135. Sayı: "Bir Olmamızın ve Beraber Yol Almamızın Teminatı"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiAllah Vardır Görene! Görmek İstemiyorsa Köre Ne!
İnsan

İnanmak, iman etmek öncelikle niyet ve samimiyet işiydi. İnanmak isteyene kâinat kadar, evrenin içindeki atomlar sayısınca deliller ve şahitler vardı. İnanmak istemeyen insan ise kendi iradesiyle güneşe karşı gözünü kapayıp, ben görmüyorum diyerek güneşi inkâr eden kurnaz adama ne çok da benziyordu. Ve sonuçta evine yaklaşan gencin dudaklarından bu tefekkürün bir meyvesi olarak “Allah Vardır Görene! Görmek İstemiyorsa Köre Ne!” cümlesi dökülüverdi. Tıp fakültesi 2. sınıfta okuyan bir gençti. Fakülteden çıkmış eve gidiyordu. Lakin aklı ana­tomi dersinde sınıfta anlatılan konularda ve izletilen slaytlarda kalmıştı. Bugün sınıfta “Gör­me duyusu ve bir organ ola­rak GÖZ” işlenmişti. Hâlbuki ken­­disi de o derste anlatılan göz­­den on dokuz yıldır iki tane taşı­­yordu ama gözün bu kadar hari­ka ve mükemmel olduğunu san­ki yeni fark etmişti. Ken­di­ne sitem edip; “Acaba ben ni­ye gözümün önemini ve de­ğerini anlamakta bu kadar ge­ciktim? Gerçekten gözün nasıl çalıştığını bilmemek, özel­lik­le­rini tam manasıyla öğren­me­mek (bilgisizlik) mi beni ge­ciktirdi” diye düşündü. Sonra aklına; “Eğer sadece göz­le alakalı fizyolojik ve anatomik bilgileri bilmek, onların Latin­ce isimlerini ve fonksiyonlarını takır takır hızlıca sayabilmek yetseydi; ömrü göz gibi, beyin gibi tasarım harikası olan or­ganları anlatmakla geçen, der­sin profesörü ateist olmazdı her­halde?” diye düşünmeye de­vam etti. Burada gerçekten bilginin ve bilmenin ötesinde bir problem vardı! Nasıl oluyordu da göz organını en ince özellikleri­ne kadar öğrenmiş biri, gö­zü yaratıp insanın başına ta­kan Yaradanı kabul etmi­yor­du. Gö­zü görüyor, gözün ta­sarımcısını görmüyordu? Sı­ra­dan cansız bir gözlüğün bile bir usta tarafından yapıl­dı­ğını kabul ediyor, lakin göz gibi harikulade bir or­ganın var oluşunu tesadüf rüzgârlarına havale ediyordu. O bunları düşünürken aklına yeni tanıştığı Sevgili Üstadı ve yavaş yavaş da olsa Osmanlı­casından anlamaya çalıştığı ki­taplar geldi. Özellikle yeni öğ­ren­diği, Mesnevi-i Nuriye’de ge­çen “niyet ve nazar (bakış)” konusu bu problemi çözebilir miydi? Evet, niyet ve bakış açı­sı çok ehemmiyetliydi. Bakış konusunda bakanın kim oldu­ğun­dan çok, bakışın nasıl ol­ması gerektiği öne çıkıyordu. Çünkü dersi anlatan hocayla aynı şeye bakıyorlar, aynı slaytı izliyorlar, lakin farklı sonuçlara ulaşıyorlardı. O Profesör peşin bir hükümle, “Bence bu gözün bir sahibi, bir yaratıcısı yok! Olamaz! Olmamalı!” diyerek itiraf et­mese de bu “ön yargıyla” bakı­yordu. Gözü doğanın yaptığı, kendi kendine oluvermiş “sı­ra­dan bir oluşum” nazarıyla de­ğerlendiriyor, dersi de, bu “kendi şahsi kabulü” üzerine anlatıyordu. Profesörün kürsü­sünde ve çevresindeki çoğu in­sanlar böyle baktığı için bu sa­kat bakış normal, olması ge­re­ken bir bakışmış gibi zan­nediliyordu. Hâlbuki O, Bediüzzaman Haz­ret­lerinden yeni yeni öğrendi­ği imanî bir bakışla “Göz bir sanat eseridir, her eser o eseri yapan ustanın varlığına delildir. Eser varsa, o eseri ortaya çıkaran, eserden da­ha üstün vasıflara sahip bi­ri olmalıdır. Zira cansız bir dikiş iğnesi bile kendi ken­dine var olamazken, göz gi­bi muhteşem bir organ nasıl kendi kendine olabilir? Ayrıca gözün sahibi kim ise, gözün muhtaç olduğu güneş de atmosfer de onundur. Zi­ra güneş olmadan, güneşin zararlı ışınları atmosferde sü­zül­meden göz ne işe ya­rar? So­nuçta görme fiili öyle kompleks bir fiildir ki, gözün içinde ve dışında gerçekleşen, hatta gözün kendisinin bile görmediği sayılamayacak ka­dar başka fiillerin bir ara­ya gelmesi ile ancak ger­çek­­le­şebilir” gibi evrensel gerçek­ler­den yola çıkarak merak ve hayranlıkla anatomi dersinde anlatılan slaytlara bakıyordu. Sonra yolda giderken, “Bilim adamı meraklı olmalı, sorular so­rup cevaplarını araştırmalı de­ğil mi?” sorusuna takıldı ka­fası. Mesela o profesör ger­çek­ten meraklı mıydı? Mesela, “Ben inanmıyorum ama Müs­­­lü­manların dedikleri gi­bi gerçekten de gözün bir ya­ra­­tıcısı var mı, olabilir mi?” diye kendi kendine hiç sor­muş muydu? En başta gü­neş olmak üzere bütün dün­ya ile uyum içinde çalışan, bedendeki yerleşim planından, çalışmasındaki mükemmelliğe kadar emsalsiz olan bir organın, aklen mantıken bir yapanı ha­kikaten yok muydu? Tesadüfler, rastlantısal faktörler, cansız maddeler, akılsız atomlar, şuursuz moleküller nasıl yara­tıcı olabilirdi? Maalesef o profe­sör bunu hiç merak etmemiş, araştırmamış, hatta bu hayati konu, soru