
Bugün dünyada en yaygın kullanılan yazılardan olan islam yazısı bu özelliğini öncelikle islam dinine borçludur. İslâmiyetle birlikte ortaya çıkmaya başlayan İslâm yazısı, islâm dininin gelişmesine paralel bir gelişme göstermiş, yazı da buna bağlı olarak gelişerek zenginleşmiştir. Muhakkak-Reyhânî yazı; Makıli-Kufi, Mağribi, Nesih, Sülüs, Talik ve Dîvânî ile birlikte Aklâm-ı Sitte denilen, yazı grubunun içerisinde bulunur. Reyhânî ve Muhakkak yazı XVI. yüzyıla kadar Sülüs ve Nesih ile birlikte her yerde, bilhassa Kur'ân-ı Kerîm'in yazılmasında kullanılmışken bu tarihten sonra terkedilmiştir. Harfleri Sülüs yazıya göre daha büyük, yatkın ve yatay bölümleri daha uzundur. Yatay harfler ve harflerin yatay kısımları daha yayık ve uzundur. Çanaklar genişçe ve Sülüs yazıya göre daha düzdür. İstifli olarak yazılmayıp, satır halinde, harfler ve kelimeler açık olarak yazılır. Muhakkak: Muhakkak kelime anlamı itibariyle muntazam, muhkem şüpheli bir yeri kalmamış, sağlam söz ve sağlam dokunmuş kumaş gibi anlamlara gelmektedir. Bu yazının kalem genişliği 2,5-3 mm olup yazılırken harflerinde hiçbir fedâkârlık yapılmaz. Daha doğrusu kalemin bütün hakkı verilir. Muhakkak yazının görünüş itibariyle Kûfî’den ilk çıkan yazı olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu yazıda dik harflerin boyları ile sin, şın, sad, dad ve fe gibi çanaklı tabir edilen harflerin sola doğru uzayan kısımları sülüs yazıya nisbetle daha uzun olduğu gibi dönüş noktaları veya yerleri de sertçe bir görüntü arzetmektedir. Ayrıca çanaklı harfler Sülüs’tekiler kadar derin değildir. Bu yazı bilhassa Kur’ ân’ların yazılmasında kullanılmıştır. Reyhânî : (Reyhan) Aynen muhakkak’ın kurallarına bağlı olup onun küçük yazılan şeklidir. Muhakkak’ın üçte bir küçüklüğündedir. Başka bir ifadeyle Sülüs’e nispetle Nesih ne ise, Muhakkak’a nispetle Reyhânî odur ve manası da Reyhan’a mensup demektir. Harf şekillerinin hepsi değilse de, büyük çoğunluğu reyhan çiçeğine benzetildiğinden bu adı aldığı ileri sürülmektedir. Bu ifadeye göre Reyhânî, reyhanımsı demektir. Bu iki yazı, sayfada fazla yer tuttuğu ve birçok harfi Sülüs’e benzediği için bilhassa XVI. yüzyıldan itibaren revaçtan düşmüş ve yavaş yavaş yerini Sülüs ve Nesih’e bırakmıştır. Gerçi Reyhânî, Muhakkak’a göre nispetle biraz daha uzun ömürlü olmuş ve kısa konulara ve bazı vakfiyelerin muhtelif yerlerine yazılsa da nesih karşısında daha fazla direnememiştir. Bununla birlikte Kur’ ân’ların yazılmasında bolca kullanılmıştır.

“Elli tane talebem olsa, Akdamar adasına gitsem. On yıl onları yetiştirsem. Onlarla dünyayı fethederdim.” Risale-i Nur külliyatını incelediğimizde, Bediüzaman Hazretlerinin muhatapları içinde en çok önem verdiği zümrenin talebeler olduğunu görürüz. Hizmetinin odak noktasını talebeleri üzerine kurmuştu Üstad. Sair sınıflar ihmal edilmemişti elbette ama Üstadın davasını hakiki manada istikbale taşıyacak en mühim unsurdu talebeler. Yıllar önce onlar hakkında şöyle demişti: “Elli tane talebem olsa, Akdamar adasına gitsem. On yıl onları yetiştirsem. Onlarla dünyayı fethederdim.” Bu yazımızda Hz. Üstadın hayatında talebeye bu kadar ehemmiyet vermesinin sebepleri üzerinde durmaya çalışacağız. Tabi talebeye yüklenen anlamın ne olduğunu da irdeleyeceğiz. Talebelik faziletini elde etmenin dünyevi ve uhrevi kazanımlarını sevgili Üstadımızın ifadeleriyle açıklayacağız. Üstad Bediüzzaman hazretleri; Risale-i Nur dairesini üç sınıfın teşkil ettiğini, bunların da “Dost, Kardeş ve Talebe” olduğunu açıkladıktan sonra bu üç zümrenin en önemli özelliklerini şöyle ifade etmektedir: “Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat‘iyen Sözler’e (Risale-i Nura) ve envâr-ı Kur’âniyeye dâir olan hizmetimize ciddî tarafdâr olsun. Ve haksızlığa ve bid‘alara ve dalâlete kalben tarafdâr olmasın. Kendine de istifâdeye çalışsın.”1 “Kardeşin hâssası ve şartı şudur ki: Hakîkî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebâiri işlememektir.”2 “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip, sâhib çıksın. Ve en mühim vazîfe-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”3 Başka bir yerde de talebeliği şöyle tarif ediyor: “Talebeliğin hassası şudur ki: yazılan sözlere (Risale-i Nurlara) kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif etmiş nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olanlara iblağına (ulaştırılmasına) çalışmaktır.”4 Talebeden kastın kimler olduğunu şu çarpıcı sözlerle açıklıyor: “Risâle-i Nûr’a intisâb eden zâtın en ehemmiyetli vazîfesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişârına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nûr talebesi ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisânımla belki yüz def‘a, bazen daha ziyâde hayırlı duâlarımda ve ma‘nevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi duâ eden kıymetdar binler kardeşlerim ve Risâle-i Nûr talebelerinin duâlarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.”5 Bediüzzaman Hazretlerine göre talebeyi diğer sınıflardan ayıran en önemli özellik de şu idi: “Her şâkirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil, belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur.”6 Üstad Said Nursi gerçek talebenin başkalarının imanını kurtarmak adına ciddi gayret gösteren ve bundan sorumlu olan kimseler olduğunu açıkça belirtiyor. İşte bu gayeye hizmet eden ciddi bir talebeyi dost ile mukayese ederken de şunları söylüyor: “Altı senedir Isparta’da ciddi talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyordum. Elminnetü Lillah, şimdi sizinle beraber birkaç tane çıkmaya başladı. Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır (tercih edilir).”7 Devam Edecek Kaynaklar: 1- Mektubat 1, 169. Altınbaşak Neşriyat2- Mektubat 1, 169. Altınbaşak Neşriyat3- Mektubat 1, 169. Altınbaşak Neşriyat4- Barla Lahikası, 336. Altınbaşak Neşriyat5- Kastamonu Lahikası, 25. Altınbaşak Neşriyat6- Kastamonu Lahikası, 258. Altınbaşak Neşriyat7- Kastamonu Lahikası, 258. Altınbaşak Neşriyat

Mülakat: Hakkı AygünMülakatı Yapan: İrfan Mektebi Hayrat İnsani Yardım Derneği Başkanı Av. Hakkı Aygün ile Arakan’ı konuştuk. Müslümanlar olarak dertlenmemiz gereken konunun neresinde ve nasıl bulunduğumuzu bir de Hayrat Yardım gözünden görelim ve gösterelim istedik. Sayın Başkanım, Arakan’ daki mevcut durum tam olarak ne zaman başladı? 2012 yılında başlayan zulüm süreci, 2017 yılında etnik temizliğe dönüştü. Uluslararası aktörlerin işin içinde olduğu bu göç ve kaçışlar esnasında çoğunluğu çocuk ve kadın binlerce Müslüman, yanarak, boğularak ya da bombalama sonucu şehit oldu. Hayat hakkının olmadığı bu topraklarda, Müslüman kadınlara tecavüz edildi. Öyle ki Arakanlılar, kendilerini kurtaracak tek şeyin “ölüm” olduğunu ifade etmektedirler. Özellikle bu yıl, Arakandaki Müslüman topluluk adeta bir soykırım ve süpürme harekâtı ile karşı karşıya kaldı. Myanmar’daki Budistler, aslı astarı olmayan iddialarla Müslümanlara karşı kışkırtılıp katliam yaptırıldığı gibi, bizzat ordu tarafından da büyük bir saldırı başlatıldı. Ve maalesef binlerce insan öldürülmüş, yüzlerce köy yakılmış, insanlar göçe zorlanmıştır. Maksat, Arakan bölgesindeki Müslümanları bu topraklardan tamamen kazımaktır. Önceki yıllarda tekrar geri dönüşlerin yolu açıldığı halde, bu defa Müslümanların dönüş yollarına mayınlar döşenerek göç edenlerin geri dönüşü imkânsız hale getirilmiştir. Biz medyadan takip ediyoruz, fakat sizler sahadasınız, sıcak ve yaşanmış bilgilere sahipsiniz. Bu göç hadisesi tam olarak nedir? 2017 yılında gerçekleşen bu göç hareketi, Müslümanların başka imkânı kalmadığı için kuzey sınırından Bangladeş tarafına yapılmaktadır. Dağlık ve ormanlık alanlardan ya da nehirlerden geçilerek yapılan bu zorlu göç esnasında, üzülerek ifade etmek isterim ki birçok Müslüman kardeşimiz hayatını kaybetmektedir. Kayık botlarla yakındaki diğer ülkelere denizden kaçmak isteyen Müslümanların çoğu ise, boğularak hayatını kaybetmektedir. Bangladeş hükümeti ise hem ekonomik hem de siyasi sebeplerle, Arakanlı Müslümanları topraklarında istememektedir. Zaten nüfusu 180 milyona yaklaşan ve fakirliğin hâkim olduğu Bangladeş’in bu mültecileri ağırlayacak ekonomik gücü olmadığı gibi, siyasi ve ideolojik olarak da Arakanlıları düşünecek bir anlayışı bulunmamaktadır. Şu an itibariyle Malezya, Endonezya, Tayland dâhil hiçbir ülke Arakanlı Müslümanları kabul etmemekte ve sınırlarını kapatmış durumdalar. Kaldı ki bu ülkelerin çoğunda, daha önce göç etmiş olanlara bile mülteci statüsü verilmemektedir. Türkiye’nin Arakan ile ilgili tutumu hakkında neler söylenebilir? Türkiye tam olarak ne yapıyor? Türkiye, Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde Arakan Müslümanları için elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. 2017 yılındaki katliam ve soykırım olayları başlar başlamaz, uluslararası alanda dünyanın dikkatinin buraya çekilmesi için gayret edilmiş, Sayın Cumhurbaşkanımızın eşi ve oğlu, Dışişleri Bakanı ve ilgili yetkililer, TİKA başta olmak üzere bir kısım kuruluşlarla Arakanlıların yardımına koşmuşlardır. Türkiye bununla da yetinmemiş, Birleşmiş Milletler ve Bangladeş hükümeti başta olmak üzere Arakanlılara yardım konusunda temaslar kurulmuş, ancak siyasi ve ekonomik sebeplerden dolayı tam karşılık alınamamıştır. Aynı zamanda AFAD, Kızılay, Diyanet Vakfı gibi devlet irtibatı olan kuruluşlar ile Hayrat Yardım, İHH, Deniz Feneri, Beşir Derneği gibi yardım kuruluşları özellikle Bangladeş’e göç etmek zorunda bırakılan Arakanlılara yardım için seferber olmuşlardır. Peki, uluslararası toplum ve Birleşmiş Milletlerin Arakan’da yaşananlara bakışı nasıl, siz dünya kamuoyuna ve Arakan’a yansımalarına baktığınızda neler görüyorsunuz? Müslümanlara karşı yapılan bütün katliamlarda olduğu gibi, bu hadisede de uluslararası toplum ve Birleşmiş Milletler sadece seyretmektedir. Hiçbir tesiri olmayan yarım ağız kınamalarla geçiştirilmekte, katliama el altından destek verilmektedir. Çünkü Arakan Müslümanlarının vatanı olan bu topraklar, deniz ticaretinde önemli limanlara sahip, yer altı madenlerin bolca bulunduğu, yerüstü zenginliği olarak da dünyanın büyük bir kısmını doyurabilecek nitelikte topraklara sahip bir bölgedir. Uluslararası firmalar ve devletler tarafından parsellenip paylaşılmış bu toprakları sömürenler, Müslümanları buradan çıkarmaya çalışmaktadır. Bu durum, dünya genelinde asırlardır uygulanan sömürü düzeninin devamı niteliğindedir. Çünkü Afrika başta olmak üzere, küresel aktörler asırlardır Müslüman toplumlar ile yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürmektedirler. Her zaman işe yarayan benzer yöntemlerle bu sömürü düzeni, BM gibi kuruluşların da desteği ile devam ettirilmektedir. Bu sebeple Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından dile getirilen “Dünya beşten büyüktür” ifadesi, gerçekten çok önemlidir. Bu ifadeye her ortamda, bütün kurum ve kuruluşlar olarak güçlü bir şekilde destek verilmesi gerekmektedir. İşin aslına bakıldığında nasıl ki haçlı seferleri sömürü maksadı ile başlamış bir hareket ise, misyonerlik adı altında yürütülmeye çalışılan faaliyetlerin tamamı da sömürü düzeninin korunması ve sürdürülmesi için ortaya konulan oyunlardan ibarettir. Türkiye’nin “Dünya beşten büyüktür” ifadesinin gereğini yapması için de güçlü olması gerekmektedir. Bu sebeple Türkiye’nin maddi ve manevi yönden kalkınıp güçlenmesi, yalnız memleketimiz için değil, Filistin, Suriye, Irak, Mısır, Doğu Türkistan, Arakan, Afrika, Balkanlar ve Asya’da yıllardır devam etmekte olan büyük acıların son bulması için de hayatî önem taşımaktadır. Türkiye bu konuda diğer mazlum milletlerin de tek umududur. Başkanı Olduğunuz Hayrat İnsani Yardım Derneği Arakanla ilgili neler yapıyor, bu konuda bilgi verebilir misiniz? Hayrat İnsani Yardım Derneği olarak, Arakan hadiseleri başlar başlamaz, duyarlı vatandaşlarımızın destekleriyle “Arakan’a Sessiz Kalma!” adı altında yardım kampanyası başlattık ve bu bölgedeki göç eden Müslümanlara yardımlar ulaştırdık şükür. Derneğimizin “Arakan’a Sessiz Kalma” adı altında başlattığı bu yardım kampanyası halen devam etmektedir. Bu kampanya kapsamında şimdiye kadar 3085 aileye yardım ulaştırılmış, Cox’s Bazar bölgesindeki Balokhali geçici mülteci kampındaki 35,000 Arakanlı yardımlardan yararlanmıştır. Bunların yanında 196 aileye giyecek yardımı yapılmıştır. Arakan’da önem arz eden bir diğer konu da sağlıktır. Göç ve kaçış esnasında çoğunluğu kadın ve çocuk binlerce kişi yaralanmıştır. Yaralanmaların yanında hayat şartlardan dolayı insanlar çeşitli hastalıklara yakalanmıştır. Dolayısıyla sağlık hizmetleri acil ihtiyaç haline gelmiş ve önemini korumaktadır. Durumun farkında olarak Hayrat Yardım sağlık ekibi, acil gıda yardımlarının yanında, genel sağlık taraması ve ilaç yardımlarıyla Arakanlı Müslümanların yaralarını sarmaya devam etmektedir. Doktor ve hemşirelerden oluşan acil yardım ekibimiz Cox’s Bazar’ da sağlık taraması için geçici merkez kurmuş ve 4,800 kişiyi tedavi etmiştir. Tedavilerde çocuk, kadın ve yaşlılara öncelik verilmiştir. Arakan’daki bir diğer acil ihtiyaç da temiz sudur. Bu ihtiyacı giderebilmek için 2016 yılından beri su kuyusu açma çalışmaları yapıyoruz. 114 adet su kuyusunu kardeşlerimizin hizmetine sunduk. Son olaylardan sonra çalışmalarına ağırlık verdik ve Bangladeş sınırına yerleşen Arakanlılara 71 adet su kuyusu açtık. 204 adet su kuyusu da inşa aşamasında. Bu kuyulardan binlerce kişi temiz su ihtiyacını karşılamaktadır. Temiz suya ek olarak tuvalet ve banyo yapılarını da inşa etmeye devam ediyoruz. Bu kapsamda 25 tuvalet, 25 banyo inşaatı yakında tamamlanmış olacaktır inşallah. Hayrat Yardım, 2017 Kurban’ da Sitwe bölgesi başta olmak üzere Myanmar’daki kamplarda ve köylerde, Bangladeş’te Chittagong ve Cox’s Bazar bölgelerinde kurbanlar keserek etleri ihtiyaç sahibi 10 bin kişiye dağıtmıştır. Bu faaliyetler esnasında ekiplerimiz unutulmayacak manzaralarla karşılaşmışlardır. Mesela Myanmar Sitwe’de sırasıyla köyleri dolaşarak kurbanlıkları kesen ve dağıtımını yapan arkadaşlarımız, dönüşte tekrar aynı köylerden geçerken, dağıttıkları etlerin tüketilmediğini, insanların yine pirinç lapası yediklerini görünce, etleri niye tüketmediklerini sormuşlar: “Biz bu etleri küçük parçalara bölüp kurutacağız ve yıl boyunca çocuklarımıza yedireceğiz. Şimdi tüketirsek çocuklarımız mahrum kalır” cevabıyla karşılaşmışlardır. Hayrat Yardım, bunların yanında Başbakanlık AFAD, Kızılay ve diğer sivil toplum kuruluşları ile koordineli olarak başlatılan “Arakan Kan Ağlıyor, Türkiye Yardım Elini Uzatıyor” kampanyasına aktif olarak destek vermeye devam etmektedir.

