
İnanmak, iman etmek öncelikle niyet ve samimiyet işiydi. İnanmak isteyene kâinat kadar, evrenin içindeki atomlar sayısınca deliller ve şahitler vardı. İnanmak istemeyen insan ise kendi iradesiyle güneşe karşı gözünü kapayıp, ben görmüyorum diyerek güneşi inkâr eden kurnaz adama ne çok da benziyordu. Ve sonuçta evine yaklaşan gencin dudaklarından bu tefekkürün bir meyvesi olarak “Allah Vardır Görene! Görmek İstemiyorsa Köre Ne!” cümlesi dökülüverdi. Tıp fakültesi 2. sınıfta okuyan bir gençti. Fakülteden çıkmış eve gidiyordu. Lakin aklı anatomi dersinde sınıfta anlatılan konularda ve izletilen slaytlarda kalmıştı. Bugün sınıfta “Görme duyusu ve bir organ olarak GÖZ” işlenmişti. Hâlbuki kendisi de o derste anlatılan gözden on dokuz yıldır iki tane taşıyordu ama gözün bu kadar harika ve mükemmel olduğunu sanki yeni fark etmişti. Kendine sitem edip; “Acaba ben niye gözümün önemini ve değerini anlamakta bu kadar geciktim? Gerçekten gözün nasıl çalıştığını bilmemek, özelliklerini tam manasıyla öğrenmemek (bilgisizlik) mi beni geciktirdi” diye düşündü. Sonra aklına; “Eğer sadece gözle alakalı fizyolojik ve anatomik bilgileri bilmek, onların Latince isimlerini ve fonksiyonlarını takır takır hızlıca sayabilmek yetseydi; ömrü göz gibi, beyin gibi tasarım harikası olan organları anlatmakla geçen, dersin profesörü ateist olmazdı herhalde?” diye düşünmeye devam etti. Burada gerçekten bilginin ve bilmenin ötesinde bir problem vardı! Nasıl oluyordu da göz organını en ince özelliklerine kadar öğrenmiş biri, gözü yaratıp insanın başına takan Yaradanı kabul etmiyordu. Gözü görüyor, gözün tasarımcısını görmüyordu? Sıradan cansız bir gözlüğün bile bir usta tarafından yapıldığını kabul ediyor, lakin göz gibi harikulade bir organın var oluşunu tesadüf rüzgârlarına havale ediyordu. O bunları düşünürken aklına yeni tanıştığı Sevgili Üstadı ve yavaş yavaş da olsa Osmanlıcasından anlamaya çalıştığı kitaplar geldi. Özellikle yeni öğrendiği, Mesnevi-i Nuriye’de geçen “niyet ve nazar (bakış)” konusu bu problemi çözebilir miydi? Evet, niyet ve bakış açısı çok ehemmiyetliydi. Bakış konusunda bakanın kim olduğundan çok, bakışın nasıl olması gerektiği öne çıkıyordu. Çünkü dersi anlatan hocayla aynı şeye bakıyorlar, aynı slaytı izliyorlar, lakin farklı sonuçlara ulaşıyorlardı. O Profesör peşin bir hükümle, “Bence bu gözün bir sahibi, bir yaratıcısı yok! Olamaz! Olmamalı!” diyerek itiraf etmese de bu “ön yargıyla” bakıyordu. Gözü doğanın yaptığı, kendi kendine oluvermiş “sıradan bir oluşum” nazarıyla değerlendiriyor, dersi de, bu “kendi şahsi kabulü” üzerine anlatıyordu. Profesörün kürsüsünde ve çevresindeki çoğu insanlar böyle baktığı için bu sakat bakış normal, olması gereken bir bakışmış gibi zannediliyordu. Hâlbuki O, Bediüzzaman Hazretlerinden yeni yeni öğrendiği imanî bir bakışla “Göz bir sanat eseridir, her eser o eseri yapan ustanın varlığına delildir. Eser varsa, o eseri ortaya çıkaran, eserden daha üstün vasıflara sahip biri olmalıdır. Zira cansız bir dikiş iğnesi bile kendi kendine var olamazken, göz gibi muhteşem bir organ nasıl kendi kendine olabilir? Ayrıca gözün sahibi kim ise, gözün muhtaç olduğu güneş de atmosfer de onundur. Zira güneş olmadan, güneşin zararlı ışınları atmosferde süzülmeden göz ne işe yarar? Sonuçta görme fiili öyle kompleks bir fiildir ki, gözün içinde ve dışında gerçekleşen, hatta gözün kendisinin bile görmediği sayılamayacak kadar başka fiillerin bir araya gelmesi ile ancak gerçekleşebilir” gibi evrensel gerçeklerden yola çıkarak merak ve hayranlıkla anatomi dersinde anlatılan slaytlara bakıyordu. Sonra yolda giderken, “Bilim adamı meraklı olmalı, sorular sorup cevaplarını araştırmalı değil mi?” sorusuna takıldı kafası. Mesela o profesör gerçekten meraklı mıydı? Mesela, “Ben inanmıyorum ama Müslümanların dedikleri gibi gerçekten de gözün bir yaratıcısı var mı, olabilir mi?” diye kendi kendine hiç sormuş muydu? En başta güneş olmak üzere bütün dünya ile uyum içinde çalışan, bedendeki yerleşim planından, çalışmasındaki mükemmelliğe kadar emsalsiz olan bir organın, aklen mantıken bir yapanı hakikaten yok muydu? Tesadüfler, rastlantısal faktörler, cansız maddeler, akılsız atomlar, şuursuz moleküller nasıl yaratıcı olabilirdi? Maalesef o profesör bunu hiç merak etmemiş, araştırmamış, hatta bu hayati konu, soru olarak bile olsa o profesörün dünyasında yer bulmamıştı. Bir ön yargı ile öyle istediği ve nefsinin de hoşuna o şekilde gittiğinden bu tarz hareket ediyordu. Kendi şahsi kabullerinin birkaç soru ile bile olsa sorgulanmasından rahatsız oluyordu. Yaratılış gerçeğinden ilgisiz kalarak kendi ezber dünyasından, “bilimsellik kılıfıyla!” kalıplaşmış bazı cevaplarla sorulardan ve sorgulamalardan kaçıyordu. “Bizim genç talebe niye böyle oluyor?” diye o profesörün içinde bulunduğu psikolojik durumu düşünürken birden aklına insanın bakışına niyetinin yön verdiği gerçeği geldi. “Niyeti aramak olan bir insan; aradığı şeyi, bile bile bulma ihtimalinin olmadığı bir yerde arıyorsa o kişi aslında aramıyor demektir.” dedi kendi kendine. Bu gerçeği bir kaç gün önce İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bir kitabından öğrenmişti. Sözgelimi kişi en başta niyetini görmemek üzerine kurmuşsa bir kere; bir değil, milyon defa da baksa hatta “bilim adamı” olarak da baksa göremezdi. Görmeyenle, görmek istemeyen arasında ciddi bir niyet farkı olduğu besbelliydi. Eyvallah göremeyene göstermek mümkündü ve çok da kolaydı. Gösterilecek olan şey var olduktan sonra varı göstermek hiç zor değildi. Lakin görmek istemeyene hele bir de inatla görmek istemiyorsa, ayrıca makamına, kariyerine dayanarak da bunu yapıyorsa, var olan bir şeyi göstermek gerçekten zor oluyordu. Tebessüm etti. Aklına geçenlerde duyduğu bir temel fıkrası gelmişti. Duyma problemi şikâyetiyle hastaneye giden Temele Kulak Burun Boğaz doktoru sormuştu; “Beyefendi hangi sesleri duymuyorsunuz?” kurnaz Temel “işime gelmeyenleri” demişti gülerek. Durum aynen böyleydi. İnsan işine gelmeyince hem sağırlar gibi duymaz hem de körler gibi görmez oluverirdi birden! Çünkü o hayvanlar gibi değildi. Aklı vardı, iradesi vardı. Üst düzey bir şuura sahipti. Bu nedenle insan içinden geçenleri, özellikle niyetini ve bakışını başkalarına karşı saklamakta da çok kurnazdı, çok mahirdi. İşine gelmeyince gerçekleri itiraf etmezdi. Neticede; inanmak, iman etmek öncelikle niyet ve samimiyet işiydi. İnanmak isteyene kâinat kadar, evrenin içindeki atomlar sayısınca deliller ve şahitler vardı. İnanmak istemeyen insan ise kendi iradesiyle güneşe karşı gözünü kapayıp, ben görmüyorum diyerek güneşi inkâr eden kurnaz adama ne çok da benziyordu. Ve sonuçta evine yaklaşan gencin dudaklarından bu tefekkürün bir meyvesi olarak “Allah Vardır Görene! Görmek İstemiyorsa Köre Ne!” cümlesi dökülüverdi.

Aklâm-ı sitte içerinde yer alan ana üslûplardan birisidir. Sülüs’ün lügat manası üçte bir demektir, niçin bu adı aldığı husunda çeşitli görüşler varsa da en kabul göreni, harflerinin üçte iki kısmında düzlük, üçte bir kısmında meyil hâkim olduğu görüşüdür. Hakikaten Sülüs yazıda Mukakkak yazıya nispetle yuvarlak kısımlar fazladır. Ayrıca harflerinin boyları ve genişlikleri biraz küçük olduğu gibi “sin”, “sad” ve “kaf” gibi çanak şeklindeki harflerinin de daha derin ve kısa olduğu görülmektedir. Sülüs, Muhakkak’a nispetle daha tatlı ve yumuşak bir görünüme sahiptir. Kûfî gibi Sülüs yazı da Ümmü’l-hutût (yazıların anası) olarak kabul edilmiştir. Bu yazıyı icat edenin Abbasi devrinde yetişen Vezir İbn-i Mukle, İbn-i Mukle yazısını geliştiren ve güzelleştirenin ise İbn-i Bevvab olduğu söylenir. 14. yüzyıldan itibaren de bütün İslam dünyasında Muhakkak yazının yerini almıştır. Genellikle sanat değeri yüksek kıta, murakka, levha ve mushaf yazımında kullanılmıştır. Gerek Sülüs gerekse celîsi emek ve pek çok tasarımla yazıldığı için günlük hayatta, resmî işlerde kullanılmamış, genellikle önemi vurgulanmak istenen sözlerin yazımında, beyit ve kitap başlıklarında, güzel yazı albümlerinde, Kur’an kitâbetinde, Sülüs celîsi levhalarda, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde XVIII. yüzyıla kadar her türlü kitâbelerde çok yaygın biçimde kullanılmış, daha sonra yerini Celî Ta‘lik yazıya bırakmıştır. Hat öğrenimine Sülüs yazı ile başlamak bir gelenek halini almış ve Hüsn-i Hatta esas kabul edilmiştir. Yâkūt el-Müsta‘sımî altı çeşit yazının (Tevkīî‘, Rikaā‘, Muhakkak, Reyhânî, Sülüs ve Nesih) klâsik usûl ve kâidelerini, oranlarını ortaya koyarak hat tarihinin en köklü ıslahatını yapmıştır. Sülüs ve diğer tarzların Yâkūt ekolünde ulaştığı bu estetik değerler Osmanlı ekolünde en parlak dönemine girmiştir. Şeyh Hamdullah, II. Bayezid’in himâyesi altında özellikle Sülüs ve Nesih yazıların harf biçim, oran ve artistik duruşlarında, satır ve sayfa düzeninde yenilikler yaparak Osmanlı hat ekolünün kuruluşunda öncülük etmiştir. Sülüs ve Nesih Büyük Derviş Ali, Suyolcuzâde Mustafa, Hâfız Osman, Yedikuleli Seyyid Abdullah, Eğrikapılı Mehmed Râsim, Kazasker Mustafa İzzet, Abdullah Zühdü Efendi, Kayışzâde Hâfız Osman, Hasan Rızâ, Mehmed Şevki Efendi gibi birçok hattat elinde beş asır işlenerek en olgun dönemine ulaşmış, en güzel örneklerini vermiş, böylece tarihî gelişimini tamamlamıştır. Sülüs yazının kalem ağzı genişliği 2,5-4 milimetredir. Bu ölçü üç katına çıktığında yazı irileşir ve “Celî Sülüs” adını alır. Tabii ölçüsü ile celîsi arasında kalan şekline “tokça sülüs”, 3-4 milimetreden daha küçük kalemle yazıldığında “hafî sülüs” diye isimlendirilmiştir. Celî Sülüs Türk ve İranlı hattatlar elinde daha yavaş bir gelişme göstermiştir. İran’da Yâkūt el-Müsta‘sımî’nin Sülüs kâideleri celîye uygulanmış, fakat dikkate değer bir ilerleme sağlanamamıştır. Özellikle Timurlular zamanında Gıyâseddin Baysungur, Ali Rızâ-yi Abbâsî gibi hattatlar vasıtasıyla Celî Sülüs’te önemli gelişme kaydedilmiştir. Celî Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçukluları zamanında Selçuklu Celî Sülüs’ü adıyla yeni bir karakter kazanmış, Osmanlı celî ekolüne zemin hazırlamıştır. Osmanlı Celî Sülüs ekolünün Fâtih Sultan Mehmed zamanında Yahyâ-yı Rûmî ve Ali b. Yahyâ Sûfî ile temeli atılmış, Ahmed Şemseddin Karahisârî ve talebesi Hasan Çelebi ile gelişerek Mustafa Râkım’la celî yazı en güzel nisbet ve âhenge ulaşmıştır, özellikle Osmanlı ekolünde bu alanda yüksek sanat değeri taşıyan çok başarılı eserler verilmiştir.

Ölçü: Bediüzzaman Hazretleri, muhataplarını talebelik mertebesine çıkarmak için azami gayret sarf ediyordu. Sırf Risâle-i Nurlara talebe olsunlar ve talebelik faziletlerinden istifade etsinler diye, yaşlı dahi olsa eli kalem tutan herkese, hatt-ı Kur’ân ile risaleleri yazdırıyordu. Bunlardan biri de Saatçi Lütfi adındaki bir nur talebesiydi. Hazret-i Üstad, mektubunda Saatçi Lütfi Efendi’ye şöyle hitap ediyordu: “Ve bilhassa Saatçi Lütfi Efendi’ye pek çok selam ve dua ederim. Cenab-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere risalesinin hurufu (harfleri) adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin. Âmin! Âmin! Âmin! Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim.”1 Ölçü: Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risâle-i Nur talebelerinin nice büyük maddi-manevi kazançlarının bedelini şu cümlelerle açıklıyor: “Risâletü’n-Nûr, kendi hâlis ve sâdık ve sebatkâr şâkirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanca bedel ve pek çok kıymetdar neticeye mukabil, fiyat olarak o şâkirdlerden tam ve hâlis bir sadâkat ve daimî sarsılmaz bir sebat ister.”2 Bu zamanda bu yüksek bedeli ödemenin mükâfatı da o nispette büyük olmalıdır. Çünkü fitne-i âhir zamana maruz kalmanın, ehli dalalet ve zındıkanın hedefinde olmanın, nefis, şeytan ve hissiyat-ı süfliyenin hücumlarına karşı durmanın, dinde yeni icatlar peşinde olan ehl-i bid’aya karşı sünnet-i seniyeyi yaşatmak için cansiperane gayret göstermenin mükâfatı az olamazdı. Zaman “Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil” zamanıdır. İşte nur talebeleri böyle dehşetli bir zamanda Hz. Üstad’a talebe olmakla pek çok zahmet ve meşakkate göğüs germiş, yeri geldiğinde kefenlerini boyunlarına takmış, idam sehpalarını göze alarak imana, Kur’ân’a hizmet etmişlerdir. Onları muvaffak kılan yegâne hasletler; ihlas, sadakat, sebat ve metanet gibi ulvi vasıflardı. Ölçü: Risâle-i Nur talebeleri imana ve Kur’ân’a hizmeti en mukaddes bir vazife telakki ettikleri için ekseriyetle hayatlarını bu ulvi gayeye vakfederler. Hz. Üstad, nur talebelerinin vazifesini şu cümlede açıklamaktadır: “Risâle-i Nur’un şakirtleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibadetlerinde ve ictinab-ı kebairdeki (büyük günahlardan sakınmak) takvalarında, Kur’an hesabına vazifedar sayılırlar.”3 Nurun ilk talebelerinden olan Albay Hulusi Bey, bundan sonraki hayatını Risâle-i Nurlar ile hizmete vakfettiğini şöyle ifade ediyor: “Sevgili Üstadım, evvelce arz ettiğim vechiyle, ben artık bir şey için yaşadığımı zan ediyorum. O da, Üstadım olan dellal-ı Kur’ân’ın vazife-i me’mure-i maneviyesini îfâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir.”4 Ölçü: Nur talebeleri bir taraftan dinsizliğe karşı iman hakikatleriyle mücadele ederken diğer taraftan bid’alara karşı da sünnet-i seniyenin muhafazasına çalışıyorlardı. Üstad Bediüzzaman Hazretleri nur talebelerine şu hedefi gösteriyordu: “Risâle-i Nur zındıkaya karşı hakāik-i îmâniyeyi muhâfazaya çalışması gibi, bid‘ate karşı da hurûf ve hatt-ı Kur’ân’ı muhâfaza etmek bir vazîfesi iken….”5 Muhacir Hafız Ahmet sevgili Üstadımızın bid’alara karşı duruşunu şu cümle ile açıklıyor: “Üstâdım yeni îcâdlara, yani Türkçe ezan gibi şeâir-i İslâmiyeye muhâlif bid‘atlere tarafdâr olmadığı için…..”6 Talebe demek davayı yüklenmek demektir. Bunu yaparken hapsi, idamı göze almak gerekiyordu. Risâle-i Nur talebeleri de bu hedef doğrultusunda ağır bedeller ödeyerek iman hizmetini bugünlere kadar getirdiler. Bu sayede bayrak inmedi, ezan dinmedi, iman davası sönmedi Elhamdülillah. Ölçü: Risâle-i Nurlarda vadedilen neticelerden en fazla istifade eden sınıf, talebelerdir. Dolayısıyla talebelik faziletini kazanmak çok önemlidir. Ahir zamanda yaşayıp da Risâle-i Nurları yazmakla yüz şehit sevabını kazanmak az bir şey midir? Eskiden 15-20 senede elde edilebilen ilmi seviyeyi, Risâle-i Nurlardan istifadeyle 15 günden ta 15 haftaya kadar kısa bir zamanda elde etmek basit bir şey midir? Hakiki ve halis bir talebe olmak şartıyla, imanla kabre girip şüheda hayatına mazhar olmak kadar büyük bir kâr ve kazanç var mıdır? Tek bir fert olduğu halde Risâle-i Nurlara sadakatle talebe olup imana ve Kur’an’a hizmet etmek sayesinde hasenat defterine binler adam hükmünde sayısız sevaplar yazdırmaya paha biçilebilir mi? Vefat etse bile yalnız günah cihetinde ölüp sevap yönünden amel defteri kıyamete kadar açık kalan bir Nur talebesi olmayı kim istemez? Kaynaklar: 1- Barla Lahikası, 65,662- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 1783- Kastamonu Lahikası, 2354- Barla Lahikası, 175- Kastamonu Lahikası, 946- Lemalar, 44