olarak bile olsa o profesörün dünyasında yer bul­mamıştı. Bir ön yargı ile öyle istediği ve nefsinin de hoşuna o şekilde gittiğinden bu tarz hareket ediyordu. Kendi şah­si kabullerinin birkaç soru ile bi­le olsa sorgulanmasından rahat­­sız oluyordu. Yaratılış gerçeğin­den ilgisiz kalarak kendi ezber dünyasından, “bilimsellik kı­lı­­fıyla!” kalıplaşmış bazı ce­vap­­larla sorulardan ve sorgu­la­ma­lardan kaçıyordu. “Bizim genç talebe niye böyle oluyor?” diye o profesörün için­de bulunduğu psikolojik du­ru­mu düşünürken birden aklına insanın bakışına niyetinin yön verdiği gerçeği geldi. “Niyeti ara­­mak olan bir insan; ara­dığı şeyi, bile bile bulma ih­ti­malinin olmadığı bir yer­de arı­yorsa o kişi aslında ara­mıyor demektir.” dedi kendi kendine. Bu gerçeği bir kaç gün önce İmam-ı Rabbani Haz­ret­lerinin bir kitabından öğren­mişti. Sözgelimi kişi en başta niyetini görmemek üzerine kurmuşsa bir kere; bir değil, milyon de­fa da baksa hatta “bilim ada­mı” olarak da baksa göre­mezdi. Görmeyenle, görmek istemeyen arasında ciddi bir niyet farkı olduğu besbelliydi. Eyvallah göremeyene göster­mek mümkündü ve çok da ko­lay­­dı. Gösterilecek olan şey var ol­­duk­tan sonra varı göster­mek hiç zor değildi. Lakin gör­mek istemeyene hele bir de inatla görmek istemiyorsa, ay­rıca makamına, kariyerine da­ya­narak da bunu yapıyorsa, var olan bir şeyi göstermek ger­çekten zor oluyordu. Tebessüm etti. Aklına geçen­ler­de duyduğu bir temel fık­rası gelmişti. Duyma prob­le­mi şikâyetiyle hastaneye gi­den Temele Kulak Burun Boğaz doktoru sormuştu; “Bey­efendi hangi sesleri duymu­yor­su­nuz?” kurnaz Temel “işime gel­meyenleri” demişti gülerek. Durum aynen böyleydi. İnsan işine gelmeyince hem sağırlar gibi duymaz hem de körler gibi görmez oluverirdi bir­den! Çünkü o hayvanlar gibi değildi. Aklı vardı, iradesi vardı. Üst düzey bir şuura sahipti. Bu nedenle insan içinden geçen­leri, özellikle niyetini ve bakı­şı­nı başkalarına karşı saklamak­ta da çok kurnazdı, çok mahir­di. İşine gelmeyince gerçekleri itiraf etmezdi. Neticede; inanmak, iman et­mek öncelikle niyet ve sa­mi­miyet işiydi. İnanmak iste­yene kâinat kadar, evrenin içindeki atomlar sayısınca de­liller ve şahitler vardı. İnan­mak istemeyen insan ise kendi iradesiyle güneşe kar­şı gözünü kapayıp, ben gör­mü­yorum diyerek güneşi inkâr eden kurnaz adama ne çok da benziyordu. Ve sonuçta evine yaklaşan gen­cin dudaklarından bu tefek­kürün bir meyvesi olarak “Allah Vardır Görene! Gör­mek İstemiyorsa Köre Ne!” cümlesi dökülüverdi.

Ayhan Mirza İNAK 01 Şubat
Konu resmiHat Sanatında Sülüs Yazı
Kültür ve Medeniyet

Aklâm-ı sitte içerinde yer alan ana üslûplardan birisidir. Sülüs’ün lügat manası üçte bir demektir, niçin bu adı aldığı husunda çeşitli görüşler varsa da en kabul göreni, harflerinin üçte iki kısmında düzlük, üçte bir kısmında meyil hâkim olduğu görüşüdür.  Hakikaten Sülüs yazıda Mu­kak­kak yazıya nispetle yuvar­lak kısımlar fazladır. Ayrı­ca harf­­le­ri­nin boyları ve genişlik­leri bi­­raz küçük olduğu gi­bi “sin”, “sad” ve “kaf” gibi ça­­nak şek­lin­­deki harflerinin de daha derin ve kısa oldu­ğu gö­rül­mek­te­­dir. Sülüs, Muhak­kak’a nispet­le da­ha tatlı ve yu­muşak bir görü­nü­me sahiptir. Kûfî gibi Sülüs ya­zı da Ümmü’l-hu­tût (yazı­ların ana­sı) olarak ka­bul edil­miştir. Bu yazıyı icat ede­nin Ab­basi dev­rinde yeti­şen Vezir İbn-i Muk­le, İbn-i Mukle yazı­sını ge­liş­tiren ve gü­zelleştirenin ise İbn-i Bevvab olduğu söylenir. 14. yüzyıldan itibaren de bü­tün İslam dünyasında Muhak­kak yazının yerini almıştır. Ge­nellikle sanat değeri yüksek kı­ta, murakka, levha ve mushaf ya­zımında kullanılmıştır. Ge­­rek Sülüs gerekse celîsi emek ve pek çok tasarımla ya­zıl­­dı­ğı için günlük hayatta, res­mî işlerde kullanılmamış, ge­nel­­lik­­le önemi vurgulanmak iste­nen söz­lerin yazımında, be­yit ve ki­tap başlıklarında, gü­zel ya­­­zı albümlerinde, Kur’an ki­tâ­­­­­be­­­­tinde, Sülüs celîsi levha­lar­­­da, Selçuklular ve Osman­lı­lar döneminde XVIII. yüz­­yı­la ka­dar her türlü kitâbe­ler­de çok yaygın biçimde kullanıl­mış, da­ha sonra yerini Celî Ta‘lik ya­zı­ya bırakmıştır. Hat öğ­re­ni­mi­ne Sülüs yazı ile baş­lamak bir ge­le­nek halini almış ve Hüsn-i Hat­ta esas kabul edilmiştir. Yâkūt el-Müsta‘sımî altı çeşit ya­­zı­­nın (Tevkīî‘, Rikaā‘, Mu­hak­­­kak, Reyhânî, Sülüs ve Ne­sih) klâsik usûl ve kâidelerini, oranlarını ortaya koyarak hat ta­rihinin en köklü ıslahatını yap­mıştır. Sülüs ve diğer tarzların Yâkūt ekolünde ulaştığı bu este­tik değerler Osmanlı ekolünde en parlak dönemine girmiştir. Şeyh Hamdullah, II. Bayezid’in himâyesi altında