133. Sayı: "Risale-i Nurda Evlilik ve Aile Saadeti"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHat Sanatında Muhakkak-Reyhânî Yazı
Kültür ve Medeniyet

Bugün dünyada en yaygın kullanılan yazılardan olan islam yazısı bu özelliğini öncelikle islam dinine borçludur. İslâmiyetle birlikte ortaya çıkmaya başlayan İslâm yazısı, islâm dininin gelişmesine paralel bir gelişme göstermiş, yazı da buna bağlı olarak gelişerek zenginleşmiştir. Muhakkak-Reyhânî  yazı; Ma­kı­li-Kufi, Mağribi, Nesih, Sü­lüs, Talik ve Dîvânî ile birlik­te Aklâm-ı Sitte denilen, yazı grubunun içerisinde bulunur. Reyhânî ve Muhakkak yazı XVI. yüzyıla kadar Sülüs ve Nesih ile birlikte her yerde, bilhassa Kur'ân-ı Kerîm'in ya­zılmasında kullanılmışken bu tarihten sonra terkedilmiştir. Harfleri Sülüs yazıya göre da­ha büyük, yatkın ve yatay bö­­lümleri daha uzundur. Ya­tay harfler ve harflerin yatay kı­sımları daha yayık ve uzun­dur. Çanaklar genişçe ve Sülüs yazıya göre daha düzdür. İstifli olarak yazılmayıp,  satır halinde, harfler ve kelimeler açık olarak yazılır. Muhakkak: Muhakkak kelime anlamı iti­bariyle muntazam, muhkem şüpheli bir yeri kalmamış, sağ­lam söz ve sağlam dokunmuş kumaş gibi anlamlara gelmek­tedir. Bu yazının kalem genişli­ği 2,5-3 mm olup yazılırken harflerinde hiçbir fedâkârlık ya­pılmaz. Daha doğrusu kalemin bütün hakkı verilir. Muhakkak yazının görünüş itibariyle Kû­fî’den ilk çıkan yazı olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu yazıda dik harflerin boyları ile sin, şın, sad, dad ve fe gibi çanaklı ta­bir edilen harflerin sola doğru uzayan kısımları sülüs yazıya nisbetle daha uzun olduğu gi­bi dönüş noktaları veya yer­le­ri de sert­çe bir görüntü arzet­mek­tedir. Ayrıca çanaklı harf­ler Sülüs’tekiler kadar derin de­ğildir. Bu yazı bilhassa Kur’ ân’ların yazılmasında kul­la­nıl­mıştır. Reyhânî : (Reyhan) Aynen muhakkak’ın kurallarına bağlı olup onun kü­çük yazılan şeklidir. Muhak­kak’ın üçte bir küçüklüğün­dedir. Başka bir ifadeyle Sü­lüs’e nispetle Nesih ne ise, Mu­­hakkak’a nispetle Rey­hâ­nî  odur ve manası da Rey­han’a men­­sup demektir. Harf şekil­le­ri­nin hep­­­si değilse de, bü­yük ço­ğun­­­luğu reyhan çi­çe­­ğine ben­ze­­til­­diğinden bu adı aldığı ileri sü­­rül­­mektedir. Bu ifadeye göre Rey­­hânî, rey­hanımsı demektir. Bu iki yazı, sayfada fazla yer tuttuğu ve birçok harfi Sü­lüs’e benzediği için bilhassa XVI. yüzyıldan itibaren re­vaç­tan düşmüş ve yavaş ya­vaş yerini Sülüs ve Nesih’e bı­rak­mıştır. Gerçi Reyhânî, Mu­hak­kak’a gö­re nispetle biraz daha uzun ömür­lü olmuş ve kısa ko­nu­lara ve bazı vakfi­yelerin muh­telif yerlerine ya­zılsa da nesih karşısında daha fazla direne­memiştir. Bu­nunla birlikte Kur’ ân’ların yazıl­ma­sında bolca kul­lanılmıştır.

Mustafa YILMAZ 01 Aralık
Konu resmiÜstadımız Neden Ciddi Talebeler İstiyordu?
Risale-i Nur

“Elli tane talebem olsa, Akdamar adasına gitsem. On yıl onları yetiştirsem. Onlarla dünyayı fethederdim.”  Risale-i Nur külliyatını incelediğimizde, Bediüzaman Hazretlerinin muhatapları içinde en çok önem verdiği zümrenin talebeler olduğunu görürüz. Hizmetinin odak noktasını talebeleri üzerine kurmuştu Üstad. Sair sınıflar ihmal edilmemişti elbette ama Üstadın davasını hakiki manada istikbale taşıyacak en mühim unsurdu talebeler. Yıllar önce onlar hakkında şöyle demişti: “Elli tane talebem olsa, Akdamar adasına gitsem. On yıl onları yetiştirsem. Onlarla dünyayı fethederdim.”  Bu yazımızda Hz. Üstadın hayatında talebeye bu kadar ehemmiyet vermesinin sebepleri üzerinde durmaya çalışacağız. Tabi talebeye yüklenen anlamın ne olduğunu da irdeleyeceğiz. Talebelik faziletini elde etmenin dünyevi ve uhrevi kazanımlarını sevgili Üstadımızın ifadeleriyle açıklayacağız. Üstad Bediüzzaman hazretleri; Risale-i Nur dairesini üç sınıfın teşkil ettiğini, bunların da “Dost, Kardeş ve Talebe” olduğunu açık­ladıktan sonra bu üç zümrenin en önemli özelliklerini şöyle ifade etmektedir: “Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat‘iyen Sözler’e (Risale-i Nura) ve envâr-ı Kur’âniyeye dâir olan hizmetimize ciddî tarafdâr olsun. Ve haksızlığa ve bid‘alara ve dalâlete kalben taraf­dâr olmasın. Kendine de istifâdeye çalış­sın.”1 “Kardeşin hâssası ve şartı şudur ki: Hakîkî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla be­ra­ber, beş farz namazını eda etmek, yedi ke­bâi­ri işlememektir.”2 “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Söz­ler’i kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip, sâhib çıksın. Ve en mühim vazîfe-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”3 Başka bir yerde de talebeliği şöyle tarif ediyor: “Talebeliğin hassası şudur ki: yazılan sözlere (Risale-i Nurlara) kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif etmiş nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olanlara iblağına (ulaştırılmasına) çalışmaktır.”4 Talebeden kastın kimler olduğunu şu çarpıcı sözlerle açıklıyor: “Risâle-i Nûr’a intisâb eden zâtın en ehemmiyetli vazîfesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişârına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nûr talebesi ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisânımla belki yüz def‘a, bazen daha ziyâde hayırlı duâlarımda ve ma‘nevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi duâ eden kıymetdar binler kardeşle­rim ve Risâle-i Nûr talebelerinin duâlarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.”5 Bediüzzaman Hazretlerine göre talebeyi diğer sınıflardan ayıran en önemli özellik de şu idi: “Her şâkirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil, belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur.”6 Üstad Said Nursi gerçek talebenin başkalarının imanını kurtarmak adına ciddi gayret gösteren ve bundan sorumlu olan kimseler olduğunu açıkça belirtiyor. İşte bu gayeye hizmet eden ciddi bir talebeyi dost ile mukayese ederken de şunları söylüyor: “Altı senedir Isparta’da ciddi talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyordum. Elminnetü Lillah, şimdi sizinle beraber birkaç tane çıkmaya başladı. Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır (tercih edilir).”7 Devam Edecek Kaynaklar: 1- Mektubat 1, 169. Altınbaşak Neşriyat2- Mektubat 1, 169. Altınbaşak Neşriyat3- Mektubat 1, 169. Altınbaşak Neşriyat4- Barla Lahikası, 336. Altınbaşak Neşriyat5- Kastamonu Lahikası, 25. Altınbaşak Neşriyat6- Kastamonu Lahikası, 258. Altınbaşak Neşriyat7- Kastamonu Lahikası, 258. Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Aralık
Konu resmiÖlümün Kurtuluş Olarak Görüldüğü Yer Arakan
Mülakatlar

Mülakat: Hakkı AygünMülakatı Yapan:  İrfan Mektebi Hayrat İnsani Yardım Derneği Başkanı Av. Hakkı Aygün ile Arakan’ı konuştuk. Müslümanlar olarak dertlenmemiz gereken konunun neresinde ve nasıl bulunduğumuzu bir de Hayrat Yardım gözünden görelim ve gösterelim istedik. Sayın Başkanım, Arakan’ daki mevcut durum tam olarak ne zaman başladı? 2012 yılında başlayan zulüm süreci, 2017 yılında etnik te­mizliğe dönüştü. Uluslararası aktörlerin işin içinde olduğu bu göç ve kaçışlar esnasında ço­ğunluğu çocuk ve kadın binler­ce Müslüman, yanarak, boğu­la­rak ya da bombalama sonu­cu şehit oldu. Hayat hakkının olmadığı bu topraklarda, Müs­lüman kadınlara tecavüz edil­di. Öyle ki Arakanlılar, kendileri­ni kurtaracak tek şeyin “ölüm” olduğunu ifade etmektedirler. Özellikle bu yıl, Arakandaki Müslüman topluluk adeta bir soy­­kırım ve süpürme hare­kâtı ile karşı karşıya kaldı. Myan­mar’daki Budistler, aslı astarı olmayan iddialarla Müs­lü­man­lara karşı kışkırtılıp kat­liam yap­tırıldığı gibi, bizzat ordu ta­­ra­­fından da büyük bir saldırı baş­la­tıldı. Ve maalesef binlerce insan öldürülmüş, yüzlerce köy ya­kıl­mış, insanlar göçe zor­lan­mış­tır. Maksat, Arakan böl­ge­­sindeki Müslümanları bu top­rak­lardan tamamen kazı­mak­tır. Önceki yıllarda tekrar geri dönüşlerin yolu açıldığı halde, bu defa Müslümanların dönüş yollarına mayınlar döşenerek göç edenlerin geri dönüşü im­kânsız hale getirilmiştir. Biz medyadan takip ediyo­ruz, fakat sizler sahadası­nız, sıcak ve yaşanmış bil­gi­­lere sahipsiniz. Bu göç ha­disesi tam olarak nedir? 2017 yılında gerçekleşen bu göç hareketi, Müslümanların başka imkânı kalmadığı için ku­zey sınırından Bangladeş ta­ra­fına yapılmaktadır. Dağlık ve ormanlık alanlardan ya da nehirlerden geçilerek yapılan bu zorlu göç esnasında, üzü­le­rek ifade etmek isterim ki bir­çok Müslüman kardeşimiz ha­yatını kaybetmektedir. Ka­yık bot­larla yakındaki diğer ül­­ke­­le­re denizden kaçmak iste­yen Müs­lümanların çoğu ise, bo­ğu­la­rak hayatını kaybetmek­te­dir. Bangladeş hükümeti ise hem ekonomik hem de siyasi se­bep­lerle, Arakanlı Müslü­man­­ları top­raklarında isteme­mek­­te­dir. Za­ten nüfusu 180 mil­yo­na yak­­laşan ve fakirliğin hâkim ol­du­ğu Bangladeş’in bu mül­teci­leri ağırlayacak ekono­mik gü­cü olmadığı gibi, siyasi ve ideolojik olarak da Arakanlıları düşünecek bir anlayışı bulun­mamaktadır.      Şu an itibariyle Malezya, Endo­nezya, Tayland dâhil hiçbir ül­ke Arakanlı Müslümanları ka­bul etmemekte ve sınırlarını ka­patmış durumdalar. Kaldı ki bu ülkelerin çoğunda, daha önce göç etmiş olanlara bile mülteci statüsü verilmemektedir. Türkiye’nin Arakan ile il­gili tutumu hakkında ne­ler söylenebilir? Türkiye tam olarak ne yapıyor? Türkiye, Sayın Cumhurbaşka­nımızın liderliğinde Arakan Müs­lü­manları için elinden ge­leni yapmaya çalışmaktadır. 2017 yılındaki katliam ve soy­kırım olayları başlar başlamaz, uluslararası alanda dünyanın dik­katinin buraya çekilmesi için gayret edilmiş, Sayın Cum­hur­baş­kanımızın eşi ve oğlu, Dış­işleri Bakanı ve ilgili yet­ki­li­ler, TİKA başta olmak üzere bir kısım kuruluşlarla Arakan­lıların yardımına koşmuşlardır. Türkiye bununla da yetinmemiş, Birleşmiş Milletler ve Bangla­deş hükümeti başta olmak üze­re Arakanlılara yardım konusun­da temaslar kurulmuş, ancak si­ya­si ve ekonomik sebeplerden dola­yı tam karşılık alınamamıştır. Aynı zamanda AFAD, Kızılay, Diyanet Vakfı gibi devlet irti­batı olan kuruluşlar ile Hay­rat Yardım, İHH, Deniz Fene­ri, Beşir Derneği gibi yar­dım ku­ruluşları özellikle Bang­la­deş’e göç etmek zorunda bırakılan Arakanlılara yardım için sefer­ber olmuşlardır.   Peki, uluslararası toplum ve Birleşmiş Milletlerin Ara­­kan’da yaşananlara ba­­­kı­şı nasıl, siz dünya ka­mu­­oyu­na ve Arakan’a yan­sı­ma­la­rı­na baktığınız­da ne­ler gö­rüyorsunuz? Müslümanlara karşı yapılan bü­­­­tün katliamlarda olduğu gi­bi, bu ha­disede de uluslararası top­lum ve Birleşmiş Milletler sade­ce seyretmektedir. Hiçbir te­siri ol­­­mayan yarım ağız kı­na­­ma­lar­la geçiştirilmekte, kat­liama el al­­tından destek veril­mek­tedir. Çünkü Arakan Müs­lü­manları­nın vatanı olan bu top­raklar, de­niz ticaretinde önem­li liman­­la­­ra sahip, yer altı ma­den­lerin bol­­ca bulunduğu, yerüstü zengin­liği olarak da dünyanın büyük bir kısmını doyurabilecek nitelikte topraklara sahip bir bölgedir. Ulus­lararası firmalar ve devlet­ler tarafından parsellenip payla­şıl­mış bu toprakları sömürenler, Müs­lü­manları buradan çıkar­maya çalışmaktadır.  Bu durum, dünya genelinde asır­lardır uygulanan sömürü dü­zeninin devamı niteliğindedir. Çünkü Afrika başta olmak üze­re, küresel aktörler asırlardır Müs­lüman toplumlar ile yer altı ve yer üstü zenginliklerini sö­­mür­­mektedirler. Her zaman işe ya­rayan benzer yöntemlerle bu sö­mürü düzeni, BM gibi ku­ruluş­ların da desteği ile devam ettirilmektedir.   Bu sebeple Sayın Cumhurbaş­kanımız tarafından dile getiri­len “Dünya beşten büyüktür” ifadesi, gerçekten çok önemli­dir. Bu ifadeye her ortamda, bütün kurum ve kuruluşlar ola­­­rak güçlü bir şekilde des­tek ve­­ril­­mesi gerekmektedir. İşin as­lına bakıldığında nasıl ki haç­lı seferleri sömürü mak­sa­dı ile başlamış bir hare­ket ise, mis­­yo­nerlik adı altın­da yü­rü­tül­meye çalışılan faaliyet­le­rin ta­mamı da sömürü düzeni­nin korunması ve sürdürülmesi için ortaya konulan oyunlardan iba­ret­tir. Türkiye’nin “Dünya beşten bü­yüktür” ifadesinin gereğini yap­ması için de güçlü olması gerekmektedir. Bu sebeple Tür­kiye’nin maddi ve manevi yön­den kalkınıp güçlenmesi, yal­nız memleketimiz için değil, Fi­listin, Suriye, Irak, Mısır, Do­ğu Türkistan, Arakan, Afri­ka, Bal­kanlar ve Asya’da yıllar­dır de­vam etmekte olan büyük acı­ların son bulması için de ha­yatî önem taşımaktadır. Tür­kiye bu konuda diğer mazlum mil­let­lerin de tek umududur. Başkanı Olduğunuz Hay­rat İnsani Yardım Der­ne­ği Arakanla ilgili neler ya­pı­yor, bu konuda bilgi vere­bilir misiniz? Hayrat İnsani Yardım Derneği olarak, Arakan hadiseleri baş­lar başlamaz, duyarlı vatan­­daş­la­rı­mızın destekleriyle “Ara­kan’a Sessiz Kalma!” adı altında yardım kampanyası başlat­tık ve bu bölgedeki göç eden Müs­lü­­man­lara yardımlar ulaştır­dık şükür.   Derneğimizin “Arakan’a Sessiz Kalma” adı altında başlattığı bu yardım kampanyası halen devam etmektedir. Bu kam­panya kapsamında şimdiye ka­dar 3085 aileye yardım ulaştı­rıl­mış, Cox’s Bazar bölgesinde­ki Balokhali geçici mülteci kampındaki 35,000 Arakanlı yardımlardan yararlanmıştır. Bun­ların yanında 196 aileye giyecek yardımı yapılmıştır. Arakan’da önem arz eden bir diğer konu da sağlıktır. Göç ve kaçış esnasında çoğunluğu kadın ve çocuk binlerce kişi ya­ralanmıştır. Yaralanmaların ya­­nında hayat şartlardan dola­yı insanlar çeşitli hastalıklara ya­kalanmıştır. Dolayısıyla sağlık hizmetleri acil ihtiyaç haline gelmiş ve önemini korumak­tadır. Durumun farkında ola­rak Hayrat Yardım sağlık eki­bi, acil gıda yardımlarının ya­nında, genel sağlık taraması ve ilaç yardımlarıyla Arakanlı Müslümanların yaralarını sar­ma­ya devam etmektedir. Dok­tor ve hemşirelerden oluşan acil yardım ekibimiz Cox’s Bazar’ da sağlık taraması için geçici merkez kurmuş ve 4,800 kişi­yi tedavi etmiştir. Tedavilerde ço­cuk, kadın ve yaşlılara öncelik verilmiştir. Arakan’daki bir diğer acil ih­ti­yaç da temiz sudur. Bu ihti­yacı giderebilmek için 2016 yılından beri su kuyusu açma çalışmaları yapıyoruz. 114 adet su kuyusunu kardeşlerimizin hizmetine sunduk. Son olaylar­dan sonra çalışmalarına ağırlık verdik ve Bangladeş sınırına yerleşen Arakanlılara 71 adet su kuyusu açtık. 204 adet su ku­yusu da inşa aşamasında. Bu kuyulardan binlerce kişi temiz su ihtiyacını karşılamaktadır. Te­miz suya ek olarak tuvalet ve banyo yapılarını da inşa etmeye devam ediyoruz. Bu kapsamda 25 tuvalet, 25 banyo inşaatı ya­kında tamamlanmış olacaktır inşallah. Hayrat Yardım, 2017 Kurban’ da Sitwe bölgesi başta olmak üzere Myanmar’daki kamplar­da ve köylerde, Bangladeş’te Chittagong ve Cox’s Bazar böl­ge­lerinde kurbanlar keserek et­leri ihtiyaç sahibi 10 bin ki­şi­ye da­ğıt­mıştır. Bu faaliyetler es­nasında ekiplerimiz unutul­ma­ya­cak manzaralarla karşılaş­mışlardır. Mesela Myanmar Sit­we’de sı­ra­sıyla köyleri dolaşarak kur­banlıkları kesen ve dağıtı­mı­nı ya­pan arkadaşlarımız, dö­­nüş­te tekrar aynı köylerden geçer­­ken, dağıttıkları etlerin tüketil­me­di­ğini, insanların yine pirinç la­pa­sı yediklerini görünce, et­leri niye tüketmediklerini sor­muş­lar: “Biz bu etleri küçük parçalara bölüp kurutacağız ve yıl boyunca çocuklarımıza ye­­dire­ceğiz. Şimdi tüketirsek ço­cuk­­larımız mahrum kalır” ce­vabıyla karşılaşmışlardır.   Hayrat Yardım, bunların ya­nın­da Başbakanlık AFAD, Kı­­zı­lay ve diğer sivil toplum ku­ru­­luşları ile koordineli ola­rak başlatılan “Arakan Kan Ağ­lı­­yor, Türkiye Yardım Elini Uza­tı­yor” kampanyasına aktif ola­rak des­tek vermeye devam et­mek­tedir.

