. Elbette ki yukarıdaki #’lerde yer alan nazarlardan yaklaşılsa, sıralanan nebevî manalar kalbe ve akla yerleşse değerler sağlam birer çekirdeğe sahip olacak, bu vesileyle sahiplenenler adedince meyveler verecektir. Bir de bu açıdan değerlendirelim değerlerimizi. Her bir değerimizin mukaddimesine Efendimizin ıtrı ne kadar yansıyor, siniyor? Onunla doldurabiliyor muyuz içini her bir değerimizin? Yoksa her biri dünyaya münhasır manalarıyla abes birer “iyimsi” bir şey olarak mı kalıyor açık ve boş avuçlarımızda. Ya Rabbi! Senin kıymet vermediğin hiçbir şeye kıymet verdirme. Her şey seninle ve senin sevdiklerinin mevcudiyetiyle “değer” kazansın dünyamızda. #Amin!

Bu zevâta sormak lâzım. Asr-ı saadetle alakalı birçok mevzuu ve tarihî olayı en ince ayrıntısına kadar anlatıyorsunuz ve neredeyse bütün sahâbeleri yalancılıkla suçluyorsunuz. Peki, siz bu en ince ayrıntısına kadar anlattığınız hadiseleri nereden okuyorsunuz? Herkesi yalancılıkla suçlarken, sizin naklettiğiniz bilgilerin doğruluğundan nasıl emin olabiliyorsunuz? Demek ki bu zevâtın işi, işlerine geleni doğru kabul etmek, işlerine gelmeyeni reddetmektir. Günümüzde her konunun uzmanı çıkıp, sadece uzmanı olduğu konuda konuşurken; mesele din olunca bilgisi olmayan birçokları da çok rahat bir şekilde fikir beyan edebiliyorlar. Hâlbuki her ilim dalında olduğu gibi dinî ilimlerde de bilenlerin konuşması esastır. Bilmeyenlerin konuşarak ortalığı karıştırdıkları bu zamanda, bazen bilen ama çarpıtan veya bildiğini zannedenlerle de karşılaşabiliyoruz. Özellikle doğrusunu ve gerçeğini bildiği halde çarpıtan, değiştiren hatta en mühim hakikatleri yok sayan çokça zevat, gerek medyada gerekse de sosyal medyada cirit atıyorlar. Sâfî zihinleri, genç beyinleri ve bilmeyenleri, süslü cümlelerle, mantık oyunlarıyla ve her iddialarını ispatlamak için kullandıkları basmakalıp cümlelerle kandırmaya çalışıyorlar. Birbirinden ayrı gibi görünen ancak aynı amaca hizmet ettikleri anlaşılan bu zevât, kimi zaman kaderi inkâr ediyorlar, kimi zaman da Hadîs-i Şerîfleri reddediyorlar. Kimi zaman sahâbelerin ve müctehidlerin ictihâdlarını yok sayıp, dört hak mezhebi silip atabiliyorlar. Hatta İslâmiyet’ in her hükmü ile ilgili istedikleri gibi ictihâd yapıp(!), Peygamber Efendimiz’i (asm) dahî eleştirebilecek bir derekeye düşebiliyorlar. Bu tür zevâtın bir kısım medya aracılığıyla revaç bulduğu ve pohpohlandığı bir dönemden geçiyoruz. Ehl-i imanın sahâbe efendilerimiz, mezheb imamlarımız ve müçtehitler hakkındaki güzel düşüncelerini bozmaya çalıştıkları ve imanın erkânını dahî açıkça inkâr ettikleri hâlde, hâlâ âlim nazarıyla bakılan bu zevâta ciddî bir tepki verilmemektedir. Ahir zamanı her hususuyla yaşadığımız şu zamanlarda ehl-i imanın maneviyatını tehdid eden her hususta olduğu gibi, bu hususta da Bedîüzzaman Hazretlerinin sorunun çıkış noktaları ve çözümleri ile ilgili tesbitleri mevcuttur. Risâle-i Nûr Külliyâtından Sözler Mecmûasının 27. Sözünün zeylinde bu mesele izah edilmektedir. Bediüzzaman Hazretleri, bahsi geçen zevâtın düşünce yapısını şu şekilde izah etmektedir: “…Gayet müdhiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müctehidîn-i izâma müsâvât davâsı altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini Sahâbe’ye karşı müsâvât davâsı altında icrâ etmek istiyorlar. Çünkü evvelen o ehl-i dalâlet sefâhete girmiş, sefâhette tiryâkî olmuş. Sefâhete mâni olan tekâlif-i şer’iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: ‘Şu mesâil, ictihâdiyedirler. O mesâilde mezhebler birbirine muhâlif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi ictihâd ederiz. İstediğimiz gibi ibâdetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecbûriyetimiz var?’ İşte bu bedbahtlar, bu desîse-i şeytâniye ile başlarını mezâhibin zincirinden çıkarıyorlar. (Sözler Mecmûası, Sayfa 169-170)” Demek ki, bu hususta da sorun, yine fikrî değil, nefsîdir. Sahâbe efendilerimizi ve mezheb imamlarımızı, kendileri ile bir tutup; ‘Onlar da bizim gibidir, niye onlara tabi olalım?’ diyen zihniyetin perde arkasındaki düşüncesi, sefâhetlerine kılıf uydurmaktır aslında. İşleyecekleri günahlara yol açıp onları helal göstermek ya da zaten yerine getirmeyecekleri farzları ve sünnetleri yapmamak için kendilerince ilmî bahane bulmaktır. Bu arada kendi çürük ve temelsiz iddialarına da çoklarını inandırarak, onların itikadlarına da zarar vermektedirler. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu tarz tiplerin sahâbelere dil uzatmalarının altında yatan temel sebebin ise, imanın erkânlarından işlerine gelmeyenleri inkâr etmek için olduğu, tespitinde bulunuyor. Bu çerçevede aynı mevzunun devamında şunları ifade ediyor: “O kısım ehl-i dalâlet baktılar ki, müctehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyât-ı dîniyedir. Hâlbuki bu kısım ehl-i dalâlet, zarûriyât-ı dîniyeyi terk ve tağyîr etmek istiyorlar. ‘Onlardan daha iyiyiz’ deseler, meseleleri tamam olmuyor. Çünkü müctehidîn, nazariyâta ve kat‘î olmayan teferruâta karışabilirler. Hâlbuki bu mezhebsiz ehl-i dalâlet, zarûriyât-ı dîniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kâbil-i tebdîl olmayan mesâili tebdîl etmek ve kat‘î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden, elbette zarûriyât-ı dîniyenin hameleleri ve direkleri olan Sahâbelere ilişeceklerdir. Heyhat! Değil bunlar gibi insan sûretindeki hayvanlar, belki hakiki insanlar ve hakiki insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri, Sahâbe’nin küçüklerine karşı müsâvât davasını kazanamadıkları, gayet kat‘î bir surette Yirmi Yedinci Söz’de isbat edilmiştir.”1 Bahsimize konu zevât; ‘Dört hak mezhebin imamlarından ve müctehidlerden daha iyiyiz’ deseler, meseleleri tamam olmuyor. Asıl maksadlarına kavuşamıyorlar. Çünkü müctehidlerin ictihadlarına konu olan meseleler, nazariyât-ı dîniyeye dâhil olan meselelerdir. Nazariyât-ı dîniye ise; ayet ve hadislerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş ve dinin ictihâda açık olan kısımlarıdır. Bu kısımlara karışmak, bu meseleleri bozmak ve kendi kafalarına göre değiştirmek onlara yetmiyor. Onların asıl maksatları dinin temel meselelerine ilişmek, iman esaslarına dokunmak ve erkân-ı imaniye dediğimiz imanın rükünlerine zarar vermektir. Bir meseleyi anlatmaya başladıklarında İslâm âleminin çoğunluğunu teşkil eden ‘Ehl-i Sünnet’tenmiş gibi konuşmaya başlar ve karşılarındakilerini itikatlarının düzgün olduğuna inandırmaya çalışırlar. Ardından yavaş yavaş kelime ve cümle aralarına serpiştirdikleri kafa karıştırıcı ifadelerle, inkâr edecekleri iman esasıyla alakalı olarak kendilerini dinleyenlerin akıllarında soru işaretleri oluşmasını sağlamaya çalışırlar. Meselenin yeterince olgunlaştığına kanaat getirirlerse, asıl düşüncelerini açıklarlar. Bu süreç kimi zaman yılları alabilir. Hedeflerinde meselâ altı iman esasından biri olan ‘Kader’i inkâr etmek varsa, kaderle alakalı hadisleri inkâr ederler. Bu hadisleri nakleden sahabeleri ve râvîleri yalancılıkla suçlarlar. Bu meselenin Kur’ ân’da olmadığını söylerler. Yani kısacası asıl maksatları imanın rükünleri olduğu için, en büyük saldırılarını sahabe efendilerimize yaparlar. Bu zevâta sormak lâzım. Asr-ı saadetle alakalı birçok mevzuu ve tarihî olayı en ince ayrıntısına kadar anlatıyorsunuz ve neredeyse bütün sahâbeleri yalancılıkla suçluyorsunuz. Peki, siz bu en ince ayrıntısına kadar anlattığınız hadiseleri nereden okuyorsunuz? Herkesi yalancılıkla suçlarken, sizin naklettiğiniz bilgilerin doğruluğundan nasıl emin olabiliyorsunuz? Demek ki bu zevâtın işi, işlerine geleni doğru kabul etmek, işlerine gelmeyeni reddetmektir. Dünya tarihinin en sağlam ve ince elenip sık dokunmuş bir rivayet zinciriyle günümüze ulaşan Hadis-i Şerifleri, hiç kimsenin inkâr etmeye hakkı yoktur. İslâmiyet’in bugünlere aslıyla gelmesinde en büyük emekleri geçen sahabeleri yalancılıkla suçlamaya kimsenin hakkı yoktur. Dinimizi aslıyla yaşamamız için gereken fetvaları veren, bu meseleleri yazdıkları kitaplarla ve yetiştirdikleri talebelerle günümüze ulaştıran mezheb imamlarını ve müctehidleri inkâr etmeye ve yok saymaya kimsenin hakkı yoktur. Zaten işin traji-komik tarafı da şudur ki; mezhebleri ve müctehidleri inkâr ederler ama namaz başta olmak üzere birçok ibadeti de onların ictihadlarındaki gibi yerine getirirler. Sahabe efendilerimize, hak etmedikleri ithamlarda bulunanlara cevaben 27. Söz’den; sahabelerin nasıl bir maneviyata sahip olduklarının ve onlara yetişilemeyeceğinin üç delilini şu şekilde özetleyebiliriz: 1-Peygamber Efendimizin (asm) sohbetinde bulunan sahabeler, Nübüvvet-i Ahmediye’ye (asm) muhatap olmuşlardır. Asr-ı saadetten sonra manevî âlemlerde Peygamber Efendimiz (asm) ile muhatap olanlar, Velâyet-i Ahmediye’ye (asm) muhatap olmaktadırlar. Nübüvvet yani Peygamberlik, velâyet yani evliyalıktan derece olarak ne kadar yüksekse, sahabeler ile onlardan sonra gelen evliyalar arasında da o kadar mertebe vardır. Çünkü sohbette insibâğ ve inikâs vardır. Sohbeti yapanın maneviyatı dinleyenler üzerinde tesir eder. Peygamber Efendimizi (asm) bir saat dinleyen sahabe olurdu. Bir gün dinleyen, medenî kavimlere muallim ve öğretmen olurdu. 2- Asr-ı saadette iman ve küfür, doğruluk ve yalancılık ve iyi ile kötü arasındaki mesafe o kadar açık ve net idi ki; sahabeler tam ve eksiksiz olarak ve sağlam bir şekilde imanın, doğruluğun, iyinin ve hayrın yanında yer alıyorlardı. Ancak asr-ı saadetten sonra hayır ve şer arasındaki bu mesafe daraldı. Üstâd’ın ifadesiyle; “Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı ictimâiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladı.” Böyle bir ortamda kimin haddine ki; sahabeler seviyesine çıkabilsin. 3- Asr-ı saadette bütün kalbler; “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederdi. Dünyevî işlerle meşgul olurken dahi kalbler ahirete dönüktü. Şimdi bu şuur seviyesini asr-ı saadetteki seviyede yakalamak mümkün görünmüyor. Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla ve akrebiyetin sırrıyla, manevî makamları ehl-i velâyetin geçemeyeceği bir hızda geçen sahabelere bu cihette de yetişilemez. İslâmiyet’in tesisinde ve yayılmasında ilk hizmetleri sahabeler yerine getirdiği için, ‘Sebep olan, yapan gibidir’ sırrınca; kendilerinden sonra gelen herkesin sevabının bir misli de onların amel defterlerine geçmektedir. Bu cihetle, sevap yönünden de sahabelere kimse yetişemez. İslâmiyet’in ilk ve en zor zamanlarında iman davası için mücadele eden sahabelerin alacakları sevabın fazlalığını da hesaba kattığımızda, sahabelerin makamlarının ulaşılamazlığı daha iyi anlaşılacaktır. Kaynaklar: 1- Sözler Mecmûası, s. 170