özellikle Sülüs ve Nesih yazıların harf biçim, oran ve artistik duruşlarında, sa­tır ve sayfa düzeninde yeni­lik­ler yaparak Osmanlı hat ekolünün kuruluşunda öncülük etmiştir. Sülüs ve Nesih Büyük Derviş Ali, Suyolcuzâde Mustafa, Hâ­fız Osman, Yedikuleli Seyyid Ab­dul­lah, Eğrikapılı Mehmed Râ­­sim, Kazasker Mustafa İz­zet, Ab­dullah Zühdü Efendi, Ka­yışzâ­de Hâfız Osman, Hasan Rızâ, Mehmed Şevki Efendi gi­bi birçok hattat elinde beş asır işlenerek en olgun dönemine ulaş­mış, en güzel örneklerini ver­miş, böylece tarihî gelişimini tamamlamıştır. Sülüs yazının kalem ağzı geniş­liği 2,5-4 milimetredir. Bu öl­çü üç katına çıktığında yazı iri­le­şir ve “Celî Sülüs” adını alır. Tabii ölçüsü ile celîsi arasında kalan şekline “tokça sülüs”, 3-4 milimetreden daha küçük ka­lem­le yazıldığında “hafî sü­lüs” diye isimlendirilmiştir. Celî Sü­­­lüs Türk ve İranlı hattatlar elin­­­de daha yavaş bir gelişme gös­­ter­miştir. İran’da Yâkūt el-Müs­ta‘sımî’nin Sülüs kâideleri celîye uygulanmış, fakat dik­ka­te değer bir ilerleme sağ­la­na­­­ma­mıştır. Özellikle Timur­lular zamanında Gıyâsed­din Bay­sungur, Ali Rızâ-yi Ab­bâ­sî gibi hattatlar vasıta­sıyla Celî Sülüs’te önemli ge­liş­me kay­dedilmiştir. Celî Bü­yük Sel­çuklu ve Anadolu Selçuk­lu­ları zamanında Selçuklu Celî Sü­lüs’ü adıyla yeni bir karakter kazanmış, Osmanlı celî ekolü­ne zemin hazırlamıştır. Osman­lı Celî Sülüs ekolünün Fâtih Sultan Mehmed zamanında Yahyâ-yı Rûmî ve Ali b. Yahyâ Sûfî ile temeli atılmış, Ahmed Şemseddin Karahisârî ve tale­besi Hasan Çelebi ile gelişerek Mustafa Râkım’la celî yazı en güzel nisbet ve âhenge ulaş­mıştır, özellikle Osmanlı eko­lünde bu alanda yüksek sanat değeri taşıyan çok başarılı eser­ler verilmiştir.

Mustafa YILMAZ 01 Şubat
Konu resmiRisale-i Nurlara Talebe Olmak Neden Önemlidir?
Risale-i Nur

Ölçü: Bediüzzaman Hazretleri, muhataplarını talebelik mertebesine çıkarmak için azami gayret sarf ediyordu. Sırf Risâle-i Nurlara talebe olsunlar ve talebelik faziletlerinden istifade etsinler diye, yaşlı dahi olsa eli kalem tutan herkese, hatt-ı Kur’ân ile risaleleri yazdırıyordu. Bunlardan biri de Saatçi Lütfi adındaki bir nur talebesiydi. Hazret-i Üstad, mektubunda Saatçi Lütfi Efendi’ye şöyle hitap ediyordu: “Ve bilhassa Saatçi Lütfi Efendi’ye pek çok selam ve dua ederim. Cenab-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere risalesinin hurufu (harfleri) adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin. Âmin! Âmin! Âmin! Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim.”1 Ölçü: Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risâle-i Nur talebelerinin nice büyük maddi-manevi kazançlarının bedelini şu cümlelerle açıklıyor: “Risâletü’n-Nûr, kendi hâlis ve sâdık ve sebatkâr şâkirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanca bedel ve pek çok kıymetdar neticeye mukabil, fiyat olarak o şâkirdlerden tam ve hâlis bir sadâkat ve daimî sarsılmaz bir sebat ister.”2 Bu zamanda bu yüksek bedeli ödemenin mükâfatı da o nispette büyük olmalıdır. Çünkü fitne-i âhir zamana maruz kalmanın, ehli dalalet ve zındıkanın hedefinde olmanın, nefis, şeytan ve hissiyat-ı süfliyenin hücumlarına karşı durmanın, dinde yeni icatlar peşinde olan ehl-i bid’aya karşı sünnet-i seniyeyi yaşatmak için cansiperane gayret göstermenin mükâfatı az olamazdı. Zaman “Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil” zamanıdır. İşte nur talebeleri böyle dehşetli bir zamanda Hz. Üstad’a talebe olmakla pek çok zahmet ve meşakkate göğüs germiş, yeri geldiğinde kefenlerini boyunlarına takmış, idam sehpalarını göze alarak imana, Kur’ân’a hizmet etmişlerdir. Onları muvaffak kılan yegâne hasletler; ihlas, sadakat, sebat ve metanet gibi ulvi vasıflardı. Ölçü: Risâle-i Nur talebeleri imana ve Kur’ân’a hizmeti en mukaddes bir vazife telakki ettikleri için ekseriyetle hayatlarını bu ulvi gayeye vakfederler. Hz. Üstad, nur talebelerinin vazifesini şu cümlede açıklamaktadır: “Risâle-i Nur’un şakirtleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibadetlerinde ve ictinab-ı kebairdeki (büyük günahlardan sakınmak) takvalarında, Kur’an hesabına vazifedar sayılırlar.”3  Nurun ilk talebelerinden olan Albay Hulusi Bey, bundan sonraki hayatını Risâle-i Nurlar ile hizmete vakfettiğini şöyle ifade ediyor: “Sevgili Üstadım, evvelce arz ettiğim vechiyle, ben artık bir şey için yaşadığımı zan ediyorum. O da, Üstadım olan dellal-ı Kur’ân’ın vazife-i me’mure-i maneviyesini îfâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir.”4 Ölçü: Nur talebeleri bir taraftan dinsizliğe karşı iman hakikatleriyle mücadele ederken