Harry Potter benzeri Fantastik içerikli romanların başarılarını görüp hayıflanmak ve “keşke...” bataklıklarına sürüklenmek yerine, kendi zengin kaynaklarımıza yönelmemizin vakti geldi de geçiyor. Joanne Kathleen ROWLING İngiltere Chipping Sodburry’ de dünyaya gözlerini açtı. İlerleyen zamanlarda ailesiyle birlikte Bristol’e, daha sonra da Chepstow’a taşındı. Çocukluğundan itibaren İngiliz kültürüyle yetişti doğal olarak. Etrafında gördüğü tarihi binaların tasvirlerinden tutun da Hristiyan ve Avrupalı bir kültürün etkisiyle belleğinde yerleşen Latince sevgisini yansıttı Harry Potter adlı romanına. Dünya gençliğini, yeni bir fantastik dünya inşasıyla, Anglo-Sakson ve Latin kültüründe eritme hamlesiydi aslında onun yaptığı. Onun yetişme ortamını; yetişme tarzını da içinde barındıran fantastik çikolatalarla süslenmiş edebi sesi, tüm dünya gençlerinin ve çocuklarının aklını çelmeyi başardı. Yazarın hayat serüveninin birkaç adımı, İngiliz mimarisinin en güzel tarihi örneklerinden de geçmişti. Liseyi okuduğu Wyedean Comprehensive’den tutun da Exeter Üniversitesi’ nin mimari yapısına kadar, şuuraltı Anglo-Sakson kültürüyle doldu taştı. Exeter Üniversitesi’nde öğrenim gördüğü yıllarda Fransa’da da öğrenim görme imkânı elde eden yazar, hem Fransız diline hem de Fransız kültürüne bir aşinalık kazandı. Anlaşılıyor ki, eğitim hayatı boyunca Harry Potter romanını oluşturacak unsurları da beyninde, kalbinde ve ruhunda biriktiriyordu. Çocukluk yıllarını geçirdiği Chepstow’da muhtemelen pek çok kez ziyaret ettiği ve hayran kaldığı Chepstow Kalesi’nin mimari yapısının etkisi yok mudur eserlerindeki mekân tasvirlerinde? İskoç krallığının kale ve saraylarının izlerini görmez miyiz onun fantastik dünyasında. Ya da günümüz kiliselerinde de yaşamaya devam eden ve İngiltere’nin hatta Orta Çağ Avrupa’sının mimari görüntülerini yakalayamaz mıyız onun mekân tasvirlerindeki ayrıntılarda? Yazarın romanından uyarlanarak gösterime giren Harry Potter filmlerinde gördüğümüz Hogwarts Büyücülük Okulu, ambleminden tutun da mimari yapısına, öğrencilerin sıralarda oturuş biçimlerine kadar Avrupai bir hava üflemez mi beyinlerimize? Yazarın öğrenim gördüğü Edinburgh Üniversitesindeki Teviot Row House binası ya da Fransa’ya gittiğinde muhtemelen ziyaret ettiği Carcassonne Kalesi ile Hogwarts Büyücülük Okulunun binası arasındaki inanılmaz benzerlik ortada olduğuna göre, Harry Potter roman ve film serilerinin hayranı olan gençlerimizin İngiliz Kültürünü hücrelerine kadar özümsemediklerini iddia etmek abartılı bir iddia mı olur? Bu kitabın hayal dünyasının çerçeveleri arasında varlığını inşa eden bir gencin mimarisi, artık İngiliz tarzı bir mimari olmayacak mıdır? Muhtemelen bu gençlerimiz biraz daha büyüdüklerinde hayal dünyalarını süsleyen mimari anlayışın Yeni Gotik bina üslubunun bir benzeri olduğunu fark edeceklerdir. Bu durum elbette İngiliz Edebiyatı adına özelde de JK Rowling hesabına büyük bir başarıdır. İngiltere ve Avrupa, kendi öz kültürünü, felsefesini ancak bu kadar hızlı ve köklü yayabilirdi dünyaya. Büyü ve sihir gibi kavramların zararlı etkileri herkesin malumu olduğuna göre bu hususu fazla deşmeyeceğim. Bu mevzunun dinimizce de ne kadar hassas bir mevzu olduğunu hepimiz biliyoruz. Yani Harry Potter romanlarının bu açıdan da dünya çocuklarını ve gençlerini olumsuz yönde etkilediği herkesin malumudur. Beyni büyü tasvirleriyle dolup taşan bir çocuk, elbette büyü yapmanın ya da büyücü olmanın da kendince yollarını arayacaktır. Ve yine elbette bu uçuk yolları arayanlar çok azınlıkta kalacaktır. Gençlerimiz ya Harry Potter’daki Büyü Felsefesini, dolayısıyla dinlerin alternatifi olan yeni bir seküler anlayışı kabul edecek, böylelikle günümüz Avrupa’sının sunduğu, inanç dışı ama inançlaşmış teorilerle fantastikleşen sekülerizm dünyasına adım atacak ya da inançlarını reddetmek yerine, iç çatışmasını önlemek adına bu hayali dünyayı reddedecektir. Avrupa, kendi kültür kaynaklarından birisi olarak görmektedir Kiliseyi. Mimariden sanata, ahlaktan dile kadar pek çok alanda yaşamakta olan Kilise Avrupa’sı, Avrupalıları uyuşturucu bağımlısı gibi kendine çekmektedir. Hücrelere kadar, genlerin en derin karanlıklarına değin bulaşmış olan o Hristiyan Batı düşüncesi geleneği, Avrupalıların Kilise yapılarını, antik bir müze anlamında, tamamen nostaljik mülahazalarla korumasının sebeplerinden de birisidir. Bu durum tahkiki değil ama bir alışkanlığı ifade eden ve adeta refleks haline gelmiş taklidi bir durumdur. Harry Potter romanlarında rastladığımız aslında Kilisenin kutsal dili olan Latince kullanımlara da değinmeden geçemeyeceğiz. Bugün yediden yetmişe pek çok gencimizin dilinde dolaşan bu terimler yeni roman ve filmlerle ruh ve şuur dünyamıza doğru hücuma devam ederlerse, dilimizi de anlaşılmaz hale getirebileceklerdir. Örneğin Ruh Emicileri kovmak için kullanılan “Expecto Patronum” kelime grubu, zorda kalan çocukların sıkıntı dile getirmek için kullandıkları bir deyime dönüşebilir. Bugünün çocukları da dillerine yerleşen bu gibi deyim ve terimleri gelecek kuşaklara aktarabilirler. JK Rowling, fantastik dünyanın unsurlarını başarılı bir biçimde kullanarak tüm dünya çocuklarını hatta insanlarını kuşatacak yeni bir ortak dil oluşturma yolunda ilerliyor. Bu ortak dil, Avrupa için ne kadar meşruysa bizim için o kadar imkânsız bir dildir. Çünkü bu oluşturulan fantastik dil, Yunan Mitolojisinin ve Kilise Latincesinin kökleri üzerinde yükseliyor. Bu iki temel de bize yani Türklere göre merduttur yani kabul edilmesi imkânsızdır. İsterseniz bazı örnekler vererek bu imkânsızlığı ve kan uyuşmazlığını açıkça gösterelim. “Expecto Patronum” Latince “Umuyoruz Baba”; daha derin yapıda “Bizi Kurtar Baba” anlamına geliyor. Bu örnekte, Hıristiyanlık inancında var olan “Baba-Tanrı” inanışının bir yansımasını açıkça görüyoruz. Bu romanda geçen kahramanlardan birisi olan Argus, Yunan mitolojisinde geçen Zeus’un karısı Hera’nın yardımcılarından birisinin adıdır. Hermione, Yunan mitolojisinde Troyalı Helen ve Menelausv’un kızlarının adı olarak geçiyor. Hippogrif, Hippo yunanca ‘ippos’ dan gelir ve ‘at’ demektir, ‘grif’ ise ‘griffin’ denilen kuş adıdır. Hogwarts’ın ambleminde yazılı olan “Draco Dormiens Nuquam Titilandus” tamamen Latince bir cümledir ve “Uyuyan bir Ejderhayı Sakın Gıdıklama” anlamına gelmektedir. Bu gibi Latince ve Yunanca kelime gruplarının ve onların eklemlendiği mitolojik unsurların, çocuklarımızın dilleri ve yaşantıları üzerinde ne gibi tesiri olabileceğini galiba fazlaca açıklamaya gerek yok. (https://onedio.com/haber/harry-potter-hakkinda-az-bilinen-19-sey-364531) Tam da burada önemli bir soru beynimi tırmalıyor. Bergson’un da dile getirdiği gibi, sorunun doğru cevabını bulabilmekten daha önemli olan şey, doğru soruyu sorabilmektir. O halde şu soruyu soralım kendimize: JK ROWLİNG kendi Avrupai kültüründen Fantastik bir dil ve dünya oluştururken biz ne yapıyorduk? Bizim mazimiz hayal yönünden çok mu kısırdı da batı fantastik dünyasını taklide çalışıyorduk her fırsatta? Kahramanlarımız, mekânlarımız her şey batıdan ithaldi. Özgün kahraman ve mekânlarımızınsa hiçbir kültürel ve tarihi derinliği yoktu. Uyduruk bir dünyaydı oluşturulan bu felsefi derinliksiz ve öz geçmişsiz dünya... JK Rowling’in Harry’sinin gücü nereden geliyordu? Bunu bir türlü anlayamadık. Onu ve onun gibi batılı yazarları taklitten başka bir şey de yapmadık. Rowling’in kendi Kültür dünyasını evrenselleştirme çabasının binde birini kendi rengârenk kültür dünyamız için gösteremedik. Geçmişimizin, Batının kurak hayal âlemlerini de sulayan hayali zenginliklerini romanlarımıza yeniden taşımayı bir başarabilseydik, tüm dünya çocuklarının bizim Kahramanlarımızla dirildiğini görecektik. Hem biz, çocuklarımızın Latince-Yunanca terimleri ile antikitenin mitolojik öykülerini ezberlemeleriyle neden övünecektik ki? Batı düşünce geleneği, insanlığın başına açtığı bin küsur yıllık belaların hesabını; içine düştüğü post-modern krizlerle ödemeye başlamışken, bizim hangi yaramıza çare olabilirdi ki? Bizim Türkçemiz; hem de Osmanlı Türkçemiz vardı mesela... Yunusların, Fatihlerin, Hacı Bayram-ı Velilerin Türkçesi… Bu Türkçeyi hem yazı hem de konuşma olarak çocuklarımıza kazandırmaktan geçiyordu aslında kurtuluşumuz. Peki kendi fantastik dünyamızı inşa faaliyeti için geç kalmış sayılır mıyız? Bu soruya samimiyetle “Elbette geç kalmadık” cevabını verebiliriz. Hayal gücünün projeksiyonları ve kurgu boyutları sonsuz açılımlara sahiptir. Hele de bu hayal gücünü metafizik bir âleme duyulan samimi inancın ilhamlarıyla beslerseniz, size yepyeni bir hayali kâinatın kapıları açılıverir. Sonsuz ya da sonsuzu yutacak büyüklükte olan hayal midesi, elbette birkaç hayal mahsulüyle doyurulamaz. Bu da demektir ki, hayal midesini doyuracak sonsuz sayıda fantastik dünyalar, kurgu hayatlar kurgulanmayı beklemektedirler. Bu bakış açısıyla bakıldığında Harry Potter’in fantastik dünyası, ne sondur ne de yeni bir başlangıçtır. Dünyaya Bin Bir Gece Masallarını, Kelile Dimne’nin Fabllarını ve pek çok fantastik hikâyeyi, kahramanlarıyla birlikte armağan eden edebiyatımızın mimarları, Harry Potter’in olmazsa olmaz temellerinden olan Phoenix yani Zümrüd-ü Anka’ yı o sonsuz hayal güçleriyle inşa etmeyi başarmamışlar mıdır? Tom ve Jerry’nin temellerinde Kelile ve Dimne hikâyelerinin olmadığını kim söyleyebilir? Ya da Ev Cini Dobby’nin şahsında tezahür eden itaatkâr ve iyiliksever Cin anlayışı Alaattin’in sihirli Lambasından çıkmamış mıdır ilk olarak? Veyahut da Harry Potter romanlarında sıklıkla rastladığımız Devler, bizim binlerce yıllık geçmişe sahip Tepegözlerimizin ve devlerimizin soyundan değil midir? Gerçekte batının fantastik dünyasını teşkil eden bütün o mumyalar, şeytani güçler, periler, iyi kahramanlar zaten bizim imal ettiğimiz bir fantastik dünyanın Batıca taklidinden ibarettir. Bilhassa Haçlı Seferleriyle birlikte bizim topraklarımızı sömüren Batılılar, fantastik dünyamızın öğelerini de akıl heybelerine atarak gasp etmişlerdir. Günümüzün Batılı yazarları da, Doğu’nun münbit hayal dünyasından daha çok istifade ediyorlar. Hatta dünya klasiklerinin bazılarında Doğu edebiyatının derin tesirleri, ilhamları açıkça görünüyor. Bu durumda kendimizi küçük görmeye ve başkalarının başarılarını da nazarımızda küçültmeye hiç gerek yok. Harry Potter benzeri Fantastik içerikli romanların başarılarını görüp hayıflanmak ve “keşke…” bataklıklarına sürüklenmek yerine, kendi zengin kaynaklarımıza yönelmemizin vakti geldi de geçiyor. Bizim eserlerimizin mekânları İngiltere’nin şehirleri değil ama İstanbul, Erzurum ya da Semerkant olacaktır mesela... Mimari tasvirlerimiz Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin muhteşem uyumunu yansıtacaktır. Bizim romanlarımızda büyüler, sihirler değil de kerametler; tayy-ı mekânlar, bast-ı zamanlar, tevafuklar, ikramlar, mucizeler arz-ı endam edecektir. Geliştireceğimiz Fantastik dünyamızın dil imkânları; Orta Asya Türkçesinden Osmanlı Türkçesine, hatta Arapça ve Farsçaya kadar uzanacaktır. Olaylarımız Çifte Minareli Medresede, Ayasofya Camiinde, Tac Mahal’de veyahut da Medine’ de geçecektir. O halde hâla ne diye duruyoruz? Bir an önce, Fantastik Dünyamızı yerlileştirelim, imanımızı, ahlakımızı ve medeniyet sevgimizi çalmak için tetikte bekleyen Batı’nın sahte kahramanlarına özenmeyi bırakalım ve kendi hayali kahramanlarımızı inşa etmeye başlayalım.