Mülakatlar * 01 Aralık
Konu resmiTarihte İlk Uçan İnsanlar, Müslüman Bilim Adamlarıydı
Tarih

Batı’da oluşturulmaya çalışılan bilim tarihi algısına göre hiçbir önemli buluş İslâm dünyasında gerçekleşmedi. Bilim ile ilgili her husus Batı’da bulundu ve gelişti. Hâlbuki tarihî kayıtlar bunun tam tersini söylemektedir. Bu husus havacılık ve ilk uçuş denemeleri için de geçerlidir.  İslâm dünyasındaki bilinen ilk uçuş denemesi Endülüslü İbn-i Firnas’a aittir. İbn-i Firnas, 810-888 seneleri arasında Kur­tuba’da yaşamıştır. Kuş tüy­lerinden yaptığı kanatlarla uç­mayı başarmış ve bir müddet havada kalmıştır. Uçmayı ve havada süzülmeyi başarmış ol­masına rağmen, yere inerken aynı başarıyı gösterememiş ve yaralanmıştır. İnerken yaralan­masının sebebi ise kuşların bir siper olmak üzere yere ko­nar­ken kuyruklarını hareket et­tir­­diklerini göz ardı etmesidir. Yi­ne tarihî kayıtlarda vardır ki; İbn-i Firnas kartal tüylerinden yap­tığı elbisesiyle akbabaların üs­tünde uçmuştur. Uçuş denemesi yapan bir baş­ka Müslüman âlim ise El-Cev­herî’dir. El-Cevherî Türk asıl­lı olup günümüzde Kazakis­tan sı­nırları içinde olan Farab’da dünyaya gelmiştir. Tâcü’l-Luga isimli Arapça lügatin yazarıdır. El-Cevherî 1002 senesinde, Ni­şa­bur’da bir camiin üstüne çı­ka­rak, cami önünde toplanan in­san­lara şunları söyler: “Ey aha­li! Bu dünyada emsâli nâ-mes­bûk (daha önce olmamış) bir eser vücûda getirdim. Ben in­san-ı âtiye (gelecekteki insan­lar) için bir tasavvur-ı ilmî­yi (bilimsel tasarım) tatbîk ve tec­rübe edeceğim ki bu teşeb­büs benden evvel hiçbir kimseye nasîb olmadı.” Bu sözlerden sonra vücûduna ka­natlar bağlar ve uçacağını söy­­­ler. Ardından kendini boş­lu­­ğa bırakır, fakat düşerek ve­fat eder. Bir kısım kaynaklar bu du­­rumu El-Cevherî’nin aklî den­­­ge­­­sini yitirdiğine bağlasalar da, so­­­nuçta insanlığın kayıtlara ge­çen ilk uçuş denemelerinden bi­ri ol­du­ğunda şüphe yoktur. Ba­lon­ların ve uçakların ilk ge­liş­­ti­­­ril­­­diği dönemlerde, bu uğur­­­da kazalarda vefat eden­lerin, bugün havacılığın geldiği se­vi­­­ye­­­de payları büyüktür. On­ların ce­saretleri ve uğraşıları sa­ye­­­sin­­de havacılık mevcut ha­­line gel­miştir. Bu sebeple El-Cev­he­rî’ nin yaptığı uçuş de­ne­me­sini akıl­dışı bir hareket diye nite­len­dirmek haksızlık ola­cak­tır. İbn-i Firnas ve El-Cevherî’den sonra gerek Doğu’da gerekse Batı’da uçmaya çalışan kişiler olduğuna dair birçok kayıt vardır. Bu uçuş girişimleri bir­bir­lerine benzer şekilde ce­re­­yân etmiştir. Ancak Evliyâ Çe­lebi’nin İstanbul’da Sultan IV. Murad zamanında vuku bul­duklarını yazdığı iki hâdi­se, dört yüz yıl önce Osmanlı Dev­­­letindeki mucidlerin ve kâ­şif­lerin ufuklarının genişli­ğini gös­­­termesi açısından mühim­dir. Bu iki hâdise Sultan IV. Mu­­­rad zamanında gerçekleş­­miş ve Evliyâ Çelebi, bu hadi­se­­­leri biz­zat görmüştür. Evli­yâ’ dan ön­ce ve sonra kayıtlara geç­­­miş fa­kat unutulmuş veya hiç ka­yıt­lara geçmemiş böyle ni­ce uçuş denemelerinin oldu­ğu da ih­timal dâhilindedir. Sultan IV. Murad, 1623 ve 1640 seneleri arasında 17 sene saltanat sürmüştür. Evliyâ Çe­le­bi, seyahatnamesinin 1. cildi­nin 670-674. sayfaları arasında Sultan IV. Murad zamanında ‘İstanbul’daki Hezârfenler ve Cem­şidkâr Üstâdlar’ başlığı al­tında uçuş denemeleri ya­pan­lar­dan bahsetmektedir. Bun­­lar­dan birincisi Hezârfen Ah­­med Çelebi’dir. Hezârfen, önce Ok­meydanında, Evliyâ Çe­le­bi’ nin tabiriyle, kartal ka­nat­­larıyla se­­kiz-dokuz defa ta­lim yapar. Ar­­dından Sultan IV. Mu­­­rad Sa­­ray­­bur­nu’ndaki Sinan Pa­şa Köşkünden bakarken, Ga­la­ta Ku­lesine çıkar. Sultan ve İs­­tan­­bul­lular bu ilginç hadise­yi seyrederken, Lodos’un deste­ğiyle Galata Kulesinden uçma­ya başlar. Uçuşu başarılı olur ve Üsküdar Doğancılar’a iner. Padişah, bu başarılı uçuştan sonra Hezarfen’i bir kese al­tınla ödüllendirir. Fakat bu ödül­lendirmeye şu sözleri de ekler: “Bu adam pek havf edile­cek (korkulacak) bir adam­dır. Her ne murad edinse (istese) elinden geliyor. Böyle adam­ların bekası caiz değil.” Bu söz­lerin ardından Hezarfen, Ce­zayir’e sürülür. Hezarfen’den sonra, farklı bir uçuş denemesini de Lagarî Ha­san Çelebi yapmıştır. Laga­rî, bu denemesiyle belki de dün­­yadaki ilk füzeyi fırlatmış olu­yor­du. Veya bir başka bakış açısıyla uzaya seyahatin ilk de­nemesini yapıyordu. Lagarî de aynı Hezarfen gibi uçuşunu Sul­tan IV. Murad’ın huzurun­da ger­çek­leştirmiştir. Yedi kollu fü­­ze­vârî bir fişek yapmış ve bu fişeğin ateşleme sisteminde de barut kullanmıştır. Lagarî fi­şe­ğe binmiş ve yardımcıları fitil­leri ateşlemişlerdir. Evliyâ Çe­le­bi diyor ki, fişek uçuşa baş­la­madan önce Lagarî, Sultan IV. Murad’a: “Padişahım seni Hu­da’ya ısmarladım. İsa Nebî ile konuşmağa gidiyorum.” de­di. Bu arada fitiller bitip baru­ta sıra gelince fişek havalandı. Yanan barutların ışığıyla deniz parladı. Barutlar yanıp bitene kadar yukarı çıkan fişeğin son barutu da bitince Lagarî, tekrar uçuşa başladığı tarafa doğru düş­meye başladı. Uçmadan önce aynı He­zarfen gibi kanat tak­mıştı. Dü­şer­ken bu kanatları kul­lan­dı ve denize indi. Yüzerek Si­nan Paşa köş­künün önünden ka­ra­ya çıktı. Doğrudan Sultan IV. Mu­rad’ın huzuruna vardı ve Sul­tan’dan bir kese altın aldığı gi­bi, sipahî olarak da orduya ka­bul edildi. Lagarî daha son­ra­­ları Kırım’a gitti ve orada ve­fat etti. İbn-i Firnâs, El-Cevherî, Hezar­fen Ahmed Çelebi ve Lagarî Hasan Çelebi gibi dehalardan ve kâşiflerden bahsetmeden ha­­­­va­­­cılık tarihinin anlatılması hak­­­­sızlık olacaktır. Çünkü on­lar binlerce yıldır daha hızlı ula­­­­şım yolları arayan insanlığın ha­­yal­­lerinin gerçekleşmesi için ilk adımları atmışlardır.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiEvrimi Çürüten Hakikatler
Risale-i Nur