Batı’da oluşturulmaya çalışılan bilim tarihi algısına göre hiçbir önemli buluş İslâm dünyasında gerçekleşmedi. Bilim ile ilgili her husus Batı’da bulundu ve gelişti. Hâlbuki tarihî kayıtlar bunun tam tersini söylemektedir. Bu husus havacılık ve ilk uçuş denemeleri için de geçerlidir. İslâm dünyasındaki bilinen ilk uçuş denemesi Endülüslü İbn-i Firnas’a aittir. İbn-i Firnas, 810-888 seneleri arasında Kurtuba’da yaşamıştır. Kuş tüylerinden yaptığı kanatlarla uçmayı başarmış ve bir müddet havada kalmıştır. Uçmayı ve havada süzülmeyi başarmış olmasına rağmen, yere inerken aynı başarıyı gösterememiş ve yaralanmıştır. İnerken yaralanmasının sebebi ise kuşların bir siper olmak üzere yere konarken kuyruklarını hareket ettirdiklerini göz ardı etmesidir. Yine tarihî kayıtlarda vardır ki; İbn-i Firnas kartal tüylerinden yaptığı elbisesiyle akbabaların üstünde uçmuştur. Uçuş denemesi yapan bir başka Müslüman âlim ise El-Cevherî’dir. El-Cevherî Türk asıllı olup günümüzde Kazakistan sınırları içinde olan Farab’da dünyaya gelmiştir. Tâcü’l-Luga isimli Arapça lügatin yazarıdır. El-Cevherî 1002 senesinde, Nişabur’da bir camiin üstüne çıkarak, cami önünde toplanan insanlara şunları söyler: “Ey ahali! Bu dünyada emsâli nâ-mesbûk (daha önce olmamış) bir eser vücûda getirdim. Ben insan-ı âtiye (gelecekteki insanlar) için bir tasavvur-ı ilmîyi (bilimsel tasarım) tatbîk ve tecrübe edeceğim ki bu teşebbüs benden evvel hiçbir kimseye nasîb olmadı.” Bu sözlerden sonra vücûduna kanatlar bağlar ve uçacağını söyler. Ardından kendini boşluğa bırakır, fakat düşerek vefat eder. Bir kısım kaynaklar bu durumu El-Cevherî’nin aklî dengesini yitirdiğine bağlasalar da, sonuçta insanlığın kayıtlara geçen ilk uçuş denemelerinden biri olduğunda şüphe yoktur. Balonların ve uçakların ilk geliştirildiği dönemlerde, bu uğurda kazalarda vefat edenlerin, bugün havacılığın geldiği seviyede payları büyüktür. Onların cesaretleri ve uğraşıları sayesinde havacılık mevcut haline gelmiştir. Bu sebeple El-Cevherî’ nin yaptığı uçuş denemesini akıldışı bir hareket diye nitelendirmek haksızlık olacaktır. İbn-i Firnas ve El-Cevherî’den sonra gerek Doğu’da gerekse Batı’da uçmaya çalışan kişiler olduğuna dair birçok kayıt vardır. Bu uçuş girişimleri birbirlerine benzer şekilde cereyân etmiştir. Ancak Evliyâ Çelebi’nin İstanbul’da Sultan IV. Murad zamanında vuku bulduklarını yazdığı iki hâdise, dört yüz yıl önce Osmanlı Devletindeki mucidlerin ve kâşiflerin ufuklarının genişliğini göstermesi açısından mühimdir. Bu iki hâdise Sultan IV. Murad zamanında gerçekleşmiş ve Evliyâ Çelebi, bu hadiseleri bizzat görmüştür. Evliyâ’ dan önce ve sonra kayıtlara geçmiş fakat unutulmuş veya hiç kayıtlara geçmemiş böyle nice uçuş denemelerinin olduğu da ihtimal dâhilindedir. Sultan IV. Murad, 1623 ve 1640 seneleri arasında 17 sene saltanat sürmüştür. Evliyâ Çelebi, seyahatnamesinin 1. cildinin 670-674. sayfaları arasında Sultan IV. Murad zamanında ‘İstanbul’daki Hezârfenler ve Cemşidkâr Üstâdlar’ başlığı altında uçuş denemeleri yapanlardan bahsetmektedir. Bunlardan birincisi Hezârfen Ahmed Çelebi’dir. Hezârfen, önce Okmeydanında, Evliyâ Çelebi’ nin tabiriyle, kartal kanatlarıyla sekiz-dokuz defa talim yapar. Ardından Sultan IV. Murad Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkünden bakarken, Galata Kulesine çıkar. Sultan ve İstanbullular bu ilginç hadiseyi seyrederken, Lodos’un desteğiyle Galata Kulesinden uçmaya başlar. Uçuşu başarılı olur ve Üsküdar Doğancılar’a iner. Padişah, bu başarılı uçuştan sonra Hezarfen’i bir kese altınla ödüllendirir. Fakat bu ödüllendirmeye şu sözleri de ekler: “Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir adamdır. Her ne murad edinse (istese) elinden geliyor. Böyle adamların bekası caiz değil.” Bu sözlerin ardından Hezarfen, Cezayir’e sürülür. Hezarfen’den sonra, farklı bir uçuş denemesini de Lagarî Hasan Çelebi yapmıştır. Lagarî, bu denemesiyle belki de dünyadaki ilk füzeyi fırlatmış oluyordu. Veya bir başka bakış açısıyla uzaya seyahatin ilk denemesini yapıyordu. Lagarî de aynı Hezarfen gibi uçuşunu Sultan IV. Murad’ın huzurunda gerçekleştirmiştir. Yedi kollu füzevârî bir fişek yapmış ve bu fişeğin ateşleme sisteminde de barut kullanmıştır. Lagarî fişeğe binmiş ve yardımcıları fitilleri ateşlemişlerdir. Evliyâ Çelebi diyor ki, fişek uçuşa başlamadan önce Lagarî, Sultan IV. Murad’a: “Padişahım seni Huda’ya ısmarladım. İsa Nebî ile konuşmağa gidiyorum.” dedi. Bu arada fitiller bitip baruta sıra gelince fişek havalandı. Yanan barutların ışığıyla deniz parladı. Barutlar yanıp bitene kadar yukarı çıkan fişeğin son barutu da bitince Lagarî, tekrar uçuşa başladığı tarafa doğru düşmeye başladı. Uçmadan önce aynı Hezarfen gibi kanat takmıştı. Düşerken bu kanatları kullandı ve denize indi. Yüzerek Sinan Paşa köşkünün önünden karaya çıktı. Doğrudan Sultan IV. Murad’ın huzuruna vardı ve Sultan’dan bir kese altın aldığı gibi, sipahî olarak da orduya kabul edildi. Lagarî daha sonraları Kırım’a gitti ve orada vefat etti. İbn-i Firnâs, El-Cevherî, Hezarfen Ahmed Çelebi ve Lagarî Hasan Çelebi gibi dehalardan ve kâşiflerden bahsetmeden havacılık tarihinin anlatılması haksızlık olacaktır. Çünkü onlar binlerce yıldır daha hızlı ulaşım yolları arayan insanlığın hayallerinin gerçekleşmesi için ilk adımları atmışlardır.

Madem eser var, müessir (eseri yapan) var. Madem sanat var, Sani (sanatkâr) var. Madem kâinat var, bizler varız; öyleyse her şeyin yaratıcısı, bir olan Allah var. Evrimi çürüten ve yaratılışı ispat eden izah ve delillerin bir kısmının özeti şöyledir: Evrim, ateizmin varoluş inancıdır. Dolayısıyla tevhidi yani Allah’ın varlığını ve birliğini ana esası yapmış olan İslamiyet ile bağdaşmaz, bağdaştırılamaz. Bilim, pozitivizmin etkisi ve bir ön kabul ile materyalist kabul edildiğinden, bir cihetle alternatifsiz olan evrim, zorunlu olarak kabul edilen bir teori haline gelmiştir. Bilimle uzaktan yakından alakası olmayan bu dogmatik yaklaşım, ateizm temelinde örgütlenen güçlü bir ittifak ve bir çeşit algı yönetimi ve illüzyon (hayal ürünü hikayeler ve teressüm) vasıtasıyla bilimle özdeşleştirilmiş, hatta bilimin temeli olma noktasına kadar getirilmiştir. Halbuki bilim tarihinde evrim teorisi kadar yanlışlığı ispat edilen bir teori daha görülmemiştir. Bu konuda Pierre Paul Grassé’ nin (Fransız Bilimler Akademisi Eski Başkanı, Evolution of Living Organisms “Canlı Organizmaların Evrimi” isimli kitabın yazarı) şu sözleri çok manidardır: “Bugün, bizim görevimiz, bizden daha önce baş gösteren ve basit, anlaşılır ve açıklanmış bir olgu olarak kabul edilen evrim mitolojisini yıkmaktır. Hile (aldatma) bazen bilinçsiz olur, ama her zaman değil; çünkü bazı insanlar, tarafgirlikleri nedeniyle, amaçlı olarak gerçeği görmezden gelirler ve inançlarının yetersizliğini ve yanlışlığını kabul etmeyi reddederler.”1 “Rastgele mutasyonların, tüm canlılık âleminin ihtiyaçlarını karşılamış olması imkânsızdır. Hayal kurmaya karşı bir yasa yok, ama bilim buna dâhil edilmemelidir.”2 Madem bilim adamlarının itirafıyla dahi evrim bilimsel değildir, hakikat değildir, eğitim-öğretim müfredatlarımızda da yeri olmamalıdır. Bilimsel verilerle de apaçık görünen, evrensel bir hakikat olan “Yaratılış” ise, eğitim-öğretim müfredatlarımızda çekincesiz, eksiksiz, tavizsiz şekilde ve her yönüyle yer almalıdır. Bilim ilerledikçe akıllarda ve kalplerde güneş gibi parlayan yaratılış hakikatinin aksine ısrarla ve inatla gözlerini kapatıp yol yürüyenler için tutunacak bir dal olarak görülme noktasında alternatifsiz olan evrim teorisi, kendisini objektif olarak niteleyen, hakikatte ise tercih yapma zorunluluğu sebebiyle tarafsızlığı mümkün olmayan bilim adamlarının hayatlarının her safhasına, beklentilerine, dillerine dahi hükmeder olmuştur. Bilim adamı Anthony Standen’in ifadesiyle evrimin hegemonyası altında olan bilim, kendisinden istifade edilen ve tapınılan bir kutsal (!) ineğe dönüşmüştür.3 Türden türe veya basitten daha kompleks türe geçişi iddia eden evrim, hakikat ile yani bilimin objektif verileri ile tamamen zıt, bu nedenle ana esasları ve ön kabulleri dahi ciddi manada hatalı, ispatlanamamış ve ispatlanması imkansız olan bir hipotezdir (Sözlük anlamıyla, yani varsayım, faraziye manasında hipotezdir. Yoksa bilimin normlarına göre hipotez dahi değildir.). Benzetmelerden yani analojiden yola çıkılarak kurgulanmış, bilimselliğe yakışmayacak şekilde maksatlı ve taraflı şekilde savunulup ısrarla sürdürülen bir ideoloji, yaratılış hakikatinin parlak güneşini üflemekle söndürmeye çalışan boş heves, örtmeye çalışan hayal ürünü bir balçık ve genç zihinleri bulandırıp dinsizleştirerek hatta evrimi adeta din edindirerek yutan bir bataklıktır. Bu bataklıktan çıkmak, gözünü açıp hakikati görmek ve göstermek isteyenler için birkaç delil: Bilim, gözlem ve deneye dayanır. Hâlbuki evrim gözlem ve deneyin dışındadır. Ne gözlemlenmiştir, ne de gözlemlenebilir. Ne görülmüştür, ne de gösterilebilir. Deney ortamlarında oluşturulabilmiş de değildir. Dolayısıyla türden türe geçişi iddia eden evrim, bilimsel değildir. Evrim hakikate zıt bir faraziyedir. İspatlanmış birçok kanuna terstir ve o kanunlarla bağdaşmaz. Bu kanunlardan biri termodinamiğin ikinci kanunudur. Bu kanun şunu söyler: “Kâinatta her mevcud, kendi haline bırakılsa maksimum düzensizlik ve minimum enerjiye gider.”4 Evrim ise bunun tam tersini, yani zaman içinde her mevcudun kendiliğinden, basitten komplekse ve daha düzenli daha üstün türlere dönüşe dönüşe var olduğunu iddia eder.Termodinamiğin ikinci kanunu (entropi), doğruluğu tecrübi olarak ispatlanmış bir kanundur. Yüzyılımızın en büyük bilim adamlarından biri olan Albert Einstein, bu kanunu “Bütün bilimlerin birinci kanunu” olarak tanımlamıştır.5 Sir Arthur Eddington ondan, “Bütün evrenin en üstün metafizik kanunu” olarak bahseder. Hatta evrimin temel dayanaklarından olan evcil hayvan teorisi ve tüm teoriler hakkında bu kanunla tezat oluşturması halinde “En derin bir aşağılama ile çökmeye mahkûm ve son derece umutsuz” ifadelerini kullanmaktadır.6 Amerikalı bilim adamı Jeremy Rifkin “Entropi: Yeni Bir Dünya Görüşü” adlı kitabında konuyla ilgili, “Entropi Kanunu, tarihin bundan sonraki ikinci devresinde, hükmedici düzen şeklinde kendini gösterecektir” demektedir. Bunun aksine evrimci bilim adamları, evrimi bilimin birinci kanunu gibi görmekte ve göstermektedir. Öyle görmeyenleri ise dışlamakta, itibarsızlaştırmaktadır. Bu kanunun evrimle çeliştiği ve evrimi çürüttüğü görüşüne karşı evrimcilerin şöyle bir itirazı olmaktadır: “Bu durum (entropi) kapalı sistemler için geçerlidir güneş sistemi gibi dışarıdan enerji alan açık sistemlerde ise geçersizdir”. Bu itirazı şu gerçek geçersiz kılmaktadır: “Açık sistem dediğimiz dışarıdan enerji alan sistemlerde de kapalı sistemlerde de basit yapıdan kompleks yapıya geçiş tesadüfen ve evrimle açıklanamaz, çünkü şuursuz ve kontrolsüz bir enerji yapıcı değildir, her zaman yıkıcıdır. Sanat icra edemez. Açık ve kapalı sayısız sistemlerle donatılmış olan kâinat sayısız sanatlarla süslenmiştir. Madem öyledir, bütün bunları yapan, kör kuvvet, akılsız enerji değildir ve olamaz.7 Evrimi çürüten bir diğer kanun, tüm türlerin çoğalmalarının, sayılarının kontrol altında tutulması, istilalarına izin verilmemesi ve ölüme mahkûmiyetleridir. Hâlbuki bu durum, yani ölmek ve sınırlandırılmak, canlılar için istenen bir durum değildir ve evrimle bağdaşmaz. Onları geliştiren güçlendiren bir durum değil, aksine zayıflatan bir durumdur. Tüm türlerde, hayatta kalma ve çoğalma temayülü son derece kuvvetlidir. Buna rağmen sayıları hep sınırlandırılır, denge hep korunur. Bu kanun eğer evrim sürecinde gelişmiş olsaydı, daha gelişene kadar, yani bu kanunun olmadığı dönemlerde, bu kanunun evrimleşmesine imkân tanımayacak şekilde denge ve düzen bozulacak, canlılık tükenecek veya bir tür veya birkaç tür kalacaktı. Hâlbuki bu kanun canlılıkla beraber var olmalıdır ki bu kadar türler ve denge olabilsin. Madem bu kadar canlı türü ve sayılarında bir dengelenme söz konusudur, öyleyse evrim söz konusu olamaz. Evrimi çürüten bir diğer kanun, değişim yani tebeddülat kanunudur. Neden evrimi çürütür? Çünkü tüm değişimler, türün kendi içerisinde gelişir, türden türe bir geçiş yoktur, olmamıştır. Bu kanun, türün kendi içerisinde gerçekleşen ve genellikle bozulma, yaşlanma, yıkım ve ölüme götüren bir kanundur. Bazen daha iyiye götürücüdür ki bunda dahi türden türe bir geçiş söz konusu değildir. Örneğin bir bakteri daha dirençli bir bakteri halini alır. Ancak dikkat edilirse dirençsizi de dirençlisi de bakteridir. Bakteri virüse, virüs bakteriye dönüşmemektedir. İnsan da bazı mikroorganizmalara direnç geliştirir, yani bağışıklık kazanır. Savunma sistemi iyi yönde değişim geçirir. Ancak bu olumlu değişim insanı farklı bir türe çevirmez. İnsan yine insandır. Üstelik akıllı şuurlu insan dahi, kendi savunma sistemindeki bu olumlu değişikliklerde bir pay sahibi değildir. Kendi asker hücrelerinin komutanı değildir. Kendinde olan bu değişime sadece mazhar olmaktadır, seyircidir, aklı varsa şükredicidir. Kaldı ki bakteri ve benzeri, şuursuz, akılsız canlılar, direnç geliştirmekte pay sahibi olsunlar! Onlar da ancak mazhardırlar, yapılmakta, yaratılmakta, değiştirilmektedirler. Kamuflaj ile savunma sistemi gösteren hayvanlara dikkat edelim. Bunu o hayvanın yapabilmesi için, önce akıl, şuur, düşünce, sonra kendini yaşadığı ortama benzetebilmek için kendine bakacağı bir ayna, sonra da kendi vücudunu değiştirebilme, yani atomlarına hücrelerine hükmedebilme gücü ve ilmi lazımdır. Bir de bu savunma sistemini geliştirene yapana kadar, o savunmasız haliyle hayatta kalabilmesi ölmemesi lazımdır. Buna inanmak, akılla hakikatle bağdaşır mı? Bu değişim kanunu ile gerçekleşen örnekler, hayret verici şekilde evrime delil olarak gösterilmektedir. Hâlbuki bu değişimlerle bir tane bile türden türe geçiş olmamıştır. Buna ihtiyaç da yoktur. Bir türü yapan ilim, irade, kudret sahibi kim ise, bütün türleri de yapan O’dur ve bunu yapabileceğini