130. Sayı: "Eğitim Sisteminin Temel Felsefesi Değişmelidir"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHüsn-i Hat, Güzel Yazı Üzerine (2)
Kültür ve Medeniyet

Osmanlı, bütün güzel sanatlara olduğu gibi, yazı sanatına da özel bir ilgi göstermiş hattatlar, padişahların özel iltifatlarına nail olmuşlardır. Ayrıca Osmanlı padişahları içerisinde bizzat yazı ile meşgul olanlar da çıkmıştır. II. Bâyezid, II. Mustafa, III. Ahmed, II. Mahmud ve Abdülmecid ilk akla gelen hattat sultanlardır. Bundan başka, her tabakadan halk, yazıya büyük bir ilgi göstermiştir. Daha II. Bâyezid zamanında hat­tat Şeyh Hamdullah (ö. 1520) pa­di­şahın da telkini ile Sa­ray ha­zi­nesinde bulunan Yâ­kut yazıları üzerinde çalışarak aklâm-ı sitte’de Osmanlı üs­lû­bunu oluşturmayı başarmıştır. Bilhassa sülüs ve nesih yazı çe­şitlerinde güzellik unsurları Os­manlı’nın bu döneminde ortaya konmuştur. Harflerin tenâsübü, yani ideal ölçüsünün bulunması, kalem ha­kimiyeti ve harflerin satıra di­zil­mesindeki kudret ve kuv­vet Osmanlı hat mektebi­nin önem­­li hususiyetlerindendir. Harf kenarlarında pürüz bu­lun­­­ma­­ması yani kalem kuvveti, ba­­­şa­rısı, aynı şekilde harflerin sa­tırda diğer harflere yabancı dur­­ma­ması yazı estetiğinin ana unsurlarıdır. Bu hususların, birlikte, bir yazıda bulunmaması veya başarılamaması estetik bir kusurdur. Bir saç telinin beyaz bir sahifedeki gergin çizgi görü­nümü, hüsn-i hatta harflerin yazımında sağlanamaz ise yahut kalem kalınlığı ile harf büyüklüğü arasındaki ölçü, yani harfin tenâsübü yakalanamazsa veya harfler satırda uygun yerlerine yerleştirilemezse bu yazıya hüsn-i hat denmesi imkansızdır. Güzel yazı, yani hüsn-i hat bu üç unsuru da ihtiva etmelidir. Osmanlı, hüsn-i hatta bu üç unsuru başarı ile kullandığı için yazının merkezi olmuştur. Celî yazının, yani büyük boy sülüs yazının kemâle ermesi de Osmanlı elinde olmuştur. Kalemin kalın olması ve yazının kapladığı alanın ihatasının zorluğu celî yazının gelişimini geciktirmiştir. Aklâm-ı sitte’de ve özellikle sülüs ve nesih yazıda başarı daha II. Bâyezid döneminde sağlanmasına rağmen celî yazının gelişimi ancak XIX. Asırda II. Mahmud döneminde olabilmiştir. Dönemin önemli hattatı Mustafa Râkım Efendi kırk beş yıllık bir çalışma sonucu celî sülüs yazı ve padişah tuğrasında estetik bir inkılâp gerçekleştirmiştir. Celî yazı, genelde yüksek ve uzak yere asıldığından, harflerin cılız görünmemesi önemlidir. Perspektif noktasından, yazının konulduğu yere göre yazılması estetik bir husustur. Bunun yanında harfin, yazının bütünü ile âhenkli olması, diğer harflerle âdeta kucaklaşması sanatçının mahâretini gösterir. İşte Mustafa Râkım’la bu  estetik hususlar yakalanmıştır. Kendisinden sonra gelen hattatlar bu yolun takipçisi olmuşlardır. Râkım Efendi’nin bugün Fatih Nakşıdil Türbesi’nde ve Tophane Nusretiye bulunan celî yazıları, sanatseverlerin ziyâretgâhı olmuştur. Osmanlı hat sanatında, bütün yazı çeşitlerinde çizgilerin uyum halinde olmasına dikkat edilmiştir. Bir yazıya bakıldığında, dik harflerin yönlerindeki uyum ile yatay harflerdeki oturuş paralelliği önemlidir. Böy­le bir uyum, yazıda dik harf­lerde hareketlilik, yatay çiz­gilerde ise devamlılık fikrini uyan­dırır.     “Kur’an Mekke’de nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü bir hakkın tesliminden başka bir şey değildir.  Usta-çırak ilişkisi içerisindeki çalışmayla oluşan kuvvetli gelenek, cami, mescid, mezarlıklar ve müzelerdeki sayısız örnek ve malzemenin İstanbul’da bulunması, hâlâ bu kadîm Osmanlı şehrinin, İstanbul’un hat sanatının merkezi olma vasfını devam ettirmektedir. Aslında, güzel yazıda, sözün güzelinin kullanılması, Osmanlı yazı sanatındaki estetiğin ana unsurunu oluşturmuştur. Genellikle cami ve mescid giriş kapılarına “Oraya güven içinde esenlikle girin” ve “Selâm size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin” mealindeki âyetler, içerilere ise Kur’an ve hadislerden güzel nasihatler müminlerin nazarlarına verilir. Bu ba­zen “Ölünceye kadar Rabbi­ne kulluk et”, “Dikkat edin, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur” meâlinde âyetler, bazen de “Vaktinde kılınan namaz, ana-babaya iyilik ve cihad Allah’a en sevim­li gelen ibâdetlerdendir”, “Vaktinde namaz kılmaya gayret edin”, “Ölmeden tövbe etmeye gayret edin” meâlindeki hadisler, bazen de Kelime-i tevhid, Kelime-i şahâdet olurdu.  İsm-i Celâl, İsm-i Nebî, Ciharyâr-ı güzîn ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin isimleri cami ve mescidlerin mutlaka bulunması gereken hüsn-i hat levhalarıdır. Osmanlı’da evlerin girişine Ce­nâb-ı Hakk’ın isimlerinden “Yâ Hafîz: Ey koruyucu” konulması güzel bir gelenekti. Aynı şekilde evlerin içine, Hz. Peygamberin fiziki ve ahlâki vasıflarından bahseden Hilye-i şerif asılması dîni bir an’ane halini almıştı. Bu hilyenin, haneyi ve halkını musibetlerden uzak tuttuğu inancı yaygındı.

Mustafa YILMAZ 01 Eylül
Konu resmiNurdan Ölçüler
Risale-i Nur

Bu yazımızda güneş gibi hakikatleri gördüğü halde insanın maddi ve manevi gözünü kör eden, hakikatin üstünü örten, basiret ve ferasetini körelten hastalıklardan bahsedeceğiz. Bunlar, ülfet, âdet ve yeknesaklıktır. Ülfet bir şeye alışmayı ifade eder. Alışmışlık; zamanla göze perde olur, hakikatin görülmesine mani olur. Ülfete benzer başka bir perde de âdetullah kanunlarıdır. Güneşin doğup batışı, mevsimlerin oluşu, kâinattaki fizik, kimya ve biyolojik kanunlar Allah’ın âdet haline getirdiği kanunlardır. Bunlara âdetullah ya da sünnetullah kanunları denir. Âdetullah kanunları yeknesaklık içinde cereyan ettiği için hakikati dikkatle bak(a)mayanlara gizler. Yeknesaklık ise tekdüzeliktir. Sabit, değişmez ve tekdüze şeyler, tefekkür kabiliyetini işle(te)meyenleri körleştiren bir sebep perdesidir.  Bediüzzaman Hazretleri, bu hastalıkların ha­ki­kate perde olması konusunda şunları söy­lemektedir: “Ülfet ve âdet ve yeknesaklık (tekdüzelik) perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin din­siz kısmı bu âdetullah kanunlarının per­de­si altında çok mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye­yi görmeyip, dağ gibi bir hakikati, zerre gi­bi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Ka­dîr-i Mutlakın her şeydeki mârifet yolunu sed­deder (perdeler). Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek, şükür ve hamd kapısını ka­pı­yorlar.” Üstad Hazretleri, ülfetin insanları fikir açı­sın­dan dalalete nasıl sevk ettiğini de şu cüm­­le­lerle açıklıyor: “İnsanları fikren da­lâ­lete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telâkki etmeleridir. Yani melûfları olan şeyleri kendilerince malum bilirler. Hatta ülfet dolayısıyla âdiyâta teemmül edip ehemmi­yet vermezler. Hâlbuki ülfetlerinden dola­yı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer harika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasıyla onları teemmüle, dik­kate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı sey­yâleye im’ân-ı nazar (dikkatle araştırma) edebilsinler.” Hazret-i Üstad, insanların nazarlarının ülfet, âdet ve yeknesaklığın esiri olup hakikati gör­mekte körleşince; Kur’an-ı Azimüşşanın da onları tefekküre, hikmete, adalete, ilme, ira­deye, kudrete dikkatlerini çekmeye çalıştığını şu şekilde izah etmektedir: “İnsanların ar­za âit malûmatları ve müsellemâtları (her­kesçe bilinen şeyler) ve bedihiyatları (apaçık olan şeyler) ülfete mebnîdir. Ülfet ise, cehl-i mürekkep üstüne serilmiş bir perdedir. Ha­kikate bakılırsa, zannettikleri ilim, ce­hil­dir. Bu sırra binaendir ki, Kur’ân, âyet­leriyle insanların nazarını melûfatları (alı­şıl­mış) olan şeylere çeviriyor. Ayetler, ne­cim­ler gibi ülfet perdesini deler, atar. İn­sanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havâriku’l-âdât (âdetlerin üstünde olan harikalar) mucizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.” Sevgili Üstadımız, sahabeler ile diğer Müs­lümanların arasında ülfetten etkilenmek nok­tasından nasıl bir fark olduğunu şu satırlarda dile getirmektedir: “Hatta vehim ve hayâl ve sır gibi duygular hüşyâr ve müteyakkız (uyanık) bir sûrette, o zikir, o tesbîhlerdeki müteaddid ma‘nâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binâen, bütün hissiyâtları uyanık ve letâifleri hüşyâr olan Sahâbeler, envâr-ı îmâniye ve tesbîhiyeyi câmi‘ olan kelimât-ı mübârekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün ma‘nâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı. Hâlbuki o infilâk ve inkılâbdan sonra, gitgide letâif uykuya ve havâs o hakâik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübâreke mey­ve­ler gibi, gitgide ülfet perdesiyle letâfetini ve tarâvetini (tazeliğini) kaybeder. Âdetâ sathîlik havasıyla kuruyor gibi az bir yaş­lık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ame­liyatla ancak evvelki hâli iade edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir Sa­habenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hatta kırk senede başkası ancak yetişebilir.” Said Nursi Hazretleri, ülfet hastalığının ilim ve marifete sirayet ettiği zaman hakikati per­delemesinin dışında, bazı şeylerin kıy­metinin tam takdir edil(e)memesine sebep olduğunu da şöyle anlatıyor: “Onuncu sözün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi, belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve zevk almaya ihtiyaç his etmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmi risaleler gibi yeter der, bırakır. Hâl­buki bu risale ulum-ı imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nev ilme her vakit ihtiyaç var.” Üstad Said Nursi, ehl-i dalaletin derin ha­kikatleri anlayamamasının sebebini şu şe­kilde açıklar: “Yalnız aldatmak için bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlere bir isim takıp güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Meselâ; “Bu elektrik kuvvetiymiş” deyip, o ince ve derin hakikati ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Hâlbuki kudretin o mucizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde, bir tek isim takmakla, o hakikati ve o küllî hikmeti gizleyip, gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek, o mucizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip, Ebu Cehil’den daha echel bir dereceye düşüyorlar. İşte, İrade-i İlâhiyenin nâmuslarının ünvanları olan âdetullah kanunlarının birisine beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine “elektrik” namını verip, tenvirdeki harika mucize-i kudreti âdileştirmekle ve malûm bir şeymiş gibi “elektrik kuvveti” di­ye bir isim takmakla, bunun gibi çok hari­kulâde mucizât-ı Kudret-i İlâhiyeyi cahilâne âdileştiriyorlar.” Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı gibi ülfet, âdet ve yeknesaklık hakikate perde olduğu zaman insanı “bakar kör” eder. Ülfet, âlimi cahil eden bir körlüktür. Ülfet beyni uyuşturur, insanı düşünemez hale getirir. Ülfet ve âdet perdesine takılan bir insan akıl ve kalp selametini kaybeder, dala­lete düşer. Ülfete tutulmuş bir insan eşyaya layık olduğu değeri ver(e)mez. Ülfet sırlar hazinesine vurulmuş bir kilittir. O kilit açılmadan sırlar açığa çıkamaz. Ülfete sebep olan âdetullah kanunları ve yek­nesaklık perdesi ancak kuvvetli bir te­fek­kür ile ortadan kaldırılır. Bunun nasıl yapılabileceğini de gelecek sayıda ele almaya çalışacağız inşallah. Devam edecek