Tahminen 4 milyar yaşlarında olan dünyamız, hayata elverişli bilinen tek gezegendir. Bilim adamlarının yıllardır yapmakta oldukları araştırmalara rağmen, henüz üzerinde yaşamaya uygun olan ikinci bir gezegen bulunamamıştır. Bunun sebebi, yeryüzünde bizim için özel olarak hazırlanmış olan çok hassas dengelerin bulunmasıdır. Nasıl mı? Şöyle söyleyelim, saatte 390 km. hızla giden bir aracın içinde olsanız acaba nasıl hissedersiniz kendinizi? Hâlbuki dünyamız, saatte değil, saniyede 390 km. hızla hareket ediyor! Evet, hepimiz hızla ilerleyen bu geminin yolcularıyız. Fakat hiç birimiz bu süratin farkında bile değiliz. Çünkü kurulan düzen o kadar harikadır ki, bu inanılmaz derecede yüksek olan hızın üzerimizde hiçbir menfi etkisi yoktur. Şimdi, bu hassas dengelere birkaç misal verelim... Dünyamızın Güneşe Uzaklığı Dünya ile güneş arasındaki mesafe 149 milyon 596 bin kilometredir. Bu mesafe birazcık daha az veya fazla olsaydı, dünyamız bir ateş topu veya bir buz kütlesi haline gelirdi. Milimetreler bazında düşündüğümüzde, küre-i arz ile güneş arasındaki uzaklık için sonsuz ihtimal vardır. Fakat bizim hayatımızın devam etmesi için, bu uzaklığın sadece ve sadece şu anki kadar olması gerekmektedir. İşte sonsuz ihtimaller içinden bu rakamın seçilmiş olması, bunun tesadüfî bir iş olamayacağının göstergesidir. Atmosferdeki Gaz Oranları Atmosferdeki azot oranı %78, oksijen oranı %21, karbondioksit ve diğer gazların oranı ise %1’dir. Bunlardan sadece oksijen miktarındaki dengeyi ele alacak olursak, eğer bu oran biraz daha düşük veya yüksek olsaydı, yine yeryüzünde hayat mümkün olmayacaktı. Bu miktarın altındaki oksijen, bizim aldığımız nefesin bize yetmemesine ve nefes almamıza rağmen boğulmamıza sebep olurken, bundan daha fazla oksijen de hem solunum sistemi organlarımıza zarar verecek hem de dünyanın her yerinde sürekli yangınların çıkmasına sebep olacaktı. Mesela oksijen oranındaki her %1’lik artış, bir ormana yıldırım düşmesi sonucunda orada yangın çıkma ihtimalini %70 artırmaktadır. Demek ki dünyamızdaki oksijen oranı için yüzlerce, hatta binlerce ihtimal varken, tam bizim ihtiyacımız olan miktar ayarlanmıştır. Bu da kemal-i muvazene ile bu dengeyi kuran bir Zat’ı (cc) göstermektedir. Atmosfer Tabakası Hayatımızı sürdürebilmemiz için, yeryüzündeki ısı ve ışık miktarı belirli bir aralıkta olmalıdır. Normalde güneşte meydana gelen tek bir patlama, 100 milyar ton atom bombasının gücüne eşittir. Bu miktarın çok çok altında olan atom bombalarının Nagazaki ve Hiroşima’da yaptığı tahribatı hepimiz biliyoruz. Ancak güneşten çıkan aşırı sıcaklık ve öldürücü ışınlardan sadece bir miktarı bize ulaşır. Bu da atmosfer vasıtasıyla olur. Eğer dünyamıza şimdikine göre birazcık daha fazla ısı, kızıl ve mor ötesi ışın, gama ve mikro dalga ışın ulaşsaydı, bütün hayat sona ererdi. Atmosferle birlikte dünyamızı koruyan bir başka unsur da Van Allen kuşaklarıdır. Dünya’nın etrafında bulunan bu manyetik alan, gezegenimize gelen zararlı ışınlara ve meteorlara karşı bir kalkan vazifesi yapar. Nasıl ki, zıt yönde tutulan iki mıknatıs birbirini itiyorsa, öyle de Van Allen kuşakları da yer küremize yaklaşan gök taşlarını iterek uzaklaştırır. Eğer bir meteor bu manyetik alanı aşmayı başarırsa, onu da atmosfer tabakası yakarak parçalar. Yılda ortalama 50 bin meteorun bu şekilde etkisiz hâle getirilmesi hiç de azımsanacak bir rakam değildir. Demek ki Hakîm ve Müdebbir olan bir Zât (cc) bu tedbirleri almasaydı, başımıza yağan dev taşlar yüzünden dünyamız yok olup gidecekti. Sudaki İstisna Bütün maddeler ısıtıldıklarında genleşirler ve soğutulduklarında da büzüşürler. Ancak su, bu kurala meydan okumaktadır. Şöyle ki, +4 derece su için bir dönüm noktasıdır. Bu sıcaklıkta bulunan bir miktar su ısıtıldığında, diğer maddeler gibi genleşmeye başlar. Buraya kadar her şey normaldir. Ancak su, soğutularak sıcaklığı +4 derecenin aşağılarına doğru inmeye başladığında, diğer maddelerin aksine olarak yine genleşir. Hatta bu sebeple kapalı bir kap içine doluncaya kadar su koyup buzluğa bırakmak tehlikelidir. Çünkü donan su, içinde bulunduğu kabı patlatır. Hâlbuki böyle bir tedbiri başka hiçbir sıvı için almayız. Burada bizim durup, sudaki bu istisnayı tefekkür etmemiz gerekmektedir. Acaba bütün maddelerden farklı olarak, su neden böyle bir özelliğe sahiptir? Çünkü eğer böyle olmasaydı, kışın deniz veya göllerin yüzeylerinde oluşan büyük buz kalıpları dibe çökerdi. Bu şekilde sürekli donma ve çökme sonucunda, bütün göl veya deniz buz haline gelir ve su altındaki hayat tamamen sona ererdi. Ancak sudaki bu istisna neticesinde, donan buz kalıbı yüzeyde kalır, dibe çökmez. Ayrıca, hava ne kadar soğuk olursa olsun yüzeyde kalan buz kalıbı, altındaki suyun +4 derecede kalmasına sebep olur. Böylelikle su altındaki hayat güvenli bir şekilde devam eder. İşte, Müsebbibü’l-Esbab olan Cenab-ı Hak, eşya üzerinde yaratmış olduğu kanunlarını, gerektiğinde bizim için tersine döndürmekte ve bu şekilde bizleri varlığından haberdar etmektedir. Gezegenlerin Büyüklüğü Dünyanın, güneşin, ayın, 300 milyar galaksinin ve her galaksideki 200 milyar yıldız ve gezegenlerin büyüklükleri de, hayatımız için gerekli olan hassas dengenin birer parçasıdır. Mesela, dünya şimdikinden biraz daha büyük olsaydı, yer çekimi de artacağı için vücudumuzdaki sistemlerde ve günlük hayatımızda birçok olumsuzluk meydana gelecekti. Ayrıca atmosferin üst katmanlarında bulunan zehirli gazlar, artan yer çekiminin etkisiyle dibe çökecek ve bizim ölümümüze yol açacaktı. Veya dünyamız biraz daha küçük olsaydı, yer çekimi azalacağından, etrafındaki atmosfer tabakasını tutamayacaktı. Koruyucu kalkanımız ve nefes kaynağımız olan bu tabakanın uzaya dağılıp gitmesi sonucunda, yine hayat diye bir şeyden bahsedilemeyecekti. Burada sadece dünyanın büyüklüğünün değişmesi sonucunda meydana gelebilecek olumsuzluklardan söz ettik. Fakat dünya gibi diğer 300 milyar kere 200 milyar adet yıldız ve gezegenlerin büyüklükleri de özel olarak planlanmıştır. Böyle bir nizam ve intizamın, kör tesadüf veya şuursuz tabiat ile ortaya çıkması ise hiçbir cihetle mümkün değildir. Dünyanın Hareketleri Dünyamızın çok hassas bir ölçü içinde yapmakta olduğu 3 hareketi vardır. Bunlardan birincisi, kendi ekseni etrafında saatte 1681 km. hızla dönmesidir ki, bunun sonucunda gece ve gündüz oluşur. İkincisi, güneş etrafında saatte 108.000 km hızla dönmesidir ki, bunun sonucunda da seneler oluşur. Üçüncüsü ise, dünyamızın güneş sistemi ile birlikte Samanyolu galaksisi içindeki hareketidir ki bu hareketin hızı da saatte 792.000 km’dir. (Ayrıca Samanyolu galaksisinin de uzay içinde bir hareketi vardır. Fakat şimdi o bahse girmeyeceğiz!) Bu üç hareketin vektörel bileşkesini aldığımızda ortaya saniyede 390 km’lik bir hız çıkmaktadır. Bu kadar karma karışık hareketlere ve bu yüksek hıza rağmen dünyamızda denizler, dağlar ve her şey yerli yerinde durmaktadır. Çünkü normalde bizi uzaya fırlatması gereken merkezkaç kuvveti, ona zıt olan yer çekimi kuvvetiyle dengelenmiştir. Şimdi, sadece dünyanın kendi etrafında dönüş hızını ele alırsak, bu hız şimdikinden daha fazla olsaydı, yer çekimi bizi tutmaya yeterli olamayacağından, hepimiz uzaya fırlayacaktık. Yine bu hız şimdikinden daha az olsaydı, yer çekimi fazla gelecekti ve vücut fonksiyonlarımız tamamen zarar görecekti. Ayrıca bu hızdaki değişim, ısı dengelerini de alt üst edecekti. Yani her cihetle hayatımızın son bulmasına sebep olacaktı. Bu meselenin daha iyi anlaşılması için hava araçlarının ağırlık ve denge talimatlarından bahsedelim. Bir uçağın havada dengeli bir şekilde uçabilmesi için, yolcuların ve bavulların dengeli bir şekilde yerleştirilmesi gerekir. Hatta uçağın sağa-sola yatması esnasında yüklerin yer değiştirerek uçağın dengesini bozmaması için, bu yükler ağlarla bağlanarak yerleri sabitlenir. Bazen bu ağların kopması sonucunda yüklerin uçak içinde savrulması sebebiyle uçağın dengesinin bozularak düştüğüne şahit oluyoruz. İşte dünyamıza nazaran çok küçük ve basit olan bir uçağın dengesi için mühendisler tarafından böyle özel muameleler yapılıyorsa, içinde ve üzerinde bu kadar hareket olan dünyamızın dengeli bir şekilde yoluna devam etmesi, elbette onun da bir Alîm ve Hakîm bir Zât (cc) tarafından kontrol edildiğini gösterir. Eksen Eğikliği Dünyanın güneş etrafında dönmesi, senelerin ve mevsimlerin oluşmasına sebep olmaktadır. Ancak mevsimlerin oluşmasının tek sebebi bu değildir. Dünyamızın ekseni 23 derece 27 dakika eğiktir. Bu eğiklik sayesinde Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında güneş ışınları kuzey yarım küreye dik gelirken (ki bu aylarda kuzey yarım kürede yaz, güney yarım kürede de kış mevsimi yaşanır;) Aralık, Ocak, Şubat aylarında da güney yarım küreye dik gelir. Eğer bu eğiklik olmasaydı, güneş ışınları sürekli dünyanın ortasına yani ekvatora dik gelirdi. Bunun sonucunda yaz, kış, bahar gibi mevsimlerden söz edemeyeceğimiz gibi, ekvatorun etrafı aşırı ısınır, kutupların etrafı da aşırı soğurdu. Böylelikle bizlere yaşamak için çok küçük bir alan kalırdı. Fakat aşırı ısı farkından oluşan kasırgalardan dolayı muhtemelen bunu da başaramazdık. Hassas Dengeler Bir fizik profesörü, kitabında şöyle bir ifade kullanmaktadır: “Somebody is tunning the rules.” Bu cümledeki “tunning” kelimesi birçoğumuza tanıdık gelecektir. Eski radyoların kanal arama düğmelerinin altında yazan bu kelime “ince ayar” anlamına gelmektedir. İşte bu profesör, birisinin kâinattaki kuralları ince ayarla planladığını söylüyor. Dünya ile güneş arasındaki mesafenin bizim için en uygun miktarda olması, atmosfer tabakasının ihtiyacımız olan kalınlıkta bulunması, suyun genleşme hususunda bir istisna taşıması, milyarlarca yıldız ve gezegenin en ideal büyüklükte bulunması, dünyamızın hızlarının tam bize göre olması, eksen eğikliğinin tam bize uygun olması… ve daha burada yazamadığımız ve belki de bilim adamlarının dahi henüz bulamadığı bir çok hassas denge... Bu kadar hassas dengenin bir arada bulunması, ancak sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi bir Zat’ın (cc) emriyle ve kuvvetiyle olabilir. Muhteşem Mürettebat Her geminin bir mürettebatı vardır. Dünyamızın mürettebatını, bitkiler ve hayvanlar oluşturmaktadır. Mevzunun çok fazla uzamaması için burada sadece bitkiler âleminden – kısaca- bahsedeceğiz. Yeryüzünde bizim için yaratılmış bilinen 200 bin tür nebatat vardır. Bunların bir kısmını rengârenk çiçekler oluşturur ki, bizim göz ve koku zevkimize göre özel olarak tasarlanmışlardır. Bazı bitkileri ise bizzat bilmesek de aktarlar sayesinde tanıyor veya çeşitli ilaçların içlerinde kullanılması sonucunda istifade ediyoruz. Bir de hepimizin bildiği gibi sebze ve meyveler vardır. Şimdi bazı sebze ve meyvelerin faydalarından bahsederek, onlardaki sanat mucizelerini görmeye çalışacağız… Patatesin Faydaları: Vücuda enerji verir, halsizliği ve yorgunluğu giderir. Kandaki şeker oranını düşüren patates şeker hastaları için faydalıdır. Damar sertliğini giderir. Sindirimi kolaylaştırır. Kanı temizler. Kansere karşı koruyucudur. El ve ayak çatlaklarına iyi gelir. Bağırsak kurtlarını düşürmeye yardımcı olur. Böbreklere faydalıdır. Normal ve kuru ciltler için fayda sağlar. Karpuzun Faydaları: Çok iyi bir idrar söktürücü olan karpuz, vücuttaki atık maddeleri, bağırsakları ve kanı temizler. Kalbi koruyucu etkisi de vardır. Soğuk algınlığına iyi gelir. Vücuda zindelik, serinlik ve ferahlık verir. Böbrekleri çalıştırarak böbrek taşlarını ve kumlarını dökmeye yardımcı olur. Kemik gelişimini de destekler. Patlıcanın Faydaları: Sinirleri yatıştırır ve tansiyonu düşürür. Kalp çarpıntısını giderir. Bağırsakları yumuşatır ve idrar söktürür. Kandaki kolesterol seviyesini düşürür ve damar tıkanıklığına iyi gelir. Kansızlığı giderir. Karaciğerin ve pankreasın çalışmasını düzenler. Böbrek ağrılarını ve yanmasını azaltır. Kilo vermeye yardımcı olur. Pırasanın Faydaları: Vücuda kuvvet verir. Kan yapar ve kansızlığa iyi gelir. Sindirim sistemi için çok faydalıdır. Sindirimi kolaylaştırır. Sinirleri kuvvetlendirir. Böbrekleri, bağırsakları ve mideyi çalıştırır ve güçlendirir. Böbrek kumlarını ve taşlarını dökmeye yardımcı olur. Vücudu ve kanı temizler. Astım, romatizma, egzama ve damar sertliğine karşı faydalıdır. İdrar söktürücüdür. Bağırsakları yumuşatır. Anne sütünü arttırır. Kansere karşı koruyucudur. Biberin Faydaları: İştahı açar, mideyi kuvvetlendirir ve hazmı kolaylaştırır. Romatizmaya iyi gelir. Kanamaları önler. Kırmızı biber, insanı ferahlatır ve nefes yollarını açar. Bronşit ve grip gibi hastalıklarda faydalıdır. Damar tıkanıklığı ve kalp hastalıklarına karşı koruyucudur. Acı biber, İştah açar. Akciğerleri temizler ve balgam söktürür. Eklem iltihaplanması, diş ve boğaz ağrıları, romatizma, sindirim sistemi bozuklukları, soğuk algınlığı gibi rahatsızlıklarda faydalıdır. Narın Faydaları: Harareti keser. Enerji verir ve yorgunluğu giderir. Vücudu, kalbi, mideyi ve diş etlerini kuvvetlendirir. Çarpıntıyı giderir. Mide iltihabı ve ağız yarası için faydalıdır. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Kanser hücrelerinin gelişmesine engel olarak, başta cilt ve prostat kanseri olmak üzere, kansere karşı vücudu korur. Kandaki kolesterol oranını ve tansiyonu düşürür. Damar serliğini önler ve damarları açar. Bu özellikleriyle kalp ve damar hastalıklarına karşı koruyucudur. Kandaki şeker seviyesini de dengeleyerek şeker hastalarına iyi gelir. Cilt sağlığı için de faydalıdır. Nar suyu sesi açar. Portakalın Faydaları: Vücudu ve bağışıklık sistemini güçlendirir. Enerji verir. İyileşmeyi hızlandırır. Yüksek Tansiyonu ve kolesterolü düşürür. Damar sertliğini ve tıkanıklığını önleyen portakal, kalp ve damar hastalıkları ile kansere karşı koruyucudur. Sinirleri yatıştırır ve yorgunluğu giderir. Damarları güçlendirir. Grip ve nezle gibi soğuk algınlığına iyi gelir ve öksürüğü azaltır. Cilt kırışıklıklarını önler, cildin taze ve pürüzsüz görünmesini sağlar. Karaciğeri çalıştırır. Vücuttaki zararlı maddeleri temizler. Kansızlığa iyi gelir. Hazmı kolaylaştırır. İçerdiği folik asit özellikle hamileler ve bebek için çok kıymetlidir. Yukarıda 200 bin nebatat içerisinden sadece 7 tanesinin vücudumuz için faydalarından bahsettik. Görüldüğü gibi her birinin en az birer paragraf hususiyeti bulunmaktadır. Ancak bu sebze ve meyvelerin sadece içerikleri değil, aynı zamanda şekil, renk, koku ve tatları da tam bize göredir. Mesela sadece portakalı ele alırsak, bu meyvenin yuvarlak olan şekli ve turuncu rengi hoşumuza gider. Bu portakalı elimize alıp soymaya başladığımızda ortaya yayılan koku da bize hitap etmektedir. Ve son olarak onu yemeye başladığımızda ağzımıza gelen tat da mükemmeldir. İşte bütün bu özelliklere baktığımızda, bu meyvenin –hususen– bizim için yaratılmış olduğu fikrine varıyoruz. Çünkü hem şekil ve rengin, hem kokunun, hem tadın hem de içindeki vitamin ve minerallerin bana tam uygun olması, bu durumun tesadüfen ortaya çıkamayacağının göstergesidir. Bu meyve ile benim aramda anahtar-kilit gibi bir uyum vardır. Nasıl ki bir kilidi ancak aynı usta elinden çıkan anahtar açabiliyorsa, yeryüzündeki nebatatı ve bizi yaratan Zât’ın (cc) bir olması lazım ki bu uyum sağlansın. Bu hakikati bir örnekle daha açıklayalım. Mesela bir kişi mavi gömlek, siyah pantolon, kahverengi ayakkabı ve beyaz kazaktan hoşlanıyor olsun. Bir gün bu kişinin evine kargo ile bir hediye paketi gelse ve paketten az önce saymış olduğumuz giysiler çıksa, paketin bu kişiyi tanımayan biri tarafından tesadüfen gönderilmiş olma ihtimali olabilir mi? Aklı olup onu kullanan hiçbir kimse bunu iddia edemez. Çünkü bu paket mutlaka bu kişiyi yakından tanıyıp, onun giyim tarzını bilen biri tarafından gönderilmiştir. Aynen öyle de, yüzlerce tür bitkinin bizim göz ve ağız zevkimize göre ve vücudumuza faydalı olacak şekilde gelmesi, bizi bilen, tanıyan bir Zât’ın (cc) varlığını gösterir. Yine bize bunların Rabbimiz tarafından ihsan edildiğinin bir delili de, bu sebze ve meyveleri bizim kendimizin üretemiyor olmamızdır. Sanayi ve teknoloji alanında hayal edemeyeceğimiz bir seviyeye gelmemize, uzaya sayısız uydular göndermemize ve çok şaşırtıcı özelliklere sahip bilgisayarlar üretmemize rağmen, bizim için çok basit gibi görünen bir elmayı, portakalı, karpuzu üretemiyoruz. Acaba aklı, eli, gözü olmayan bir ağaç tarafından hem de tesadüfen veya şuursuz bir tabiatın eseri olarak yapılabilmesi mümkün müdür? Netice olarak küre-i arz, kemal-i muvazene, intizam ve mizan ile feza denizinde üzerindeki yüz binlerce tür zihayat ile güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbaniyedir. Sonsuz bir kudret, irade, ilim, hikmet sahibi olan Cenab-ı Hakk’ı güneşin ziyasının güneşi göstermesinden daha zahir bir şekilde bize gösterir ve tanıttırır. Kâinatı böyle sanat harikalarıyla yaratıp emrimize veren Rabbimize hamd ü senalar olsun…