“1922’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı /fikirleri içinde, gayet müthiş bir zındıka /dinsizlik fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne /hilelerle çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” Dergimizin Ağustos sayısında Milli Mücadele Döneminde Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı faaliyetlerden ve katkılardan bahsetmiştik. İstanbul’u Anadolu’dan daha tehlikeli gören Üstad mücadelesine İstanbul’da devam etmişti. Bu mücadele sırasında Mustafa Kemal, eski Van Valisi Tahsin Bey olmak üzere on sekizin üzerinde davetle Ankara’ya çağrılmıştı.1 Bu davetler üzerine Kasım ayının ortalarında Ankara’ya gitti. 22 Kasım 1922’de TBMM’de adına “hoşamedi / hoşgeldin merasimi” düzenlendi.2 Bediüzzaman Hazretlerinin saltanatın kaldırılmasından sonra Ankara’ya gelmesi, zihinlerde, “Saltanata karşı mıydı?” sorusunu getirebilir. Bu noktada, yeni halin millet iradesine dayalı bir sistem olması, Bediüzzaman’ın öteden beri savunduğu fikirlere uygundur. Yani Bediüzzaman için aslolan meşruiyetini İslam hukukundan alan bir devlet anlayışının olmasıdır. Bu devlet anlayışının millet iradesiyle tescillenmesi İslam’ın ruhuna ve devlet felsefesine aykırı değildir. Hatta daha da uygundur. Nitekim dört halifenin seçimle belirlenmesi, ‘cumhuriyet’in İslam hukuku içerisinde barındığının en bariz bir göstergesidir. Buradaki problem şudur: Altı yüz yıl İslam’a bayraktarlık eden Osmanlı Devleti’nin yıkılışını -haklı olarak- hazmedemememiz. Ama tarihi bir vakadır ki Dört Halife Dönemi, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular gibi tarihimizde pek çok devlet siyasi, ekonomik, sosyal sebeplerle yıkılmıştır. Her yıkılanın yerine de yenisi ihdas edilmiştir. İbn-i Haldun’un dediği gibi “Devlet de diğer canlılar gibi kendiliğinden meydana gelir, büyür, gelişir ve ölür.” Burada aslolan, yıkılan devletin hatalarından ders çıkararak yenisinin İslam hukuku çerçevesinde sistemleşmesini sağlamaktır. Bu realiteyi göz ardı edip maziye mahkûm olursak, geleceği inşa edemeyiz. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de Osmanlı Devletinin ayakta kalabilmesi için canını ortaya koymaktan çekinmemiştir. Fakat bu devletin yerine meydana gelen oluşuma da kayıtsız kalmamış, “müsbet hareketi” esas yaparak bu milletin iman nurlarından mahrum kalmaması için yine hayatını ortaya koymuştur. Ankara’ya geldiği ilk günden itibaren milletimizin ruhu olan İslam’ın, yeni devletin beyni olan mecliste etkili bir şekilde temsil edilmesi gereğini ısrarla belirtmiş, bunun için risk almaktan çekinmemiştir. Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı Devletine, meşrutiyete, Cumhuriyete hep zamanın gelişmelerine uygun olarak İslam hukuku çerçevesinden bakmış, İslam’ı esas, devlet ve sistemleri ise araç olarak görmüştür. Araçlar zamanın ihtiyaçlarına ve gelişmelerine göre değişebilir. Ama esas olan İslamiyet ise ezelden ebede değişmez bir hakikattir nazarıyla bakmıştır. “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki,3 adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten / kanun üstünlüğünden ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslam’a büyük bir cinayettir. Ve şimale / kuzeye müteveccihen / yönelerek namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdad tevzi / pay olunmuş olur. -Şüphesiz ki pek kuvvetli olan, kudreti her şeye galib gelen ancak Rabbindir.-4 Hâkim ve âmir-i vicdanî / vicdanın hâkimi ve amiri olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdad daima hükümferma olacaktır.”5 Bu paragrafta Hazret-i Üstad; Müsbet hareketi esas tuttuğunu, Nasıl bir cumhuriyete taraftar olduğunu, Hukukumuzun hangi kaynaktan beslenmesi gerektiğini, Batı kanunlarının alınmasına nasıl baktığını, Vicdanların amir ve hâkimiyet kıstasının ne olduğunu, Eğitim ve medeniyetin İslam’ın ölçüleriyle yapılanması gereğini, ifade etmektedir. Eğer adalet, meşveret ve kanun üstünlüğü sağlanamazsa istibdadın önünün alınamayacağını belirtir. Bu paragraf, -bir nevi- Hazret-i Üstad’ın siyaset ve devlet felsefesinin özeti niteliğindedir. Devirlerin değişmesi, sadece meşrutiyet kavramının cumhuriyet ifadesine dönüşmesine sebep olmuştur. Nitekim Asr-ı Saadetin de şehadetiyle ideal olan zaten cumhuriyettir. Hazret-i Üstad: “Meşru, hakikî meşrutiyetin / cumhuriyetin6 müsemmasına ahd ü Peyman / yemin ettiğimden, istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet / cumhuriyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım... Eğer meşrutiyet /cumhuriyet, bir fırkanın /partinin istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat / İslam dışı hareket etmek ise bütün dünya, cin ve ins şahid olsun ki, ben mürteciim. Zira yalanlarla ittihad / birlik yalandır ve ifsadat / bozgunculuk üzerine müesses olan / kurulan ism-i meşrutiyet / cumhuriyet fasiddir / yanlıştır.7 Bu ifadelerde de görüldüğü gibi istibdad uygulayanlar sistemlerine cumhuriyet / meşrutiyet ismini koysalar da hakikat değişmez diyor. Burada görülmesi gereken hakikat, cumhuriyet ve meşrutiyet kavramlarının hangi temeller üzerine oturtulduğudur. Nitekim cumhuriyetin ilk yıllarında tek parti uygulamaları da Hazret-i Üstad tarafından şiddetli istibdad olarak yorumlanmış, fakat bu dönemde siyasi alanda çalışma yapmak yerine manevi ve imani sahaya ağırlık vermiştir. Çünkü milletin temsilcisi niteliğini taşıyan mebusların dahi dinde lakaytlıkları toplumun yeniden inşa edilmesi gereğini ortaya koymuştur. Bu durumu “1922’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı / fikirleri içinde, gayet müthiş bir zındıka / dinsizlik fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne / hilelerle çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” şeklinde ifade etmektedir. Yani üstad zamanı idrak etmiş ve asıl saldırının ve zaafın iman üzerine olduğunu anlamış. Bütün mesaisini Hazret-i Peygamber (sav)’in ilk yıllarında yaptığı gibi iman meseleleri üzerinde yoğunlaştırmıştır. Cahiliye dönemi ile günümüz popüler kültürünü realist bir şekilde mukayese ettiğimizde, arada büyük benzerliklerin olduğu görülecektir. Bu noktadan Hz. Üstad’ın TBMM’de 19 Ocak 1923’te kaleme aldığı beyanname son derece önemlidir. Nasıl ki Hazret-i Peygamber (sav) on bir yıllık iman hizmetinden sonra Allah’ın emriyle namazı farz kılarak iman hizmetinden İslam boyutuna geçmeye başladı. Aynen bunun gibi Bediüzzaman Hazretleri de Zat-ı Risalet’ten (sav) aldığı dersle imandaki zaafı namazdaki lakaytlıkta ve ciddiyetsizlikte gördü. Adeta “Namaz dinin direğidir”8 hakikatini milletin meclisinde gündem yaparak, “Mekke’de doğan saadet güneşi, tarih vadilerinde her geçen gün zayıflayarak asrımıza gelmiş ve geceye inkılap etmiştir” manasında tarihe not düşmüştür. Bu şekilde belki de siyasi hayatının son hamlesini yapmış, eski Said’den yeni Said’e geçiş sürecini “Eski Said’in gülmeleri yeni Said’in ağlamalarına inkılap ettiği hengâmda”9 ifadeleriyle tamamlamıştır. Siyasi hayatının son hamlesini namaz üzerinden yapması da çok manidardır. Çünkü namaz, Müslümanın hak katında esas duruşunun, ciddiyetinin, sadakatinin, samimiyetinin, imanının bir göstergesiydi. Asr-ı saadette safların sıklığı nasıl ki ittihat ve ittifakın tezahürüyse, bu gün saflarımızın dağınıklığı hatta yokluğu perişaniyetimizin ve itilafımızın bir göstergesidir. O yüzden namaz, medeniyetimizin ruhu ve resmigeçididir. Askerlik yapanlar askerin esas duruşunun ne manaya geldiğini iyi bilirler. Esas duruştaki en ufak bir hata disiplinsizliği, eğitim eksikliğini, zafiyeti gösterir. Yani esas duruş askeri eğitimin özetidir. Tıpkı namazın, ruh ve inanç dünyamızın, iman eğitimimizin özeti olduğu gibi… Şimdi biz, namazla ilgili on maddelik beyannameyi o dönemi göz önünde bulundurarak ve günümüze ışık tutarak incelemeye çalışacağız. Ey İslam mücahitleri! Ey zor meseleleri çözüme kavuşturanlar! Bu fakirin bir meselede on sözünü, bir kaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.10 “Şu muzafferiyetteki harikulade nimet-i İlahiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet şükrü görmezse gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfikiyle / yardımıyla düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’ an’ın en sarih / açık ve en kat’î / kesin emri olan “Salât / namaz” gibi ferâizi yerine getirmeniz lâzımdır. Ta onun feyzi böyle harika suretinde üstünüzde sürsün ve devam etsin.” Savaşın kazanılmasını Allah’ın bir ikramı olarak görmüş. Namaz kılmayı ve farzları yerine getirmeyi ise, nimetin şükrü ve devamıyla eşdeğer tutmuştur. “Nimet şükrü görmezse gider” ifadesi paragrafın özeti niteliğindedir. Nitekim Osmanlı Devleti düzenli ordularla düşmanın ilerleyişini durduramamıştır. Fakat ölüm kalım savaşı olan Milli Mücadele halkın direnişiyle başarılmıştır.11 Büyük kuvvetlerin yapamadığını küçük kuvvetlerin yapması Allah’ın bir inayeti ve yardımı değildir de nedir? “Âlem-i İslâm’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin devam etmesi, İslam’ın emirlerini yerine getirmekle olur. Zira Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.” Nitekim o dönemde karşılıksız yardım gönderen bölgelere baktığımızda Hindistan, Pakistan, Afganistan gibi İslam coğrafyasını görüyoruz. Bu coğrafyada da yardımlar büyük ölçüde halkın gayretleriyle oluşturulmuştur. Batı dünyasında ise, siyasi bir beklenti olmadan yardım elini uzatan bir devlet veya halk kitlesi yoktur.12 Ya da ben bilmiyorum. Buna rağmen İslam dünyasının teveccühünü bırakıp batının muhabbetine yönelmek bir akıl tutulması değildir de nedir? Dikkat! Tekniği demiyorum, muhabbeti diyorum. Müslümanlar arası muhabbetse ancak Allah’ın ipine sımsıkı sarılmakla tesis edilebilir. Dindar Cumhurbaşkanımızın İslam Coğrafyasındaki halk kitleleri üzerinde etkisi ön yargılı bakmayanlarca malumdur... Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz. Kur’an’ın evamir-i kat’ iyyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmağa çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kumandan iken orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki, sizin gibi insanları işba etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzât olsun. Bu paragrafta üstad şehitliğin bizi biz yapan önemli bir değer olduğunu, ahiret düşüncesi olmadan bu dünyada da gerçek manada zaferler ve saadetler kazanılamayacağını vurguluyor. Bu duyguyu sürekli zinde tutan ve şehadet arzusuna maya olan ise, başta namaz olmak üzere farzlara riayettir. Bu duygunun mevcudiyeti, tarihimizde nice az ordumuzun güçlü düşmanlar karşısında galip gelmesine vesile olmuştur. Bedir, Hendek, Mute, Malazgirt, Miryakefelon, Kosova ve mevzumuz olan Kurtuluş Savaşı buna şahittir. Bu millet-i İslâm’ın cemaatleri -çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine- başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta umum Kürdistan’da, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyor mu?” derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beytüşşebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebeb nedir?” Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler. Savaş devam ederken “Doğru yolu gösteren vaaz ve nasihatlerden sonra herkes çalışmaya başladı.”13 “Bilhassa Anadolu ulemâ-yı kirâmının hakikî fetvalarla ifa buyurdukları irşadı müteşekkirane yâd etmeği kendime bir vazife bilirim”14 ifadeleri milli mücadele de dini duyguların ne derece ön plana çıkartıldığının bir tezahürüdür.15 Aksi halde yukarda üstadın “Bu millet-i İslam’ın cemaatleri –çandan / her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, fâsık / günahkâr da olsa yine- başlarındakini mütedeyyin görmek ister” şeklinde ifade ettiği gibi, halktan bir karşılık göremezler. Nitekim din ve dindarlar üzerinde oynanan onca oyuna ve itibar cellatlarına rağmen bu milletin hala; inanç özgürlüğü düşüncesine sahip olup namaz kılan, Hak’ta sebat etmeye çalışan, işini dünya gerçeklerini göz ardı etmeden sağduyuyla yapan insanlara güvendiğinin en büyük şahidi; halkın, muhafazakar kimliğiyle ortaya çıkan siyasi, sivil teşekküllere verdiği destektir. Bu üç kıstası göz ardı etmeyen kişi ve liderler halkın karşısına çıkmaktan başka bir yol aramamıştır. Gayrimeşru yollarla iktidara konma hevesine kapılmamıştır. Enbiya’nın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kalır... Bu paragraf, coğrafyaların psikolojik analizi konusunda şaheserdir. Nitekim milli mücadele dönemine girmezden önce eğitimli insanlarımızı Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşlarında cephelerde kaybetmişiz. Ama geriye kalan halk iman ve istiklal şevkiyle muhteşem bir destan yazmıştır. Bugün aynı tabloyu 15 Temmuz’da yaşamadık mı? Kendine okumuş, aydın diyen eşkıyalar geçmişteki darbelere özenerek ayağa kalkmış. Ama halkın şahlanışı karşısında hüsrana uğramıştır. Bu coğrafyada hizmet etmek isteyenler mütedeyyinliği derecesinde halktan rağbet görür. İşi ve faziletiyle kemalata eren liderlere bu millet irfanıyla her daim destek olmuştur. Eğer liderler bu coğrafyanın fıtratına uygun olan iman eğitimini asrın idrakine göre ön plana çıkarırsa memleket ayağa kalkacaktır. Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan Frenkler dindeki lakaytlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hatta diyebilirim ki, hasmınız kadar İslam’a zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’male tebdil etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihadcılar o kadar harika azm ü sebat ve fedakârlıklarıyla, hatta İslâm’ın şu intibahına da bir sebeb oldukları halde, bir derece dinde laubalilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler. Hazret-i Üstad hükümet ve milletvekillerine, siz milletin selametini ve teveccühünü istiyorsanız dine kuvvet veriniz; din milletin saadetini artırmaya vesile olmakla beraber size de halkın teveccüh etmesine vesile olur, nasihatinde bulunmuştur. İttihatçıların maddi sahadaki bazı başarılarına rağmen dine uygun olmayan bazı laubali halleri milletin onlardan uzaklaşmasına sebep olmuştur. Yani maddi sahadaki başarılarınız bile, dinde lakaytsanız, halkın sizi sevmesi için yeterli değildir. Malum hükümetler, yönetimler halkın teveccühüyle ayakta kalır. Hazret-i Üstad da yeni hükümetlerin meşru dairede ancak halkın teveccühünü kazanarak ayakta kalacağını söyler. Halkın teveccühü ise ancak İslam’a bağlılıkla ve doğru işler yapmakla mümkündür. Hele cumhuriyet yönetimlerinde halk desteği olmadan yönetmek imkânsızdır. Bugün hür bir ortamda gerçekçi bir çalışmayla bu “teveccüh” meselesi analiz edilirse, 1921’de söylenen sözlerin gerçeklik payı anlaşılmış olur. Bununla beraber, dinde lakayt olan milletin temsilcilerinin tavırları, İslamiyet hesabına geçtiğinden dine de büyük zarar verir. Düşmanlarımız, İslam’ı onlar üzerinden yorumlayarak yanlış hükme varırlar. Bu yüzden temsil makamındaki kişilerin mesuliyeti çok daha fazladır. Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünûnuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâm’a hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, -âlem-i İslâm’a- dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârane, sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek, İslamiyet’in desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp, sönmüş... Burada Hazret-i Üstad önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Çünkü savaş kazanılmış. Yeniden yapılanma sürecine girilecek. İşte bu yapılanmada nerenin ve nelerin referans alınacağı meselesi önemli! Bazıları, Avrupa gibi dinde reform yapalım. Avrupa nasıl ki dini, devlet ve eğitim hayatından çıkardı ilerledi. Biz de İslam’ı, devlet ve eğitim hayatımızdan çıkarırsak medeni milletler seviyesine erişiriz fikrini savunuyorlardı. Bediüzzaman onlara tarihten bidat fırkalarını örnek göstererek, bu tür ehl-i sünnet dışı çalışmaların milletin sinesinde yer etmeyeceği ve sönüp gideceğini ortaya koymuştur. Kalıcı bir eser bırakmaları için onları tarihi tecrübe ve birikimle İslam’a hizmet eden ehl-i sünnet çizgisine davet etmiştir. Küfrün maddi üstünlüğüne de tarihi vurgu yaparak, onların maddi üstünlüklerinin bile Allah’ın korumasında olan İslam’a bir zarar veremediğini vurgulamıştır. Bütün açıktan ve sinsi çalışmalarına, devasa siyasi üstünlüklerine rağmen İslam’ın hakikatleri karşısındaki başarısızlıkları bunun en bariz şahididir. Nitekim Hazret-i Üstad, 1911’de Şam’da verdiği hutbede; “Japon Başkumandanının ifade ettiği gibi, Müslümanlar ne zaman ki İslam hakikatlerinden kuvvet almışlar medeniyet yolunda ilerlemişler. Ne zaman ki İslamiyet’ten uzaklaşmışlar gerilemişler, karışıklığa ve vahşete düşmüşlerdir. Buna İslam Tarihi şahittir”16 ifadelerine yer vererek tarafsız bir sözü nazara vermiştir. Fakat işleyiş nasihatin aksine olmuş. Aksine çalışan bu kişi ve grupların, memleketin maddi ve manevi değerlerine ne kadar katkı sunduğu tarihi bir vaka olarak ortadadır. Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’an’ın zuhura yakın geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm zâten muhtaç değildir. Tarihi, sosyolojik ve siyasi bir analizin en özet halini burada görmekteyiz. Hümanizma, Rönesans, reform sanayi devrimi beslemesi olan pozitivist, Marksist felsefe... Bu felsefeler etrafında oluşan sosyalist ve kapitalist sistemler... Kapitalist rekabetin sebep olduğu iki dünya savaşı... Sosyalist eşitliğin fıtratı sınırlayan baskıcı tutumu... Bütün bunların sonunda sosyalizmin doksanlı yıllarda çökmesi ve kapitalizmin bütün çirkinliği ve vahşetiyle ortaya çıkması, dünya saadetini temin edecek yeni bir sistem arayışını zorunlu kılmaktadır. Üstelik denenen bu sistemler dine tepki ve karşı olarak ortaya çıkmıştır. İşte bunu analiz eden Üstad, bizim bu sistemler karşısında iyi bir alternatif olabilmemiz için, medeniyet değerlerimiz üzerinde ciddiyetle çalışmalar yapmamız lazım diyor. O dönemin TBMM hükümetine ve milletvekillerine dünyayı etkileyecek alternatif bir sistemin kurulmasını tavsiye ediyor. Avrupa’da Hristiyanlığa ve kilise uygulamalarına tepki olarak meydana gelen bu gelişmeler sizi yanıltmasın. İslamiyet, Hristiyanlığın aksine, insanlığa bu dünyada da mutluluk bahşedecek çekirdeği barındırıyor manasını vurguluyor. Sizin bu “İstiklal Harbi” ndeki muzafferiyetinizi ve âlî hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dilden seven, cumhur-u mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesîm ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa İslamiyet’ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftunu Frenk mukallidleri, avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslam’a münafî olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecek... Kurtuluş savaşında zafer kazanılmasını halk alkışlıyor. Bu alkışlar İslam dünyasının lideri olunması konusunda önemli bir fırsat. Bu fırsatın kaçırılmaması için Kuran’ın emirlerine uymak zaruridir. Eğer Kur’an, bir kaç Avrupa meftunu Frenk taklitçisi milliyetsiz adamlar yüzünden terk edilirse İslam dünyası sizden uzaklaşır. Başka kapılardan destek aramaya başlar. Bu paragrafta dikkat edilmesi gereken bir husus; İslamiyet’ten tecerrüd eden /çıkan bedbaht Milliyetsiz Avrupa meftunu, Frenk mukallitleri İfadeleriyle kasdedilen mana nedir? Demek ki o dönemde TBMM içerisinde İslam aleyhinde çalışan kişileri Hazret-i Üstad görüyor. Meclisteki dindar mebusları onlara karşı uyarıyor. Eğer bu adamlara uyar da Kur’an’dan uzaklaşırsanız İslam âlemini kaybedersiniz, diyor. Zaten Avrupalı olamayacağımız da bugün tarihi ve güncel vaka olarak ortada. Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Hâlbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalalete istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Namazın dünya ve ahiret kazancı ehl-i imanca malum. Kazancımızı korumak, gelecek zararları önlemek için meclise gönderdiğimiz vekillere iyi bir kâr-zarar cetveli sunulmuş. Birlikten kuvvet doğar. Ayrılıkta, dağınıklıkta zarar vardır. Bu kuvveti elde etmek ve zararı ortadan kaldırmanın yolu birlik ve beraberliği tesis etmektir. Bu da ancak “Safları düz tutunuz. İleri geri durmayınız. Sonra kalpleriniz de birbirinden farklı olur”17 emrine uygun hareket etmekle olur. Milletçe kurtuluşumuz, safların sıklığına bağlıdır. 15 Temmuz gecesi Atatürk Havaalanına gidip sabahlayanlar arasındaydım. O meydanda insanların camiyi hınca hınç doldurması, onlarca defa cemaat kurulup namaz kılınması beni çok heyecanlandırmıştı. Acaba bu geçici bir durum mu, diye düşünmekten de kendimi alamadım. Fakat 15 Temmuz’un yıl dönümü etkinliklerine Saraçhane’de katıldım. Orada Şehzade Camii’nin tıka basa dolması, insanların çimenler üzerinde bile cemaat oluşturup namaz kılması, kaybolmayan ümit ve heyecanımı bir kat daha artırdı. İşte Hazret-i Üstad, namaz ciddiyetinde hizmete davet ediyor zamanın milletvekillerini. Eğer namazınız doğru olursa kâr-zarar hesabını da doğru yaparsınız. Sizi taklit eden halk ise doğru tercihler yaparak memleketin geleceğini inşa eder, diyor kanaatimce. Özetleyecek olursak; namaz şükürdür, muhabbettir, şehadettir, sadakattir, ruhtur, selamettir, istikamettir, istikbaldir, ittihattır, kurtuluştur. Rabbim namaz medeniyetine mensubiyetten bizi ayırmasın. Kaynaklar: 1- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-Halefi Ahmet Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 2382- TBMM zabıt Ceridesi 135, İctima, c. 24, s. 457 3- 1909’da meşrutiyetti, şimdi o kelime yerine cumhuriyet olarak değiştirilmiştir.4- Hud Suresi, 665- Divan-ı Örfi6- Paragrafın yeni hale de ışık tuttuğunu göstermek için “cumhuriyet” ifadesini ekledik.7- Divan-ı Örfi8- Acluni, Keşfu’l-Hafa, II/319- Lemalar, s. 23810- Mesnevi-i Nuriye11- Her ne kadar doğu ve batı cephesinde düzenli ordu mücadele etse de sonuçta bu ordular halkın katılımı ve desteğiyle kurulmaktadır.12- Rusya ve İtalya’nın yardımları siyasi çıkar amaçlıdır.13- Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, Mustafa Kemal ve Milli Mücadelede Din Adamları, s. 98314- TBMM Dönem 1, c. 9, Birleşim 2, s. 2-7 (3.1.1921 1)15- Mustafa Kemal’in bunun gibi pek çok ifadesi ve camilerdeki vaazları dönemin ruhunu yansıtmak açısından önemlidir. Aynı zamanda savaşın hangi dinamiklerle kazanıldığının göstergesidir. Sonraki gelişmelerde bu değerlere aykırı bir tutum sergilemesi ise ders çıkarılacak önemli bir durumdur.16- Tarihçe-i Hayat, Hutbe-i Şamiye (orijinal metin için)17- Müslim, Salat, 122

Eğitim; insanlara bir şeyler öğreterek, onların fikir ve davranışlarını değiştirme faaliyetidir. Öğretilen şey, önce fikirleri sonra da davranışları değiştirmeye başlar. Fikir ve davranış değişikliği sağlandığı zaman, eğitim hedefine ulaşmış demektir. Eğitim; insanlara bir şeyler öğreterek, onların fikir ve davranışlarını değiştirme faaliyetidir. Öğretilen şey, önce fikirleri sonra da davranışları değiştirmeye başlar. Fikir ve davranış değişikliği sağlandığı zaman, eğitim hedefine ulaşmış demektir. Pozitivist Eğitim Felsefesi Günümüz eğitim sisteminde, fen bilimlerinin öğrenciye verilişinde hâkim olan felsefe, pozitivist felsefedir. Pozitivist eğitim felsefesi; varlıkları kendi kendilerine hareket eden varlıklar olarak kabul eder. Varlıkların birbirleriyle olan münasebetlerini detaylı bir şekilde ama maddî bir bakış açısıyla anlatır. Meselâ Coğrafya; yağmurun oluşumunu, havadaki su buharının soğuk hava tabakasına rast geldiğinde yoğunlaşıp yere düşmesi şeklinde anlatır. Rüzgârın oluşumunu, yüksek basınç alanından alçak basınç alanına havanın hareket etmesi şeklinde takdim eder. Dağların oluşumunu, biri sert diğeri yumuşak iki toprak tabakasının çarpışması sonrası oluşmakla tarif eder. Biyoloji; hücrenin dıştan içe, sırasıyla zar, stoplazma ve çekirdekten oluştuğunu söyler. Zarın özellikleri, stoplazmanın vazifeleri, stoplazmadaki organellerin tek tek vazifelerinin ne olduğu, çekirdeğin yapısı ve vazifelerinin neler olduğunu detaylı bir şekilde anlatır. Fizik; güneşin dünya ve diğer gezegenleri çekmesinin sebebinin, ‘kütle çekim yasası’ ile olduğunu detaylı bir şekilde formülize ederek anlatır. Meselâ, yüksekten bırakılan her cisim yere doğru düşer. Öyleyse, birkaç kilometre yukarıdan düşmeye başlayan yağmur damlaları, birer mermi süratinde düşmesi lazım gelirken, başlarımızı okşarcasına süzülerek düşerler. Hakikatte Rabbimizin rahmetinin bir delili olan bu olay, pozitivist bir anlayışla ‘limit hız’ denen bir kanun ile izah edilir ve bir rahmet delilinin üstü örtülür. Fizik, ‘limit hız kanunu’ ile der ki: “Yüksekten bırakılan ve serbest düşmeye başlayan her cismin, her saniye hızı artar. Fakat düşen cismin yüzeyinin havayla sürtünmesi neticesinde hızı belli bir seviyeye gelince sabitlenir ve geri kalan hareketini hızı artmadan sabit hızla tamamlar.” Yani, “Bu olayın öyle rahmetle hikmetle alâkası yoktur. Tamamen limit hız kanunun gereği olarak gerçekleşen bir tabiat olayıdır.” Burada şuna dikkat edilmelidir; ‘limit hız kanunu’, Allah’ın irâdesi ile koyduğu diğer kanunlar gibi bir kanundur. Rabbimiz o kadar merhametlidir ki, yüksekten düşen cisimlerin hızını bir noktaya kadar hızlandırıyor, sonra da sabitliyor. Eğer böyle olmasaydı, her yağmur yağdığında mermi gibi düşen damla bombardımanına maruz kalır, hayatımız yaşanmaz bir hale gelirdi. Yani, ‘limit hız kanunu’ ve bütün kanunlar, kâinatın düzen ve intizamını sağlamak için Allah’ın rahmetli irâdesiyle koyduğu ve kudretiyle de uyguladığı kanunlardır. Netice olarak; pozitivist eğitim felsefesinde Allah’ın hiç müdahale etmediği, kendi kendine tabiat kanunları gereği işleyen, sebeplerin yaratıcı olduğu bir kâinat anlatılır, resmedilir. Yani, dağlar tabiat kanunları gereği oluşur, hücre kendi kendine işleyen bir fabrika gibidir, balı arı yapar, sütü inek verir, depremi fay hatları oluşturur, ateş yakar, su kaldırır, yer çeker, oksijeni ağaçlar üretir. Yani, sebep-sonuç ilişkisi içinde, sebeplerin etki gücüne sahip bir fâil (fiil yapan) olduğu zihinlere ve bilinçaltına kazınır. Ve bu, objektiflik ve bilimsellik söylemi altında ustaca işlenir. Bütün bunlar olurken Allah’ın müdahalesi yoktur. Kendi kendine veya tabiat kanunları veya sebeplerin etkisiyle bu işler olur biter. Telkinin Gücü İyi bir insana, sürekli kötü olduğu telkin edilse, o insan hakikaten kötüleşmeye başlar. Kötü ahlaklı birisine de devamlı iyi olduğuna dair telkin yapılsa, gerçekten o insan iyi şeyler yapmaya başlar. Tekrar tekrar bir fikrin telkin edilmesi, o fikrin zihinde ve bilinçaltında sabit bir şekilde kökleşmesini sağladığı gibi, davranışları da doğrudan etkiler. Telkinin bu etkisini çok iyi bilen siyasetçiler, tarih boyunca kitleleri harekete geçirerek bir tarafa kanalize etmeyi başarmışlardır. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi 6 yaşından itibaren, ‘eşyanın, kendi kendine oluştuğu’ anlayışıyla varlıkları tanıyan bir öğrencinin 16 senelik ilk, orta, lise ve üniversite öğrenim hayatı boyunca aldığı bu telkin neticesinde, fen bilimlerinin birisinde uzmanlaşsa dahi, Allah’ı tanımayan, sevmeyen, Allah’ın müdahale etmediği bir kâinat anlayışının bilinçaltına yerleştiği, kendi kendine işleyen bir kâinat modeline inanan, imanı zayıf, marifetullahtan yoksun, nefsânî arzularının esiri nesiller ortaya çıkıyor. Eşyanın Hakikati Hâlbuki hakikat bu değildir. Allah kâinata her an müdahildir. Kâinattaki her şey ve her fiil Allah’ın ilmi ve iradesi ile belirlenir, kudreti ile de yaratılır. Her bir fen bilimi, kendi alanında Allah’ın koyduğu düzenin şahidi ve ilâncısıdır aslında. Bediüzzaman Hazretleri’nin, öğretmenlerinin hiç Allah’tan bahsetmediklerinden şikâyet eden liseli gençlere dediği gibi; “Her fen, kendi lisân-ı mahsûsuyla, mütemâdiyen Allah’tan bahsediyor. O’nu tanıtıyor. Sizler, muallimleri değil o fenleri dinleyin.”1 Pozitivist Eğitim Felsefesi Bizim Bünyemize Uygun Değildir Pek çok bâtıl âdetimiz gibi bu pozitivist eğitim sistemi de bize Avrupa’dan ithaldir. Madde ve tabiat felsefesinin hâkim olduğu Avrupa’da gelişim sürecini yaşamış olan fen bilimleri, İslâm dünyasına servis edilirken, maalesef bu zehirli hâliyle servis edilmiştir. Madde ve tabiat tepsisinde sunulan bu fen bilimlerini bu şekliyle almamak, maddeten geri kalmak ve Batı’nın maddî hâkimiyetini kabul etmek anlamına geliyor. Aynen kabul edip almak da ateist, ateist olmasa da Rabbini tanımayan, sevmeyen, aklı şüphelerle karışık, gündeminde Allah ve rızası olmayan nesillerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu hal, son iki asırdır İslâm dünyasının en tehlikeli ve en ciddi ve en varoluşsal bir problemidir. Nazar (Bakış Açısı) Eşyanın Mâhiyetini Değiştirir Bediüzzaman Hazretleri, nazarın, yani bakış açısının eşyanın mâhiyetini değiştirdiğini ifade eder.2 Yani, limit hız olayında olduğu gibi, yağmur damlalarının yavaşça düşmesine Allah adına bakılırsa, ortada imanın artmasına vesile olan bir rahmet ve tevhid delili vardır. Ama aynı hadiseye yanlış olarak tabiat ve madde gözüyle bakılırsa, ortada sıradan bir tabiat olayı vardır. Kâinata, eşyaya ve olaylara hangi bakış açısıyla bakmamız lâzım geldiğini Kur’ân ilk nâzil olan âyetiyle ifade eder: “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!”3 Yani okumalarımızı yaratan Rabbimizin ismiyle yapmalıyız. Kendimizi, eşyayı, olayları, kâinatı okurken, yani manâsını çözmeye çalışırken Allah adına bakmalıyız, okumalıyız. Olması Gereken Eşyaya (maddeye) ve olaylara kendileri için değil, Allah adına bakmak gerekir. Çünkü eşyayı yaratan ve istihdâm eden İlâhî kudrettir. Meselâ çiçeğe bakıldığında, Allah ile irtibatını keserek, çiçeğin zatına odaklanıp, fizikî özellikleri açısından bakmak yerine; çiçeğin Allah’ın kudretinin bir mucizesi, bir sanat harikası, Allah’ın isim ve sıfatlarını aksettiren bir ayna olması açısından bakmak gerekir. Bu bakış açısının, yani Allah adına bakmanın, çocuklarımıza ve gençlerimize eğitimin ilk zamanlarında öğretilmesi lazımdır. Her bir fen biliminin Allah’ı tanıtan ve anlatan bir ilânnâme olduğunun çok iyi kavratılması lazımdır. Allah Adına Kâinata Bakmak Fen Bilimlerinin Öğrenilmesine Engel Değildir Allah adına kâinata ve eşyaya bakmak, fen bilimlerini öğrenmeye engel değildir. Hattâ tam aksine fen bilimlerini öğrenme azminin ve şevkinin artmasına vesile olur. Çünkü fen bilimlerinin her biri, kendi sahasında madde ve hareketi hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmayı sağlar. Maddenin cansız, sağır, kör ve şuursuz olduğu halde görüyormuşçasına, biliyormuşçasına ve şuuru varmışçasına hareket etmesi Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin bir eseridir. Dolayısıyla, madde ve hareketinde derinlemesine bilgi sahibi olmak demek, İlâhî kudretin o işi hangi düsturlarla, ne gibi detaylarla, nasıl bir sanatla yaptığını yakinen görmek ve anlamak manâsına gelir. Bu da, marifetullah denilen Allah’ı tanımayı netice verir. Bu netice de o fen bilimini öğrenme arzusunu kamçılar. Özetle, fen bilimlerinin dürbünüyle Allah adına maddeye ve hareketine bakan birisi, Rabbini tanır. Tanıdıkça sever. Sevdikçe de kendini sevdirmenin yollarını aramaya başlar. Yukarıda adı geçen ‘limit hız kanunu’nu, fizik ilmi sayesinde öğrenen birisi, hem bu kanunu bütün incelikleriyle, formülüyle öğrenir; hem de Rabbinin rahmetinin bir delili olarak bu kanunu okuduğundan Allah’a olan marifeti ve sevgisi artar. Bir Teklif “Varlıklar nasıl ortaya çıktı?” sorusunun cevabında, aklen ve mantıken şu dört ihtimalden başka ihtimalin olmadığını söyler Bediüzzaman Hazretleri: Birinci ihtimal; hava, toprak, su, ateş, element, atom gibi sebepler biraraya gelip varlıkları oluşturur. İkinci ihtimal; tabiatın gereği olarak varlıklar ortaya çıkar. Üçüncü ihtimal; kendi kendine tesadüfen varlıklar oluşur. Dördüncü ihtimal; Allah’ın yaratmasıyla varlıklar ortaya çıkar. İlk üç ihtimalin imkânsızlığı ve çürüklüğü, dördüncü ihtimal olan Allah’ın yaratması ihtimalinin de kesinliği, aklî ve mantıkî delillerle hiç bir şüphe kalmayacak şekilde ispat edilmelidir. Pozitivist eğitim sisteminin, üstüne bina edildiği üç ana direği çökertilip, tevhid esası üzerine oturan bir eğitim sistemi geliştirilmelidir. Bunu geliştirirken, Bediüzzaman’ın şaheseri olan Risâle-i Nur külliyatından ciddi istifade edilmelidir. Hususen din dersi kitapları, asrın Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur’dan istifade ile günümüz anlayış seviyesine uygun bir formatta hazırlanmalıdır. Fen bilimleri ders kitaplarında, her ünitenin sonunda, o ünitede anlatılan konunun Allah’ın varlık, birlik, isim ve sıfatlarına nasıl işaret ettiğini gösteren bir makale konulmalıdır. Bu sayede, hem o fen biliminin konuları öğrenciye verilir hem de asıl gaye olan Allah’ı tanımak ve sevmek temin edilmiş olur. Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözü eğitim sisteminin yeniden yapılandırılmasında temel esas olmalıdır: “Aklın nûru, fünun-u medeniyedir (fen bilimleridir). Vicdanın ziyası (ışığı), ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). İkisinin imtizacıyla (kaynaşmasıyla) hakikat tecelli eder.” Kaynaklar: 1- Asâ-yı Mûsa, 6. Mesele2- Mesnevi-i Nûriye, Katre3- Alâk, 1

Her bir Müslüman son nefesini verene kadar, ta ki kıyamete kadar, Kudüs Bizimdir... Biz de Kudüs’ün... Çünkü “Kalbimizin yarısı Mekke’dir, yarısı Medine’dir, üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır.” Kudüs Bizimdir… Çünkü “Bir gece, kendisine bazı ayetlerimizi gösterelim diye, kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.” (İsra/1) Kudüs Bizimdir… Çünkü “Yolculuk ancak şu üç Mescitten birisine ibadet için olur. Benim şu Mescidime, Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Aksa’ya”1 demiştir, Efendimiz (sav). Kudüs Bizimdir… Çünkü “(Ey Habibim!) Yüzünün göğe çevrilip durduğunu muhakkak görüyoruz. Artık seni, hoşnûd olacağın bir kıbleye elbette döndüreceğiz; bundan sonra yüzünü Mescid-i Haram tarafına (Kâbe’ye) çevir! (Ey müminler!) O hâlde (siz de) nerede olsanız, artık (namazda) yüzünüzü onun tarafına çevirin! Hem doğrusu o kendilerine kitab verilenler, şübhesiz bunun Rablerinden (gelen) hak olduğunu gerçekten biliyorlar. Allah ise, (onların) yapmakta olduklarından gafil değildir.” (Bakara 144) Ayet-i Kerimesi nüzul edene kadar Müslümanların ilk kıblesidir. Kudüs Bizimdir. Çünkü “Kalbimizin yarısı Mekke’dir, yarısı Medine’dir, üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır.” Kudüs Bizimdir. “Tarihler 638 yılını gösterdiğinde Hz. Ömer Kudüs’e girmiş ve patrik Sophronios’un refakatinde şehri dolaşmış, kendisine namaz kılmak için yer gösterilmesini istemiş, kendisi Kutsal Mezarlık Kilisesi’ne götürülmüş, ancak Hz. Ömer, kilisenin bahçesinde namaz kılmayı tercih etmiştir. Kudüs halkı bizzat Hz. Ömer’in imzalayacağı bir teminat talep etmişlerdir.2 Kudüs Bizimdir. Ve bizim Kudüs’ümüzde Hz. Ömer’in teminatı vardır: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu, müminlerin emiri Ömer tarafından lliya (Kudüs) halkına verilen emandır: Halife bu emanı, onların canları, malları, kiliseleri, haçları, hastaları, sağlamları ve diğer dindaşları için vermiştir. 1- Kiliselerde oturulmayacaktır: Bu kiliseler ve müştemilatı ile onların haçları ve malları yıkılmayacak ve azaltılmayacaktır. 