Madem eser var, müessir (eseri yapan) var. Madem sanat var, Sa­­­ni (sanatkâr) var. Madem kâi­nat var, bizler varız; öyleyse her şeyin yaratıcısı, bir olan Allah var.  Evrimi çürüten ve yaratılışı is­pat eden izah ve delillerin bir kısmının özeti şöyledir: Evrim, ateizmin varoluş inancı­dır. Dolayısıyla tevhidi yani Al­lah’ın varlığını ve birliğini ana esası yapmış olan İslamiyet ile bağdaşmaz, bağdaştırılamaz. Bi­­lim, pozi­ti­vizmin etkisi ve bir ön ka­bul ile materyalist ka­bul edil­diğinden, bir cihetle al­ter­­na­tif­siz olan evrim, zo­run­­lu olarak kabul edilen bir teo­ri ha­li­ne gelmiştir. Bilim­le uzak­tan yakından alaka­sı olmayan bu dogmatik yak­la­şım, ateizm temelinde örgüt­le­nen güçlü bir ittifak ve bir çeşit algı yönetimi ve illüzyon (hayal ürünü hikayeler ve te­ressüm) vasıtasıyla bilimle öz­deşleştirilmiş, hatta bilimin te­­meli ol­ma noktasına kadar ge­ti­ril­miştir. Halbuki bilim ta­ri­­hinde ev­rim teorisi kadar yan­lış­lığı is­pat edilen bir teori da­­ha görül­memiştir. Bu konuda Pierre Paul Grassé’ nin (Fransız Bilimler Akade­misi Eski Başkanı, Evolution of Living Organisms “Canlı Or­ganizmaların Evrimi” isimli ki­tabın yazarı) şu sözleri çok ma­ni­dardır: “Bugün, bizim gö­re­vimiz, bizden daha önce baş gös­teren ve basit, anlaşılır ve açık­lanmış bir olgu olarak ka­bul edilen evrim mitolojisini yık­­maktır. Hile (aldatma) bazen bi­linç­siz olur, ama her zaman de­ğil; çünkü bazı insanlar, ta­raf­girlikleri nedeniyle, amaçlı ola­rak gerçeği görmezden ge­lir­­ler ve inançlarının ye­ter­siz­liğini ve yanlışlığını kabul etmeyi reddederler.”1 “Rast­gele mu­tas­yonların, tüm canlı­lık âle­­­mi­­nin ihtiyaçlarını karşı­la­­mış ol­­ması imkânsızdır. Ha­yal kur­­maya karşı bir yasa yok, ama bi­lim buna dâhil edil­me­me­li­dir.”2 Madem bilim adamlarının iti­rafıyla dahi evrim bilim­sel de­ğil­dir, hakikat değildir, eği­­tim-öğretim müfredatla­rı­mız­­­da da yeri olmamalıdır. Bi­­­lim­­sel ve­­ri­­ler­le de apaçık gö­rünen, ev­ren­­sel bir hakikat olan “Ya­­ra­­­tı­lış” ise, eğitim-öğ­­re­tim müf­re­­­dat­la­rı­mız­da çe­kin­cesiz, ek­­sik­­siz, ta­viz­siz şe­kil­de ve her yö­­nüy­le yer al­malı­dır. Bilim ilerledikçe akıllarda ve kalplerde güneş gibi parlayan yaratılış hakikatinin aksine ıs­rar­la ve inatla gözlerini kapa­tıp yol yürüyenler için tutuna­cak bir dal olarak görülme nok­tasında alternatifsiz olan evrim teorisi, kendisini objektif ola­rak niteleyen, hakikatte ise ter­­cih yapma zorunluluğu se­be­biyle tarafsızlığı mümkün ol­­mayan bilim adamlarının ha­­yat­larının her safhasına, bek­len­tilerine, dillerine dahi hük­meder olmuştur. Bilim adamı Anthony Standen’in ifadesiyle evrimin hegemonyası altında olan bilim, kendisinden istifa­de edilen ve tapınılan bir kutsal (!) ineğe dönüşmüştür.3 Türden türe veya basitten da­ha kompleks türe geçişi iddia eden evrim, hakikat ile yani bilimin objektif verileri ile ta­mamen zıt, bu nedenle ana esasları ve ön kabulleri da­hi ciddi manada hatalı, ispatla­na­­­mamış ve ispatlanması im­kan­sız olan bir hipotezdir (Söz­lük anlamıyla, yani var­sayım, fa­ra­ziye manasında hi­potezdir. Yoksa bilimin norm­larına gö­­re hipotez dahi değil­dir.). Ben­­­zet­­­me­lerden yani ana­lo­ji­den yola çıkılarak kur­gu­­lan­mış, bi­lim­­selliğe yakış­ma­ya­cak şe­kil­de maksatlı ve ta­raflı şe­­kil­de sa­vunulup ısrarla sür­dü­rü­­len bir ideoloji, yaratılış haki­­ka­­ti­nin parlak güneşini üfle­­mek­­le söndürmeye çalışan boş he­ves, örtmeye çalışan ha­yal ürü­nü bir balçık ve genç zi­hin­­­­­leri bulandırıp dinsiz­leş­­ti­­­re­­­rek hat­ta evrimi adeta din edin­di­re­­rek yutan bir ba­tak­lık­tır. Bu bataklıktan çık­mak, gö­zünü açıp hakikati gör­mek ve göster­mek isteyenler için bir­kaç delil: Bilim, gözlem ve deneye da­yanır. Hâlbuki evrim göz­lem ve deneyin dışındadır. Ne gözlem­lenmiştir, ne de gözlemlenebi­lir. Ne görülmüştür, ne de gös­te­ri­le­bilir. Deney ortam­larında oluş­turulabilmiş de değildir. Do­­la­yısıyla türden türe geçişi id­­dia eden evrim, bilimsel değil­dir. Evrim hakikate zıt bir fa­ra­ziyedir. İspatlanmış birçok ka­­nuna terstir ve o kanunlarla bağ­daşmaz. Bu kanunlardan biri ter­­mo­dinamiğin ikinci kanunu­dur. Bu kanun şunu söyler: “Kâi­natta her mevcud, kendi haline bırakılsa maksimum dü­­zen­siz­lik ve minimum ener­­­ji­­ye gider.”4 Ev­rim ise bu­­nun tam tersini, ya­ni za­man içinde her mev­cu­dun ken­di­liğinden, basitten komp­lek­se ve daha düzenli da­­ha üstün türlere dönüşe dö­nü­şe var olduğunu iddia eder.Ter­­­mo­­­di­na­miğin ikinci kanu­nu (entropi), doğruluğu tec­rü­bi olarak ispatlanmış bir ka­nundur. Yüzyılımızın en büyük bilim adamlarından biri olan Albert Einstein, bu kanunu “Bütün bilimlerin birinci ka­nu­nu” ola­rak tanımlamıştır.5 Sir Arthur Eddington ondan, “Bütün ev­re­nin en üstün metafizik kanunu” olarak bah­seder. Hatta evrimin temel dayanaklarından olan ev­cil hayvan teorisi ve tüm teo­ri­ler hakkında bu kanunla tezat oluşturması halinde “En de­rin bir aşağılama ile çökmeye mah­kûm ve son derece umutsuz” ifa­delerini kullanmaktadır.6 Ame­rikalı bilim adamı Jeremy Rif­kin “Entropi: Yeni Bir Dün­ya Görüşü” adlı kitabında ko­nuyla ilgili, “Entropi Kanunu, tarihin bundan sonraki ikinci devresinde, hükmedici düzen şeklinde kendini gösterecektir” demektedir. Bunun aksine ev­rimci bilim adamları, evrimi bilimin birinci kanunu gibi gör­mekte ve göstermektedir. Öyle görmeyenleri ise dışlamakta, iti­barsızlaştırmaktadır. Bu kanunun evrimle çeliştiği ve evrimi çürüttüğü görüşüne karşı evrimcilerin şöyle bir iti­razı olmaktadır: “Bu durum (entropi) kapalı sistemler için geçerlidir güneş sistemi gibi dı­şarıdan enerji alan açık sistem­lerde ise geçersizdir”. Bu itirazı şu gerçek geçersiz kılmaktadır: “Açık sistem dediğimiz dışarı­dan enerji alan sistemlerde de kapalı sistemlerde de basit ya­pıdan kompleks yapıya ge­çiş tesadüfen ve evrimle açık­lanamaz, çünkü şuursuz ve kont­rolsüz bir enerji yapıcı de­ğil­dir, her zaman yıkıcıdır. Sa­nat icra edemez. Açık ve kapalı sayısız sistemlerle donatılmış olan kâinat sayısız sanatlarla süs­lenmiştir. Madem öyledir, bü­­tün bunları yapan, kör kuv­vet, akılsız enerji değildir ve ola­maz.7 Evrimi çürüten bir diğer kanun, tüm türlerin çoğal­ma­larının, sayılarının kontrol altında tutulması, istilalarına izin verilmemesi ve ölüme mahkûmiyetleridir. Hâlbuki bu durum, yani ölmek ve sı­nır­landırılmak, canlılar için is­te­nen bir durum değildir ve evrimle bağdaşmaz. Onları ge­­liş­­tiren güçlendiren bir du­rum değil, aksine zayıflatan bir durumdur. Tüm türlerde, ha­yat­ta kalma ve çoğalma te­ma­yülü son derece kuvvetlidir. Buna rağmen sayıları hep sınır­landırılır, denge hep korunur. Bu kanun eğer evrim sürecinde gelişmiş olsaydı, daha gelişene kadar, yani bu kanunun ol­ma­dığı dönemlerde, bu kanunun evrimleşmesine imkân tanıma­ya­cak şekilde denge ve düzen bozulacak, canlılık tükenecek veya bir tür veya birkaç tür kalacaktı. Hâlbuki bu kanun canlılıkla beraber var olmalıdır ki bu kadar türler ve denge ola­bilsin. Madem bu kadar canlı türü ve sayılarında bir den­ge­lenme söz konusudur, öyleyse evrim söz konusu olamaz. Evrimi çürüten bir diğer kanun, değişim yani tebed­dülat kanunudur. Neden ev­rimi çürütür? Çünkü tüm deği­şim­ler, türün kendi içerisinde gelişir, türden türe bir geçiş yok­­tur, olmamıştır. Bu ka­nun, türün kendi içerisinde ger­­çek­leşen ve genellikle bozulma, yaş­­lanma, yıkım ve ölüme gö­türen bir kanundur. Bazen da­ha iyiye götürücüdür ki bunda dahi türden türe bir geçiş söz konusu değildir. Örneğin bir bakteri daha di­rençli bir bakteri halini alır. Ancak dikkat edilirse dirençsizi de dirençlisi de bakteridir. Bak­teri virüse, virüs bakteriye dö­­nüş­­me­mektedir. İnsan da ba­zı mik­­ro­organizmalara di­renç ge­liş­ti­rir, yani bağışıklık kazanır. Sa­vunma sistemi iyi yönde de­ğişim geçirir. Ancak bu olumlu değişim insanı farklı bir türe çevirmez. İnsan yine insandır. Üstelik akıllı şuurlu insan dahi, kendi savunma sistemindeki bu olumlu değişikliklerde bir pay sahibi değildir. Kendi as­­ker hüc­­re­lerinin komutanı değil­­­dir. Ken­dinde olan bu deği­şi­me sa­dece mazhar olmak­ta­dır, se­yir­cidir, aklı varsa şük­­re­­di­­­cidir. Kaldı ki bakteri ve ben­zeri, şuursuz, akılsız can­lı­lar, di­renç geliştirmekte pay sa­hi­bi olsun­lar! Onlar da ancak maz­har­dırlar, yapılmakta, yara­tıl­mak­ta, değiştirilmek­tedirler. Kamuflaj ile savunma siste­mi gösteren hayvanlara dik­kat edelim. Bunu o hayvanın yapabilmesi için, önce akıl, şuur, düşünce, sonra kendini ya­­şa­­dı­ğı ortama benzetebilmek için ken­di­ne bakacağı bir ayna, sonra da kendi vücudunu de­ğiştirebilme, yani atomlarına hüc­­re­lerine hükmedebilme gü­cü ve ilmi lazımdır. Bir de bu sa­vunma sistemini gelişti­re­ne ya­pana kadar, o savunmasız ha­liyle hayatta kalabilmesi öl­me­mesi lazımdır. Buna inan­mak, akılla hakikatle bağdaşır mı? Bu değişim kanunu ile gerçek­leşen örnekler, hayret verici şe­kilde evrime delil olarak gös­te­ril­mektedir. Hâlbuki bu deği­şimlerle bir tane bile türden türe geçiş olmamıştır. Buna ihti­yaç da yoktur. Bir türü ya­pan ilim, irade, kudret sahi­bi kim ise, bütün türleri de ya­pan O’dur ve bunu yapabileceği­ni ispatlamış, sanatını, yaratma gü­­cü­nü ortaya koymuştur ki o, Allah’tır. Ateizmin temel taşı olan ve tesadüfi varoluşun da­ya­nağı kabul edilen evrim, aksi ispat edilemeyen şu kanuna da terstir: BURHAN-I İNNİ diye tabir edilen, eserin mü­essire, yani eseri yapana delil olma kanunudur. Örneğin du­­­man, ateşe delildir. Ateşin biz­­zat görülmesi şart değildir. Du­manın görülmesi, ateşin var­lı­ğını ispat eder.8 Bir harf dahi kâtipsiz, bir iğne dahi ustasız olmaz, olamaz. Bir ki­tap yazarsız, bir bilgisayar us­tasız olabilir mi? İnsan beyni, bilgisayarı yapan en üstün ve organik bir bilgisayardır. Tek­no­lo­jisine yetişilemeyen çok üs­­­tün bir modeldir. İnsan bey­­­­­ni de bilgisayar gibi son­ra­­dan meydana gelmiştir ve üze­­rinde inanılması güç şe­kil­de 100 mil­yar civarında sinir hüc­resi (nöron), bunun 10-50 katı ka­dar gliya hücresi ve sinir hücreleri arası yaklaşık 100 tril­yon sinaps, yani hüc­reler arası bağlantı vardır.9 Bil­gi­sa­yarın da, beynin de, kâinatın da ham­maddesi aynı atomlardır. En basit bir bilgisayar dahi evrim sürecinde atomların yıl­larca savrulup çarpışmasıyla te­­sa­dü­fen oluşamazsa, beyin na­­sıl olu­şur? Beyni yapan; kör te­sa­düf, şuursuz evrim, akıl­sız-ilimsiz maddeler ve atomlar olabilir mi? Kanunlar dahi olamaz. Çün­kü kanunlar dahi kanun koyucu ve kanunu işletici ol­madan işlemez, ürün vermez, işe yaramaz. Anayasanın ve tüm kanunların, hükümet, po­lis, savcı, hâkim olmadan işle­meyeceği, herhangi bir eseri, tesiri, ürünü görünmeyeceği gi­bi. Kâinatta geçerli ve bilim­sel olarak ispatlanmış tüm kanunlar dahi, kanunu işletti­recek kanun koyucuya, hük­me­diciye muhtaçtır, mahkûmdur. Kanunlar, bazı canlıların has­ta­lan­masına, ölmesine ve tah­rip olmalarına neden olur. Hâl­bu­ki bu durumu tahrip olan ölen bu canlılar fıtraten ha­yata me­yilli olduklarından istemez­ler, bu kanuna isyan etmeye uymamaya meyillidirler. Bu da ispat eder ki, kanuna bo­yun eğ­dirici bir hâkim olmak zo­run­dadır ki kanun işleyebilsin. Bir köy dahi muhtarsız olmaz, nizamını kaybeder, köy kaos yerine döner. Nasıl olur da bu muhteşem kâinat hâkimsiz, ida­recisiz olabilir.10 Burhan-ı in­­ni’ye göre kâinattaki tüm bu orijinal şaheserleri şuursuz evrime vermek, duvarda asılı şaheser bir tabloyu şuursuz fır­çaya, boyaya, tuvale vermek­ten daha büyük bir hatadır ve doğrudan sapmadır. Nihaye­tin­­­de ressamlar, kâinattaki asıl­­­ları, orijinalleri takliden ve can veremeden sanat icra eder­­­­ler. Yani bir ağacın iki bo­yut­­­lu basit bir resmi bile şuur­suz­­lara verilemezken, bir res­sam şart iken, canlı olan ve ça­­murlu suları içip şeker şer­beti meyveleri veren müthiş fab­­­rikalar olan ağaçlar nasıl şuursuz unsurlara, akılsız ve kör evrime verilebilir?  Bilim adamları dünyanın öm­rünün yaklaşık 4,5 milyar yıl olduğunu söylemektedir. Dün­­yada tespit edilmiş 8 mil­yon 700 bin canlı türü vardır. Her sene yeni 10 bin canlı türü tespit edilmektedir. Yaklaşık 100 milyon civarında canlı tü­rü olduğu düşünülmektedir. İn­­san­da 100 trilyon hücre var­dır. Her bir hücrede binlerce mil­yon­larca enzim, hormon gibi maddeler iş görürler. Her bir enzim saniyede 40 kez kim­yasal reaksiyona girer. Bü­tün bunlar türün özellik­lerini belirleyen sonuçlar ortaya çı­ka­rır. Bütün türlerde, her tü­rün tüm fertlerinde ve her fer­din tüm hücrelerinde bu reak­si­yon­lar, sistemler, mekaniz­ma­­lar gelişmiştir ve işlevseldir. Özet­le çarpıp böldüğümüz za­­man, evrim süreci çok hızlı ol­mak zorundadır. Her güne, her saate hatta her dakika­ya bin­lerce milyonlarca yeni sistem yeni mekanizma geliş­tir­mek zo­rundadır ki bu kâi­nat bu haliyle var olabilsin. Hâlbuki böyle bir durum görün­me­mek­tedir. Binlerce yıldır in­san yi­ne insan, maymun yi­ne may­mundur. Bu kadar fay­­­dalı ve gerekli sistemlerin, me­­ka­­niz­­maların, biyolojik maki­ne­­lerin, reaksiyonların, bu ka­­dar canlı çeşitliliğinin, evrim­­leş­me sonucu meydana gel­mesine dün­yanın ömrü yet­mez. Bir sü­reç içerisinde oluşu­mu da kal­dıramaz, daha olu­şama­dan yok olur. Birçok sis­tem, organik makine ve mekanizmalar, bir anda, her şeyiyle, bütünüyle ol­mak zorundadır. Örneğin en basit sayılabilecek proteinler­den Sitokrom-C’nin tesadüfle or­­taya çıkma olasılığı için ge­re­ken zaman, yaşı 15 milyar yıl olan evrenimizin yaşının bile çok üzerindedir. Yani tama­men tesadüflerle dahi evrenin yaşı bir proteinin ortaya çıkışına izin vermemektedir. Basit yapı­lı her bir hücrede, sayısı 3000’i bulan proteinlerin hücrenin bi­na­sında temel taşlar olduğu dü­şü­nülürse olasılık kelimesi dahi anlamını yitirmektedir. Ev­­rim, gerçeklerin yanında son de­­rece hantal ve muhal kal­mak­­tadır. Özetle, bu evrenin evrim­leş­mey­le uğraşacak vakti yoktur.11 Dünyada çok açık şekilde varlığı bilinen ve hissedilen bir gerçek vardır ki o da duy­gulardır, maneviyattır. Evrim ise materyalist zemine otur­muş bir inançtır. Duygu­ları, maneviyatı, manevi olay­la­rı açıklayamaz. Sevgisiz varlık­lar, nasıl seven varlıklara dö­nüşmüştür? Bu ve benzeri so­rulara makul bir cevap ve­remez. Madde, sınırlı ve geçi­cidir. İnsanların yaşama ve mut­luluk arzuları ise sınırsız­dır. Evrim düşüncesiyle, siyahi insanlar henüz evrimini ta­mam­­la­yamamış bir alt sınıf olarak görülmektedir. Dolayı­sıyla evrim, ırkçılığın, güçlü ola­nın güçsüzü ezdiği, yok et­tiği bir sömürge düzeninin, yani zulmün ve adaletsizliğin te­me­lini teşkil edecek potansi­yelde bir dünya görüşüdür ki bu da insanın mahiyetindeki vicdan, adalet, merhamet haki­kat­leriyle yani fıtrat ile çelişir. Evrim gerçek olsa idi, mil­yarlarca, hatta canlılardan daha fazla sayıda ara formlar olması gerekirdi. Hâlbuki bir tane bile, ara form olduğu ispatlanmış bir varlık söz konusu değildir. Yarı bitki yarı hayvan, yarı hay­van yarı insan bir ara form yok­tur ve olmamıştır. Ara form olduğu iddia edilen fosillerin hiçbiri türden türe geçişe delil değildir. Her biri kendine öz­gü bazı yönleri benzer, bazı yön­leri farklı yaratılmış birer tür­dür. Ara formun söz konu­su olmadığının bir delili de, ev­­rim­cilerin kendilerini da­hi al­datarak suni ara form­lar oluş­tur­ma çabalarıdır. Bu­nun bir ör­neği “Nebraska ada­mı” dır. Wil­liam Bryan adlı bilim ada­mı­nın itirazlarına rağ­­men bu sahte ara form hayal ürü­nü çi­zim­­lerle süslenerek su­nul­muş­­­tur. Ancak bir diğer bi­lim in­­sa­­nı Harold Cook, Neb­ras­ka ada­­­mı­nın maskesini düşür­müştür.12/13 Bir göz (Darwin’in dahi iti­ra­fıyla), bir hücre, yapısı itiba­riy­le, tüm parça ve organel­lerinin aynı anda beraber var olmasıyla birlikte beraber bir fonksiyon görebilir, göz göz olur, hücre de hücre. Yoksa yok olur kaybolur gider. Bu ise evrimin zaman içinde geliş­me ve parça parça oluşma hi­po­tezini çürüten bilimsel bir gerçektir. Milyonlarca yıl için­de tesadüflerin elinde, bir göz dokusu oluşana kadar, bir hücre oluşup gelişene kadar çoktan yok olup gitmeye mah­­kûmdur. Bu konu Ame­rikan Fizikçi Lipson’a şu yo­rumu yaptırmıştır: “Türlerin Kö­­keni‘ni ilk okuduğumda Dar­win’in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. Örne­ğin “Teorinin Zorlukları” baş­lıklı bölüm, çok belirgin bir gü­ven­sizlik yansıtmaktadır. Bir fi­zikçi olarak, gözün nasıl orta­ya çıkmış olabileceği yönündeki yo­­rum­ları karşısında şaşkınlığa düş­tüm.”14 Darwin zamanında hücre, bilinmeyen bir kara kutu idi. Darwin’den beri ısrarla tüm teknolojik bilimsel gelişmelere rağmen, hücrenin kendine hay­ran bırakan özelliklere sahip, adeta bir fabrika, bir mikro şe­hir gibi işleyişine rağmen, ev­­rim düşüncesi ısrarla inatla sür­dü­rül­meye çalışılmış bunun için her yola başvurulmuş ve gerçekler görmezden gelinmiş, gerçekleri gören bilim adamları ise itibarsızlaştırılmıştır. Mendel’in ispat ettiği ve göz­lemlediği deney ve ilkelerine gö­re hayat süreci içerisinde ka­za­nılmış olan özellikler genle­re ve nesillere aktarılamaz. Ör­ne­­­ğin komando eğitimleri ile kas­­la­rı gelişmiş, güçlenmiş bir ba­ba, bu özelliklerini çocuğu­na ak­ta­ramaz. O çocuk kaslı ve güçlü doğmaz. Bir kazada kolu kopan bir annenin çocu­ğu kol­suz doğmaz. Hayat süre­sin­ce ka­za­nılan fiziki değişimler gen­lere ve nesillere aktarılmaz. Epigenetik başlığı altında ya­pılan izahlar, verilen örnekler ise evrimi izah ve ispat etmez. Epigenetik kısaca ve özetle; çev­re şartlarının, genleri değil gen­lerin işleyişini değiştirerek fenotipin değişmesine neden olma­la­rına verilen isim­dir. Fe­no­ti­pe yansıyan değişim­lere mo­­­­di­fikasyon denir. Modifi­kas­­­­yon­lar kalıtsal değildir. Çün­­­­­kü meydana gelen deği­şik­­lik­­­ler sadece vücut hücrelerin­­den iba­rettir. Bu nedenlerle mo­di­­­fi­­­kas­yon­lar evrime delil de­ğildir. Fenotipik değişim­ler ge­­netik yapıya yansımaz, nesil­lere aktarılmaz. Sadece üre­me hüc­relerinde meydana gelen mu­tasyonlar nesillere ak­ta­rılır ki on­ların da çoğu doğum olmadan düşükle so­nuç­la­nır. Doğanlar ise üre­­ye­me­yecek kadar hastadır, üre­­me fonksiyonları bozuktur ve bu hallerini yine nesillere ak­­ta­ra­maz. Burada da bir hik­met bir denge bir tasarım gö­rün­mektedir. Hiçbir tasarım­cı olmadan olamayacağına göre, bütün bu tasarımları, dengeleri, hikmetleri var eden bir ilim sahibi vardır ki O zat bizimle irtibata geçmiş, bize kendini tanıtmış, bütün isimlerini de, Allah ismini de öğretmiştir. O yüzden diyoruz ki bütün bu mükemmel işleri yapan, ya­ra­tan Yüce Allah’tır. Epigenetik, türden türe geçişe de­ğil, yine türün kendi için­de de­ği­şimlere sebep olur. Ör­nek: Folik asit yedirilen ge­be fareler ile yedirilmeyen fa­­re­­le­rin farklı renkte fare do­ğur­­ma­ları bir evrim değil­dir. Tür değişmemiştir. Farklı mekaniz­malarla renk değiş­miş­tir. Fare yine faredir. Fare, bir tavşana dönüşmemiştir. Maa­le­sef bu hadise dahi evri­me delil gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.15 Evrim bir kanun olsa idi tüm varlıklar bu kanundan kaça­maz ve bu kanuna tabi olur idi. Hâlbuki yeryüzünde ha­len maymunlar mevcuttur. Bu may­­­munların, haşa insana dö­nü­şen­lerden ne farkı vardır, bun­­ların neyi eksiktir ki insa­na dönüşememişlerdir. Bu­nun gibi nice örnekler mevcut­tur. Tüm bu canlılar bin­ler­ce yıl­dır halen türlerini ko­ru­mak­ta, yer­yüzünde yaşama­ya ve ço­ğalmaya devam etmekte­dir­ler. Men­del’in araştırmaları sonu­cu genetik programda bir sağlam­lık ve kendini koruma özelliği söz konusudur.  