diğer taraftan bid’alara karşı da sünnet-i seniyenin muhafazasına çalışıyorlardı. Üstad Bediüzzaman Hazretleri nur talebelerine şu hedefi gösteriyordu: “Risâle-i Nur zındıkaya karşı hakāik-i îmâniyeyi muhâfazaya çalışması gibi, bid‘ate karşı da hurûf ve hatt-ı Kur’ân’ı muhâfaza etmek bir vazîfesi iken….”5 Muhacir Hafız Ahmet sevgili Üstadımızın bid’alara karşı duruşunu şu cümle ile açıklıyor: “Üstâdım yeni îcâdlara, yani Türkçe ezan gibi şeâir-i İslâmiyeye muhâlif bid‘atlere tarafdâr olmadığı için…..”6 Talebe demek davayı yüklenmek demektir. Bunu yaparken hapsi, idamı göze almak gerekiyordu. Risâle-i Nur talebeleri de bu hedef doğrultusunda ağır bedeller ödeyerek iman hizmetini bugünlere kadar getirdiler. Bu sayede bayrak inmedi, ezan dinmedi, iman davası sönmedi Elhamdülillah. Ölçü: Risâle-i Nurlarda vadedilen neticelerden en fazla istifade eden sınıf, talebelerdir. Dolayısıyla talebelik faziletini kazanmak çok önemlidir. Ahir zamanda yaşayıp da Risâle-i Nurları yazmakla yüz şehit sevabını kazanmak az bir şey midir? Eskiden 15-20 senede elde edilebilen ilmi se­viyeyi, Risâle-i Nurlardan istifadeyle 15 gün­­den ta 15 haftaya kadar kısa bir zamanda el­­de etmek basit bir şey midir? Hakiki ve halis bir talebe olmak şartıyla, imanla kabre girip şüheda hayatına mazhar olmak kadar büyük bir kâr ve kazanç var mıdır? Tek bir fert olduğu halde Risâle-i Nurlara sadakatle talebe olup imana ve Kur’an’a hizmet etmek sayesinde hasenat defterine binler adam hükmünde sayısız sevaplar yazdırmaya paha biçilebilir mi? Vefat etse bile yalnız günah cihetinde ölüp sevap yönünden amel defteri kıyamete kadar açık kalan bir Nur talebesi olmayı kim istemez? Kaynaklar: 1- Barla Lahikası, 65,662- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 1783- Kastamonu Lahikası, 2354- Barla Lahikası, 175- Kastamonu Lahikası, 946- Lemalar, 44

Zafer ZENGİN 01 Şubat
Konu resmiHarry Potter Kimin Ajanı?
Kültür ve Medeniyet

Harry Potter benzeri Fantastik içerikli romanların başarılarını görüp hayıflanmak ve “keşke...” bataklıklarına sürüklenmek yerine, kendi zengin kaynaklarımıza yönelmemizin vakti geldi de geçiyor.  Joanne Kathleen ROWLING İngiltere Chipping Sodburry’ de dünyaya gözlerini açtı. İler­leyen zamanlarda ailesiyle bir­likte Bristol’e, daha sonra da Chepstow’a taşındı. Çocuklu­ğundan itibaren İngiliz kültü­rüyle yetişti doğal olarak. Et­ra­fında gördüğü tarihi bina­ların tasvirlerinden tutun da Hristiyan ve Avrupalı bir kül­türün etkisiyle belleğinde yer­leşen Latince sevgisini yansıttı Harry Potter adlı romanına.  Dün­ya gençliğini, yeni bir fan­tas­tik dünya inşasıyla, Anglo-Sak­son ve Latin kültüründe erit­me hamlesiydi aslında onun yaptığı. Onun yetişme or­­ta­­mı­­nı; yetişme tarzını da için­de ba­rındıran fantastik çi­ko­­la­­ta­lar­la süslenmiş edebi se­si, tüm dün­ya gençlerinin ve ço­­cuk­ları­nın aklını çelmeyi ba­şardı. Yazarın hayat serüveninin bir­kaç adımı, İngiliz mimarisinin en güzel tarihi örneklerinden de geçmişti. Liseyi okuduğu Wyedean Comprehensive’den tu­tun da Exeter Üniversitesi’ nin mimari yapısına kadar, şuur­altı Anglo-Sakson kül­tü­rüy­le doldu taştı. Exeter Üni­ver­­si­­tesi’nde öğrenim gördüğü yıllarda Fransa’da da öğrenim görme imkânı elde eden yazar, hem Fransız diline hem de Fransız kültürüne bir aşinalık kazandı. Anlaşılıyor ki, eğitim hayatı boyunca Harry Potter romanını oluşturacak unsur­ları da beyninde, kalbinde ve ruhunda biriktiriyordu. Çocukluk yıllarını geçirdiği Chepstow’da muhtemelen pek çok kez ziyaret ettiği ve hay­ran kaldığı Chepstow Kalesi’nin mi­mari yapısının etkisi yok mu­­dur eserlerindeki mekân tas­­vir­lerinde? İskoç krallığının kale ve saraylarının izlerini gör­­­­­mez miyiz onun fantastik dün­­­­­­yasında. Ya da günümüz ki­li­­­se­lerinde de yaşamaya de­vam eden ve İngiltere’nin hat­­ta Orta Çağ Avrupa’sının mi­­­ma­ri görüntülerini yaka­la­­ya­­maz mıyız onun mekân tas­vir­le­rin­deki ayrıntılar­da? Yazarın ro­manından uyarlanarak gös­te­ri­me giren Harry Potter film­le­rinde gördüğümüz Hog­­warts Büyücülük Okulu, amb­le­min­den tutun da mimari ya­pısına, öğrencilerin sıralarda oturuş bi­­çim­lerine kadar Av­rupai bir ha­va üflemez mi be­yinlerimize? Yazarın öğrenim gördüğü Edin­burgh Üniversitesindeki Te­vi­ot Row House binası ya da Fran­sa’ya gittiğinde muhte­melen zi­yaret ettiği Carcassonne Kale­si ile Hogwarts Büyücülük Oku­­lunun binası arasındaki ina­­nıl­maz benzerlik ortada ol­du­ğuna göre, Harry Potter ro­man ve film serilerinin hayra­nı olan gençlerimizin İngiliz Kül­türünü hücrelerine kadar özüm­semediklerini iddia etmek abartılı