2- Dinlerinden dolayı rahatsız edilmeyecekler ve onlardan birisi zarar görmeyecektir…” 3 Emeviler, Abbasiler, Tolunoğulları, Akşitler Fatimiler, Selçuklular, Fatımiler, 1099’a kadar Kudüs Bizimdir. Tarihler 1095 yılını gösterdiğinde Papa II. Urben, Fransa’nın Klermon şehrinde toplanan konsilde bütün Hristiyanları Müslümanlarla savaşmaya çağırmış, savaşa katılanların günahlarının bağışlanacağını söylemiştir. Papaz Lermit elinde Haçla neredeyse bütün Avrupa’yı dolaşmış, 100 bin kişilik bir haçlı ordusu toplamayı başarmıştır. Haçlıların bu seferi Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ın kardeşi Davud tarafından durdurulmuştur.4 Anadolu Kudüs’ün seddidir. Kudüs Bizimdir… Tarihler 1096’yı gösterdiğinde Alman, İngiliz, Norman ve Belçikalılardan meydana gelen, 600 bin kişiden oluşan büyük bir Haçlı ordusu, İstanbul’da toplanarak harekete geçmiştir. Anadolu halkının, I. Kılıç Arslan’ın mukavemetine rağmen çok kalabalık oldukları için ilerleyebilmişlerdir. Ancak Kudüs önlerine geldiklerinde sayıları 50 bin kişi kalmıştır.5 ... ve 1099’da Antakya’dan sonra 15 Temmuz günü Kudüs’ü ele geçirmişlerdir. Anadolu düşmeden Kudüs düşmez… Kudüs Bizimdir… Hz. Ömer’in teminatına, adaletine sığınan, Hz. Ömer’e itimat eden, kendilerine eman verilen, kiliselerine ve ibadethanelerine, canlarına, mallarına dokunulmayacağı beyan edilen Hristiyanlar, Kudüs’ü ele geçirdikten sonra Müslüman ve Yahudi herkese ilişmişlerdir. Bütün Müslümanları öldürmüş olsalar da, 70 bin insanı kadın çoluk, çocuk demeden öldürmüş olsalar da, yakaladıkları hiçbir kimseyi sağ bırakmamış olsalar da, Kudüs’te akan kan diz seviyesine yaklaşmış olsa da, Kudüs’te kesilmiş ve sokaklara bırakılmış kafalara, kollara, bacaklara takılmadan yürümek zor hale getirilmiş olsa da… Kudüs’ü düşürmek için Kudüs’teki herkesi öldürmüş olsalar da… Yeryüzündeki son Müslüman hayatta kalana kadar Kudüs Bizimdir… Nitekim “Ya bu uğurda ölür ya da şehri Haçlılardan kurtarırım” diyerek yola düşen, şarkın en sevgili sultanı, Selahaddin-i Eyyubî 20 Eylül 1187’de Kudüs’ü kuşattığında, şehre şöyle bir çağrıda bulunmuştur. “Kudüs’ün, Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeye muhasara ve savaşın gerektirdiği yollarla hücum etmek ve girmek istemiyorum”6 demiş ve şehrin teslim olmasını sağlayarak şehre girmiştir. Mescid-i Aksa’yı tekrar ibadete hazır hale getirmiştir. Kudüs yine bizimdir… Harezmliler, Memlükler 1517’ye kadar … Kudüs Bizimdir… Tarihler 28 Aralık 1516 yılını gösterdiğinde Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sürecinde, Sinan Paşa komutasında Osmanlılar Kudüs’e girdiler. 31 Aralık’ta Yavuz Sultan Selim Kudüs’e geldi. Şehrin ismini Kuds-ü Şerif olarak değiştirdi. Sultan, akşam namazını Mescid-i Aksa’da kılacağını ifade etti. Mescid 12.000 kandille aydınlatıldı. Sultan o gün akşam ve yatsı namazlarını Mescid-i Aksa’da kılmış, ertesi sabah binlerce deve ve koyun kurban edilmiş, halka ihsanlarda bulunmuş ve 1 Ocak 1517’de Sultan Kudüs’ten ayrılmıştır.7 Sonraki tam 400 sene… 1917’ye kadar Kudüs Bizimdir. 28 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde 1. Siyonist Kongresi toplanarak siyasi amacını, “Siyonizm, kamu hukuku güvencesi altında Yahudi halkı için Filistin’de bir yurt kurulmasını amaçlar” şeklinde yazılı olarak dünyaya deklare etti. Ancak coğrafya Osmanlı hâkimiyeti altındaydı.8 Thedor Herzl’in 1896’dan, vefat ettiği 1904 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödemek teklifini de içeren girişimleri olmuş, ancak Abdülhamid nezdinde arzu ettikleri şekilde bir karşılık bulamamıştır.9 Kudüs Bizimdir… 1517’den tam 400 sene sonra “11 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e giren İngiliz Orduları Komutanı Orgeneral Edmund Henry Hynman Allenby, Selahaddin Eyyubi’nin mezarına vurarak; “Kalk Selahaddin biz yine geldik”10 demiş olsa da... Kudüs Bizimdir… Nisan 1920’de San Remo Konferansı ile Ürdün ve Filistin İngiliz “manda” yönetimine bırakılmıştı. Bölgenin ilk İngiliz komiseri olan Sir Herbert Samuel, Balfour Deklarasyonu’nun uygulanmasını en önemli görev kabul etmiş, buna bağlı olarak 1920 yılı Eylül ayında 16.500 kişilik bir Yahudi grubun Filistin’e göç etmesinin kararlaştırılmasını sağlamıştır.11 Hemen akabinde bölgede yaşayan Arapların isyanları başlamıştır. 24 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti, Filistin’in Britanya manda yönetimi altına verilmesi kararını almış olsa da, bir Yahudi devletinin kurulması niyetini Britanya açıkça dile getirmiş olsa da, 1929’dan 1939’a kadar 250.000 Yahudi Filistin’e göç etmiş olsa da…12 Kudüs Bizimdir… 14 Mayıs 1948 İsrail bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlığın ilanından tam 11 (on bir) dakika sonra ABD İsrail’i tanımış olsa da, 26 Temmuz’da İsrail Batı Kudüs’ü işgal etmiş olsa da, 1949’da Batı Kudüs’ü başkent ilan ederek, parlamentoyu (Knesset) Tel Aviv’den Kudüs’e taşımış ve ilk oturumu 14 Şubat 1949’da yapmış olsa da13 1949 yılına kadar 900 bin Filistinli yaşadıkları bölgelerden çıkmaya zorlanmış olsa da, Birleşmiş Milletler Kudüs’ü hiçbir devlete ait olmayan bölge14 olarak nitelendiriyor olsa da… Kudüs Bizimdir… 21 Ağustos 1969’da Avustralyalı fanatik Michael Dennis Rohan tarafından Mescid-i Aksa yakılmış, Nisan 1980’de ünlü Siyonist terörist Meir Kahane, Mescid-i Aksa’nın bir yerine bol miktarda patlayıcı madde doldurarak bunu patlatmaya teşebbüs etmiş, 8 Nisan 1982’de Mescid-i Aksa’nın ana girişine bol miktarda patlayıcı madde yerleştirilerek patlatılmak istenmiş, 8 Ekim 1990 tarihinde 30 Müslümanın şehid edilmesine, 800 Müslümanın da yaralanmasına sebep olan saldırılar15 gibi çok defa saldırılara Mescid-i Aksa doğrudan muhatap olmuş olsa da… Kudüs Bizimdir… Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdülaziz, petrol ambargosunu “Biz ve atalarımız hurma ve deve sütüyle yaşadık; yine öyle yaşayacağız!” cümleleri ile başlatmıştır. Daha sonra Kralı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger aralarında geçen görüşmeyi şöyle anlatmaktadır. “Kral Faysal oldukça sinirli görünüyordu, aramızda bir diyalog başlayabilmesi ümidiyle esprili bir dille ona; ‘Uçağımın yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz, uluslararası fiyatından ücretini vermeye hazırız.’ Kral gülümsemedi, kafasını yukarıya kaldırarak sert bir şekilde bana şunları söyledi: ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksa’da iki rekat namaz kılmaktır. Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?16 demiştir. Kral Faysal 25 Mart 1975 tarihinde sarayında suikasta uğrayarak öldürülmüş olsa da… Kudüs Bizimdir. 8 Eylül 2000’de eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlemesi, Mescid-i Aksa’nın avlusunda tur atması, “Burası hep bir İsrail bölgesi kalacak” demesi, o an mescidde bulunan Filistinlileri ayağa kaldırmış, o gün İsrail güvenlik güçleri ile çıkan çatışmalarda 7 Filistinli şehit olmuş, 250 kişi yaralanmıştır.17 Bu hadise İkinci İntifada’nın başlamasına sebep olmuştur. Çıkan olaylarda babasının arkasına sığınmış Muhammed Durra isminde 11 yaşında bir çocuğun öldürülmesi dünya kamuoyuna da yansımıştır. İkinci İntifada’da 4 bin 412 kişi şehit olmuş, 48 binden fazla Filistinli yaralanmış olsa da… Kudüs Bizimdir… 30 Mayıs 2010 Saat 22.00’yi geçiyor. Uluslararası sularda Gazze’ye insani yardım götürürken kuşatılan sivil gemiler. Sabah 05.30 civarı zodyaklardan ve helikopterlerden ateş ederek sivil ve silahsız gemiye çıkan askerler. Mavi Marmara şehitleri kadar… Kudüs Bizimdir… 8 Temmuz’dan 22 Temmuz 2014’e kadar İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılarda aralarında 8 aylık bebeğinde bulunduğu 154 çocuk, 58 kadın, 28 yaşlı şehit olmuş, aralarında hastanenin de bulunduğu 2800 hedef vurulmuştur.18 Saldırılırda fosfor bombaları kullanılmış olsa da… Kudüs Bizimdir… 14.07.2017 Mescid-i Aksa’da 1969’den bu yana ilk defa Cuma Namazı kılınamadı, Mescid-i Aksa’nın girişine barikatlar kurulmuş olsa da… Kudüs Bizimdir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yüksek tonda çağrılarına aynı tonda ses vermeyen diğer İslam ülkelerinin kayıtsız ve kaygısız liderlerine rağmen Kudüs Bizimdir… Kudüs Bizimdir. Kudüs tek tek her bir Türk’ündür, Kudüs tek tek her bir Türkiyeli’nindir. Kudüs tek tek her bir Müslüman ferdindir. Her bir Müslüman son nefesini verene kadar, ta ki kıyamete kadar, Kudüs Bizimdir. Biz de Kudüs’ün… Çünkü “Kalbimizin yarısı Mekke’dir, yarısı Medine’dir, üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır.”19 KUDÜS BİZİMDİR… Kaynaklar: 1- Müslim, Hac, 15/ 415,511.512. Buhari, Mescid-i Mekke,1. Savm 67, Ebu Davut, Menasik 94; Tirmizi, Salat 126; Nesai, Mesacit,10 http://bayburt.diyanet.gov.tr/Sayfalar/contentdetail.aspx?MenuCategory=Kurumsal&contentid=267 Erişim tarihi 01.08.20172- Muammer GÜL, Müslümanların Kudüs’ü Fethi, Harran Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, yıl: 2001, sayı: II, ss.50-513- A.g.m. ss.50-514- Haçlı seferleri ve Anadolu’da Haçlı devletleri, http://www.kulturportali.gov.tr/portal/hacli-seferleri-ve-anadolu-da-hacli-devletleri Erişim tarihi 01.08.20175- Haçlı seferleri ve Anadolu’da Haçlı devletleri, http://www.kulturportali.gov.tr/portal/hacli-seferleri-ve-anadolu-da-hacli-devletleri6- Ahmet AĞIRAKÇA, Selahaddin el-Eyyubi, http://ahmetagirakca.com.tr/uploads/default/articles/6-Salahaddin_el-Eyyubi.pdf Erişim tarihi 01.08.20177- Kudüs Tarihi, http://mirasimiz.org.tr/sayfa/Kudus-Tarihi/24 Erişim tarihi 01.08.2018- Sultan II. Abdülhamit ve Theodor Herzl, 03.05.2017, Şalom Gazetesi, http://www.salom.com.tr/haber-102963-sultan_ii_abdulhamit_ve__theodor_herzl.html Erişim tarihi 01.08.20179- Sultan II. Abdülhamit ve Theodor Herzl Tarihi gerçekler, http://arsiv.salom.com.tr/news/print/11894-Sultan-II-Abdulhamit-ve-Theodor-Herzl-Tarihi-gercekler.aspx Erişim tarihi 01.08.201710- Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü 899 yıl önce fethetmişti, 02.10.2016 http://www.milligazete.com.tr/selahaddin_eyyubi_kudusu_899_yil_once_fethetmisti/427152 Erişim tarihi 01.08.201711- Ortadoğu’da Diriliş: Arap Milliyetçiliği, TASAM, 14.12.2006 http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/240/ortadoguda_dirilis_arap_milliyetciligi Erişim tarihi 01.08.201712- Kronoloji: 1915’ten günümüze Filistin, http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-1915ten-gunumuze-filistin Erişim tarihi 01.08.201713- İsrail'in Kudüs işgali, 22.01.2017, http://www.star.com.tr/dunya/misir-israili-ve-kudusteki-hakimiyetini-kabul-eden-ilk-arap-ulke-oldu-haber-1178857/ Erişim tarihi 01.08.201714- Trump Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan ederse ne olur?, 22 Ocak 2017 http://www.yeniakit.com.tr/haber/turkiye-balkanlara-elini-uzatti-264512.html Erişim tarihi 01.08.201715- Mescid-i Aksa 45 yıl önce bugün kundaklanmıştı, 21 Ağustos 2014, http://www.dunyabulteni.net/haber/306984/mescid-i-aksa-45-yil-once-bugun-kundaklanmisti16- Ömer Aymalı, Kral Faysal'ın Amerika'ya petrol resti, 04 Eylül 2012 http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/225166/kral-faysalin-amerikaya-petrol-resti Erişim tarihi 01.08.201717- İSRAİL - FİLİSTİN SORUNU İkinci İntifada'nın 15. Yıldönümü 28 Eyl 2015 http://www.aljazeera.com.tr/haber/ikinci-intifadanin-15-yildonumu Erişim tarihi 01.08.201718- İsrail yine çocuk öldürdü 22 Tem 2014 http://www.aljazeera.com.tr/haber/israil-yine-cocuk-oldurdu Erişim tarihi 01.08.201719- Nuri Pakdil