Zafer ZENGİN 01 Eylül
Konu resmiHelâl Yiyen Harâmî Olmaz
Sağlık

Dinimiz İslâm’a göre “helâl” ve “haram” kavramları sadece ve sadece Rabbimize ait olup; hiçbir beşerin yorumuna ihtiyaç bırakmayan ve apaçık bir şekilde Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de beyan edilmiş kavramlardır. Zaten anlayamayacağımız kısımları tefsir etmek üzere Rabbimiz Peygamber Efendimizi göndermiş ve teferruatıyla bizlere izah ettirmiştir. Yine teferruatı şerh eden mezhep imamlarını ve İslâm büyüklerini de göndererek dinimizin bütün esaslarını, adaplarını ve kavramlarını bizlere öğretmiştir. İslam’ın bir sınırı vardır. Dinimiz İslâm bu sınırları, helâl ve haram kavramlarıyla tanımlamıştır. Yüce Halikımız, Kur’ân-ı Ke­rim’in 5. ayetinde(1) gıdaların sadece “helâl” olanlarını değil aynı zamanda “tayyib” olan­ları­nı yememizi emrediyor. Bu ayet­lerden Bakara suresi 168. ayet­te Rabbimiz şöyle bu­yu­ruyor: “Ey insanlar! Yeryü­zün­­de bulunanlardan helâl ve tay­yib olanlarını yiyin ve şey­tanın adımlarına tabi olma­yın! Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” Peki, neden Al­lah sadece helâl kelimesi ile iktifa etmemiş de “tayyib” ke­limesini de eklemiştir? Fıkıh­çı­lara sorduğumuzda şöyle di­­­yor­­­lar; helâl-haram keli­me­­­­le­­­ri gıdaların manevi durum­la­rın­­­dan bahseder. Tay­yib ke­li­­mesi ise maddi durum­lar­dan bahseder. Meselâ domuz haramdır. (bkz: Mâi­de 3) Tek sebebi ise Rab­bimizin haram kılmış ol­ma­­sı­dır. Necaset yemesi, geviş ge­tirmemesi, eşini kıskan­maması ve etindeki trişin maddesi vs. gibi sebepler haramlığının sa­dece hikmetleridir. Asıl illet, asıl sebep değildir. İllet sadece nehy-i İlahi’dir. Rabbimizin emir ve yasakları ise manevi bir durum olup imtihan zamanı­na göre değişiklik gösterebilir. Meselâ, Hz. Musa (as) za­manında Cumartesi günleri av yapmak haram kılınmıştı. Fa­kat İslâm’da haram değil. Yine aynı zamanlarda hayvanların iç yağlarını yemek de haram kı­lınmıştı. Fakat İslâm’da ve gü­nümüzde helâldir ve tüke­ti­liyor. Hayvansal yağlar o zamanlarda meselâ kolesterol yapıyor diye veya başka bir sebepten dolayı haram kılınmış denilirse hata yapılır. Allah haram kılmıştır ve haram olmuştur. Günümüzde hayvansal yağlar kolesterol ya­pı­yor. Peki, neden haram değil? Demek ki tek kanun koyucu ve imtihan şartlarını belirleyici Zât olan Allah, İslâm ile birlik­te yeni esaslar belirlemeyi mu­râd etmiş ve eski kurallarını de­ği­şik hikmetlere binaen değiş­tirmiştir. Tayyib kelimesinden murâd ise temiz, sağlıklı ve güvenilir olan­­lardır. Yani pis ve sağlıksız olma­mak manasındadır. Do­la­yı­sıyla helâl bir üretim pis ortam­da veya sağlıksız kat­kılar ile yapılıyorsa buna ha­ram denilmese de tayyib de­ğildir, denilir. Ve yine ayetlere zıt olmuş olur. Tayyib olmayan bir gıda da hem tüketilemez hem de helâl sertifikası veri­le­mez. Meselâ bir ku­zu bes­me­le ile ke­sil­di­ği hal­de, pis bir or­tam­da ve sağ­lık­sız şart­lar­da par­çala­rı­na ay­rıl­mış ise bu­na ha­ram de­nil­me­yip “tayyib” de­ğil­dir de­ni­lir. Yine kanserojen olduğu net olarak bilinen; sod­yum nitrit, sodyum benzoat gi­bi veya alerjik olduğu bilinen sentetik renklendiriciler veya nö­rotoksin olduğu bilinen msg gibi katkılara helâl sertifikası verilmez. Ama haram da den­mez. Tayyib değildir, denir. Demek Allah, sadece helâl olanları değil, aynı zamanda sağlıklı ve temiz olan gıdaları tüketmemizi emrediyor. Yani Tayyib olmayanları da yeme­mekle bizi mükellef kılıyor. Ço­ğunlukla yapılan hata ise tay­yib kelimesinin hafife alınmasıdır. Yediklerimiz Ne Kadar Helâl? Türkiye’ye yurt dışından bin­ler­ce katkı maddesi gel­mek­te ve bunların hepsi en­düst­ri­­yel üretimlerde kulla­nıl­mak­tadır. Bu katkı üretici­lerine bak­tı­ğımızda, büyük çoğun­luğu Müslüman olmayıp İslâmî bir hassasiyet üzere üretim yapması beklenmeyecek kişi­ler ve kurumlardır. Domuz mide­sinden veya İslâmî usul­lerle kesilmemiş olan da­na ve sığır şirdenlerinden peynir ma­yası, hayvansal yağlar­dan emül­gatörler, domuz kılların­dan fırçalar, insan saçlarından ve domuz kıllarından sistein adındaki katkı maddesi, hayvan deri ve kemiklerinden jelatin, hayvan iç organlarından bazı enzimler ve hormonlar vs. üre­til­mekte ve bu katkılar Tür­ki­ye’ye İslâmî cihetten denetlen­meden, yalnızca Türk Gıda Ko­deksi’ne göre uygunluğa ba­kılıp alınmaktadır. Yani bü­tün bu haram kaynaklı veya haram olma ihtimali bulu­nan katkılarla Türkiye’de üre­­timler yapılmaktadır. İş­te bun­dan dolayı da endüstri­yel üre­tim­lerde “Eşyanın aslı ibâ­ha­dır” kaidesi gereği mü­bah olan kısımlar çok daral­mış bulunmaktadır. Yani eşya, aslı itibariyle helâl iken, aslın­dan uzaklaşıp endüstriyel üre­timlerde birçok katkı ile hem­hal olmuş durumdadır. Netice itibariyle, eşyanın aslı mübahtır. Fakat bu mübahlık durumu ithal ve şüpheli olan katkılarla bunların kullanıldığı endüstriyel üretimlerde zarar gör­müştür ve mübahlıktan çı­kıp şüp­he­lilik kısmına dâhil ol­­muş­­tur. Katkıların kullanıl­ma­dı­ğı üretimler ise yok de­ne­cek kadar azdır. Şüpheli olan şeylere de müsaade ol­ma­­yıp ya­sak konulmuştur. Bu ya­­sa­­ğa ria­yet etmek de Müs­lü­man­ların va­zife-i asliye­lerin­den­dir. Ayrıca bugün bir fab­­ri­kanın hiçbir atığı çöpe git­memekte ve bir şekilde de­ğer­lendirilmektedir. Şeker fab­ri­kalarının atığı olan melas, maya fabrikalarının hammad­desidir. Pey­nir fabrikalarının atığı olan pey­nir altı suyu, peynir altı su­yu tozu, laktoz ve krema fab­ri­ka­larının hammaddesidir. Yağ fab­rikalarının atığı, sabun fab­­ri­­ka­­larının hammaddesidir vs. Ay­nen bunlar gibi kesim­hane­lerden çıkan hayvansal atık­lar da başka bir şeylerin ham­maddesidir. Kandan besi­ye­ri, şirdenden (hayvan midele­rinin bir bölümüdür) peynir ma­ya­sı, kıl ve tüylerden sistein, pank­reastan lipaz enzimi, deri ve ke­miklerden jelatin, iç yağ­lardan mono ve digliserid ve gliserin, bağırsaktan sucuk-so­sis-salam kılıfı vs. üretil­mek­tedir. Bir domuzun senede 2-3 de­fa doğum yapabildiğini, her karında 10-15 arası yav­ru olabildiğini, her yavru­nun 4 ayın sonunda 100 kg’a ulaştığını ve kendi pis­­li­­ği dâhil her şeyi yiye­bil­­di­ğini düşünürsek, do­muz beslemenin diğer hay­van­lara göre çok daha cazip, ma­li­yetsiz ve verimli oldu­ğu­nu(!) ve yurt dışında (hatta ül­kemizde dahi) neden bu kadar yaygın olduğunu anla­yabiliriz. Bu bilgiler ışığında şu neticeye varabiliriz: Türkiye’ye gi­ren katkı maddeleri şüp­he­­li­dir. Çün­kü Tarım Ba­kan­lığı ve Sağ­lık Bakanlığı güm­rük­te nu­mu­ne alıp onay için bekletirken yaptığı analiz­lerle sadece ko­dek­­simize olan uygunluğa ba­kı­yor. Kodeksi­mizde de “he­lâl-haram” kav­ram­ları ve ta­­nım­­­la­maları ol­ma­dığı için bun­­ların tü­mü şüphelidir. Fakat yanlış anla­şıl­masın, “haram­dır” demi­yorum. “şüpheli­dir” di­yo­­rum. Öy­leyse “Bu kat­­kı mad­­de­lerinin kullanıldığı ve­­ya kullanılma ihtimalinin ol­­du­­ğu tüm üretimler (gı­da, kozmetik, ilaç vs.) de şüphe­lidir” neticesine ulaşmak zor olmasa gerek. %99’unun Müslüman oldu­ğu ül­kemizde ne vahim neti­ce öy­­le değil mi? Neden bu hal­de­­yiz? Kim(ler) bizi bu ha­le ge­­tirdi? Bu, biz Müslü­man­ları hissizleştirme ve kalite­siz­leş­tir­me oyunu değil midir?  *** Nu’man İbn-i Beşir (ra) an­la­tıyor: “Resûlullah Aleyhissalâ­tu Vesselâm buyurdular ki: “Şu­rası muhakkak ki, haram­lar apaçık bellidir, helâller de apaçık bellidir. Bu ikisi ara­sında (haram veya helâl ol­duğu) şüpheli olanlar var­dır. İnsanlardan çoğu bunları bil­mezler. Her kim bu şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, şerefini de korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere yö­ne­lirse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sü­rüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebile­cek durumdadır. Haberiniz ol­sun, her melikin bir koru­lu­ğu vardır, Allah'ın korulu­ğu da haramlarıdır…(2) Bir başka hadis-i şerifte “… Kim şüpheli olduğunu sez­diği bir şeyi terk ederse, ha­ram­lığı belli olan şeyi da­ha çok terk eder. Kim de şüp­­helendiği şeyi yapmada cü­retkâr olursa, haramlığı açık olan şeye düşmesi daha ko­­laydır.”(3) buyurulmuştur. *** Peki, gıda ve ihtiyaç madde­lerinin yediği bu “şüpheli” dam­gasını kim silecek? Kim gide­recek bu şüpheliliği? Tü­keticiler araştırma yapsa ne ka­­­darına ulaşabilecek? Neyi sor­­gu­­la­yacağını bilebilecek mi? Üre­­ticilerin kendilerini ak­la­­mak için yazdığı “Ürün­leri­mizde do­­muz ve mamul­leri yok­tur” cüm­­lesi yeterli midir? Bir üre­ti­ci­­nin kendi ürünlerine kefil ol­ması doğru ve etik midir? İşte tam bu noktada İslâmiyet’in “kefâlet” kavramıyla açıklanan ve bu ürünlerin yediği “şüp­heli” yaftasını kaldıracak, Müs­­lü­­man­lara helâl, sağlıklı, hij­ye­nik, tağşişsiz (hilesiz) ürün­leri sunacak ve kefil ola­cak kurum olan “Helâl Sertifi­ka­lama Kurumu” devreye giri­yor. Herhalde tüm bu açık­la­malardan ve tehlikelerden son­ra böyle ehil ve ehliyetli bir ke­fâlet kurumuna ne kadar ihti­yaç olduğu aşikârdır. Dünyada ve ülkemizde bu tarz faaliyetler yapan sivil ini­si­­ya­tif­lerin, dernek ve teşek­kül­lerin varlığı Müslümanlara bir nebze nefes aldırmaktadır. Bu tarz hassasiyetle hareket ede­­bi­lecek kuruluşların daha ku­­rumsal ve güçlü bir şekil­de vücut bulması elzem ve mat­luptur. Bu konuda bugü­ne kadar faaliyet gösteren GİMDES’i tebrik ediyoruz. Ne Yersek O Oluruz Hepimiz biliyoruz ki Hz. Âdem ile Havva validemizin ilk im­ti­hanları gıda ile baş­la­­mış­tır. Yasak meyveden yi­ye­rek pek çok hikmetlere bi­naen Cen­net’ten dünyaya gön­de­ril­di­ler. Bu netice, insan­oğ­lunun ilk imtihanını helâl gıda veya ye­mekle kaybetmesi anlamına gelir. Ve helâl olmayan gı­da­nın insanı cennetten mah­rum bırakacak kadar önem­li ol­du­ğuna işaret eder. Haram­lar haramları, helâller helâlleri celp eder. Helâl kazançlar fa­kir­lere, çaresizlere çare, dertlilere deva, hastalara şifa olur. Ze­kâ­ta, sadakaya, vakfa, hayra dö­nüşür. Temiz ve kıymetli amel­lere maya olur. Helâl ka­zanç ve gıdalar güzel ahlakı, if­feti, edebi ve hayâyı beslerken, haram kazanç ve haram gıdalar ise ahlaksızlığa, israfa, isyana ve günaha kapı açar. Haram yiyen hayır yapamaz, yaptıklarının da sevabını alamaz. Yine ha­ram, şüpheli ve şaibeli gıda­lar, bedeni hantallaştırır, mane­vi­ya­tı söndürür, kasvet ve gaflete sebep olur. Hz. Peygamber: “İnsan yedi­ğin­den ibarettir” buyurmuştur. Ne yersek o oluruz. Lokma vardır kişiyi dünya ile meş­gul eder. Lokma vardır kişi­yi ahireti ile meşgul eder. Haram, bir vücuda girdi mi, insanın mayası, fıtratı bo­zu­lur. Haramı kendine gıda yapan, ibadetlerden soğur. Re­sûl-i Ekrem (sav) “Her kim ki vücudunun uzviyeti haram lokma ile teşekkül etmiştir. Artık cehennem, o vücuda yaraşan en iyi yerdir”(4) bu­yurmuşlardır. Cihan padişahı Yavuz Sultan Selim Hazretleri, Mısır fet­hi­ne giderken mola vermiş, canı­nın meyve istediğini beyan­la, askerlerin halkın bağ ve bah­çe­lerinden bir şeyler alıp al­ma­­dığını anlamak istemişti. As­­kerler tepki göstermiş ve “Pa­­di­­şa­­hımız bizi haramî mi zanneder” cevabını vermiş­ler­di. Bunun üzerine padişah Al­lah’a şükretmiş ve: “Allah ha­ram yiyen askere zafer nasip etmez. Vallahi halk sizden zarar görmüş, siz haram ye­miş olsaydınız bu seferden vazgeçerdim” demiştir. Atalarımız haram yeriz diye bayat yumurtasını pazara gö­tür­memiş, başkasının tarlasın­dan ekin yiyen ineğinin sütünü yere sağmıştır. Hz. Ebu Bekir Radıyallahu Anh Efendimiz, bir gün kö­le­sinin getirdiği sütten içti ve hemen kölesine, “Bunu ne­re­den aldın?” diye sordu. Kö­le “Kehanette bulundum, kar­şı­lık olarak bunu aldım.” de­di. Bunun üzerine Hz. Ebu Be­kir, içtiği sütü midesinden ta­ma­men çıkarmaya çalıştı. Son­ra: “Allah’ım! Midemde ka­lıp damarlarıma karışan kısmın­dan sana sığınırım.”(5)dedi. Duanın Kabul Şartı: Helâl Lokma Unutmamalıdır ki bir Müslü­man yediği gıdaların maddi te­mizliğine dikkat ettiği gibi ma­nevi temizliğine, helâl ve tayyib olmasına da dikkat etmelidir. Manevi temizlik haram ve şüp­heli şeylerden kaçınmakla olur. Çünkü bunlar insanın yaptı­ğı ibadetin makbuliyetine ve o ibadetinden zevk almasına büyük bir engeldir. “Ey in­san­lar! Yeryüzünde bulu­nan­­lar­dan helâl ve temiz olan­­larını yiyin” (Bakara 168) aye­ti Resûlullah’ın (asm) ya­nın­­da okununca Sa’d bin Ebi Vak­kas ayağa kalktı ve:  “Ya Re­­sû­lallah Allah’a (cc) beni du­ası makbul kimse yapması için dua et” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (asm): “Ya Sa’d! Helâl ye! Duan mak­bul olur. Muhammed’i kud­ret ve iradesiyle yaşatan Al­lah’a (cc) yemin ederim ki, midesine haram bir lokma indiren kulun kırk gün hiç­bir ameli kabul edilmez. Bün­yesi haramla beslenen bir kula en layık olan şey ce­hen­nemdir.”(6) buyurdu. Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatı­yor: Resûlullah (sav) buyurdular ki: “Öyle devir gelecek ki, in­san­oğlu, aldığı şeyin he­lâl­den mi, haramdan mı ol­du­ğu­na hiç aldırmayacak. Böy­le­le­ri­nin hiç­bir duası kabul edil­mez.”(7)  Helâl Dairesi Keyfe Kâfidir! Tam da bu meyanda Yahya bin Muazz el-Razi (ra) der ki: “İbâdet Cenâb-ı Hakk’ın ha­zi­­nesinde gömülü, değerli bir kilitle kilitli mücevherdir. Bu hazinenin anahtarı duadır. Diş­­leri helâl lokmadır. Dişle­ri olmayan bir anahtar nasıl ka­pıyı açamıyorsa hazinenin için­deki mücevhere (ibadetin sevabına) ermek ve hazineyi açmak için helâl lokma anah­tarı lazımdır.” Abdullah bin Ömer Radıyalla­hu Anh: “Namaz kılmaktan yay gibi, oruç tutmaktan çöp gibi kalsanız da, ha­ram ve şüpheli şeylerden kaçınmaz­sanız, Allah o ibadetleri ka­bul etmez.” buyurmuştur. İb­rahim bin Ethem Hazretleri: “Kemale erenler, ancak mi­de­lerine gi­ren­lere dikkat et­mekle kema­le ermişlerdir.” der. Misalleri ço­ğaltmak müm­kün… *** Evet, âhirzamanın fitneleri zu­hur etti. Şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olduğu günler geldi. Böyle bir zamanda he­lâ­li aramak ve bulabilmek dün­künden çok daha zor, bu­na dikkat etmek dünkünden çok daha mühim. Çünkü ka­zanç ve gıdanın helâliyetine dik­kat etmeksizin, kulluk va­zi­fe­sini hakkıyla edâ edebil­mek mümkün değil. Zira iba­­det­­lerin kıvam ve kabulü de he­lâliyeti gözetmekle müm­kün­dür. Helâl lokma, iba­det­te huşûyu artırır. Huşû için­­­deki bir ibadet de kulu ah­­lâk­­­sız­lıktan ve fenalıktan alı­­ko­­­yar. Kötülükten alıkonan bir kimse ise helâli arar, helâli gözetir, onun ibadete olan iş­ti­yakı daha da artar. Böylece saadet ve huzur içinde bir ömür sürer. Nitekim bu haki­kati beyan eden Süfyân-ı Sev­rî Hazretleri, “Kişinin dindar­lı­ğı, ekmeğinin helâlliği nis­be­tindedir.” buyurmuştur. Evlâtlarımıza helâl rızık yedir­mek, babanın evlâdına karşı va­zi­feleri, evlâdın da babası üze­­rindeki hakları arasında­dır. Evlât­ların anne-babalarına, din, vatan ve milletine hiz­met­­­kâr bir surette yetişti­ril­me­sinin ilk adımı ve manevi şar­tı da onlara helâl lokma ye­dirmektir. Hayırlı bir baba olmak isteyen ve evlâdının ha­yırlı bir evlât olmasını di­le­yen kişi; rızkını helâlinden aramalı ve helâle harcamalıdır. Başta çocuklarımız olmak üze­re toplum olarak tükettiği­miz gıdalar acaba ne kadar he­lâl? Ne kadar tayyib? Dondurma­lar, kolalar, cipsler, şekerlemeler, mey­ve suları, hazır gıdalar, çi­ko­la­talar, margarinler, peynir, yoğurt, tavuk ve sayamadığı­mız fakat her gün tükettiğimiz onlarca gıda maddelerini he­lâl­lik hususunda ne kadar araş­tırıyoruz? Ambalajında he­lal sertifikası­nı ne derece arı­yo­­ruz? Ha­ram lokmanın ahi­­ret­teki so­­rum­­luluğunu bilen bir mü­min, lazım ge­len araş­tır­ma­yı yapmalıdır. Aile­mi­ze, ev­lat­la­rımıza helâl lok­­ma yedirmek­­le mükellef ol­du­­ğu­­muzu hatırı­mız­dan çıkarma­yalım. Son olarak şunu ifade etmek isterim; kendimizi ve nesil­lerimizi gıda teröründen ko­rumak mecburiyetindeyiz. Saa­det asrının insanları, ha­ram­dan ve şüpheli lokmadan şid­det­le uzak duruyorlardı. O za­man­dan bu asra kadar geçen yıl­lar, insanların itikatlarını o ka­dar aşındırdı ki, “haram-he­lâl ver Allah’ım, senin kulun yer Allah’ım” sözü günümüz insanlarından bir kısmının fel­­se­fesi haline geldi. Tek dü­şün­cesi, midesi ve kesesi olan in­san­lar, zenginleşme hevesiyle, İs­lâm dininin yasakladığı şey­le­re fasit tevillerle cevaz ver­mek­te, haram yiyip içmek­te­dirler. Şu hakikati hiçbir va­­kit unutmayalım ki, “Helâl dai­re­si keyfe kâfidir. Harama gir­­me­ye lüzum yoktur.” Öyleyse helâl yiyelim! Helâl içelim! Helâl yaşayalım! Anlatmak, okumak, yazmak, söy­­lemek ve dinlemek kolaydır. Ce­­­nab-ı Hak zor olan yaşamayı na­­sib eylesin. Selam ve dua ile. Kaynaklar: 1- Enfal: 69, Maide:88, Nahl:114, Mü’minün:51, Bakara:1682- Buhari, İman 39, Büyû' 2; Müslim, Müsâkat 107, (1599); Ebu Davud, Büyû' 3, (3329, 3330); Tirmizi, Büyü 1, (1205); Nesai, Büyü 2, (7, 241)3- Buhârî, Buyû, 24- Sahih-i Buhari5- Gazali, İhya6- Taberani7- Buhari, Büyü' 7, 23; Nesai, Büyü' 2, (7, 243)