Eğer bu koru­ma mekanizması olmasa idi, tür özellikleri korunamazdı ve ko­layca yıkıma uğrardı. Her tür, kendine has özelliklerini de­vam ettiren genetik şifrelerini ko­ru­maktadır. Elbette ki bu ko­ru­mayı her şeyden haber­siz olan türlerin fertleri yapma­mak­tadır. Bir yerde plan, prog­ram, yazılım varsa, onu plan­layan, programlayan da vardır. DNA’nın, genetik kodların ve bu hayrete düşüren yazılımın planlayıcısı, programlayıcısı da o prog­ramı adeta bir çeşit orga­nik antivirüs programlarıyla sağ­­­­­lam­­­laştıran ve korumaya alan Al­­lah’tır. Eğer bu sağlam­laş­­­tır­­ma, kararlı kılma ve koru­ma ol­masa idi, anne karnında pankreas hücresi olarak gelişen ve hor­mon üreten hücreler za­man içe­risinde kolayca fark­lı ve iş­lev­siz hücrelere dönüşe­bi­le­cek­ti. Allah’ın yarattığı sanat eser­le­rin­deki fenotipik ve genotipik genel kararlılık ve istikrar, ev­ri­me zıt bir hakikattir. Hem bu kadar tür çeşitliliğiyle bir­lik­te değerlendirildiğinde evrimin im­­kânsızlığını açıkça ortaya ko­yar. Bu genetik kararlılık, tür­den türe geçişi, türlerin karış­ma­sını, ebeveyn başka bir tür, yavru başka bir tür olmasını engelleyici bir mekanizmadır. Bu, genetik yapıda bir sağ­lam­lık, türe has özellikleri ko­ru­ma şeklinde kendini göste­rir. Bu mekanizma sayesin­de farklı türler birbiriyle çiftleş­mezler. Evrime delil bulmak gayesiyle suni ve kasıtlı olarak çiftleştirilenler ise gebe kala­maz. Faraza böyle bir gebe­lik oluşsa dahi düşük ile so­nuçlanır. Çünkü günümüzde de düşük ile sonuçlanan tüm gebeliklerin çoğunda genetik ve­ya kromozom anomalileri tes­pit edilmiştir. Bu son de­re­ce hikmetli ve gereklidir. Yok­sa anne ya da baba bir hay­van, faraza başka bir tür hay­van olarak doğmuş ya da dönüş­müş olan yavrusuna uy­gun bes­lenme ve korumayı na­sıl sağ­­­la­yacak, onu nasıl yetişti­re­cek­­­tir? Mesela aslan anne baba­nın başka türden bir yavrusu ol­sa ve o yavruya aslana has av­­lan­­ma, korunma, beslenme özel­­lik­lerini öğretse, o yavru nasıl hayatta kalabilecektir? As­lanlıktan başka bir şey bilme­yen o anne baba da o yavruya baş­ka bir şey öğretemez. Misaller uzar gider… Allah’tan ki böy­le durumların olamayacağı şekil­de tedbirler alan kâinatın bir Müdebbiri vardır. İnsanın atası olarak sunu­lan maymunun insana ben­zer yönleri olduğu kadar, ko­nuş­ma açısından bülbülün, sos­yal­­leşme açısından karın­ca­­la­rın maymundan daha faz­la in­sa­na benzer özellik­leri tes­pit edil­miş­tir. Bu durum­da in­sa­nın atası hangi hay­van­­dır? Maymun mu, bül­bül mü, yoksa karın­ca mı? Benzer­likler, birbirine dönüşme­nin birbirinin atası ol­­manın delili değildir ve ola­maz. Üstelik halen yok olma­mış olan maymunlar, bülbül­ler, karıncaların varlığı da bu dü­şünceyi, evrimin temel tez­lerini çürütmek­tedir.16/17/18 Hem karada hem denizdeki canlı çeşitliliği de evrime cid­di bir darbe vurmaktadır. Bu ka­dar çeşitlilik evrimle açıklana­maz, izahı mümkün değildir. Dünyada tespit edilebilmiş 8 milyon 700 bin canlı türü var­dır. Bilim insanları son araş­tır­ma­larda aslında doğal hayat­taki canlı türlerinin 100 mil­yonu bulabileceğini tahmin et­mektedir. 6000 çeşit elma oldu­ğu tespit edilmiştir. Han­gi iltizam, hangi mecburiyet üzerine ve hangi evrim meka­niz­malarıyla bu kadar çeşitlilik meydana gelmiştir? Bu soru­nun makul ve ispatlanabilir bir cevabı yoktur.19 Evrimcilerin bel bağlamış olduğu mutasyonlar, tahrip edici ya da etkisizdir. Bir can­lı­­yı daha üstün bir canlı­ya çe­­viren bir mutasyon göste­ri­le­­me­­miştir. Ancak bozan, hasta eden veya etkisiz mutas­yon­lar gösterilebilmiştir. Gen mutas­yonları, üreme hücrelerinde mey­dana gelirse ancak gelecek ku­şaklara aktarılır. Orak hücreli anemi, fenilketonüri, albinizm gibi kalıtsal hastalıklar gen mu­tasyonu sonucu ortaya çıkar. Ancak dikkat edilirse bunlar insanı hasta eder. Süper insan haline getirmez. Farklı bir tür haline hiç getirmez. Mutasyon, canlının genetik ya­pı­sında meydana gelen de­ği­­şik­lik­lerdir. Bu değişiklik kro­­mo­zomlarda olabilir, ya da gen­lerde olabilir. Kromozom­larda olan değişiklik de, ya kromozomun sayısında olur ya da yapısında. Her canlının kromozom sayı­sı sabittir. Kromozom sayısı­nın değişmesi, artma veya ek­­sil­­me şeklinde olabilir. Söz­­ge­li­­mi, 40 kromozomu olan bir bitkide, üreme esna­sında kro­mo­zom­ların uy­gun bölü­nememesi ve­ya uy­gun ye­­­re ta­şı­­na­maması se­­be­biyle, ba­­­zı fertlerde bu sa­yı değişe­bi­lir. Me­sela 41 veya 42, ya da 30 ve­ya 38 olabilir. Böy­le sayı de­­ği­­şik­­­liğine sahip olan fert­ler sıhhatli bir hayata sahip ola­maz­lar. Çoğu zaman bun­­ların ne­sil­leri devam etmez ve genel­de bu tip değişiklikler can­lı­ların anor­malliğine ve ölü­müne sebep olur. Bir başka değişiklik de, kro­mo­zom sayısının tam katları veya yarı katları kadar art­ma­sı şeklinde olabilir. 40 kro­mo­zom­lu bir bitkinin üreme­si es­nasında çiçek tozu ve yu­murta hücrelerinin teşkili es­nasında kromozom sayısının yarıya inmesi gerekir. Çünkü erkek ferdi temsil eden polen ile yumurta hücresi birleşince kromozom sayısı 40 olarak sa­bit kalacaktır. Hücredeki kro­mo­zomların yarıya inmesi es­nasında müdahale edilerek bu yarıya inmeye mani olunabi­lir. Bu yarıya inme, yumurta hüc­resinde yapılabileceği gibi, sperm hücresinde de veya her iki­sinde de yapılabilir.  Bu du­rumda kromozom sayısı 40 yerine, 60 veya 80 olan fertler meydana gelir. Bu şekildeki kromozom artışı fertleri öl­dürmez. Bunların nesilleri de devam eder. İşte bu tip kro­mozom değişikliğine faydalı mu­tasyon adı verilir. Özellikle bitki ve hayvan ıslahında bu metottan faydalanılmaktadır. Me­sela, kromozom sayısı iki katına veya dört katına çıkmış mısırlar, normal fertlere göre daha büyük koçanlı ve daha iri daneli olmaktadır. Aynı şekil­de süt ve et verimini arttırmak için hayvanlar âleminde de ben­zer uygulamalar vardır. Bunun ha­­­ri­­cindeki mutasyonlar, ister gen­­lerde olsun, isterse kromo­zom yapısında veya sayısında olsun, zararlı ve genelde öldü­rücüdürler. Sonuç olarak, mutasyonların faydalı olanları, kromozom sa­­­yı­­­sı­nın katları şeklinde artış gös­­­­te­­­ren­­lerdir. Bitki ve hayvan ısla­hında iri yapılı meylerin elde edil­­me­­sinde, et ve süt verimi­nin art­­tırıl­masında bu metot kul­la­nıl­maktadır.  Ancak, bun­lardan yeni ve farklı bir canlı meydana gelmesi mümkün de­­ğil­dir. Mısırın kromozom sa­­­yı­­sı­nı iki kat arttırınca iri da­neli ve büyük koçanlı mı­sır el­de edilmekte, mısır yine mısır olarak kalmakta, mısır­dan fa­sul­ye meydana gelmemek­tedir. Bu konudaki şu itiraf çok manidardır: “Ayrıntıya gir­di­­­ği­mizde, tek bir türün bi­le değiştiğini kanıt­laya­­ma­­­yız. Var­­­sa­yılan değişik­lik­­le­rin fay­da­lı olduğunu da kanıt­la­ya­ma­­yız ki teorinin temeli bu­na da­yanmak­tadır.”20/21 Evrimciler ispattan ziyade bir kabulle hareket etmek­te­­dir­ler. Örneğin “ilk canlı te­sa­düfen oluştu” derler. Bunun ise bir ispatı yoktur ve olamaz. Cansızdan canlı oluşumunu izah edemeyince de neredeyse canlı ve canlılık kavramını inkâ­ra kadar meyletmiş durumda­dırlar. Sofestai felsefecilerinin, Yaratıcıyı inkâr etmek adına kendi varlıklarını inkâr etme­leri gibi. Hâlbuki muteber bi­lim adamlarından Pasteur’un dediği gibi “Hayat ancak ha­yattan gelir”. Kendisinde ha­yat olmayan başkasına hayat, kendisinde şuur-bilinç-ilim ol­ma­yan başkasına şuur-bilinç ve akıl, kendisinde görme olma­yan başkasına göz ve görme veremez… Milyonlarca yıl önce ev­rim sürecinde tesadüfen ha­yat oluştu ise, akıllı şuurlu tek­­no­lo­jik imkânları olan in­san­lar haydi buyursunlar, bir araya gelip akıllarını, bil­gi­le­ri­ni birleştirip tüm gerek­li ele­mentleri maddeleri kullana­rak laboratuar ortamında bir canlı varlık üretsinler. Tesadüfen ola­nın, şuurlu şekilde olması da­ha kolay ve makul değil mi­dir? Neden üretemiyorlar? Bu ka­dar bilim adamının üretemediği­nin milyarlar katını; şuursuz, kör, sağır tesadüfler nasıl üre­tir ve hangi akılla buna inanı­lır ve bir de şiddetle savunu­lur? Şayet zihinlere, hayallere “Zamanla belki üretilebilir” dü­şüncesi gelecek olursa de­riz ki: “Milyonlarca yıl önce haşa tesadüfen oluşan bir ne­ti­ce­nin milyarda birini, bin­lerce akıllı ve şuurlu insan yüz­lerce yıl çalıştıktan sonra farz-ı muhal meydana getirebil­miş olsa, bundan şu sonuç çıkmaz mı? “Bizim bu kadar zekâ, bilgi ve imkânlarla, yüz­yıl­lar­ca uğraşıp ancak yapabil­di­­ği­mizin milyarlar katı muhte­şem neticeler, sanatlı ve gayeli canlılar, milyonlarca yıl önce nasıl olur da kör, sağır, şuursuz, ilimsiz tesadüfün ve o tesadüfe bilim kisvesini zorla giydirerek taktığımız bir isim olan evri­min eseri olabilir?” denilmesi gerekmez mi? Evrimcilerin cevabını vere­me­dikleri birkaç soru da; “İlk hücre nasıl ortaya çıktı? Ya da ilk proteinler ve bu proteinleri kodlayan DNA-RNA ikilisi na­sıl ortaya çıktı?” sorularıdır. Pro­teinler olmadan DNA ola­maz, ancak DNA olmadan da proteinler olamaz. İsviçreli ün­lü matematik bilgini Charles Eugenie Guye, bir proteinin te­sadüfen ortaya çıkma olasılı­ğının 1x10160’da bir olduğunu ortaya koymuştur. Yani böyle bir olasılık yok demektir. Çün­kü 1050’de 1 ve sonrası ih­ti­mal­ler matematikte imkânsız kabul edilir.22 Yani tesadüfi var­oluş imkânsızdır. Evrim ise tesadüflerin elinde bir süreç ve seçilim (doğal/yapay) üzerine kurulu bir varsayımdır. Evrim ilkleri açıklayamaz. Hele ki bu ilk­ler olmazsa olmaz ve son de­re­ce hikmetli faydalı ise hiç açık­la­yamaz. Bir proteinin bir­kaç saniyelik ömrü vardır. Bir hücrede yer alan 3000’den fazla farklı proteinin ve DNA’yı oluş­­turan binlerce proteinin ay­nı anda var olması ve sürek­li yenilenmesi gereklidir ki bu ya­­pı­lar oluşabilsin ve vazife­le­­­ri­ni yapabilsin. Evrim bu ger­­­­çek­­lerin neresine sığışabi­lir. Evet, her şey de her şeyin ilkleri de kudreti, ilmi, hikmeti sonsuz bir yaratıcı ta­rafından, Allah tarafından var edilmiştir, düzenlenmiştir ve yö­netilmek­te­dir. Buna bilimsel bir delil de bilim insanları Laurent, Schrimpf ve arkadaşlarının ça­lış­­ma­ları ve makalelerindeki ifa­­de­leri­dir: “Doğanın (!), haberci molekülleri­ni geri dönüştürmede son derece etkili olduğunu gösterdik: Orta­la­ma olarak, RNA başına yak­laşık 5.000 protein molekülü üretiliyor ve bakteri Escherichia coli'de bir miktar daha az üre­tiliyor. Bu verimlilik bizim için ina­nılmaz. Ancak hücre içi pro­tein üretimi çok ince şe­kil­de ayarlanmakta ve has­sas ihtiyaçlara bağlı ola­rak konsantrasyonları düzenlen­mektedir. Son zamanlarda, di­ğer araştırmacılar da, bu muaz­zam düzenleme potansiyelini başka çalışma ve gözlemlerle doğ­rulamışlardır.23/24 Doğa ise akılsız, şuursuz, kör, sağırdır ve birbirine hem mahkûm hem hâkim sayısız unsurlardan, aciz sel gibi akan maddelerden mü­te­şek­kil ve üzerinde yapılanlara sadece mazhar olan, sonradan olma bir sanat eseridir. Bu sanat eseri (tabiat), kendisi yapılandır yapamaz, yaratılandır yarata­maz. Resim gibi, yazı gibi, inşa edilen bina gibi, kalem ya da fırça gibidir. Asla bir res­sam, bir yazar, bir mimar ve usta değildir, olamaz.25 Bilim, Allah’ın sanatlarını anlamak ve anladıkça hayran olmak, onu tanımak içindir, onu inkâr için, nankörlük için, küfür ve küfran için değildir. Onu in­kâr edeceğim diye bu kadar uğraşmak ve bir de ona delil olan onun yarattığı muhteşem eserleri, haşa onun yokluğuna delil göstermeye çalışmak hem bilimi hem insanlığı utan­dı­racak, hem boş hem çok zararlı bir çabadır.  Balina nostrilinin (burun/nefes deliği) kafadaki yerinin değiştiği ve bunun evrime açık delil olduğundan bahsedi­lir. Hâlbuki ilk resmedilen can­lı, arada resmedilen canlılar ve son resmedilen canlı birbirinden farklı türlerdir. Mesela biri ba­lina, biri köpekbalığı, biri yu­nus iskeletidir ve farklı böcek türleri gibi, farklı kuş türleri gi­bi farklı deniz memelisi türleri­dir. Bunların zaten özellikleri birbirinden farklıdır. Yaratan ta­rafından farklı özelliklerde ve şekillerde ve vazifelerle yaratıl­mışlardır. Bu resimlerin arka arkaya konulması ve bir takım zaman dilimlerinde yaşadıkları iddiaları, evrime delil olmaz. Bir­birlerine dönüştüklerine de­lil ol­maz. Halen köpekbalığı da ba­li­na da yunus da mevcuttur, başka bir forma geçiş yaparak nesli tükenmiş değildir. Burun deliği önde olan hayvan da yaşayabilmiş ve vakti gelince öl­müştür, diğerleri de. Eğer bunlar farklı hayvanlar değil aynı türler olsaydı, zaten türün kendi içindeki değişimleri var­dır, olabilir, ancak bu da kas­tedilen mana itibariyle bir ev­rim değil, modifikasyondur. Ken­di kendineliğe, tesadüfe, tu­tar­sız mesnetsiz hakikatsiz ev­­rim mekanizmalarına nasıl bağ­la­na­bilir? Bu değişimler ba­li­nayı balinalıktan, yunusu yu­nus­luktan çıkaracak boyut­ta da değildir. Böyle bir deği­şim olduğu takdirde bu bir has­talıktır ve yıkımdır. Bunlar sağ kalamaz, nesillere aktarıla­maz, ölür. Sendromlu doğan veya sonradan bazı hastalıklara yakalanan insanlar gibi. “İnsanın su içinde fazla kalması sonucu parmak uçla­rının buruşması evrime delildir, evrimin sonucudur” gibi asılsız iddialar hakikatle bağdaşmaz. Çünkü parmakların suda bu­ruşması, Allah’ın koyduğu ve in­sanların ozmoz olarak isim­len­dirdiği kanun ile bağlantılıdır. Bu kanuna göre daha sulu bir madde, daha yoğun katı bir maddenin içine girdiğinde su geçirir. Derinin içine geçen su deriyi şişirir. Bunun sonucunda deri büzülür ve yüzeyini ge­niş­letir. Sudan çıktıktan bir süre sonra elimiz tekrar eski hali­ne dönmektedir. Çünkü deri­mi­zin altına giren su bir süre son­­ra buharlaşmaktadır. Bu bu­ruş­ma sadece ellerimizin ve ayak­larımızın bir kısmında mey­­­dana gelmektedir. Diğer böl­­­ge­­leri­mizde bu buruşmanın mey­­­dana gelmemesinin sebebi kıl­­la­rı­mızın dibinde bulunan yağ be­zeleridir. Bununla birlik­te bu buruşma olayı, türün ken­­di içerisinde olan bir deği­şim ola­yıdır. Buruşma ile farklı bir türe geçiş olmaz. Üstelik bu kadar hızlı bir evrim ve evrim mekanizması var olsay­dı, şim­diye kadar çoktan insan­oğlu tamamen farklı bir türe dönüş­müş olurdu. Birkaç daki­kada elleri buruşarak farklılaşan bir canlı, binlerce yılda binlerce kez farklı türe dönüşmesi gere­kirdi, hâlbuki binlerce yıldır insan aynı insandır. Türün kendi içindeki değişim­leri, türden türe geçişe delil ol­maz. Başka canlılarda benzer de­ğişimlerin olması da türler arası geçişe delil olmaz. Bilakis her canlıda aynı mührün, aynı imzanın bulunduğuna, yani us­ta­larının yaratıcılarının aynı ve bir olduğuna delildir. Ellerin buruşmasını evrime delil gös­ter­meye çalışan makalelerin ti­pik ortak özelliklerine ve ifade­lerine dikkat edilirse tahminler, yorumlar, zorlamalar ve şahsi çı­karım ve benzetmeler açıkça görülmektedir. Hâlbuki ‘olabi­lir’li ifadeler, bir delili göster­mez ve ispat değildir. Bilakis, yönlendirme ve yakıştırmayı or­­taya koyar. İlaveten bu yazar­ların ve dergilerin, evrimci, ev­rimi mutlak gerçek kabul etmiş, ta­raflı yazarlar ve dergiler ol­du­ğu görülmektedir.26 Bu makalede, 16 madde ha­lin­­de özetlenen hakikatler ve ev­­rim­­cilere verilecek cevaplar bu kadardan ibaret değildir, ra­hat­lık­la artırılabilir. Her bir id­diaya, delil diye getirilen her bir hayal mahsulüne ve ya­­kış­­tırmaya rahatlıkla cevap ve­ri­le­bilir. Ancak evrimcilerin iddia­larına tek tek cevap vermek de, bunlara cevap bulmaya ça­lış­mak da yersizdir. Genel ve te­mel problem anlaşılırsa ha­ki­kat görünür. O temel prob­lem ise akılla, mantıkla, bi­lim­le, ilimle, hakikatlerle bağdaş­ma­yan ideolojik yaklaşımlar ve hayal ürünü yakıştırmalardır. Yaratılışa, tek yaratıcı olan Allah’ın varlığına ve evrim dü­şün­­ce­sinin yanlışlığına sayı­sız de­liller vardır. Tek bir delil da­hi bir meselenin ispatın­da kâfi­dir. Yeter ki yeterince tarafsız bakılsın. Son Söz: Bir bilim adamı olan John C. Lennox’un dediği gi­bi, “Protein fabrikalarının kar­ma­şık­lığı ve hassaslığı ile en ge­liş­miş insan teknolojisi kar­şı­laş­tırıl­sa, insan teknolojisi ol­duk­ça kaba kalır.”27 Madem bu, hem bilimsel hem evren­sel bir hakikattir. Tesadüfe ve­ril­mesi imkânsız olan insan tek­nolojisinden hadsiz defa üstün olan kâinattaki teknoloji ve iş­leyiş asla tesadüfe verilemez. Madem eser var, müessir (eseri yapan) var. Madem sanat var, Sa­­­ni (sanatkâr) var. Madem kâi­­nat var, bizler varız; öyleyse her şeyin yaratıcısı, bir olan Al­lah var. Kaynaklar: 1- Pierre Paul Grassé, Evolution of LivingOrganisms, AcademicPress, New York, 1977, s. 82- Pierre Paul Grassé, Evolution of LivingOrganisms, s. 1033- Standen Anthony. Science is a Sac­red Cow. New York: Dutton, 19504- https://chem.libretexts.org/Core/Physical_and_Theoretical_Chemistry/Thermodynamics/Laws_of_Thermodynamics/Second_Law_of_Thermodynamics5- Albert Einstein, quoted in M.J. Klein, Thermodynamics in Einstein's Universe, in Science, 157 (1967), p. 5096- Sir Arthur Stanley Eddington, in The Nature of the Physical World. Maxmillan, New York, 1948, p. 747- http://www.sorularlaevrim.com/kategori/evrim-teorisi/ateist-thomasla-evrim-tartismasi (Beşeri Nesneler ile Öteki Nesnelerin Kıyası 1-4)8- Risale-i Nur Külliyatı, İşaratü’l-İcaz, Bakara Suresi 21-22. ayetler­in tefsiri9- http://www.turkbiyofizik.com/beyin.html10- Risale-i Nur Külliyatı, 10. Söz (Haşir Risalesi)11- Pattle P.T. Pun, Evolution: Nature And Scripture in Conflicts. Zondervan, Grand Rapids (1982), s. 52; Mustafa Mlivo, Quran Ispred Nauke I Civilizacije, Medzliz Islamske Zajednice, Bugojno, Sarajevo (2001), s. 11012- http://www.icr.org/article/mr-bryan-evolution/13- https://ncse.com/cej/5/2/role-neb­ras­ka-man-creation-evolution-debate14- H. S. Lipson, “A Physicist's View of Darwin's Theory”, Evolu­tion Trends in Plants, c. 2, No: 1,  s. 6, 198815- http://dergipark.gov.tr/download/article-file/9489016- http://documentarybox.com/quran-and-evolutionary-biology-dr-farid-khan/17- http://www.youtube.com/watch?v=cxQoc_06TqQ18- http://www.youtube.com/watch?time _ continue= 19&v=riqCx84rhfY19- http://dergipark.gov.tr/download/article-file/6319620- http://www.sorularlaevrim.com/makale/faydali-mutasyonun-olabilecegi-iddiasi-evrim-teorisi­nin-dogru-olabilecegine-dair-bir-delil-teskil-eder-mi-237.html21- Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, c. 2, 1888, s. 21022- İdris Tüzün, Kâinattaki Dengeler ve Allah, s. 19, 201723- Laurent J, Vogel C, Kwon T, Craig S, Boutz DR, Huse H, Nozue K, Walia H, Whiteley M, Ronald P, Marcotte EM (2010) Protein abundances are more con­served than mRNA abundances across diverse taxa. Proteomics 10: 4209-421224- Schrimpf SP, Weiss M, Reiter L, Ahrens CH, Jovanovic M, Malmstrom J, Brunner E, Mohanty S, Lercher MJ, Hunziker PE, Aebersold R, von Mering C, Hengartner MO (2009) Comparative Functional Analysis of the Caenorhabditis elegans and Drosophila melanogaster Proteomes. PLoS Biol 7: e4825- Risale-i Nur Külliyatı, 23. Le­ma (Tabiat Risalesi)26- https://www.thoughtco.com/ why - do - fingers   -  prune-in-water - 411022327- John C.  Lennox, “Bilim Tan­rı­yı gösteriyor ama bazı bilim adam­ları bunu kabule hazır değil! Ara­mızda Kalsın Tanrı Var”, s.