5. yüzyılda Hîre ile ticaret yapan Hannân (Hayyân) vasıtasıyla Hristiyanlığın girmeye başladılar. 527-565’de Bizans İmparatoru Iustinianos’un zulmünden kaçan monofizitlerin sığınmasıyla Doğu kilisesinin Güney Arabistan’daki başlıca merkezi haline geldi. 523’de, Yahudiliği kabul etmiş olan Himyerîler şehri ele geçirip buradaki Hristiyanlara şiddetli baskı uygulamaya ve dinlerinden dönmeye zorladılar. İnançlarından vazgeçmeyen çok sayıda Hristiyan, içi ateş dolu hendeklere atılarak yakıldı. (Ashab-ı Uhdud) 525’de Hıristiyanlığın koruyucusu Bizans’ın desteğiyle, Habeş Necaşîsi Yemen’e bir ordu gönderdi. Savaş sonunda Himyerî yönetimine son verilmesiyle bölge Habeşistan hâkimiyeti ve Bizans nüfuzu altına girdi. 575’e kadar Habeşistan’ın hâkimiyeti devam etti. Bu dönemde Necran’da birçok kilise ve manastır inşa edildi. Özellikle yakılarak öldürülen Hristiyanların anısına yaptırılan ve Ka‘betü Necrân denilen manastır-kilise ünlü bir ziyaret yeri haline geldi. Hıristiyanlığın hac merkezlerinden biri oldu. Batı ve İslâm kaynaklarında yer alan, Necranlı Hıristiyanların maruz kaldığı ağır işkencelerden Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilir ve bu insanlar için “müminler” tabiri kullanılır. “Müminlere işkence yapan o Ashab-ı Uhdud, çırayla tutuşturulmuş o şiddetli ateş hendeklerinin sahibi kahrolsun. ” Hz Peygamber (sav) Mekke’ nin fethinden sonra bir yazı gönderdi. Bu yazıda; “Bismillah! Allah’ın Resulü Muhammed’den Necran ufkusuna... İbrahim’in, İsmail’in, İshak’ın ve Yakup’un ilahı olan Allah’ın ismiyle başlarım. Şimdi: Ben sizi kullara tapmaktan Allah’a ibadet etmeye, ben sizi kulların dostluğundan Allah’ın dostluğuna davet ediyorum. Bu davetimi kabul etmeye yanaşmazsanız, cizye verirsiniz. Bundan da kaçınırsanız, size harp açacağımı bildiririm.” der. Bunun üzerine Uskuf üç danışmanını da birbiriyle iletişim kuramayacak şekilde çağırttı. Onlara bu mektup hakkındaki düşüncelerini sordu. Üçü de: “Allah’ın İbrahim’e İsmail’in zürriyetinden bir peygamber çıkaracağını vaad buyurduğunu biliyorsundur! Eğer bu zat geleceği vaad edilen peygamber olursa, sen ona iman edecek misin?” Manasında sözler söylediler. Bunun üzerine yetmiş beş köyden ve yüz yirmi bin savaş erinden oluşan Necran ahalisi bir heyet hazırladı. Bu heyette altmış kişi bulunuyordu. Bunlardan dördü eşraf ve yöneticiydi. Medine’ye gelen Necran heyeti süslü ve şatafatlı elbiseler içinde Peygamberimiz (sav) ile görüşmek istediler. Fakat Peygamberimiz (sav) bu hallerinden dolayı onlarla görüşmedi. Hz. Ali’nin (ra) tavsiyesiyle sefer elbiselerini giydiler. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (sav) görüşmeyi kabul etti. Peygamberimiz (sav), heyet başkanlarına; - Müslüman olunuz, buyurdu. Onlar, - Biz eskiden beri Müslümanız, dediler. Peygamberimiz (sav), - Siz yalan söylüyorsunuz! İsterseniz, Müslüman olmanıza engel olan şeyleri size haber vereyim, buyurdu. Onlar, - Haydi, getir, bildir bakalım onları, dediler. Peygamberimiz (sav), - Sizin Allah’a oğul isnat etmeniz, haça tapmanız, domuz eti yemeniz, içki içmeniz sizi İslamiyet’ten menetmiştir ve ediyor, buyurdu. Bugün maalesef Peygamberimiz’in (sav) Hristiyanların İslam çizgisinden çıkma noktasında göstermiş olduğu içkili kutlamalarla miladi yılbaşını geçirme gayretinde olanların kulakları çınlasın. Heyetin baba, oğul, kutsal ruh şeklinde ifade ettikleri Allah anlayışları üzerinde konuşuldu. Heyet başkanlarından Ebu Harise; - Ya Muhammed! İsa hakkında sen ne dersin, diye sordu. Peygamberimiz (sav), - O, Allah’ın kulu ve resulüdür buyurdu. Heyet Peygamberimizin (sav) Hz. İsa’ya “kul” demesine tepki gösterdi. Fakat Peygamberimiz (sav) onun kulluk vasıflarını ortaya koyarak heyeti ilzam etti. Sonra ihtilafa düştüğü konularda Âl-i İmran Suresi’nin 1 ila 64. ayetlerini okudu. “Doğrusu bu, İsa hakkında anlatılan elbette gerçek kıssadır. Ve Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur! Muhakkak ki Azîz /kudreti daima galip gelen, Hakîm / her işi hikmetli olan ise, ancak Allah’tır. Ey Resulüm! Bundan sonra yine yüz çevirirlerse, artık şüphesiz ki Allah, fesad çıkaranları hakkıyla bilendir. De ki: ‘Ey ehl-i kitab! Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin! Şöyle ki: ‘Allah’ tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı rabler edinmesin!’ Buna rağmen (onlar yine de) yüz çevirirlerse artık: ‘Şâhid olun ki gerçekten biz Müslümanlarız’ deyin!” Okunan son ayette ise; Hz. İsa hakkında anlatılanların doğruluğu vurgulanıyor. Bu hakikatten yüz çevirenlerin ise müfsit, bozguncu olduğu belirtiliyor. Sonra da tevhid inancına davet ederek, gerçek müminler ancak muvahhitler, Allah tek Rab olarak kabul edenlerdir diye açıklanıyor. Necran heyetinin teslis inancında, Hz. Meryem ve Hz İsa’ya tapmakta ısrar etmeleri mülayene ayetlerinin nüzulüne sebep olmuştu. Bu ayetlerde; “Artık sana ilim geldikten sonra, kim O’nun (İsa) hakkında seninle tartışırsa, bunun üzerine de ki: iddianızda samimi iseniz gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden dua edelim de Allah’ın lanetini yalancıların üzerine kılalım!” Bu ayetin okunması üzerine kendi aralarında görüşmek amacıyla müsaade istediler. Bir gün sonra Peygamberimiz (sav) aile fertlerini alarak gelip diz çöktü. Bu kararlı duruş karşısında Necran ahalisi mülayeneden / lanetleşmeden kaçındı. Heyet sözcülerinden Ebu Hârise; - Sakın onunla lanetleşmeye kalkışmayınız, helak olursunuz. Yeryüzünde sağ Hristiyan kalmaz, dedi. Akid ile Seyyid arasında geçen konuşmadaysa; - Eğer o gerçekten peygamberse, öyle bir lanet eder ki, ne biz kurtuluruz, ne de bizden sonra gelecek oğul ve torunlarımız kurtulur, denildi. Sonra da Peygamberimiz (sav)’i hakem kılarak hükmüne razı oldular. Cizye vermeyi kabul ederek anlaşma talep ettiler. Bu anlaşmaya göre; - Para, mahsul ve köleleri Necran halkınındır, - Müslümanlara yılda iki bin adet elbise ve belirli miktar gümüş verilecek, - Müslümanlara haraç vergisi ödenecek, - Müslüman elçileri bir aya kadar ağırlanacak, - Yemen’de bir savaş veya isyan baş gösterdiğinde Necranlılar anlaşmada kararlaştırılan miktarda destek sağlayacak, - Necran ahalisi, malları, canları, yurtları, dinleri, kiliseleri, ruhbanlıkları, piskoposlukları, ellerinin altındaki her şeyleri Allah’ın ve Resulü Muhammed’ in himayesindedir. - Piskopos piskoposluğundan, papaz papazlığından, kilise bakıcısı bakıcılığından, kâhin kâhinliğinden değiştirilmeyecek; hal ve durumları, haklarından herhangi bir hak da değiştirilmeyecek, - Faiz alma-verme yasaklanacak, - Necranlılara zulüm ve kötülük yapılmayacak, - Cahiliye devrinden kalma kan davası güdülmeyecek, - Necranlıların ne mahsullerinden öşür / aşar alınacak, ne asker gelip yurtlarını çiğneyecek, ne de kendileri savaş için toplanacak, - Necranda kim bir hak talebinde bulunacak olursa, aralarında insaf ve adalet üzere davranılacak, ne zulüm yapacaklar, ne de zulme uğrayacaklar, - Necranlılar faiz vermemekle mükelleftirler. Gelecekte faiz yiyen kişi, himayemden uzak kalır. Onlardan hiç kimse başkasının yaptığı bir haksızlık ve kötülükten sorumlu tutulmayacak, - Necranlılar bu anlaşmaya uydukları sürece Allah’ın emri gelinceye kadar Allah’ın ve Peygamberin temelli himayesi altında olacaklar, “Heyet, biz istediğin vergiyi sana vereceğiz. Fakat güvenilir bir adamını bize gönder. Güvenilir olmayanı gönderme” dediler. Peygamberimiz (sav); “Ben sizinle öyle bir adam göndereceğim ki, o emniyetlinin de emniyetlisidir. Hakkıyla güvenilirdir” diyerek Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı gönderdi. Bundan sonraki dönem de sulh ortamının tesisiyle pek çok Necranlı Hz. Peygamber (sav)’e iman etti. Bunların içinde Necran heyetinin temsilcilerinden Ebu Alkame Bişr, Seyyid ve Akid de bulunmaktaydı. Rabbim Fahr-ı Kâinat Efendimizin (sav) yanında saf tutan cümle müminlerden razı olsun.

“Evet, Kadir-i Mutlak’ın iki tarzda hem ibdâ‘, hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay, en suhuletli ve belki daimî ve umûmî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ‘-ı zihayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerrâtlarından başka bütün keyfiyât ve ahvâllerini hiçten var eden bir kudrete karşı, “yoğu var edemez” diyen adam, yok olmalı!”1 Yoktan var olmuş bir insanın, var iken yok olması mümkün mü? Malumunuz, mitoz ve mayoz bölünme diye hücrelerin çoğalma mekanizmaları vardır. Aslında daha bunun gibi pek çok farklı mekanizması var iken, dikkatinizi bence yoktan var olmanın dünyada bir numunesi olan “mayoz bölünmeye” çekmek istiyorum. İnsan hücresi 46 kromozomdan oluşur. Anneden gelen 23 kromozom ve babadan gelen 23 kromozomun birleşmesiyle normal bir insan hücresi vücuda gelir. Yani basit kavramla, iki yarım hücrenin birleşmesi ile insanoğlunun ilk hücresi oluşur. Anne veya baba hücresinin 46 kromozomlu hücresinin 23 kromozoma düşmesi, sanki bir elmanın ikiye bölünmesi gibi oluşmaz. Buradaki hayret verici mekanizma şudur: Bölünmeye başlayan hücreler önce 46 kromozomunu kopyalayarak ikiye katlarlar. Yani her bir kromozomdan bir adet daha kopya edilir, sonuçta 46 çift kromozom oluşur. Daha sonra kromozomlar hücrenin merkezinde toplanır. Hücre bölünmesi esnasında iki kutba doğru çekilir. Rakamsal olarak ikiye ayrılırlar. Akabinde hücre zarının da bölünmesiyle iki farklı hücre oluşur. Burada kabataslak verdiğimiz silsilenin içinde, akılları hayrete düşüren, belki binlerce belki yüz binlerce reaksiyon vardır. Ama bu hadisede Cenabı Hakk’ın yoktan var etmesine bir delil, bölünme esnasında kromozomların iki kutba çekilme esnasında gerçekleşir. Burada atadan gelen genetik bilgi içeren kromozomlar crossing over diye tesmiye edilen “birbirine geçme” faaliyetini gerçekleştirir. Bu geçme işlemi, oluşacak yeni hücrelerin anne ve babadan farklı olmasını sağlar. Mesela odamızın içinde bir hücremiz olsa ve bu hücreye A desek, kapıları kapatıp içerde bölünmesini bekledikten sonra tekrar kapıyı açtığımızda karşımıza B ve C hücreleri çıkacak. Bunların vücut yapıları her ne kadar ata hücrelerinin materyallerinden oluşsa da genetik yapılarının değişik olması neticesinde ata hücrelerinden farklı olacaklardır. Yani bizim içerde bıraktığımız A hücresi tamamen ortadan kalkmış ve iki yeni birey karşımıza çıkmış olacaktır. Genetik yapının farklı olması ata yapıdan farklı psikolojik ve fizyolojik değişiklikleri netice vermesi sonucu tamamen ilk hücreden farklı yeni iki birey karşımıza çıkmış olur. İşte burada, var iken yok olan bir birey ve yok iken var olan iki birey karşımıza çıkmış oluyor. Şunu desek yanlış olmaz; ne genetik olarak ne de fizyolojik olarak A hücresi yeni oluşan B ve C hücreleri değildir. A hücresi mazide kaldı ve şu an yok. Eğer hepsinin dili olsa idi ve konuştursaydık, hepsinin birbirinden farklı karakterde ve yapıda olduğunu görecektik. Başta sadece A hücremiz vardı, A hücresi bölündü ve bütün karakterleri ile yok oldu. Şimdi karşımızda ilk başta olmayan, bölünme sonrası oluşan ilk hücremizden ve birbirlerinden farklı iki yeni karakterde hücre bulunmaktadır. Bu, vardan yok olmaya ve yoktan var olmaya küçücük bir delil olmaz mı? *** Aynı mayoz bölünmenin devamında oluşan yarım hücrenin ve babadan gelen diğer yarım hücrenin birleşmesi, davamıza yine bir delil olur. Burada insanın ilk hücresini oluşturan yarım hücrelerin bütün genetik materyalleri, yeni oluşan hücreden farklıdır. Bir odaya koyduğunuz iki hücre, bir süre sonra yok olup yerine tamamen farklı fizyolojide ve karakterde tek bir hücre oluşur. Yine iddiamız bu ki; ilk iki hücre yok oldu ve daha önce yok iken yeni tek bir hücre var oldu. Bunu insan bazında değerlendirirseniz, her doğan yeni bireydeki genetik çeşitlilik ve sosyolojik karakter, o birey dünyaya gelmeden önce yoktu ve gelmesi ile yoktan var oldu. Birey dünyadan gidince, onun aynısı hiçbir zaman gelmeyeceğinden, var olan genetik yapısı ve kişiliği yine yok olacak. Yok, var olmuştu şimdi var yok olacak. Küçük zaviyemizden Cenab-ı Hak Hazretlerinin, varları yok ve yokları var eden kudretine bakmaya çalıştık. Tefekkürümüzü sadece hücre bölünmesinin küçük bir aşamasında gezdirip, kudrete delil olduğunu gördük. Hâlbuki akıp giden zamanın her anında geçen varlar yokluğa suhuletle akarken, anın diğer ucunda yoklar varlık âlemine aynı suhuletle çıkmaktadır. Duamız odur ki, Rabbimiz kasır fehimlerimizi marifetinde cevelan ettirsin. Kaynaklar: 1- (Lem’alar, 23. Lem’a, 205

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ و َاِنْ مِنْ شَئٍْ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ Azîz, sıddîk kardeşlerim! Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kati kanaatim gelmiş ki, Risâle-i Nûr ile kıraaten (okuyarak) ve kitabeten (yazarak) iştigal (uğraşı/çalışma), sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman, o musibet tezâuf edip (artıp) lüzûmsuz şeylerle beni müteessir eder (üzer). Bazı esbaba binaen ben en ziyade Hüsrev’i, Hâfız Ali’yi ve Tâhirî’yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin (ihtiyat, tedbir) ve teslim (her şartta hizmet düsturlarına bağlı kalma) ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. “Acaba neden?” derdim. Şimdi anladım ki, Onlar hakiki vazifelerini yapıyorlar, Malayani (manasız, faydasız) şeylerle iştigal etmediklerinden (uğraşmadıklarından) Ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından Ve enâniyetten gelen hodfurûşluk (kendini beğenme, övünme) ve tenkîd (-zarar verici- eleştiri) ve telâş etmediklerinden, Temkinleriyle, metanet (sağlam duruş) ve itminan-ı kalbleriyle (gönül rahatlığıyla) Risâle-i Nûr şâkirdlerinin yüzlerini ak ettiler. Zındıkaya karşı Risâle-i Nûr’un ma‘nevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak onlardaki nihâyet tevazu‘ ve mahviyetteki tam izzet ve kahramanlık seciyesini, umum kardeşlerimize teşmîl etsin (yaysın). Âmîn. Kardeşlerim! Gaflet ve dünya-perestlikten (sadece dünya menfaatlerini düşünmekten) çıkan dehşetli bir enâniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, -hatta meşru bir tarzda da olsa- enâniyetten (sadece kendini beğenip düşünmekten), hodfurûşluktan vazgeçmek lâzım olduğundan, Risâle-i Nûr’un hakiki şâkirdleri buz parçaları olan enâniyetlerini şahs-ı manevide ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşallah bu fırtınada sarsılmayacaklar. Evet, münafıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir planı, Böyle her biri birer zâbit, birer hâkim hükmündeki eşhası Müşterek bir meselede, Böyle kaçınmak ve birbirini tenkîd etmek asabiyetini veren sıkıntılı yerlerde toplattırır, boğuşturur, manevi kuvvetlerini dağıttırır. Sonra kuvvetini kaybedenlere, kolayca tokatlar vurur. Risâle-i Nûr şâkirdleri hıllet (dostluk) ve uhuvvet (kardeşlik) ve fena fil-ihvân (kardeşinde fani olmak, onu da kendi gibi düşünmek) mesleğinde gittiklerinden, inşallah bu tecrübeli ve münâfıkane planı da akim bırakacaklar. (Şualar-2, s. 385) Saîdü’n-Nûrsî