Recep Said YILDIRIM 01 Eylül
Konu resmiZülfikar Ali'lerini Bekliyor
Risale-i Nur

Kur’an eczanesinden ilaç­ları ve devaları barındıran ve Kur’an tezgâhında dökülen el­mas bir kılıç olan Nur Risale­leri meydandadır. Hz. Ali misal ilim ve hikmet kahramanları­nın elinde bu eserler kâinata hidayet nurlarını dağıtacaktır. Mahallenin birinde bir adam tere, nane, maydonoz, marul ve­saire yeşillik satarmış. Bir­gün mahalleye yeni bir yeşil­lik­çi gelmiş. Adam bakmış ken­di müşterileri günden gü­ne aza­lırken yeni adamın müş­te­rileri çoğalıyor. Bu durum adamın zoruna gitmiş. Yeni adamın yanına varmış; - Kardeşim! Ben bu mahallede senelerdir yeşillik satıyorum. Şimdi sen geldin işlerimi boz­dun. Git tereni başka yerde sat. Yeni adam; - Abi iyi hoş diyorsun da bu tere senin sattığın tere değil ki. - Nasıl yani? - Bak! Bu benim sattığım tere şu şu hastalıklara şifadır. Şu şu yemeklerin yanında yenirse hem lezzet verir, hem hazmı ko­lay­laştırır. Şöyle şöyle özellikleri vardır. - Yapma yahu. - Tabi Efendim, isterseniz size de vereyim bir deneyin. - Ver bakalım iki üç bağ şun­lardan. İşte böylece tereciye tere sat­mak deyimi ortaya çıkmış. Ye­ni gelen satıcı sattığı malın mahiyetini ve özelliklerini iyi bildiğinden, malını en umul­ma­dık kişiye de satmasını bil­miş. Yukarıdaki hikâyede anlatılmak istenen hakikati teyit eden bir hadiseyi daha paylaşmak isti­yorum. Bir harpte ganimet olarak ele geçirilen Zülfikar’ı Peygamber Efendimize (sav) getirirler. On­daki sanatı ve sağlamlığı gören Peygamber Efendimiz (sav): - Kim bu kılıcın hakkını verecek, buyurur. Hz. Ali: - Ben veririm ya Resûlallah (sav) der. Ve kılıcın yeni sahibi olur. Evet, Zülfikar şöhretini Hz. Ali gibi bir şecaat kahramanının elinde yakalamıştır. Zülfikar’ı Zül­fikar yapan Hz. Ali’dir. Be­diüzzaman’ın dediği gibi “kılıç kesmez bilek keser”. Bileği de yüreği gibi sağlam olan Hz. Ali Zülfikar’ın hakkını ver­miş. Zülfikar onun elinde dos­ta gü­ven, düşmana korku sal­mıştır. *** Sevgili Gençler! Bu gün de elimizde Kur’an eczanesinde ya­pılmış tesirli ilaçlar var. An­cak unutmamak gerekir ki o ilaç­ları muhtaçlara ulaştıracak, o ilaçların mahiyetini, özel­lik­lerini ve faydalarını bile­cek hazık hekimler, iman dok­­torları lazım. Asrımızın has­ta­­­lık­­larına deva olarak yazılan Nur Ri­saleleri hakiki ma­na­da te­sirlerini bu eserlerin ma­hi­yet ve özelliklerini bilen, ema­net, ehliyet, liyakat sahibi nur talebelerinin elinde göste­re­cek­­tir. Kendini yetiştirip iman dok­toru olan manevi kahra­man­ların ellerinde bu eserler bü­tün insanlığa envar-ı hidayet ve tedavi-i kulûb olacaklar ila-yı kelimetullah vazifesini yeri­ne getirecekler inşaallah. Evet, Kur’an eczanesinden ilaç­ları ve devaları barındıran ve Kur’an tezgâhında dökülen el­mas bir kılıç olan Nur Risale­leri meydandadır. Hz. Ali misal ilim ve hikmet kahramanları­nın elinde bu eserler kâinata hidayet nurlarını dağıtacaktır. Bu eserler onlardaki burhanları, delilleri, hüccetleri, hakikatleri ve sırları anlayıp anlatacak, ya­şatıp yaşatacak kahramanları bekliyor. O eserlerdeki nurlar ve burhanlarla dünyadaki zulüm, gaflet ve küfür karanlıklarını dağıtacak ve şeytani şüphe ve vesveseleri öldürecek âlimleri bekliyor. Ehli dalaletin altına saklayacağı hiçbir perde ve bahane bırakmadan hepsini par­çalayacak talebe-i ulûmları (ilim talebelerini) özlüyor. Evet, Zülfikar Ali’lerini bekliyor! Bakın Nur Risalelerinin müel­lifi Emirdağ Lahikasında bah­settiğimiz hakikate nasıl işaret ediyor. “Evet dinin, şeriatın ve Kur’­an’ın yüzden ziyade tılsımlarını muammalarını hal ve keşfe­den... Ve en muannit dinsiz­leri susturup ilzam eden... Ve miraç, haşr-i cismani gibi sarfı akıldan çok uzak zannedilen Kur’an hakikatlerini en mü­te­merrid ve en muannit fey­le­soflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları elbette küre-i arz ve küre-i havaiyeyi kendiyle ala­kadar eder. Ve bu asrı ve istik­bali kendi ile meşgul edecek bir hakikat-i Kur’aniyedir. Ve ehli imanın elinde elmas bir kılıçtır.” Bizler bu asrın fitne, fesat ve yangınlarını söndürmeye me­mur olarak Risale-i Nurları gö­­rüyoruz. Erenler, evliyalar, şe­­hitler ve fatihler yatağı olan bu mübarek vatanda yetişen bu mübarek ve meymenetli, şe­caatli ve asil milletin Kur’an’ın işaretiyle1 ve hadislerin müjde­leriyle2 Allah indinde ne kadar merğub ve mahbub ve cengâver olduklarına bel bağlıyoruz. Bu milletin içinden çıkacak olan Saidler, Hamzalar, Ömerler, Os­­manlar, Yusuflar, Ahmetlerin ni­san yağmurları gibi zamanı­mı­zın ve zeminimizin nurlanıp ha­yat­lanmasına vesile olacağına ina­nı­yoruz. Öyleyse haydi gençler, var mı­sı­nız birer iman doktoru ol­ma­ya! Bu hakikatlerle önce nefsimizi, sonra muhtaçları nur­­lan­­dır­ma­­­ya. Risale-i Nur eser­­­le­­ri­ni haz­­­medip kâmil bir mür­şit ol­ma­­ya! İla-yı Kelime­tul­lah va­zi­fe­sini nur eserleriyle yap­mak için hayatını bu yola vak­fet­me­­ye! Huzuzat-ı nefsa­ni­ye­sini terk edip halisen li­vec­hillah her şeyini Rıza ve Muhabbet-i İlahi yolunda feda etmeye! Tahkiki iman, tam ih­lâs, hakiki sadakat, sarsılmaz tesa­nütle Kur’an’a hadim olmaya! Cenabı Hak bizleri rahmet ve keremiyle ve hıfz ve himayetiy­le ve tevfik ve hidayetiyle Ri­sa­le-i Nurun hizmet ve intişarına ebeden muvaffak eylesin Âmin. اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى جَامِعِ مَكَارِمِ اْلاَخْلاَقِ وَمَظْهَرِ سِرِّ " فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُن مِّنَ السَّاجِدِينَ وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ" (Ya İlahena! Bütün güzel ahlakı üzerinde toplayan ve “Öyle ise Rabbine hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” sırrına mazhar olan Efendimiz Muhammed’e salât eyle.) Kaynaklar: 1- İşte Ey Ehl-i Kur’an olan şu vata­nın evlatları! 600 sene değil, bel­ki Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakim’in bay­rak­­ta­rı olarak bütün cihana kar­şı mey­dan okuyup, Kur’an’ı ilan et­miş­siniz. Mil­liyetinizi, Kur’an’a ve İs­lamiyet’e ka­le yaptınız bütün dün­yayı sus­tur­dunuz, müthiş teha­cümatı def et­ti­niz, ta “Allah ileride (onların ye­ri­ne) öyle bir kavim getirir ki (O) onları sever ve (onlar da) Onu severler; (o bahtiyar insanlar) mü­minlere karşı alçak gönüllü, kâ­fir­lere karşı şiddetlidirler! Allah yo­lunda cihat ederler” (Maide, 54) aye­­tine güzel bir masadak (mazhar) ol­­du­­nuz. (Mektubat, 26. Mektub, 123)2- “Türkler hakkında sena-i Pey­gam­ber’i muhakkaktır. Birkaç yerde Türk­lerden ehemmiyetle bahsetmiş; ha­dis var. Fakat bu hadisin hakikî su­reti ne olduğunu, yanımda kü­tüb-i hadisiye bulunmadığından bile­­miyorum. Fakat manası  ha­ki­­kat ve Türk milletinin senâ-yı Pey­gam­berîye mazhar olduğu haki­kat­tir. Bir numunesi Sultan Fatih hak­kındaki hadistir.” Emirdağ La­hikası

Muhammed Said ARPACI 01 Eylül
Konu resmi"Değer"lerimizi Gül Tartısından Geçiriyor muyuz?
İnsan

“Değer” deyip geçivermemek gerek. Değerin de kıymetini bilmek ve anlamakla içini doldurmalı böylelikle maddesiyle manasıyla ona sahip çıkmalıyız, onu ihya etmeliyiz. Kuvveden fiile geçirebilmeliyiz. Ki “tesirinin halkı için” her iki nevi dua bir arada yapılmış olunsun.  Değer isimli nice mücevherlere sahibiz. Her birisi bir altın bir elmas de­ğil ama kıymetinde… Bazıları ahlak imbiğinden sü­zül­müş, bazıları akıl bazıları gönül… Ama hepsinin üzerinde aynı mühür var: İslam… Hepsi, maddi ve manevi tuğla­lardan örülü İslam medeniyeti adlı kal’anın sağlam imar taşları, asırları ruhlarıyla ayakta tutan. Asr-ı saadetten asrımıza taşın­mış bu değerlere asrımızdan asr-ı saadet gözlüğüyle bak­­­mak lazım… Her birini sün­net-i se­niyye merceğiyle okumak la­zım… Ta ki hakiki ve asli ma­na­­larını kalbimizle idrak ede­bi­lelim. Asırlar içerisinde yü­­zey­lerine çiselenen tozlar­dan on­ları izale edebilelim. Mem­baından ilk günkü heyecanla, ashab rikkatiyle okuyabilelim. Bazen bir kelime geniş ufuklar açar tefekkür dünyamıza. Bize düşen kelimelerden örülü bu dünyamıza en mümtaz mana­lardan giriş yapabilmektir. Değerler başlı başına birer is­me, kelimeye dayanır. İman, ce­saret, sabır, tevekkül, ihsan, sıdk, sadaka, hüsn-i zan vs. vs. Hangi değeri ele alırsak alalım, girizgâhında mezkûr isimler vardır. Bunlar tâcıdır, kapısıdır, besmelesidir. Ahsen-i kelâm Rabbimize ait­tir. Tercümanı ise hadis-i şe­rif tabiriyle muallim-i ukûl olan Efendimizin inci tanesi söz­le­ri­dir. Bahsi geçen değerler bu mana incileriyle müşerref ol­ma­lıdır ki nazarda tevhid ol­sun. Kesret gönül ve aklımızı dağıtmasın. İnsan için en mühim değerler­den birisi: İman… Belki de en önemlisi. Nasıl bir imandan bahsediyoruz? Değer olarak yö­­­nel­­di­ğimizde “çerçevesini” na­sıl be­lirleyeceğimiz bir iman du­ru­yor karşımızda? Zamanı­mıza münasip bir kıyafetle na­zar­larınıza arz edelim. İşte “hashtag”larla değer sahasına yö­nelttiğimiz bir iman çerçevesi: #İman Cennete, cehenneme, hesap gü­nüne, yaptıklarını tartan mi­za­­na ve iyisiyle kötüsüyle kade­re inanmandır. #İmandandır. Darlıkta sadaka vermek. Her­kese selamı yaymak. İn­safı gözetmek. Hayâ. #İmanını kemâle erdirir. Yaşanılan güzel bir ahlaka sahip olan kimse. #Tam iman etmiş olur. Peygamberimizin kendisine babasından, evladından ve bü­tün insanlardan daha sevgili ol­du­ğu kişi. Kendisi için sevdiği bir şeyi, kardeşi için de seven kişi. Allah için seven, Allah için nefret eden, Allah için veren, Allah için tutumlu olan kişi. #Kalbinde zerre kadar iman bulunan Cehennemden çıkar. #İman etmeden ölen Yahudi olsun, Hristiyan olsun, Peygamberimizi duyduysa ke­sin­­likle cehennemlik olur. #İmanın derecesi vardır En üstünü “Lâ ilâhe illal­lah” sözüdür En düşüğü rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. En zayıfı kötü ve çirkin bir iş gördüğünde el veya dil ile değil de kalben karşı koymaktır. #İman eden kimse Komşusuna eziyet etmez. Misafirine ikram da bulunur. Ya hayır söyler veya susar. #İmanın tadına eren kimse Kendisine Allah ve Resulü her şeyden daha sevimli olandır. Bir kimseyi ancak Allah için sevendir. Cehenneme atılmaktan kork­tuğu gibi küfre dönmekten kor­­kandır. #İmanın yarısıdır Temizlik. Sabır. #İman etmiş olmaz Komşusu açlıktan kıvranır­ken, tok yatan kimse. Elbette ki yukarıdaki #’lerde yer alan nazarlardan yaklaşılsa, sıralanan nebevî manalar kalbe ve akla yerleşse değerler sağlam birer çekirdeğe sahip olacak, bu vesileyle sahiplenenler adedin­ce meyveler verecektir. Bir de bu açıdan değerlen­di­re­­lim değerlerimizi. Her bir de­­ğe­ri­mizin mukaddimesine Efen­­di­mizin ıtrı ne kadar yan­sı­yor, siniyor? Onunla doldura­biliyor muyuz içini her bir değerimizin? Yoksa her biri dünyaya münhasır manalarıyla abes birer “iyimsi” bir şey ola­rak mı kalıyor açık ve boş avuç­larımızda. Ya Rabbi! Senin kıymet ver­mediğin hiçbir şeye kıymet verdirme. Her şey seninle ve senin sevdiklerinin mevcudi­ye­tiyle “değer” kazansın dünya­mızda. #Amin!  

İbrahim SARITAŞ 01 Eylül
Konu resmiMezhebleri, Müctehidleri ve Sahâbeleri Yalanlayarak İnkâr Edenlerin Asıl Maksadları Nedir?
Tarih

Bu zevâta sormak lâzım. Asr-ı saadetle alakalı birçok mevzuu ve tarihî olayı en ince ayrıntı­sı­na kadar anlatıyorsunuz ve ne­redeyse bütün sahâbeleri ya­­lancılıkla suçluyorsunuz. Pe­ki, siz bu en ince ayrıntısına ka­­dar anlattığınız hadiseleri ne­re­­den okuyorsunuz? Her­ke­si ya­lan­cı­lıkla suçlarken, sizin nak­let­ti­ği­niz bilgilerin doğ­ru­­lu­­ğundan nasıl emin ola­bi­­li­­­yorsunuz? De­mek ki bu zevâtın işi, işlerine geleni doğ­ru kabul etmek, iş­le­rine gelme­yeni reddetmektir.  Günümüzde her konunun uz­manı çıkıp, sadece uzmanı ol­duğu konuda konuşurken; me­­sele din olunca bilgisi olma­yan birçokları da çok rahat bir şe­kilde fikir beyan edebiliyor­lar. Hâlbuki her ilim dalında olduğu gibi dinî ilimlerde de bilenlerin konuşması esastır. Bil­­meyenlerin konuşarak ortalı­ğı karıştırdıkları bu zamanda, ba­zen bilen ama çarpıtan veya bil­diğini zannedenlerle de kar­şılaşabiliyoruz. Özellikle doğ­ru­sunu ve gerçeğini bildiği hal­de çarpıtan, değiştiren hatta en mü­him hakikatleri yok sayan çok­ça zevat, gerek medyada ge­rekse de sosyal medyada cirit atı­yorlar. Sâfî zihinleri, genç beyinleri ve bilmeyenleri, süslü cümlelerle, mantık oyunlarıyla ve her id­dialarını ispatlamak için kul­landıkları basmakalıp cümle­ler­le kandırmaya çalışı­yor­lar. Bir­birinden ayrı gibi gö­­rü­­nen ancak aynı amaca hiz­met et­tikleri anlaşılan bu ze­­vât, ki­mi zaman kaderi inkâr edi­yor­lar, kimi zaman da Ha­dîs-i Şe­rîfleri reddediyorlar. Ki­mi za­­man sahâbelerin ve müc­te­hid­­­lerin ictihâdlarını yok sa­yıp, dört hak mezhebi silip ata­­biliyorlar. Hatta İslâmi­yet’ in her hükmü ile ilgili is­te­dik­leri gibi ictihâd yapıp(!), Pey­gamber Efendimiz’i (asm) dahî eleştirebilecek bir dere­keye dü­şebiliyorlar. Bu tür zevâtın bir kısım medya aracılığıyla revaç bulduğu ve pohpohlandığı bir dönem­den ge­çiyoruz. Ehl-i imanın sa­­hâ­­­be efendilerimiz, mezheb imam­­la­rı­mız ve müçtehitler hak­­kın­­­daki güzel düşüncelerini boz­­­­maya çalıştıkları ve imanın er­­­kânını dahî açıkça inkâr et­tik­­­leri hâlde, hâlâ âlim naza­rıyla bakılan bu zevâta ciddî bir tepki verilmemektedir. Ahir zamanı her hususuyla yaşadı­ğımız şu zamanlarda ehl-i imanın maneviyatını tehdid eden her hususta olduğu gibi, bu hu­susta da Bedîüzzaman Haz­ret­lerinin sorunun çıkış nok­­­taları ve çözümleri ile ilgili tes­bitleri mevcuttur. Risâle-i Nûr Külliyâtından Sözler Mec­mû­asının 27. Sözünün zeylin­de bu mesele izah edilmektedir. Be­diüzzaman Hazretleri, bahsi geçen zevâtın düşünce yapısını şu şekilde izah etmektedir: “…Gayet müdhiş mağrur in­sanlardır ki, mezhebsiz­likleri­ni müctehidîn-i izâma müsâvât davâsı altında neşretmek isti­yorlar ve dinsizliklerini Sahâ­be’ye karşı müsâvât davâsı al­tında icrâ etmek istiyorlar. Çün­kü evvelen o ehl-i dalâlet sefâ­hete girmiş, sefâhette tir­yâkî olmuş. Sefâhete mâni olan tekâlif-i şer’iyeyi yapamı­yor. Kendine bir bahane bul­mak için der ki: ‘Şu mesâil, ic­tihâdiyedirler. O mesâilde mez­hebler birbirine muhâlif gi­diyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilir­ler. Öyle ise biz de onlar gibi ictihâd ederiz. İstediğimiz gibi ibâdetimizi yaparız. Onlara tâ­bi olmaya ne mecbûriyetimiz var?’ İşte bu bedbahtlar, bu de­sîse-i şeytâniye ile başlarını mezâhibin zincirinden çıkarı­yorlar. (Sözler Mecmûası, Sayfa 169-170)” Demek ki, bu hususta da so­run, yine fikrî değil, nefsîdir. Sahâ­be efendilerimizi ve mezheb imamlarımızı, kendileri ile bir tutup; ‘Onlar da bizim gibidir, niye onlara tabi olalım?’ diyen zihniyetin perde arkasındaki düşüncesi, sefâhetlerine kılıf uydurmaktır aslında. İşleye­cek­leri günahlara yol açıp on­ları helal göstermek ya da za­ten ye­rine getirmeyecekleri farz­ları ve sünnetleri yapmamak için ken­dilerince ilmî bahane bul­­­mak­tır. Bu arada kendi çü­rük ve temelsiz iddialarına da çok­­larını inandırarak, on­ların iti­­kadlarına da za­rar ver­­mek­te­dirler. Üstad Be­dîüz­­zaman Haz­­­retleri, bu tarz tiplerin sa­hâ­belere dil uzat­ma­larının al­tında yatan temel sebebin ise, imanın erkânlarından işlerine gelmeyenleri inkâr etmek için olduğu, tespitinde bulunuyor. Bu çerçevede aynı mevzunun devamında şunları ifade ediyor: “O kısım ehl-i dalâlet baktılar ki, müctehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyât-ı dîniyedir. Hâlbuki bu kısım ehl-i dalâlet, zarû­ri­yât-ı dîniyeyi terk ve tağyîr et­mek istiyorlar. ‘Onlardan da­ha iyiyiz’ deseler, meseleleri ta­mam olmuyor. Çünkü mücte­hi­dîn, nazariyâta ve kat‘î olma­yan teferruâta karışabilirler. Hâl­­buki bu mezhebsiz ehl-i da­­lâ­­let, zarûriyât-ı dîniyede da­­hi fikirlerini karıştırmak ve kâbil-i tebdîl olmayan me­sâ­ili tebdîl etmek ve kat‘î er­kân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden, elbette zarûri­yât-ı dîniyenin hameleleri ve direkleri olan Sahâbelere ilişe­cek­lerdir. Heyhat! Değil bunlar gibi insan sûretindeki hayvan­lar, belki hakiki insanlar ve ha­kiki insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri, Sa­hâ­be’nin küçüklerine karşı mü­sâvât davasını kazanama­dık­ları, gayet kat‘î bir surette Yirmi Ye­dinci Söz’de isbat edilmiştir.”1 Bahsimize konu zevât; ‘Dört hak mezhebin imamlarından ve müctehidlerden daha iyiyiz’ deseler, meseleleri tamam ol­mu­yor. Asıl maksadlarına kavu­şa­mıyorlar. Çünkü müctehid­lerin ictihadlarına konu olan meseleler, nazariyât-ı dîniyeye dâhil olan meselelerdir. Naza­riyât-ı dîniye ise; ayet ve ha­dis­lerle kesin olarak sınırları belirlenmemiş ve dinin ictihâ­da açık olan kısımlarıdır. Bu kısımlara karışmak, bu me­se­leleri bozmak ve kendi ka­fa­la­rına göre değiştirmek on­­­lara yetmiyor. Onların asıl mak­sat­ları dinin temel meselelerine ilişmek, iman esaslarına do­kun­­mak ve erkân-ı imaniye de­­di­­­ğimiz imanın rükünlerine zarar vermektir. Bir meseleyi anlatmaya başla­dık­larında İslâm âleminin ço­ğunluğunu teşkil eden ‘Ehl-i Sün­net’tenmiş gibi konuş­ma­ya başlar ve karşılarındakile­ri­ni iti­­­kat­larının düzgün olduğuna inan­dırmaya çalışırlar. Ardın­dan yavaş yavaş kelime ve cüm­le aralarına serpiştirdikleri kafa karıştırıcı ifadelerle, in­kâr edecekleri iman esasıyla ala­kalı olarak kendilerini din­le­yen­lerin akıllarında soru işa­retleri oluşmasını sağla­ma­ya çalışırlar. Meselenin yete­rince olgunlaştığına kanaat ge­tirirlerse, asıl düşüncelerini açık­larlar. Bu süreç kimi zaman yılları alabilir. Hedeflerinde meselâ altı iman esasından biri olan ‘Kader’i inkâr etmek varsa, kaderle alakalı hadisleri inkâr ederler. Bu hadisleri nakleden sahabeleri ve râvîleri yalancılık­la suçlarlar. Bu meselenin Kur’ ân’da olmadığını söylerler. Ya­ni kısacası asıl maksatları ima­nın rükünleri olduğu için, en büyük saldırılarını sahabe efen­dilerimize yaparlar. Bu zevâta sormak lâzım. Asr-ı saadetle alakalı birçok mevzuu ve tarihî olayı en ince ayrıntı­sı­na kadar anlatıyorsunuz ve ne­redeyse bütün sahâbeleri ya­­lancılıkla suçluyorsunuz. Pe­ki, siz bu en ince ayrıntısına ka­­dar anlattığınız hadiseleri ne­re­­den okuyorsunuz? Her­ke­si ya­lan­cı­lıkla suçlarken, sizin nak­let­ti­ği­niz bilgilerin doğ­ru­­lu­­ğundan nasıl emin ola­bi­­li­­yorsunuz? De­mek ki bu zevâtın işi, işlerine geleni doğ­ru kabul etmek, iş­le­rine gelme­yeni reddetmektir. Dünya tarihinin en sağlam ve ince elenip sık dokunmuş bir rivayet zinciriyle günümüze ula­­şan Hadis-i Şerifleri, hiç kim­­senin inkâr etmeye hakkı yok­­tur. İslâmiyet’in bugünlere as­lıyla gelmesinde en büyük emek­leri geçen sahabeleri ya­lan­cılıkla suçlamaya kimsenin hakkı yoktur. Dinimizi aslıyla yaşamamız için gereken fetva­la­rı veren, bu meseleleri yazdık­ları kitaplarla ve yetiştirdikleri ta­lebelerle günümüze ulaştıran mezheb imamlarını ve mücte­hidleri inkâr etmeye ve yok say­maya kimsenin hakkı yoktur. Zaten işin traji-komik tarafı da şudur ki; mezhebleri ve müc­tehidleri inkâr ederler ama na­maz başta olmak üzere birçok ibadeti de onların icti­had­ların­daki gibi yerine geti­rirler. Sahabe efendilerimize, hak et­medikleri ithamlarda bulunan­lara cevaben 27. Söz’den; saha­belerin nasıl bir maneviyata sa­hip olduklarının ve onlara ye­ti­şilemeyeceğinin üç delilini şu şekilde özetleyebiliriz: 1-Peygamber Efendimizin (asm) sohbetinde bulunan saha­be­ler, Nübüvvet-i Ahmediye’ye (asm) muhatap olmuşlardır. Asr-ı saa­detten sonra manevî âlem­­ler­de Peygamber Efendi­miz (asm) ile muhatap olanlar, Velâyet-i Ah­­­mediye’ye (asm) muhatap ol­­mak­tadırlar. Nübüvvet yani Pey­gamberlik, velâyet yani ev­li­yalıktan derece olarak ne kadar yüksekse, sahabeler ile onlardan sonra gelen evliyalar arasında da o kadar mertebe vardır. Çünkü sohbette insibâğ ve inikâs var­dır. Sohbeti yapanın maneviyatı dinleyenler üzerinde tesir eder. Peygamber Efendimizi (asm) bir saat dinleyen sahabe olurdu. Bir gün dinleyen, medenî kavimlere muallim ve öğretmen olurdu. 2- Asr-ı saadette iman ve kü­für, doğruluk ve yalancılık ve iyi ile kötü arasındaki mesafe o kadar açık ve net idi ki; sa­habeler tam ve eksiksiz ola­rak ve sağlam bir şekilde imanın, doğruluğun, iyinin ve hay­rın yanında yer alıyorlardı. An­cak asr-ı saadetten sonra hayır ve şer arasındaki bu mesafe da­­ral­­dı. Üstâd’ın ifadesiyle; “Bir dük­kânda ikisi beraber sa­tıl­maya başladığı gibi, ah­lâk-ı ictimâiye bozuldu. Propa­gan­da-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğ­­ru­luğun parlak güzelliği gö­­rün­­memeye başladı.” Böyle bir or­tamda kimin haddine ki; sa­ha­­beler seviyesine çıkabilsin. 3- Asr-ı saadette bütün kalb­ler; “Rabbimizin bizden istediği ne­dir?” diye merak ederdi. Dün­ye­vî işlerle meşgul olurken da­hi kalbler ahirete dönüktü. Şim­di bu şuur seviyesini asr-ı saa­detteki seviyede yakala­mak mümkün görünmüyor. Ce­nâb-ı Hakk’ın lütfuyla ve ak­re­bi­yetin sırrıyla, manevî ma­kam­ları ehl-i velâyetin ge­çe­meyeceği bir hızda geçen sahabelere bu cihette de yeti­şilemez. İslâmiyet’in tesisinde ve yayılmasında ilk hizmet­le­ri sahabeler yerine getirdiği için, ‘Sebep olan, yapan gibi­dir’ sırrınca; kendilerinden son­­ra gelen herkesin sevabının bir misli de onların amel def­ter­lerine geçmektedir. Bu cihetle, sevap yönünden de sahabelere kimse yetişemez. İslâmiyet’in ilk ve en zor zamanlarında iman da­­va­sı için mücadele eden sa­ha­be­lerin alacakları se­­va­­bın faz­lalığını da hesaba kat­­tı­ğı­­mızda, sahabelerin ma­kam­la­rı­nın ula­şı­la­maz­lığı daha iyi an­la­şı­la­cak­tır. Kaynaklar: 1- Sözler Mecmûası, s. 170