Umut Muhammed Said ÇAVUŞ 01 Aralık
Konu resmiTeşrik-i Mesaî ve Taksimü'l-A'mâl
İnsan

Teşrik-i mesai; işbirliği yapmak, emekleri birleştirmek, birlikte mesai harcamak demektir. Taksimü’l-a’mal ise iş bölümü, iş taksimi, herkesin bir konuya yönelerek, mesaisini sarf ederek ihtisaslaşmaktır. Teşrik-i mesai ve Taksimü’l-a’mal ile herhangi bir konuda işbirliği yapıldığında harika bir kuvvet ve birçok menfaat elde edilebilir. Herkesin çalışma alanı kısımlara ayrılıp belirlenmesi ve diğerleriyle de mesaileri birleştirerek kısa zamanda seri üretimi sağlayıp pek çok kârlı sonuçlar elde edilebilir. Bizi Teşrik-i Mesaiye Sevk Eden Amil Nedir? “…Hakkın şe’ni ise, ittifak­tır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Te­a­vünün şe’ni, birbirinin im­­da­­dına ye­tiş­mektir. Dinin şe’ni uhuv­vettir, incizab­dır. Nefs-i em­­­mareyi gemle­mek­­le bağ­la­­mak, ruhu kemalâ­ta ka­m­çı­la­mak­la serbest bırak­ma­nın şe’ni, saa­det-i dâreyndir” (Zül­­fi­kar, 42). Bu hakikatler bi­zi teş­rik-i mesaiye sevk ediyor. İctimai Hayatta Teşrik-i Mesaî ve Taksimü’l-A’mal Teşrik-i mesai aynı zamanda fıt­­­ri bir ihtiyaçtır ve kemalâta yük­­sel­meye vesiledir. İnsan ya­ra­­­tı­­lış­tan çeşitli meyillere sa­hip­­­tir. İnsan istediği vakit en mün­tehab şeyleri ister, mey­let­tiği vakit en güzel şeylere mey­le­der. Arzu ettiği vakit en zînet­li şey­leri arzu eder. Yaşamak hu­su­sunda insaniyete lâyık en gü­zel bir maişet ve bir şerefle ya­şa­mak ister. Bu meyillerin lazımı olarak yi­ye­cek, giyecek ve sair ihtiyaç­la­rı­nı istediği gibi, güzel bir şekil­­de elde etmek için çok sanat­la­ra ih­tiyacı vardır. O sanatlara vu­kufu olmadığından, hepsini yap­­­­ma­ya gücü ve zamanı yet­me­­­di­ğin­den kendi cinsiyle teş­rik-i mesai et­me­ye mecbur olur ki, her bi­risi çalışmalarının mey­­­­ve­­lerini mü­­ba­­de­le ederek ih­­­­ti­­­­yaç­­larını tes­vi­­ye edebilsinler. (İşâ­­râ­tü’l-İ’câz, 132) Herkes aynı anda bir toplumun var olması için lazım gelen mes­leklerden hem muallim, hem fı­­rın­cı hem bakkal hem doktor hem as­ker vb. olamaz. Bir toplumun ida­­mesi ve için­deki her bir ferdin ken­di ihti­yacını tedarik etmesi için baş­ka meslek sahiplerine ih­tiyacı vardır. Bu ihtiyaçları te­darik etmek için toplumun di­ğer fertleri ile teşrik-i mesai ve vazife paylaşımına gidilir. Ailede Teşrik-i Mesaî ve Taksimü’l-A’mal Bir kadın, fıtraten zayıf oldu­ğundan kendini himaye ede­cek birisini bulur, “Kadın ve er­kek ortasında gayet esaslı ve şid­detli münasebet ve muhabbet (sev­gi) ve alâka, yalnız dünyevî haya­tın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın kocasına, yalnız hayât-ı dünyeviyeye mahsus bir refîka-i hayat (hayat arka­daşı) değildir. Belki hayât-ı ebe­di­ye­de dahi bir refîka-i hayattır.” (Lem‘alar, 24. Lem‘a: 207). Kadının aile hayatında ve ev içinde idareci olması sebe­biy­le, ko­casının bütün malı­na, ev­lâ­­dı­na ve her şeyine mu­ha­fa­za memu­ru olduğun­dan, en esas­lı hasleti ko­casına sadâ­kat göstermek ve em­niyet ver­mek­tir. Bu sadakat ve emniyet kar­­şı­­lı­ğında erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesaî etmeye mecbur olur. “Erkekler, kadınlar üzerine hâ­kim­dir (onların reisidir)ler. (Bu,) Al­lah’ın (insanlardan) ba­zı­­­­la­­­­rı­­­nı (er­kek­leri), bazısın­dan (ka­­dın­­­lar­­dan) üstün kılması ve (er­­­­kek­­­lerin kendi) malların­dan sarf et­­me­leri se­be­biy­le­dir. Sâ­li­­ha ka­­­­dınlar ise, itaat­kâr olan­lar­dır. Al­­lah’ın (ken­dilerini) ko­ru­­ma­sı­­­na mukabil, gaybı (ko­ca­­sının yok­­­­lu­­ğunda, ko­ru­ması ge­reken­leri) mu­­hafaza eden ka­dınlardır.” (Ni­sâ, 34). Vücut Dairesinde Teşrik-i Mesai Vücut dairesinde teşrik-i mesai ise: İnsanın bir eli diğer eli­ne re­ka­bet etmez, bir gözü bir gö­­­zü­­nü tenkid etmez, dili ku­la­­­ğı­na itiraz etmez, kalp ru­hun ayı­bını görmez.. Bel­ki bir­­­bi­­ri­­nin noksanını ikmal eder, ku­su­runu örter, ihtiya­cına yar­­­­dım eder, vazife­sine mua­ve­­net eder. O vü­cu­dun azaları bir­­biriyle reka­bet­kâ­ra­ne uğ­raş­­­maz, birbirinin önüne geçe­rek tahakküm etmez, birbiri­nin ku­­su­­ru­nu görerek tenkid edip çalışma şevkini aşkını kırıp ata­lete uğratmaz. Belki bütün kabiliyetleriyle, birbirinin ha­re­ke­tini umumî maksada yö­nelt­mek için yardım ederler, ha­kikî bir tesanüd bir ittifak ile o vücudun yaradılış gaye­sine yürürler. Eğer bu teşrik-i mesaî ve taksimü’l-a’mal bitse, zerre miktar bir taarruz, bir ta­hakküm karışsa; o vücud-u in­sanın hayatı söner, ruhu kaçar, neticesiz akîm kalarak cismi de dağılır (Lemalar, 21). İş Dünyasında Teşrik-i Mesai Bugün bütün iş dünyasında, hu­­susen Avrupa’da mesailerin tan­­zi­mine, iş bölümüne ve ihti­sasa çok önem verilmektedir. Kim, hangi işi yapacaksa şir­ket yöneticileri, CEO’lar ve for­­menler tarafından işin baş­lan­­gıcında belirlenmekte ve o is­ti­­kamette meslek sahibi olun­maya çalışılmaktadır. Bütün ça­lış­­masını ve gayretini aynı konu üzerinde harcayan ve him­metini belli bir noktaya yoğunlaştıran bir kimsenin iler­leyip muvaf­fak ol­masındaki sır­rı, bugünkü iş dünyası bize is­pat ediyor. Manevi hizmetlerde ise; “ha­ki­kat ve âhiret için çalışan­la­ra karşı bu millet bir hürmet bir muavenet fikrini daima besle­miştir. Bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına ve sadıkane olan hiz­metlerine bir cihette iştirak et­mek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meş­­gul olup, vakitlerini zayi' et­me­­­me­­­leri için, sadaka ve he­di­ye gi­bi maddî menfaatlerle yar­dım edip, hürmet etmişler.” (Le­ma­lar, 21) Bu şekilde teşriki mesai yaparak iş dünyası ilim ehlinin ihtiyacını (sponsor ola­rak) karşılayıp, dünya işlerine karıştırmadan ilimden geri bı­rak­mamışlar. İlimden hâsıl olan sevaplarına da böylelikle iştirak etmişler. Teşrik-i Mesaînin Cemaate Verdiği Kuvvet Teşrik-i mesainin ve aynı konu­da tesanüdün insana verdiği kuv­veti şu şekilde izah edebili­riz: “Hayat, vahdet ve ittiha­dın neticesidir. İmtizackârane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider.  وَ لاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رِيحُكُمْ “Birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer de (size hey­bet veren) rüzgârınız (kuv­ve­­tiniz) gider” (Enfal, 46) ayeti­nin işaret ettiği gibi, tesa­nüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki; üç elif ayrı ayrı ya­zılsa kıymeti üçtür. Tesa­nüd-ü adedî ile içtima etse “Sırr-ı uhuv­vet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler” (Lemalar, 21) yüz on bir kıymetinde ol­du­­ğu gibi.. Sizin gibi üç-dört hâ­dim-i hak, ayrı ayrı ve tak­si­mü’l-a’mal olmamak cihetiyle hareket etse, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin fa­zi­let­­le­riyle iftihar edecek bir tesa­nüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etse­ler; o dört adam, dört yüz adam kuv­vetinin kıymetindedirler.” (Barla Lahikası, 124) Bu kuvveti keşfeden dünya eh­­li, dünyaya dört elle sarılıp bü­yük bir servet ve şiddetli bir kuv­vet elde etmek için, hatta bir kısım siyasiler ve beşerin sos­yal hayatının mühim amil­leri ve komiteleri, iştirak-i em­­val (iktisadi işbirliği) düs­tu­­ru­nu ken­di­lerine rehber et­miş­ler. Bü­tün sui­istimalleri ve za­rar­larıyla be­ra­ber, harika bir kuv­vet, bir men­faat elde etmiş­lerdir. Teşrik-i Mesainin Dünyevi Faydası Bu azim kuvveti yakalamak bü­yük menfaati elde etmek için… ehl-i sanat, netice-i sanatı zi­ya­­de kazanmak için, iştirak-i sa­nat­larını birleştiriyorlar. “Hat­­­tâ dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalış­mış­­­lar. O ferdî çalışmanın her gün­­de yalnız üç iğne, o ferdî sa­na­­­tın meyvesi olmuş. Sonra teşri­­kü’l-mesaî düsturuyla on adam birleşmişler. Biri demir ge­­ti­­­rip, biri ocak yandırıp, biri de­lik açar, biri ocağa sokar, biri ucu­nu sivriltir ve hâkeza her birisi iğne yapmak sanatında yal­nız cüz’î bir işle meşgul olup, iştigal ettiği hizmet basit oldu­ğundan vakit zayi’ olmayıp, o hizmette meleke kazanarak, ga­yet süratle işini görmüş. Son­ra, o teşrik-i mesaî ve taksi­mü’l-a’mal düsturuyla olan sanatın semeresini taksim etmişler. Her birisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler…” (Lemalar, 21) Teşrik-i Mesainin Uhrevi Faydası Bediüzzaman Hazretleri teş­rik-i me­saî ve taksimü’l-a’mal düs­­turuyla olan sanatın se­me­re­­sini bize göstermek için şöy­le bir hitapta bulunmuş: “İşte, ey kardeşlerim! Madem umur-ı dün­­yeviyede, kesif maddelerde böy­­le ittihad, ittifak ile neti­celer, böyle azîm yekûn fayda­lar verir. Acaba, uhrevî ve nu­ranî ve tecezzî ve inkısama muh­taç olmayarak ve fazl-ı İlâ­hî ile her birisinin aynasına umum nur in’ikâs etmek ve her biri umumun kazandığı misil sevaba mâlik olmak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas edebilirsiniz. Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlıkla ka­çı­rıl­maz!” (Lem‘alar, 21. Lem‘a) Bu iştirak-i emval düsturu a’mal-i uhrevi amellere girse; za­­­rar­­sız azim menfaati kazandı­rır. Çün­­kü bütün emval, o işti­rak eden her bir ferdin eline ta­ma­men geçmesinin sırrını ta­­­şı­­­yor. Dört beş adam, iştirak ni­­ye­tiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit geti­re­rek lâmbayı yaksa, her biri aydın­lanarak tam bir lâmbaya sahip oldukları gibi, yine her birinin duvarda bulunan bü­yük ay­nasına, noksansız, parça­lan­­madan, birer lâmba, oda ile be­­ra­­ber girer; güneş ışınlarının her şeffaf şeye eşit olarak gel­me­si gibi. Aynen öyle de uhrevi mal ve iş­lerde ihlasın sırrı ile ortaklık ve kardeşlik, tesanüd (dayanışma) ve ittihad (birleşme) sırrıyla teş­­ri­­­kü’l-mesaî ile amelleri bir­leş­­tir­mekten hâsıl olan umum ye­kûn ve umum nur her bir kardeşin amel defterine ta­ma­­men gireceği hakikat ehli­nin yanında görülmüş ve yaşan­mış­tır. Bu ayrıca rahmetin geniş­liğin ve İlahî ikramın gereğidir. (Lem‘alar, 172) Teşrik-i Mesâi ve Taksimü’l-A’malin Avam-ı Ehl-i İmana Faydası Teşrik-i mesâi taksimü’l-a’mal ve tesanüdün faydası sadece eh­li imana değil, imanı zayıf olan­lara da azim bir kuvvettir. “Sizin tesanüdünüze benim zi­ya­de ehemmiyet vermemin sebebi yalnız bize ve Ri­sa­le-i Nur’a menfaati için değil, bel­ki tahkiki imanın dai­re­­sin­­de olmayan ve nokta-i is­ti­na­da ve sarsılmayan bir ce­maa­tin kat’î buldukları bir haki­kate dayanmaya pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyan­la­rı­na karşı yılmaz, çekilmez, bo­zul­maz, aldatmaz bir merci’, bir mürşit, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanü­dünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğ­mez, mağlup olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuv­vet bulur, ehl-i dünyaya ve se­fahete iltihaktan kurtulur.” (Şualar 2, 381) Uhrevî amellerde geçerli olan ihlas, kardeşlik, dayanışma ve bir­likte mesai harcama dirlik ve birlik içinde olma gibi düstur­lar, dünyevî işlerimizde de pekâ­lâ geçerliliğini koruduğu gibi, kuv­ve-i maneviyeye muhtaç olan za­yıflar için azim bir kuv­vet kay­nağı olmuştur. Sonuç Olarak Teşrik-i Mesai Günümüzde iş dünyası, sade­ce bununla işe odaklanan ki­şi ya da kuruluşlar, iyi bir in­ovas­­yon yönetimi yapmak­ta­­­dır­­lar. İnovatif bir davranış ile şir­­ket yönetici ve CEO’ları kazanç­larını artırmak ve verimliliğini çoğaltmak için, personelinin bilgi ve becerilerini, ahlaki, ru­hî gelişimlerini, hissi yapısını, sosyal hayata uyumluluklarını ve sair hususları da dikkate alıp iş hayatının hayatı yapmışlardır. İş dünyasındaki kişiler, tüzel ki­şiler ve kurumların yurt içinde olduğu gibi, milletler arası sınaî, iktisadî, ictimaî, kültürel ve sair alanlarda yapılacak çok iş ve işbirlikleri olduğu gibi manevî alanlarda da işbirliklerine şid­det­li ihtiyaçları vardır. İman ehlinin üzerlerine, her biri bin yerden sel gibi hücum eden gü­­nahların zararından koru­na­­­bil­mek ve a’mâl-i saliha ile hay­rat kazanmak için iman ehli ile teşrik-i mesai yap­ma­larına ve manevî şirketler oluştur­ma­la­rı­na bağlıdır. Tâ ki; kırk bin baş­lı melâike gibi kırk bin­lerce baştan dakikada kırk binler amellerinin sevabı gel­sin. Bu manevî şirketin işleyiş tarzı­nın nasıl olduğunu Bediüz­­za­man Hazretleri bize şöyle ifa­­de etmektedir: “Risale-i Nur’un ha­­­ki­kî ve sadık şakirdlerinin ma­­­beyn­­lerindeki düstur-u esa­si olan iştirak-i a’mal-i uhre­vi­ye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla her bir hâlis, ha­kikî şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Ba­zı melaikenin kırk bin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis, ha­kikî, müttaki bir şakird dahi, kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstahak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve ictinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatte ça­lış­mak gerektir.” (Kastamonu Lahikası, 120)

Zeynel Abidin YILDIRIM 01 Aralık
Konu resmiAllah Bize Yeter!
İnsan

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ الَّذِينَقَالَلَهُمُالنَّاسُإِنَّالنَّاسَقَدْجَمَعُوالَكُمْفَاخْشَوْهُمْفَزَادَهُمْإِيمَانًاوَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Onlar ki, (bir kısım) insanlar kendilerine: “Şüphesiz insanlar (düşmanlarınız), gerçekten size karşı toplandılar; işte onlardan korkun!” dediler de (bu) onların imanlarını artırdı ve: “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekildir!” dediler.1 Bu ayet-i kerime Bedr-i Suğra de­nilen Küçük Bedir Seferi hak­kında nazil oldu. Ebu Süf­yan, Uhud savaşından sonra Mek­­­ke’ye dönerken, Sevgili Pey­­­­­gam­berimize hitaben “Ya Mu­­­­ham­­­med (sav) gelecek sene si­­zin­­le Bedir’de buluşalım” de­di. Al­­lah Resulü (sav) “Uma­rız öyle olur” diye cevap ver­di. Ni­hayet söz verilen o gün gel­diğinde Ebu Süfyan, müş­rik­lerle bera­ber Mekke’den ay­rıldı. Fakat Ebu Süfyan, Mer­ru’z-Zahran denilen mev­kie gel­diğinde Al­lah Teala, onun kal­­bine bir korku verdi. Müslü­man­ların karşısına çıkmaya ce­sa­ret edemedi. O sı­ra­­da Ebu Süf­­­yan, Nuaym’a rast­la­dı. Ve ona; - Ya Nuaym! Muhammed’le Be­­dir mevsiminde çarpış­mayı ka­­rar­­laş­­tırmıştık. Ben bu sene çar­pış­­mak istemiyorum, tekrar Mek­­ke’ye dönmek istiyorum. Fakat Muhammed (sav) harp meydanına çıkar da, ben çık­mamış olursam cesareti artar. Me­dine’ye git. Kuvvetimizin bü­­yük­lü­ğünden bahsederek on­ları korkut! Medine’den çık­ma­ma­larını temin et! Eğer muvaf­fak olursan sana on deve ve­re­­yim, dedi. Ebu Süfyan’ın teklifini kabul eden Nuaym, Medine’ye gitti. Müs­­lümanların sefer için ha­zır­lanmakta olduklarını gör­dü. Ebu Süf­yan ile sözleştiği üzere Müs­­lü­manların kalbine korku vermek niyetiyle konuşmaya başladı. - Bence bu yaptığınız hareket doğru değil, dedi. Onlar, mem­leketinize geldiler, birçoğunuzu öldürdüler. Şimdi üzerlerine gidi­yorsunuz. Büyük bir ordu hazırlamışlar. Vallahi hiç biri­niz sağ kalmazsınız,  iyisi mi bu işten vazgeçiniz, dedi. Fakat Müslümanlar üzerinde bu sözler tesir etmedi. Sâde­ce حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Allah bize yeter! Ve (O) ne gü­zel Vekildir!” dediler. Nefislerini ve mallarını Allah’a satan bir topluluğu hangi kor­ku durdurabilir? Ahiret için her an hazır olarak bekleyen bir iman ordusunu hangi vesvese yıldırabilir? Allah’ı bulan her matlubunu bu­lur ve hadsiz korkulardan kur­tulur? Evet, nihayet Resul-ü Ekrem (sav), bin beş  yüz mücahitle  Me­di­ne’den çıkarak Bedir’e gel­­di. Ebu Süfyan, Resul-ü Ek­rem’in kuvvetli bir ordu ile hareket ettiğini işitince büs­bü­tün korktu. Ordusunu ala­rak Mekke’ye geri dön­dü. Fakat Kureyş’in bu yüzden itibarı düştü. Müslümanların ise şan ve şerefi bir kez daha arttı.2 *** Resulüllah (sav) Zâtü’r-Rika’ se­ferinden dönerken bir öğle vakti ashabıyla birlikte istira­ha­te çekildi. Allah Resulü (sav)  kılıcını bir ağaca asıp göl­ge­sinde uykuya daldı. Bu hadisi bize nakleden Câbir (ra) der ki: “Biraz uyumuştuk ki, Resulül­lah’ın bizi çağırdığını işittik ve hemen yanına gittik. Bir de ne görelim. Resulüllah’ın yanında müşriklerden bir bedevi oturu­yor. Bunun üzerine Resulüllah (sav)  bedevînin hâlini anlatarak buyurdu ki: Şu bedevi ben uyur­ken gelmiş, kılıcımı ala­rak kınından çekmiş. Bu sıra­da he­men uyandım. Kılıç, kının­dan sıyrılmış olarak bedevinin elin­deydi. Bu halde bana be­de­vî: - Şimdi benden korkar mısın, di­ye sordu. Ben: - Hayır, korkmam, dedim. Be­devi: - Şu anda benim elimden seni kim koruyabilir, dedi. Ben de:  - Allah korur, dedim. Bu sıra­da Cebrail (as) geldi bedevinin göğ­süne bir yumruk vurdu ve kılıç bedevinin elinden düştü. Bunun üzerine Resulüllah kılıcı eline alarak bedeviye: - Şimdi seni benden kim kurta­rabilir, buyurdu. Bedevî: - Hiçbir kimse kurtaramaz, diye cevap verdi. Resulüllah sonra bize; - Ashabım, bakıp ibret alınız, buyurdu.”3 *** حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Zemin yüzünde her baharda bin­ler mahlûkat ordularının bü­tün cihazlarını veren, her se­ne ağaç ve kuştan oluşan iki muazzam ordusunun elbiseleri­ni tazelendiren, bütün dağların ve sahraların yüz örtülerini de­ğiş­tiren, bu kadar işleri çok­luk­la ve kolaylıkla yapan bir zata intisap etmektir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Bizi yoktan var eden ve yaşatan bir Rabb-ı Rahim’in mahlûku ve masnûu olduğumuzu bil­mek­tir. O Rabb-ı Rahim’in bi­ze karşı gayet merhametli ve şef­katli bulunduğuna kat’î iman etmektir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Hadiselerin baskı ve sıkıntı­la­rın­­dan, düşmanların fitne ve fe­­­sat­­ların­­dan, bozguncuların za­­­­rar­­­­­la­­rın­­dan ve hasarlarından ne­­­­cat ve­­ren bir dayanak nokta­sı­­dır.  حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Günah, gurbet, hastalık, kor­kaklık ve mağlubiyet gibi vü­cudu sarsan arızalara karşı bir dirençtir.   حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ İnsanlara elim endişe verip bu dünyadan göç ederek giden mah­bupların firakına karşı en büyük bir teselli kaynağıdır. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Zerrelerden oluşan bu küçü­cük vücudumuzun ahirette da­ha kıymettar bâki bir vücudu meyve vermesi hakikatidir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Şu dünyada bir an yaşamanın ebedî bir vücud kadar kıymet­tar olduğunu, ilmel-yakîn his­set­tiren bir muallimdir. *** Başta Resul-i Ekrem (sav) Efen­dimizle ve onun şerefli arka­daş­larıyla ve bütün sevdiğimiz dostlarla beraber olacağımız inancına حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ   ile kavuşulur. Gam ve kederle dolu olan cüzî ve tesirsiz şefkatimize bedel, ni­hayetsiz bir rahmet,  sonsuz bir şefkatin kapısı حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ  ile aralanır. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ  cümlesinden aldığımız iman dersiyle kabir kapısıyla girilen yeraltının, adem karanlıklarına açılan bir menzil olmadığını, bi­lakis; saadet saraylarına açı­lan bir kapının anahtarı oldu­ğu­nu zevk ederiz.4  قُلُوبٌ يَوْمَئِذٍ وَاجِفَةٌ 5 diye ifade edilen  “kalplerin dehşetle çarptığı” اَبْصَارُهَا خَاشِعَةٌ6 diye tarif edilen “gözlerin zelil ola­rak baktığı”    o günde,  bir şe­faatçidir bir hâ­dîdir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ  Ehl-i imana kurulan tuzaklara mukabil bir kurtuluştur. Fitne­cilerin ve ehl-i fesadın ve her türlü bozguncuların oyunlarına karşı   وَاللَّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ7 olan Cenab-ı Hakk’a sığınmak­tır. O halde can-u gönülden, bü­tün kuvvetimizle, kalbimizden gelen en derin bir idrak ve hisle  حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ diyelim. Kaynaklar: 1- Âl-i İmrân, 1732- Çetiner, Bedreddin, Fatiha’dan Nas’a Esbâb-ı Nüzûl Kur’an Ayet­lerinin İniş Sebepleri, Çağrı Yayın­ları, İstanbul, 2010, s.1843- Sahih-i Buhari Muhtasarı Tec­rid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, 1595 Numaralı Hadis4- Bkz. Şualar, Dördüncü Şua5- Nâziat, 8;6- Nâziat, 9;7- وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللَّهُ  وَاللَّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ Ve (o Yahudiler, İsa’ya) tuzak kur­dular, Allah da (onlara) tuzak kur­du (karşılık verdi). Allah ise, tuzak kuranların en hayırlısıdır. Âl-i İm­rân, 54

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Aralık
Konu resmiRisale-i Nurda Evlilik ve Aile Saadeti
Risale-i Nur