bir iddia mı olur? Bu kitabın hayal dünyasının çer­çeveleri arasında varlığını inşa eden bir gencin mimari­si, artık İngiliz tarzı bir mi­ma­ri olmayacak mıdır? Muh­temelen bu gençlerimiz bi­raz daha büyüdüklerinde hayal dün­ya­larını süsleyen mi­mari anlayışın Yeni Gotik bina üs­lubunun bir benzeri olduğu­nu fark edeceklerdir. Bu durum el­bette İngiliz Edebiyatı adına özelde de JK Rowling hesabına büyük bir başarıdır. İngiltere ve Avrupa, kendi öz kültürünü, felsefesini ancak bu kadar hızlı ve köklü yayabilirdi dünyaya. Büyü ve sihir gibi kavramların zararlı etkileri herkesin malu­mu ol­duğuna göre bu hu­susu faz­la deşmeyeceğim. Bu mev­zu­nun dinimizce de ne kadar hassas bir mevzu olduğunu he­pimiz biliyoruz. Yani Harry Potter romanlarının bu açı­dan da dünya çocuklarını ve genç­lerini olumsuz yönde etkiledi­ği herkesin malumudur. Beyni büyü tasvirleriyle dolup taşan bir çocuk, elbette büyü yapma­nın ya da büyücü olmanın da kendince yollarını arayacaktır. Ve yine elbette bu uçuk yol­ları arayanlar çok azınlıkta ka­­­­la­­caktır. Gençlerimiz ya Harry Potter’daki Büyü Fel­se­­fe­sini, dolayısıyla dinlerin al­ter­natifi olan yeni bir se­kü­ler anlayışı kabul edecek, böy­lelikle günümüz Avru­pa’sı­nın sunduğu, inanç dışı ama inanç­laşmış teorilerle fantastik­leşen sekülerizm dünyasına adım atacak ya da inançlarını reddet­mek yerine, iç çatışmasını ön­lemek adına bu hayali dünyayı reddedecektir. Avrupa, kendi kültür kaynak­la­rından birisi olarak görmek­te­dir Kiliseyi. Mimariden sa­na­ta, ahlaktan dile kadar pek çok alanda yaşamakta olan Ki­lise Avrupa’sı, Avrupalıları uyuş­tu­ru­cu bağımlısı gibi ken­di­ne çek­mektedir. Hücrelere ka­­dar, genlerin en derin karan­lık­­­larına değin bulaşmış olan o Hristiyan Batı düşüncesi ge­­­­le­­neği, Avrupalıların Kilise ya­­pı­­larını, antik bir müze an­la­­mında, tamamen nostaljik mü­la­­­hazalarla korumasının se­­bep­­lerinden de birisidir. Bu du­rum tahkiki değil ama bir alış­kan­lığı ifade eden ve adeta ref­leks hali­ne gelmiş taklidi bir durumdur. Harry Potter romanlarında rast­ladığımız aslında Kilisenin kutsal dili olan Latince kulla­nımlara da değinmeden geçe­me­yeceğiz. Bugün yediden yet­mişe pek çok gencimizin di­lin­de dolaşan bu terimler ye­ni roman ve filmlerle ruh ve şuur dünyamıza doğru hü­cu­ma devam ederlerse, dili­mizi de anlaşılmaz hale geti­rebi­leceklerdir. Örneğin Ruh Emi­ci­leri kovmak için kul­la­nı­lan “Expecto Patronum” ke­li­me grubu, zorda kalan ço­cuk­ların sıkıntı dile getirmek için kullandıkları bir deyime dönüşebilir. Bugünün çocuk­ları da dillerine yerleşen bu gibi deyim ve terimleri gelecek kuşaklara aktarabilirler. JK Rowling, fantastik dünya­nın unsurlarını başarılı bir bi­çimde kullanarak tüm dünya çocuklarını hatta insanlarını ku­şatacak yeni bir ortak dil oluş­turma yolunda ilerliyor. Bu ortak dil, Avrupa için ne kadar meşruysa bizim için o kadar imkânsız bir dildir. Çünkü bu oluşturulan fantastik dil, Yu­nan Mitolojisinin ve Kilise Latincesinin kökleri üzerinde yükseliyor. Bu iki temel de bize yani Türklere göre merduttur yani kabul edilmesi imkânsız­dır. İsterseniz bazı örnekler ve­re­rek bu imkânsızlığı ve kan uyuş­mazlığını açıkça gösterelim. “Expecto Patronum” Latince “Umu­yoruz Baba”; daha derin ya­pıda “Bizi Kurtar Baba” an­la­­mına geliyor. Bu örnekte, Hı­ris­­tiyanlık inancında var olan “Baba-Tanrı” inanışının bir yan­sı­masını açıkça görüyo­ruz. Bu romanda geçen kah­ra­­man­lardan birisi olan Ar­­­gus, Yu­nan mitolojisinde geçen Ze­us’un karısı Hera’nın yar­dım­­cı­larından birisinin adıdır. Her­­mione, Yunan mitoloji­sin­­­de Troyalı Helen ve Me­ne­lausv’un kızlarının adı olarak ge­çi­­yor. Hippogrif, Hippo yu­nanca ‘ippos’ dan gelir ve ‘at’ de­mektir, ‘grif’ ise ‘griffin’ de­nilen kuş adıdır. Hogwarts’ın amb­leminde yazılı olan “Draco Dormiens Nuquam Titilandus” tama­men Latince bir cümledir ve “Uyuyan bir Ejderhayı Sa­kın Gıdıklama” anlamına gel­mek­tedir. Bu gibi Latince ve Yunanca kelime gruplarının ve onların eklemlendiği mitolojik unsurların, çocuklarımızın dil­le­ri ve yaşantıları üzerinde ne gi­bi tesiri olabileceğini galiba faz­laca açıklamaya gerek yok. (https://onedio.com/haber/harry-potter-hakkinda-az-bilinen-19-sey-364531) Tam da burada önemli bir soru beynimi tırmalıyor. Bergson’un da dile getirdiği gibi, sorunun doğru cevabını bulabilmekten daha önemli olan şey, doğru soruyu sorabilmektir. O halde şu soruyu soralım kendimize: JK ROWLİNG kendi Avrupai kültüründen Fantastik bir dil ve dün­ya oluştururken biz ne ya­­pı­yorduk? Bizim mazi­miz ha­yal yönünden çok mu kısır­dı da