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiİlk TBMM ve Bediüzzaman (Kasım 1922 - Mayıs 1923)
Tarih

“1922’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı /fikirleri içinde, gayet müthiş bir zındıka /dinsizlik fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne /hilelerle çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” Dergimizin Ağustos sayısında Milli Mücadele Döneminde Be­­diüzzaman Hazretlerinin yap­­tı­ğı faaliyetlerden ve katkı­lar­­dan bahsetmiştik. İstanbul’u Ana­­­dolu’dan daha tehlikeli gö­­­­ren Üstad mücadelesine İs­tan­­­bul’da devam etmişti. Bu mücadele sırasında Mustafa Ke­mal, eski Van Valisi Tah­sin Bey olmak üzere on se­ki­zin üzerinde davetle An­ka­ra’ya çağrılmıştı.1 Bu davet­ler üze­rine Kasım ayının orta­la­rın­­da Ankara’ya gitti. 22 Ka­sım 1922’de TBMM’de adı­na “hoşamedi / hoşgeldin mera­si­mi” düzenlendi.2 Bediüzzaman Hazretlerinin sal­­­­­ta­­­­­na­­­tın kaldırılmasından son­­­­­­ra An­­ka­ra’ya gelmesi, zi­hin­­­­­ler­­­de, “Sal­­tanata karşı mıy­dı?” so­rusunu getirebilir. Bu nok­­ta­da, yeni halin millet ira­desine dayalı bir sistem olması, Bediüzzaman’ın öteden beri savunduğu fikirlere uy­gun­­dur. Yani Bediüzzaman için as­lolan meşruiyetini İs­lam hu­ku­kundan alan bir dev­let an­la­yışının olmasıdır. Bu dev­­let anlayışının millet irade­siyle tescillenmesi İslam’ın ru­­hu­­na ve devlet felsefesine ay­­kı­­­rı değildir. Hatta daha da uygundur. Nitekim dört hali­fe­nin seçimle belirlenmesi, ‘cum­huriyet’in İslam hukuku içeri­sinde barındığının en bariz bir göstergesidir. Buradaki problem şudur: Altı yüz yıl İslam’a bayraktarlık eden Osmanlı Devleti’nin yıkı­lı­şını -haklı olarak- hazmede­me­memiz. Ama tarihi bir va­kadır ki Dört Halife Dönemi, Emeviler, Abbasiler, Selçuklu­lar gibi tarihimizde pek çok devlet siyasi, ekonomik, sosyal sebeplerle yıkılmıştır. Her yıkı­lanın yerine de yenisi ihdas edilmiştir. İbn-i Haldun’un de­diği gibi “Devlet de diğer can­lılar gibi kendiliğinden mey­dana gelir, büyür, gelişir ve ölür.” Burada aslolan, yıkılan devle­tin hatalarından ders çıkara­rak yenisinin İslam hukuku çer­çevesinde sistemleşmesini sağ­lamaktır. Bu realiteyi göz ardı edip maziye mahkûm olursak, geleceği inşa edemeyiz. Nitekim Bediüzzaman Hazret­leri de Osmanlı Devletinin ayakta kalabilmesi için canı­­nı ortaya koymaktan çekinme­miş­­tir. Fakat bu devletin yerine mey­dana gelen oluşuma da kayıtsız kalmamış, “müsbet ha­reketi” esas yaparak bu mil­letin iman nurlarından mah­rum kalmaması için yine ha­yatını ortaya koymuştur. An­kara’ya geldiği ilk günden iti­baren milletimizin ruhu olan İslam’ın, yeni devletin beyni olan mecliste etkili bir şekilde temsil edilmesi gereğini ısrar­la belirtmiş, bunun için risk almaktan çekinmemiştir. Bediüzzaman Hazretleri Os­man­lı Devletine, meşruti­yete, Cum­huriyete hep zamanın ge­lişmelerine uygun olarak İslam hukuku çerçevesinden bakmış, İslam’ı esas, devlet ve sistemleri ise araç olarak görmüştür. Araç­lar zamanın ihtiyaçlarına ve ge­lişmelerine göre değişebilir.  Ama esas olan İslamiyet ise ezel­den ebede değişmez bir haki­kattir nazarıyla bakmıştır. “Biz muhabbet fedaileriyiz, hu­­sumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki,3 adalet ve meş­veret ve kanunda inhi­sar-ı kuvvetten / kanun üs­tün­lüğünden ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garra tees­süs ettiğinden, ahkâm­da Avrupa’ya dilencilik et­mek, din-i İslam’a büyük bir ci­nayettir. Ve şimale / kuze­ye müteveccihen / yönelerek na­maz kılmak gibidir. Kuv­­vet kanunda olmalı. Yok­sa istibdad tevzi / pay olun­muş olur. -Şüphesiz ki pek kuv­vetli olan, kudreti her şeye galib gelen ancak Rab­bin­­dir.-4 Hâkim ve âmir-i vic­da­nî / vicdanın hâkimi ve ami­ri olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm ve­ya­hut din-i İslâm namıyla ol­malı. Yoksa istibdad dai­ma hükümferma olacaktır.”5 Bu paragrafta Hazret-i Üstad; Müsbet hareketi esas tuttu­ğu­nu, Nasıl bir cumhuriyete taraf­tar olduğunu, Hukukumuzun hangi kay­nak­tan beslenmesi gerektiğini, Batı kanunlarının alınması­na nasıl baktığını, Vicdanların amir ve hâki­mi­yet kıstasının ne olduğunu, Eğitim ve medeniyetin İs­lam’ın ölçüleriyle yapılanması ge­reğini, ifade etmektedir. Eğer adalet, meşveret ve kanun üstünlüğü sağlanamazsa istibdadın önü­nün alına­mayacağını belir­tir. Bu pa­ragraf, -bir nevi- Haz­ret-i Üstad’ın siyaset ve devlet felsefesinin özeti niteliğinde­dir. Devirlerin değişmesi, sade­ce meş­rutiyet kavramının cum­hu­ri­yet ifadesine dönüşmesine sebep olmuştur. Nitekim Asr-ı Saadetin de şehadetiyle ideal olan zaten cumhuriyettir. Hazret-i Üstad: “Meşru, haki­kî meşrutiyetin / cumhuriye­tin6 müsemmasına ahd ü Pey­­man / yemin ettiğimden, is­tib­dad ne şekilde olursa ol­sun, meş­rutiyet / cumhuriyet li­ba­sı giysin ve ismini tak­sın; rast gelsem sille vu­ra­cağım... Eğer meşrutiyet /cum­huriyet, bir fırkanın /par­tinin istibdadından iba­ret ise ve hilaf-ı şeriat / İs­lam dışı hareket etmek ise bü­tün dünya, cin ve ins şahid olsun ki, ben mür­teciim. Zira yalanlarla itti­had / birlik yalandır ve ifsa­dat / bozgunculuk üzerine müesses olan / kurulan ism-i meşrutiyet / cumhuriyet fasid­dir / yanlıştır.7 Bu ifadelerde de görüldüğü gibi istibdad uy­gulayanlar sistemlerine cum­hu­riyet / meşrutiyet ismini koy­salar da hakikat değişmez diyor. Burada görülmesi gereken ha­kikat, cumhuriyet ve meşru­ti­yet kavramlarının hangi te­mel­ler üzerine oturtulduğudur. Ni­te­kim cumhuriyetin ilk yıl­­larında tek parti uygula­ma­­ları da Hazret-i Üstad tara­fından şiddetli istibdad ola­rak yorumlanmış, fakat bu dö­nem­de siyasi alanda çalışma yap­mak yerine manevi ve imani sahaya ağırlık vermiştir. Çün­kü milletin temsilcisi niteliğini taşıyan mebusların dahi dinde lakaytlıkları toplumun yeni­den inşa edilmesi gereğini or­taya koymuştur. Bu durumu “1922’de Ankara’ya gittim. İs­lâm Ordusunun Yunan’a ga­lebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı / fikir­leri içinde, gayet müthiş bir zındıka / dinsizlik fikri, içi­ne girmek ve bozmak ve ze­hirlendirmek için des­sâsâne / hilelerle çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” şeklinde ifade etmektedir. Ya­ni üstad zamanı idrak etmiş ve asıl saldırının ve zaafın iman üze­rine olduğunu anlamış. Bütün mesaisini Hazret-i Peygamber (sav)’in ilk yıllarında yaptığı gibi iman meseleleri üzerinde yoğunlaştırmıştır. Cahiliye dö­ne­mi ile günümüz popüler kül­tü­rünü realist bir şekilde mu­ka­yese ettiğimizde, arada bü­yük benzerliklerin olduğu görülecektir. Bu noktadan Hz. Üstad’ın TBMM’de 19 Ocak 1923’te kaleme aldığı beyanname son derece önemlidir. Nasıl ki Hazret-i Peygamber (sav) on bir yıllık iman hizmetinden sonra Allah’ın emriyle namazı farz kılarak iman hizmetinden İslam boyutuna geçmeye baş­ladı. Aynen bunun gibi Bediüz­zaman Hazretleri de Zat-ı Ri­salet’ten (sav) aldığı dersle iman­daki zaafı namazdaki la­kayt­lıkta ve ciddiyetsizlikte gör­dü. Adeta “Namaz dinin di­re­­ğidir”8 hakikatini milletin mec­­lisinde gündem yaparak, “Mek­ke’de doğan saadet güne­şi, tarih vadilerinde her ge­çen gün zayıflayarak asrımı­za gelmiş ve geceye inkılap etmiştir” manasında tarihe not düşmüştür.  Bu şekilde bel­ki de siyasi hayatının son ham­lesini yapmış, eski Said’den yeni Said’e geçiş sürecini “Eski Said’in gülmeleri yeni Said’in ağlamalarına inkılap ettiği hengâmda”9 ifadeleriyle tamamlamıştır. Siyasi hayatının son hamlesini namaz üzerinden yapması da çok manidardır. Çünkü namaz, Müslümanın hak katında esas duruşunun, ciddiyetinin, sada­katinin, samimiyetinin, imanı­nın bir göstergesiydi. Asr-ı saa­dette safların sıklığı nasıl ki itti­hat ve ittifakın tezahürüyse, bu gün saflarımızın dağı­nık­­lı­ğı hatta yokluğu perişani­ye­­ti­­mizin ve itilafımızın bir gös­tergesidir. O yüzden namaz, me­deniyetimizin ruhu ve res­mi­geçididir. Askerlik yapan­lar askerin esas duruşunun ne ma­­­naya geldiğini iyi bilirler. Esas duruştaki en ufak bir ha­ta disiplinsizliği, eğitim ek­sik­li­ğini, zafiyeti gösterir. Yani esas duruş askeri eğitimin öze­­ti­dir. Tıpkı namazın, ruh ve inanç dünyamızın, iman eği­timimizin özeti olduğu gibi… Şimdi biz, namazla ilgili on maddelik beyannameyi o dö­ne­mi göz önünde bulundu­ra­rak ve günümüze ışık tutarak incelemeye çalışacağız. Ey İslam mücahitleri! Ey zor meseleleri çözüme kavuş­turan­lar! Bu fakirin bir meselede on sözünü, bir kaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.10 “Şu muzafferiyetteki ha­ri­­­­ku­lade nimet-i İlahiye bir şük­­ran ister ki devam etsin, zi­yade olsun. Yoksa nimet şük­rü görmezse gider. Mademki Kur’an’ı, Allah’ın tevfikiyle / yardımıyla düşmanın hü­cu­­mun­dan kurtardınız; Kur’ an’ın en sarih / açık ve en kat’î / kesin emri olan “Salât / namaz” gibi ferâizi yerine getir­me­niz lâzımdır. Ta onun feyzi böyle harika suretinde üstünüz­de sürsün ve devam etsin.” Savaşın kazanılmasını Allah’ın bir ikramı olarak görmüş. Na­maz kılmayı ve farzları yerine getirmeyi ise, nimetin şükrü ve devamıyla eşdeğer tutmuştur. “Nimet şükrü görmezse gi­der” ifadesi paragrafın özeti ni­te­liğindedir. Nitekim Os­man­­lı Devleti düzenli ordu­lar­­la düş­manın ilerleyişini dur­du­ra­mamıştır. Fakat ölüm kalım savaşı olan Milli Mücadele hal­kın direnişiyle başarılmıştır.11 Bü­yük kuvvetlerin yapamadı­ğını kü­çük kuvvetlerin yapması Allah’ın bir inayeti ve yardımı değildir de nedir? “Âlem-i İslâm’ı mesrur et­­ti­niz, muhabbet ve tevec­cü­hünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin de­vam etmesi, İslam’ın emir­lerini yerine getirmekle olur. Zira Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.” Nitekim o dönemde karşılık­sız yardım gönderen bölgelere baktığımızda Hindistan, Pakis­tan, Afganistan gibi İslam coğ­rafyasını görüyoruz. Bu coğ­raf­yada da yardımlar büyük öl­çüde halkın gayretleriyle oluş­turulmuştur. Batı dünyasında ise, siyasi bir beklenti olmadan yardım elini uzatan bir devlet veya halk kitlesi yoktur.12 Ya da ben bilmiyorum. Buna rağmen İslam dünyasının teveccühünü bırakıp batının muhabbetine yönelmek bir akıl tutulması değildir de nedir? Dikkat! Tek­niği demiyorum, muhabbeti di­­yorum. Müslümanlar arası mu­hab­betse ancak Allah’ın ipi­ne sımsıkı sarılmakla te­sis edi­lebilir. Dindar Cum­hur­baş­ka­nımızın İslam Coğraf­ya­sındaki halk kitleleri üzerinde et­kisi ön yargılı bakmayanlarca ma­lumdur... Bu âlemde evliyaullah hük­­­­münde olan gazi ve şü­he­­­da­lara kumandanlık et­ti­­niz. Kur’an’ın evamir-i kat’ iyyesine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmağa çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kumandan iken orada bir neferden isti­m­dad-ı nur etmeğe muztar ka­lacaksınız. Bu dünya-yı de­niyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki, sizin gibi in­sanları işba etsin, tatmin et­sin ve maksud-u bizzât olsun. Bu paragrafta üstad şehitliğin bizi biz yapan önemli bir değer olduğunu, ahiret düşüncesi ol­madan bu dünyada da gerçek manada zaferler ve saadetler ka­zanılamayacağını vurgulu­yor. Bu duyguyu sürekli zinde tu­tan ve şe­hadet arzusuna maya olan ise, baş­ta namaz olmak üzere farz­lara riayettir. Bu duygunun mev­cudiyeti, tarihimizde nice az ordumuzun güçlü düşman­lar karşısında galip gelmesine vesile olmuştur. Bedir, Hendek, Mute, Malazgirt, Miryakefe­lon, Kosova ve mevzumuz olan Kur­tuluş Savaşı buna şahittir. Bu millet-i İslâm’ın ce­maatleri -çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine- başlarındakini mü­te­dey­­yin görmek ister. Hatta umum Kürdistan’da, umum memurlara dair en evvel sor­dukları sual bu imiş: “Aca­ba namaz kılıyor mu?” der­ler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa na­zarlarında müttehemdir. Bir zaman, Beytüşşebab aşairin­de isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebeb nedir?” De­diler ki: “Kaymakamımız na­­­maz kılmıyordu, rakı içi­yor­­du. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söy­le­yenler de namazsız, hem de eşkıya idiler. Savaş devam ederken “Doğ­ru yolu gösteren vaaz ve nasihat­lerden sonra herkes çalışmaya başladı.”13 “Bilhassa Anadolu ule­mâ-yı kirâmının hakikî fet­va­larla ifa buyurdukları irşa­dı müteşekkirane yâd etmeği ken­­dime bir vazife bilirim”14 ifa­deleri milli mücadele de di­ni duyguların ne derece ön plana çıkartıldığının bir teza­hürüdür.15 Aksi halde yukarda üstadın “Bu millet-i İslam’ın ce­maatleri –çandan / her ne ka­dar bir cemaat namazsız kal­sa, fâsık / günahkâr da olsa yine- baş­larındakini mütedeyyin gör­­mek ister” şeklinde ifade et­ti­ği gibi, halktan bir karşılık gö­re­mezler. Nitekim din ve dindarlar üze­rinde oynanan onca oyuna ve itibar cellatlarına rağmen bu milletin hala; inanç özgürlüğü düşüncesine sahip olup namaz kılan, Hak’ta sebat etmeye çalışan, işini dünya gerçeklerini göz ardı etmeden sağduyuyla yapan insanlara güvendiğinin en bü­yük şahidi; halkın, muhafa­za­­kar kimliğiyle ortaya çıkan siyasi, sivil teşekküllere verdiği destektir. Bu üç kıstası göz ardı etmeyen kişi ve liderler halkın karşısına çıkmaktan başka bir yol aramamıştır. Gayrimeşru yollarla iktidara konma heve­sine kapılmamıştır. Enbiya’nın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kal­dıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intiba­ha getirdiniz, fıtratına muva­fık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kalır... Bu paragraf, coğrafyaların psi­kolojik analizi konusunda şah­eserdir. Nitekim milli mü­cadele dönemine girmezden önce eğitimli insanlarımızı Trab­­lus­garp, Balkan, I. Dünya sa­vaş­larında cephelerde kay­bet­­mişiz. Ama geriye ka­lan halk iman ve istiklal şev­kiyle muh­teşem bir destan yaz­mıştır. Bugün aynı tabloyu 15 Tem­muz’da yaşamadık mı? Kendine okumuş, aydın diyen eşkıyalar geçmişteki darbelere özenerek ayağa kalkmış.  Ama halkın şah­lanışı karşısında hüsrana uğ­ra­mıştır. Bu coğrafyada hiz­met etmek isteyenler müte­dey­yinliği derecesinde halktan rağ­bet görür. İşi ve faziletiyle ke­malata eren liderlere bu mil­let irfanıyla her daim destek ol­muştur. Eğer liderler bu coğ­rafyanın fıtratına uygun olan iman eğitimini asrın idra­kine göre ön plana çıkarırsa memleket ayağa kalkacaktır. Hasmınız ve İslâmiyet düş­manı olan Frenkler din­deki lakaytlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve edi­yorlar. Hatta diyebilirim ki, hasmınız kadar İslam’a zarar veren, dinde ihmalinizden is­­tifade eden insanlardır. Mas­lahat-ı İslâmiye ve selâ­met-i millet namına, bu ihmali a’male tebdil etme­niz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihadcılar o ka­dar ha­rika azm ü sebat ve fe­da­kârlıklarıyla, hatta İs­lâm’ın şu intibahına da bir se­beb ol­dukları halde, bir de­re­ce dinde laubalilik tav­rı­nı gösterdikleri için, dâhil­de­ki milletten nefret ve tez­yif gör­düler. Hariçteki İslâm­lar dindeki ihmallerini görme­dikleri için hürmeti verdiler. Hazret-i Üstad hükümet ve mil­letvekillerine, siz milletin se­lametini ve teveccühünü isti­yor­sanız dine kuvvet veriniz; din milletin saadetini artırmaya vesile olmakla beraber size de halkın teveccüh etmesine vesile olur, nasihatinde bulunmuştur. İttihatçıların maddi sahadaki bazı başarılarına rağmen di­ne uygun olmayan bazı lau­ba­li halleri milletin onlar­dan uzaklaşmasına sebep olmuş­tur. Yani maddi sahadaki başarıla­rı­nız bile, dinde lakaytsanız, halkın sizi sevmesi için yeterli değildir. Malum hükümetler, yö­netimler halkın teveccühüy­le ayakta kalır. Hazret-i Üs­tad da yeni hükümetlerin meş­ru dairede ancak halkın tevec­cü­hünü kazanarak ayakta kala­ca­ğını söyler. Halkın teveccühü ise ancak İslam’a bağlılıkla ve doğru işler yapmakla müm­kündür. Hele cumhuriyet yö­ne­timlerinde halk desteği ol­madan yönetmek imkânsızdır. Bugün hür bir ortamda gerçek­çi bir çalışmayla bu “teveccüh” meselesi analiz edilirse, 1921’de söylenen sözlerin gerçeklik payı anlaşılmış olur. Bununla beraber, dinde lakayt olan milletin temsilcilerinin ta­vırları, İslamiyet hesabına geç­tiğinden dine de büyük zarar verir. Düşmanlarımız, İslam’ı onlar üzerinden yorumlayarak yanlış hükme varırlar. Bu yüz­den temsil makamındaki kişi­lerin mesuliyeti çok daha faz­ladır. Âlem-i küfür, bütün ve­sa­i­­­tiyle, medeniyetiyle, fel­se­­­­fe­siyle, fünûnuyla, misyo­ner­­­­­le­­riyle âlem-i İslâm’a hü­­­­cum ve maddeten uzun za­­­man­dan beri galebe etti­ği hal­de, -âlem-i İslâm’a- di­nen ga­le­be edemedi. Ve dâ­­hilî bü­tün fırak-ı dâl­le-i İslâmiye de, birer kem­mi­ye-i kalile-i mu­­zır­ra su­re­tinde mahkûm kal­dığı ve İs­lâmiyet metanetini ve sa­la­­betini sünnet ve ce­maatle muhafaza eylediği bir za­manda, lâübaliyane, Av­ru­­­pa medeniyet-i habise kıs­mın­dan süzülen bir cereyan-ı bid’atkârane, sine­sinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek, İslamiyet’in desatirine inkı­yad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp, sönmüş... Burada Hazret-i Üstad önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Çünkü savaş kazanılmış. Yeni­den yapılanma sürecine giri­lecek. İşte bu yapılanmada ne­renin ve nelerin referans alı­nacağı meselesi önemli! Bazı­ları, Avrupa gibi dinde reform yapalım. Avrupa nasıl ki dini, devlet ve eğitim hayatından çı­kardı ilerledi. Biz de İslam’ı, devlet ve eğitim hayatımızdan çıkarırsak medeni milletler se­vi­yesine erişiriz fikrini savu­nuyorlardı. Bediüzzaman on­la­ra tarihten bidat fırkalarını ör­nek göstererek, bu tür ehl-i sünnet dışı çalışmaların mil­letin sinesinde yer etmeyeceği ve sönüp gideceğini ortaya koy­muştur. Kalıcı bir eser bı­rak­maları için onları tarihi tec­rübe ve birikimle İslam’a hizmet eden ehl-i sünnet çiz­gisine davet etmiştir. Küfrün maddi üstünlüğüne de ta­ri­hi vurgu yaparak, onların mad­di üstünlüklerinin bile Al­lah’ın korumasında olan İs­lam’a bir zarar veremediğini vurgulamıştır. Bütün açıktan ve sinsi çalışmalarına, devasa si­yasi üstünlüklerine rağmen İslam’ın hakikatleri karşısında­ki başarısızlıkları bunun en bariz şahididir. Nitekim Hazret-i Üstad, 1911’de Şam’da verdiği hutbede; “Japon Başkumandanının ifade ettiği gibi, Müslümanlar ne zaman ki İslam hakikatlerinden kuvvet almışlar medeniyet yolunda ilerlemişler. Ne zaman ki İsla­miyet’ten uzaklaşmışlar gerile­mişler, karışıklığa ve vahşete düşmüşlerdir. Buna İslam Ta­rihi şahittir”16 ifadelerine yer vererek tarafsız bir sözü nazara vermiştir. Fakat işleyiş nasihatin aksine olmuş. Aksine çalışan bu kişi ve grupların, memleketin maddi ve manevi değerlerine ne kadar katkı sunduğu tarihi bir vaka olarak ortadadır. Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefiha­ne­si yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’an’ın zuhura yakın gel­diği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tah­rib­kârane iş ise, bu kadar rah­nelere maruz kalan İslâm zâten muhtaç değildir. Tarihi, sosyolojik ve siyasi bir analizin en özet halini burada görmekteyiz. Hümanizma, Rö­nesans, reform sanayi devrimi beslemesi olan pozitivist, Mark­sist felsefe... Bu felsefeler et­ra­fında oluşan sosyalist ve ka­pi­talist sistemler... Kapitalist rekabetin sebep olduğu iki dünya savaşı... Sosyalist eşit­liğin fıtratı sınırlayan baskı­cı tutumu... Bütün bunların sonunda sosyalizmin doksan­lı yıllarda çökmesi ve kapi­ta­lizmin bütün çirkinliği ve vahşetiyle ortaya çıkması, dün­ya saadetini temin edecek yeni bir sistem arayışını zorunlu kıl­maktadır. Üstelik denenen bu sistemler dine tepki ve karşı olarak ortaya çıkmıştır. İşte bunu analiz eden Üstad, bizim bu sistemler karşısında iyi bir alternatif olabilmemiz için, medeniyet değerlerimiz üzerinde ciddiyetle çalışmalar yapmamız lazım diyor. O dönemin TBMM hükümetine ve milletvekillerine dünyayı et­­ki­leyecek alternatif bir sis­temin kurulmasını tavsiye edi­yor. Av­rupa’da Hristiyanlığa ve ki­lise uygulamalarına tepki ola­­rak meydana gelen bu ge­liş­me­ler sizi yanıltmasın. İsla­miyet, Hristiyanlığın aksine, insanlığa bu dünyada da mut­luluk bah­şedecek çekirdeği barın­dırı­yor manasını vurguluyor. Sizin bu “İstiklal Harbi” ndeki muzafferi­yetini­zi ve âlî hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dilden seven, cumhur-u mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fe­da­kârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha gelmiş en cesîm ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz maslahat-ı İslâm na­mına zarurîdir. Yoksa İs­la­miyet’ten tecerrüd eden bed­baht, milliyetsiz Avrupa meftunu Frenk mukallidleri, avam-ı müslimîne tercih et­mek, maslahat-ı İslam’a mü­nafî olduğundan, âlem-i İs­lâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından is­tim­dad edecek... Kurtuluş savaşında zafer kaza­nıl­masını halk alkışlıyor. Bu alkışlar İslam dünyasının lideri olunması konusunda önemli bir fırsat. Bu fırsatın kaçırılmama­sı için Kuran’ın emirlerine uy­mak zaruridir. Eğer Kur’an, bir kaç Avrupa meftunu Frenk taklitçisi milliyetsiz adamlar yü­zünden terk edilirse İslam dün­yası sizden uzaklaşır. Baş­ka ka­pılardan destek aramaya başlar. Bu paragrafta dikkat edilmesi gereken bir husus; İslamiyet’ten tecerrüd eden /çıkan bedbaht Milliyetsiz Avrupa meftunu, Frenk mukallitleri İfadeleriyle kasdedilen mana nedir? Demek ki o dönemde TBMM içerisinde İslam aley­hinde çalışan kişileri Haz­ret-i Üstad görüyor. Meclisteki din­dar mebusları onlara kar­şı uyarıyor. Eğer bu adam­lara uyar da Kur’an’dan uzak­la­şır­sanız İslam âlemini kay­be­der­siniz, diyor. Zaten Avrupalı ola­mayacağımız da bugün tarihi ve güncel vaka olarak ortada. Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembel­lik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Hâl­buki feraizin terkinde, dok­san dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalalete is­tinad, tek bir ihtimal-i ne­cat olabilir. Acaba dine ve dün­yaya zarar olan ihmal ve fe­raizin terkine ne bahane bu­­lunabilir? Hamiyet nasıl mü­saade eder? Namazın dünya ve ahiret ka­zancı ehl-i imanca malum. Ka­zancımızı korumak, gelecek za­rarları önlemek için meclise gön­derdiğimiz vekillere iyi bir kâr-zarar cetveli sunulmuş. Bir­­lik­ten kuvvet doğar. Ayrı­lık­ta, dağınıklıkta zarar vardır. Bu kuvveti elde etmek ve za­rarı ortadan kaldırmanın yo­lu birlik ve beraberliği tesis et­mektir. Bu da ancak “Saf­ları düz tutunuz. İleri geri dur­mayınız. Sonra kalpleriniz de bir­birinden farklı olur”17 emri­ne uygun hareket etmekle olur. Milletçe kurtuluşumuz, safların sıklığına bağlıdır. 15 Temmuz gecesi Atatürk Havaalanına gidip sabahlayan­lar arasındaydım. O meydanda insanların camiyi hınca hınç doldurması, onlarca defa ce­maat kurulup namaz kılınma­sı beni çok heyecanlandırmış­tı. Acaba bu geçici bir durum mu, diye düşünmekten de ken­dimi alamadım. Fakat 15 Temmuz’un yıl dönümü et­kin­liklerine Saraçhane’de ka­tıl­dım. Orada Şehzade Ca­mii’nin tıka basa dolması, in­sanların çimenler üzerinde bi­le cemaat oluşturup namaz kılması, kaybolmayan ümit ve heyecanımı bir kat daha artırdı. İşte Hazret-i Üstad, namaz cid­diyetinde hizmete davet edi­yor zamanın milletvekillerini. Eğer namazınız doğru olursa kâr-zarar hesabını da doğru yaparsınız. Sizi taklit eden halk ise doğru tercihler yaparak mem­leketin geleceğini inşa eder, diyor kanaatimce. Özetleyecek olursak; namaz şü­kürdür, muhabbettir, şehadet­tir, sadakattir, ruhtur, selamet­tir, istikamettir, istikbaldir, it­ti­hattır, kurtuluştur. Rabbim na­maz medeniyetine mensubi­yetten bizi ayırmasın. Kaynaklar: 1- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-Halefi Ahmet Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 2382- TBMM zabıt Ceridesi 135, İctima, c. 24, s. 457 3- 1909’da meşrutiyetti, şimdi o kelime yerine cumhuriyet olarak değiştirilmiştir.4- Hud Suresi, 665- Divan-ı Örfi6- Paragrafın yeni hale de ışık tuttuğunu göstermek için “cumhuriyet” ifadesini ekledik.7- Divan-ı Örfi8- Acluni, Keşfu’l-Hafa, II/319- Lemalar, s. 23810- Mesnevi-i Nuriye11- Her ne kadar doğu ve batı cephesinde düzenli ordu mücadele etse de sonuçta bu ordular halkın katılımı ve desteğiyle kurulmaktadır.12- Rusya ve İtalya’nın yardımları siyasi çıkar amaçlıdır.13- Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, Mustafa Kemal ve Milli Mücadelede Din Adamları, s. 98314- TBMM Dönem 1, c. 9, Birleşim 2, s. 2-7 (3.1.1921 1)15- Mustafa Kemal’in bunun gibi pek çok ifadesi ve camilerdeki vaazları dönemin ruhunu yansıtmak açısından önemlidir. Aynı zamanda savaşın hangi dinamiklerle kazanıldığının göstergesidir. Sonraki gelişmelerde bu değerlere aykırı bir tutum sergilemesi ise ders çıkarılacak önemli bir durumdur.16- Tarihçe-i Hayat, Hutbe-i Şamiye (orijinal metin için)17- Müslim, Salat, 122 

Ali SEMERCİ 01 Eylül
Konu resmiEğitim Sisteminin Temel Felsefesi Değişmelidir
Eğitim