Asrımızın en büyük problemlerinden birisi, büyük hayallerle ve ümitlerle yapılan evliliklerin huzur getirmemesidir. Aile danışmanlığı, evlilik okulu gibi kurumların yaygınlaşması ve aile içi iletişim seminerlerinin çoğalması, bu sosyal yaranın büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Artık neredeyse boşananların sayısı evlenenlerin sayısını aşmaya başladı. “Benimle görüşen ekseri dost­lardan, kendi ailevî hayatların­dan şekvalar işittim. ‘Eyvah!’ de­­dim. İnsanın, hususan Müs­lü­­manın tahassungâhı ve bir ne­vi cenneti ve küçük bir dün­­­ya­sı aile hayatıdır. Bu da mı bo­zul­maya başlamış”1 di­yen Be­­di­üz­zaman Hazretleri, bu­nun se­beplerini arar ve bir-iki ko­mitenin bu kurumu boz­mak için perde altında çalış­tığını hisseder. Toplumun bütün dert­leriyle dertlenen asrın imamı, bu en önemli kurumu ayakta tut­mak ve cennete çevirmek için eserlerinde mühim tespitler ya­par ve tiryak gibi ilaçları her­kesin istifadesine sunar. Fıtrat, fıtri olmayanı reddeder. Binaenaleyh, fıtratıyla savaşan­lar yorulurlar ve huzursuz olur­lar. Bediüzzaman Hazretleri de her meseleye fıtrat eksenli yak­­laşmıştır. Evlilik ve aile saa­­de­ti konusunda, ka­dın ve er­keğin fıtratlarının gere­ği üze­rin­­den mükemmel tahlil­ler ya­pa­­rak, onlara gerçek mutlulu­ğu kazandırmayı hedeflemiştir. Bu çalışmada, Risale-i Nur’da evlilik ve aile saadeti ile alakalı bir tarama yaptım. Evlilikle ala­kalı pek çok kitapları da in­ce­ledim. Hem konu hakkın­daki ayetleri ve hadis-i şerifleri tedkik ettim ve belli bir süz­geç­ten geçirerek bu önemli has­talığın sebeplerini ve dahi çö­züm yollarını Risale-i Nurun pen­ceresinden ortaya koymaya ça­lıştım. Gayret bizden, Tevfik Allah’tandır. KUR’AN AHLAKINA GÖRE EVLİLİK Kur’an-ı Kerim’de evlilikle ala­kalı yaklaşık 35 ayet-i kerime vardır. (Bkz. 24/32-33; 33/52-53; 60/10, Çok Eşlilik 4/3, 129; 33/50, Eşler Arasında Adalet 4/3, 129 Evlenme Adabı 2/221, 235-236; 4/20-25, 127; 5/5; 24/3; 33/37, 50-52; 60/10-11 Mehir 2/229, 236-237; 4/4, 19-21, 24-25; 5/5; 33/50; 60/10, 11 Nikâh Akdi 2/235-237 Tek Eşliliğe Teşvik 4/3, 129) Yüce kitabımız Kur’an’ın nazarı bu dünyadan ziyade ahirete yö­neliktir. Rabbimiz, dünya ve dünyadaki hadiselerden on­ların zatı için değil, kendi mak­sat ve gayesi için bahseder. Her bir vesileyle kendisine yakınlaş­mayı telkin eder. Bu durumda evliliğe cinsel tatmin ve şehveti teskin için değil, hem neslin devamı hem de kendine kulluk edecek hayırlı kimselerin sayı­sı­nın çoğalması nokta-i naza­rından bakar. “Onun delillerinden biri de ken­dilerine (meyledip) ülfet ede­si­niz diye kendi (cinsi)nizden si­ze eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir şefkat kılmasıdır. Şübhesiz ki bunda, düşünecek olan bir kavim için nice deliller vardır.” (Rum, 21) “Yine onlar ki: ‘Rabbimiz! Bize zevcelerimizden ve nesilleri­miz­den göz aydınlığı olacak (sâlih) kimseler ihsan eyle ve bizi tak­va sahiplerine imam (her husus­ta kendisine tâbi’ olunan reh­ber) kıl!’ derler.” (Furkan, 74) Kur’an’ın bu gibi ayetlerini tef­sir eden Bediüzzaman Hazret­leri, evlilikteki cinsel lezzetin neslin devamını sağlamak için verilmiş, peşin –az- bir ücret ol­du­ğunu ve asıl hikmetin tena­sül; yani üreyip çoğalma oldu­ğunu 25. Sözde şöyle ifade eder: “Evet, eğer izdivaçtaki (evlilikte­ki) hikmet, yalnız kaza-i şehvet olsa, taaddüd bilakis olmalı. Hâl­buki hatta bütün hayvana­tın şehadetiyle ve izdivaç eden nebatatın tasdikiyle sabittir ki, izdivacın hikmeti ve gayesi te­na­süldür. Kaza-i şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir.”2 Tevbe Suresi 109. ayette de ev­liliğin nasıl bir temel üzerine otur­tulması gerektiğine dair güzel ipuçları vardır. “O hâlde binasını, Allah’tan sa­kın­ma (takva üzere olma) kor­ku­su ve bir rıdvân (O’nun rıza­sı) üzerine kuran (mümin bir) kimse mi hayırlıdır; yoksa bina­sını yıkılmak üzere olan bir uçu­rumun kenarına kurup da onunla beraber Cehennem ate­şine yuvarlanan (münafık bir) kim­se mi? Hâlbuki Allah, za­lim­ler topluluğunu (küfürleri se­­be­biyle) hidayete erdirmez!” Bir binanın sağlam kayalar üze­­rine kurulması mı daha iyi­dir, yoksa uçurumun kenarı­na mı? Elbette sağlam kayalar üze­rine kurulması daha evla­dır. Kur’an’ın bu ifadesine gö­re, dünyevi ve nefsi yapılan ev­lilikler hüsrandan başka bir şey artırmayacaktır. Dünyada her şey geçici ol­du­­ğu için sade­ce güzellik, zen­gin­­lik ve asillik üze­rine bina edi­­len evlilikler de yı­kılmaya mah­kûmdur. Batı Medeniyetinin Tesirinde Ve Nefsi Yapılan Evlilikler Neden Mutluluk Getirmez? Hakikat çekirdeklerinde Üstad Hazretlerinin güzel bir ve­ci­ze­si var: “Tarik-i ğayr-ı meş­ru’ ile bir maksadı takib eden, galiben maksudunun zıd­­dıy­la ceza görür.”3 Evet, nef­si ya­­pılan evliliklerde meşru bir yol takip edilmemektedir. Flört dö­neminde her iki taraf birbir­leri­nin zayıf yönlerini gizleyerek çok riyakâr davranırlar. Gerçek suretlerini asla göstermezler. Ev­lenip de bir araya geldikten bir müddet sonra, ülfet ve ünsiyet devreye girer. Sevgi grafiği hızla aşağı inmeye başlar. Çiftler bir­birlerinin gerçek yüzleriyle kar­şı karşıya kalırlar ve bilhassa ka­dın çok yıpranır. Allah’ın ra­zı olmadığı bir şekilde, açık sa­çıklık ile kendini beğendirip, münasip bir koca bulmaya ça­lı­şan bir kadın, aradığını bula­maz. Bulsa da başına bela bu­lur. İnsanın mahiyetindeki niha­yet­siz sevme kabiliyeti, nihayetsiz sevgiye layık olan bir zata ve onun razı olduklarına tevcih et­mek için verilmiştir. Gayr-ı meş­ru olarak fani ve muvakkat mahbuplara sarf etmenin ne­ti­ce­si, merhametsiz azab çek­mek­tir. Bu hususla alakalı Bedi­üz­zaman Hazretleri şöyle der: “Gayr-i meşrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çek­­mek­tir, kaidesi sırrınca, siz, fıt­ra­tı­nızdaki Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfat ve esmasına sarf edi­­­­le­cek muhabbet ve marifet isti­­dadını ve şükür ve ibâdât ci­ha­zâtını nefsinize ve dünyaya gayr-i meşru bir surette sarf ettiğinizden, bi’l-istihkak ceza­sını çekiyorsunuz.”4 Yirmi dördüncü sözün beşinci dalında da: “Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allaha ısmar­la­­dık demeyip gider (genç­li­ğin ve malın gibi); ya mu­hab­­betin için seni tahkir eder. Gör­mü­yor musun ki, me­cazi aşk­lar­da yüzde doksan do­ku­zu ma­şu­kun­dan şikâyet eder. Çün­kü Samed aynası olan bâ­tın-ı kalb ile, sanem-misâl dünyevî mah­bublara peres­tiş etmek, o mah­bubların nazarında sakîldir ve istiskâl eder, reddeder. Zira fıt­rat, fıtrî ve lâyık olmayan şe­yi reddeder, atar.”5 ifadesiyle me­seleye açıklık getirir. Yine bu hakikati teyiden, Bedi­üzzaman Hazretleri başka bir yerde şöyle söyler: “Yoksa kısa­cık bir iki saat sûrî bir refakat­ten sonra ebedî bir firak ve mü­farakate uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rik­kat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip, o dünya cennetini cehenneme çevirir.”6 AİLE KURMAK Aile Kurmak Fıtri Bir İhtiyaçtır Bediüzzaman Hazretleri bu ihti­ya­cı İşârât’ül İ’caz’da şöyle izah eder: “Aile kurmak, mutlulu­ğun esaslarındandır. Çünkü in­sa­nın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine karşı bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki; her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezzetlerde birbirine ortak; gam ve kederli şeylerde de yek­di­ğerine yardımcı olsunlar. Mes­ken ve me’kelden (yemek) sonra insanın en ziyade muh­taç olduğu, eşidir. Evet, insan bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki; tarafeyn (iki ta­raf) aralarında, hayatlarına la­zım olan şeyleri muavenet (yardım­laşma) suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neş’et eden muhab­bet iktizasıyla, yekdiğerinin zah­­metlerini tahfif etsinler. Ve gam­lı, kederli zamanlarını, fe­rah ve sürura tebdil edebil­sinler. Za­ten dünyada insanların tam ün­si­yeti, ancak refikasıyla olur.”7 Başka bir yerde Hazret-i Üstad mevzuya değişik bir bakış açı­sıyla şöyle yaklaşır: “Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun ister ki; birisi gelsin, kendisiyle o hay­reti, o tefekkürü paylaşsın. Kalb­lerin en latifi, en şefiki, “kısm-ı sani” ile tabir edilen ka­dın kalbidir. Fakat kadın ile ruhi imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbi ün­si­yet ve ülfeti it­mam eden, suri ve zahiri olan ar­ka­daşlığı sa­mi­mileştiren, ka­dı­­nın iffetiyle, ahlak-ı seyyi­eden temiz ve pak bulunması ve çirkin arızalardan hali olma­sıdır.”8 Evlenen Kişiler Nelere Dikkat Etmelidir? Sevgili Peygamberimiz bir Ha­dis-i Şeriflerinde buyurmuş­lar ki: “Kadın dört şey için ni­kâh­lanır. Malı için, soyu için, gü­zelliği için ve dindarlığı için. Sen dindar olana bak. (Değilse) kaybedersin.”9 Yine bu Hadis-i Şerifi açıkla­­yan başka bir hadislerinde: “Ka­dın­larla güzellikleri dolayısıyla ev­len­meyin; olabilir ki, güzel­likleri onları kötülüğe sevk eder. Malları dolayısıyla da ev­len­meyin; olabilir ki malları da on­ları size karşı isyana sevk eder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir cariye, diğerlerinden üstün­dür”10 buyurmuşlardır. Evet, insan evliliği neyin üzeri­ne bina ederse o sebep orta­dan kalktığında aile hayatının saa­-de­ti biter. Güzellik, zengin­lik ve neseb gibi şeyler fanidir, el­den çı­kar gider. Ama dindar­lık ka­lı­cıdır ve kişi yaşlandıkça din­­dar­lığı ve Allah’a bağlılığı ar­­tar. Allah rızası üzerine, takva üze­­rine kurulan evlilikler hem dün­­ya­da hem de ahirette daimi ebe­di bir birlikteliği netice verir. Za­­man geçtikçe aile hayatının en güzel saadeti olan, eşlerin bir­­bir­­le­rine olan sevgileri, mer­ha­met­­leri ve hürmetleri ziya­de­leşir. Bu hakikati İmam Bediüzza­man şöyle izah eder: “Aklı başın­da olan bir adam, refikasına mu­habbetini ve sevgisini, beş on senelik fâni ve zâhirî hüsn-ü ce­mâline bina etmez. Belki, ka­dınların hüsn-ü cemâlinin en güzeli ve daimîsi, onun şef­katine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü siretine (huy ve ah­lak gü­zelliğine) sevgisini bina et­me­li. Ta ki; o biçare ihtiyar­la­­­dık­ça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünkü onun refi­­kası, yalnız dünya haya­tın­­­da­ki muvakkat bir yar­dım­cı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat (hayat arka­daşı) olduğundan, ihtiyar­lan­­dıkça daha ziyade hürmet ve merhametle birbirine mu­hab­bet etmek lâzım geliyor. Şim­di­ki terbiye-i medeniye per­desi altındaki hayvancasına mu­vakkat bir refakatten sonra ebe­dî bir mufarakate (ayrılığa) ma­ruz kalan o aile hayatı, esa­sıyla bozuluyor.”11 EVLİLİK HAYATI Evlilik Hayatının Lezzeti mi Çok Meşakkati mi? Evlenmek insanlara çok ca­zip görünür. Fakat evlilikle bir­lik­te eşlerin hayat yükü daha da artar. Eğer evlilik bir ideal uğ­runa yapılmazsa; çeki­len me­şak­katler, alınan muvak­kat ke­yif ve lezzetleri hiçe indi­re­cek­­tir. Be­diüzzaman Hazretleri, genç­lik darbesini yiyen genç bir kıza bu durumu şöyle izah eder: “Evlilik vazifesinin karşılığında ücret olarak alınan geçici keyf ve lezzet, başlangıçta erkek için bir derece kâfi gelse de bi­çare kadın, bu evlilikte 9 ay ağır bir veled yükünü çekme­ye ve bir iki sene evladının me­şak­katine ve beslemesine gi­rif­tar olur. Hem açık saçıklık se­be­biy­le kocası tarafından sada­kat­­­sizlikle suçlanmak ihtimali var­­­dır. Hem kocasının gözü dı­şa­rıda olmak ihtimali ve ona sa­mi­mi merhamet etmemesi ci­­he­tiyle, daimi sıkıntılara ve vic­­­­dani azaplara duçar ola­cak­tır. Ev­li­li­ğin semeresi olan evlatlar da Kur’an terbi­yesi al­ma­dık­la­­­rın­­dan bu dünya­da sürekli ebe­­veyn­­lerini incitecekler ve ahi­ret­te de niçin imanımı kur­tar­­ma­dınız, Rabbimi, Hali­kı­mı ta­nıt­­tır­­madınız diye şefaat­­çi yeri­ne şi­kâyetçi olacaklar. İz­di­­vaç­­ta al­dı­ğı geçici keyif ve lez­zet, bu acı­ları karşılamayacak ve aile ha­ya­tı cehenneme döne­cek­tir.”12 Evlilik Hayatındaki Meşakkatler Nasıl Hiçe İner Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Hem peder, hem valide, te­­­­nasül kanunundaki vazifede çek­­tikleri çok meşakkat ve gör­dük­leri çok hizmete mukabil, yal­nız veledin dünyada, kemal-i hür­met ve itaatle şefkatlerine ve hiz­metlerine bedel, halis bir hür­met ve sadıkane bir itaat ve vefat­larından sonra, salâhatiyle ve hayratıyla ve dualarıyla on­ların defter-i amaline hasenat yaz­dırmak ve on beş seneden ev­vel masumen ölmüşse onlara kı­ya­mette şefaatçi olmak ve Cen­nette, onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır. Şimdi ise, terbiye-i İslamiye ye­ri­ne mim’siz medeniyet ter­bi­yesi yüzünden, ondan, bel­ki yirmiden, belki kırktan bir çocuk ancak peder ve vali­de­si­nin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendâneyi gösterir. Mütebakisi, endişelerle, şefkat­lerini daima rencide ederek, o hakikî ve sadık dostlar olan pe­der ve validesine vicdan aza­bı çektirir. Ve ahirette de da­vacı olur: Neden beni imanla ter­biye ettirmediniz? Şefaat ye­rinde, şekvâcı olur.”13 Evet, hem baba hem anne ev­lilik vazifesinde çok meşakkat çe­kerler ve çok hizmet görürler. Peder ve validenin şefkatlerine ve fedakârlıklarına bedel, Allah’ı ve ahireti bilen, hayırlı evlatlar olursa o izdivacın meşakkatleri göze görünmez. O yorgunluk­lar tatlı bir lezzete dönüşür. Çün­­kü o veledler dünyada an­­ne ba­­ba­larına tam hürmet eder­­ler, ebe­veyn­leri yaşlandıklarında on­­­lar, ço­cuk­ken kendilerine na­­­­sıl şef­kat et­mişlerse öylece mua­­­­me­le eder­ler. Anne-ba­ba­ları ahirete git­tiklerinde hayır ha­se­natlarıyla onların amel def­­­terine sevap yazdırırlar. Bu­luğ çağından önce vefat eder­lerse, kıyamette anne ba­bala­rına şe­faatçi olurlar ve cen­nette ku­caklarında sevimli birer ço­cuk olurlar. O evlatlar dünya ve ahi­­ret saadetine vesile olurlar. AİLE SAADETİ Eşlerin Birbirine Karşı Tutum ve Davranışları Nasıl Olmalıdır? Erkek, hanımına şu nazarla bak­malı: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refîka-i hayatımdır. Şim­dilik ihtiyar ve çirkin ol­muş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var; gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için, her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım” demeli, o ihtiyâre karısına, güzel bir hû­ri gibi muhabbetle, şefkat­le, mer­hametle mukabele etmeli­dir.”14 “Hem, hayat arkadaşını, rah­met-i İlâhiyenin munis, latif bir hediyesi olduğu cihetiyle sevmeli, çabuk bozulan fiziki güzelliğine muhabbetini bağla­mamalıdır. Belki kadının en cazibedâr, en tatlı güzelliği, ka­dınlığa mahsus bir letafet ve nezâket içindeki hüsn-ü sî­retine ve en kıymettar ve en şirin cemâli olan, ulvî, ciddi, samimi, nurânî şefkatine sev­gi beslemelidir. Çünkü ce­mâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, ahir hayata kadar devam eder, zi­ya­deleşir ve o zaife, latife mah­lûkun hukuk-u hürmeti o mu­habbetle muhafaza edilir.”15 Kocasının bu tutumuna karşı, kadının nasıl mukabele etme­si ge­­rek­tiğini de Bediüzzaman Haz­­ret­leri şu ifadelerle beyan eder: “Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, mu­­habbet ve alâka, yalnız dün­­ye­vî hayatın ihtiyacından ile­­ri gelmiyor. Evet, bir kadın, ko­casına yalnız hayat-ı dünye­vi­yeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede da­hi kocasına refika-i hayattır; el­bet­te, ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gay­rı, başkasının nazarını kendi mehâsinine celb etmemek ve onu darıltmamak ve kıskan­dır­mamak lâzım gelir. Madem mümin olan kocası, sırr-ı ima­na binaen, onunla alâkası ha­yat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvani ve güzellik vak­­tine mahsus, muvakkat bir mu­­hab­bet değil, belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i ha­yat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve gü­zellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve mu­hab­beti taşıyor. Elbette ona mu­kabil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsis ve mu­hab­­be­ti­ni ona hasretmesi, muk­­te­za-yı insaniyettir. Yoksa pek az ka­za­nır, fakat pek çok kay­be­der.”16 Yine Bediüzzaman Hazretleri­nin ifadesiyle mealen: “Koca, hanımını ebedi hayatta kay­betmemek için, onun dindar­lığına bakıp taklit etmelidir. Kadın da kocasının diyanetine bakıp, ebedi arkadaşımı kay­betmeyeyim diye takvaya gir­melidir. Yazıklar olsun o er­keğe ki, saliha kadınını ebedi kaybettirecek olan sefahate gi­­­rer. Ne talihsizdir o kadın ki, sa­­lih kocasını taklit etmez, o mü­­ba­rek ebedi arkadaşını kay­be­­der. Binler yazıklar olsun o iki bedbaht karı-kocaya ki, bir­­bi­­ri­nin günahlarını taklit edi­­yor­lar, birbirinin ateşe atıl­ması­na yardım ediyorlar.”17 Aile Saadetini Tehdit Eden Unsurlar Günümüz bazı kadınlarının; “kocalarımız bizi beğenmiyorlar, ne yapsak yaranamıyoruz” diye ser­zenişte bulunduklarını işiti­yoruz. Bediüzzaman Hazretleri, “Aile hayatını zehirleyen en etkili se­­be­bin tesettürsüzlük ve açık sa­­çıklık olduğunu söyler. Açık sa­çıklık, karı koca arasındaki sa­mimi hürmet ve muhabbeti kırar. Çünkü açık saçıklık kı­lı­ğına giren on kadından an­cak bir tanesi bulunur ki, ko­ca­sından daha güzelini gör­mediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan an­cak bir tanesi, karısından da­ha gü­ze­­li­ni görmüyor, on do­ku­zu ha­­nı­mından daha gü­ze­li­ni gö­rüyor. O vakit o sami­mî mu­hab­bet ve hürmet-i mü­te­kabile zayıflar ve yok olur. Aile içinde de tesettüre riayet edilmelidir. Yoksa gayet çir­kin ve gayet alçakça bir hissi uyan­dırmaya sebebiyet vere­bi­lir. Şöyle ki: insan kız kar­deşi gibi mahremlerine karşı fıtri olarak şehevani hissi taşı­ya­mıyor. Çünkü simaları akra­ba­lık cihetindeki masum sevgiyi ve şefkati tahrik eder ve nefsani meyli kırar. Fakat bacaklar gi­bi şer’an mahremlere de gös­termesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süfli nefis­lerde gayet çirkin bir hissin uyan­masına sebebiyet verebilir. Açık bacakların mahremiyeti haber verecek bir alamet-i fari­kası olmadığından, hayvani bir hevesi, bir kısım süfli mah­rem­ler­de uyandırabilir.”18 Bunun ne derece doğru oldu­ğu, yetiş­tir­me yurtlarından ve hapis­hanelerden alınan bilgilerden anlaşılıyor. Yine Üstad Hazretleri Lemaat isimli eserinde: “Mimsiz mede­niyetin teşvik ettiği tesettür­süz­lük ve açık saçıklığın, beşeri ruhen hırçınlaştırıp tatmin­siz­liğe sevk ettiğini, kadınların yuvalarından çıkmasıyla erkek­leri de baştan çıkardığını veciz bir şekilde ifade eder.”19 Aile saadetini tehdit eden unsurlardan biri de: “Ter­biye-i İslamiye yerine mim­siz medeniyet terbiyesi yüzün­den, birbirine seciyeten veya di­ya­neten liyakat