batı fantastik dünya­sı­nı taklide çalışıyorduk her fır­sat­ta? Kahramanlarımız, me­kân­­­ları­mız her şey batıdan it­hal­di. Özgün kahraman ve me­kân­la­rımızınsa hiçbir kültürel ve tarihi derinliği yoktu. Uyduruk bir dünyaydı oluşturulan bu felsefi derinliksiz ve öz geçmiş­siz dünya... JK Rowling’in Harry’sinin gücü nereden ge­liyordu? Bunu bir türlü anla­ya­madık. Onu ve onun gibi batı­lı yazarları taklitten başka bir şey de yapmadık. Rowling’in kendi Kültür dünyasını ev­ren­selleştirme çabasının binde birini kendi rengârenk kültür dünyamız için gösteremedik. Geçmişimizin, Batının kurak hayal âlemlerini de sula­yan hayali zenginliklerini roman­ları­mıza yeniden taşımayı bir ba­şa­rabilseydik, tüm dün­ya ço­cuklarının bizim Kahraman­la­rı­mızla dirildiğini görecektik. Hem biz, çocuklarımızın La­tin­ce-Yunanca terimleri ile an­tikitenin mitolojik öyküleri­ni ezberlemeleriyle neden övü­ne­cektik ki? Batı düşünce gelene­ği, insanlığın başına açtığı bin küsur yıllık belaların hesabını; içine düştüğü post-modern kriz­­lerle ödemeye başlamışken, bizim hangi yaramıza çare ola­bi­lir­di ki? Bizim Türkçemiz; hem de Osmanlı Türkçemiz var­dı mesela... Yunusların, Fa­tih­­­lerin, Hacı Bayram-ı Ve­li­lerin Türkçesi… Bu Türk­çe­yi hem yazı hem de konuş­ma ola­­rak çocuklarımıza kazan­dır­­mak­tan geçiyordu aslında kur­tu­luşumuz. Peki kendi fantastik dünyamızı inşa faaliyeti için geç kalmış sayılır mıyız? Bu soruya sami­miyetle “Elbette geç kalmadık” cevabını verebiliriz. Hayal gü­cünün projeksiyonları ve kur­gu boyutları sonsuz açılım­lara sahiptir. Hele de bu hayal gü­cü­nü metafizik bir âleme du­yu­lan samimi inancın ilham­larıyla beslerseniz, size yepyeni bir hayali kâinatın kapıları açılıverir. Sonsuz ya da sonsuzu yutacak büyüklükte olan ha­yal midesi, elbette birkaç ha­yal mahsulüyle doyurulamaz. Bu da demektir ki, hayal mi­de­sini doyuracak sonsuz sayı­da fantastik dünyalar, kurgu ha­yatlar kurgulanmayı bekle­mek­tedirler. Bu bakış açısıyla ba­kıldığında Harry Potter’in fan­tastik dünyası, ne sondur ne de yeni bir başlangıçtır. Dünyaya Bin Bir Gece Ma­sal­larını, Kelile Dimne’nin Fablla­rını ve pek çok fantastik hikâ­yeyi, kahramanlarıyla birlikte armağan eden edebiyatımızın mimarları, Harry Potter’in ol­mazsa olmaz temellerinden olan Phoenix yani Zümrüd-ü Anka’ yı o sonsuz hayal güçleriyle in­şa etmeyi başarmamışlar mı­dır? Tom ve Jerry’nin temel­le­rinde Kelile ve Dimne hi­kâ­ye­lerinin olmadığını kim söy­­le­­ye­bilir? Ya da Ev Cini Dobby’nin şah­sında tezahür eden itaatkâr ve iyiliksever Cin an­layışı Alaat­tin’in sihirli Lambasından çık­mamış mıdır ilk olarak? Veya­hut da Harry Potter ro­man­larında sıklıkla rast­la­dığı­mız Devler, bizim binlerce yıl­lık geç­mişe sahip Tepegöz­leri­mizin ve devlerimizin soyun­dan değil midir? Gerçekte batının fantastik dün­yasını teşkil eden bütün o mum­yalar, şeytani güçler, peri­ler, iyi kahramanlar zaten bizim imal ettiğimiz bir fantastik dünya­nın Batıca taklidinden ibaret­tir. Bilhassa Haçlı Seferleriyle birlikte bizim topraklarımızı sö­­müren Batılılar, fantastik dün­­­­ya­mızın öğelerini de akıl hey­­­be­lerine atarak gasp etmiş­lerdir. Günümüzün Batılı ya­zar­ları da, Doğu’nun münbit hayal dünyasından daha çok istifade ediyorlar. Hatta dünya klasiklerinin bazılarında Do­ğu edebiyatının derin tesirleri, il­hamları açıkça görünüyor. Bu durumda kendimizi küçük gör­­meye ve başkalarının ba­şa­rı­­la­rını da nazarımızda kü­çült­meye hiç gerek yok.  Harry Pot­ter ben­ze­ri Fantastik içerikli ro­man­­ların başarılarını görüp ha­yıf­­lanmak ve “keşke…” ba­tak­­­lık­larına sü­rüklenmek ye­rine, kendi zen­gin kaynakları­mıza yö­­­nel­­memizin vak­ti geldi de geçiyor. Bizim eserlerimizin mekânla­rı İngiltere’nin şehirleri değil ama İstanbul, Erzurum ya da Se­mer­kant olacaktır mese­la... Mi­ma­ri tasvirlerimiz Sel­çuk­lu ve Osmanlı mima­risi­­nin muh­teşem uyumunu yansı­tacaktır. Bizim romanlarımızda büyüler, sihirler değil de kerametler; tayy-ı mekânlar, bast-ı zaman­lar, tevafuklar, ikramlar, mucize­ler arz-ı endam edecektir. Geliş­ti­re­ce­ğimiz Fantastik dünya­mızın dil imkânları; Orta As­ya Türkçesinden Osmanlı Türk­çesine, hatta Arapça ve Fars­çaya kadar uzanacaktır. Olay­la­rımız Çifte Minareli Medre­sede, Ayasofya Camiinde, Tac Mahal’de veyahut da Medine’ de geçecektir. O halde hâla ne diye duruyoruz? Bir an önce, Fantastik Dünyamızı yerli­leş­tirelim, imanımızı, ahlakımızı ve medeniyet sevgimizi çal­mak için tetikte bekleyen Batı’nın sahte kahramanlarına özen­me­yi bırakalım ve kendi hayali kah­ramanlarımızı inşa etmeye başlayalım.