Ahde vefa; verdiği sözde, ettiği yeminde, yaptığı anlaşmada durmak manasına gelmektedir. Sözünde durmanın, ettiği yeminini yerine getirmenin ve yaptığı anlaşmaya uymanın önemi pek çok ayette1 önemle vurgulanmıştır. Güzel ahlakı ilgilendiren her konuda oldugu gibi bu konuda da en iyi örnek Peygamberimiz (sav)’dir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!2” emri beni ihtiyarlattı diyen Peygamberimiz (sav) bu konuda bize ışık tutmaktadır. Çünkü Allah’a verdiği söze uyma konusunda dikkatli olan bir kul elbette insanlara verdiği sözde de duracaktır. Nitekim bu konuda Peygamberimiz (sav)’in başından geçen birçok hadise vardır. Bunlardan ön plana çıkan Hudeybiye Anlaşması (628 M.) bireyi, toplumu ve devleti ilgilendiren birçok dersi içinde barındırmaktadır. Hendek Savaşı’ndan sonra Hudeybiye Anlaşması’na giden süreç başlamıştı. Nitekim Hicret’in üzerinden altı yıl geçmiş, muhacirlerin sıla hasreti artmıştı. Üstelik günde beş vakit Kâbe’ye dönüp namaz kılmaları hatıralarını tazeliyordu. Peygamberimiz (sav) de dünyaya geldiği bu mukaddes şehri özlemiş; bu hasretle müjdeli bir rüya görmüştü3. Sahabelere; “Ben rüyamda gördüm ki; siz muhakak Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Başlarınızı kazıtacak, saçlarınızı kısaltacaksınız” diyerek rüyasını anlattı. Bu durum sahabeleri çok heyecanlandırdı. Kur’an-ı Kerim de; “Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz”4 ayetiyle Müslümanlara müjde verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) ashabına umre için hazırlanmalarını söyledi. Yapılan hazırlıklardan sonra yaklaşık bin beş yüz5 kişi yola çıktı. Savaş için gelmediklerini göstermek için de yanlarına yetmiş tane kurbanlık aldılar.6 Sahabeler yolculuk sırasında; Kuyudan su fışkırması, Kurumuş kuyunun su ile dolması Parmaklarından su akması7 gibi mucizelere şahit oldular. Böylece çöldeki susuzluklarını Allah’ın mucizeleriyle giderdiler. Meşakkatli yolculuğun ardından Hudeybiye’ye varan Peygamberimiz, ilk olarak Hz. Hıraş’ı Mekke’ye elçi olarak gönderdi. Amaçlarının Kabeyi tevaf edip kurban kestikten sonra geri dönmek olduğunu bildirdi. Fakat müşriklerden bazıları elçinin devesini öldürdü ve canına kast etmeye çalıştı.8 Buna karşılık Peygamber Efendimiz (sav) ve sahabeler Mekke’den gelen elçilere iyi davranmıştı.9 Bu iyi davranışlara rağmen ikinci olarak gönderilen Hz. Osman (ra) da müşrikler tarafından esir alındı. Bu durumun uzaması Hz. Osman (ra)’ın öldürüldüğü şeklinde haberlerin yayılmasına sebeb oldu.10 Savaştan başka çare kalmadığını gören Müslümanlarla Peygamberimiz arasında, Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de övdüğü11 Rıdvan Biatı gerçekleşti. Savaş hazırlığı başladı. Bunun üzerine durumun ciddiyetini gören müşrikler Hz. Osman (ra)’ı serbest bıraktı.12 Müslümanların kararlılığını gören Mekke müşrikleri Süheyl b. Amr başkanlıgında13 bir anlaşma heyeti gönderdiler. Kâtipliğini Hz. Ali’nin14 yaptığı anlaşma karara bağlanarak yazıldı. Bu anlaşmaya göre; İki taraf da birbirine karşı olan her türlü kin ve düşmanlığını gizleyecek, açığa vurmayacak, On yıl savaş yapılmayacak, Arada ne hırsızlık ne de hainlik olmayacak, Müslümanlar o sene Kâbe’yi ziyaret etmeden dönecek. Bir yıl sonra üç gün Mekke’de kalarak Kâbe’yi ziyaret edebilecek, Ticari dolaşım serbest olacak, Mekkelilerden Müslüman olan biri velisinden izin almadan Medine’ye sığınırsa geri verilecek. Fakat Müslümanlardan Mekkelilere sığınan olursa geri verilmeyecek.15 Yazdığımız son maddeye sahabeler; “Sübhanallah! Müslümanların yanına gelmiş olan bir Müslüman nasıl geri çevrilir?” dediler. Hz Ömer; “Ya Resulallah! Bu şartı da kabul edecek misin?” diye sorar. Peygamberimiz (sav) gülümseyerek; “Evet” der ve ilave eder: Bizden onlara gidecek olanları Allah bizden ırak etsin. Onların yanından bize gelip geri vereceğimiz kimselere gelince; Allah kendilerini biliyordur ve onlar için elbette bir genişlik bir çıkar yol yaratacaktır.16 Tam imzaların atılacağı sırada Müşrikler heyeti başkanının oğlu Ebu Cendel, ayağındaki zincirleri sürükleyerek çıkageldi.17 Müslümanlara sığınan oğlunu gören Süheyl b. Amr, Peygamberimize (sav); “İşte ey Muhammed! Yaptıgımız anlaşmaya göre bana geri vereceğin kişilerin ilki” dedi. Peygamberimiz (sav); “Biz anlaşma maddelerini daha imzalamadık” buyurdu. Süheyl b. Amr; “Ey Muhammed! Aramızdaki anlaşma hükümleri, oğlum yanına gelmeden önce kararlaşmış ve tamamlanmıştır” dedi. Peygamberimiz (sav); “Onu benim için anlaşma hükümlerinin dışında tut ve yazıyı imza et” dedi. Süheyl b. Amr; “Ben onu asla anlaşma dışında tutmam ve sana bırakmam” dedi. Peygamberimiz (sav); “Hayır! Benim için bunu yapacaksın” buyurdu. Süheyl b. Amr; “Yapmam” dedi. Ebu Cendel’i Müslümanların yanında bırakmaya yanaşmadı. Babası Ebu Cendel’i sürükleye sürükleye müşriklerin yanına götürdü. Ebu Cendel götürülürken; “Ey Müslümanlar cemaati! Müslüman olarak yanınıza geldiğim halde, şimdi beni müşriklere iade mi ediyorsunuz? Geri mi çevriliyorum? Uğradığım işkenceleri görmüyor musunuz? Ya Resulallah! Ey müslümanlar cemaati! Siz bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi geri çeviriyorsunuz?”18 diye feryad ediyordu. Müslümanlarsa bu feryatları gözyaşlarıyla izliyorlardı. Peygamberimiz (sav); “Ey Ebu Cendel! Sen biraz daha sabret. Cenab-ı Hak yakında seni ve Mekke’de hapsedilmiş olan Müslümanları bu beladan kurtaracaktır.19 Biz müşriklerle aramızda bir barış anlaşması yaptık. Bu yolda kendilerine Allah’ın adıyla söz verdik. Onlarda bize Allah’ın adıyla söz verdi. Biz onlara verdiğimiz sözde vefasızlık edemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz!”20 buyurdu. Arkasından Ebu Cendel’in Mikrez b. Hafs21 tarafından himaye edilmesini sağladı. İşkence edilmesini önleyerek müşriklere teslim etti. Hazreti Ömer (ra)’ın, “Ya Rasulallah! Ebu Cendel’i müşriklere niçin veriyoruz? Niye bu zilleti kabul ediyoruz”22 sorusuna Peygamberimiz (sav), “Biz bu konuda onlarla anlaşma yapmış bulunuyoruz. Dinimizde ahde vefasızlık yoktur”23 buyurdu. Anlaşmadan sonra müşrik heyeti Mekke’ye doğru yola çıktı. Müslümanlar ise Beytullah’ı ziyaret edememenin hüznüne kapıldı. Oysa Kur’an-ı Kerim ve Resulullah (sav)’in müjdesiyle yola çıkmışlardı. Hz. Ömer (ra) başta olmak üzere bazı sahabeler Peygamberimize; “Ya Resulallah! Sen bize Mescid-i Haram’a girip, Kâbe’nin anahtarını alacağımızı söylememiş miydin? Hâlbuki ne kurbanlık develerimiz ne de biz Beytullah’a kavuştuk.” Bunun üzerine Peygamberimiz; “Ben size bunun bu seferiniz sırasında olacağını söyledim mi?” diye sordu. Hz. Ömer; “Hayır” cevabını verdi. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz (sav); “O halde tekrar ediyorum; sen muhakkak Mekke’ye gidecek ve Kâbe’yi tavaf edeceksin”24 buyurdu. Hudeybiye Anlaşmasının seyrine ve maddelerine bakıldığında Müslümanların aleyhine olduğunu söylemek mümkün. Nitekim bazı sahabelerin itirazı da bunun bir göstergesidir. Fakat Peygamberimiz (sav) tarafından tasdik edilen bu anlaşmanın manevi bir fetih olduğu çok geçmeden anlaşılacaktı. Efendimizin ne kadar ileri görüşlü olduğu görülecekti. Bu fetih aynı zamanda diğer fetihlerin de anahtarı olacaktı. Çünkü anlaşmanın yapılmasının üzerinden iki yıl bile geçmeden o zamana kadar Müslüman olanların sayısından daha fazla kişi İslam’a girmiştir.25 Hudeybiye’ye gelenlerin sayısı bin beş yüz iken, iki yıl sonraki Mekke’nin fethine on bin kişinin katılması önemli bir ölçü olsa gerektir. Bu durum bize gösteriyor ki ahde vefanın sonucu güzel olmuştur. Barış ortamında insanların üzerindeki baskı ve taassup kalkmıştır. İnsanlar Kur’an’ın emirlerini değerlendirme imkânı yakalamış; Kur’an’ın akıllara ve kalplere tesir eden hakikatleri maddi kılıçlardan daha büyük tesir uyandırmıştır. Halid b. Velid, Amr b. As, Osman b. Talha (ra)26 gibi onurlu ve başarılı komutan ve devlet adamları İslam’a girmiştir. Bu yeni ruh ve taze güçle Hayber, Mekke, Huneyn zaferlerinin kapısı aralanmıştır. Anlaşmadan sonraki dört yıl içinde Arabistan Yarım Adası’ nın tamamı İslam Çatısı altında toplanmıştır. Ahde Vefa Allah’ın, Müslümanları muzaffer kılmasıyla neticelenmiştir. Kaynaklar: 1- İsra suresi 34. Ayet, Nahl Suresi 91. 92. 94. 95. Ayetler, Mu’minun Suresi 8. Ayet, Mearic Suresi 32. Ayet, Bakara 225. Ayet, İnsan Suresi 7. Ayet, Hucurat Suresi 15. Ayet, Saf Suresi 2. – 3. Ayetler, Maide Suresi 89. Ayet2- Hud Suresi 112. Ayet3- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, c.1, s.488, Suruç Salih, Kainatın Efendisi Peygamberimizin (ASM) Hayatı s. 5634- Fetih Suresi 27. Ayet5- M. Asım Köksal, İslam Tarihi, c.5, s.3376- Doguştan Günümüze İslam Tarihi, c.1, s.488, Suruç Salih, a.g.e., s. 5647- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s. 364-366-367, Suruç Salih, a.g.e., s. 5678- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s.385, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, c.1, s.490, Suruç Salih, a.g.e. s. 5709- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s.382-386-390, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, c.1, s.48910- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, c.1, s.49011- Fetih Suresi, ayet 18-1912- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s.401, Suruç Salih, a.g.e., s. 57413- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.491, Suruç Salih, a.g.e., s. 57414- Suruç Salih, a.g.e.s. 57515- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s. 415-416-417, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.491, Suruç Salih, a.g.e., s. 57616- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5 s. 418, Suruç Salih, a.g.e., s. 57717- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.49118- M. Asım Köksal, İslam Tarihi, c.5, s.419, Suruç Salih, a.g.e., s. 57819- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.49220- M. Asım Köksal, a.g.e., c5, s.422, Suruç Salih, a.g.e.s. 57921- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.49222- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, c.1, s.49223- M. Asım köksal, a.g.e., c.5, s.425, Suruç Salih, a.g.e.s. 57924- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s.434, Suruç Salih, a.g.e., s. 58025- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.493, Suruç Salih, a.g.e., s. 56726- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.493, Suruç Salih, a.g.e., s. 567, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.33, s.475

Yeni Padişah hazırdı; sadece üç ay tahtta kalmış olan ve o sıralarda Çırağan Sarayı’nda yaşayan V. Murad... Bu karışık durumdan faydalanıp küçük bir ihtilalle, V. Murad’ı gayet tabi tekrar tahta çıkarabilirdi. Öyle çok karmaşık bir plana da ihtiyacı yoktu. Etrafına toplayacağı taraftarlarıyla Çırağan Sarayına bir baskın yapacak ve işi çabucak halledecekti. Çırağan Sarayı Osmanlı’nın ve dolayısıyla İstanbul’un semalarında kara bulutların dolaştığı günlerdi. İngilizler, donanmalarını Çanakkale’den Marmara Denizi’ne sokarak Mudanya Limanı’na demirlemişlerdi. Öte yandan Ruslar da on iki bin kişilik bir fırkalarını Küçükçekmece mıntıkasındaki köylere kadar getirmişlerdi. Padişahın aylar öncesinden razı olduğu barış müzakereleri başlamak üzereydi. Gazi Osman Paşa’nın onca kahramanlıklarına rağmen Ruslarla yapılan harbin neticesi akim kalmıştı. Bu arada mütareke yapılmış, Osmanlı her yönden ağır şartlar taşıyan Ayastefanos Antlaşmasını imzalamıştı. Padişah Sultan II. Abdülhamid ise kıvrak zekâsıyla, mevcut şartları hafifleterek devleti nasıl bu zor vaziyetten kurtarabileceğini düşünüyordu. Saltanatının ileriki yıllarında hep önüne bir imdat simidi gibi çıkacak olan denge siyasetini burada da kullanabilirdi. Bir tarafta sıcak denizlere inme hayaliyle yanıp tutuşan Rusya, diğer tarafta Rusya’nın Osmanlı ve boğazlar üzerindeki emellerini engellemeye çalışan İngiltere… Padişah bunları düşünedursun, Galatasaray İdâdîsi’nin eski müdürü Ali Suavi, devleti bu zor durumdan kurtarmak için çok daha parlak fikirler geliştiriyordu. Galatasaray İdâdîsi Müdürlüğünden azledilmesiyle bütün hayalleri suya düşen Ali Suavi, kendisini yetiştirerek elde ettiği bilgiler ve kuvvetli hitabeti sayesinde camilerde vaaz vermekte ve gazetecilik yapmaktaydı. Devrindeki birçok genç gibi o da Fransa’ya gitmiş, hatta orada gazete bile yayınlamıştı. Ona göre, devletin bu zor duruma düşmesinin en büyük faili padişahtı. Bu sebeple derhal tahttan indirilmesi gerekiyordu. Yeni Padişah da hazırdı; sadece üç ay tahtta kalmış olan ve o sıralarda Çırağan Sarayı’nda yaşayan V. Murad… Bu karışık durumdan faydalanıp küçük bir ihtilalle, V. Murad’ı gayet tabi tekrar tahta çıkarabilirdi. Öyle çok karmaşık bir plana da ihtiyacı yoktu. Etrafına toplayacağı taraftarlarıyla Çırağan Sarayına bir baskın yapacak ve işi çabucak halledecekti. En Basit Darbe Planı 20 Mayıs 1878 günü Ali Suavi’nin ve Nişli Salih’in işleri çoktu. Öncelikle altı yüz yıllık çınarı kurumaktan kurtaracakları arkadaşlarıyla Kuzguncuk’ ta bir araya geleceklerdi. Daha sonra da kendilerini Çırağan Sarayı’nın rıhtımına götürecek mavnaya bineceklerdi. Bu arada elbette ki Ali Suavi’nin haftalardır Salih’le birlikte sokak sokak dolaşarak yanlarına çektikleri perişan Balkan muhacirlerini de unutmamak gerekirdi. Onlar olmasa daha sarayın içine bile giremeden yakalanırlardı. Esas yekûnu bu muhacirler oluşturuyorlardı. 93 Harbi sebebiyle Rus ordularının önünden kaçarak Payitahta sığınan bu mazlumlar, aylardır İstanbul’daydılar ve hakikaten zor durumdaydılar. Onlara muhteşem reçeteler sunan Ali Suavi’ye de hemencecik inanmışlardı. Muhacirler önce Mecidiye Camii önünde toplanacaklar, ardından da sarayın istinad duvarlarını aşıp Ali Suavi ve adamlarıyla sarayın rıhtımında bir araya geleceklerdi. Saat tam on birde... Çırağan Sarayına Baskın Mavnadan rıhtıma önce Ali Suavi, ardından da Salih atladı. Çünkü en mühim iş onlarındı. Müstakbel padişahlarını onlar, bu altın kafesten dışarıya çıkaracaklardı. Plan tıkır tıkır işliyordu. Muhacirlerle birlikte sayıları beş yüzü bulmuştu. Önce rıhtımdaki daha sonra da Paşa Dairesi ve Serdab Köşkü önündeki muhafızların silahlarını alarak içeri girmeyi başardılar ve sarayın zemin katını doldurdular. Ali Suavi ve Salih kalabalığın arasından çıkarak, merdivenleri adeta tırmanırcasına çıkmaya başladılar. Çok hızlı olmalıydılar. Bir dakikalık bir gecikme bile planlarının suya düşmesine sebep olabilirdi. Kapıyı çalmadan doğrudan girdiler V. Murad’ın odasına... Hal edilmiş padişah V. Murad, öğle yemeğini yemek için hazırlanıyordu. Kapıdan iki garip adamın içeri girmesiyle önce afalladı, sonra da şaşkınlıktan sanki dilini yutmuş gibi öylece bakakaldı. Ali Suavi doğrudan eski padişahın ayaklarına kapandı. Ve gayesini kendince iki cümleyle özetleyerek şöyle dedi: - Efendim sana biat etmeye geldik. Bizi Moskof’un elinden kurtar. 5. Murad, seyrek siyah sakallı, tahminen kırk yaşlarındaki bu muhacir kılıklı adamın tam olarak neyi kastettiğini anlayamamıştı. Üstelik bu adam buraya nasıl gelmişti. O daha bunları düşünürken, Ali Suavi hemen ayağa kalktı. Kapının yanında bekleyen Salih’e şöyle bir göz işareti yaptı. Salih koştu, V. Murad’ın sol koluna girdi. Ali Suavi de sağ koluna... Eski padişahı adeta sürüklercesine odadan dışarı çıkardılar. Bu sıralarda, yakınlardaki bir berber dükkânında her şeyden habersiz tıraş olmaktaydı, Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa... Okuma yazması olmayan ve imzasını Arapça yedi ve sekiz rakamlarını bir araya getirerek atmasından dolayı ‘Yedi-Sekiz Hasan Paşa’ lakabıyla ünlenen bu zat, kıvrak zekâsıyla hayatı boyunca birçok olayın üstesinden gelmiş alaylı bir mirlivaydı. Hasan Paşa’nın tıraşı tam bitmek üzereyken, içeriye bir muhafız girdi ve sadece birkaç yüz metre ötede bulunan sarayda, neler olup bittiğini bir çırpıda anlattı. Tıraşı biten Hasan Paşa muhafızın elindeki sopayı aldı ve: -Çabuk karakola git, zaptiye neferleri yetişsin, dedi. Kendisi de doğruca Çırağan Sarayı’na doğru koşmaya başladı. Yaklaşık beş dakika önce beş yüz kadar asinin içeri girdiği sarayın ana kapısından bu sefer Hasan Paşa, elindeki sopayla birlikte yalnız başına girmekteydi. Hasan Paşa kalabalığın heyecanlı bekleyişini de fırsat bilerek, kimseyi şüphelendirmeden birkaç dakika önce Ali Suavi’nin çıktığı merdivenin kenarına doğru yürümeye başladı. Bu sırada Ali Suavi ve Nişli Salih, V. Murad’ın koluna girmiş oldukları halde, merdivenin başında göründüler. Birden galeyana gelen kalabalık, “Padişahım çok yaşa!” diye bağırmaya başladı. Hasan Paşa merdivenin arkasına gizlenmiş, elindeki sopayla Ali Suavi’nin tam hizasına gelmesini beklemekteydi. Ali Suavi planının hiç pürüz olmadan işlemesinin verdiği mutlulukla, merdivenin basamaklarından inmeye başladı. Kalabalık, tamamen, merdivenden inen o üç kişiye kilitlenmiş, top atılsa duyulmayacak bir gürültüyle “Padişahım çok yaşa!” demeye devam etmekteydiler. Hasan Paşa, Ali Suavi tam hizasına geldiği anda, elindeki sopayı bütün kuvvetiyle onun kafasına indirdi. Ağzından inilti bile çıkmayan Ali Suavi olduğu yere yığıldı ve oracıkta can verdi. İhtilalciler daha neye uğradıklarını anlayamadan, içeriye zaptiye neferleri girmeye başlamıştı bile...