ispatlamış, sanatını, yaratma gücünü ortaya koymuştur ki o, Allah’tır. Ateizmin temel taşı olan ve tesadüfi varoluşun dayanağı kabul edilen evrim, aksi ispat edilemeyen şu kanuna da terstir: BURHAN-I İNNİ diye tabir edilen, eserin müessire, yani eseri yapana delil olma kanunudur. Örneğin duman, ateşe delildir. Ateşin bizzat görülmesi şart değildir. Dumanın görülmesi, ateşin varlığını ispat eder.8 Bir harf dahi kâtipsiz, bir iğne dahi ustasız olmaz, olamaz. Bir kitap yazarsız, bir bilgisayar ustasız olabilir mi? İnsan beyni, bilgisayarı yapan en üstün ve organik bir bilgisayardır. Teknolojisine yetişilemeyen çok üstün bir modeldir. İnsan beyni de bilgisayar gibi sonradan meydana gelmiştir ve üzerinde inanılması güç şekilde 100 milyar civarında sinir hücresi (nöron), bunun 10-50 katı kadar gliya hücresi ve sinir hücreleri arası yaklaşık 100 trilyon sinaps, yani hücreler arası bağlantı vardır.9 Bilgisayarın da, beynin de, kâinatın da hammaddesi aynı atomlardır. En basit bir bilgisayar dahi evrim sürecinde atomların yıllarca savrulup çarpışmasıyla tesadüfen oluşamazsa, beyin nasıl oluşur? Beyni yapan; kör tesadüf, şuursuz evrim, akılsız-ilimsiz maddeler ve atomlar olabilir mi? Kanunlar dahi olamaz. Çünkü kanunlar dahi kanun koyucu ve kanunu işletici olmadan işlemez, ürün vermez, işe yaramaz. Anayasanın ve tüm kanunların, hükümet, polis, savcı, hâkim olmadan işlemeyeceği, herhangi bir eseri, tesiri, ürünü görünmeyeceği gibi. Kâinatta geçerli ve bilimsel olarak ispatlanmış tüm kanunlar dahi, kanunu işlettirecek kanun koyucuya, hükmediciye muhtaçtır, mahkûmdur. Kanunlar, bazı canlıların hastalanmasına, ölmesine ve tahrip olmalarına neden olur. Hâlbuki bu durumu tahrip olan ölen bu canlılar fıtraten hayata meyilli olduklarından istemezler, bu kanuna isyan etmeye uymamaya meyillidirler. Bu da ispat eder ki, kanuna boyun eğdirici bir hâkim olmak zorundadır ki kanun işleyebilsin. Bir köy dahi muhtarsız olmaz, nizamını kaybeder, köy kaos yerine döner. Nasıl olur da bu muhteşem kâinat hâkimsiz, idarecisiz olabilir.10 Burhan-ı inni’ye göre kâinattaki tüm bu orijinal şaheserleri şuursuz evrime vermek, duvarda asılı şaheser bir tabloyu şuursuz fırçaya, boyaya, tuvale vermekten daha büyük bir hatadır ve doğrudan sapmadır. Nihayetinde ressamlar, kâinattaki asılları, orijinalleri takliden ve can veremeden sanat icra ederler. Yani bir ağacın iki boyutlu basit bir resmi bile şuursuzlara verilemezken, bir ressam şart iken, canlı olan ve çamurlu suları içip şeker şerbeti meyveleri veren müthiş fabrikalar olan ağaçlar nasıl şuursuz unsurlara, akılsız ve kör evrime verilebilir? Bilim adamları dünyanın ömrünün yaklaşık 4,5 milyar yıl olduğunu söylemektedir. Dünyada tespit edilmiş 8 milyon 700 bin canlı türü vardır. Her sene yeni 10 bin canlı türü tespit edilmektedir. Yaklaşık 100 milyon civarında canlı türü olduğu düşünülmektedir. İnsanda 100 trilyon hücre vardır. Her bir hücrede binlerce milyonlarca enzim, hormon gibi maddeler iş görürler. Her bir enzim saniyede 40 kez kimyasal reaksiyona girer. Bütün bunlar türün özelliklerini belirleyen sonuçlar ortaya çıkarır. Bütün türlerde, her türün tüm fertlerinde ve her ferdin tüm hücrelerinde bu reaksiyonlar, sistemler, mekanizmalar gelişmiştir ve işlevseldir. Özetle çarpıp böldüğümüz zaman, evrim süreci çok hızlı olmak zorundadır. Her güne, her saate hatta her dakikaya binlerce milyonlarca yeni sistem yeni mekanizma geliştirmek zorundadır ki bu kâinat bu haliyle var olabilsin. Hâlbuki böyle bir durum görünmemektedir. Binlerce yıldır insan yine insan, maymun yine maymundur. Bu kadar faydalı ve gerekli sistemlerin, mekanizmaların, biyolojik makinelerin, reaksiyonların, bu kadar canlı çeşitliliğinin, evrimleşme sonucu meydana gelmesine dünyanın ömrü yetmez. Bir süreç içerisinde oluşumu da kaldıramaz, daha oluşamadan yok olur. Birçok sistem, organik makine ve mekanizmalar, bir anda, her şeyiyle, bütünüyle olmak zorundadır. Örneğin en basit sayılabilecek proteinlerden Sitokrom-C’nin tesadüfle ortaya çıkma olasılığı için gereken zaman, yaşı 15 milyar yıl olan evrenimizin yaşının bile çok üzerindedir. Yani tamamen tesadüflerle dahi evrenin yaşı bir proteinin ortaya çıkışına izin vermemektedir. Basit yapılı her bir hücrede, sayısı 3000’i bulan proteinlerin hücrenin binasında temel taşlar olduğu düşünülürse olasılık kelimesi dahi anlamını yitirmektedir. Evrim, gerçeklerin yanında son derece hantal ve muhal kalmaktadır. Özetle, bu evrenin evrimleşmeyle uğraşacak vakti yoktur.11 Dünyada çok açık şekilde varlığı bilinen ve hissedilen bir gerçek vardır ki o da duygulardır, maneviyattır. Evrim ise materyalist zemine oturmuş bir inançtır. Duyguları, maneviyatı, manevi olayları açıklayamaz. Sevgisiz varlıklar, nasıl seven varlıklara dönüşmüştür? Bu ve benzeri sorulara makul bir cevap veremez. Madde, sınırlı ve geçicidir. İnsanların yaşama ve mutluluk arzuları ise sınırsızdır. Evrim düşüncesiyle, siyahi insanlar henüz evrimini tamamlayamamış bir alt sınıf olarak görülmektedir. Dolayısıyla evrim, ırkçılığın, güçlü olanın güçsüzü ezdiği, yok ettiği bir sömürge düzeninin, yani zulmün ve adaletsizliğin temelini teşkil edecek potansiyelde bir dünya görüşüdür ki bu da insanın mahiyetindeki vicdan, adalet, merhamet hakikatleriyle yani fıtrat ile çelişir. Evrim gerçek olsa idi, milyarlarca, hatta canlılardan daha fazla sayıda ara formlar olması gerekirdi. Hâlbuki bir tane bile, ara form olduğu ispatlanmış bir varlık söz konusu değildir. Yarı bitki yarı hayvan, yarı hayvan yarı insan bir ara form yoktur ve olmamıştır. Ara form olduğu iddia edilen fosillerin hiçbiri türden türe geçişe delil değildir. Her biri kendine özgü bazı yönleri benzer, bazı yönleri farklı yaratılmış birer türdür. Ara formun söz konusu olmadığının bir delili de, evrimcilerin kendilerini dahi aldatarak suni ara formlar oluşturma çabalarıdır. Bunun bir örneği “Nebraska adamı” dır. William Bryan adlı bilim adamının itirazlarına rağmen bu sahte ara form hayal ürünü çizimlerle süslenerek sunulmuştur. Ancak bir diğer bilim insanı Harold Cook, Nebraska adamının maskesini düşürmüştür.12/13 Bir göz (Darwin’in dahi itirafıyla), bir hücre, yapısı itibariyle, tüm parça ve organellerinin aynı anda beraber var olmasıyla birlikte beraber bir fonksiyon görebilir, göz göz olur, hücre de hücre. Yoksa yok olur kaybolur gider. Bu ise evrimin zaman içinde gelişme ve parça parça oluşma hipotezini çürüten bilimsel bir gerçektir. Milyonlarca yıl içinde tesadüflerin elinde, bir göz dokusu oluşana kadar, bir hücre oluşup gelişene kadar çoktan yok olup gitmeye mahkûmdur. Bu konu Amerikan Fizikçi Lipson’a şu yorumu yaptırmıştır: “Türlerin Kökeni‘ni ilk okuduğumda Darwin’in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. Örneğin “Teorinin Zorlukları” başlıklı bölüm, çok belirgin bir güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm.”14 Darwin zamanında hücre, bilinmeyen bir kara kutu idi. Darwin’den beri ısrarla tüm teknolojik bilimsel gelişmelere rağmen, hücrenin kendine hayran bırakan özelliklere sahip, adeta bir fabrika, bir mikro şehir gibi işleyişine rağmen, evrim düşüncesi ısrarla inatla sürdürülmeye çalışılmış bunun için her yola başvurulmuş ve gerçekler görmezden gelinmiş, gerçekleri gören bilim adamları ise itibarsızlaştırılmıştır. Mendel’in ispat ettiği ve gözlemlediği deney ve ilkelerine göre hayat süreci içerisinde kazanılmış olan özellikler genlere ve nesillere aktarılamaz. Örneğin komando eğitimleri ile kasları gelişmiş, güçlenmiş bir baba, bu özelliklerini çocuğuna aktaramaz. O çocuk kaslı ve güçlü doğmaz. Bir kazada kolu kopan bir annenin çocuğu kolsuz doğmaz. Hayat süresince kazanılan fiziki değişimler genlere ve nesillere aktarılmaz. Epigenetik başlığı altında yapılan izahlar, verilen örnekler ise evrimi izah ve ispat etmez. Epigenetik kısaca ve özetle; çevre şartlarının, genleri değil genlerin işleyişini değiştirerek fenotipin değişmesine neden olmalarına verilen isimdir. Fenotipe yansıyan değişimlere modifikasyon denir. Modifikasyonlar kalıtsal değildir. Çünkü meydana gelen değişiklikler sadece vücut hücrelerinden ibarettir. Bu nedenlerle modifikasyonlar evrime delil değildir. Fenotipik değişimler genetik yapıya yansımaz, nesillere aktarılmaz. Sadece üreme hücrelerinde meydana gelen mutasyonlar nesillere aktarılır ki onların da çoğu doğum olmadan düşükle sonuçlanır. Doğanlar ise üreyemeyecek kadar hastadır, üreme fonksiyonları bozuktur ve bu hallerini yine nesillere aktaramaz. Burada da bir hikmet bir denge bir tasarım görünmektedir. Hiçbir tasarımcı olmadan olamayacağına göre, bütün bu tasarımları, dengeleri, hikmetleri var eden bir ilim sahibi vardır ki O zat bizimle irtibata geçmiş, bize kendini tanıtmış, bütün isimlerini de, Allah ismini de öğretmiştir. O yüzden diyoruz ki bütün bu mükemmel işleri yapan, yaratan Yüce Allah’tır. Epigenetik, türden türe geçişe değil, yine türün kendi içinde değişimlere sebep olur. Örnek: Folik asit yedirilen gebe fareler ile yedirilmeyen farelerin farklı renkte fare doğurmaları bir evrim değildir. Tür değişmemiştir. Farklı mekanizmalarla renk değişmiştir. Fare yine faredir. Fare, bir tavşana dönüşmemiştir. Maalesef bu hadise dahi evrime delil gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.15 Evrim bir kanun olsa idi tüm varlıklar bu kanundan kaçamaz ve bu kanuna tabi olur idi. Hâlbuki yeryüzünde halen maymunlar mevcuttur. Bu maymunların, haşa insana dönüşenlerden ne farkı vardır, bunların neyi eksiktir ki insana dönüşememişlerdir. Bunun gibi nice örnekler mevcuttur. Tüm bu canlılar binlerce yıldır halen türlerini korumakta, yeryüzünde yaşamaya ve çoğalmaya devam etmektedirler. Mendel’in araştırmaları sonucu genetik programda bir sağlamlık ve kendini koruma özelliği söz konusudur. Eğer bu koruma mekanizması olmasa idi, tür özellikleri korunamazdı ve kolayca yıkıma uğrardı. Her tür, kendine has özelliklerini devam ettiren genetik şifrelerini korumaktadır. Elbette ki bu korumayı her şeyden habersiz olan türlerin fertleri yapmamaktadır. Bir yerde plan, program, yazılım varsa, onu planlayan, programlayan da vardır. DNA’nın, genetik kodların ve bu hayrete düşüren yazılımın planlayıcısı, programlayıcısı da o programı adeta bir çeşit organik antivirüs programlarıyla sağlamlaştıran ve korumaya alan Allah’tır. Eğer bu sağlamlaştırma, kararlı kılma ve koruma olmasa idi, anne karnında pankreas hücresi olarak gelişen ve hormon üreten hücreler zaman içerisinde kolayca farklı ve işlevsiz hücrelere dönüşebilecekti. Allah’ın yarattığı sanat eserlerindeki fenotipik ve genotipik genel kararlılık ve istikrar, evrime zıt bir hakikattir. Hem bu kadar tür çeşitliliğiyle birlikte değerlendirildiğinde evrimin imkânsızlığını açıkça ortaya koyar. Bu genetik kararlılık, türden türe geçişi, türlerin karışmasını, ebeveyn başka bir tür, yavru başka bir tür olmasını engelleyici bir mekanizmadır. Bu, genetik yapıda bir sağlamlık, türe has özellikleri koruma şeklinde kendini gösterir. Bu mekanizma sayesinde farklı türler birbiriyle çiftleşmezler. Evrime delil bulmak gayesiyle suni ve kasıtlı olarak çiftleştirilenler ise gebe kalamaz. Faraza böyle bir gebelik oluşsa dahi düşük ile sonuçlanır. Çünkü günümüzde de düşük ile sonuçlanan tüm gebeliklerin çoğunda genetik veya kromozom anomalileri tespit edilmiştir. Bu son derece hikmetli ve gereklidir. Yoksa anne ya da baba bir hayvan, faraza başka bir tür hayvan olarak doğmuş ya da dönüşmüş olan yavrusuna uygun beslenme ve korumayı nasıl sağlayacak, onu nasıl yetiştirecektir? Mesela aslan anne babanın başka türden bir yavrusu olsa ve o yavruya aslana has avlanma, korunma, beslenme özelliklerini öğretse, o yavru nasıl hayatta kalabilecektir? Aslanlıktan başka bir şey bilmeyen o anne baba da o yavruya başka bir şey öğretemez. Misaller uzar gider… Allah’tan ki böyle durumların olamayacağı şekilde tedbirler alan kâinatın bir Müdebbiri vardır. İnsanın atası olarak sunulan maymunun insana benzer yönleri olduğu kadar, konuşma açısından bülbülün, sosyalleşme açısından karıncaların maymundan daha fazla insana benzer özellikleri tespit edilmiştir. Bu durumda insanın atası hangi hayvandır? Maymun mu, bülbül mü, yoksa karınca mı? Benzerlikler, birbirine dönüşmenin birbirinin atası olmanın delili değildir ve olamaz. Üstelik halen yok olmamış olan maymunlar, bülbüller, karıncaların varlığı da bu düşünceyi, evrimin temel tezlerini çürütmektedir.16/17/18 Hem karada hem denizdeki canlı çeşitliliği de evrime ciddi bir darbe vurmaktadır. Bu kadar çeşitlilik evrimle açıklanamaz, izahı mümkün değildir. Dünyada tespit edilebilmiş 8 milyon 700 bin canlı türü vardır. Bilim insanları son araştırmalarda aslında doğal hayattaki canlı türlerinin 100 milyonu bulabileceğini tahmin etmektedir. 6000 çeşit elma olduğu tespit edilmiştir. Hangi iltizam, hangi mecburiyet üzerine ve hangi evrim mekanizmalarıyla bu kadar çeşitlilik meydana gelmiştir? Bu sorunun makul ve ispatlanabilir bir cevabı yoktur.19 Evrimcilerin bel bağlamış olduğu mutasyonlar, tahrip edici ya da etkisizdir. Bir canlıyı daha üstün bir canlıya çeviren bir mutasyon gösterilememiştir. Ancak bozan, hasta eden veya etkisiz mutasyonlar gösterilebilmiştir. Gen mutasyonları, üreme hücrelerinde meydana gelirse ancak gelecek kuşaklara aktarılır. Orak hücreli anemi, fenilketonüri, albinizm gibi kalıtsal hastalıklar gen mutasyonu sonucu ortaya çıkar. Ancak dikkat edilirse bunlar insanı hasta eder. Süper insan haline getirmez. Farklı bir tür haline hiç getirmez. Mutasyon, canlının genetik yapısında meydana gelen değişikliklerdir. Bu değişiklik kromozomlarda olabilir, ya da genlerde olabilir. Kromozomlarda olan değişiklik de, ya kromozomun sayısında olur ya da yapısında. Her canlının kromozom sayısı sabittir. Kromozom sayısının değişmesi, artma veya eksilme şeklinde olabilir. Sözgelimi, 40 kromozomu olan bir bitkide, üreme esnasında kromozomların uygun bölünememesi veya uygun yere taşınamaması sebebiyle, bazı fertlerde bu sayı değişebilir. Mesela 41 veya 42, ya da 30 veya 38 olabilir. Böyle sayı değişikliğine sahip olan fertler sıhhatli bir hayata sahip olamazlar. Çoğu zaman bunların nesilleri devam etmez ve genelde bu tip değişiklikler canlıların anormalliğine ve ölümüne sebep olur. Bir başka değişiklik de, kromozom sayısının tam katları veya yarı katları kadar artması şeklinde olabilir. 