Bazı insanlar yeni bir yol keşfederler, yeni bir çığır açarlar. Daha sonra yürüdükleri bu yolun kapısını açık bırakırlar. Yani kendileri gibi insanlar yetiştirerek, bu yolu onlara mümkün kılarak, açtıkları yolun kendilerinden sonra devam etmesini sağlarlar. Bazıları ise bunu başaramaz ve açtıkları çığır kendileriyle son bulur. Yine açılan bu çığıra liderlik eden kimse de kendisinden sonrakiler için kapıyı açık bırakmalıdır. Başarılı bir lider, vazgeçilmez bir lider değildir. Kendisi olmadığında sürecin aksamadığı, belki daha kuvvetlendiği bir sistemi kuran ve böyle bir yolu bırakan liderdir. Buna dair çok misaller vardır. Her cihette üsve-i hasene (güzel bir örnek) olan Resûl-i Ekrem (asm) bu noktada en güzel misali bırakmıştır. İnsanlığın en yücesi, kâinatın sultanı, peygamberlerin sonuncusu olduğu halde normal insanlar gibi bir hayat yaşamıştır. Böylece toplumun her tabakası için uyulacak en güzel bir misal olmuştur. O zât (asm), öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir iman ile meydana çıkmış ki, on dört asrı ve insanlığın beşte birini, adaletle ve hakkaniyet üzere idare etmiştir. Resûl-i Ekrem (asm) vefat ettiğinde arkasında yüzlerce ordu komutanları, memleket valileri, medrese muallimleri ve fedakâr kahramanları bırakmıştı. Medine’de iken çevre kabilelere gönderdiği seriyyelere farklı komutanları tayin ediyordu. Vefatına yakın bir ordu tertip etmiş ve başlarına azatlı kölesi Zeyd bin Harise’nin oğlu Üsâme bin Zeyd’i kumandan tayin etmişti. Hâlbuki o zaman Hz. Üsâme 20 yaşlarındaydı ve kumandası altında Hz. Ömer, Sa’d bin Ebi Vakkas, Katade bin Numan gibi Ensar ve Muhacirden birçok komutan sahabe vardı. Fakat bu sırada Efendimiz (asm) vefat etmiş ve ordu geri kalmıştı. Defin işlemlerinden sonra, irtidat eden bedevi Araplar yüzünden Hz. Üsâme’nin kumandanlığına muhalefet edenler oldu. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (ra) muazzam bir irade ve liderlikle; “Resûl-i Ekrem’in (asm) kumandan tayin ettiği bir kimseyi ben nasıl azledebilirim! Allah’a yemin ederim ki, kaplanların beni parçalayacağını bilsem, Resûlullah’ın (asm) emretmiş olduğu bir orduyu seferden geri koymam!” şeklinde cevap vermişti. Böylece peygamberlikten sonra en büyük ve ağır vazifeyi omuzuna alan Hz. Ebu Bekir (ra) vazifesini hakkıyla ifa ederek, Resûl-i Ekrem’in (asm) açtığı yoldan yürümeye başlamış ve ilk büyük imtihanı vermiş bulunuyordu. Bediüzzaman Hazretleri Miraç Risalesinde şöyle ifade ediyor: “Zât-ı Ahmediye (asm), miraç yolunu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi’rac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr-ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.”1 Resûl-i Ekrem’in (asm) mazhar olduğu en büyük mucizelerden biri olan Miraç mucizesinin yolu dahi açık bırakılmış. Ümmetin evliyaları kendi mertebelerine göre o yoldan yürüyebilirler. Bu durumda bu vakıadan daha büyük bir makam olmadığına göre, ehl-i imana rehberlik eden insanlar, yürüdüğü yolu ulaşılmaz kılmamalıdır. Bu nebevi usule aykırı düşer. Hem İslamiyet’in temel esasları olan ihlas ve uhuvvet gibi düsturlar, yalnız yürümeyi değil, birlik ve beraberliği lüzumlu kılar. Şahsi kemalattan daha büyük bir hedef, insanlığın kemali için gayret göstermektir. Ahmet Hüsrev Altınbaşak Hazretlerinin ifade ettiği “Biz kendi kemalatımız için çalışmıyoruz, belki nev’imizin kemalatı için çalışıyoruz” cümlesi ulvi bir himmetin ve yüksek bir şefkatin tezahürüdür. Meselemize tarihten de çok misaller vardır. Osmanlı Devleti bunun büyük bir misalidir. Özellikle yükselme dönemine kadar olan süreçte her padişah, kendinden sonraki şehzadelerini iyi bir eğitimden geçirerek yetiştirmiştir. Vazifeyi devralan şehzadeler cihat yolunda ecdadlarının yolundan yürüyerek, ümmeti daha ileri noktalara taşımışlar, küfür memleketlerini İslam diyarlarına çevirmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri de ahir zamanda büyük bir çığır açmıştır. Dehâ derecesinde bir zekâveti olduğu halde, telif ettiği risaleler toplumun tüm tabakalarına hitap eder. Hemen daha Barla yıllarında tesis ettiği kardeşlik ruhu ve yetiştirdiği kahraman talebeleri, açtığı çığırı ümmete mâl etmiştir. Mektubat Risalesinde bu hakikati şöyle ifade eder. “Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim manevî ilaçları, sair insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar.”2 Ahmet Hüsrev Altınbaşak Hazretleri de Bediüzzaman Hazretlerinin açtığı çığırı güzel hattıyla ziynetlendirmiş, yetiştirdiği kahraman talebeleriyle kuvvetlendirmiştir. Neşrettiği risaleler vatanın her tarafına ulaşarak komünizm akımına engel olmuştur. Bugün sadece Türkiye’de değil dünyanın her tarafında farklı kıta ve coğrafyalarda Risale-i Nur’lar okunup istifade edilmektedir. Risale-i Nur’da geçen şu hakikat de bu meseleye işaret eder. “Bu zaman ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahib olmak için bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.”3 Resûl-i Ekrem’in (asm) konuyla ilgili şöyle bir hadisi var. “Kim İslam’da iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra, onunla (o çığırla) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de İslam’da (Müslümanlar içinde) kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.”4 Bu hadis-i şerifte müjdelendiği üzere iyi bir çığır açarak, açtığı çığırı kendinden sonra miras bırakanlar yani kapıyı açık bırakanlar büyük bir hazineye sahip olur. Bu muazzam sevap, hiçbir şekilde şahsi zekâvet ve gayretle elde edilemez. Netice olarak İslamiyet’e hizmet eden ve ehl-i imana rehberlik eden insanlar, yürüdükleri yolun kapısını açık bırakarak, açtıkları güzel çığırı umuma hitap edecek bir tarzda kendinden sonrakiler için miras bırakmalıdır. Enaniyet ve şahsiyetin kuvvetli olduğu şu asırda yürünemez çığırlar açmak hevesine düşülmemelidir. İslamiyet’in cihanşümul hakikatlerine muvafık bir şekilde, kardeşlik ruhuyla bir hizmet tarzı uygulanmalıdır. Kaynaklar: 1- Sözler, s. 260, Osmanlıca Nüsha2- Mektubat-1, 53, Osmanlıca Nüsha3- Kastamonu Lahikası, s. 186, Osmanlıca Nüsha4- Riyâzu’s-Salihîn, 19. bab. 172. hadis, s. 158

Eğitim için dünyamızdaki tanım şudur: İnsanlara bir şeyler öğreterek, onların fikir ve davranışlarını değiştirme faaliyetidir. Öğretilen şey, önce fikirleri sonra da davranışları değiştirmeye başlar. Fikir ve davranış değişikliği sağlandığı zaman, eğitim hedefine ulaşmış demektir. İnsan hammaddemiz olarak, özellikle eğitim süresince, ya beşeri bir nazarla bir yön çizeriz ya da insanı tanır anlar, ona göre bir yol ortaya koyarız. Bediüzzaman Hazretleri kapağa taşıdığımız konuya bakış açısı kazanmamıza vesile olacak şu cümleleri Risale-i Nura (23. Söz) almıştır. Mealen burada zikredeceğiz. Bediüzzaman Hazretleri bahsi geçen risalenin Dördüncü Noktasında dünyaya geliş cihetinde insan ve hayvan arasındaki farkları bahseder. Der ki: İnsanın hayatını devam ettirmek için lazım olan meleke ve çalışmayı yirmi senede kazanırken, serçe ve arı gibi bir hayvan yirmi günde tahsil eder, yani ona ilham olunur. Buradan da anlaşılır ki, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir. Aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir. İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hatta hayatın şartlarını yirmi senede tamamen öğrenemiyor. Belki ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder. Hayat-ı beşeriyenin yardımıyla, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Buradan da anlaşılıyor ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir. Binden ancak birisine eli yetişemediği ihtiyaçlarına dair ihtiyaçlarımızı karşılayacak olan Allah’a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir.” Yukarıdan beri anlaşılan şudur ki insanı anlamadan, tanımadan insanı eğitmeye kalkmak doğru olmayacaktır. İnsanın varlık sebebi, dünya ve ahiret ilişkisi, maddi-manevi yönleri, ruh beden ilişkileri anlaşılmadan birilerine göre şekillenen bakış açılarıyla insan terbiye edilemez. Kâinatın meyvesi olan insan kâinat ve bütün mükevvenatın sahibi Allah ilişkisi anlaşılmadan insan insan gibi muamele göremez, muamele edemez. Marifet dili ve ilmi olmadan maarif olmayacağı gibi, iman eğitimi eğitimin her tarafında yer bulmadan marifet dili talim terbiyede hazırlanan müfredat ve kitaplarda esas olmadan insan kaynaklı problemler de çözülemeyecektir. Kapağa eğitim felsefesi üzerine bir değerlendirmeyi taşıdık; fakat dergide bununla birlikte çok kıymetli yazılar da bulabileceksiniz. Sizleri dergiyle baş başa bırakıp, Kurban Bayramınızı ve Hicri Yılbaşınızı tebrik ederim. Tekrar görüşünceye kadar sağlıcakla kalınız.