İstişarede manevi bir kuvvet vardır on kişinin istişaresi, bin kişilik bir kuvveti içinde barındırır. Fertlerin bir araya gelip istişare etmesi Allah Teâla’nın yardımına vesile olur. بر اولمه مزڭ و برابر يول آلمه مزڭ تأميناتي “ايشته اللّٰهدن بر رحمت ايله دركه، سن اونلره يوموشاق داوراندڭ. حالبوكه قبا، قاتي قلبلي اولسه يدڭ، البته (اونلر) اطرافڭدن طاغيليرلردي. آرتق اونلري عفو ايت، اونلر ايچون مغفرت ديله و (حقّنده وحي كلمه ين بر) ايش خصوصنده اونلرله استشاره ايت! فقط (بر كوروشده) قرار قيلديغڭده، آرتق (ايشه كيريش و) اللّٰهه توكّل ايت! محقّقكه الله، توكّل ايدنلري سور”. بو آيت كريمه نازل اولديغنده الله رسولي (ص ع و) “بيليڭزكه، الله و رسولي استشاره ياپمه يه محتاج دگلدر. فقط الله بوني بنم امّتمه بر رحمت قيلدي. اونلردن هر كيم استشاره ايدرسه طوغري يولدن محروم قالماز. هر كيم ده ترك ايدرسه خطادن قورتولماز” بويورمشدر. *** استشاره ؛ فكر صورمه، دانيشمه، بر خصوص حقّنده، طوغري يه اولاشمق ويا ياقلاشمق غايه سيله بر باشقه سنڭ كوروشنه باش وورمق ديمكدر. ربّمز آخرتده مكافاتلانديراجغي انسانلرڭ وصفلريني صاياركن نمازڭ و زكاتڭ همن ياننده “اونلرڭ ايشلري آرالرنده دانيشمه ايله در” بويورارق نماز و زكات كبي اسلامڭ تمل عنصرلريله برابر استشاره يي ده ذكر ايتمسي، مشورتڭ نه قدر اهمّيتلي اولديغني اورته يه قويمقده در. *** الله رسولي (ص ع و) استشاره يه چوق أونم ويرردي. او (ص ع و) جناب حقّڭ كسين امرلري بولونديغي مسئله لرڭ طيشنده استشاره يي ترك ايتمز، مشورتڭ حقّنى تام معناسيله ايفا ايدردي. سوكيلي پيغمبريمز (ص ع و) فكر أوزكورلگنه و چوق سسليلگه دگر ويرر، مناسب اولان كوروشلري، معقول اولان فكرلري همن تطبيق ايدردي. الله رسولي اگر بر مسئله ده آرقداشلريله استشاره ياپمش ايسه صوڭوجنده ضرر بيله كورسه، كندي فكرينى طاياتماز، اصحابڭ كوروشلريني حياته كچيرير، چوغونلغڭ قرارينه صايغي دوياردي. حضرت خديجه سوكيلي پيغمبريمزه (ص ع و) اوليلك تكليف ايتديگنده پيغمبر افنديمز (ص ع و) أوڭجه عمجه لرينه دانيشمش، صوڭره قبول ايتمشدر. نمازه دعوت ايچون مسلمانلري مسجده نه ايله طوپلاياجغي قونوسنده اصحابيله استشاره ايتمشدر. بدر صواشنده مهاجر و انصارڭ آيري آيري كوروشني آلمش، اويوم صاغلادقدن صوڭره حركته كچمشدر. عين صواشده قراركاهڭ نره سي اولاجغي و صواشڭ صوڭنده اسيرلرڭ نه ياپيلاجغي نقطه سنده استشاره ياپمشدر. احد صواشندن أوڭجه صواشڭ صاوونمه مي؟ يوقسه ميدان صواشيمي؟ اولاجغي قونوسنده اصحابنڭ فكرينه باش وورمشدر. خندق صواشنده رسول اكرم افنديمز (ص ع و) اصحابيله استشاره ايتمش خندق قازيلمه سنه سلمان فارسينڭ تكليفيله قرار ويرمشدر. *** انسانڭ تك باشنه أوزرندن قالقاماياجغي بر چوق مسئله واردر. بويله مسئله لرده انسان استشاره سايه سنده قولايلقله او ايشڭ أوسته سندن كله بيلير. استشاره ياپمامق ويا بوني كندينه لايق كورمه مك، كنديني بگنمه نڭ بر علامتيدر. چونكه انسان ياراتيليش اعتباريله جاهل و ضعيف اولارق ياراتيلمشدر. صوسيال مسئله لرڭ بر كيشي طرفندن هر يوڭيله بيلينمه سنڭ زورلاشديغي بر زمانده باشقه لرندن يارديم آلمق قاچينيلمازدر. اللّٰه تعالي ”اگر بيلمييورسه ڭز علم صاحبلرينه صورڭ “ بويورمقده در. استشاره انساني تنبللكدن، يكنسقلقدن اوزاق طوتار. حياتڭ آغير يوكني خفيفلتير. صوڭوجه خيزلي طوغري و كوگنلي بر شكلده اولاشديرر. بويله بويوك بر نتيجه، بويله دگرلي بر قازانچ ترك ايديلمه مليدر. *** استشاره ايدركن كوزدن قاچيرمامه مز كركن بعض نقطه لر واردر. كيمڭله استشاره ياپيلديغي استشاره نڭ صحّتي ايچون أونمليدر. استشاره ياپديغمز كيشينڭ اڭ أونملي أوزللگي اونڭ كوگنيلير اولمسيدر. طوغري يي سويله يه جگندن امين اولونمايان بر كيمسه ايله ياپيلان استشاره فائده صاغلاماز. استشاره ياپيلان كيمسه كرچگي كيزله مه ملى! بيلكيسنه باش ووران كيمسه يه يول كوسترمليدر. استشاره ايديلن شخص مسلمان قرداشنڭ احتياجنى كيدرديگنڭ فرقنده و بيلينجنده اولمليدر. استشاره ياپيلان كيشي بيلكيلي، عقللي و عابد اولمليدر. آخرت و عدالت ترازوسني اساس طوتابيله جك كيشيلرله استشاره ياپيلمليدر. زيرا آلديغمز قرارلرڭ نتيجه لري ساده جه بو دنيامزي اتكيله مكله قالماز آخرتمزي ده اتكيسي آلتنه آلير. اونڭ ايچون آلديغمز قرارلرده بو كرچگي اونوتماملي، تجربه لي و عقللي كيشيلرله استشاره ياپملي يز. *** كونمزه قدر كلن بتون تكنولوژيك كليشمه لر فكرلرڭ بربرينه اكلنمسي صوڭوجنده اولوشمشدر. بولوشلرڭ هر بري كنديسندن أوڭجه كيلردن الهام آلارق ويا اتكيلنه رك اورته يه چيقمشدر. زمان و زميني آشارق ياپيلان بو فائده لي استشاره انسانلغڭ ايلرله مه سنده جدّي رول اوينامشدر. بيريلرڭ استشاره ياپديغي كبي عصرلر ده قطعه لر ده بربرلريله استشاره ياپار. هر بر مسلمان ديگر بر مسلمانله زمان و زمينه باقمقسزين استشاره ياپابيلير و ياپمليدر. استشاره ايله بتون مسلمانلر قرداش حكمنه كچوب بر طوپليلق كبي عين رفلكسي ويره بيلير. سوينچلري و أوزونتولري عين اولان بر اسلام طوپليلغي آنجق استشاره ايله تأمين ايديله بيلير. بويله بر باقيش آچيسيله بتون اسلام طوپراقلريني بر جامع، بتون مسلمانلري عين صفده اوموز اوموزه طوران بر جماعت اولارق دوشونمك ممكندر. *** استشاره ده معنوي بر قوت واردر اون كيشينڭ استشاره سي بيڭ كيشيلك بر قوتي ايچنده بارينديریر. فردلرڭ بر آرايه كلوب استشاره ايتمه سي اللّٰه تعالينڭ يارديمنه وسيله اولور. طوپلومده آيريلغه سبب اولان حاللر استشاره ايله چوزومه قاووشديرولابيلير. فردلرڭ فكرلرنده كي طاغينيقلق و بولانيقلق استشاره ايله كيدريلير. استشاره بر ملّتي طوپ يكون اولارق ياڭليش آديم آتمقدن آليقويار. بتون وارلقلر آراسنده معنوي و فطري بر استشاره واردر. هر بري ديگرينه محتاج و مجبوردر. دنيا آي و كونش بربرندن باغيمسز اولارق حركت ايتمز. آرالرنده كي حركتلرڭ اويوملي اولمسي بربرلريله ارتباطلي اولدقلريني كوسترير. انسان ده ديگر وارلقلرله علاقه لي بر حالده ياراتيلمشدر. ياراتيليش اعتباريله باشقه لريله معنًا و مادةً بر آليش ويريشه احتياج دويار. اڭ بويوك خطا، انسانڭ كنديني خطاسز ظنّ ايتمه سيدر. خطايي آزالتمق ويا هيچه اينديرمك انسانڭ بنلكدن صييريلوب هر شيئي بيلمه سنڭ ممكن اولماديغني فرق ايتمه سيله اولور. انسان بونڭ فرقنده اولديغنده استشاره يه نه قدر احتياجي اولديغني حسّ ايدر. “هر علم صاحبنڭ أوستنده داها ايي بر بيلن واردر”. بر علمده او علمي بيلن قونوشور. بيلن كيشيدن استفاده ايتمك انساني ضرردن قورور. كيشي بر مسئله ده ساده جه بر عقليله دوشونور ايكي كوزيله كورور. آنجق اون كيشينڭ قاتيلديغي بر استشاره ده دوشونن اون عقلدر، كورن يگرمي كوزدر. البته بويله فائده لي و يوكسك قازانچلي بر اويغولامه ترك ايديلمه مليدر. استشاره زنكين-فقير، عالم-جاهل، بويوك-كوچك هركسڭ محتاج اولديغي بر حقيقتدر. استشاره ايدن موفّق اولور، استشاره يي ترك ايدن دگر/لي/لريني ييتيرير، غائب ايدر. استشاره زمان غائبي دگل، عمر سرمايه سني بردن بيڭه چيقاران قازانچلي بر تجارتدر. استشاره حضورڭ و كوگنڭ، سعادت و موتلولغڭ آناختاريدر. *** انسان بر شيئي ياپمه يه قرار ورديگي زمان عقلي، قلبي و حسّي برلكده قوللانوب، حركت ايتمليدر. بو ايسه انسانڭ كنديسي ايله استشاره سيدر. جناب حق قرآن كريمده انساني عقلنه حواله ايدرك، “عقلڭه باق” دير. “فكريڭه، قلبڭه مراجعت ايت، استشاره ياپكه ؛ حقيقتي بولاسڭ و بيله سڭ كچمش قوملردن عبرت آلوب كله جك معنوي بلالردن قورتولمه يه چاليش” معناسنه كلن آيتلر انساني، عقلنه حواله ايدوب، فكريله مشورته دعوت ايدر. *** استشاره ده اصل اولان، چوغونلغڭ قراريني كوز أوڭنده بولونديرارق كندي كوروشندن واز كچه بيلمكدر. استشاره، هر فكره أونم ويرمك، يڭيلكلره قارشي أوڭ يارغي بسله مه مكدر. فردي، شخصي، عندي نظردن صييريلوب، قولكتيف بر شعورله، حركت ايده بيلمكدر. مشورتده بنلك و كندي فكرنده اصرار مقصدي كري بيراقير. عمومي مقصده خدمت ايدن بر فكر اولديغنده او فكره صاحب چيقمق مشورتڭ حقّيدر. بر عائله ده حضور ايستييورسه ق مشورته ير ويرملي يز. بر ايش يرنده سكونت و سلامت ايستييورسه ق چوق سسليلگه أونم ويرملي يز. طوپلومده حضور، فكر حريتي ايله تأمين ايديله بيلير. (آنجق آنارشيست و بوزغونجيلرڭ سرد ايتديگي (ف)كرلر دگل.) *** طوپلومسال حادثه لرده آلينان اورتاق قرارلر اگر باشاريلي بر شكلده صوڭوچ ويررسه موفّقيت هركسي ممنون ايدر و انسانلرده او ايشه صاحبلنمه حسّي آرتار. اگر قرارلر باشاري ايله صوڭوچلانمازسه قرار اورتاق اولديغي ايچون ايشڭ أوسته سندن هپ برابر كلمك داها قولاي اولور و مسئوليت پايلاشيلير، پايلاشيلدقجه حفيفلر. هر ايكي طورومده ده قاتيليمجي، پايلاشیمجي، چوغولجي، بيلينچلي بر آڭلايش واردر. مشورت طوپلومده مسئوليتده و باشاريده اورتاق سوينجي ياقه لامه مزه سبب اولور. طوپلومده اورتاق دويغولري پايلاشمق معناسنه كلن “هپ برابر كوله بيلمك”، “هپ برابر أوزوله بيلمك” حسّياتي آنجق مشورتله تأمين ايديله بيلير.a “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için mağfiret dile ve (hakkında vahiy gelmeyen bir) iş hususunda onlarla istişare et! Fakat (bir görüşte) karar kıldığında, artık (işe giriş ve) Allah’a tevekkül et! Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri sever.”1 Bu ayet-i kerime nazil olduğunda Allah Resulü, “Biliniz ki, Allah ve Resulü (sav) istişare yapmaya muhtaç değildir. Fakat Allah bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz”2 buyurmuştur. *** İstişare; fikir sorma, danışma, bir husus hakkında, doğruya ulaşmak veya yaklaşmak gayesiyle bir başkasının görüşüne başvurmak demektir. Rabbimiz ahirette mükâfatlandıracağı insanların vasıflarını sayarken, namazın ve zekâtın hemen yanında “Onların işleri aralarında danışma iledir”3 buyurarak namaz ve zekât gibi İslam’ın temel unsurlarıyla beraber istişareyi de zikretmesi, meşveretin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır. *** Allah Resulü (sav) istişareye çok önem verirdi. O (sav) Cenab-ı Hakk’ın kesin emirleri bulunduğu meselelerin dışında istişareyi terk etmez, meşveretin hakkını tam manasıyla ifa ederdi. Sevgili Peygamberimiz (sav) fikir özgürlüğüne ve çok sesliliğe değer verir, münasip olan görüşleri, makul olan fikirleri hemen tatbik ederdi. Allah Rasulü (sav) eğer bir meselede arkadaşlarıyla istişare yapmış ise sonucunda zarar bile görse, kendi fikrini dayatmaz, ashabın görüşlerini hayata geçirir, çoğunluğun kararına saygı duyardı. Hz. Hatice Sevgili Peygamberimize (sav) evlilik teklif ettiğinde, Peygamber Efendimiz (sav) önce amcalarına danışmış, sonra kabul etmiştir. Namaza davet için Müslümanları Mescide ne ile toplayacağı konusunda ashabıyla istişare etmiştir. Bedir savaşında Muhacir ve Ensar’ın ayrı ayrı görüşünü almış, uyum sağladıktan sonra harekete geçmiştir. Aynı savaşta karargâhın neresi olacağı ve savaşın sonunda esirlerin ne yapılacağı noktasında istişare yapmıştır. Uhud savaşından önce savaşın savunma mı, yoksa meydan savaşı mı olacağı konusunda ashabının fikrine başvurmuştur. Hendek savaşında Resul-i Ekrem Efendimiz (sav) ashabıyla istişare etmiş, Hendek kazılmasına Selman-ı Farisi’nin teklifiyle karar vermiştir. *** İnsanın tek başına üzerinden kalkamayacağı birçok mesele vardır. Böyle meselelerde insan, istişare sayesinde kolaylıkla o işin üstesinden gelebilir. İstişare yapmamak veya bunu kendine layık görmemek, kendini beğenmenin bir alametidir. Çünkü insan, yaratılış itibariyle cahil4 ve zayıf 5 olarak yaratılmıştır. Sosyal meselelerin bir kişi tarafından her yönüyle bilinmesinin zorlaştığı bir zamanda başkalarından yardım almak kaçınılmazdır. Allah-u Teâla “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun”6 buyurmaktadır. İstişare insanı tembellikten, yeknesaklıktan uzak tutar. Hayatın ağır yükünü hafifletir. Sonuca hızlı, doğru ve güvenli bir şekilde ulaştırır. Böyle büyük bir netice, böyle değerli bir kazanç terk edilmemelidir. *** İstişare ederken gözden kaçırmamamız gereken bazı noktalar vardır. Kiminle istişare yapıldığı istişarenin sıhhati için önemlidir. İstişare yaptığımız kişinin en önemli özelliği, onun güvenilir olmasıdır. Doğruyu söyleyeceğinden emin olunmayan bir kimse ile yapılan istişare fayda sağlamaz. İstişare yapılan kimse gerçeği gizlememeli, bilgisine başvuran kimseye yol göstermelidir. İstişare edilen şahıs, Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderdiğinin farkında ve şuurunda olmalıdır. İstişare yapılan kişi bilgili, akıllı ve abid olmalıdır. Ahiret ve adalet terazisini esas tutabilecek kişilerle istişare yapılmalıdır. Zira aldığımız kararların neticeleri sadece bu dünyamızı etkilemekle kalmaz ahiretimizi de etkisi altına alır. Onun için aldığımız kararlarda bu gerçeği unutmamalı, tecrübeli ve akıllı kişilerle istişare yapmalıyız. *** Günümüze kadar gelen bütün teknolojik gelişmeler fikirlerin birbirine eklenmesi sonucunda oluşmuştur. Buluşların her biri kendisinden öncekilerden ilham alarak veya etkilenerek ortaya çıkmıştır. Zaman ve zemini aşarak yapılan bu faydalı istişare, insanlığın ilerlemesinde ciddi rol oynamıştır. Bireylerin istişare yaptığı gibi asırlar da, kıtalar da birbirleriyle istişare yapar. Her bir Müslüman diğer bir Müslümanla zaman ve zemine bakmaksızın istişare yapabilir ve yapmalıdır. İstişare ile bütün Müslümanlar kardeş hükmüne geçip, bir topluluk gibi aynı refleksi verebilir. Sevinçleri ve üzüntüleri aynı olan bir İslam topluluğu ancak istişare ile temin edilebilir. Böyle bir bakış açısıyla bütün İslam topraklarını bir cami, bütün Müslümanları aynı safta omuz omuza duran bir cemaat olarak düşünmek mümkündür. *** İstişarede manevi bir kuvvet vardır on kişinin istişaresi, bin kişilik bir kuvveti içinde barındırır. Fertlerin bir araya gelip istişare etmesi Allah Teâla’nın yardımına vesile olur. Toplumda ayrılığa sebep olan haller, istişare ile çözüme kavuşturulabilir. Fertlerin fikirlerindeki dağınıklık ve bulanıklık istişare ile giderilir. İstişare, bir milleti topyekûn olarak yanlış adım atmaktan alıkoyar. Bütün varlıklar arasında manevi ve fıtri bir istişare vardır. Her biri diğerine muhtaç ve mecburdur. Dünya ay ve güneş birbirinden bağımsız olarak hareket etmez. Aralarındaki hareketlerin uyumlu olması birbirleriyle irtibatlı olduklarını gösterir. İnsan da diğer varlıklarla alakalı bir halde yaratılmıştır. Yaratılış itibariyle başkalarıyla manen ve maddeten bir alış verişe ihtiyaç duyar. En büyük hata, insanın kendini hatasız zannetmesidir. Hatayı azaltmak veya hiçe indirmek insanın benlikten sıyrılıp, her şeyi bilmesinin mümkün olmadığını fark etmesiyle olur. İnsan bunun farkında olduğunda istişareye ne kadar ihtiyacı olduğunu hisseder. “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.”7 Bir ilimde o ilmi bilen konuşur. Bilen kişiden istifade etmek, insanı zarardan korur. Kişi bir meselede sadece bir aklıyla düşünür iki gözüyle görür. Ancak on kişinin katıldığı bir istişarede düşünen on akıldır gören yirmi gözdür. Elbette böyle faydalı ve yüksek kazançlı bir uygulama terkedilmemelidir. İstişare zengin-fakir, âlim-cahil, büyük-küçük herkesin muhtaç olduğu bir hakikattir. İstişare eden muvaffak olur, istişareyi terk eden değer/li/lerini yitirir, kaybeder. İstişare zaman kaybı değil, ömür sermayesini birden bine çıkaran kazançlı bir ticarettir. İstişare, huzurun ve güvenin, saadet ve mutluluğun anahtarıdır. *** İnsan bir şeyi yapmaya karar verdiği zaman aklı, kalbi ve hissi birlikte kullanıp, hareket etmelidir. Bu ise insanın kendisi ile istişaresidir. Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerimde insanı aklına havale ederek, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, istişare yap ki; hakikati bulasın ve bilesin. Geçmiş kavimlerden ibret alıp gelecek manevi belalardan kurtulmaya çalış” manasına gelen ayetler insanı, aklına havale edip, fikriyle meşverete davet eder. *** İstişarede asıl olan, çoğunluğun kararını göz önünde bulundurarak kendi görüşünden vazgeçebilmektir. İstişare, her fikre önem vermek, yeniliklere karşı ön yargı beslememektir. Ferdi, şahsi, indi nazardan sıyrılıp, kolektif bir şuurla hareket edebilmektir. Meşverette benlik ve kendi fikrinde ısrar, maksadı geri bırakır. Umumi maksada hizmet eden bir fikir olduğunda o fikre sahip çıkmak, meşveretin hakkıdır. Bir ailede huzur istiyorsak meşverete yer vermeliyiz. Bir iş yerinde sükûnet ve selamet istiyorsak çok sesliliğe önem vermeliyiz. Toplumda huzur, fikir hürriyeti ile temin edilebilir. (Ancak anarşist ve bozguncuların serdettiği (fi)kirler değil.) *** Toplumsal hadiselerde alınan ortak kararlar eğer başarılı bir şekilde sonuç verirse muvaffakiyet herkesi memnun eder ve insanlarda o işe sahiplenme hissi artar. Eğer kararlar başarı ile sonuçlanmazsa karar ortak olduğu için işin üstesinden hep beraber gelmek daha kolay olur ve mesuliyet paylaşılır, paylaşıldıkça hafifler. Her iki durumda da katılımcı, paylaşımcı, çoğulcu, bilinçli bir anlayış vardır. Meşveret toplumda mesuliyette ve başarıda ortak sevinci yakalamamıza sebep olur. Toplumda ortak duyguları paylaşmak manasına gelen “hep beraber gülebilmek”, “hep beraber üzülebilmek” hissiyatı ancak meşveretle temin edilebilir. Kaynaklar: 1- Âl-î İmrân, 1592- İbn Adiy, Beyhaki3- Şûrâ, 38, وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَىٰ بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ4- Ahzab, 725- Nisâ, 286- Enbiya, 77- Yusuf, 76 aaaa