40 kromozomlu bir bitkinin üremesi esnasında çiçek tozu ve yumurta hücrelerinin teşkili esnasında kromozom sayısının yarıya inmesi gerekir. Çünkü erkek ferdi temsil eden polen ile yumurta hücresi birleşince kromozom sayısı 40 olarak sabit kalacaktır. Hücredeki kromozomların yarıya inmesi esnasında müdahale edilerek bu yarıya inmeye mani olunabilir. Bu yarıya inme, yumurta hücresinde yapılabileceği gibi, sperm hücresinde de veya her ikisinde de yapılabilir. Bu durumda kromozom sayısı 40 yerine, 60 veya 80 olan fertler meydana gelir. Bu şekildeki kromozom artışı fertleri öldürmez. Bunların nesilleri de devam eder. İşte bu tip kromozom değişikliğine faydalı mutasyon adı verilir. Özellikle bitki ve hayvan ıslahında bu metottan faydalanılmaktadır. Mesela, kromozom sayısı iki katına veya dört katına çıkmış mısırlar, normal fertlere göre daha büyük koçanlı ve daha iri daneli olmaktadır. Aynı şekilde süt ve et verimini arttırmak için hayvanlar âleminde de benzer uygulamalar vardır. Bunun haricindeki mutasyonlar, ister genlerde olsun, isterse kromozom yapısında veya sayısında olsun, zararlı ve genelde öldürücüdürler. Sonuç olarak, mutasyonların faydalı olanları, kromozom sayısının katları şeklinde artış gösterenlerdir. Bitki ve hayvan ıslahında iri yapılı meylerin elde edilmesinde, et ve süt veriminin arttırılmasında bu metot kullanılmaktadır. Ancak, bunlardan yeni ve farklı bir canlı meydana gelmesi mümkün değildir. Mısırın kromozom sayısını iki kat arttırınca iri daneli ve büyük koçanlı mısır elde edilmekte, mısır yine mısır olarak kalmakta, mısırdan fasulye meydana gelmemektedir. Bu konudaki şu itiraf çok manidardır: “Ayrıntıya girdiğimizde, tek bir türün bile değiştiğini kanıtlayamayız. Varsayılan değişikliklerin faydalı olduğunu da kanıtlayamayız ki teorinin temeli buna dayanmaktadır.”20/21 Evrimciler ispattan ziyade bir kabulle hareket etmektedirler. Örneğin “ilk canlı tesadüfen oluştu” derler. Bunun ise bir ispatı yoktur ve olamaz. Cansızdan canlı oluşumunu izah edemeyince de neredeyse canlı ve canlılık kavramını inkâra kadar meyletmiş durumdadırlar. Sofestai felsefecilerinin, Yaratıcıyı inkâr etmek adına kendi varlıklarını inkâr etmeleri gibi. Hâlbuki muteber bilim adamlarından Pasteur’un dediği gibi “Hayat ancak hayattan gelir”. Kendisinde hayat olmayan başkasına hayat, kendisinde şuur-bilinç-ilim olmayan başkasına şuur-bilinç ve akıl, kendisinde görme olmayan başkasına göz ve görme veremez… Milyonlarca yıl önce evrim sürecinde tesadüfen hayat oluştu ise, akıllı şuurlu teknolojik imkânları olan insanlar haydi buyursunlar, bir araya gelip akıllarını, bilgilerini birleştirip tüm gerekli elementleri maddeleri kullanarak laboratuar ortamında bir canlı varlık üretsinler. Tesadüfen olanın, şuurlu şekilde olması daha kolay ve makul değil midir? Neden üretemiyorlar? Bu kadar bilim adamının üretemediğinin milyarlar katını; şuursuz, kör, sağır tesadüfler nasıl üretir ve hangi akılla buna inanılır ve bir de şiddetle savunulur? Şayet zihinlere, hayallere “Zamanla belki üretilebilir” düşüncesi gelecek olursa deriz ki: “Milyonlarca yıl önce haşa tesadüfen oluşan bir neticenin milyarda birini, binlerce akıllı ve şuurlu insan yüzlerce yıl çalıştıktan sonra farz-ı muhal meydana getirebilmiş olsa, bundan şu sonuç çıkmaz mı? “Bizim bu kadar zekâ, bilgi ve imkânlarla, yüzyıllarca uğraşıp ancak yapabildiğimizin milyarlar katı muhteşem neticeler, sanatlı ve gayeli canlılar, milyonlarca yıl önce nasıl olur da kör, sağır, şuursuz, ilimsiz tesadüfün ve o tesadüfe bilim kisvesini zorla giydirerek taktığımız bir isim olan evrimin eseri olabilir?” denilmesi gerekmez mi? Evrimcilerin cevabını veremedikleri birkaç soru da; “İlk hücre nasıl ortaya çıktı? Ya da ilk proteinler ve bu proteinleri kodlayan DNA-RNA ikilisi nasıl ortaya çıktı?” sorularıdır. Proteinler olmadan DNA olamaz, ancak DNA olmadan da proteinler olamaz. İsviçreli ünlü matematik bilgini Charles Eugenie Guye, bir proteinin tesadüfen ortaya çıkma olasılığının 1x10160’da bir olduğunu ortaya koymuştur. Yani böyle bir olasılık yok demektir. Çünkü 1050’de 1 ve sonrası ihtimaller matematikte imkânsız kabul edilir.22 Yani tesadüfi varoluş imkânsızdır. Evrim ise tesadüflerin elinde bir süreç ve seçilim (doğal/yapay) üzerine kurulu bir varsayımdır. Evrim ilkleri açıklayamaz. Hele ki bu ilkler olmazsa olmaz ve son derece hikmetli faydalı ise hiç açıklayamaz. Bir proteinin birkaç saniyelik ömrü vardır. Bir hücrede yer alan 3000’den fazla farklı proteinin ve DNA’yı oluşturan binlerce proteinin aynı anda var olması ve sürekli yenilenmesi gereklidir ki bu yapılar oluşabilsin ve vazifelerini yapabilsin. Evrim bu gerçeklerin neresine sığışabilir. Evet, her şey de her şeyin ilkleri de kudreti, ilmi, hikmeti sonsuz bir yaratıcı tarafından, Allah tarafından var edilmiştir, düzenlenmiştir ve yönetilmektedir. Buna bilimsel bir delil de bilim insanları Laurent, Schrimpf ve arkadaşlarının çalışmaları ve makalelerindeki ifadeleridir: “Doğanın (!), haberci moleküllerini geri dönüştürmede son derece etkili olduğunu gösterdik: Ortalama olarak, RNA başına yaklaşık 5.000 protein molekülü üretiliyor ve bakteri Escherichia coli'de bir miktar daha az üretiliyor. Bu verimlilik bizim için inanılmaz. Ancak hücre içi protein üretimi çok ince şekilde ayarlanmakta ve hassas ihtiyaçlara bağlı olarak konsantrasyonları düzenlenmektedir. Son zamanlarda, diğer araştırmacılar da, bu muazzam düzenleme potansiyelini başka çalışma ve gözlemlerle doğrulamışlardır.23/24 Doğa ise akılsız, şuursuz, kör, sağırdır ve birbirine hem mahkûm hem hâkim sayısız unsurlardan, aciz sel gibi akan maddelerden müteşekkil ve üzerinde yapılanlara sadece mazhar olan, sonradan olma bir sanat eseridir. Bu sanat eseri (tabiat), kendisi yapılandır yapamaz, yaratılandır yaratamaz. Resim gibi, yazı gibi, inşa edilen bina gibi, kalem ya da fırça gibidir. Asla bir ressam, bir yazar, bir mimar ve usta değildir, olamaz.25 Bilim, Allah’ın sanatlarını anlamak ve anladıkça hayran olmak, onu tanımak içindir, onu inkâr için, nankörlük için, küfür ve küfran için değildir. Onu inkâr edeceğim diye bu kadar uğraşmak ve bir de ona delil olan onun yarattığı muhteşem eserleri, haşa onun yokluğuna delil göstermeye çalışmak hem bilimi hem insanlığı utandıracak, hem boş hem çok zararlı bir çabadır. Balina nostrilinin (burun/nefes deliği) kafadaki yerinin değiştiği ve bunun evrime açık delil olduğundan bahsedilir. Hâlbuki ilk resmedilen canlı, arada resmedilen canlılar ve son resmedilen canlı birbirinden farklı türlerdir. Mesela biri balina, biri köpekbalığı, biri yunus iskeletidir ve farklı böcek türleri gibi, farklı kuş türleri gibi farklı deniz memelisi türleridir. Bunların zaten özellikleri birbirinden farklıdır. Yaratan tarafından farklı özelliklerde ve şekillerde ve vazifelerle yaratılmışlardır. Bu resimlerin arka arkaya konulması ve bir takım zaman dilimlerinde yaşadıkları iddiaları, evrime delil olmaz. Birbirlerine dönüştüklerine delil olmaz. Halen köpekbalığı da balina da yunus da mevcuttur, başka bir forma geçiş yaparak nesli tükenmiş değildir. Burun deliği önde olan hayvan da yaşayabilmiş ve vakti gelince ölmüştür, diğerleri de. Eğer bunlar farklı hayvanlar değil aynı türler olsaydı, zaten türün kendi içindeki değişimleri vardır, olabilir, ancak bu da kastedilen mana itibariyle bir evrim değil, modifikasyondur. Kendi kendineliğe, tesadüfe, tutarsız mesnetsiz hakikatsiz evrim mekanizmalarına nasıl bağlanabilir? Bu değişimler balinayı balinalıktan, yunusu yunusluktan çıkaracak boyutta da değildir. Böyle bir değişim olduğu takdirde bu bir hastalıktır ve yıkımdır. Bunlar sağ kalamaz, nesillere aktarılamaz, ölür. Sendromlu doğan veya sonradan bazı hastalıklara yakalanan insanlar gibi. “İnsanın su içinde fazla kalması sonucu parmak uçlarının buruşması evrime delildir, evrimin sonucudur” gibi asılsız iddialar hakikatle bağdaşmaz. Çünkü parmakların suda buruşması, Allah’ın koyduğu ve insanların ozmoz olarak isimlendirdiği kanun ile bağlantılıdır. Bu kanuna göre daha sulu bir madde, daha yoğun katı bir maddenin içine girdiğinde su geçirir. Derinin içine geçen su deriyi şişirir. Bunun sonucunda deri büzülür ve yüzeyini genişletir. Sudan çıktıktan bir süre sonra elimiz tekrar eski haline dönmektedir. Çünkü derimizin altına giren su bir süre sonra buharlaşmaktadır. Bu buruşma sadece ellerimizin ve ayaklarımızın bir kısmında meydana gelmektedir. Diğer bölgelerimizde bu buruşmanın meydana gelmemesinin sebebi kıllarımızın dibinde bulunan yağ bezeleridir. Bununla birlikte bu buruşma olayı, türün kendi içerisinde olan bir değişim olayıdır. Buruşma ile farklı bir türe geçiş olmaz. Üstelik bu kadar hızlı bir evrim ve evrim mekanizması var olsaydı, şimdiye kadar çoktan insanoğlu tamamen farklı bir türe dönüşmüş olurdu. Birkaç dakikada elleri buruşarak farklılaşan bir canlı, binlerce yılda binlerce kez farklı türe dönüşmesi gerekirdi, hâlbuki binlerce yıldır insan aynı insandır. Türün kendi içindeki değişimleri, türden türe geçişe delil olmaz. Başka canlılarda benzer değişimlerin olması da türler arası geçişe delil olmaz. Bilakis her canlıda aynı mührün, aynı imzanın bulunduğuna, yani ustalarının yaratıcılarının aynı ve bir olduğuna delildir. Ellerin buruşmasını evrime delil göstermeye çalışan makalelerin tipik ortak özelliklerine ve ifadelerine dikkat edilirse tahminler, yorumlar, zorlamalar ve şahsi çıkarım ve benzetmeler açıkça görülmektedir. Hâlbuki ‘olabilir’li ifadeler, bir delili göstermez ve ispat değildir. Bilakis, yönlendirme ve yakıştırmayı ortaya koyar. İlaveten bu yazarların ve dergilerin, evrimci, evrimi mutlak gerçek kabul etmiş, taraflı yazarlar ve dergiler olduğu görülmektedir.26 Bu makalede, 16 madde halinde özetlenen hakikatler ve evrimcilere verilecek cevaplar bu kadardan ibaret değildir, rahatlıkla artırılabilir. Her bir iddiaya, delil diye getirilen her bir hayal mahsulüne ve yakıştırmaya rahatlıkla cevap verilebilir. Ancak evrimcilerin iddialarına tek tek cevap vermek de, bunlara cevap bulmaya çalışmak da yersizdir. Genel ve temel problem anlaşılırsa hakikat görünür. O temel problem ise akılla, mantıkla, bilimle, ilimle, hakikatlerle bağdaşmayan ideolojik yaklaşımlar ve hayal ürünü yakıştırmalardır. Yaratılışa, tek yaratıcı olan Allah’ın varlığına ve evrim düşüncesinin yanlışlığına sayısız deliller vardır. Tek bir delil dahi bir meselenin ispatında kâfidir. Yeter ki yeterince tarafsız bakılsın. Son Söz: Bir bilim adamı olan John C. Lennox’un dediği gibi, “Protein fabrikalarının karmaşıklığı ve hassaslığı ile en gelişmiş insan teknolojisi karşılaştırılsa, insan teknolojisi oldukça kaba kalır.”27 Madem bu, hem bilimsel hem evrensel bir hakikattir. Tesadüfe verilmesi imkânsız olan insan teknolojisinden hadsiz defa üstün olan kâinattaki teknoloji ve işleyiş asla tesadüfe verilemez. Madem eser var, müessir (eseri yapan) var. Madem sanat var, Sani (sanatkâr) var. Madem kâinat var, bizler varız; öyleyse her şeyin yaratıcısı, bir olan Allah var. Kaynaklar: 1- Pierre Paul Grassé, Evolution of LivingOrganisms, AcademicPress, New York, 1977, s. 82- Pierre Paul Grassé, Evolution of LivingOrganisms, s. 1033- Standen Anthony. Science is a Sacred Cow. New York: Dutton, 19504- https://chem.libretexts.org/Core/Physical_and_Theoretical_Chemistry/Thermodynamics/Laws_of_Thermodynamics/Second_Law_of_Thermodynamics5- Albert Einstein, quoted in M.J. Klein, Thermodynamics in Einstein's Universe, in Science, 157 (1967), p. 5096- Sir Arthur Stanley Eddington, in The Nature of the Physical World. Maxmillan, New York, 1948, p. 747- http://www.sorularlaevrim.com/kategori/evrim-teorisi/ateist-thomasla-evrim-tartismasi (Beşeri Nesneler ile Öteki Nesnelerin Kıyası 1-4)8- Risale-i Nur Külliyatı, İşaratü’l-İcaz, Bakara Suresi 21-22. ayetlerin tefsiri9- http://www.turkbiyofizik.com/beyin.html10- Risale-i Nur Külliyatı, 10. Söz (Haşir Risalesi)11- Pattle P.T. Pun, Evolution: Nature And Scripture in Conflicts. Zondervan, Grand Rapids (1982), s. 52; Mustafa Mlivo, Quran Ispred Nauke I Civilizacije, Medzliz Islamske Zajednice, Bugojno, Sarajevo (2001), s. 11012- http://www.icr.org/article/mr-bryan-evolution/13- https://ncse.com/cej/5/2/role-nebraska-man-creation-evolution-debate14- H. S. Lipson, “A Physicist's View of Darwin's Theory”, Evolution Trends in Plants, c. 2, No: 1, s. 6, 198815- http://dergipark.gov.tr/download/article-file/9489016- http://documentarybox.com/quran-and-evolutionary-biology-dr-farid-khan/17- http://www.youtube.com/watch?v=cxQoc_06TqQ18- http://www.youtube.com/watch?time _ continue= 19&v=riqCx84rhfY19- http://dergipark.gov.tr/download/article-file/6319620- http://www.sorularlaevrim.com/makale/faydali-mutasyonun-olabilecegi-iddiasi-evrim-teorisinin-dogru-olabilecegine-dair-bir-delil-teskil-eder-mi-237.html21- Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, c. 2, 1888, s. 21022- İdris Tüzün, Kâinattaki Dengeler ve Allah, s. 19, 201723- Laurent J, Vogel C, Kwon T, Craig S, Boutz DR, Huse H, Nozue K, Walia H, Whiteley M, Ronald P, Marcotte EM (2010) Protein abundances are more conserved than mRNA abundances across diverse taxa. Proteomics 10: 4209-421224- Schrimpf SP, Weiss M, Reiter L, Ahrens CH, Jovanovic M, Malmstrom J, Brunner E, Mohanty S, Lercher MJ, Hunziker PE, Aebersold R, von Mering C, Hengartner MO (2009) Comparative Functional Analysis of the Caenorhabditis elegans and Drosophila melanogaster Proteomes. PLoS Biol 7: e4825- Risale-i Nur Külliyatı, 23. Lema (Tabiat Risalesi)26- https://www.thoughtco.com/ why - do - fingers - prune-in-water - 411022327- John C. Lennox, “Bilim Tanrıyı gösteriyor ama bazı bilim adamları bunu kabule hazır değil! Aramızda Kalsın Tanrı Var”, s.