Eğitim; insanlara bir şeyler öğreterek, onların fikir ve davranışlarını değiştirme faaliyetidir. Öğretilen şey, önce fikirleri sonra da davranışları değiştirmeye başlar. Fikir ve davranış değişikliği sağlandığı zaman, eğitim hedefine ulaşmış demektir. Eğitim; insanlara bir şeyler öğ­reterek, onların fikir ve dav­ra­­nışlarını değiştirme faali­ye­ti­­­dir. Öğretilen şey, önce fi­kir­­le­ri sonra da davranışları de­ğiş­tir­­meye başlar. Fikir ve dav­ra­nış değişikliği sağlandığı za­man, eği­tim hedefine ulaşmış demektir. Pozitivist Eğitim Felsefesi Günümüz eğitim sisteminde, fen bilimlerinin öğrenciye ve­ri­lişinde hâkim olan felsefe, po­­zi­tivist felsefedir. Pozitivist eği­tim felsefesi; varlıkları ken­di ken­dilerine hareket eden var­lıklar olarak kabul eder. Var­lıkların birbirleriyle olan mü­na­sebetlerini detaylı bir şekilde ama maddî bir bakış açısıyla anlatır. Meselâ Coğrafya; yağmurun olu­şumunu, havadaki su buha­rının soğuk hava tabakasına rast geldiğinde yoğunlaşıp ye­re düşmesi şeklinde anlatır. Rüz­gârın oluşumunu, yüksek ba­sınç alanından alçak basınç ala­­­nına havanın hareket et­me­si şeklinde takdim eder. Dağ­ların oluşumunu, biri sert di­­­ğe­ri yumuşak iki toprak ta­ba­­ka­sının çarpışması sonrası oluş­­makla tarif eder. Biyoloji; hücrenin dıştan içe, sırasıyla zar, stoplazma ve çekirdekten oluş­tuğunu söyler. Zarın özel­likleri, stoplazmanın vazifeleri, stoplazmadaki organellerin tek tek vazifelerinin ne oldu­ğu, çe­kirdeğin yapısı ve vazife­le­rinin neler olduğunu detaylı bir şe­kilde anlatır. Fizik; güneşin dün­­ya ve diğer gezegenleri çek­me­si­nin sebebinin, ‘kütle çe­kim ya­sası’ ile olduğunu detaylı bir şe­kil­de formülize ederek anlatır. Meselâ, yüksekten bırakılan her cisim yere doğru düşer. Öy­­­ley­­se, birkaç kilometre yu­ka­­­rı­dan düşmeye başlayan yağ­­mur dam­­la­ları, birer mer­mi sü­ra­tinde düşmesi lazım gelirken, baş­­­la­rı­mızı okşar­casına süzüle­rek düşerler. Hakikatte Rabbi­mizin rahmetinin bir delili olan bu olay, pozitivist bir anlayışla ‘limit hız’ denen bir kanun ile izah edilir ve bir rahmet delilinin üstü örtülür. Fizik, ‘limit hız kanunu’ ile der ki: “Yüksekten bırakılan ve serbest düşmeye başlayan her cismin, her saniye hızı artar. Fakat düşen cismin yüzeyinin havayla sürtünmesi neticesinde hızı belli bir seviyeye gelince sabitlenir ve geri kalan hare­ketini hızı artmadan sabit hız­la tamamlar.” Yani, “Bu ola­yın öyle rahmetle hikmetle alâ­kası yoktur. Tamamen limit hız ka­­nu­nun gereği olarak ger­çek­le­şen bir tabiat olayıdır.” Burada şuna dikkat edilme­li­­­dir; ‘limit hız kanunu’, Al­lah’ın irâdesi ile koyduğu di­ğer ka­nunlar gibi bir kanun­dur. Rab­­bimiz o kadar mer­ha­met­li­­dir ki, yüksekten düşen ci­sim­­­lerin hızını bir noktaya kadar hızlandırıyor, sonra da sa­bitliyor. Eğer böyle olmasay­dı, her yağmur yağdığında mer­­­­mi gibi düşen damla bom­bar­­­­dımanına maruz kalır, ha­ya­­tı­­mız yaşanmaz bir hale ge­lirdi. Yani, ‘limit hız kanunu’ ve bütün kanunlar, kâinatın dü­zen ve intizamını sağlamak için Allah’ın rahmetli irâdesiyle koyduğu ve kudretiyle de uy­guladığı kanunlardır. Netice olarak; pozitivist eği­tim felsefesinde Allah’ın hiç mü­da­hale etmediği, kendi kendine tabiat kanunları gereği işleyen, sebeplerin yaratıcı olduğu bir kâinat anlatılır, resmedilir. Yani, dağlar tabiat kanunları gereği oluşur, hücre kendi kendine işleyen bir fabrika gibidir, balı arı yapar, sütü inek verir, dep­remi fay hatları oluşturur, ateş yakar, su kaldırır, yer çeker, ok­sijeni ağaçlar üretir. Yani, se­­bep-sonuç ilişkisi içinde, se­bep­lerin etki gücüne sahip bir fâil (fiil yapan) olduğu zi­hin­lere ve bilinçaltına kazınır. Ve bu, objektiflik ve bilimsellik söylemi altında ustaca işlenir. Bütün bunlar olurken Allah’ın müdahalesi yoktur. Kendi ken­dine veya tabiat kanunları ve­ya sebeplerin etkisiyle bu işler olur biter. Telkinin Gücü İyi bir insana, sürekli kötü ol­duğu telkin edilse, o insan ha­kikaten kötüleşmeye başlar. Kö­­tü ah­laklı birisine de devamlı iyi ol­du­ğuna dair telkin yapılsa, ger­çekten o insan iyi şeyler yap­­ma­ya başlar. Tekrar tekrar bir fikrin telkin edilmesi, o fikrin zihinde ve bilinçaltında sabit bir şekilde kökleşmesini sağladığı gibi, davranışları da doğrudan etkiler. Telkinin bu etkisini çok iyi bilen siyasetçiler, tarih boyunca kitleleri hareke­te geçirerek bir tarafa kanalize etmeyi başarmışlardır. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi 6 yaşından itibaren, ‘eşya­nın, kendi kendine oluştuğu’ an­layışıyla varlıkları tanıyan bir öğrencinin 16 senelik ilk, or­ta, lise ve üniversite öğrenim hayatı boyunca aldığı bu tel­kin neticesinde, fen bilimleri­nin birisinde uzmanlaşsa dahi, Allah’ı tanımayan, sevmeyen, Allah’ın müdahale etmediği bir kâinat anlayışının bilinçaltına yerleştiği, kendi kendine işle­yen bir kâinat modeline ina­nan, ima­nı zayıf, marifetullah­tan yok­­­sun, nefsânî arzularının esi­ri nesiller ortaya çıkıyor. Eşyanın Hakikati Hâlbuki hakikat bu değil­dir. Allah kâinata her an mü­da­hildir. Kâinattaki her şey ve her fiil Allah’ın ilmi ve ira­­desi ile belirlenir, kudreti ile de yaratılır. Her bir fen bi­li­­mi, kendi alanında Al­lah’ın koy­duğu düzenin şa­hi­di ve ilân­cısıdır aslında. Bedi­üz­­za­man Haz­retleri’nin, öğret­­men­­le­­ri­­­nin hiç Allah’tan bahset­­me­dik­­­le­­rinden şikâyet eden lise­li genç­lere dediği gibi; “Her fen, ken­di lisân-ı mahsûsuyla, mü­­­­­­te­mâdiyen Allah’tan bah­se­­­­di­yor. O’nu tanıtıyor. Siz­ler, mu­­­­al­­­limleri değil o fenleri dinleyin.”1 Pozitivist Eğitim Felsefesi Bi­­zim Bünyemize Uygun De­ğil­dir Pek çok bâtıl âdetimiz gibi bu pozitivist eğitim sistemi de bize Avrupa’dan ithaldir. Mad­­de ve tabiat felsefesinin hâ­­kim olduğu Avrupa’da geli­şim sü­­re­­cini yaşamış olan fen bi­lim­leri, İslâm dünyasına ser­vis edilirken, maalesef bu ze­hirli hâliyle servis edilmiştir. Madde ve tabiat tepsisinde su­nulan bu fen bilimlerini bu şekliyle almamak, maddeten ge­ri kalmak ve Batı’nın mad­dî hâkimiyetini kabul etmek anlamına geliyor. Aynen kabul edip almak da ateist, ateist ol­masa da Rabbini tanımayan, sevmeyen, aklı şüphelerle ka­rı­şık, gündeminde Allah ve rı­zası olmayan nesillerin orta­ya çıkmasına sebep oluyor. Bu hal, son iki asırdır İslâm dünyası­­nın en tehlikeli ve en ciddi ve en varoluşsal bir problemidir. Nazar (Bakış Açısı) Eşyanın Mâhiyetini Değiştirir Bediüzzaman Hazretleri, na­za­rın, yani bakış açısının eşya­nın mâ­hiyetini değiştirdiği­ni ifa­de eder.2 Yani, limit hız ola­­­­yında olduğu gibi, yağ­mur dam­­­lalarının yavaşça düş­mesi­ne Al­lah adına bakılırsa, ortada imanın artmasına vesile olan bir rah­met ve tevhid delili var­dır. Ama aynı hadiseye yanlış olarak tabiat ve madde gözüyle bakılırsa, ortada sıradan bir ta­biat olayı vardır. Kâinata, eşyaya ve olaylara han­­gi bakış açısıyla bakmamız lâ­­zım geldiğini Kur’ân ilk nâ­zil olan âyetiyle ifade eder: “Ya­ra­tan Rabbinin ismiyle oku!”3 Ya­ni okumalarımızı ya­ratan Rab­­­­­bi­mizin ismiyle yap­ma­lı­yız. Ken­­dimizi, eşyayı, olay­ları, kâi­­­­natı okur­ken, yani manâsı­nı çöz­­­­meye ça­lışırken Allah adı­na bak­­­­malıyız, oku­malıyız.  Olması Gereken Eşyaya (maddeye) ve olaylara kendileri için değil, Allah adına bakmak gerekir. Çünkü eşyayı yaratan ve istihdâm eden İlâhî kudrettir. Meselâ çiçeğe bakıldığında, Al­lah ile irtibatını keserek, çiçe­ğin zatına odaklanıp, fizikî özel­­likleri açısından bakmak ye­­ri­ne; çiçeğin Allah’ın kudre­tinin bir mucizesi, bir sanat ha­­rikası, Allah’ın isim ve sı­fat­larını aksettiren bir ayna olma­sı açısından bakmak gerekir. Bu bakış açısının, yani Allah adına bakmanın, çocuklarımıza ve gençlerimize eğitimin ilk za­manlarında öğretilmesi lazım­dır. Her bir fen biliminin Al­lah’ı tanıtan ve anlatan bir ilân­nâ­me olduğunun çok iyi kav­ra­tıl­ması lazımdır. Allah Adına Kâinata Bak­mak Fen Bilimlerinin Öğrenil­me­si­ne Engel Değildir Allah adına kâinata ve eşyaya bakmak, fen bilimlerini öğren­meye engel değildir. Hattâ tam aksine fen bilimlerini öğrenme azminin ve şevkinin artmasına vesile olur. Çünkü fen bilimlerinin her biri, kendi sahasında madde ve hareketi hakkında derinle­mesine bilgi sahibi olmayı sağ­­lar. Maddenin cansız, sa­ğır, kör ve şuursuz olduğu hal­de gö­rü­yor­muşçasına, bili­yor­muş­­­ça­­sı­na ve şuuru varmış­ça­sı­na ha­re­­­ket etmesi Cenâb-ı Hakk’ın kud­­­re­tinin bir eseri­dir. Do­la­yı­­sıyla, madde ve hareketinde de­rin­lemesine bilgi sahibi ol­mak demek, İlâhî kudretin o işi hangi düsturlarla, ne gibi detaylarla, nasıl bir sanatla yap­­­tığını yakinen görmek ve an­la­mak manâsına gelir. Bu da, marifetullah denilen Allah’ı ta­nı­mayı netice verir. Bu netice de o fen bilimini öğrenme ar­zusunu kamçılar. Özetle, fen bilimlerinin dürbü­nüyle Allah adına maddeye ve hareketine bakan birisi, Rab­bini tanır. Tanıdıkça se­ver. Sev­dikçe de kendini sevdir­menin yollarını aramaya başlar. Yukarıda adı geçen ‘limit hız kanunu’nu, fizik ilmi saye­sin­­­­de öğrenen birisi, hem bu ka­­­­nu­nu bütün incelikleriyle, for­­­mülüyle öğrenir; hem de Rab­binin rahmetinin bir delili olarak bu kanunu okudu­ğun­dan Allah’a olan marifeti ve sevgisi artar. Bir Teklif “Varlıklar nasıl ortaya çıktı?” so­­­­­­rusunun cevabında, aklen ve man­­­tıken şu dört ihtimalden baş­ka ihtimalin olmadığını söy­­­ler Bediüzzaman Hazretleri: Birinci ihtimal; hava, toprak, su, ateş, element, atom gibi se­bepler biraraya gelip varlıkları oluşturur. İkinci ihtimal; tabiatın gereği olarak varlıklar ortaya çıkar. Üçüncü ihtimal; kendi kendine tesadüfen varlıklar oluşur. Dördüncü ihtimal; Allah’ın ya­rat­masıyla varlıklar ortaya çıkar. İlk üç ihtimalin imkânsızlığı ve çürüklüğü, dördüncü ihti­mal olan Allah’ın yaratması ih­ti­ma­linin de kesinliği, aklî ve mantıkî delillerle hiç bir şüp­he kalmayacak şekilde ispat edil­melidir. Pozitivist eğitim sis­te­minin, üstüne bina edildiği üç ana direği çökertilip, tevhid esası üzerine oturan bir eği­tim sistemi geliştirilmelidir. Bu­nu geliştirirken, Bediüzzaman’ın şaheseri olan Risâle-i Nur kül­li­yatından ciddi istifade edil­melidir. Hususen din dersi kitapları, as­rın Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur’dan istifade ile günümüz anlayış seviyesine uygun bir formatta hazırlanmalıdır. Fen bilimleri ders kitaplarında, her ünitenin sonunda, o üni­te­de anlatılan konunun Allah’ın varlık, birlik, isim ve sıfatlarına nasıl işaret ettiğini gösteren bir makale konulmalıdır. Bu sa­yede, hem o fen biliminin ko­nuları öğrenciye verilir hem de asıl gaye olan Allah’ı tanımak ve sevmek temin edilmiş olur. Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözü eğitim sisteminin yeni­den yapılandırılmasında temel esas olmalıdır: “Aklın nûru, fü­­nun-u medeniyedir (fen bi­­­lim­leridir). Vicdanın zi­ya­­sı (ışı­ğı), ulûm-u diniyedir (din ilimleridir). İkisinin im­ti­­za­cıyla (kaynaşmasıyla) haki­kat tecelli eder.” Kaynaklar: 1- Asâ-yı Mûsa, 6. Mesele2- Mesnevi-i Nûriye, Katre3- Alâk, 1