bulunma­ma­­sı­dır. Ve bilhassa terbiye-i İs­la­­mi­ye haricinde, Müslüman namı altında olanlar, iman­dan gelen hürmet ve mer­ha­met-i mütekabileyi bulama­dık­­ların­dan, bütün bütün saa­det-i ha­ya­ti­yeyi mahvedi­yor, ce­hen­nem aza­bını çektiriyor.”20 “Cesaret, sehavet, erkekte gayret, hamiyet ve muavenete sebep­tir. Kadında, nüşuza, vakahate, zevc hakkına tecavüze sebep olabilir” (Sünühat) diyen Bediüzzaman Hazretleri, erkekler için güzel birer haslet olan cesaret ve cö­mertliğin, kadınlar için, aile saadetine zarar vermesinden dolayı ahlak-ı seyyie olduğu­nu söyler. “Çünkü kadının aile hayatında müdir-i dahilî ol­mak haysiyetiyle kocasının bü­tün malına, evlâdına ve her şeyine muhafaza memuru olduğun­dan en esaslı hasleti sadakattir, em­­niyettir. Açık saçıklık ise, bu sa­­da­kati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyieden­dir, kötü haslet sayılırlar.”21 Aile Saadetini Besleyen Unsurlar Aile saadetini besleyen en bü­yük müessir, eşlerin dindarlık dereceleridir. Karı koca bu nok­tada ne kadar ileri ve bir­bir­­lerine diyanet noktasında ne de­rece yakın olurlarsa, Allah rı­za­sı­nın hâkim olduğu bu aile iki cihan saadetini elde edebilir. “Çünkü müttaki (dinde takva sahibi) bir insan, bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye me­dar ve sair günahlardan ken­­dini muhafaza etmek için ni­kâh­ladığından ve sevgisini huy güzelliğine ve şefkatine ve hediye-i rahmet olduğuna bi­na ettiğinden, o biçare zaifeyi daim tahakküm altında tut­maz, yalnız dünyevi, muvakkat gençliğinde sevmez. Ona ver­diği rahatın bazı on misli onu zahmetlere sokmaz.”22 Aile hayatının hayatı ve saa­deti, hakiki hürmet ve sa­mimi merhamet ile olur, di­yen Üstad Hazretleri, bunun nasıl gerçekleşeceğini de şöyle anlatır: “Nev’-i beşerin hayat-ı dünye­viyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dün­yevî saadet için bir Cennet, bir melce’, bir tahassüngâh ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o ha­ne ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merha­met ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedi bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir ha­­yatta birbiriyle pederâne, fer­zen­dâne, kardeşâne, arkada­şâ­ne münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. Meselâ der: ‘Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin ol­muş ise de zararı yok. Çünkü ebe­dî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın ha­tırı için her bir fedakârlığı ve mer­hameti yaparım’ diyerek, o ih­tiyare karısına, güzel bir hû­ri gibi muhabbetle, şefkat­le, mer­hametle mukabele ede­bilir.”23 Sekizinci meselenin hülasa­sında ise şöyle ifade edilir: “Karısını Cennette dahi en gü­zel bir refika-i hayatı oldu­ğu­nu bilmesi haysiyetiyle se­ver, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücut­taki münasebetler için olan ehem­miyetli hizmetleri, dünya­nın kıymetsiz işlerine ve cüz’î garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakate ve samimi ihlâsa muvaffak ola­rak, kemâlâtı ve hasletleri, o nisbet­te, derecesine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teâli eder.”24 Bir Kadın Gerçek  Mutluluğu Nasıl Elde Eder? “Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seci­ye­leri de, bozulmaktan kur­tul­manın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i dini­ye­den başka yoktur.”25 Ve “Ka­dınlar, terbiye-i İslamiye dai­resinde mesut bir aile hayatı­nı geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar”26  di­yen Be­di­üz­zaman Hazretleri, bu­nun ge­rek­çelerini de şöyle izah eder: “Nasıl ki kadınlar kahraman­lıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta on­lara yetişemiyorlar. Öyle de, o masum hanımlar dahi, se­fa­hat­te hiçbir vecihle erkek­lere yetişemezler. Onun için, fıt­ratlarıyla ve zayıf hilkat­le­riyle namahremlerden şiddet­li korkarlar ve çarşaf altında sak­lanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü erkek sekiz da­kika zevk ve lezzet için sefahate girse, ancak sekiz lira kadar bir şey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahatteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hamisiz çocu­ğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için, sefahatte erkeklere yetişemez, yüz derece fazla ce­zasını çeker. Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki, mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ah­lâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komi­teler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.”27 Fena Birisi İle Evlenen Dindar Bir Kadın Nasıl Davranmalıdır? Boşanmanın, Haysiyet-i İslâmi­ye ve şeref-i milliyemize yakış­ma­dığını dile getiren Üstad Hazretleri, taife-i nisaya: “Şimdi aile hayatında en mü­him nokta budur ki, kadın, kocasında fenalık ve sadakat­sizlik görse, o da kocasının ina­dına, kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bo­zulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha ça­lışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalış­sa, her cihetle zarar eder. Çünkü hakikî sadakati bıra­kan, dünyada da cezasını gö­rür. Çünkü namahremlerin na­­zarın­dan fıtratı korkar, sıkı­lır, çekinir. Namahrem yir­mi er­keğin on sekizinin naza­rından istiskal eder. Erkek ise, na­mahrem yüz kadından, an­cak birisinden istiskal eder, bak­­masından sıkılır. Kadın o cihette azap çektiği gibi, sada­katsizlik ithamı altına girer, zafiyetiyle beraber; hukukunu muhafaza edemez.”28 “Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kıs­metinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşallah, rızanız ve ka­naatinizle o da ıslah olur”29 tavsiyelerinde bulunur. Bir Kadını Evliliğe Teşvik Eden Unsurlar Bediüzzaman Hazretleri kadın­ları izdivaca sevk eden temel üç sebep üzerinde durur ve onları da şöyle sıralar: “Birisi: Tenasülün devamı için, hikmet-i İlâhiyece o fıtrî hiz­mete bir ücret olarak bir fıtrî meyil ve şevk vermiş. Hâlbuki o zevk, on dakikada bir lezzet verse de, eğer meşru ise, erkek bir saat meşakkat çekebilir. Fakat kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudun­da zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardımla me­şak­kat çeker. Demek, o on da­kikalık fıtrî meyil, bu uzun meşakkatlere sevk ettiği için, ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca tah­rik etmemeli. İkincisi: Fıtraten kadın, zaafı için maişet noktasında bir yar­dımcıya muhtaçtır. O ih­ti­yaç için şimdiki terbiye-i İslâ­mi­yeden ders almayan, serseri­li­ğe, tahakküme alışanlardan o küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riya­kâ­rane kocasının rızasını tah­sil etmek yolunda hayat-ı dün­yeviye ve uhreviyesinin medarı olan ubudiyetini ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadın­ları gibi kendi nafakasını kendi çalışmasıyla kazanmak, on de­fa daha kolaydır. Rezzak-ı Ha­kikî çocukların rızkını sütle ver­di­ği gibi, onların da rızkını o Hâlık-ı Rahîm veriyor. O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkı­nı kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek, elbette Nur Ta­lebesinin kârı değil. Üçüncüsü: Kadınlığın fıtratın­da çocuk okşamak ve sevmek meyelânı var. Ve bir evlâdının dünyada ona hizmeti ve ahirette de şefaati ve validesi öldükten sonra ona hasenatıyla yardımı, o meyl-i fıtrîyi kuvvetlendirip evlendirmeye sevk etmiş. Hâl­buki şimdi terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye ile on taneden bir iki hakikî evlât, kendi validesinin şefkatine mu­kabil fedakârâne hizmet ve din­dârâne dualarıyla ve hase­natlarıyla validesinin defter-i a’mâline haseneler yazdırmak ve ahirette salih ise validesinin şefaat etmek ihtimaline muka­bil, ondan sekizi o hâleti gös­termediğinden, bu fıtrî meyil ve nefsani şevkle o biçare zaifeler böyle ağır bir hayata kat’î mec­bur olmadan girmemek gerektir. İşte bu işaret ettiğimiz hakikate binaen, bekâr kalmak isteyen Nur Şakirtlerinden olan kız­lara derim ki: Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan, kendilerini açık sa­çıklıkla satmasınlar. Eğer bu­lun­madı; Nurun bir kısım fe­dakâr şakirtleri gibi mücerret kalıp ta ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İs­lâmiyeyi almış vicdanlı bir müş­teri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i dünyevî için bozulmasın. Ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın.”30 Bazı Dindar Zatların Hanım­ları Yüzünden Sıkıntı Çekmelerinin Hikmeti Bediüzzaman Hazretleri, beşer zulüm eder kader adalet eder hükmünce, o dindar zatların, diyanetteki denkliği esas alma­dan, nazarları dünyaya müte­veccih, bir derece serbest ka­dın­ların vasıtasıyla dünyaya gi­­riş­­meleri hatalarından, o ka­dın­­ların eliyle tokat yedikle­rini şöy­le ifade eder: “O mütedeyyin zatlar, diyanet­lerin muktezası böyle serbes­tiyet-i nisvan zamanında öyle ser­best kadınların vasıta­sıyla dünyaya girişmeleri hata­ların­dan, o kadınların eliyle tokat ye­me­lerine kader müsaa­de etti.”31 Maişet Noktasında Bir Kadının Örnek Davranışı Günümüzde ekonomik sebep­lerle boşanmaların arttığını göz­­lemlemekteyiz. Dünyevi bir ga­ye için yapılan evliliklerde men­­faat ön plandadır. Bu ger­çeği resmeden güzel bir fıkra an­la­tılır: “Adamın biri eve her akşam elleri dopdolu gelir. Hanımı da daha eşikten adımını atma­dan hemen ellerindekileri alıp, güle oynaya mutfağa gidermiş. Yıllardan bir gün adam eve elleri boş gelmiş. Tabii hanımı her zamanki alışkanlıkla yine ellerine atılmış. Fakat bir şey göremeyince, şaşkınlıkla başı­nı kaldırıp kocasının yüzüne bakmış. Bakmasıyla da ba­ğır­ması bir olmuş: - Bey! Senin bir gözün kör! Karısının bu davranışı karşı­sında şaşıran adam, hayretle sor­muş: - Be kadın, daha önce gözümün kör olduğunu bilmiyor muy­dun? Kadın boynunu bükerek: - Ellerine bakmaktan yüzüne bak­mayı akıl edemedim ki, de­miş. Oysa aile bağlarını perçinleyen dindarlığın ve takvanın esas tu­tulduğu evliliklerde bu gibi fani şeyler üzüntüye medar ola­maz. Gönüller sultanı Mevlana Haz­retleri’nin, hizmetçisine: “Bu gün evimizde yiyip içecek bir şey var mı?” diye sorup, hiz­metçisinin de “Hayır hiç bir şey yok” diye cevap vermesi üzerine, sevince gark olup ellerini yüce Dergâha açarak: “Allah’ım sana şükürler olsun ki evimiz bugün Peygamber evine benziyor” diye hamd etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de, Emirdağ Lahikasında gayet la­tif bir hadiseyi şöyle nakleder: “Eskiden bir zat, haremiyle be­­­ra­­ber büyük bir makamda bulun­­dukları halde, maişet mü­­za­­ya­kası (geçim sıkıntısı) yü­­­zün­den haremi, demiş zev­cine: ‘İhtiyacımız şedittir.’ Bir­­­­den, altından bir kerpiç yan­ların­da hazır oldu. Haremine de­di: ‘İşte Cennetteki bizim kas­rımızın bir kerpicidir.’ Birden o mübarek hanım de­miş ki: ‘Gerçi çok muhtacız ve ahirette de çok böyle ker­piçlerimiz var; fakat fani bir surette bu zayi olmasın, o kas­rımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lazım değil.’ Birden yerine gitti, Keşifle gördüler diye rivayet edilmiş.” TESETTÜR VE AİLE HAYATI Tesettür ile aile saadeti arasında doğru orantı vardır diyebiliriz. Bediüzzaman Hazretleri, açık saçıklığın, eşlerin birbirlerine olan samimi hürmet ve mu­hab­beti, ciddi manada zedelediği­ni ifade eder. Delil olarak da şunları ortaya koyar: “Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle de­vam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bo­zar, o mütekabil hürmet ve mu­habbeti de kırar. Çünkü açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyi­sini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O va­kit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir.”32 Kur’an niçin kadınların örtünmelerini emreder? Batı medeniyeti, tesettürü bir esaret olarak görüyor, kadınlar için fıtri görmüyor ve Kur’an’ın örtünme emrine muhalefet edi­­yor. Oysaki tam aksine, ka­dın­­ların fıtratları tesettürü lü­zum­lu kılıyor. Açık saçıklık, bir kadınının mutluluğunun te­­­me­­line atılan dinamit gibi­dir. Kadınlar farkında olma­dan kendi geleceklerini ve aile saa­det­lerini, büyük bir teh­li­keye atarlar. Bediüzzaman Haz­retleri, kadınların niçin örtün­meleri gerektiğini şöyle sıralar: “Tesettür, kadınlar için fıtrî­dir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünkü kadınlar hilkaten zaîfe ve nazik olduklarından, ken­di­lerini ve hayatlarından zi­ya­de sevdikleri yavrularını hi­ma­ye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulun­duk­larından, kendilerini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyilleri var. Hem kadınların on adedden altı-yedisi ya ihti­yardır veya çirkindir ki; ihti­yarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıs­kançtır; kendinden daha çok güzellere nisbeten çirkin düş­me­mek veya tecavüzden ve itti­hamdan korkar, taarruza ma­ruz kalmamak için ve kocası na­zarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hatta dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan ihtiyarlardır. Ve on adedden ancak iki-üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sı­kılmasın. Malûmdur ki; insan sevmediği ve istiskal ettiği âdemlerin nazarlarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık-saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandı­ğı namahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen (fuhşa dü­şüp fıtratını bozmayan) bir gü­zel kadın, nazik ve seriü’t-tees­sür olduğundan, maddeten tesi­ri tecrübe edilen belki sem­len­di­­ren pis nazarlardan elbette sı­kılır. Hatta işitiyoruz; açık-sa­çık­lık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, ‘Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar’ diye po­lislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref’-i tesettürü, hilaf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî ol­makla beraber, o maden-i şef­kat ve kıymettar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, te­set­tür ile sukuttan, zilletten ve manevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor. Hem kadınlarda, ec­nebi erkeklere karşı fıtraten korkaklık ve tahavvüf var. Ta­havvüf ise, fıtraten tesettürü iktiza ediyor. Çünkü sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak se­kiz dokuz ay ağır bir veled yü­künü zahmetle çekmekle be­ra­ber, hamisiz bir veledin terbiyesiyle sekiz dokuz sene, [o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru zevkin] belasını çekmek ihtimali var Ve kesretle vaki olduğundan, cidden şiddetle na­mahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettür etmekle namahre­min iştihasını açmamak ve te­cavüzüne meydan vermemek, zaîf hilkati emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kal’ası çarşafı olduğunu gös­terir. Mesmuatıma (işittiği­me) göre: Merkez ve payitaht-ı hü­kû­mette, çarşı içinde, gündüz­de, ahalinin gözleri önünde, gayet adi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir âdemin açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların o hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!”33 Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle de­vam eder. Tesettürsüzlük ve açık-saçıklık, o emniyeti bo­zar ve o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü açık-saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bu­lunur ki, kocasından daha gü­zelini görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyi­sini görür. Ve yirmi âdemden ancak bir tanesi, karısından da­ha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki: İn­san, hemşiresi misillü mahrem­lerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünkü mah­remlerin simaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî ve şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacak­lar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerle­rini açık-saçık bırakmak, süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin sî­ması mahremiyetten haber ve­rir ve namahreme benze­mez. Fakat meselâ açık bacak, mah­remin gayrısıyla müsavidir. Mah­re­mi­yeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle bir nazar ise, tüyleri ürpertecek bir su­kut-ı insaniyettir!”34 Memleketimiz Avrupa’ya kı­yas edilmez. Çünkü orada düello gibi çok şiddetli vasıtalarla açık-saçık­lık içinde namusu bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, evvela boy­nu­na kefenini takar, sonra ba­kar. Hem memalik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid (soğuk) ve camiddirler. Bu Asya, yani Âlem-i İslâm kıt’ası, ona nis­beten memalik-i harredir. Ma­lûmdur ki; muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O diyar-ı memlekette, soğuk in­sanlarda hevesat-ı hayvaniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık-saçıklık, belki çok sû’-i istimalata ve israfa medar ol­maz. Fakat seri-üt teessür ve hassas olan o memalik-i har­redeki insanların hevesat-ı nef­saniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık-saçıklık, elbette sû’-i istimalata ve israfata ve nes­lin za’fiyetine ve sukut-ı kuv­vete sebebdir. Bir ayda veya yir­mi günde bir ihtiyac-ı fıtrîye mu­kabil, her birkaç günde ken­dini bir israfa mecbur zan­neder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından te­cen­nüb etmeye mecbur ol­du­ğundan, nefsine mağlub ise fuh­şiyata da meyleder. Şehirliler; köylülere ve be­de­vilere bakıp tesettürü kal­dıramaz. Çünkü köylerde ve bedevilerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az cel­beden masume işçi ve bir derece kaba kadının kısmen açık olmaları, hevesat-ı nefsa­niyeyi tehyice medar olamadığı gibi; serseri ve işsiz âdemler az bulunduğundan, şehirdeki mefasidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kı­yas edilmez.”35 Kaynaklar: 1- Hanımlar Rehberi, 62- Zülfikar Mecmuası, 423- Mektubat-2, 4604- Sözler Mecmuası, 3035- Sözler Mecmuası, 1486- Şua’lar 1, 1837- İşaratü’l-İ’caz Mecmuası, 2008- İşaratü’l-İ’caz Mecmuası, 1979- Buhari, IX. 110. (el-Fethu’r-Rabbânî’den)10- İbn Mâce, Sünen, I. 57211- Lem’alar Mecmuası, 20312- Kastamonu Lahikası, 16613- Kastamonu Lahikası, 52614- Şualar Mecmuası 1, 18315- Sözler Mecmuası, 30816- Lem’alar Mecmuası, 20717- Lem’alar Mecmuası, 20718- Lem’alar Mecmuası, 20819- Sözler Mecmuası, 35120- Kastamonu Lahikası, 52621- Lem’alar Mecmuası, 20822- Hanımlar Rehberi, 1623- Şualar Mecmuası 1, 18224- Şualar Mecmuası 1, 21725- Hanımlar Rehberi, 826- Hanımlar Rehberi, 1227- Hanımlar Rehberi, 1228- Hanımlar Rehberi, 1029- Hanımlar Rehberi, 1230- Hanımlar Rehberi, 1931- Kastamonu Lahikası, 17532- Lem’alar Mecmuası, 20833- Lem’alar Mecmuası, 20634- Lem’alar Mecmuası, 20735- Lem’alar Mecmuası, 209 