Teşrik-i mesai; işbirliği yapmak, emekleri birleştirmek, birlikte mesai harcamak demektir. Taksimü’l-a’mal ise iş bölümü, iş taksimi, herkesin bir konuya yönelerek, mesaisini sarf ederek ihtisaslaşmaktır. Teşrik-i mesai ve Taksimü’l-a’mal ile herhangi bir konuda işbirliği yapıldığında harika bir kuvvet ve birçok menfaat elde edilebilir. Herkesin çalışma alanı kısımlara ayrılıp belirlenmesi ve diğerleriyle de mesaileri birleştirerek kısa zamanda seri üretimi sağlayıp pek çok kârlı sonuçlar elde edilebilir. Bizi Teşrik-i Mesaiye Sevk Eden Amil Nedir? “…Hakkın şe’ni ise, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmareyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir” (Zülfikar, 42). Bu hakikatler bizi teşrik-i mesaiye sevk ediyor. İctimai Hayatta Teşrik-i Mesaî ve Taksimü’l-A’mal Teşrik-i mesai aynı zamanda fıtri bir ihtiyaçtır ve kemalâta yükselmeye vesiledir. İnsan yaratılıştan çeşitli meyillere sahiptir. İnsan istediği vakit en müntehab şeyleri ister, meylettiği vakit en güzel şeylere meyleder. Arzu ettiği vakit en zînetli şeyleri arzu eder. Yaşamak hususunda insaniyete lâyık en güzel bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister. Bu meyillerin lazımı olarak yiyecek, giyecek ve sair ihtiyaçlarını istediği gibi, güzel bir şekilde elde etmek için çok sanatlara ihtiyacı vardır. O sanatlara vukufu olmadığından, hepsini yapmaya gücü ve zamanı yetmediğinden kendi cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, her birisi çalışmalarının meyvelerini mübadele ederek ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler. (İşârâtü’l-İ’câz, 132) Herkes aynı anda bir toplumun var olması için lazım gelen mesleklerden hem muallim, hem fırıncı hem bakkal hem doktor hem asker vb. olamaz. Bir toplumun idamesi ve içindeki her bir ferdin kendi ihtiyacını tedarik etmesi için başka meslek sahiplerine ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçları tedarik etmek için toplumun diğer fertleri ile teşrik-i mesai ve vazife paylaşımına gidilir. Ailede Teşrik-i Mesaî ve Taksimü’l-A’mal Bir kadın, fıtraten zayıf olduğundan kendini himaye edecek birisini bulur, “Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet ve muhabbet (sevgi) ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın kocasına, yalnız hayât-ı dünyeviyeye mahsus bir refîka-i hayat (hayat arkadaşı) değildir. Belki hayât-ı ebediyede dahi bir refîka-i hayattır.” (Lem‘alar, 24. Lem‘a: 207). Kadının aile hayatında ve ev içinde idareci olması sebebiyle, kocasının bütün malına, evlâdına ve her şeyine muhafaza memuru olduğundan, en esaslı hasleti kocasına sadâkat göstermek ve emniyet vermektir. Bu sadakat ve emniyet karşılığında erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesaî etmeye mecbur olur. “Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdir (onların reisidir)ler. (Bu,) Allah’ın (insanlardan) bazılarını (erkekleri), bazısından (kadınlardan) üstün kılması ve (erkeklerin kendi) mallarından sarf etmeleri sebebiyledir. Sâliha kadınlar ise, itaatkâr olanlardır. Allah’ın (kendilerini) korumasına mukabil, gaybı (kocasının yokluğunda, koruması gerekenleri) muhafaza eden kadınlardır.” (Nisâ, 34). Vücut Dairesinde Teşrik-i Mesai Vücut dairesinde teşrik-i mesai ise: İnsanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez.. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. O vücudun azaları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne geçerek tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip çalışma şevkini aşkını kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün kabiliyetleriyle, birbirinin hareketini umumî maksada yöneltmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile o vücudun yaradılış gayesine yürürler. Eğer bu teşrik-i mesaî ve taksimü’l-a’mal bitse, zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, neticesiz akîm kalarak cismi de dağılır (Lemalar, 21). İş Dünyasında Teşrik-i Mesai Bugün bütün iş dünyasında, hususen Avrupa’da mesailerin tanzimine, iş bölümüne ve ihtisasa çok önem verilmektedir. Kim, hangi işi yapacaksa şirket yöneticileri, CEO’lar ve formenler tarafından işin başlangıcında belirlenmekte ve o istikamette meslek sahibi olunmaya çalışılmaktadır. Bütün çalışmasını ve gayretini aynı konu üzerinde harcayan ve himmetini belli bir noktaya yoğunlaştıran bir kimsenin ilerleyip muvaffak olmasındaki sırrı, bugünkü iş dünyası bize ispat ediyor. Manevi hizmetlerde ise; “hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet bir muavenet fikrini daima beslemiştir. Bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi' etmemeleri için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler.” (Lemalar, 21) Bu şekilde teşriki mesai yaparak iş dünyası ilim ehlinin ihtiyacını (sponsor olarak) karşılayıp, dünya işlerine karıştırmadan ilimden geri bırakmamışlar. İlimden hâsıl olan sevaplarına da böylelikle iştirak etmişler. Teşrik-i Mesaînin Cemaate Verdiği Kuvvet Teşrik-i mesainin ve aynı konuda tesanüdün insana verdiği kuvveti şu şekilde izah edebiliriz: “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider. وَ لاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رِيحُكُمْ “Birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer de (size heybet veren) rüzgârınız (kuvvetiniz) gider” (Enfal, 46) ayetinin işaret ettiği gibi, tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki; üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedî ile içtima etse “Sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler” (Lemalar, 21) yüz on bir kıymetinde olduğu gibi.. Sizin gibi üç-dört hâdim-i hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-a’mal olmamak cihetiyle hareket etse, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler; o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.” (Barla Lahikası, 124) Bu kuvveti keşfeden dünya ehli, dünyaya dört elle sarılıp büyük bir servet ve şiddetli bir kuvvet elde etmek için, hatta bir kısım siyasiler ve beşerin sosyal hayatının mühim amilleri ve komiteleri, iştirak-i emval (iktisadi işbirliği) düsturunu kendilerine rehber etmişler. Bütün suiistimalleri ve zararlarıyla beraber, harika bir kuvvet, bir menfaat elde etmişlerdir. Teşrik-i Mesainin Dünyevi Faydası Bu azim kuvveti yakalamak büyük menfaati elde etmek için… ehl-i sanat, netice-i sanatı ziyade kazanmak için, iştirak-i sanatlarını birleştiriyorlar. “Hattâ dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî çalışmanın her günde yalnız üç iğne, o ferdî sanatın meyvesi olmuş. Sonra teşrikü’l-mesaî düsturuyla on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir ve hâkeza her birisi iğne yapmak sanatında yalnız cüz’î bir işle meşgul olup, iştigal ettiği hizmet basit olduğundan vakit zayi’ olmayıp, o hizmette meleke kazanarak, gayet süratle işini görmüş. Sonra, o teşrik-i mesaî ve taksimü’l-a’mal düsturuyla olan sanatın semeresini taksim etmişler. Her birisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler…” (Lemalar, 21) Teşrik-i Mesainin Uhrevi Faydası Bediüzzaman Hazretleri teşrik-i mesaî ve taksimü’l-a’mal düsturuyla olan sanatın semeresini bize göstermek için şöyle bir hitapta bulunmuş: “İşte, ey kardeşlerim! Madem umur-ı dünyeviyede, kesif maddelerde böyle ittihad, ittifak ile neticeler, böyle azîm yekûn faydalar verir. Acaba, uhrevî ve nuranî ve tecezzî ve inkısama muhtaç olmayarak ve fazl-ı İlâhî ile her birisinin aynasına umum nur in’ikâs etmek ve her biri umumun kazandığı misil sevaba mâlik olmak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas edebilirsiniz. Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlıkla kaçırılmaz!” (Lem‘alar, 21. Lem‘a) Bu iştirak-i emval düsturu a’mal-i uhrevi amellere girse; zararsız azim menfaati kazandırır. Çünkü bütün emval, o iştirak eden her bir ferdin eline tamamen geçmesinin sırrını taşıyor. Dört beş adam, iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirerek lâmbayı yaksa, her biri aydınlanarak tam bir lâmbaya sahip oldukları gibi, yine her birinin duvarda bulunan büyük aynasına, noksansız, parçalanmadan, birer lâmba, oda ile beraber girer; güneş ışınlarının her şeffaf şeye eşit olarak gelmesi gibi. Aynen öyle de uhrevi mal ve işlerde ihlasın sırrı ile ortaklık ve kardeşlik, tesanüd (dayanışma) ve ittihad (birleşme) sırrıyla teşrikü’l-mesaî ile amelleri birleştirmekten hâsıl olan umum yekûn ve umum nur her bir kardeşin amel defterine tamamen gireceği hakikat ehlinin yanında görülmüş ve yaşanmıştır. Bu ayrıca rahmetin genişliğin ve İlahî ikramın gereğidir. (Lem‘alar, 172) Teşrik-i Mesâi ve Taksimü’l-A’malin Avam-ı Ehl-i İmana Faydası Teşrik-i mesâi taksimü’l-a’mal ve tesanüdün faydası sadece ehli imana değil, imanı zayıf olanlara da azim bir kuvvettir. “Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet vermemin sebebi yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkiki imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikate dayanmaya pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci’, bir mürşit, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlup olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.” (Şualar 2, 381) Uhrevî amellerde geçerli olan ihlas, kardeşlik, dayanışma ve birlikte mesai harcama dirlik ve birlik içinde olma gibi düsturlar, dünyevî işlerimizde de pekâlâ geçerliliğini koruduğu gibi, kuvve-i maneviyeye muhtaç olan zayıflar için azim bir kuvvet kaynağı olmuştur. Sonuç Olarak Teşrik-i Mesai Günümüzde iş dünyası, sadece bununla işe odaklanan kişi ya da kuruluşlar, iyi bir inovasyon yönetimi yapmaktadırlar. İnovatif bir davranış ile şirket yönetici ve CEO’ları kazançlarını artırmak ve verimliliğini çoğaltmak için, personelinin bilgi ve becerilerini, ahlaki, ruhî gelişimlerini, hissi yapısını, sosyal hayata uyumluluklarını ve sair hususları da dikkate alıp iş hayatının hayatı yapmışlardır. İş dünyasındaki kişiler, tüzel kişiler ve kurumların yurt içinde olduğu gibi, milletler arası sınaî, iktisadî, ictimaî, kültürel ve sair alanlarda yapılacak çok iş ve işbirlikleri olduğu gibi manevî alanlarda da işbirliklerine şiddetli ihtiyaçları vardır. İman ehlinin üzerlerine, her biri bin yerden sel gibi hücum eden günahların zararından korunabilmek ve a’mâl-i saliha ile hayrat kazanmak için iman ehli ile teşrik-i mesai yapmalarına ve manevî şirketler oluşturmalarına bağlıdır. Tâ ki; kırk bin başlı melâike gibi kırk binlerce baştan dakikada kırk binler amellerinin sevabı gelsin. Bu manevî şirketin işleyiş tarzının nasıl olduğunu Bediüzzaman Hazretleri bize şöyle ifade etmektedir: “Risale-i Nur’un hakikî ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasi olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla her bir hâlis, hakikî şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Bazı melaikenin kırk bin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis, hakikî, müttaki bir şakird dahi, kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstahak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve ictinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatte çalışmak gerektir.” (Kastamonu Lahikası, 120)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ الَّذِينَقَالَلَهُمُالنَّاسُإِنَّالنَّاسَقَدْجَمَعُوالَكُمْفَاخْشَوْهُمْفَزَادَهُمْإِيمَانًاوَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Onlar ki, (bir kısım) insanlar kendilerine: “Şüphesiz insanlar (düşmanlarınız), gerçekten size karşı toplandılar; işte onlardan korkun!” dediler de (bu) onların imanlarını artırdı ve: “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekildir!” dediler.1 Bu ayet-i kerime Bedr-i Suğra denilen Küçük Bedir Seferi hakkında nazil oldu. Ebu Süfyan, Uhud savaşından sonra Mekke’ye dönerken, Sevgili Peygamberimize hitaben “Ya Muhammed (sav) gelecek sene sizinle Bedir’de buluşalım” dedi. Allah Resulü (sav) “Umarız öyle olur” diye cevap verdi. Nihayet söz verilen o gün geldiğinde Ebu Süfyan, müşriklerle beraber Mekke’den ayrıldı. Fakat Ebu Süfyan, Merru’z-Zahran denilen mevkie geldiğinde Allah Teala, onun kalbine bir korku verdi. Müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edemedi. O sırada Ebu Süfyan, Nuaym’a rastladı. Ve ona; - Ya Nuaym! Muhammed’le Bedir mevsiminde çarpışmayı kararlaştırmıştık. Ben bu sene çarpışmak istemiyorum, tekrar Mekke’ye dönmek istiyorum. Fakat Muhammed (sav) harp meydanına çıkar da, ben çıkmamış olursam cesareti artar. Medine’ye git. Kuvvetimizin büyüklüğünden bahsederek onları korkut! Medine’den çıkmamalarını temin et! Eğer muvaffak olursan sana on deve vereyim, dedi. Ebu Süfyan’ın teklifini kabul eden Nuaym, Medine’ye gitti. Müslümanların sefer için hazırlanmakta olduklarını gördü. Ebu Süfyan ile sözleştiği üzere Müslümanların kalbine korku vermek niyetiyle konuşmaya başladı. - Bence bu yaptığınız hareket doğru değil, dedi. Onlar, memleketinize geldiler, birçoğunuzu öldürdüler. Şimdi üzerlerine gidiyorsunuz. Büyük bir ordu hazırlamışlar. Vallahi hiç biriniz sağ kalmazsınız, iyisi mi bu işten vazgeçiniz, dedi. Fakat Müslümanlar üzerinde bu sözler tesir etmedi. Sâdece حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekildir!” dediler. Nefislerini ve mallarını Allah’a satan bir topluluğu hangi korku durdurabilir? Ahiret için her an hazır olarak bekleyen bir iman ordusunu hangi vesvese yıldırabilir? Allah’ı bulan her matlubunu bulur ve hadsiz korkulardan kurtulur? Evet, nihayet Resul-ü Ekrem (sav), bin beş yüz mücahitle Medine’den çıkarak Bedir’e geldi. Ebu Süfyan, Resul-ü Ekrem’in kuvvetli bir ordu ile hareket ettiğini işitince büsbütün korktu. Ordusunu alarak Mekke’ye geri döndü. Fakat Kureyş’in bu yüzden itibarı düştü. Müslümanların ise şan ve şerefi bir kez daha arttı.2 *** Resulüllah (sav) Zâtü’r-Rika’ seferinden dönerken bir öğle vakti ashabıyla birlikte istirahate çekildi. Allah Resulü (sav) kılıcını bir ağaca asıp gölgesinde uykuya daldı. Bu hadisi bize nakleden Câbir (ra) der ki: “Biraz uyumuştuk ki, Resulüllah’ın bizi çağırdığını işittik ve hemen yanına gittik. Bir de ne görelim. Resulüllah’ın yanında müşriklerden bir bedevi oturuyor. Bunun üzerine Resulüllah (sav) bedevînin hâlini anlatarak buyurdu ki: Şu bedevi ben uyurken gelmiş, kılıcımı alarak kınından çekmiş. Bu sırada hemen uyandım. Kılıç, kınından sıyrılmış olarak bedevinin elindeydi. Bu halde bana bedevî: - Şimdi benden korkar mısın, diye sordu. Ben: - Hayır, korkmam, dedim. Bedevi: - Şu anda benim elimden seni kim koruyabilir, dedi. Ben de: - Allah korur, dedim. Bu sırada Cebrail (as) geldi bedevinin göğsüne bir yumruk vurdu ve kılıç bedevinin elinden düştü. Bunun üzerine Resulüllah kılıcı eline alarak bedeviye: - Şimdi seni benden kim kurtarabilir, buyurdu. Bedevî: - Hiçbir kimse kurtaramaz, diye cevap verdi. Resulüllah sonra bize; - Ashabım, bakıp ibret alınız, buyurdu.”3 *** حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Zemin yüzünde her baharda binler mahlûkat ordularının bütün cihazlarını veren, her sene ağaç ve kuştan oluşan iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendiren, bütün dağların ve sahraların yüz örtülerini değiştiren, bu kadar işleri çoklukla ve kolaylıkla yapan bir zata intisap etmektir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Bizi yoktan var eden ve yaşatan bir Rabb-ı Rahim’in mahlûku ve masnûu olduğumuzu bilmektir. O Rabb-ı Rahim’in bize karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î iman etmektir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Hadiselerin baskı ve sıkıntılarından, düşmanların fitne ve fesatlarından, bozguncuların zararlarından ve hasarlarından necat veren bir dayanak noktasıdır. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Günah, gurbet, hastalık, korkaklık ve mağlubiyet gibi vücudu sarsan arızalara karşı bir dirençtir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ İnsanlara elim endişe verip bu dünyadan göç ederek giden mahbupların firakına karşı en büyük bir teselli kaynağıdır. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Zerrelerden oluşan bu küçücük vücudumuzun ahirette daha kıymettar bâki bir vücudu meyve vermesi hakikatidir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Şu dünyada bir an yaşamanın ebedî bir vücud kadar kıymettar olduğunu, ilmel-yakîn hissettiren bir muallimdir. *** Başta Resul-i Ekrem (sav) Efendimizle ve onun şerefli arkadaşlarıyla ve bütün sevdiğimiz dostlarla beraber olacağımız inancına حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ile kavuşulur. Gam ve kederle dolu olan cüzî ve tesirsiz şefkatimize bedel, nihayetsiz bir rahmet, sonsuz bir şefkatin kapısı حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ile aralanır. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ cümlesinden aldığımız iman dersiyle kabir kapısıyla girilen yeraltının, adem karanlıklarına açılan bir menzil olmadığını, bilakis; saadet saraylarına açılan bir kapının anahtarı olduğunu zevk ederiz.4 قُلُوبٌ يَوْمَئِذٍ وَاجِفَةٌ 5 diye ifade edilen “kalplerin dehşetle çarptığı” اَبْصَارُهَا خَاشِعَةٌ6 diye tarif edilen “gözlerin zelil olarak baktığı” o günde, bir şefaatçidir bir hâdîdir. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Ehl-i imana kurulan tuzaklara mukabil bir kurtuluştur. Fitnecilerin ve ehl-i fesadın ve her türlü bozguncuların oyunlarına karşı وَاللَّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ7 olan Cenab-ı Hakk’a sığınmaktır. O halde can-u gönülden, bütün kuvvetimizle, kalbimizden gelen en derin bir idrak ve hisle حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ diyelim. Kaynaklar: 1- Âl-i İmrân, 1732- Çetiner, Bedreddin, Fatiha’dan Nas’a Esbâb-ı Nüzûl Kur’an Ayetlerinin İniş Sebepleri, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2010, s.1843- Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, 1595 Numaralı Hadis4- Bkz. Şualar, Dördüncü Şua5- Nâziat, 8;6- Nâziat, 9;7- وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللَّهُ وَاللَّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ Ve (o Yahudiler, İsa’ya) tuzak kurdular, Allah da (onlara) tuzak kurdu (karşılık verdi). Allah ise, tuzak kuranların en hayırlısıdır. Âl-i İmrân, 54