Oğuz DÜZGÜN 01 Şubat
Konu resmiMuhteşem Gemi
Risale-i Nur

Tahminen 4 milyar yaşlarında olan dünyamız, hayata elverişli bilinen tek gezegendir. Bilim adamlarının yıllardır yapmakta oldukları araştırmalara rağmen, henüz üzerinde yaşamaya uygun olan ikinci bir gezegen bulunamamıştır. Bunun sebebi, yeryüzünde bizim için özel olarak hazırlanmış olan çok hassas dengelerin bulunmasıdır. Nasıl mı? Şöyle söyleyelim, saatte 390 km. hızla giden bir aracın içinde olsanız acaba nasıl hissedersiniz kendinizi? Hâlbuki dünyamız, saatte değil, saniyede 390 km. hızla hareket ediyor! Evet, hepimiz hızla ilerleyen bu geminin yolcularıyız. Fakat hiç birimiz bu süratin farkında bile değiliz. Çünkü kurulan düzen o kadar harikadır ki, bu inanılmaz derecede yüksek olan hızın üzerimizde hiçbir menfi etkisi yoktur. Şimdi, bu hassas dengelere birkaç misal verelim... Dünyamızın Güneşe Uzaklığı Dünya ile güneş arasındaki mesafe 149 milyon 596 bin kilometredir. Bu mesafe birazcık daha az veya fazla olsaydı, dünyamız bir ateş topu ve­ya bir buz kütlesi haline gelirdi. Milimetreler ba­zında düşündüğümüzde, küre-i arz ile güneş arasındaki uzaklık için sonsuz ihtimal vardır. Fa­kat bizim hayatımızın devam etmesi için, bu uzaklığın sadece ve sadece şu anki kadar olması gerekmektedir. İşte sonsuz ihtimaller içinden bu rakamın seçilmiş olması, bunun tesadüfî bir iş olamayacağının göstergesidir. Atmosferdeki Gaz Oranları Atmosferdeki azot oranı %78, oksijen oranı %21, karbondioksit ve diğer gazların oranı ise %1’dir. Bunlardan sadece oksijen miktarındaki dengeyi ele alacak olursak, eğer bu oran biraz daha dü­şük veya yüksek olsaydı, yine yeryüzünde hayat mümkün olmayacaktı. Bu miktarın altındaki ok­sijen, bizim aldığımız nefesin bize yetmemesine ve nefes almamıza rağmen boğulmamıza sebep olurken, bundan daha fazla oksijen de hem so­lunum sistemi organlarımıza zarar verecek hem de dünyanın her yerinde sürekli yangınların çık­masına sebep olacaktı. Mesela oksijen oranındaki her %1’lik artış, bir ormana yıldırım düşmesi sonucunda orada yan­gın çıkma ihtimalini %70 artırmaktadır. Demek ki dünyamızdaki oksijen oranı için yüzlerce, hat­ta binlerce ihtimal varken, tam bizim ihtiyacımız olan miktar ayarlanmıştır. Bu da kemal-i mu­va­zene ile bu dengeyi kuran bir Zat’ı (cc) gös­termektedir. Atmosfer Tabakası Hayatımızı sürdürebilmemiz için, yeryüzündeki ısı ve ışık miktarı belirli bir aralıkta olmalıdır. Normalde güneşte meydana gelen tek bir patlama, 100 milyar ton atom bombasının gücüne eşit­tir. Bu miktarın çok çok altında olan atom bom­balarının Nagazaki ve Hiroşima’da yaptığı tah­ribatı hepimiz biliyoruz. Ancak güneşten çıkan aşırı sıcaklık ve öldürücü ışınlardan sadece bir miktarı bize ulaşır. Bu da atmosfer vasıtasıyla olur. Eğer dünyamıza şimdikine göre birazcık daha fazla ısı, kızıl ve mor ötesi ışın, gama ve mikro dalga ışın ulaşsaydı, bütün hayat sona ererdi. Atmosferle birlikte dünyamızı koruyan bir baş­ka unsur da Van Allen kuşaklarıdır. Dün­ya’nın etrafında bulunan bu manyetik alan, gezege­ni­­mize gelen zararlı ışınlara ve meteorlara karşı bir kalkan vazifesi yapar. Nasıl ki, zıt yönde tu­tulan iki mıknatıs birbirini itiyorsa, öyle de Van Allen kuşakları da yer küremize yaklaşan gök taş­larını iterek uzaklaştırır. Eğer bir meteor bu manyetik alanı aşmayı başarırsa, onu da atmos­fer tabakası yakarak parçalar. Yılda ortalama 50 bin meteorun bu şekilde etkisiz hâle getirilmesi hiç de azımsanacak bir rakam değildir. Demek ki Hakîm ve Müdebbir olan bir Zât (cc) bu tedbirleri almasaydı, başımıza yağan dev taşlar yüzünden dünyamız yok olup gidecekti. Sudaki İstisna Bütün maddeler ısıtıldıklarında genleşirler ve so­­ğutulduklarında da büzüşürler. Ancak su, bu ku­rala meydan okumaktadır. Şöyle ki, +4 de­re­ce su için bir dönüm noktasıdır. Bu sıcak­lık­ta bulunan bir miktar su ısıtıldığında, diğer maddeler gibi genleşmeye başlar. Buraya kadar her şey normaldir. Ancak su, soğutularak sı­cak­­lığı +4 derecenin aşağılarına doğru inmeye baş­ladığında, diğer maddelerin aksine olarak yine