Mustafa TOPÖZ 01 Eylül
Konu resmiKudüs Bizimdir
Tarih

Her bir Müslüman son nefesini verene kadar, ta ki kıyamete kadar, Kudüs Bizimdir... Biz de Kudüs’ün... Çünkü “Kalbimizin yarısı Mekke’dir, yarısı Medine’dir, üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır.” Kudüs Bizimdir… Çünkü “Bir gece, kendisine ba­zı ayetlerimizi gösterelim diye, kulunu Mescid-i Haram’dan, çev­resini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Al­lah, eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.” (İsra/1) Kudüs Bizimdir… Çünkü “Yolculuk ancak şu üç Mes­citten birisine ibadet için olur. Be­nim şu Mescidime, Mes­cid-i Haram’a ve Mescid-i Ak­sa’ya”1 demiştir, Efendimiz (sav). Kudüs Bizimdir… Çünkü “(Ey Habibim!) Yüzü­nün göğe çevrilip durduğunu mu­hakkak görüyoruz. Artık se­ni, hoşnûd olacağın bir kıb­leye elbette döndüreceğiz; bun­dan sonra yüzünü Mescid-i Ha­ram tarafına (Kâbe’ye) çe­vir! (Ey müminler!) O hâlde (siz de) nerede olsanız, artık (namazda) yüzünüzü onun ta­rafına çevirin! Hem doğrusu o ken­dilerine kitab verilenler, şüb­hesiz bunun Rablerinden (gelen) hak olduğunu gerçekten biliyorlar. Allah ise, (onların) yapmakta olduklarından gafil değildir.” (Bakara 144) Ayet-i Kerimesi nüzul edene kadar Müslümanların ilk kıb­lesidir. Kudüs Bizimdir. Çünkü “Kalbimizin yarısı Mek­ke’dir, yarısı Medine’dir, üze­rin­de bir tül gibi Kudüs var­dır.” Kudüs Bizimdir. “Tarihler 638 yılını gösterdi­ğinde Hz. Ömer Kudüs’e gir­miş ve patrik Sophronios’un refakatinde şehri dolaşmış, ken­disine namaz kılmak için yer gösterilmesini istemiş, kendisi Kutsal Mezarlık Kilisesi’ne gö­türülmüş, ancak Hz. Ömer, ki­lisenin bahçesinde namaz kıl­mayı tercih etmiştir. Kudüs halkı bizzat Hz. Ömer’in im­zalayacağı bir teminat talep etmişlerdir.2 Kudüs Bizimdir. Ve bizim Kudüs’ümüzde Hz. Ömer’in teminatı vardır: “Rahman ve Rahim olan Al­lah’ın adıyla! Allah’ın kulu, mü­minlerin emiri Ömer tarafın­dan lliya (Kudüs) halkına ve­ri­len emandır: Halife bu ema­nı, onların canları, malları, ki­li­seleri, haçları, hastaları, sağ­lam­ları ve diğer dindaşları için vermiştir. 1- Kiliselerde oturulmayacaktır: Bu kiliseler ve müştemilatı ile on­­ların haçları ve mal­ları yıkıl­ma­yacak ve azaltılma­yacaktır. 2- Dinlerinden dolayı rahatsız edilmeyecekler ve onlardan birisi zarar görmeyecektir…”  3 Emeviler, Abbasiler, Tolun­oğul­­­ları, Akşitler Fatimi­ler, Sel­çuk­lular, Fatımiler, 1099’a kadar Kudüs Bizimdir. Tarihler 1095 yılını gösterdi­ğinde Papa II. Urben, Fran­sa’nın Klermon şehrinde top­­la­nan konsilde bütün Hris­ti­yanları Müslümanlarla sa­vaş­ma­ya çağırmış, savaşa katılan­la­rın günahlarının bağışlana­ca­ğı­nı söylemiştir. Papaz Ler­mit elinde Haçla neredeyse bü­tün Avrupa’yı dolaşmış, 100 bin kişilik bir haçlı ordu­su top­la­mayı başarmıştır. Haçlı­ların bu seferi Selçuklu Sultanı I. Kı­lıç Arslan’ın kardeşi Davud ta­ra­fından durdurulmuştur.4 Anadolu Kudüs’ün seddidir. Kudüs Bizimdir… Tarihler 1096’yı gösterdiğinde Al­man, İngiliz, Norman ve Bel­­çi­kalılardan meydana gelen, 600 bin kişiden oluşan büyük bir Haçlı ordusu, İstanbul’da top­­la­­narak harekete geçmiştir. Ana­­do­lu halkının, I. Kılıç Ars­lan’ın mukavemetine rağ­men çok ka­labalık oldukları için iler­leyebil­mişlerdir. Ancak Ku­düs önlerine geldiklerinde sayıları 50 bin kişi kalmıştır.5 ... ve 1099’da Antakya’dan son­ra 15 Temmuz günü Kudüs’ü ele geçirmişlerdir. Anadolu düşmeden Kudüs düş­mez… Kudüs Bizimdir… Hz. Ömer’in teminatına, ada­le­tine sığınan, Hz. Ömer’e iti­­mat eden, kendilerine eman verilen, kiliselerine ve ibadet­hanelerine, canlarına, mallarına dokunulmayacağı beyan edi­len Hristiyanlar, Kudüs’ü ele ge­çir­dikten sonra Müslüman ve Yahudi herkese ilişmişlerdir. Bütün Müslümanları öldür­müş olsalar da, 70 bin insa­nı kadın çoluk, çocuk deme­den öldürmüş olsalar da, ya­kaladıkları hiçbir kimseyi sağ bırakmamış olsalar da, Ku­düs’te akan kan diz seviye­sine yak­laşmış olsa da, Kudüs’te ke­sil­miş ve sokaklara bırakılmış kafalara, kollara, bacaklara ta­kılmadan yürümek zor hale ge­tirilmiş olsa da… Kudüs’ü düşürmek için Ku­düs’teki herkesi öldürmüş ol­salar da… Yeryüzündeki son Müslüman hayatta kalana kadar Kudüs Bizimdir… Nitekim “Ya bu uğurda ölür ya da şeh­ri Haçlılardan kurtarırım” di­ye­rek yola düşen, şarkın en sev­gili sultanı, Selahaddin-i Ey­yubî 20 Eylül 1187’de Ku­düs’ü kuşattığında, şehre şöy­le bir çağrıda bulunmuştur. “Kudüs’ün, Allah’ın kutsal say­dığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeye muhasara ve savaşın gerektirdiği yollarla hücum et­mek ve girmek istemiyorum”6 demiş ve şehrin teslim olmasını sağlayarak şehre girmiştir. Mes­cid-i Aksa’yı tekrar ibadete ha­zır hale getirmiştir. Kudüs yine bizimdir… Harezmliler, Memlükler 1517’ye kadar … Kudüs Bizimdir… Tarihler 28 Aralık 1516 yılını gösterdiğinde Yavuz Sultan Se­lim’in Mısır seferi sürecinde, Sinan Paşa komutasında Os­manlılar Kudüs’e girdiler. 31 Aralık’ta Yavuz Sultan Se­lim Kudüs’e geldi. Şehrin is­mini Kuds-ü Şerif olarak de­ğiş­tir­di. Sultan, akşam na­mazını Mes­cid-i Aksa’da kı­la­­ca­­ğını ifade etti. Mescid 12.000 kandille aydınlatıldı. Sul­tan o gün ak­şam ve yatsı na­mazlarını Mes­cid-i Aksa’da kıl­mış, ertesi sa­bah binlerce de­ve ve koyun kur­ban edilmiş, hal­ka ihsanlarda bu­lun­muş ve 1 Ocak 1517’de Sul­tan Kudüs’ten ayrılmıştır.7 Sonraki tam 400 sene… 1917’ye kadar Kudüs Bizimdir. 28 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde 1. Siyonist Kon­g­resi toplanarak siyasi ama­cını, “Siyonizm, kamu hukuku güvencesi altında Yahudi hal­kı için Filistin’de bir yurt ku­rulmasını amaçlar” şeklinde ya­zılı ola­rak dünyaya deklare et­ti. Ancak coğrafya Osmanlı hâ­kimiyeti altındaydı.8 Thedor Herzl’in 1896’dan, ve­fat ettiği 1904 yılına kadar Os­manlı Devleti’nin borçlarını öde­­mek teklifini de içeren gi­­ri­­şimleri olmuş, ancak Ab­dül­hamid nezdinde arzu et­tik­leri şekilde bir karşılık bula­ma­mıştır.9 Kudüs Bizimdir… 1517’den tam 400 sene sonra “11 Aralık 1917 tarihinde Ku­düs’e giren İngiliz Orduları Ko­mutanı Orgeneral Edmund Henry Hynman Allenby, Sela­haddin Eyyubi’nin mezarına vu­rarak; “Kalk Selahaddin biz yine geldik”10 demiş olsa da... Kudüs Bizimdir… Nisan 1920’de San Remo Kon­­fe­ransı ile Ürdün ve Fi­lis­­tin İn­giliz “manda” yöne­ti­mi­ne bı­­ra­kılmıştı. Bölgenin ilk İn­gi­­liz komiseri olan Sir Her­bert Samuel, Balfour Dek­la­ras­­yonu’nun uygulan­masını en önemli görev kabul etmiş, bu­­na bağlı olarak 1920 yılı Ey­lül ayında 16.500 kişilik bir Yahudi grubun Filistin’e göç et­mesinin kararlaştırılmasını sağ­­­lamıştır.11 Hemen akabinde böl­­gede yaşayan Arapların is­yan­ları başlamıştır. 24 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti, Filistin’in Britanya manda yönetimi altına veril­me­si kararını almış olsa da, bir Yahudi devletinin kurulması ni­yetini Britanya açıkça dile getirmiş olsa da, 1929’dan 1939’a kadar 250.000 Yahudi Filistin’e göç etmiş olsa da…12 Kudüs Bizimdir… 14 Mayıs 1948 İsrail bağım­sızlığını ilan etti. Bağımsızlığın ilanından tam 11 (on bir) dakika sonra ABD İsrail’i tanımış olsa da, 26 Temmuz’da İsrail Batı Ku­­­­düs’ü işgal etmiş olsa da, 1949’da Batı Kudüs’ü başkent ilan ederek, parlamentoyu (Knesset) Tel Aviv’den Kudüs’e ta­­şı­­­mış ve ilk oturumu 14 Şubat 1949’da yapmış olsa da13 1949 yı­­lı­­­na kadar 900 bin Filistinli ya­­şa­­dık­la­rı bölgelerden çık­ma­­ya zorlanmış olsa da, Bir­leş­miş Milletler Kudüs’ü hiç­bir devlete ait olmayan böl­ge14 ola­rak nitelendiriyor olsa da… Kudüs Bizimdir… 21 Ağustos 1969’da Avustralyalı fanatik Michael Dennis Rohan tarafından Mescid-i Aksa ya­kıl­mış, Nisan 1980’de ünlü Si­yonist terörist Meir Kahane, Mescid-i Aksa’nın bir yerine bol miktarda patlayıcı madde doldurarak bunu patlatmaya teşebbüs etmiş, 8 Nisan 1982’de Mescid-i Aksa’nın ana gi­ri­şine bol miktarda patla­yıcı madde yerleştirilerek patlatılmak is­ten­­miş, 8 Ekim 1990 tarihin­de 30 Müslümanın şehid edil­me­sine, 800 Müslümanın da ya­ra­lanmasına sebep olan saldı­rılar15 gibi çok defa saldırılara Mescid-i Aksa doğrudan mu­hatap olmuş olsa da… Kudüs Bizimdir… Suudi Arabistan Kralı Fay­sal bin Abdülaziz, petrol am­bar­gosunu “Biz ve ata­la­rımız hurma ve deve sü­tüy­le yaşadık; yine öyle ya­şa­yaca­ğız!” cümleleri ile baş­lat­mıştır. Daha sonra Kralı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ara­larında geçen gö­rüşmeyi şöy­­le anlatmaktadır. “Kral Fay­­sal oldukça sinirli görü­­nü­yordu, aramızda bir diya­­log başlayabilmesi ümi­diyle es­­pri­li bir dille ona; ‘Uçağı­mın yakıtı bitti, uçağın de­po­­sunu doldurmak için emir verirseniz, uluslararası fi­yatın­dan ücretini vermeye ha­zı­rız.’ Kral gülümsemedi, ka­­fasını yukarıya kaldırarak sert bir şekilde bana şunları söy­ledi: ‘Ben yaşlı bir ada­mım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksa’da iki rekat namaz kılmaktır. Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?16 demiştir. Kral Faysal 25 Mart 1975 ta­rihinde sarayında suikasta uğ­rayarak öldürülmüş olsa da… Kudüs Bizimdir. 8 Eylül 2000’de eski İsrail Baş­bakanı Ariel Şaron’un Mes­cid-i Aksa’ya baskın düzenlemesi, Mes­cid-i Aksa’nın avlusunda tur atması, “Burası hep bir İsrail böl­gesi kalacak” demesi, o an mescidde bulunan Filistinlileri ayağa kaldırmış, o gün İsrail güvenlik güçleri ile çıkan çatışmalarda 7 Filistinli şehit olmuş, 250 kişi yaralanmıştır.17 Bu hadise İkinci İntifada’nın başlamasına sebep olmuştur. Çı­kan olaylarda babasının ar­ka­sına sığınmış Muhammed Dur­ra isminde 11 yaşında bir çocuğun öldürülmesi dünya kamuoyuna da yansımıştır. İkinci İntifada’da 4 bin 412 kişi şehit olmuş, 48 binden fazla Filistinli yaralanmış olsa da… Kudüs Bizimdir… 30 Mayıs 2010 Saat 22.00’yi geçiyor. Uluslararası sularda Gaz­ze’ye insani yardım götü­rür­ken kuşatılan sivil gemiler. Sabah 05.30 civarı zodyaklar­dan ve helikopterlerden ateş ede­rek sivil ve silahsız gemiye çıkan askerler. Mavi Marmara şehitleri kadar… Kudüs Bizimdir… 8 Temmuz’dan 22 Temmuz 2014’e kadar İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılarda arala­rında 8 aylık bebeğinde bulun­duğu 154 çocuk, 58 kadın, 28 yaşlı şehit olmuş, aralarında has­tanenin de bulunduğu 2800 hedef vurulmuştur.18 Saldırılırda fosfor bombaları kullanılmış olsa da… Kudüs Bizimdir… 14.07.2017 Mescid-i Aksa’da 1969’den bu yana ilk defa Cu­ma Namazı kılınamadı, Mescid-i Aksa’nın girişine bari­katlar kurulmuş olsa da… Kudüs Bizimdir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhur­baş­kanı Tayyip Erdoğan’ın yük­sek tonda çağrılarına aynı ton­da ses vermeyen diğer İslam ülke­leri­nin kayıtsız ve kaygısız liderlerine rağmen Kudüs Bizimdir… Kudüs Bizimdir. Kudüs tek tek her bir Türk’ündür, Kudüs tek tek her bir Türki­ye­li’nindir. Kudüs tek tek her bir Müslü­man ferdindir. Her bir Müslüman son nefesi­ni verene kadar, ta ki kıyamete kadar, Kudüs Bizimdir. Biz de Kudüs’ün… Çünkü “Kalbimizin yarısı Mek­ke’dir, yarısı Medine’dir, üze­rin­de bir tül gibi Kudüs var­dır.”19 KUDÜS BİZİMDİR… Kaynaklar: 1- Müslim, Hac, 15/ 415,511.512. Buhari, Mescid-i Mekke,1. Savm 67, Ebu Davut, Menasik 94; Tir­mizi, Salat 126; Nesai, Mesacit,10 http://bayburt.diyanet.gov.tr/Sayfalar/contentdetail.aspx?MenuCategory=Kurumsal&contentid=267 Erişim tarihi 01.08.20172- Muammer GÜL, Müslüman­ların Kudüs’ü Fethi, Harran Üni­versitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, yıl: 2001, sayı: II, ss.50-513- A.g.m. ss.50-514- Haçlı seferleri ve Anadolu’da Haçlı devletleri, http://www.kulturportali.gov.tr/portal/hacli-seferleri-ve-anadolu-da-hacli-devletleri Erişim tarihi 01.08.20175- Haçlı seferleri ve Anadolu’da Haçlı devletleri, http://www.kulturportali.gov.tr/portal/hacli-seferleri-ve-anadolu-da-hacli-devletleri6- Ahmet AĞIRAKÇA, Selahaddin el-Eyyubi, http://ahmetagirakca.com.tr/uploads/default/articles/6-Salahaddin_el-Eyyubi.pdf Erişim tarihi 01.08.20177- Kudüs Tarihi, http://mirasimiz.org.tr/sayfa/Kudus-Tarihi/24 Erişim tarihi 01.08.2018- Sultan II. Abdülhamit ve Theo­dor Herzl, 03.05.2017, Şalom Gazetesi, http://www.salom.com.tr/haber-102963-sultan_ii_abdulhamit_ve__theodor_herzl.html Erişim tarihi 01.08.20179- Sultan II. Abdülhamit ve Theodor Herzl Tarihi gerçekler, http://arsiv.salom.com.tr/news/print/11894-Sultan-II-Abdulhamit-ve-Theodor-Herzl-Tarihi-gercekler.aspx Erişim tarihi 01.08.201710- Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü 899 yıl önce fethetmişti, 02.10.2016 http://www.milligazete.com.tr/selahaddin_eyyubi_kudusu_899_yil_once_fethetmisti/427152 Erişim tarihi 01.08.201711- Ortadoğu’da Diriliş: Arap Milliyetçiliği, TASAM, 14.12.2006 http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/240/ortadoguda_dirilis_arap_milliyetciligi Erişim tarihi 01.08.201712- Kronoloji: 1915’ten günümüze Filistin, http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-1915ten-gunumuze-filistin Erişim tarihi 01.08.201713- İsrail'in Kudüs işgali, 22.01.2017, http://www.star.com.tr/dunya/misir-israili-ve-kudusteki-hakimiyetini-kabul-eden-ilk-arap-ulke-oldu-haber-1178857/ Erişim tarihi 01.08.201714- Trump Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan ederse ne olur?, 22 Ocak 2017 http://www.yeniakit.com.tr/haber/turkiye-balkanlara-elini-uzatti-264512.html Erişim tarihi 01.08.201715- Mescid-i Aksa 45 yıl önce bu­gün kundaklanmıştı, 21 Ağustos 2014, http://www.dunyabulteni.net/haber/306984/mescid-i-aksa-45-yil-once-bugun-kundaklanmisti16- Ömer Aymalı, Kral Faysal'ın Amerika'ya petrol resti, 04 Eylül 2012 http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/225166/kral-faysalin-amerikaya-petrol-resti Erişim tarihi 01.08.201717- İSRAİL - FİLİSTİN SORU­NU İkinci İntifada'nın 15. Yıldö­nümü 28 Eyl 2015 http://www.aljazeera.com.tr/haber/ikinci-intifa­danin-15-yildonumu Erişim tarihi 01.08.201718- İsrail yine çocuk öldürdü 22 Tem 2014 http://www.aljazeera.com.tr/haber/israil-yine-cocuk-oldurdu Erişim tarihi 01.08.201719- Nuri Pakdil

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Eylül
Konu resmiKapıyı Açık Bırakmak
Risale-i Nur

Bazı insanlar yeni bir yol keşfederler, yeni bir çığır açarlar. Daha sonra yürüdükleri bu yolun kapısını açık bırakırlar. Yani kendileri gibi insanlar yetiştirerek, bu yolu onlara mümkün kılarak, açtıkları yolun kendilerinden sonra devam etmesini sağlarlar. Bazıları ise bunu başaramaz ve açtıkları çığır kendileriyle son bulur. Yine açılan bu çığıra liderlik eden kimse de kendisinden sonrakiler için kapıyı açık bırakmalıdır. Başarılı bir lider, vazgeçilmez bir lider değildir. Kendisi olmadığında sürecin aksamadığı, belki daha kuvvetlendiği bir sistemi kuran ve böyle bir yolu bırakan liderdir. Buna dair çok misaller vardır. Her cihette üsve-i hasene (gü­zel bir örnek) olan Resûl-i Ek­rem (asm) bu noktada en güzel misali bırakmıştır. İnsanlığın en yücesi, kâinatın sultanı, pey­gamberlerin sonuncusu oldu­ğu halde normal insanlar gibi bir hayat yaşamıştır. Böylece toplumun her tabakası için uyulacak en güzel bir misal olmuştur. O zât (asm), öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir iman ile meydana çıkmış ki, on dört asrı ve insanlığın beş­te birini, adaletle ve hakkaniyet üzere idare etmiştir. Resûl-i Ekrem (asm) vefat et­tiğinde arkasında yüzlerce or­­du komutanları, memleket vali­le­ri, medrese muallimleri ve feda­kâr kahramanları bırakmıştı. Me­di­­ne’de iken çevre kabilelere gön­­derdiği seriyyelere farklı ko­mutanları tayin ediyordu. Vefa­tına yakın bir ordu tertip etmiş ve başlarına azatlı kölesi Zeyd bin Harise’nin oğlu Üsâme bin Zeyd’i kumandan tayin etmişti. Hâlbuki o zaman Hz. Üsâme 20 yaşlarındaydı ve kumandası altında Hz. Ömer, Sa’d bin Ebi Vakkas, Katade bin Numan gi­bi Ensar ve Muhacirden bir­çok komutan sahabe vardı. Fa­kat bu sırada Efendimiz (asm) ve­fat etmiş ve ordu geri kalmış­tı. Defin işlemlerinden sonra, irti­dat eden bedevi Araplar yüzünden Hz. Üsâme’nin ku­mandanlığına muhalefet eden­ler oldu. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (ra) muazzam bir irade ve liderlikle; “Resûl-i Ek­rem’in (asm) kumandan ta­yin ettiği bir kimseyi ben na­sıl azledebilirim! Allah’a ye­min ederim ki, kaplanların be­ni parçalayacağını bilsem, Re­sû­lul­lah’ın (asm) emretmiş olduğu bir orduyu seferden geri koymam!” şeklinde cevap vermişti. Böylece peygamberlikten sonra en büyük ve ağır vazifeyi omu­zuna alan Hz. Ebu Bekir (ra) vazifesini hakkıyla ifa ederek, Resûl-i Ekrem’in (asm) açtığı yoldan yürümeye başlamış ve ilk büyük imtihanı vermiş bu­lunuyordu. Bediüzzaman Hazretleri Miraç Risalesinde şöyle ifade ediyor: “Zât-ı Ahmediye (asm), miraç yolunu açmış; velayetiyle git­miş, risaletiyle dönmüş ve kapı­yı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi’rac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr-ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.”1 Resûl-i Ekrem’in (asm) mazhar olduğu en büyük mucizelerden biri olan Miraç mucizesinin yo­lu dahi açık bırakılmış. Üm­me­tin evliyaları kendi mer­te­belerine göre o yoldan yü­rü­yebilirler. Bu durumda bu va­kıadan daha büyük bir makam olmadığına göre, ehl-i imana rehberlik eden insanlar, yü­rü­düğü yolu ulaşılmaz kılma­malıdır. Bu nebevi usule aykırı düşer. Hem İslamiyet’in temel esasları olan ihlas ve uhuvvet gibi düs­turlar, yalnız yürümeyi değil, birlik ve beraberliği lüzumlu kılar. Şahsi kemalattan daha bü­yük bir hedef, insanlığın ke­mali için gayret göstermek­tir. Ahmet Hüsrev Altınbaşak Haz­­ret­lerinin ifade ettiği “Biz ken­di kemalatımız için ça­lış­mı­yoruz, belki nev’imizin kemalatı için çalışıyoruz” cüm­lesi ulvi bir himmetin ve yük­sek bir şefkatin tezahürüdür. Meselemize tarihten de çok mi­saller vardır. Osmanlı Dev­leti bunun büyük bir misalidir. Özellikle yükselme dönemine kadar olan süreçte her padi­şah, kendinden sonraki şeh­za­de­lerini iyi bir eğitimden ge­çirerek yetiştirmiştir. Vazi­fe­­yi devralan şehzadeler cihat yo­lunda ecdadlarının yolun­dan yürüyerek, ümmeti daha ileri noktalara taşımışlar, kü­für mem­­le­ketlerini İslam diyar­la­rı­na çevirmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri de ahir za­manda büyük bir çığır açmıştır. Dehâ derecesinde bir zekâveti olduğu halde, te­lif et­tiği risaleler toplumun tüm ta­bakalarına hitap eder. He­men daha Barla yıllarında tesis ettiği kardeşlik ruhu ve yetiştirdiği kah­ra­man talebe­leri, açtığı çığırı üm­mete mâl etmiştir. Mektubat Ri­sa­lesinde bu hakikati şöyle ifade eder. “Kendi nefsime ka­zandığım hakaik-i imani­ye­yi ve nef­sim­de tecrübe ettiğim ma­nevî ilaç­ları, sair insanların eli­ne geç­mek için o kapıyı açık bı­­ra­kıyorum. Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve es­ki günahıma kefaret ya­par.”2 Ahmet Hüsrev Altınbaşak Haz­retleri de Bediüzzaman Hazret­lerinin açtığı çığırı güzel hat­tıy­la ziynetlendirmiş, yetiştirdiği kah­raman talebeleriyle kuv­vet­­­len­­dirmiştir. Neşrettiği ri­sa­le­­ler vatanın her tarafına ula­şa­­rak komünizm akımına en­gel olmuştur. Bugün sadece Tür­­ki­ye’de değil dünyanın her ta­ra­fında farklı kıta ve coğraf­ya­larda Risale-i Nur’lar okunup istifade edilmektedir. Risale-i Nur’da geçen şu ha­ki­kat de bu meseleye işaret eder. “Bu zaman ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet za­manı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir ha­vuza sahib olmak için bir buz parçası hükmündeki ena­ni­yet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.”3 Resûl-i Ekrem’in (asm) konuy­la ilgili şöyle bir hadisi var. “Kim İslam’da iyi bir çığır açar­sa açtığı çığırın ecri ve ken­disinden sonra, onunla (o çı­ğır­la) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksil­meden ona aittir. Kim de İs­lam’da (Müslümanlar içinde) kö­tü bir çığır açarsa, açtığı çı­ğırın günahı ve kendisinden son­ra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.”4 Bu hadis-i şerifte müjdelendiği üzere iyi bir çığır açarak, açtığı çığırı kendinden sonra miras bırakanlar yani kapıyı açık bı­rakanlar büyük bir hazineye sahip olur. Bu muazzam sevap, hiçbir şekilde şahsi zekâvet ve gayretle elde edilemez. Netice olarak İslamiyet’e hiz­met eden ve ehl-i imana reh­ber­lik eden insanlar, yürü­dük­­leri yolun kapısını açık bı­ra­ka­rak, açtıkları güzel çığırı umuma hitap edecek bir tarz­da kendinden sonrakiler için miras bırakmalıdır. Enaniyet ve şahsiyetin kuvvetli oldu­ğu şu asırda yürünemez çı­ğırlar aç­mak hevesine dü­şül­me­mel­idir. İslamiyet’in ci­han­şü­mul hakikatlerine muvafık bir şe­kil­de, kardeşlik ruhuyla bir hiz­met tarzı uygulanmalıdır. Kaynaklar: 1- Sözler, s. 260,  Osmanlıca Nüsha2- Mektubat-1, 53,  Osmanlıca Nüsha3- Kastamonu Lahikası, s. 186, Osmanlıca Nüsha4- Riyâzu’s-Salihîn, 19. bab. 172. hadis, s. 158