Asrımızın en büyük problemlerinden birisi, büyük hayallerle ve ümitlerle yapılan evliliklerin huzur getirmemesidir. Aile danışmanlığı, evlilik okulu gibi kurumların yaygınlaşması ve aile içi iletişim seminerlerinin çoğalması, bu sosyal yaranın büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Artık neredeyse boşananların sayısı evlenenlerin sayısını aşmaya başladı. “Benimle görüşen ekseri dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. ‘Eyvah!’ dedim. İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış”1 diyen Bediüzzaman Hazretleri, bunun sebeplerini arar ve bir-iki komitenin bu kurumu bozmak için perde altında çalıştığını hisseder. Toplumun bütün dertleriyle dertlenen asrın imamı, bu en önemli kurumu ayakta tutmak ve cennete çevirmek için eserlerinde mühim tespitler yapar ve tiryak gibi ilaçları herkesin istifadesine sunar. Fıtrat, fıtri olmayanı reddeder. Binaenaleyh, fıtratıyla savaşanlar yorulurlar ve huzursuz olurlar. Bediüzzaman Hazretleri de her meseleye fıtrat eksenli yaklaşmıştır. Evlilik ve aile saadeti konusunda, kadın ve erkeğin fıtratlarının gereği üzerinden mükemmel tahliller yaparak, onlara gerçek mutluluğu kazandırmayı hedeflemiştir. Bu çalışmada, Risale-i Nur’da evlilik ve aile saadeti ile alakalı bir tarama yaptım. Evlilikle alakalı pek çok kitapları da inceledim. Hem konu hakkındaki ayetleri ve hadis-i şerifleri tedkik ettim ve belli bir süzgeçten geçirerek bu önemli hastalığın sebeplerini ve dahi çözüm yollarını Risale-i Nurun penceresinden ortaya koymaya çalıştım. Gayret bizden, Tevfik Allah’tandır. KUR’AN AHLAKINA GÖRE EVLİLİK Kur’an-ı Kerim’de evlilikle alakalı yaklaşık 35 ayet-i kerime vardır. (Bkz. 24/32-33; 33/52-53; 60/10, Çok Eşlilik 4/3, 129; 33/50, Eşler Arasında Adalet 4/3, 129 Evlenme Adabı 2/221, 235-236; 4/20-25, 127; 5/5; 24/3; 33/37, 50-52; 60/10-11 Mehir 2/229, 236-237; 4/4, 19-21, 24-25; 5/5; 33/50; 60/10, 11 Nikâh Akdi 2/235-237 Tek Eşliliğe Teşvik 4/3, 129) Yüce kitabımız Kur’an’ın nazarı bu dünyadan ziyade ahirete yöneliktir. Rabbimiz, dünya ve dünyadaki hadiselerden onların zatı için değil, kendi maksat ve gayesi için bahseder. Her bir vesileyle kendisine yakınlaşmayı telkin eder. Bu durumda evliliğe cinsel tatmin ve şehveti teskin için değil, hem neslin devamı hem de kendine kulluk edecek hayırlı kimselerin sayısının çoğalması nokta-i nazarından bakar. “Onun delillerinden biri de kendilerine (meyledip) ülfet edesiniz diye kendi (cinsi)nizden size eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir şefkat kılmasıdır. Şübhesiz ki bunda, düşünecek olan bir kavim için nice deliller vardır.” (Rum, 21) “Yine onlar ki: ‘Rabbimiz! Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden göz aydınlığı olacak (sâlih) kimseler ihsan eyle ve bizi takva sahiplerine imam (her hususta kendisine tâbi’ olunan rehber) kıl!’ derler.” (Furkan, 74) Kur’an’ın bu gibi ayetlerini tefsir eden Bediüzzaman Hazretleri, evlilikteki cinsel lezzetin neslin devamını sağlamak için verilmiş, peşin –az- bir ücret olduğunu ve asıl hikmetin tenasül; yani üreyip çoğalma olduğunu 25. Sözde şöyle ifade eder: “Evet, eğer izdivaçtaki (evlilikteki) hikmet, yalnız kaza-i şehvet olsa, taaddüd bilakis olmalı. Hâlbuki hatta bütün hayvanatın şehadetiyle ve izdivaç eden nebatatın tasdikiyle sabittir ki, izdivacın hikmeti ve gayesi tenasüldür. Kaza-i şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir.”2 Tevbe Suresi 109. ayette de evliliğin nasıl bir temel üzerine oturtulması gerektiğine dair güzel ipuçları vardır. “O hâlde binasını, Allah’tan sakınma (takva üzere olma) korkusu ve bir rıdvân (O’nun rızası) üzerine kuran (mümin bir) kimse mi hayırlıdır; yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla beraber Cehennem ateşine yuvarlanan (münafık bir) kimse mi? Hâlbuki Allah, zalimler topluluğunu (küfürleri sebebiyle) hidayete erdirmez!” Bir binanın sağlam kayalar üzerine kurulması mı daha iyidir, yoksa uçurumun kenarına mı? Elbette sağlam kayalar üzerine kurulması daha evladır. Kur’an’ın bu ifadesine göre, dünyevi ve nefsi yapılan evlilikler hüsrandan başka bir şey artırmayacaktır. Dünyada her şey geçici olduğu için sadece güzellik, zenginlik ve asillik üzerine bina edilen evlilikler de yıkılmaya mahkûmdur. Batı Medeniyetinin Tesirinde Ve Nefsi Yapılan Evlilikler Neden Mutluluk Getirmez? Hakikat çekirdeklerinde Üstad Hazretlerinin güzel bir vecizesi var: “Tarik-i ğayr-ı meşru’ ile bir maksadı takib eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür.”3 Evet, nefsi yapılan evliliklerde meşru bir yol takip edilmemektedir. Flört döneminde her iki taraf birbirlerinin zayıf yönlerini gizleyerek çok riyakâr davranırlar. Gerçek suretlerini asla göstermezler. Evlenip de bir araya geldikten bir müddet sonra, ülfet ve ünsiyet devreye girer. Sevgi grafiği hızla aşağı inmeye başlar. Çiftler birbirlerinin gerçek yüzleriyle karşı karşıya kalırlar ve bilhassa kadın çok yıpranır. Allah’ın razı olmadığı bir şekilde, açık saçıklık ile kendini beğendirip, münasip bir koca bulmaya çalışan bir kadın, aradığını bulamaz. Bulsa da başına bela bulur. İnsanın mahiyetindeki nihayetsiz sevme kabiliyeti, nihayetsiz sevgiye layık olan bir zata ve onun razı olduklarına tevcih etmek için verilmiştir. Gayr-ı meşru olarak fani ve muvakkat mahbuplara sarf etmenin neticesi, merhametsiz azab çekmektir. Bu hususla alakalı Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Gayr-i meşrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir, kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfat ve esmasına sarf edilecek muhabbet ve marifet istidadını ve şükür ve ibâdât cihazâtını nefsinize ve dünyaya gayr-i meşru bir surette sarf ettiğinizden, bi’l-istihkak cezasını çekiyorsunuz.”4 Yirmi dördüncü sözün beşinci dalında da: “Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allaha ısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazi aşklarda yüzde doksan dokuzu maşukundan şikâyet eder. Çünkü Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile, sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskâl eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.”5 ifadesiyle meseleye açıklık getirir. Yine bu hakikati teyiden, Bediüzzaman Hazretleri başka bir yerde şöyle söyler: “Yoksa kısacık bir iki saat sûrî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip, o dünya cennetini cehenneme çevirir.”6 AİLE KURMAK Aile Kurmak Fıtri Bir İhtiyaçtır Bediüzzaman Hazretleri bu ihtiyacı İşârât’ül İ’caz’da şöyle izah eder: “Aile kurmak, mutluluğun esaslarındandır. Çünkü insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine karşı bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki; her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezzetlerde birbirine ortak; gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine yardımcı olsunlar. Mesken ve me’kelden (yemek) sonra insanın en ziyade muhtaç olduğu, eşidir. Evet, insan bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki; tarafeyn (iki taraf) aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri muavenet (yardımlaşma) suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.”7 Başka bir yerde Hazret-i Üstad mevzuya değişik bir bakış açısıyla şöyle yaklaşır: “Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun ister ki; birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en latifi, en şefiki, “kısm-ı sani” ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhi imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbi ünsiyet ve ülfeti itmam eden, suri ve zahiri olan arkadaşlığı samimileştiren, kadının iffetiyle, ahlak-ı seyyieden temiz ve pak bulunması ve çirkin arızalardan hali olmasıdır.”8 Evlenen Kişiler Nelere Dikkat Etmelidir? Sevgili Peygamberimiz bir Hadis-i Şeriflerinde buyurmuşlar ki: “Kadın dört şey için nikâhlanır. Malı için, soyu için, güzelliği için ve dindarlığı için. Sen dindar olana bak. (Değilse) kaybedersin.”9 Yine bu Hadis-i Şerifi açıklayan başka bir hadislerinde: “Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevk eder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyana sevk eder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir cariye, diğerlerinden üstündür”10 buyurmuşlardır. Evet, insan evliliği neyin üzerine bina ederse o sebep ortadan kalktığında aile hayatının saa-deti biter. Güzellik, zenginlik ve neseb gibi şeyler fanidir, elden çıkar gider. Ama dindarlık kalıcıdır ve kişi yaşlandıkça dindarlığı ve Allah’a bağlılığı artar. Allah rızası üzerine, takva üzerine kurulan evlilikler hem dünyada hem de ahirette daimi ebedi bir birlikteliği netice verir. Zaman geçtikçe aile hayatının en güzel saadeti olan, eşlerin birbirlerine olan sevgileri, merhametleri ve hürmetleri ziyadeleşir. Bu hakikati İmam Bediüzzaman şöyle izah eder: “Aklı başında olan bir adam, refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fâni ve zâhirî hüsn-ü cemâline bina etmez. Belki, kadınların hüsn-ü cemâlinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü siretine (huy ve ahlak güzelliğine) sevgisini bina etmeli. Ta ki; o biçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünkü onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat (hayat arkadaşı) olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhametle birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakatten sonra ebedî bir mufarakate (ayrılığa) maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.”11 EVLİLİK HAYATI Evlilik Hayatının Lezzeti mi Çok Meşakkati mi? Evlenmek insanlara çok cazip görünür. Fakat evlilikle birlikte eşlerin hayat yükü daha da artar. Eğer evlilik bir ideal uğruna yapılmazsa; çekilen meşakkatler, alınan muvakkat keyif ve lezzetleri hiçe indirecektir. Bediüzzaman Hazretleri, gençlik darbesini yiyen genç bir kıza bu durumu şöyle izah eder: “Evlilik vazifesinin karşılığında ücret olarak alınan geçici keyf ve lezzet, başlangıçta erkek için bir derece kâfi gelse de biçare kadın, bu evlilikte 9 ay ağır bir veled yükünü çekmeye ve bir iki sene evladının meşakkatine ve beslemesine giriftar olur. Hem açık saçıklık sebebiyle kocası tarafından sadakatsizlikle suçlanmak ihtimali vardır. Hem kocasının gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimi sıkıntılara ve vicdani azaplara duçar olacaktır. Evliliğin semeresi olan evlatlar da Kur’an terbiyesi almadıklarından bu dünyada sürekli ebeveynlerini incitecekler ve ahirette de niçin imanımı kurtarmadınız, Rabbimi, Halikımı tanıttırmadınız diye şefaatçi yerine şikâyetçi olacaklar. İzdivaçta aldığı geçici keyif ve lezzet, bu acıları karşılamayacak ve aile hayatı cehenneme dönecektir.”12 Evlilik Hayatındaki Meşakkatler Nasıl Hiçe İner Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Hem peder, hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil, yalnız veledin dünyada, kemal-i hürmet ve itaatle şefkatlerine ve hizmetlerine bedel, halis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra, salâhatiyle ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i amaline hasenat yazdırmak ve on beş seneden evvel masumen ölmüşse onlara kıyamette şefaatçi olmak ve Cennette, onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır. Şimdi ise, terbiye-i İslamiye yerine mim’siz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan, belki yirmiden, belki kırktan bir çocuk ancak peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendâneyi gösterir. Mütebakisi, endişelerle, şefkatlerini daima rencide ederek, o hakikî ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir. Ve ahirette de davacı olur: Neden beni imanla terbiye ettirmediniz? Şefaat yerinde, şekvâcı olur.”13 Evet, hem baba hem anne evlilik vazifesinde çok meşakkat çekerler ve çok hizmet görürler. Peder ve validenin şefkatlerine ve fedakârlıklarına bedel, Allah’ı ve ahireti bilen, hayırlı evlatlar olursa o izdivacın meşakkatleri göze görünmez. O yorgunluklar tatlı bir lezzete dönüşür. Çünkü o veledler dünyada anne babalarına tam hürmet ederler, ebeveynleri yaşlandıklarında onlar, çocukken kendilerine nasıl şefkat etmişlerse öylece muamele ederler. Anne-babaları ahirete gittiklerinde hayır hasenatlarıyla onların amel defterine sevap yazdırırlar. Buluğ çağından önce vefat ederlerse, kıyamette anne babalarına şefaatçi olurlar ve cennette kucaklarında sevimli birer çocuk olurlar. O evlatlar dünya ve ahiret saadetine vesile olurlar. AİLE SAADETİ Eşlerin Birbirine Karşı Tutum ve Davranışları Nasıl Olmalıdır? Erkek, hanımına şu nazarla bakmalı: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refîka-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var; gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için, her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım” demeli, o ihtiyâre karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele etmelidir.”14 “Hem, hayat arkadaşını, rahmet-i İlâhiyenin munis, latif bir hediyesi olduğu cihetiyle sevmeli, çabuk bozulan fiziki güzelliğine muhabbetini bağlamamalıdır. Belki kadının en cazibedâr, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezâket içindeki hüsn-ü sîretine ve en kıymettar ve en şirin cemâli olan, ulvî, ciddi, samimi, nurânî şefkatine sevgi beslemelidir. Çünkü cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, ahir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir ve o zaife, latife mahlûkun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhafaza edilir.”15 Kocasının bu tutumuna karşı, kadının nasıl mukabele etmesi gerektiğini de Bediüzzaman Hazretleri şu ifadelerle beyan eder: “Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır. Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayattır; elbette, ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehâsinine celb etmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mümin olan kocası, sırr-ı imana binaen, onunla alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvani ve güzellik vaktine mahsus, muvakkat bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi, mukteza-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.”16 Yine Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle mealen: “Koca, hanımını ebedi hayatta kaybetmemek için, onun dindarlığına bakıp taklit etmelidir. Kadın da kocasının diyanetine bakıp, ebedi arkadaşımı kaybetmeyeyim diye takvaya girmelidir. Yazıklar olsun o erkeğe ki, saliha kadınını ebedi kaybettirecek olan sefahate girer. Ne talihsizdir o kadın ki, salih kocasını taklit etmez, o mübarek ebedi arkadaşını kaybeder. Binler yazıklar olsun o iki bedbaht karı-kocaya ki, birbirinin günahlarını taklit ediyorlar, birbirinin ateşe atılmasına yardım ediyorlar.”17 Aile Saadetini Tehdit Eden Unsurlar Günümüz bazı kadınlarının; “kocalarımız bizi beğenmiyorlar, ne yapsak yaranamıyoruz” diye serzenişte bulunduklarını işitiyoruz. Bediüzzaman Hazretleri, “Aile hayatını zehirleyen en etkili sebebin tesettürsüzlük ve açık saçıklık olduğunu söyler. Açık saçıklık, karı koca arasındaki samimi hürmet ve muhabbeti kırar. Çünkü açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzelini görmediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor, on dokuzu hanımından daha güzelini görüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile zayıflar ve yok olur. Aile içinde de tesettüre riayet edilmelidir. Yoksa gayet çirkin ve gayet alçakça bir hissi uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki: insan kız kardeşi gibi mahremlerine karşı fıtri olarak şehevani hissi taşıyamıyor. Çünkü simaları akrabalık cihetindeki masum sevgiyi ve şefkati tahrik eder ve nefsani meyli kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süfli nefislerde gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Açık bacakların mahremiyeti haber verecek bir alamet-i farikası olmadığından, hayvani bir hevesi, bir kısım süfli mahremlerde uyandırabilir.”18 Bunun ne derece doğru olduğu, yetiştirme yurtlarından ve hapishanelerden alınan bilgilerden anlaşılıyor. Yine Üstad Hazretleri Lemaat isimli eserinde: “Mimsiz medeniyetin teşvik ettiği tesettürsüzlük ve açık saçıklığın, beşeri ruhen hırçınlaştırıp tatminsizliğe sevk ettiğini, kadınların yuvalarından çıkmasıyla erkekleri de baştan çıkardığını veciz bir şekilde ifade eder.”19 Aile saadetini tehdit eden unsurlardan biri de: “Terbiye-i İslamiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, birbirine seciyeten veya diyaneten liyakat bulunmamasıdır. Ve bilhassa terbiye-i İslamiye haricinde, Müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, cehennem azabını çektiriyor.”20 “Cesaret, sehavet, erkekte gayret, hamiyet ve muavenete sebeptir. Kadında, nüşuza, vakahate, zevc hakkına tecavüze sebep olabilir” (Sünühat) diyen Bediüzzaman Hazretleri, erkekler için güzel birer haslet olan cesaret ve cömertliğin, kadınlar için, aile saadetine zarar vermesinden dolayı ahlak-ı seyyie olduğunu söyler. “Çünkü kadının aile hayatında müdir-i dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve her şeyine muhafaza memuru olduğundan en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar.”21 Aile Saadetini Besleyen Unsurlar Aile saadetini besleyen en büyük müessir, eşlerin dindarlık dereceleridir. Karı koca bu noktada ne kadar ileri ve birbirlerine diyanet noktasında ne derece yakın olurlarsa, Allah rızasının hâkim olduğu bu aile iki cihan saadetini elde edebilir. “Çünkü müttaki (dinde takva sahibi) bir insan, bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için nikâhladığından ve sevgisini huy güzelliğine ve şefkatine ve hediye-i rahmet olduğuna bina ettiğinden, o biçare zaifeyi daim tahakküm altında tutmaz, yalnız dünyevi, muvakkat gençliğinde sevmez. Ona verdiği rahatın bazı on misli onu zahmetlere sokmaz.”22 Aile hayatının hayatı ve saadeti, hakiki hürmet ve samimi merhamet ile olur, diyen Üstad Hazretleri, bunun nasıl gerçekleşeceğini de şöyle anlatır: “Nev’-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce’, bir tahassüngâh ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedi bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. Meselâ der: ‘Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım’ diyerek, o ihtiyare karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir.”23 Sekizinci meselenin hülasasında ise şöyle ifade edilir: “Karısını Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz’î garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakate ve samimi ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri, o nisbette, derecesine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teâli eder.”24 Bir Kadın Gerçek Mutluluğu Nasıl Elde Eder? “Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de, bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur.”25 Ve “Kadınlar, terbiye-i İslamiye dairesinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar”26 diyen Bediüzzaman Hazretleri, bunun gerekçelerini de şöyle izah eder: “Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de, o masum hanımlar dahi, sefahatte hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için, fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle namahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü erkek sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahate girse, ancak sekiz lira kadar bir şey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahatteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hamisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için, sefahatte erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker. Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki, mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.”27 Fena Birisi İle Evlenen Dindar Bir Kadın Nasıl Davranmalıdır? Boşanmanın, Haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmadığını dile getiren Üstad Hazretleri, taife-i nisaya: “Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki, kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına, kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her cihetle zarar eder. Çünkü hakikî sadakati bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü namahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekinir. Namahrem yirmi erkeğin on sekizinin nazarından istiskal eder. Erkek ise, namahrem yüz kadından, ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sıkılır. Kadın o cihette azap çektiği gibi, sadakatsizlik ithamı altına girer, zafiyetiyle beraber; hukukunu muhafaza edemez.”28 “Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur”29 tavsiyelerinde bulunur. Bir Kadını Evliliğe Teşvik Eden Unsurlar Bediüzzaman Hazretleri kadınları izdivaca sevk eden temel üç sebep üzerinde durur ve onları da şöyle sıralar: “Birisi: Tenasülün devamı için, hikmet-i İlâhiyece o fıtrî hizmete bir ücret olarak bir fıtrî meyil ve şevk vermiş. Hâlbuki o zevk, on dakikada bir lezzet verse de, eğer meşru ise, erkek bir saat meşakkat çekebilir. Fakat kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardımla meşakkat çeker. Demek, o on dakikalık fıtrî meyil, bu uzun meşakkatlere sevk ettiği için, ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca tahrik etmemeli. İkincisi: Fıtraten kadın, zaafı için maişet noktasında bir yardımcıya muhtaçtır. O ihtiyaç için şimdiki terbiye-i İslâmiyeden ders almayan, serseriliğe, tahakküme alışanlardan o küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârane kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesinin medarı olan ubudiyetini ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışmasıyla kazanmak, on defa daha kolaydır. Rezzak-ı Hakikî çocukların rızkını sütle verdiği gibi, onların da rızkını o Hâlık-ı Rahîm veriyor. O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek, elbette Nur Talebesinin kârı değil. Üçüncüsü: Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelânı var. Ve bir evlâdının dünyada ona hizmeti ve ahirette de şefaati ve validesi öldükten sonra ona hasenatıyla yardımı, o meyl-i fıtrîyi kuvvetlendirip evlendirmeye sevk etmiş. Hâlbuki şimdi terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye ile on taneden bir iki hakikî evlât, kendi validesinin şefkatine mukabil fedakârâne hizmet ve dindârâne dualarıyla ve hasenatlarıyla validesinin defter-i a’mâline haseneler yazdırmak ve ahirette salih ise validesinin şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o hâleti göstermediğinden, bu fıtrî meyil ve nefsani şevkle o biçare zaifeler böyle ağır bir hayata kat’î mecbur olmadan girmemek gerektir. İşte bu işaret ettiğimiz hakikate binaen, bekâr kalmak isteyen Nur Şakirtlerinden olan kızlara derim ki: Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan, kendilerini açık saçıklıkla satmasınlar. Eğer bulunmadı; Nurun bir kısım fedakâr şakirtleri gibi mücerret kalıp ta ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiyeyi almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i dünyevî için bozulmasın. Ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın.”30 Bazı Dindar Zatların Hanımları Yüzünden Sıkıntı Çekmelerinin Hikmeti Bediüzzaman Hazretleri, beşer zulüm eder kader adalet eder hükmünce, o dindar zatların, diyanetteki denkliği esas almadan, nazarları dünyaya müteveccih, bir derece serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yediklerini şöyle ifade eder: “O mütedeyyin zatlar, diyanetlerin muktezası böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti.”31 Maişet Noktasında Bir Kadının Örnek Davranışı Günümüzde ekonomik sebeplerle boşanmaların arttığını gözlemlemekteyiz. Dünyevi bir gaye için yapılan evliliklerde menfaat ön plandadır. Bu gerçeği resmeden güzel bir fıkra anlatılır: “Adamın biri eve her akşam elleri dopdolu gelir. Hanımı da daha eşikten adımını atmadan hemen ellerindekileri alıp, güle oynaya mutfağa gidermiş. Yıllardan bir gün adam eve elleri boş gelmiş. Tabii hanımı her zamanki alışkanlıkla yine ellerine atılmış. Fakat bir şey göremeyince, şaşkınlıkla başını kaldırıp kocasının yüzüne bakmış. Bakmasıyla da bağırması bir olmuş: - Bey! Senin bir gözün kör! Karısının bu davranışı karşısında şaşıran adam, hayretle sormuş: - Be kadın, daha önce gözümün kör olduğunu bilmiyor muydun? Kadın boynunu bükerek: - Ellerine bakmaktan yüzüne bakmayı akıl edemedim ki, demiş. Oysa aile bağlarını perçinleyen dindarlığın ve takvanın esas tutulduğu evliliklerde bu gibi fani şeyler üzüntüye medar olamaz. Gönüller sultanı Mevlana Hazretleri’nin, hizmetçisine: “Bu gün evimizde yiyip içecek bir şey var mı?” diye sorup, hizmetçisinin de “Hayır hiç bir şey yok” diye cevap vermesi üzerine, sevince gark olup ellerini yüce Dergâha açarak: “Allah’ım sana şükürler olsun ki evimiz bugün Peygamber evine benziyor” diye hamd etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de, Emirdağ Lahikasında gayet latif bir hadiseyi şöyle nakleder: “Eskiden bir zat, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası (geçim sıkıntısı) yüzünden haremi, demiş zevcine: ‘İhtiyacımız şedittir.’ Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: ‘İşte Cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir.’ Birden o mübarek hanım demiş ki: ‘Gerçi çok muhtacız ve ahirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fani bir surette bu zayi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lazım değil.’ Birden yerine gitti, Keşifle gördüler diye rivayet edilmiş.” TESETTÜR VE AİLE HAYATI Tesettür ile aile saadeti arasında doğru orantı vardır diyebiliriz. Bediüzzaman Hazretleri, açık saçıklığın, eşlerin birbirlerine olan samimi hürmet ve muhabbeti, ciddi manada zedelediğini ifade eder. Delil olarak da şunları ortaya koyar: “Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir.”32 Kur’an niçin kadınların örtünmelerini emreder? Batı medeniyeti, tesettürü bir esaret olarak görüyor, kadınlar için fıtri görmüyor ve Kur’an’ın örtünme emrine muhalefet ediyor. Oysaki tam aksine, kadınların fıtratları tesettürü lüzumlu kılıyor. Açık saçıklık, bir kadınının mutluluğunun temeline atılan dinamit gibidir. Kadınlar farkında olmadan kendi geleceklerini ve aile saadetlerini, büyük bir tehlikeye atarlar. Bediüzzaman Hazretleri, kadınların niçin örtünmeleri gerektiğini şöyle sıralar: “Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünkü kadınlar hilkaten zaîfe ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatlarından ziyade sevdikleri yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduklarından, kendilerini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyilleri var. Hem kadınların on adedden altı-yedisi ya ihtiyardır veya çirkindir ki; ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendinden daha çok güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar, taarruza maruz kalmamak için ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hatta dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan ihtiyarlardır. Ve on adedden ancak iki-üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın. Malûmdur ki; insan sevmediği ve istiskal ettiği âdemlerin nazarlarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık-saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı namahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen (fuhşa düşüp fıtratını bozmayan) bir güzel kadın, nazik ve seriü’t-teessür olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hatta işitiyoruz; açık-saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, ‘Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar’ diye polislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref’-i tesettürü, hilaf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve manevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor. Hem kadınlarda, ecnebi erkeklere karşı fıtraten korkaklık ve tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktiza ediyor. Çünkü sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmetle çekmekle beraber, hamisiz bir veledin terbiyesiyle sekiz dokuz sene, [o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru zevkin] belasını çekmek ihtimali var Ve kesretle vaki olduğundan, cidden şiddetle namahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettür etmekle namahremin iştihasını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zaîf hilkati emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kal’ası çarşafı olduğunu gösterir. Mesmuatıma (işittiğime) göre: Merkez ve payitaht-ı hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet adi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir âdemin açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların o hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!”33 Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık-saçıklık, o emniyeti bozar ve o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü açık-saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzelini görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi âdemden ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki: İnsan, hemşiresi misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî ve şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık-saçık bırakmak, süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin sîması mahremiyetten haber verir ve namahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrısıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle bir nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-ı insaniyettir!”34 Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada düello gibi çok şiddetli vasıtalarla açık-saçıklık içinde namusu bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, evvela boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memalik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid (soğuk) ve camiddirler. Bu Asya, yani Âlem-i İslâm kıt’ası, ona nisbeten memalik-i harredir. Malûmdur ki; muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O diyar-ı memlekette, soğuk insanlarda hevesat-ı hayvaniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık-saçıklık, belki çok sû’-i istimalata ve israfa medar olmaz. Fakat seri-üt teessür ve hassas olan o memalik-i harredeki insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık-saçıklık, elbette sû’-i istimalata ve israfata ve neslin za’fiyetine ve sukut-ı kuvvete sebebdir. Bir ayda veya yirmi günde bir ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlub ise fuhşiyata da meyleder. Şehirliler; köylülere ve bedevilere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde ve bedevilerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden masume işçi ve bir derece kaba kadının kısmen açık olmaları, hevesat-ı nefsaniyeyi tehyice medar olamadığı gibi; serseri ve işsiz âdemler az bulunduğundan, şehirdeki mefasidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez.”35 Kaynaklar: 1- Hanımlar Rehberi, 62- Zülfikar Mecmuası, 423- Mektubat-2, 4604- Sözler Mecmuası, 3035- Sözler Mecmuası, 1486- Şua’lar 1, 1837- İşaratü’l-İ’caz Mecmuası, 2008- İşaratü’l-İ’caz Mecmuası, 1979- Buhari, IX. 110. (el-Fethu’r-Rabbânî’den)10- İbn Mâce, Sünen, I. 57211- Lem’alar Mecmuası, 20312- Kastamonu Lahikası, 16613- Kastamonu Lahikası, 52614- Şualar Mecmuası 1, 18315- Sözler Mecmuası, 30816- Lem’alar Mecmuası, 20717- Lem’alar Mecmuası, 20718- Lem’alar Mecmuası, 20819- Sözler Mecmuası, 35120- Kastamonu Lahikası, 52621- Lem’alar Mecmuası, 20822- Hanımlar Rehberi, 1623- Şualar Mecmuası 1, 18224- Şualar Mecmuası 1, 21725- Hanımlar Rehberi, 826- Hanımlar Rehberi, 1227- Hanımlar Rehberi, 1228- Hanımlar Rehberi, 1029- Hanımlar Rehberi, 1230- Hanımlar Rehberi, 1931- Kastamonu Lahikası, 17532- Lem’alar Mecmuası, 20833- Lem’alar Mecmuası, 20634- Lem’alar Mecmuası, 20735- Lem’alar Mecmuası, 209