Cedîd Mehmed Efendi Medresesi Ayasofya Camiinin karşısındaki Hürrem Sultan Hamamının arka tarafında, Kabasakal Caddesi üzerinde bulunmaktadır. Mimarî yapısından 18. yüzyılda inşa edildiği anlaşılmaktadır. Cedid Mehmed Efendi Medresesi’nin kitabesi bulunmamaktadır. Medresenin bütünü tamamlanmadan öğrenime açıldığı, avlu revaklarının sütun başlıklarından yalnızca birinin işlenip, diğerlerinin eksik bırakılmasından anlaşılmaktadır. Muhtemelen bânisi, medreseyi tamamlamadan vefat etmiş olmalıdır. Cedid Mehmet Efendi Medresesi tâliye üç sınıftan oluşmaktaydı ve 30 öğrencisi bulunuyordu. Medrese, kesme taştan avlulu plan tipindedir. Medreseye Kabasakal Caddesi üzerinde sıralanmış dükkânların arasından girilmektedir. Mermer söveli, basit bir girişten sonra beşik tonozlu bir geçitten avluya ulaşılmaktadır. Bu avlu dikdörtgen planlıdır. İçerisinde kime ait olduğu bilinmeyen bir kabir, kuyu ve su haznesi bulunmaktadır. Râfi’ bin Hadîc (ra) Râfi’ bin Hadîc (ra), Bedir Gazvesi’ne katılmak için gönüllü olduğunda on iki yaşındaydı. Yaşı küçük olduğu için bu talebi reddedildi. Bir sonraki sene Uhud için de gönüllü oldu. Aradan geçen bir senelik süre zarfında hem bedeni kuvvetlenmiş hem de ok atmadaki maharetini geliştirmişti. Babası da devreye girip oğlunun maharetlerini söyleyerek ısrarcı oldu ve Resûlüllah’tan (asm) Râfî’nin cihada katılması için izin aldı. Râfîʻye bu savaşta ok isabet etti ve yaralı bir şekilde Peygamber Efendimize (asm) gelerek kendisini iyileştirmesini istedi. Efendimiz (asm) de kıyamet günü meleklerin bu olaya şahitlik edeceğini söyleyerek onun yarasını iyileşmesi için dua ettiler. Ölümcül yara giderek iyi hâle geldi ve Râfi’ daha sonraki harplerin hepsine katıldı. Nihayet ölüm onu cihad meydanında değil, uzun bir ömrün ardından seksen altı yaşında iken Medine’de yanına kattı. (692). Cenazesini Abdullah bin Ömer (ra) kıldırdı. İman Doktoru Bir vakit Ramazan ayında Kastamonu’da Bedîüzzaman Hazretleri hastaydı. Hiç sesi çıkmıyordu, konuşamıyordu. Hiç beklenilmediği hâlde, bir iftar vaktinde bir doktor geldi, Üstad’ın elini tuttu. Üstad Hazretleri dedi ki: “Ben hastalığımı muayene ettirmem, ben hekimlere muhtaç değilim. Hekim Cenâb-ı Hakk’tır.” Birden canlandı, sesi çıkmağa başladı. Güya kendisi doktor oldu. Doktor ise hasta vaziyetini aldı. Doktora ehemmiyetli bir mektûb okudu, doktorun derdine deva olacak bir ilaç oldu. Sonra iftar topu atıldı. Doktor dedi ki; “Bugün kusur etmişim, oruç tutamadım.” Üstad Hazretlerinin orucunu bozmuş bir doktorun tıb noktasında hekimâne vaziyetini kabul etmediği için bu hadisenin yaşandığı, aynı ortamda bulunan Üstad’ın talebelerince de anlaşılmış oldu. 5 Eylül 1657 Köprülü Mehmed Paşa Sadrazam oldu Köprülü Mehmed Paşa, Arnavutluk’un Berat sancağına bağlı Rudnik (Ruznik) köyünde doğdu. Devşirilerek İstanbul’a getirildikten sonra Enderun’da yetişti ve matbah-ı âmirede görevlendirildi. Sultan 4. Murad zamanında Enderun’da büyük odalı oldu. Ardından Hazîne-i Âmire hademeleri arasında bulundu. Veziriazam olan Sultanzâde Mehmed Paşa tarafından vezirlik verilerek Trabzon valiliğine tayin edildi. 1647’de Şam mütesellimi oldu. 5 Eylül 1657 tarihinde Boynueğri Mehmed Paşa’nın yerine sadarete tayin edildi. Ancak Köprülü, gerek Hatice Turhan Valide Sultan’a, gerek Sultan 4. Mehmed’e bazı şartlar ileri sürerek mührü öyle kabul edebileceğini ifade etti. Şartları kabul edilen Köprülü Mehmed Paşa, dört yılı aşan sadaretinde siyasî ve askerî disiplinin tesisinde büyük bir dirayet gösterdi. Sadareti bazı şartlar ileri sürerek kabul etmesindeki maksat devleti içine düştüğü durumdan kurtarmaktı. Köprülü, yaşının bir hayli ilerlemiş olmasından dolayı hasta ve yorgundu. Bu sebeple padişaha, kendisine halef olarak Halep Beylerbeyiliğine tayin edilen oğlu Fâzıl Ahmed Paşa’yı telkin etti. Sultan 4. Mehmed bunu kabul etti. Fâzıl Ahmed Paşa hemen çağrılıp sadaret kaymakamı oldu. Köprülü Mehmed Paşa Padişahla birlikte bulunduğu Edirne’de 31 Ekim 1661’de vefat etti. Çok sayıda hayır eseri olan Köprülü Mehmed Paşa, Çemberlitaş’ta yaptırdığı külliyede medfûndur. 21 Eylül 1932 Ahmed Rasim vefat etti 1865 senesinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Ahmed Rasim ilk tahsiline Sofular’daki mahalle mektebinde başladı. Himayesine girdiği eniştesi miralay Mehmed Bey’in konağında Yakub Hoca adındaki bir muallimden yazı ve Arapça dersleri aldı. Tahsil hayatından sonra da bu hocanın derslerine devam etti. 1876’da Dârüşşafaka’ya girdi, burada devrin edebî ve fikrî akımlarına karşı büyük bir ilgi duydu ve dirayetli hocalardan faydalandı. Binbaşı Bilâl Bey’in kızı Sadberk Hanım’la evlenen Ahmed Rasim memuriyeti bir türlü benimseyemediği için hayatını yazı yazarak kazanmak hevesine düştü. Fransızcadan çevirdiği bazı yazıları Ahmed Midhat Efendi’ye götürdü ve gördüğü ilgi üzerine Tercümân-ı Hakîkat’te yazı hayatına girdi (1885). 1885-1908 yılları arasında Şafak, Gülşen, Hamiyyet, Sebat, Berk, Envâr-ı Zekâ, Maarif, Resimli Gazete, Hazîne-i Fünûn, Mekteb, Mecmûa-i Ebüzziyâ, Pul, Musavver Fen ve Edeb, İrtikaa ve Servet-i Fünûn dergileriyle Tercüman-ı Hakikat, İkdam, Sabah, Basîret ve Saâdet gazetelerinde makaleler, tercümeler ve şiirler yayımladı. Menâkıb-ı İslâm adlı kitabı dolayısıyla 2. Abdülhamid’den Mecîdî nişanı aldı. 1927’de İstanbul’dan milletvekili seçildi. Üçüncü ve dördüncü dönem milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulundu. 21 Eylül 1932’de Heybeliada’daki evinde vefat etti; cenazesi adadaki Abbas Paşa Mezarlığı’na defnedildi. 25 Eylül 1396 Niğbolu Zaferi Niğbolu Kalesi önlerinde, Yıldırım Bayezid komutasındaki Osmanlılar ile Haçlı kuvvetleri arasında meydana gelmiş ve kısa sürede kalabalık Haçlı güçlerinin bozguna uğramasıyla sonuçlanmıştır. Batı Avrupa’nın, Doğu Hıristiyanlığı ile birlikte doğrudan Türkleri hedef alan ilk ciddi askerî harekâtı şeklinde de nitelenmiştir. Seferin ana sebebi Türklerin Balkanlar’daki önlenemez ilerleyişini durdurmak, tehlike altındaki Macaristan’a yardımcı olmak ve böylece Batı Avrupa’nın güvenliğini sağlamaktır. Kuşatma altındaki İstanbul’un kurtarılması, Bizans’a yardımda bulunulması amacı ise ikinci planda düşünülmüştür. Sefer propagandası yapılırken Haçlı seferleri ruhuna uygun biçimde İstanbul üzerinden Kudüs’e ulaşma ve Hıristiyanlığı yüceltme temel hedef şeklinde öne çıkarılmıştır. Dönemin Batılı tarihçileri, önce İstanbul ve oradan Anadolu içlerinden geçerek yahut deniz yoluyla hareket ederek Suriye’ye veya Suriye sahillerine, Mısır limanlarına ulaşma ve arz-ı mukaddesi fethetme gibi planları ileri sürmüştür. Aslında seferin açılması ve organizasyonu, Türk tehdidini derinden hisseden imparatorun kardeşi Luxemburg hânedanından Macar Kralı Sigismund’un etkili teşebbüsleri sonucu gerçekleşmiştir.

Risale-i nura muhatap olmak. Yani başkaları için değil, kendi nefsi için okumak. “Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediğini de öğretir.” (Keşfü'l-Hafa, 2542) Lügat Bilgisi: Risaleleri okurken kelimeleri anlamadan geçmemek Kısımlara Ayırmak: Eğitimciler bir metni en güzel şekilde anlayabilmenin, onu bütün-parça-bütün metoduna göre okumakla olabileceğini söylemektedirler. Anahtar Kelimelere Dikkat Etmek: “Şöyle ki, Nasıl ki, Mesela, Ezcümle, Öyle de, Aynen öylede, Evet, Hem, Madem-Elbette, İşte, Demek, Elhasıl” gibi kelimelerdir. Mümkün olduğunca konuyu şematize etmek Risale-i Nurda geçen misallere dikkat etmek, misal getirmenin kıymetini bilmek Her gün belli bir miktarda okuma veya konu araştırması yapma veya bazı imani risaleleri çokça okuma şeklinde mütalaalar yapmak Okunan yerlerin arkadaşlarla müzakere edilmesi Soru-cevap usulünü kullanmak Öğrendiğini başkalarına anlatmak Bazı risaleleri ezberlemek: Onuncu Hüccet-i İmaniye, 21.lema, Altıncı Hüccet-i İmaniye, 19. Söz, Ayetü'l-Kübra, 10. Söz gibi

Şöhret bir müstebiddir, bir zorbadır. Hükmü altındakilere baskı uygular. İnsanın malı olmayan şeyi de kendisine mâl eder. Gerçekte bir insanın malına başkasının malı -isterse değerli olsun- karışırsa o kişiye ait malın değerini düşürür. Buna rağmen şöhret, sâhibine mâl eder başkasının malını. Çünkü insanın tabiatında garip ve değerli olanı asil göstermek arzusu vardır. Bunun için de onu meşhur olan bir şeyle irtibatlandırır. Ona ait olduğunu gösterir. Ta ki malına müşteri olanlar çoğalsın. Sözleri değer bulsun. Gelecek eleştirilerin önü tıkansın. İnsanlar şöhret sebebiyle tarihî birikimlerini, emeklerini veya milletin kazanımlarını bir şahsa mal ederler. Hakikatte o meşhur insan kendisine aitmiş gibi gösterilen her şeyi reddetmelidir. Kabul etmemelidir. Üzerine almamalıdır. “Benim eserimdir” dememelidir. Aksi halde insanların zihninde garip bir hal alacaktır. Çünkü harika olan birçok şeyi yapmak için kişi, her konuda mükemmel özellikler taşımalıdır ki onu yapabilsin lakin bu da bir insan için mümkün değildir. Eğer isterseniz Meşhur Hoca ve Molla Nasreddin Efendiye sorunuz: - Sana ait olduğu söylenen işittiğimiz bu garip sözlerin hepsi senin midir?" Elbette şöyle cevap verecektir: - Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün konuşmalarım ibretlik harika sözlerden değildir. Ben hocayım. Onların zekâtını da bana verseniz razıyım ve bana yeter. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp yapmacık hale getiriyor. İşte koca Nasreddin Hocanın letâifi yani nükteli sözleri içinde, ona aitmiş gibi gösterilen sözlerin zekâtı yani kırk tanesinden bir tanesi onun asıl malıdır. Diğerleri şöhretinden dolayı ona nisbet edilmiş sözlerdir. Mesela İranlıların hayal dünyasına gir. Çok garip bir hal alan Rüstem-i zâli yani Rüstem-i Sistânî hakkında zihinlerdeki resme bak. Cesaretteki şöhretinden dolayı onun hayallerdeki şanı yani hayâl-i şânı, gāret etti yağmaladı, gasbetti bir asır uzun zamanlar İranlıların iftihar edilecek şeylerini yani mefâhir-i İrânı. İranlı Rüstem, İranlıların cesaret konusundaki bütün övünülecek şeyleri şöhreti sayesinde kendisine mal edilmekle gasb ve gāretle talan ile o kadar şişti ki o hayalî bir kahraman nâmdâr-ı hayâlî oldu. Hayallerde büyüdükçe büyüdü. Hurâfâta, hurafelere karıştı. Karıştırıldı Attı nev‘-i insanî. Hakikati arayanlar için şöhret konusu son derece önem arz etmektedir. Çünkü hurafeler düşünce dünyasına, toplumsal hafızaya, örf ve adetlere şöhret kapısıyla girmektedir. Araştırmanın, tahkik etmenin, incelemenin, derinlemesine değerlendirmelerin ve eleştirmenin önündeki en büyük bir engel şöhrettir. Gerçekte hak ve hakikat zengindir. Asilzade gösterilmeye muhtaç değildir.