Müslümanların ateizmle uğraşması, halkın bozulan ahlakını ıslah etmeye çalışması, ibadetten uzaklaşanları ibadete teşvik etmeleri lazım gelirken, nedense geçmiş âlimlere hakaret etmek son zamanlarda bazılarının hobisi oldu. Üstelik bunu da İslâm’a hizmet adı altında yapıyorlar. Kur’ân suizannı, gıybeti ve terbiyesizliği yasakladığı halde, bunların hareketleri İslâm’a ne kadar uygundur siz takdir edin. Her insanın hem iyi hem kötü tarafları vardır. Bir insanı değerlendirirken yalnız hatalarına veya yalnız iyi taraflarına bakmamız bizi yanlışa götürür. Doğru olan, iki tarafa da bakıp, hangisi daha çoksa ona göre bir hüküm vermemizdir. Üstad Bediüzzaman bu konuda şöyle diyor: “İnsanın hayat-ı ictimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir müminin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mümine adavet ederler. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükm eyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazen bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstahaktır. Belki, kıymettar bir tek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır. Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını bir tek seyyie yüzünden unutur, mümin kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mümin kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı ictimaiyesinde bir fesat âleti olur.” (13. Lema, 13. İşaret’den) Üstad Bediüzzaman’ı da diğer âlimleri de bu ölçüye göre değerlendirmek gerekir. Fakat nedense bazı şahıslar Mevlana Hazretlerinin Mesnevi’sini okuyor, orada yüzlerce hikmetli şeyden yalnızca kabak hikâyesini görüyor; Üstad Bediüzzaman’ı okuyor, yüzlerce hikmetli söze bakmıyor, yalnızca ebced hesabına takılıyor. Bu şahıslar niçin dağı görmez de çakıl taşını görürler? Peygamberimiz (asm) bu tür şahıslar hakkında şöyle buyurmuştur: “Bir âlimin meclisine oturup ondan hikmetli sözleri işitip, arkasından da (âlimden) işittiği yanlış ve kötü şeyleri (o âlimi kötülemek için) anlatan kimse şuna benzer: Bir adam bir çobana gitmiş ve ona ‘Koyunlarından bir koyunu bana ver’ demiş. Çoban da ‘Git sürü içinden en iyisini al!’ demiş. Adam da çobanın izniyle sürü içine girip aramış ve sonunda köpeği seçmiş.” (İbn Mace, Ahmed) Peygamberimizin (asm) oldukça nezih olarak söylediği bu misale uygun başka bir misali de tabiinden hadis âlimi Süfyan b. Uyeyne söylemiş. Bu tabii diyor ki: “Yeryüzünde bulunan her insanda, hayvanlardan bir kısmına benzeyen bir yön vardır. Meselâ insanlardan kimisi, aslanın saldırması gibi saldırır; bir kısmı kurdun koşması gibi koşar; bir kısmı köpek gibi havlar; bir kısmı tavus kuşu gibi bezenir süslenir; bir kısmı da domuza benzer. Çünkü bakıcısı domuza güzel bir yiyecek getirdiğinde o onu yemez; adam onun çöplüğünden ayrılır ayrılmaz, domuz kendi çöplüğünü ve pisliğini yemeye başlar. İşte bunun gibi öyle insanlar vardır ki, elli tane hikmetli söz duyar da, onlardan bir tanesini bile bellemez, ama sen bir defa hata etsen, onu hemen kafasına kor, her mecliste onu anlatır...” (Fahrettin Razi, Tefsiri Kebir, Daru İhyau’t-Turasi’l-Arab, c. 1, s. 1775)

İslam Dünyası İttihad-ı İslam istiyorsa öncelikle adım atması ve gündemine alması ve çözmesi gereken tek bir konu var; İslam dünyasındaki bireylerin yeme, içme, barınma ihtiyaçlarının karşılanması ve yeni Aylan bebek vakalarının olmaması için ne yapılması gerektiğidir. Ne yapılması gerektiğini irdelerken, öncelikle ve sadece Suriye Savaşını bitirelim üzerinden bir kurgu ile değil, sadece uluslar arası siyasete ilişkin stratejiler ile de değil, yalın ve basit bir adım ile bu insanlara elimizi nasıl uzatabiliriz, ihtiyaçlarını nasıl giderebiliriz, “Suriye’de ölmelerini önleyemiyorsak, Suriye dışında yaşamalarını nasıl sağlayabiliriz” noktasından hareket etmeleri gerekiyor. Maalesef Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin gündeminde bu husus hemen hemen hiç yer almamaktadır. Külli değişim ve dönüşüm külli bir ittihad yerine öncelikle bu mevcut sorun üzerinde bir ittihad gerekmektedir. “İslam” ve “İslam Dünyası” bu iki kavram ayrı ayrı mevzubahis olduğunda iki kavramın etrafında kurulan cümleler, konu örgüsü tamamen değişmektedir. Dünya ve ahiret hayatına, bireysel ve sosyal hayatın huzuruna ilişkin temel konular, her zaman İslam’ın gündemini teşkil etmektedir. Bu konuların İslam’ın her çağı kuşatan özelliğiyle, her çağa hitap eden, her çağda cari bir din olması örtüşmektedir. “İslam Dünyası” söz konusu olduğunda ise, İslam dünyasının gündemi zaman ve mekâna bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. İslam dünyasının gündemi ise bu değişkenlik içerisinde “İslam”ın gündemi ile kimi zaman örtüşmekte, kimi zaman ise nispeten veya kısmen veya tamamen farklılaşmaktadır. Bu farklılaşmada İslam sabit unsur iken, değişken olan İslam Dünyasıdır. Bu değişkenlik belki iman noktasından bir ayrışma değil, iman edilenler ile hemhal olma, amele yansıtma noktasından bir uzaklaşmadır. Bu mesafenin daralması-genişlemesi, külli olarak İslam Dünyasının gündeminin de ne olduğunu, ne olacağını belirlemektedir. İslam dünyasının son yüzyıllık gündemini hep problemler, acılar, savaşlar ve yıkımlar oluşturmaktadır. Son yüzyılın hemen her periyodunda problemsiz bir dönem, acısız bir gündem bulmak neredeyse imkânsızdır. İslam dünyasının fertlerinin ekseriyeti bir yandan kendi bireysel hayatlarına dokunan bu acıları yaşarken, diğer yandan da külli olarak İslam dünyasından problemlere çözüm üretmesini bekleye gelmiştir. Bu beklentiler ve üretilen alternatif teklifler, dönüp dolaşıp aynı noktaya ulaşmış, İttihad-ı İslam kavramının kapısına çıkmıştır. İttihad-ı İslam tesis ve temin edildiğinde mevcut ve muhtemel bütün problemlerin izale olacağı genel kabul görmüştür. Bütün bu değerlendirmeler, kabul ve beklentiler de elbette doğrudur. İslam Dünyasının geri kalmışlık, gelir dağılımı, kaynakların etkin kullanımı, refah, adalet, güvenlik, sınır, asayiş, üretim, tüketim, barış, savaş, açlık, fakirlik, zenginlik vb. gibi başlıklar altında toplanabilecek, bunlar da kendi içinde alt başlıklarla çoğaltılabilecek, hepsi birden ele alındığında külli olarak nitelendirilebilecek problemleri bulunmaktadır. İslam Dünyasının gündemini oluşturan bu problemler İslam ile ele alındığında ise, hepsinin hem önleyici hem izaleci çözüm teklifleri mutlak surette mevcuttur. Bu hadisenin bir başka yönünü oluşturmaktadır. Bütün bu külli problemlerin çözümü, külli bir manayı ihata eden İttihad-ı İslam kavramına havale edilmektedir. İttihadı-ı İslam’ın mahiyeti bu problemleri çözebilecek potansiyeli barındırmaktadır. Bu potansiyeli ile de İslam Dünyasının saadetine vesile, bir “umut” olarak görülmektedir. Bir umut olduğu da doğrudur. Ancak problemlerin artışına rağmen İttihad-ı İslam’a yönelik somut ve ilerleme kaydeden, nihai noktaya ulaşılacağını vaad eden adımların aynı hızda görünmüyor olması, zaman zaman ittihadın olup olmayacağını kamuoyunda tartışılır kılmakta, bir ümit kırılması da oluşturmaktadır. İttihadın tesisi imkânsız değildir. Ancak zorluğunu da göz ardı etmemek gerekmektedir. Zira ittihad kavramı külli bir değişim, dönüşüm ve irade gerektirmektedir. Bu değişimin İslam dünyasında bireysel, sosyal, siyasal, iktisadi, askeri çok boyutları bulunmaktadır. Genel beklenti ve anlayış nazara alındığında bütün bu dönüşümlerin külli olarak sağlanması, daha sonra bu sağlanan birlikteliğin dönüp problemleri çözmesi yönündedir. Zaman zaman İslam dünyasının bireylerinde “Eğer Müslümanlar İttihad-ı İslamı sağlamış olsalardı bu sorunlar olmazdı veya sorunlar çözülürdü” şeklinde serzenişlere şahit olunmaktadır. Bu kadar külli bir dönüşüm imkân dairesinde mümkündür. Ancak ihtimal dairesinde zorluğunu göz ardı etmemek gerekmektedir. Büyük beklentilerin gerçekleşmeyişi, büyük hayal kırıklıkları oluşturmaktadır. İslam dünyası ne yapmalıdır? İslam Dünyası tümden gelimci bir anlayışla önce İttihad-ı İslam’ı tesis edip sonra problemlerini çözmeye mi çalışmalı, yoksa önce mikro problemleri çöze çöze gidip pek çok problem çözüldükten sonra tümevarımcı bir anlayışla mı ittihadı tesis etmelidir. İttihad-ı İslam ile ilgili belki de artık tartışmaların kayması gereken eksen bu olmalıdır. Zira 100 yılı aşan ve külli dönüşümü içeren beklenti meçhul bir “kızıl elmaya” dönüşmektedir. Bu dönüşümden İttihad-ı İslam’ı kurtarmanın yolu, beklentilerin mahiyetini dönüştürmek ile mümkün olacaktır. En temel problem nedir? İslam Dünyasının belki de şu an en temel, en öncelikli problemi, ihtiyaçlar hiyerarşisinde de ilk sırada yer alan problemlerdir. Fizyolojik ihtiyaçlar ve güvenlik, daha doğrusu can güvenliğinin sağlanması. Suriye’de 6 yılı aşkın süredir devam eden bir çatışma ortamı var. BM verilerine göre Suriye’de ölenlerin sayısı 470 bini geçti. 36 binden fazla çocuk hayatını kaybetti. Sadece Türkiye’de 3 milyondan fazla mülteci var. Suriye’de 13 milyon kişi de yardıma muhtaç. Bütün bu bireylerin fizyolojik, yeme, içme, barınma vs. ihtiyaçlarının yanı sıra hayatta kalma problemleri var. İslam dünyasının külli bir irade ile probleme müdahil olmasıyla problemi çözmesini ya da İttihad-ı İslam’ın tesis edilmesi ile problemin çözülmesini beklemek, yani tüm İslam dünyasında külli bir kurumsallaşma, külli bir uluslararası siyasi ve iradi dönüşüm beklemek ve bunun neticesinde bu iradenin gelip örneğin Suriye problemini çözmesini beklemek, can kayıplarının sürmesi ve insanların ihtiyaç içerisinde çırpınmalarının devam etmesi anlamına geliyor. İslam Dünyası belki de İslam İşbirliği Teşkilatı, öncelikle bir tek hususu gündemine alması gerekiyor. Bu gündem, ne yeni kuruluşlar kurulması, ne yeni siyasi organizasyonlar kurulması, ne dünyanın geri kalanını kınayan açıklamalar yapılması, ne başka kara coğrafyalarından beklentiler açıklanması, ne siyasi ve idari işbirliği geliştirme temennilerinde bulunulması, ne bir İslam ordusunun kurulması, ne Arap ordusunun kurulması, ne ekonomik örgütler kurulması, ne İİT benzeri yeni organizasyonlar kurulması, ne ortak parlamento, ne ortak konseyler vs. vs. İslam Dünyası İttihad-ı İslam istiyorsa öncelikle adım atması ve gündemine alması ve çözmesi gereken tek bir konu var; İslam dünyasındaki bireylerin yeme, içme, barınma ihtiyaçlarının karşılanması ve yeni Aylan bebek vakalarının olmaması için ne yapılması gerektiğidir. Ne yapılması gerektiğini irdelerken, öncelikle ve sadece Suriye Savaşını bitirelim üzerinden bir kurgu ile değil, sadece uluslar arası siyasete ilişkin stratejiler ile değil, yalın ve basit bir adım ile de bu insanlara elimizi nasıl uzatabiliriz, ihtiyaçlarını nasıl giderebiliriz, “Suriye’de ölmelerini önleyemiyorsak, Suriye dışında yaşamalarını nasıl sağlayabiliriz” noktasından hareket etmeleri gerekiyor. Maalesef Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin gündeminde bu husus hemen hemen hiç yer almamaktadır. Külli değişim ve dönüşüm külli bir ittihad yerine öncelikle bu mevcut sorun üzerinde bir ittihad gerekmektedir. Keza aynı şekilde Arakan’da yaşanan insanlık dışı hadiselerin çözümünü beklemek, başka bir şey uzun soluklu bir süreç. Arakan’da yaşayan insanların Mynmar’da ölmesi önlenemiyorsa, bu ülkenin devlet politikası değiştirilemiyorsa, burada yaşayan insanların ölmemesi için nasıl bir tahliye süreci söz konusu olabilir öncelikle gündeme alınması gereken hayati konulardır. Bu problem dün Bosna Hersek’te de mevcuttu; Bosna Hersek’te kadın ve çocuklar 3 yıl dünyanın gözleri önünde soykırıma tabi tutuldular. Üç yıl süre içerisinde ve sonunda İslam Dünyası bu probleme de ne çözüm üretebildi ne önerebildi, ne uygulayabildi ne de uygulatabildi. Ama -en azından- kadın ve çocukların tahliyesi noktasında ortak girişimde de bulunmadı. Dün Bosna Hersek, bugün Suriye, coğrafya değişiyor, zaman değişiyor trajedi değişmiyor. Beklentiler de değişmiyor. Ancak her yaşanan hadise, umut içinde bir umutsuzluk, hayal içinde bir hayal kırıklığı oluşturarak bir dilemma ortaya çıkarıyor. İttihad-ı İslam daha çok konuşuluyor belki, ancak teknolojik, ekonomik, gelişmişlik vb. uçurumlar arttıkça daha da zorlaşıyor. Paylaşılacak ve uzlaşılacak konular dünyanın değişimine bağlı olarak daha da artıyor. Paylaşılacak, uzlaşılacak konular arttıkça külli İttihad zorlaşıyor. Makas gittikçe açılıyor. Büyük hedefler konuldukça, hedeften uzaklaşılıyor. En temelden, en yalın bir başlangıç ile başlamanın lüzumu kaçırılıyor. İslam dünyasının bugün çözmesi gereken ilk sorun Suriye, Arakan, Filistin ve benzeri sorunları yaşayan her nerede Müslümanlar varsa bunların “hayatta kalma”, “can güvenliği” ihtiyaçlarının giderilmesidir. Bu temel ihtiyacın giderilmesi için külli bir İttihadı-ı İslam’ın sağlanması şart değildir. Ancak külli bir İttihad-ı İslam’ın sağlanması için bu şarttır.