Takvimler 7 Ekim 2017’yi gösterdiğinde haber sitelerine, ajanslara, Cumhurbaşkanı’nın davetlisi olarak Ankara’ya gelen Venezuella Devlet Başkanı Maduro’nun Ankara Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada kullandığı ifadeler düştü. Maduro konuşmasında “Türkiye’ ye inanıyoruz. Yeni bir gücün doğduğunu biliyoruz. Dünya birkaç ülkeden çok daha büyük! Biz çok merkezli ve çok kutuplu bir dünyanın kurulacağından eminiz. Dünya iş birliğine, barışa ve eşitliğe dayanan bir denge üzerinde yeni güç odaklarının ve kutuplarının doğacağını, böylece dünyanın yeni bir dengeye kavuşacağını düşünüyorum. O yüzden Türkiye’ ye geldik, çünkü Türkiye’ye inanıyoruz. Tarihine ve kültürüne inanıyoruz…” ifadelerini kullandı. Maduro’nun bu ifadelerini, artık uzaktan da görünen bir hakikatin yakından ifade edilmesi olarak değerlendirmek mümkündür. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’ nın yıkılması, daha sonra 25 Aralık 1991’de Gorbaçov’un istifasının ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Dünya yeni bir döneme girdi. Bu yeni dönemin başlangıcı aynı zamanda bir başka dönemin, çift kutuplu Soğuk Savaş döneminin sonu oldu. Bu yeni dönem mütebaki tek kutup ABD’nin mevcut varlığından hareketle önce tek kutuplulukla tanımlandı. Ancak eş zamanlı olarak mevcut durumun ne kadar sürdürülebilir olabileceği, her şey yerli yerine oturduğunda tablonun nasıl olabileceği, yeni güçlerin ortaya çıkıp çıkmayacağı tartışıldı, tartışılageldi. Sovyetlerin dağılması, iki kutuplu dünyanın çökmesi, Orta Asya’da ve Balkanlar’da yeni devletlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Yeni Müslüman devletlerin… Yeni bir Güç Doğuyor… 1 Mart 1992’de Bosna Hersek’ te soykırıma uzanan bir savaş başlarken, aynı yıl 25-26 Şubat 1992’de Azerbaycan Hocalı katliamı ile karşı karşıya kalıyordu, Maduro’nun bugünlerde telaffuz ettiği “Türkiye’nin tarihine ve kültürüne güveniyoruz…” cümlesindeki “tarih ve kültür” unsurlarının yeniden kıpırdanmaya başladığı yıllar da aynı zamanda Soğuk Savaş konjonktürünün ortadan kalktığı yıllara tekabül ediyordu. 13 Şubat 1993’de İstanbul Taksim Meydanı’nda Cumhurbaşkanı Özal’ın öncülüğünde Bosna Hersek’e destek mitingi düzenleniyor. Özal mitingde “Bosna’nın Endülüs olmayacağını” haykırıyor ve devam ediyordu “Bosna Hersek’te toprağa düşen aziz şehitler! Nur içinde yatınız, rahat uyuyunuz! Geride bıraktıklarınıza 60 milyonluk Türkiye, 200 milyonluk Türk Dünyası ve 1 milyarlık İslam âlemi sonuna kadar sahip çıkacaktır. Bütün dünyayı da bu dünyayı da bu yola seferber etmeye manevi huzurunuzda söz veriyoruz… Bu meydandan yükselen ses, Türkiye’nin uluslararası platforma gönderdiği ‘Ben de varım’ mesajıdır…” … Yeni bir Güç Doğuyor… 18 Ekim 1991’de Azerbaycan’ ın bağımsızlığını ilan etmesini müteakiben 9 Kasım’da ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştur. Sonrasında Elçibey, Azerbaycan’ın dış politikasında Türkiye’nin başköşede olacağını ifade etmiş ve “iki devlet bir millet” merkezli bir anlayışın inşası başlamıştır. Yeni Bir Güç Doğuyor… Takvimler 1996 yılını gösterdiğinde Erbakan Başbakan olmuş ve basının karşısına çıkarak Başbakan olarak ilk yurt dışı gezilerini İslam ülkelerine yapacağını, İslam Birliğini kurarak İslam Birliği’nin temsilcisi olarak Avrupa ülkelerine gideceğini açıklamıştır. Hızla D-8 girişimini başlatmıştır. Yeni Bir Güç Doğuyor… Tarihler 30 Ocak 2009’u gösterdiğinde İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e Davos’ta Türkiye Başbakan’ı Erdoğan’ın “one minute” çıkışı… Yeni Bir Güç Doğuyor… 28 Mayıs 2012, saat 00.30’da Antalya Limanı’ndan ayrılarak, Akdeniz’de yol almaya başlayan bir gemi. “Mavi Marmara” Yeni Bir Güç Doğuyor… Tarih: 30 Eylül 2012 Yer: Ankara, - Hamas lideri Halit Meşal kürsüde “… bu bir başarı örneğidir ve bu başarı Arap ülkelerine de sıçramaya başladı, … bütün dünyaya İslam’ın aydınlık yüzünü gösterdiniz… dünyadaki attığınız adımları görüyoruz, insanlık sizin Filistinlilere olan desteğinizi, yardımınızı unutmayacak, Somali’deki duruşunuzu, Mynmar’daki duruşunuzu, Suriye halkına olan desteğinizi asla unutmayacaktır. Ey Türkiye’nin evlatları bugün de yarın da Mavi Marmara’daki şehitlerinizi unutmayacağız. Ey kardeşim Erdoğan! Sen artık bir Türk lideri değilsin, sen İslam aleminde de bir lidersin….” Yeni Bir Güç Doğuyor… 1990’dan günümüze devam edegelen dünyanın yeni düzeni nasıl olacak arayışına, mevcut yapının sürdürülebilir olup olamayacağına ilişkin tereddütlere, tartışmalara, mevcut yapının çözüm üretemeyen anlayışına yüksek sesle yapılan bir çıkış… Tarih: 24 Eylül 2014 Yer: Birleşmiş Milletlerin 69. Genel Kurulu - Cumhurbaşkanı Erdoğan kürsüde… Bütün Dünya liderleri salonda ve bütün dünya liderlerinin yüzünde yankılanan bir ifade: “Dünya Beşten Büyüktür!” Yeni Bir Güç Doğuyor… Tarih: 18 Ağustos 2016 – Yer: Ankara, - Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam dünyasının dünyada yeni bir güç olması için bir kez daha çağrısı… “Dünya 5’ten büyüktür’ şekliyle her platformda dile getirdik. Bu 5 ülkenin iki dudağının arasında 190 ülkeyi mahkûm edemeyiz. Dünyada 1,7 milyar Müslüman var; bu 5 ülkenin içinde bunlar yok. Bu dünya adil olamaz. 1,7 milyar Müslüman’ı temsil eden ülkelerin yöneticileri bu işi zorlamak zorundadır…” Yeni Bir Güç Doğuyor… Tarih: 24 Aralık 2016 Yer: İstanbul Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Tür- kiye Küresel Bir Güçtür” Yeni Bir Güç Doğuyor… … ve nihayet 7 Ekim 2017 Maduro’nun uzaklardan gördüğü hakikati, uzaklardan gelerek, yakından ifade etmesi. Yeniden teşekkül eden dünyada, Türkiye’nin yeni bir güç olarak yerini alma süreci devam etmektedir. 1000 yılı aşkın zaman bir diliminde Türkiye’nin kaderi İslam Dünyasına, İslam Dünyasının kaderi de Türkiye’ye bağlı olarak eş zamanlı şekillenmiş ve şekillenmektedir. Türkiye’nin bölgesel veya küresel bir güç olmasının sadece Türkiye ile sınırlı olmadığı, aynı zamanda İslam Dünyasının bir güç olması anlamına da geldiğini tarih bize göstermektedir. 25 Aralık 1055’de Tuğrul Bey’in hilafeti himayesi altına almak üzere Bağdat’a girmesi, bir fetih değil, İslam dünyasının himayesi anlamına gelmiştir. Bir fetih değil, iki gücün mütemmim olması, mezc olması anlamına gelmiştir. Yeni bir güç olarak Selçukluların doğması, İslam Dünyasını da dünyada bir başka güç ve yeniden bir merkez haline getirmiştir. Kısa süre içerisinde Sultan Alparslan ve devamında Sultan Melikşah ve Vezir Nizamülmülk döneminde devletin toprakları 10 milyon kilometrekareye ulaşmış ve devlet her alanda en parlak yıllarını yaşamıştır. Selçuklulardan sonra en parlak dönemlerinde 24 milyon kilometrekare genişliğe kadar ulaşan Osmanlı İmparatorluğu’nun da yeni bir güç olarak doğması, aynı zaman da İslam Dünyasının da bir güç olması anlamına gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğundan sonra Maduro’nun bahsettiği “tarih ve kültürün” mirasçısı olarak Türkiye, İslam dünyası içerisinde bir güç olarak yeniden adım adım tarih sahnesinde yerini almaya başlamıştır. Türkiye’nin yeni bir güç olarak doğması, İslam dünyasının da yeniden yeni bir güç, yeni bir odak, yeni bir kutup olması anlamına gelecektir ve gelmektedir. Dünya ‘beşten büyüktür’. İslam Dünyası ‘beşten büyüktür’. İslam dünyasını yeniden bir güce dönüştüren Türkiye ‘beşten büyüktür’. Venezüella’nın doğusundan Tür- kiye’ye kadar olan coğrafyadaki tüm devletler bilmektedirler ki Venezüella’nın batısından Türkiye’ye kadar olan coğrafyadaki tüm devletler bilmektedirler ki Yeni bir Güç Doğuyor…

Aile toplumun en temel unsurudur. Aile kaybolduğu gün, toplum da yoktur. Toplumun temelini oluşturan temel unsurun aile olduğu Hucurat Suresinde şöyle beyan edilmiştir. “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık. Doğrusu Allah katında sizin en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır. Muhakkak ki Allah, Alîm’dir (her şeyi hakkıyla bilendir), Habîr’dir (her şeyden haberdar olandır).” İlk insan ve sonrasında bir eş Havva validemiz ve insanlığın serüveni başlıyor. Çıkış noktası da, var olan problemlerin çözüm noktası da aile de başlıyor ve bitiyor. Yine Rum Suresi 21. ayette Rabbimiz mevzuu şöyle beyan etmiştir. “O’nun delillerinden biri de, kendilerine (meyledip) ülfet edesiniz diye kendi (cinsi)nizden size eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir şefkat kılmasıdır. Şübhesiz ki bunda, düşünecek olan bir kavim için nice deliller vardır.” Dilerseniz bu ayetin tefsiri sadedinde Bediüzzaman Hazretlerine kulak verelim. “Refîka-i hayâtını (hayat arkadaşını), rahmet-i İlâhiyenin (Allah’ın rahmetinin) mûnis (cana yakın), latîf (şirin) bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-i sûretine (dış güzelliğine) muhabbetini bağlama! Belki kadının en câzibedâr (çekici), en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsn-i sîretidir (ahlâkının güzelliğidir). Ve en kıymetdâr ve en şirin cemâli (güzelliği) ise; ulvî (yüce), ciddî, samîmî, nûrânî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat (şefkat güzelliği) ve hüsn-i sîret, âhir hayâta (hayâtın sonuna) kadar devâm eder, ziyâdeleşir. Ve o zaîfe ve latîfe mahlûkun (zayıf ve latif yaratılışlı kadının) hukūk-ı hürmeti (hürmet hakkı), o muhabbetle muhâfaza edilir. Yoksa hüsn-i sûretin zevâliyle (geçmesiyle), en muhtaç olduğu bir zamanda bîçâre hakkını kaybeder.” (Sözler, 32. Söz, 302) Eğer modern dünyanın bizi yönlendirmeye çalıştığı yanlışlara ve zararlara meyledersek aile dağılır, toplum dağılır; sonu hüsran ile biter. Fener Patriği V. Gregorius’un, Rus Çarı II. Alexander’a yazdığı bir mektupta bize ait değerlerden ve Türkleri yenmenin ancak bu değerleri zayıflatmak veya ortadan kaldırmakla mümkün olduğundan bahsediyordu. Ayetler sarih.. Vaziyetimiz ortada.. Düşmanların niyetleri belli.. O zaman bizler de üzerimize düşeni yapacağız, ailemize, yuvamıza sahip çıkacağız. Nasıl mı? Buyurun dergiye!..

Menfaati esas tutan bir siyâset, efkârın yani düşünce âleminde bir şeytandır; bu tür siyasetten her dâim Allah’a (cc) sığınmalı yani istiâze edilmelidir. Avrupa felsefesinin etkili olduğu modern siyaset anlayışı yani siyâset-i medenî, ekserin yani çoğunluğun rahatına fedâ eder azınlığın yani ekallin rahatını. Bu siyasette belki, azınlık olan zalimler yani ekall-i zâlim kendine, rahatına, hayatına, gayelerine, menfaatlerine kurban eder, halkın büyük çoğunluğunun yani ekserîn-i avâmın rahatını, hayatını, gayelerini. Kur’ân’ın insanlık dünyasına verdiği adalet yani Adâlet-i Kur’ânî ise tek bir masumun hayatını, kanını heder göremez, boş yere harcayamaz, onu fedâ edemez, değil çoğunluğa, ekseriyete, hatta insanların tamamına nev‘in umumunu feda edemez. Âyet-i مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz‘ ediyor nazara. Birincisi: Mahz-ı adâlettir. Yani bir masumun hayatını, kanını ve hukukunu, bütün halk hatta tüm insanlar için dahi olsa feda etmeyen adalettir. Bir kişinin hukukunu toplumun selameti için de olsa feda etmeyen ve herkese hakkını tam ve eksiksiz veren adâlettir. Bu adalet-i mahzâ olan düstûr-u azîmi yani büyük düsturu ki ferd ile cemâati, şahıs ile nev‘-i beşeri, kudret nasıl bir görür. Yani ferd ile cemaat, şahıs ile toplum bir olan Allah’ın (cc) kulu, eseri ve sanatı olmak yönünden birdirler. Eşittirler. Birbirine üstünlükleri yoktur. Aynı zata aittirler. Küçük büyük fark etmez. Aynı İlâhî kudret tarafından yaratılmışlardır. Kudretin nazarında hepsi birdir. Bu yönüyle ilahî adalet yani Adâlet-i İlâhî ferd ile cemaate, şahıs ile topluma yani ikisine bir bakar. Bu ise Cenabı Hakk’ın süregelen bir âdetidir. Kanunudur. Yani bir sünnet-i dâimîsidir. Bir ferd, açık veya gizli, tercih ve rızası olmak şartıyla hamiyet namına hakkını milletinin, vatanının ve bayrağının selâmeti için feda edebilir. Bu şehadettir. Kahramanlıktır. Yani şahs-ı vâhid kendi rızasıyla kendi hakkını kendi fedâ ediyor. Lâkin başkası tarafından bir ferdin hayatı ve hukuku fedâ edilmez, kimseye hatta umum insanlar için de olsa. Kur’an’a göre onun yani bir şahsın hakkını vermemek ibtâl-i hakkı, hem canına kastetmek, irâka-i demi, hem masumiyetini, onurunu, şerefini mahvetmek yani zevâl-i ismeti tüm insanların hakkını iptal, hayatını mahv ve masumiyetini ortadan kaldırmak demektir ki buna eşit ve denktir. Bir ferde yapılan bu haksızlıklar tüm insanlığa yapılmıştır. Yani ibtâl-i hakk-ı nev‘in, hem ismet-i beşerin mislidir, hem nazîri. İkinci sırrı budur: Yalnız kendisini düşünen bir insan yani hodgâmî bir âdemî, hırs ve heves yolunda bir masûmu öldürse, eğer elinden gelse, doymak bilmez ve tok olmaz hırs ve hevesine mâni‘ ise harâb eder dünyayı, imhâ eder tüm insanları, benî-âdemi. İnsanın hırs ve hevesinde öyle bir kabiliyet var ki bu iki duygu dünya veya tüm insanlığı engel olarak görse onları imha etmek ister. Yani insanda, insanlığa zarar verecek, onu imha edecek bir kabiliyet vardır. Eğer önü alınmaz, terbiye edilmez ve kanunlarla sınırlandırılmaz ise bu duygular cihanı ateşe verebilir.

Ankara Aslanhane Camii Selçukluların son devrinde, Ankara’da kurulmuş olan Ahiler Devrine ait olan cami; 1289-1290 yılları arasında, Ahi Şerafeddin tarafından yaptırılmıştır. Minberindeki bir kitabeye göre mimarı Ebubekir Mehmed’dir. Anadolu Selçuklu mimarisinin ahşap sütunlu ve ahşap tavanlı örneklerinden biridir. Ankara’daki Roma dönemi yapılarından toplanan taşlarla yapılmıştır. Eğimli bir arazi üzerinde yapılan caminin türbe duvarına gömülü bir antik aslan heykelinden dolayı, “Aslanhane Camii” ismi verilmiştir. Mihrabı kendi türünün en güzel örneğidir. Minberi ceviz ağacından yapılmış olup üstün sanat değeri taşır. Son yıllarda yapılan kapsamlı bir restorasyonla bugünkü halini almıştır. “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekîldir!” Müşrik ordusu Uhud’dan ayrılırken Ebu Süfyân: “Ya Muhammed! Gelecek sene Bedir’de tekrar karşılaşalım!” demişti. Bu meydan okumaya karşı “İnşâallah!” diye cevab veren Peygamber Efendimiz (asm), ertesi yıl bir kısım sahâbelerle birlikte (radıyallâhü anhüm ecmaîn) Bedir’e geldi. Onları bir hafta kadar burada bekledi ise de, bir mikdar askerle yola çıkmış olan Ebû Süfyân harb etmekten korkarak geri dönmüştü. Bunun üzerine sahâbe ordusu, sâlimen Medîne’ye döndüler. Bu hadiseden sonra Âl-i İmrân Suresinin 172-174. Ayetleri nazil oldu: “(Uhud’da) kendilerine yara isabet ettikten sonra Allah ve Resulünün (cihad) davetine icabet edenler var ya, işte onlardan iyilik eden ve (günahlardan) sakınanlar için pek büyük bir mükâfat vardır. Onlar ki, (bir kısım) insanlar kendilerine: ‘Şübhesiz insanlar (düşmanlarınız), gerçekten size karşı toplandılar; işte onlardan korkun!’ dediler de (bu) onların imanlarını artırdı ve: ‘Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekildir!’ dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan, Allah’tan bir nimet ve bir ihsan ile (Bedir’den) geri döndüler; böylece Allah’ın rızasına tâbi’ oldular. Allah ise, pek büyük ihsan sâhibidir.” 1 Aralık 1955 Amerika’da Rosa Parksadındaki siyahî kadın, otobüste yerini beyazadama vermediği için tutuklandı 1950’li yıllara kadar Amerika Birleşik Devletleri’nin güney eyaletlerinde siyahîlerle beyazlar otobüslere ayrı kapıdan biniyor, kendilerine ayrılmış ayrı yerlere oturuyorlardı. Rosa Parks isimli siyahî bir kadın, bir gün Montgomery’de otobüse bindi. O otobüste bir beyaz, beyazlara ayrılan yerde yer bulamayınca, siyahîlere ait bölümde oturmakta olan Rosa Parks’tan koltuğundan kalkıp kendisine yer vermesini istedi. Şoför de kalkması için uyardı ama Parks yerinden kalkmadı. Tutuklandı ve hapse girdi. Olaydan sonraki bir yıldan daha uzun bir süre boyunca siyahîler otobüslere binmediler, her yere yürüyerek gittiler. Protesto eylemleri bir yıl sonra meyvesini verdi. ABD Federal Mahkemesi, otobüslerdeki bu uygulamayı yasakladı. 5 Aralık 1921 Said Halim Paşa, bir suikast sonucu hayatını kaybetti Said Halim Paşa, 19 Şubat 1864’de Kahire’de dünyaya geldi. Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu olup babası Şûrâ-yı Devlet üyesi Mehmed Abdülhalim Paşa’dır. Ailesiyle birlikte 1870’te İstanbul’a yerleşti. Sultan II. Abdülhamid tarafından kendisine sivil paşalık rütbesi verilerek 21 Mayıs 1888’de Şûrâ-yı Devlet üyeliğine tayin edildi. 1903’te Jön Türklerle olan ilişkisinden dolayı İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Önce Mısır’a, ardından Avrupa’ya gidip Jön Türklerle doğrudan münasebet kurdu, onlara maddî ve fikrî destek verdi. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra diğer İttihatçılarla birlikte İstanbul’a döndü. 1912’de meclisin feshedilmesinden sonra kurulan Said Paşa kabinesine Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) reisi olarak girdi. Aynı yıl İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel sekreterliğine seçildi. Mahmud Şevket Paşa 11 Haziran 1913’te öldürülünce Said Halim Paşa’ya vezirlik rütbesi verilerek sadaret kaymakamlığına, ertesi gün de sadrazamlık makamına getirildi, Hariciye nâzırlığını da üzerine alıp hükümeti kurdu (17 Haziran 1913). 3 Şubat 1917’de sağlık sorunlarını bahane ederek sadaretten ayrıldı. Mondros Mütarekesi’nden sonra savaş sorumlusu olduğu iddiasıyla Dîvân-ı Âlî’ye verildi. 10 Mart 1919’da tevkif edildi ve Dîvân-ı Harb-i Örfî’de yargılandı. 28 Mayıs 1919’da İngilizler tarafından önce Mondros’a, ardından Malta’ya sürüldü. Malta’da Polverista esir kampında tutuldu. Suç işlediğine dair bir delil bulanamadığından 29 Nisan 1921’de Malta’da serbest bırakıldı. İstanbul’a dönme isteği sakıncalı görülüp reddedildi. İngiliz işgali altındaki Mısır’a da gidemediğinden Roma’da bir konak kiralayıp oraya yerleşti. 5 Aralık 1921’de konağın önünde Ermeni Arşavir Şıracıyan tarafından öldürüldü. Naaşı İstanbul’a getirildi ve 29 Ocak 1922’de Sultan II. Mahmud Türbesi bahçesinde babasının yanına defnedildi. 23 Aralık 1876 Kanun-ı Esasî ilan adildi Kanun-i Esasi’yi ilan edeceğini sözlü olarak kabul eden Veliahd Abdülhamid, 31 Ağustos 1876 günü Sultan II. Abdülhamid olarak tahta çıktı. Sultan II. Abdülhamid ve desteklerini aldığı Cevdet Paşa gibi muhafazakâr Tanzimatçılar ile Midhat Paşa ve taraftarları arasında Kânun-ı Esasi metni hakkında uzun süreli yoğun tartışmalar oldu. Kânun-ı Esasi’ye muhalefetiyle bilinen Mütercim Rüşdü Paşa’nın istifası üzerine 19 Aralık 1876’da Midhat Paşa’nın sadrazamlığa tayini meşrutiyet taraftarlarınca çok olumlu karşılandı. Kanun-ı Esasî görüşmelerinin tıkanma noktalarının en önemlisi ise, hükümetin emniyetini ihlâl eden kişileri sürgüne gönderme yetkisini yalnız Padişaha veren bir fıkranın 113. maddeye ilâvesi konusuydu. Sonunda Midhat Paşa bu hususta taviz verince Kânun-ı Esasi metni Tersane Konferansı’nın yapıldığı gün olan 23 Aralık 1876’da ilân edildi.