Muhammed BOSTAN 01 Eylül
Konu resmiMarifet Olmadan Maarif Olmaz
Eğitim

Eğitim için dünyamızdaki tanım şudur: İn­sanlara bir şeyler öğreterek, onların fikir ve davranışlarını değiştirme faaliyetidir. Öğre­ti­len şey, önce fikirleri sonra da davranışları değiştirmeye başlar. Fikir ve davranış deği­şik­liği sağlandığı zaman, eğitim hedefine ulaş­mış demektir. İnsan hammaddemiz olarak, özellikle eğitim süresince, ya beşeri bir nazarla bir yön çize­riz ya da insanı tanır anlar, ona göre bir yol ortaya koyarız. Bediüzzaman Hazretleri kapağa taşıdığımız konuya bakış açısı kazanmamıza vesile ola­cak şu cümleleri Risale-i Nura (23. Söz) almıştır. Mealen burada zikredeceğiz. Bediüzzaman Hazretleri bahsi geçen risale­nin Dördüncü Noktasında dünyaya geliş cihetinde insan ve hayvan arasındaki farkları bahseder. Der ki: İnsanın hayatını devam ettirmek için lazım olan meleke ve çalışmayı yirmi senede kazanırken, serçe ve arı gibi bir hayvan yirmi günde tahsil eder, yani ona ilham olunur. Buradan da anlaşılır ki, hayvanın vazife-i as­liye­si, taallümle tekemmül etmek değildir ve mari­fet kes­betmekle terakki etmek değildir. Aczi­ni gös­termekle medet istemek, dua et­mek değil­dir. Bel­ki vazifesi, istidadına göre taammül­dür, amel etmektir, ubûdiyet-i fii­li­yedir. İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğ­ren­meye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hat­ta hayatın şartlarını yirmi senede tamamen öğrenemiyor. Belki ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki sene­de ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder. Hayat-ı beşeriyenin yardımıyla, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Buradan da anlaşılıyor ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubû­diyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böy­le hakîmâne idare olunuyorum? Kimin ke­re­miyle böyle müşfikane terbiye olu­nu­yorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmek­tir. Binden ancak birisine eli yetişemediği ihtiyaçlarına dair ihtiyaçlarımızı karşılaya­cak olan Allah’a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmak­tır ve istemek ve dua etmektir.” Yukarıdan beri anlaşılan şudur ki insanı an­lamadan, tanımadan insanı eğitmeye kalk­mak doğru olmayacaktır. İnsanın varlık se­bebi, dünya ve ahiret ilişkisi, maddi-manevi yönleri, ruh beden ilişkileri anlaşılmadan bi­­­ri­­lerine göre şekillenen bakış açılarıyla in­san terbiye edilemez. Kâinatın meyvesi olan in­san kâinat ve bütün mükevvenatın sahibi Al­lah ilişkisi anlaşılmadan insan insan gibi muamele göremez, muamele edemez. Marifet dili ve ilmi olmadan maarif olma­ya­cağı gibi, iman eğitimi eğitimin her tara­fında yer bulmadan marifet dili talim ter­bi­yede hazırlanan müfredat ve kitaplarda esas olmadan insan kaynaklı problemler de çö­zü­lemeyecektir. Kapağa eğitim felsefesi üzerine bir değer­len­dirmeyi taşıdık; fakat dergide bunun­la bir­likte çok kıymetli yazılar da bulabi­le­cek­siniz. Sizleri dergiyle baş başa bırakıp, Kurban Bay­ramınızı ve Hicri Yılbaşınızı tebrik ederim. Tekrar görüşünceye kadar sağlıcakla kalınız.

Metin UÇAR 01 Eylül
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Cedîd Mehmed Efendi Medresesi Ayasofya Camiinin karşısındaki Hürrem Sultan Hamamının arka tarafında, Kabasakal Caddesi üzerinde bulunmaktadır. Mimarî yapısından 18. yüzyılda inşa edildiği anlaşılmaktadır. Cedid Mehmed Efendi Medresesi’nin kitabesi bulunmamaktadır. Medresenin bütünü tamamlanmadan öğrenime açıldığı, avlu revaklarının sütun başlıklarından yalnızca birinin işlenip, diğerlerinin eksik bırakılmasından anlaşılmaktadır. Muhtemelen bânisi, medreseyi tamamlamadan vefat etmiş olmalıdır. Cedid Mehmet Efendi Medresesi tâliye üç sınıftan oluşmaktaydı ve 30 öğrencisi bulunuyordu. Medrese, kesme taştan avlulu plan tipindedir. Medreseye Kabasakal Caddesi üzerinde sıralanmış dükkânların arasından girilmektedir. Mermer söveli, basit bir girişten sonra beşik tonozlu bir geçitten avluya ulaşılmaktadır. Bu avlu dikdörtgen planlıdır. İçerisinde kime ait olduğu bilinmeyen bir kabir, kuyu ve su haznesi bulunmaktadır. Râfi’ bin Hadîc (ra) Râfi’ bin Hadîc (ra), Bedir Gazvesi’ne katılmak için gönüllü olduğunda on iki yaşındaydı. Yaşı küçük olduğu için bu talebi reddedildi. Bir sonraki sene Uhud için de gönüllü oldu. Aradan geçen bir senelik süre zarfında hem bedeni kuvvetlenmiş hem de ok atmadaki maharetini geliştirmişti. Babası da devreye girip oğlunun maharetlerini söyleyerek ısrarcı oldu ve Resûlüllah’tan (asm) Râfî’nin cihada katılması için izin aldı. Râfîʻye bu savaşta ok isabet etti ve yaralı bir şekilde Peygamber Efendimize (asm) gelerek kendisini iyileştirmesini istedi. Efendimiz (asm) de kıyamet günü meleklerin bu olaya şahitlik edeceğini söyleyerek onun yarasını iyileşmesi için dua ettiler. Ölümcül yara giderek iyi hâle geldi ve Râfi’ daha sonraki harplerin hepsine katıldı. Nihayet ölüm onu cihad meydanında değil, uzun bir ömrün ardından seksen altı yaşında iken Medine’de yanına kattı. (692). Cenazesini Abdullah bin Ömer (ra) kıldırdı. İman Doktoru Bir vakit Ramazan ayında Kastamonu’da Bedîüzzaman Hazretleri hastaydı. Hiç sesi çıkmıyordu, konuşamıyordu. Hiç beklenilmediği hâlde, bir iftar vaktinde bir doktor geldi, Üstad’ın elini tuttu. Üstad Hazretleri dedi ki: “Ben hastalığımı muayene ettirmem, ben hekimlere muhtaç değilim. Hekim Cenâb-ı Hakk’tır.” Birden canlandı, sesi çıkmağa başladı. Güya kendisi doktor oldu. Doktor ise hasta vaziyetini aldı. Doktora ehemmiyetli bir mektûb okudu, doktorun derdine deva olacak bir ilaç oldu. Sonra iftar topu atıldı. Doktor dedi ki; “Bugün kusur etmişim, oruç tutamadım.” Üstad Hazretlerinin orucunu bozmuş bir doktorun tıb noktasında hekimâne vaziyetini kabul etmediği için bu hadisenin yaşandığı, aynı ortamda bulunan Üstad’ın talebelerince de anlaşılmış oldu. 5 Eylül 1657 Köprülü Mehmed Paşa Sadrazam oldu Köprülü Mehmed Paşa, Arnavutluk’un Berat sancağına bağlı Rudnik (Ruznik) köyünde doğdu. Devşirilerek İstanbul’a getirildikten sonra Enderun’da yetişti ve matbah-ı âmirede görevlendirildi. Sultan 4. Murad zamanında Enderun’da büyük odalı oldu. Ardından Hazîne-i Âmire hademeleri arasında bulundu. Veziriazam olan Sultanzâde Mehmed Paşa tarafından vezirlik verilerek Trabzon valiliğine tayin edildi. 1647’de Şam mütesellimi oldu. 5 Eylül 1657 tarihinde Boynueğri Mehmed Paşa’nın yerine sadarete tayin edildi. Ancak Köprülü, gerek Hatice Turhan Valide Sultan’a, gerek Sultan 4. Mehmed’e bazı şartlar ileri sürerek mührü öyle kabul edebileceğini ifade etti. Şartları kabul edilen Köprülü Mehmed Paşa, dört yılı aşan sadaretinde siyasî ve askerî disiplinin tesisinde büyük bir dirayet gösterdi. Sadareti bazı şartlar ileri sürerek kabul etmesindeki maksat devleti içine düştüğü durumdan kurtarmaktı. Köprülü, yaşının bir hayli ilerlemiş olmasından dolayı hasta ve yorgundu. Bu sebeple padişaha, kendisine halef olarak Halep Beylerbeyiliğine tayin edilen oğlu Fâzıl Ahmed Paşa’yı telkin etti. Sultan 4. Mehmed bunu kabul etti. Fâzıl Ahmed Paşa hemen çağrılıp sadaret kaymakamı oldu. Köprülü Mehmed Paşa Padişahla birlikte bulunduğu Edirne’de 31 Ekim 1661’de vefat etti. Çok sayıda hayır eseri olan Köprülü Mehmed Paşa, Çemberlitaş’ta yaptırdığı külliyede medfûndur. 21 Eylül 1932 Ahmed Rasim vefat etti 1865 senesinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Ahmed Rasim ilk tahsiline Sofular’daki mahalle mektebinde başladı. Himayesine girdiği eniştesi miralay Mehmed Bey’in konağında Yakub Hoca adındaki bir muallimden yazı ve Arapça dersleri aldı. Tahsil hayatından sonra da bu hocanın derslerine devam etti. 1876’da Dârüşşafaka’ya girdi, burada devrin edebî ve fikrî akımlarına karşı büyük bir ilgi duydu ve dirayetli hocalardan faydalandı. Binbaşı Bilâl Bey’in kızı Sadberk Hanım’la evlenen Ahmed Rasim memuriyeti bir türlü benimseyemediği için hayatını yazı yazarak kazanmak hevesine düştü. Fransızcadan çevirdiği bazı yazıları Ahmed Midhat Efendi’ye götürdü ve gördüğü ilgi üzerine Tercümân-ı Hakîkat’te yazı hayatına girdi (1885). 1885-1908 yılları arasında Şafak, Gülşen, Hamiyyet, Sebat, Berk, Envâr-ı Zekâ, Maarif, Resimli Gazete, Hazîne-i Fünûn, Mekteb, Mecmûa-i Ebüzziyâ, Pul, Musavver Fen ve Edeb, İrtikaa ve Servet-i Fünûn dergileriyle Tercüman-ı Hakikat, İkdam, Sabah, Basîret ve Saâdet gazetelerinde makaleler, tercümeler ve şiirler yayımladı. Menâkıb-ı İslâm adlı kitabı dolayısıyla 2. Abdülhamid’den Mecîdî nişanı aldı. 1927’de İstanbul’dan milletvekili seçildi. Üçüncü ve dördüncü dönem milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulundu. 21 Eylül 1932’de Heybeliada’daki evinde vefat etti; cenazesi adadaki Abbas Paşa Mezarlığı’na defnedildi. 25 Eylül 1396 Niğbolu Zaferi Niğbolu Kalesi önlerinde, Yıldırım Bayezid komutasındaki Osmanlılar ile Haçlı kuvvetleri arasında meydana gelmiş ve kısa sürede kalabalık Haçlı güçlerinin bozguna uğramasıyla sonuçlanmıştır. Batı Avrupa’nın, Doğu Hıristiyanlığı ile birlikte doğrudan Türkleri hedef alan ilk ciddi askerî harekâtı şeklinde de nitelenmiştir. Seferin ana sebebi Türklerin Balkanlar’daki önlenemez ilerleyişini durdurmak, tehlike altındaki Macaristan’a yardımcı olmak ve böylece Batı Avrupa’nın güvenliğini sağlamaktır. Kuşatma altındaki İstanbul’un kurtarılması, Bizans’a yardımda bulunulması amacı ise ikinci planda düşünülmüştür. Sefer propagandası yapılırken Haçlı seferleri ruhuna uygun biçimde İstanbul üzerinden Kudüs’e ulaşma ve Hıristiyanlığı yüceltme temel hedef şeklinde öne çıkarılmıştır. Dönemin Batılı tarihçileri, önce İstanbul ve oradan Anadolu içlerinden geçerek yahut deniz yoluyla hareket ederek Suriye’ye veya Suriye sahillerine, Mısır limanlarına ulaşma ve arz-ı mukaddesi fethetme gibi planları ileri sürmüştür. Aslında seferin açılması ve organizasyonu, Türk tehdidini derinden hisseden imparatorun kardeşi Luxemburg hânedanından Macar Kralı Sigismund’un etkili teşebbüsleri sonucu gerçekleşmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiRisale-i Nurdan İstifade Etmek İçin
Risale-i Nur

Risale-i nura muhatap olmak. Yani başkaları için değil, kendi nefsi için okumak.     “Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediğini de öğretir.” (Keşfü'l-Hafa, 2542) Lügat Bilgisi: Risaleleri okurken kelimeleri anlamadan geçmemek Kısımlara Ayırmak: Eğitimciler bir metni en güzel şekilde anlayabilmenin,     onu bütün-parça-bütün metoduna göre okumakla olabileceğini söylemektedirler. Anahtar Kelimelere Dikkat Etmek: “Şöyle ki, Nasıl ki, Mesela, Ezcümle, Öyle de,     Aynen öylede, Evet, Hem, Madem-Elbette, İşte, Demek, Elhasıl” gibi kelimelerdir. Mümkün olduğunca konuyu şematize etmek Risale-i Nurda geçen misallere dikkat etmek, misal getirmenin kıymetini bilmek Her gün belli bir miktarda okuma veya konu araştırması yapma veya     bazı imani risaleleri çokça okuma şeklinde mütalaalar yapmak Okunan yerlerin arkadaşlarla müzakere edilmesi Soru-cevap usulünü kullanmak Öğrendiğini başkalarına anlatmak Bazı risaleleri ezberlemek: Onuncu Hüccet-i İmaniye, 21.lema,        Altıncı Hüccet-i İmaniye, 19. Söz, Ayetü'l-Kübra, 10. Söz gibi  

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiŞöhret Zalimedir
Risale-i Nur

Şöhret bir müstebiddir, bir zorbadır. Hükmü altındakilere baskı uygular. İnsanın malı olmayan şeyi de kendisine mâl eder. Gerçekte bir insanın malına başkasının malı -isterse değerli olsun- karışırsa o kişiye ait malın değerini düşürür. Buna rağmen şöhret, sâhibine mâl eder başkasının malını. Çünkü insanın tabiatında garip ve değerli olanı asil göstermek arzusu vardır. Bunun için de onu meşhur olan bir şeyle irtibatlandırır. Ona ait olduğunu gösterir. Ta ki malına müşteri olanlar çoğalsın. Sözleri değer bulsun. Gelecek eleştirilerin önü tıkansın.  İnsanlar şöhret sebebiyle tarihî birikimlerini, emeklerini veya milletin kazanımlarını bir şahsa mal ederler. Hakikatte o meşhur insan kendisine aitmiş gibi gösterilen her şeyi reddetmelidir. Kabul etmemelidir. Üzerine almamalıdır. “Benim eserimdir” dememelidir. Aksi halde insanların zihninde garip bir hal alacaktır. Çünkü harika olan birçok şeyi yapmak için kişi, her konuda mükemmel özellikler taşımalıdır ki onu yapabilsin lakin bu da bir insan için mümkün değildir. Eğer isterseniz Meşhur Hoca ve Molla Nasreddin Efendiye sorunuz: - Sana ait olduğu söylenen işittiğimiz bu garip sözlerin hepsi senin midir?" Elbette şöyle cevap verecektir: - Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür is­ter. Zira bütün konuşmalarım ibretlik hari­ka sözlerden değildir. Ben hocayım. Onların zekâtını da bana verseniz razıyım ve bana ye­ter. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlik­ten çıkarıp yapmacık hale getiriyor. İşte koca Nas­red­din Hocanın letâifi yani nükteli sözleri için­de, ona aitmiş gibi gösterilen sözlerin ze­kâ­tı yani kırk tanesinden bir tanesi onun asıl ma­lıdır. Diğerleri şöhretinden dolayı ona nis­bet edilmiş sözlerdir. Mesela İranlıların hayal dünyasına gir. Çok garip bir hal alan Rüstem-i zâli yani Rüs­tem-i Sistânî hakkında zihinlerdeki resme bak. Cesaretteki şöhretinden dolayı onun hayallerdeki şanı yani hayâl-i şânı, gāret etti yağmaladı, gasbetti bir asır uzun zamanlar İranlıların iftihar edilecek şeylerini yani me­fâhir-i İrânı. İranlı Rüstem, İranlıların cesaret konusundaki bütün övünülecek şeyleri şöh­reti sayesinde kendisine mal edilmekle gasb ve gāretle talan ile o kadar şişti ki o hayalî bir kahraman nâmdâr-ı hayâlî oldu. Hayallerde büyüdükçe büyüdü. Hurâfâta, hurafelere ka­rıştı. Karıştırıldı Attı nev‘-i insanî. Hakikati arayanlar için şöhret konusu son derece önem arz etmektedir. Çünkü hurafe­ler düşünce dünyasına, toplumsal hafızaya, örf ve adetlere şöhret kapısıyla girmektedir. Araştırmanın, tahkik etmenin, incelemenin, derinlemesine değerlendirmelerin ve eleş­tir­menin önündeki en büyük bir engel şöhret­tir. Gerçekte hak ve hakikat zengindir. Asilza­de gösterilmeye muhtaç değildir.

Muhlis KÖRPE 01 Eylül