Ahmed KIR 01 Aralık
Konu resmiYeni Bir Güç Doğuyor
Tarih

Takvimler 7 Ekim 2017’yi gös­­­­­­­­ter­­diğinde haber sitelerine, ajans­­­­lara, Cumhurbaşkanı’nın da­­­­vet­­­­lisi olarak Ankara’ya ge­len Venezuella Devlet Baş­kanı Ma­­duro’nun Ankara Üniver­si­tesi’nde yaptığı konuş­ma­da kul­landığı ifadeler düştü. Ma­duro konuşmasında “Türki­ye’ ye inanıyoruz. Yeni bir gü­cün doğ­duğunu biliyoruz. Dün­ya birkaç ülkeden çok da­ha bü­yük! Biz çok merkezli ve çok kutuplu bir dünyanın kuru­la­ca­ğından eminiz. Dünya iş bir­liğine, barışa ve eşitliğe dayanan bir denge üzerinde yeni güç odaklarının ve kutuplarının do­­­ğa­ca­ğını, böylece dünyanın ye­­ni bir dengeye kavuşacağını dü­şü­nü­yorum. O yüzden Tür­kiye’ ye geldik, çünkü Türki­ye’ye ina­­nıyoruz. Tarihine ve kül­tü­rü­ne inanıyoruz…” ifadelerini kullandı. Maduro’nun bu ifadelerini, ar­tık uzaktan da görünen bir ha­kikatin yakından ifade edil­mesi olarak değerlendir­mek mümkündür. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’ nın yıkılması, daha sonra 25 Aralık 1991’de Gorbaçov’un is­ti­fasının ardından Sovyetler Bir­liği’nin dağılmasıyla Dünya ye­ni bir döneme girdi. Bu ye­ni dönemin başlangıcı aynı za­manda bir başka dönemin, çift kutuplu Soğuk Savaş dö­neminin sonu oldu. Bu yeni dönem mütebaki tek kutup ABD’nin mevcut varlığından hareketle önce tek kutupluluk­la tanımlandı. Ancak eş zaman­lı olarak mevcut durumun ne kadar sürdürülebilir olabile­ce­­ği, her şey yerli yerine otur­du­ğunda tablonun nasıl olabi­lece­ği, yeni güçlerin ortaya çı­kıp çıkmayacağı tartışıldı, tartı­şıla­geldi. Sovyetlerin dağılması, iki ku­tup­lu dünyanın çökmesi, Or­ta Asya’da ve Balkanlar’da ye­ni devletlerin ortaya çıkma­sı­nı be­­­ra­­­berinde getirdi. Yeni Müs­lü­­­man devletlerin… Yeni bir Güç Doğuyor… 1 Mart 1992’de Bosna Hersek’ te soykırıma uzanan bir savaş başlarken, aynı yıl 25-26 Şu­bat 1992’de Azerbaycan Hoca­lı katliamı ile karşı karşıya kalı­yordu,  Maduro’nun bugünlerde telaf­fuz ettiği “Türkiye’nin tarihine ve kültürüne güveniyoruz…” cümlesindeki “tarih ve kültür” unsurlarının yeniden kıpırdan­maya başladığı yıllar da aynı zamanda Soğuk Savaş konjonk­türünün ortadan kalktığı yıllara tekabül ediyordu. 13 Şubat 1993’de İstanbul Tak­sim Meydanı’nda Cumhurbaş­kanı Özal’ın öncülüğünde Bos­­­na Hersek’e destek mitin­gi dü­­zen­leniyor. Özal miting­de “Bos­­na’nın Endülüs olma­ya­ca­ğını” haykırıyor ve devam edi­yor­du “Bosna Hersek’te toprağa düşen aziz şehitler! Nur içinde yatınız, rahat uyu­yu­nuz! Geride bıraktıklarınıza 60 milyonluk Türkiye, 200 mil­­yonluk Türk Dünyası ve 1 mil­­yarlık İslam âlemi sonuna ka­­dar sahip çıkacaktır. Bütün dün­yayı da bu dünyayı da bu yola seferber etmeye manevi hu­zu­runuzda söz veriyoruz… Bu meydandan yükselen ses, Türkiye’nin uluslararası platfor­ma gönderdiği  ‘Ben de varım’ mesajıdır…” … Yeni bir Güç Doğuyor… 18 Ekim 1991’de Azerbaycan’ ın bağımsızlığını ilan etmesi­ni müteakiben 9 Kasım’da ilk tanıyan ülke Türkiye olmuş­tur. Sonrasında Elçibey, Azer­baycan’ın dış politikasında Tür­kiye’nin başköşede olacağını ifa­de etmiş ve “iki devlet bir mil­let” merkezli bir anlayışın in­şası başlamıştır. Yeni Bir Güç Doğuyor… Takvimler 1996 yılını gösterdi­ğinde Erbakan Başbakan ol­muş ve basının karşısına çı­ka­­rak Başbakan olarak ilk yurt dışı gezilerini İslam ül­ke­leri­ne yapacağını, İslam Bir­­li­ği­ni ku­rarak İslam Bir­liği’nin tem­silcisi olarak Av­rupa ülke­leri­­ne gideceğini açıkla­mıştır. Hızla D-8 girişimini başlatmıştır. Yeni Bir Güç Doğuyor… Tarihler 30 Ocak 2009’u gös­terdiğinde İsrail Cumhurbaş­ka­nı Peres’e Davos’ta Türkiye Başbakan’ı Erdoğan’ın “one mi­nute” çıkışı… Yeni Bir Güç Doğuyor… 28 Mayıs 2012, saat 00.30’da Antalya Limanı’ndan ayrılarak, Akdeniz’de yol almaya başlayan bir gemi. “Mavi Marmara” Yeni Bir Güç Doğuyor… Tarih: 30 Eylül 2012 Yer: Ankara, - Hamas lideri Ha­lit Meşal kürsüde “… bu bir başarı örneğidir ve bu başarı Arap ülkelerine de sıçra­maya başladı, … bü­tün dün­­yaya İslam’ın aydın­lık yü­zü­­nü gösterdiniz… dün­ya­daki attığınız adımları görü­yoruz, insanlık sizin Filistin­lilere olan desteğinizi, yardımınızı unut­ma­yacak, Somali’deki du­ru­şu­­nuzu, Mynmar’daki du­ru­şu­nu­zu, Suriye halkına olan des­te­ğinizi asla unutmayacaktır. Ey Türkiye’nin evlatları bugün de yarın da Mavi Marmara’daki şe­hitlerinizi unutmayacağız.   Ey kardeşim Erdoğan! Sen ar­tık bir Türk lideri değilsin, sen İslam aleminde de bir li­der­sin….” Yeni Bir Güç Doğuyor… 1990’dan günümüze devam ede­gelen dünyanın yeni dü­ze­ni nasıl olacak arayışı­na, mev­cut yapının sürdürülebi­lir olup olamayacağına ilişkin tered­düt­lere, tartışmalara, mevcut ya­pı­nın çözüm üretemeyen anlayı­şı­na yüksek sesle yapılan bir çıkış… Tarih: 24 Eylül 2014 Yer: Birleşmiş Milletlerin 69. Ge­nel Kurulu - Cumhurbaşkanı Er­doğan kürsüde… Bütün Dünya liderleri salonda ve bütün dünya liderlerinin yü­zünde yankılanan bir ifade: “Dünya Beşten Büyüktür!” Yeni Bir Güç Doğuyor… Tarih: 18 Ağustos 2016 – Yer: Ankara,  - Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam dünyasının dünyada yeni bir güç olması için bir kez daha çağrısı… “Dünya 5’ten büyüktür’ şekliyle her platformda dile getirdik. Bu 5 ülkenin iki dudağının arasında 190 ülkeyi mahkûm edemeyiz. Dünyada 1,7 milyar Müslüman var; bu 5 ülkenin içinde bunlar yok. Bu dünya adil olamaz. 1,7 milyar Müslüman’ı temsil eden ülkelerin yöneticileri bu işi zorlamak zorundadır…” Yeni Bir Güç Doğuyor… Tarih: 24 Aralık 2016 Yer: İstanbul Cumhurbaşkanı Erdoğan:  “Tür- kiye Küresel Bir Güçtür” Yeni Bir Güç Doğuyor… … ve nihayet 7 Ekim 2017 Maduro’nun uzaklardan gördü­ğü hakikati, uzaklardan gelerek, yakından ifade etmesi. Yeniden teşekkül eden dünyada, Türkiye’nin yeni bir güç olarak yerini alma süreci devam et­mektedir. 1000 yılı aşkın zaman bir dili­minde Türkiye’nin kaderi İs­lam Dünyasına, İslam Dünyası­nın kaderi de Türkiye’ye bağlı ola­rak eş zamanlı şekillenmiş ve şekillenmektedir. Türkiye’nin böl­gesel veya küresel bir güç ol­masının sadece Türkiye ile sı­nırlı olmadığı, aynı zamanda İslam Dünyasının bir güç ol­ması anlamına da geldiğini ta­rih bize göstermektedir. 25 Aralık 1055’de Tuğrul Bey’in hilafeti himayesi altına almak üzere Bağdat’a girmesi, bir fe­tih değil, İslam dünyasının hi­ma­ye­si anlamına gelmiştir. Bir fetih değil, iki gücün mütemmim olması, mezc olması anlamına gelmiştir. Yeni bir güç olarak Selçukluların doğması,  İslam Dünyasını da dünyada bir baş­ka güç ve yeniden bir merkez haline getirmiştir. Kısa süre içe­­risinde Sultan Alparslan ve de­vamında Sultan Melikşah ve Vezir Nizamülmülk döne­minde devletin toprakları 10 mil­yon kilometrekareye ulaş­mış ve devlet her alanda en par­lak yıllarını yaşamıştır. Selçuklulardan sonra en par­lak dönemlerinde 24 milyon kilometrekare genişliğe kadar ula­şan Osmanlı İmparatorluğu’­nun da yeni bir güç olarak doğması, aynı zaman da İslam Dünyasının da bir güç olması anlamına gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğundan son­ra Maduro’nun bahsettiği “tarih ve kültürün” mirasçısı ola­rak Türkiye, İslam dünyası içe­risinde bir güç olarak ye­ni­­den adım adım tarih sah­ne­­sinde yerini almaya baş­la­mıştır. Türkiye’nin yeni bir güç olarak doğması, İslam dün­yasının da yeniden yeni bir güç, yeni bir odak, yeni bir kutup olması anlamına gelecektir ve gelmektedir. Dünya ‘beşten büyüktür’. İslam Dünyası ‘beşten bü­yüktür’. İslam dünyasını yeniden bir güce dönüştüren Türkiye ‘beş­ten büyüktür’. Venezüella’nın doğusundan Tür­­­- ki­ye’ye kadar olan coğ­raf­ya­­da­ki tüm devletler bilmek­te­dir­ler ki Venezüella’nın batısından Tür­ki­ye’ye kadar olan coğraf­yadaki tüm devletler bilmek­tedirler ki Yeni bir Güç Doğuyor…

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Aralık
Konu resmiAile Kaybolduğu Gün Toplum da Yoktur
Aile ve Çocuk

Aile toplumun en temel unsurudur. Aile kay­bolduğu gün, toplum da yoktur. Toplumun temelini oluşturan temel unsurun aile olduğu Hucurat Suresinde şöyle beyan edilmiştir. “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık. Doğrusu Allah katında sizin en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır. Muhakkak ki Allah, Alîm’dir (her şeyi hak­kıyla bilendir), Habîr’dir (her şeyden haberdar olandır).” İlk insan ve sonrasında bir eş Havva validemiz ve insanlığın serüveni başlıyor. Çıkış noktası da, var olan problemlerin çözüm noktası da aile de başlıyor ve bitiyor. Yine Rum Suresi 21. ayette Rabbimiz mevzuu şöyle beyan etmiştir. “O’nun delillerinden biri de, kendilerine (mey­ledip) ülfet edesiniz diye kendi (cinsi)niz­den size eşler yaratması ve aranızda bir sev­gi ve bir şefkat kılmasıdır. Şübhesiz ki bunda, dü­şü­necek olan bir kavim için nice deliller vardır.” Dilerseniz bu ayetin tefsiri sadedinde Bediüz­zaman Hazretlerine kulak verelim. “Refîka-i hayâtını (hayat arkadaşını), rahmet-i İlâhiyenin (Allah’ın rahmetinin) mûnis (cana yakın), latîf (şirin) bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-i sûretine (dış güzelliğine) muhabbetini bağlama! Belki kadının en câzibedâr (çekici), en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsn-i sîretidir (ahlâkının güzelliğidir). Ve en kıymetdâr ve en şirin ce­mâli (güzelliği) ise; ulvî (yüce), ciddî, sa­mî­mî, nûrânî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat (şefkat gü­zelliği) ve hüsn-i sîret, âhir hayâta (hayâtın so­nuna) kadar devâm eder, ziyâdeleşir. Ve o zaîfe ve latîfe mahlûkun (zayıf ve latif ya­ra­tılışlı kadının) hukūk-ı hürmeti (hürmet hakkı), o muhabbetle muhâfaza edilir. Yoksa hüsn-i sûretin zevâliyle (geçmesiyle), en muh­taç olduğu bir zamanda bîçâre hakkını kay­be­der.” (Sözler, 32. Söz, 302) Eğer modern dünyanın bizi yönlendirmeye çalıştığı yanlışlara ve zararlara meyledersek aile dağılır, toplum dağılır; sonu hüsran ile biter. Fener Patriği V. Gregorius’un, Rus Çarı II. Alexander’a yazdığı bir mektupta bize ait değerlerden ve Türkleri yenmenin ancak bu değerleri zayıflatmak veya ortadan kaldır­makla mümkün olduğundan bahsediyordu. Ayetler sarih.. Vaziyetimiz ortada.. Düşman­ların niyetleri belli.. O zaman bizler de üzerimize düşeni yapacağız, ailemize, yuvamıza sahip çıkacağız. Nasıl mı? Buyurun dergiye!..

Metin UÇAR 01 Aralık
Konu resmiSiyaset-i Madeni
Risale-i Nur

Menfaati esas tutan bir siyâset, efkârın yani düşünce âleminde bir şeytandır; bu tür siyasetten her dâim Allah’a (cc) sığınmalı yani istiâze edilmelidir. Avrupa felsefesinin etkili olduğu modern si­yaset anlayışı yani siyâset-i medenî, ekserin yani çoğunluğun rahatına fedâ eder azınlığın yani ekallin rahatını. Bu siyasette belki, azın­lık olan zalimler yani ekall-i zâlim kendine, rahatına, hayatına, gayelerine, menfaatlerine kurban eder, halkın büyük çoğunluğunun ya­ni ekserîn-i avâmın rahatını, hayatını, ga­yelerini. Kur’ân’ın insanlık dünyasına verdiği adalet yani Adâlet-i Kur’ânî ise tek bir masumun hayatını, kanını heder göremez, boş yere harcayamaz, onu fedâ edemez, değil çoğun­luğa, ekseriyete, hatta insanların tamamına nev‘in umumunu feda edemez. Âyet-i  مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz‘ ediyor nazara. Birincisi: Mahz-ı adâlettir. Yani bir masumun hayatını, kanını ve hukukunu, bütün halk hatta tüm insanlar için dahi olsa feda etmeyen adalettir. Bir kişinin hukukunu toplumun selameti için de olsa feda etmeyen ve herkese hakkını tam ve eksiksiz veren adâlettir. Bu adalet-i mahzâ olan düstûr-u azîmi yani büyük düsturu ki ferd ile cemâati, şahıs ile nev‘-i beşeri, kudret nasıl bir görür. Yani ferd ile cemaat, şahıs ile toplum bir olan Allah’ın (cc) kulu, eseri ve sanatı olmak yönünden birdirler. Eşittirler. Birbirine üstünlükleri yoktur. Aynı zata aittirler. Küçük büyük fark etmez. Aynı İlâhî kudret tarafından yaratılmışlardır. Kudretin nazarında hepsi birdir. Bu yönüyle ilahî adalet yani Adâlet-i İlâhî ferd ile cemaate, şahıs ile topluma yani ikisine bir bakar. Bu ise Cenabı Hakk’ın süregelen bir âdetidir. Kanunudur. Yani bir sünnet-i dâimîsidir. Bir ferd, açık veya gizli, tercih ve rızası olmak şartıyla hamiyet namına hakkını milletinin, vatanının ve bayrağının selâmeti için feda edebilir. Bu şehadettir. Kahramanlıktır. Ya­ni şahs-ı vâhid kendi rızasıyla kendi hak­kı­­nı kendi fedâ ediyor. Lâkin başkası tara­fın­dan bir ferdin hayatı ve hukuku fedâ edil­mez, kimseye hatta umum insanlar için de olsa. Kur’an’a göre onun yani bir şahsın hakkını vermemek ibtâl-i hakkı, hem canına kastetmek, irâka-i demi, hem masumiyetini, onurunu, şerefini mahvetmek yani zevâl-i ismeti tüm insanların hakkını iptal, hayatını mahv ve masumiyetini ortadan kaldırmak demektir ki buna eşit ve denktir. Bir ferde yapılan bu haksızlıklar tüm insanlığa ya­pıl­mıştır. Yani ibtâl-i hakk-ı nev‘in, hem ismet-i beşerin mislidir, hem nazîri. İkinci sırrı budur: Yalnız kendisini düşünen bir insan yani hodgâmî bir âdemî, hırs ve heves yolunda bir masûmu öldürse, eğer elinden gelse, doymak bilmez ve tok olmaz hırs ve hevesine mâni‘ ise harâb eder dünyayı, imhâ eder tüm insanları, benî-âdemi. İnsanın hırs ve hevesinde öyle bir kabiliyet var ki bu iki duygu dünya veya tüm insanlığı engel olarak görse onları imha etmek ister. Yani insanda, insanlığa zarar verecek, onu imha edecek bir kabiliyet vardır. Eğer önü alınmaz, terbiye edilmez ve kanunlarla sınırlandırılmaz ise bu duygular cihanı ateşe verebilir.

Muhlis KÖRPE 01 Aralık
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Ankara Aslanhane Camii Selçukluların son devrinde, Ankara’da kurulmuş olan Ahiler Devrine ait olan cami; 1289-1290 yılları arasında, Ahi Şerafeddin tarafından yaptırılmıştır. Minberindeki bir kitabeye göre mimarı Ebubekir Mehmed’dir. Anadolu Selçuklu mimarisinin ahşap sütunlu ve ahşap tavanlı örneklerinden biridir. Ankara’daki Roma dönemi yapılarından toplanan taşlarla yapılmıştır. Eğimli bir arazi üzerinde yapılan caminin türbe duvarına gömülü bir antik aslan heykelinden dolayı, “Aslanhane Camii” ismi verilmiştir. Mihrabı kendi türünün en güzel örneğidir. Minberi ceviz ağacından yapılmış olup üstün sanat değeri taşır. Son yıllarda yapılan kapsamlı bir restorasyonla bugünkü halini almıştır. “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekîldir!” Müşrik ordusu Uhud’dan ayrılırken Ebu Süf­yân: “Ya Muhammed! Gelecek sene Be­dir’de tekrar karşılaşalım!” demişti. Bu meydan okumaya karşı “İnşâallah!” diye cevab veren Peygamber Efendimiz (asm), ertesi yıl bir kısım sahâbelerle birlikte (radıyallâhü anhüm ecmaîn) Bedir’e geldi. Onları bir hafta kadar burada bekledi ise de, bir mikdar askerle yola çıkmış olan Ebû Süfyân harb etmekten korkarak geri dönmüştü. Bunun üzerine sahâbe ordusu, sâlimen Medîne’ye döndüler. Bu hadiseden sonra Âl-i İmrân Suresinin 172-174. Ayetleri nazil oldu: “(Uhud’da) kendilerine yara isabet ettikten sonra Allah ve Resulünün (cihad) davetine icabet edenler var ya, işte onlardan iyilik eden ve (günahlardan) sakınanlar için pek büyük bir mükâfat vardır. Onlar ki, (bir kısım) insanlar kendilerine: ‘Şübhesiz insanlar (düşmanlarınız), gerçekten size karşı toplandılar; işte onlardan korkun!’ dediler de (bu) onların imanlarını artırdı ve: ‘Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekildir!’ dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan, Allah’tan bir nimet ve bir ihsan ile (Bedir’den) geri döndüler; böylece Allah’ın rızasına tâbi’ oldular. Allah ise, pek büyük ihsan sâhibidir.” 1 Aralık 1955 Amerika’da Rosa Parksadındaki siyahî kadın, otobüste yerini beyazadama vermediği için tutuklandı 1950’li yıllara kadar Amerika Birleşik Devlet­leri’nin güney eyaletlerinde siyahîlerle beyazlar otobüslere ayrı kapıdan biniyor, kendilerine ayrılmış ayrı yerlere oturuyorlardı. Rosa Parks isimli siyahî bir kadın, bir gün Montgomery’de otobüse bindi. O otobüste bir beyaz, beyazlara ayrılan yerde yer bulamayınca, siyahîlere ait bölümde oturmakta olan Rosa Parks’tan koltuğundan kalkıp kendisine yer vermesini istedi. Şoför de kalkması için uyardı ama Parks yerinden kalkmadı. Tutuklandı ve hapse girdi. Olaydan sonraki bir yıldan daha uzun bir süre boyunca siyahîler otobüslere binmediler, her yere yürüyerek gittiler. Protesto eylemleri bir yıl sonra meyvesini verdi. ABD Federal Mahkemesi, otobüslerdeki bu uygulamayı yasakladı. 5 Aralık 1921 Said Halim Paşa, bir suikast sonucu hayatını kaybetti Said Halim Paşa, 19 Şubat 1864’de Kahire’de dünyaya geldi. Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu olup babası Şûrâ-yı Devlet üyesi Mehmed Abdülhalim Paşa’dır. Ailesiyle birlikte 1870’te İstanbul’a yerleşti. Sultan II. Abdülhamid tarafından kendisine sivil paşalık rütbesi verilerek 21 Mayıs 1888’de Şûrâ-yı Devlet üyeliğine tayin edildi. 1903’te Jön Türklerle olan ilişkisinden dolayı İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Önce Mısır’a, ardından Avrupa’ya gidip Jön Türklerle doğrudan münasebet kurdu, onlara maddî ve fikrî destek verdi. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra diğer İttihatçılarla birlikte İstanbul’a döndü. 1912’de meclisin feshedilmesinden sonra kurulan Said Paşa kabinesine Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) reisi olarak girdi. Aynı yıl İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel sekreterliğine seçildi. Mahmud Şevket Paşa 11 Haziran 1913’te öldürülünce Said Halim Paşa’ya vezirlik rütbesi verilerek sadaret kaymakamlığına, ertesi gün de sadrazamlık makamına getirildi, Hariciye nâzırlığını da üzerine alıp hükümeti kurdu (17 Haziran 1913). 3 Şubat 1917’de sağlık sorunlarını bahane ederek sadaretten ayrıldı. Mondros Mütarekesi’nden sonra savaş sorumlusu olduğu iddiasıyla Dîvân-ı Âlî’ye verildi. 10 Mart 1919’da tevkif edildi ve Dîvân-ı Harb-i Örfî’de yargılandı. 28 Mayıs 1919’da İngilizler tarafından önce Mondros’a, ardından Malta’ya sürüldü. Malta’da Polverista esir kampında tutuldu. Suç işlediğine dair bir delil bulanamadığından 29 Nisan 1921’de Malta’da serbest bırakıldı. İstanbul’a dönme isteği sakıncalı görülüp reddedildi. İngiliz işgali altındaki Mısır’a da gidemediğinden Roma’da bir konak kiralayıp oraya yerleşti. 5 Aralık 1921’de konağın önünde Ermeni Arşavir Şıracıyan tarafından öldürüldü. Naaşı İstanbul’a getirildi ve 29 Ocak 1922’de Sultan II. Mahmud Türbesi bahçesinde babasının yanına defnedildi. 23 Aralık 1876 Kanun-ı Esasî ilan adildi Kanun-i Esasi’yi ilan edeceğini sözlü olarak kabul eden Veliahd Abdülhamid, 31 Ağustos 1876 günü Sultan II. Abdülhamid olarak tahta çıktı. Sultan II. Abdülhamid ve desteklerini aldığı Cevdet Paşa gibi muhafazakâr Tanzimatçılar ile Midhat Paşa ve taraftarları arasında Kânun-ı Esasi metni hakkında uzun süreli yoğun tartışmalar oldu. Kânun-ı Esasi’ye muhalefetiyle bilinen Mütercim Rüşdü Paşa’nın istifası üzerine 19 Aralık 1876’da Midhat Paşa’nın sadrazamlığa tayini meşrutiyet taraftarlarınca çok olumlu karşılandı. Kanun-ı Esasî görüşmelerinin tıkanma noktalarının en önemlisi ise, hükümetin emniyetini ihlâl eden kişileri sürgüne gönderme yetkisini yalnız Padişaha veren bir fıkranın 113. maddeye ilâvesi konusuydu. Sonunda Midhat Paşa bu hususta taviz verince Kânun-ı Esasi metni Tersane Konferansı’nın yapıldığı gün olan 23 Aralık 1876’da ilân edildi.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Aralık