Bir profesörün meşhur bir deneyi var, sizin de bildiğiniz. Haydi, hep beraber hatırlayalım. Profesör masanın altından bir kavanoz çıkarmış. Kavanozun içine, yine masanın altından çıkardığı yumurta büyüklüğünde taşları dikkatlice koymuş. Kavanoz ağzına kadar dolup da daha fazla taş alamayınca, “Kavanoz doldu mu?” diye sormuş. Salondaki herkesten “Evet!” sesi yükselmiş. “Sahi mi?” diye karşılık vermiş profesör. Masanın altından bu kez çakıl taşları çıkarmış ve çakıl taşlarını kavanoza dökmüş. Tabi küçük taşlar büyük taşların arasında kendilerine yer bulmuşlar. Ve aynı soruyu bir kez daha sormuş: “Kavanoz şimdi doldu mu?” Salondakiler, profesörün ne yapmak istediğini yavaş yavaş anlamaya başlamışlar. İçlerinden biri “Herhalde hayır!” diye cevaplamış bu soruyu. “Güzel!” demiş profesör ve masanın altından bu defa biraz kum çıkarmış. Kumu kavanoza boşaltmaya başlamış. Kumlar da büyük taşlarla çakıl taşları arasındaki boşlukların hepsini doldurmuş. Sorusunu bir defa daha sormuş. “Kavanoz doldu mu?” Muhataplar hep bir ağızdan “Hayır!” diye bağırmışlar. Bir defa daha “Güzel!” demiş ve masanın altından bir sürahi su çıkarıp kavanozu ağzına kadar suyla doldurmuş. Kavanozun artık tamamen doluymuş. Profesör salona dönüp şöyle demiş: “Bu deneyden çıkarmamız gereken ders nedir?” Birisi elini kaldırmış ve çıkardığı dersi özetlemiş: “Programınız ne kadar dolu olursa olsun, gerçekten gayret ederseniz, o programa birkaç toplantı ve görev daha ilave edebilirsiniz.” “Hayır!” demiş profesör. “Bu deneyin bize öğrettiği şey şu: Eğer büyük taşları önce koymazsanız, bir daha asla koyamazsınız.” Salona bir sessizlik çökmüş. Sonra konuşmasına devam etmiş Prof. “Sizin hayatınızdaki ‘büyük taşlar’ ne? Sağlığınız? Aileniz? Arkadaşlarınız? Hedefleriniz? Sevdiğiniz şeyleri yapmak? Bir uğurda savaşmak? Kendinize zaman ayırmak? Hayatımızda yer alması gereken büyük taşların ne olduğunu unutmamalıyız. Eğer böyle yapmazsak, hayatımızı diğer önemsiz şeylerle uğraşarak kaçırmış olacağız. Eğer küçük şeylere öncelik verirsek, (çakıl, kum), hayatımız önemsiz şeylerle dolup geçecek, bizim için daha önemli olan şeylere az zaman kalacak veya hiç zaman kalmayacak. Bu sebeple, kendi kendinize şu soruyu sormayı hiçbir zaman unutmayın, “Senin hayatının büyük taşları ne?” Kıymetli İrfan Mektebi okuyucuları! Dergi sayfaları arasında gezinirken lütfen bu soruyu biz de kendimize soralım. “Benim hayatımın hedefi ne?” “Ben neyin peşinden koşuyorum?” Sahife otuza geldiğinizde mektubu okuyup, kendimize tekrar soralım ve profesörün anlattığı deney ve çıkardığı ders üzerinden mektuba bakarak kendimizi yorumlayalım. Zaman hızla akıp gidiyor ve asla geri gelmiyor. İnsan için ise –iyi veya kötü– çalıştığından, meşgul olduğundan başkası yok. Yani hayatı ıskalama lüksümüz asla yok. Unutmayalım! Atalarımız ne demiş, kaçan balık büyük olur. Telafisi de olmaz.

Takkeci İbrahim Ağa Camii Takkeci İbrahim Ağa, takke satarak geçimini sağlayan bir Osmanlı vatandaşıydı. En büyük hayali bir cami yaptırmaktı. Fakat mevcut geliri ile bir cami inşa ettirebilmesi mümkün değildi. Bir gece rüyasında nur yüzlü mübarek bir zat kendisine; “Bağdat'a git, orada iki salkım üzüm rızkın var, onu ye ve dön” der. Sabah rüyasını eşine anlatır ve azığını hazırlayarak yollara düşer. Bağdat'a varınca kaldığı handa yemek yerken asmadaki iki salkım üzümü görür. Üzümleri koparmak için hancıdan izin ister. Bu arada rüyasını da anlatır ama ismini söylemez. İlgiyle kendisini dinleyen hancı; “Bana kaç defadır rüyamda, ‘İstanbul'da Takkeci İbrahim Ağa diye biri var. Onun evinin bahçesindeki kuyunun yanında bir küp altın gömülüdür, git al’ derler de üstünde durmam. Sen iki salkım üzümün peşine düşüp Bağdat'a gelmişsin. Allah akıl, fikir versin” der. Hancının bu sözleri üzerine İstanbul’a dönen İbrahim Ağa, evinin bahçesindeki altınları bulur ve bu altınlarla bir cami inşa ettirir. Günümüzde banisinin adıyla tanıdığımız bu cami, Topkapı Kültür Parkındadır ve 1591-1592 senelerinde yaptırılmıştır. Cami son olarak İBB tarafından 2007-2008 senelerinde restore edilerek ibadete açılmıştır. Kastamonu Lahikası Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, Kastamonu’da kaldığı yıllarda Isparta’daki talebeleriyle irtibatını onlara yazdığı mektuplarla devam ettirdi. Bu mektuplar içerisinde yapılmakta olan iman hizmetlerinin sevk ve idaresine dair ölçü, talimat ve teşviklerin yanında, çok kıymettar ilmî, imanî ve İslâmî mevzular yer alıyordu. Nur Talebeleri de, çok müştak oldukları Hazret-i Üstad’ın bu mektuplarını el yazılarıyla çoğaltarak bütün talebelere ulaştırıyorlardı. Bu mektupların toplanmasıyla teşekkül eden mecmua ise Kastamonu Lahikası adı altında Barla Lahikası gibi, Üstad tarafından Risale-i Nûr’a dâhil edilmiştir. (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 2, s. 608) 18 Şubat 1925 Son Vakanüvis Abdurrahman Şeref vefat etti Abdurrahman Şeref Bey, 1853 senesinde İstanbul’da doğdu. Tophâne-i Âmire Muhasebe Kalemi mümeyyizlerinden Hasan Efendi’nin oğludur. İlk tahsilinden sonra Eyüp Rüştiyesine, ardından Mekteb-i Sultânî’ye girdi; 1873’te buradan mezun oldu. Sırasıyla Mahrec-i Aklâm-ı Şâhâne, Mekteb-i Sultânî ve Dârülmuallimîn’de tarih-coğrafya öğretmenliği, Mekteb-i Mülkiye’de müdürlük yaptı. Uzun ve başarılı eğitim hayatı boyunca birçok nişan ve madalya ile mükâfatlandırıldı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra âyân âzası, 1907 ve 1909’da iki defa Maarif nâzırı oldu. Asıl şöhrete, 1909 yılından 1 Kasım 1922’ye, kadar yürüttüğü vakanüvislikle kavuştu. Böylece Osmanlı Devleti’nin son resmî devlet tarihçisi oldu. 1918’de bir ara Evkaf nâzırlığı yaptı. Cumhuriyet’in ilânından sonra İstanbul’dan ikinci devre milletvekili seçildi. 18 Şubat 1925’te Ankara’da vefat etti; mezarı Edirnekapı dışında Otaktepe aile kabristanındadır. 26 Şubat 1912 İkdam Gazetesinin Adı İktiham Oldu İkdam Gazetesi, 5 Temmuz 1894’de yayımlanmaya başladı. Gazetenin kurucusu Ahmed Cevdet, uzun süre bu gazeteyi yayımladığı için İkdamcı Cevdet diye tanındı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra idareyi eline geçiren İttihat ve Terakki Fırkasına muhalefette bulunan Ahmed Cevdet, 31 Mart Vakasının ardından Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı (1909). Gazeteye oradan yazılar göndermeye devam etti. 26 Şubat 1912’den itibaren gazetenin adı İktiham olduysa da birkaç ay sonra yeniden İkdam olarak yayınına devam etti. Ahmed Cevdet, Millî Mücadele yıllarında gazetesindeki yazı kadrosuyla birlikte Millî Mücadele’yi destekledi. İkdam, 31 Aralık 1928’e kadar 11.384 sayı yayınlandı. 25 Şubat 1643Sultan II. Ahmed Doğdu Babası Sultan İbrâhim, annesi Muazzez Sultan’dır. Kardeşi Sultan II. Süleyman’ın yerine, 23 Haziran 1691’de kırk dokuz yaşında iken Edirne’de tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı-Avusturya savaşları devam etmekteydi. Bu savaşlar dolayısıyla askere olan ihtiyaç çoğaldığından, Girit dışındaki bazı adaların muhafız kuvvetleri azaltılmış, bu arada Sakız’ın korunması da yalnız kalyon leventlerine bırakılmıştı. Bunu fırsat bilen Malta ve papalık gemileri Sakız’a asker çıkararak adayı işgal ettiler (21 Eylül 1695). Bu duruma çok üzülen Sultan II. Ahmed, adanın kurtarılması için derhal hazırlıklara başlanmasını emrettiyse de kısa bir süre sonra, 6 Şubat 1695’te elli iki yaşında iken istiskadan (ödem) Edirne’de vefat etti. Naaşı İstanbul’a getirilerek Kanûnî Sultan Süleyman’ın türbesine defnedildi. Hassas ve hiddetli bir mizaca sahip olan Sultan II. Ahmed şiir ve mûsikiye meraklı, aynı zamanda hattat bir padişahtı.

“Bir derdin dermanı başka derde dert olur, panzehri zehir olur. Derman hadden geçerse, dert getirir, öldürür.” Bir derdin dermanı başka derde dert olur, panzehri zehir olur. Çünkü her derdin dermanı farklıdır. Hastalıklar değiştikçe tedavi şekilleri ve ilaçlar da değişir. Hatta aynı hastalığa sahip farklı hastalara göre ilaçlar değişir. Çünkü bünye farklıdır. Birinin iyi olmasına vasıta olan bir ilaç aynı hastalığı taşıyan başka birinin hastalığını arttırabilir. Cenabı Hak Dermanı hastaların tedavisi için bir vasıta yapmıştır. Derman şifaya vesiledir. Lakin derman haddinden fazla kullanılırsa ve ölçü kaçırılırsa yani hadden geçerse, dert getirir, öldürür. “Dermanın fazlası daha güzel ve daha hızlı tedavi eder” düşüncesi hatadır. Derman haddinden fazla kullanıldığında onun adı derman olmaz. Dert olur. Görünürde dermandır fakat hakikatte derttir. Bu ise istediğimiz şekilde hayata hizmet etmez. İnsanı gayesine ulaştırmaz. Tedavi etmez. Maksadımızın aksine tesir eder. Ya hastalığı ziyadeleştirir ya da insanı öldürür. İfrat etmek zarar verir. Demek oluyor ki bir şey haddini aşarsa manası da mahiyeti de değişir. İnâdın Gözü, Meleği Şeytan Görür “İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine, melek der, rahmeti de okutur. Muhâlif tarafında eğer meleği görse, libâsını değişmiş. Onu şeytan zanneder, adavet la’net eder.” Cenabı Hak insana her iki cihanın saadetini temin etmek için pek çok duygular vermiştir. İnsan bu duygular sayesinde maddi-manevi makamları elde edebilir. Yaratılış itibarıyla bu duyguların tabiatına bir sınır çizmeyen Cenabı Hak, İslamiyet ile onları sınırlandırmıştır. Cenabı Hak duyguların kullanımını ise insanın iradesine bırakmıştır. İşte bu duygulardan biri de inattır. İnsana inadın verilmesinin hikmetleri vardır. İnat hakta, hakikatte, iman esaslarında, İslamiyet’in prensiplerinde ve ahirete yönelik amellerde çalışmak, sabit kalmak ve devam etmek için verilmiştir. Haramları işlememekte, terk etmekte kararlı olmak için verilmiştir. İyiyi, doğruyu, güzeli almak ve kötüyü, yanlışı, çirkini terk etmek için verilmiştir. Maalesef insanlar çoğu zaman inadı veriliş hikmetine uygun kullanmamaktadırlar. Lüzumsuz işlerde kullanıldığı görülür. İnsan, bir dakika inada değmeyen bir işte bir sene inat eder. Hakkın zıddına gider. Hikmete muhalefet eder. İnâdın işi budur: İnad konusunda Şeytan yardım ederse birisine, yani şeytan insanın batıl bir şeyde inad ettiği noktada destek verirse ondan taraf görünürse o kişi şeytana melek der, şeytanın arkasından değil kötü bir şey söylemek aksine inad şeytana rahmeti de okutur. O insan şeytandan iyi birisi olarak söz eder. Böylece insan hakta kullanması gereken inadını batılda sarf eder. İnsan batıldaki inadından dolayı kendisine Muhâlif olan tarafında eğer meleği görse, yani bir melek insanın yanlıştaki inadından dolayı muhalefet etse “yanlış yapıyorsun, günaha giriyorsun, hakkı çiğniyorsun, tövbe et” dese insan o meleğin kıyafeti libâsını değişmiş, bir şeytan olarak görür. Onu şeytan zanneder, düşmanlık adâvet eder, ona la‘net eder. Hakkı Bulduktan Sonra Ehak İçin İhtilâfı Çıkarma “Ey tâlib-i hakîkat! Madem ittifâk ehakta ihtilâftır. Bazen hak, ehaktan ehaktır. Hem de hasen, ahsenden ahsen.” İnsan, en şerefli varlık olarak yaratılmıştır. İnsanın cevheri ise büyüktür. Davası ebediyettir. Rütbesi yüksektir. Bundan dolayı her dâim ve her yerde hakikati arar. Onu yalnız hakikat tatmin eder. İşte yaratılışından dolayı her dâim hakkı isteyen Ey tâlib-i hakîkat! Madem kabiliyetleri farklı olan insanların hakta ittifâkı insanın maddi-manevi hayatı için kâfidir. İnsanın el ele, omuz omuza vermesi ve yan yana durması için yeterlidir. Bir ve beraber olması için yetişir. Öyle ise en doğru olan şey hakkında farklı özelliklerde yaratılan insan için gereken, ehakta ihtilâftır. İnsanların en doğru hakkında görülen fikir ayrılıkları onların farklılığından kaynaklanmaktadır. Yani bu ayrılıklar insanın yaratılışının bir meyvesidir. Eğer Cenabı Hak insanların fikir ayrılıklarını murad etmese idi onları farklı kabiliyetlerde yaratmazdı. Demek ayrılıklar bir kaderdir. Kader ise her zaman adalet eder. Zenginliğimiz olan bu farklılıklar sayesinde insanlar türlü türlü nimetlere kavuşmuştur. Az, çok olmuştur. Uzun yollar kısalmıştır. Yük hafiflemiştir. Bir an düşünün! İnsanlar farklı fikirler öne sürmüyor. Herkes aynı şeyi, bir şeyi söylüyor. Hayat nasıl olurdu? Nasıl gelişirdi? Farklı güzellikler nasıl ortaya çıkardı? İşte bu sırdan dolayıdır ki insanoğlu ittifak ettiği müşterek doğruları dikkate almalıdır. Onları öne sürmelidir. Bir ve beraber olmayı besleyen hakka güç vermelidir. Dikkatleri onun üzerinde toplamalıdır. En doğru olandaki fikir ayrılıkları doğrudaki birliğimize zarar vermemelidir. Bu yönden bakıldığında Bazen doğru olan yani hak, en doğrudan ehaktan daha doğrudur ehaktır. Hem de bu noktadan bakıldığında olur güzel, hasen, en güzelden ahsenden daha ahsen. İnsanları bir eden, bir arada tutan, hayatı kolaylaştıran bir doğru, insanların birliğini, dirliğini, birlikteliğini bozan en doğrudan daha doğrudur. Daha güzeldir. İnsanları bir araya getiren bir “güzellik” insanları bölüp parçalayan ve dağılmasını sağlayan, hayat yükünü arttıran “en güzelden” daha güzeldir.