genleşir. Hatta bu sebeple kapalı bir kap içine doluncaya kadar su koyup buzluğa bırakmak tehlikelidir. Çünkü donan su, içinde bulunduğu kabı patlatır. Hâlbuki böyle bir tedbiri başka hiçbir sıvı için almayız. Burada bizim durup, sudaki bu istisnayı tefek­kür etmemiz gerekmektedir. Acaba bütün mad­delerden farklı olarak, su neden böyle bir özel­liğe sahiptir? Çünkü eğer böyle olmasaydı, kışın deniz veya göllerin yüzeylerinde oluşan büyük buz kalıpları dibe çökerdi. Bu şekilde sürekli donma ve çökme sonucunda, bütün göl veya deniz buz haline gelir ve su altındaki hayat ta­mamen sona ererdi. Ancak sudaki bu istisna neticesinde, donan buz kalıbı yüzeyde kalır, di­be çökmez. Ayrıca, hava ne kadar soğuk olursa olsun yüzeyde kalan buz kalıbı, altındaki suyun +4 derecede kalmasına sebep olur. Böylelikle su altındaki hayat güvenli bir şekilde devam eder. İşte, Müsebbibü’l-Esbab olan Cenab-ı Hak, eşya üzerinde yaratmış olduğu kanunlarını, gerek­tiğinde bizim için tersine döndürmekte ve bu şekilde bizleri varlığından haberdar etmektedir. Gezegenlerin Büyüklüğü Dünyanın, güneşin, ayın, 300 milyar galaksi­nin ve her galaksideki 200 milyar yıldız ve gezegenlerin büyüklükleri de, hayatımız için ge­rekli olan hassas dengenin birer parça­sı­dır. Mesela, dünya şimdikinden biraz daha bü­­­yük olsaydı, yer çekimi de artacağı için vü­cu­du­muzdaki sistemlerde ve günlük hayatı­mız­da birçok olumsuzluk meydana gelecekti. Ayrıca atmosferin üst katmanlarında bulu­nan zehirli gazlar, artan yer çekiminin etkisiyle di­be çökecek ve bizim ölümümüze yol açacaktı. Ve­ya dünyamız biraz daha küçük olsaydı, yer çeki­mi azalacağından, etrafındaki atmosfer tabakasını tutamayacaktı. Koruyucu kalkanımız ve nefes kaynağımız olan bu tabakanın uzaya dağılıp gitmesi sonucunda, yine hayat diye bir şeyden bahsedilemeyecekti. Burada sadece dünyanın büyüklüğünün değiş­mesi sonucunda meydana gelebilecek olum­suz­luklardan söz ettik. Fakat dünya gibi diğer 300 milyar kere 200 milyar adet yıldız ve ge­zegenlerin büyüklükleri de özel olarak planlan­mıştır. Böyle bir nizam ve intizamın, kör tesadüf veya şuursuz tabiat ile ortaya çıkması ise hiçbir cihetle mümkün değildir. Dünyanın Hareketleri Dünyamızın çok hassas bir ölçü içinde yap­mak­ta olduğu 3 hareketi vardır. Bunlardan bi­rincisi, kendi ekseni etrafında saatte 1681 km. hızla dönmesidir ki, bunun sonucunda gece ve gündüz oluşur. İkincisi, güneş etrafında saat­te 108.000 km hızla dönmesidir ki, bunun so­nucunda da seneler oluşur. Üçüncüsü ise, dün­yamızın güneş sistemi ile birlikte Samanyolu ga­laksisi içindeki hareketidir ki bu hareketin hızı da saatte 792.000 km’dir. (Ayrıca Samanyolu ga­laksisinin de uzay içinde bir hareketi vardır. Fa­kat şimdi o bahse girmeyeceğiz!) Bu üç hareketin vektörel bileşkesini aldığımızda ortaya saniyede 390 km’lik bir hız çıkmaktadır. Bu kadar karma karışık hareketlere ve bu yüksek hıza rağmen dünyamızda denizler, dağlar ve her şey yerli yerinde durmaktadır. Çünkü normalde bizi uzaya fırlatması gereken merkezkaç kuvveti, ona zıt olan yer çekimi kuvvetiyle dengelenmiş­tir. Şimdi, sadece dünyanın kendi etrafında dönüş hızını ele alırsak, bu hız şimdikinden daha fazla olsaydı, yer çekimi bizi tutmaya ye­terli olamayacağından, hepimiz uzaya fırla­yacaktık. Yine bu hız şimdikinden daha az ol­saydı, yer çekimi fazla gelecekti ve vücut fonksiyonlarımız tamamen zarar görecekti. Ayrıca bu hızdaki değişim, ısı dengelerini de alt üst edecekti. Yani her cihetle hayatımızın son bulmasına sebep olacaktı. Bu meselenin daha iyi anlaşılması için hava araç­larının ağırlık ve denge talimatlarından bah­­sedelim. Bir uçağın havada dengeli bir şe­kilde uçabilmesi için, yolcuların ve bavulların den­geli bir şekilde yerleştirilmesi gerekir. Hatta uçağın sağa-sola yatması esnasında yüklerin yer değiştirerek uçağın dengesini bozmaması için, bu yükler ağlarla bağlanarak yerleri sabitlenir. Bazen bu ağların kopması sonucunda yüklerin uçak içinde savrulması sebebiyle uçağın denge­sinin bozularak düştüğüne şahit oluyoruz. İşte dünyamıza nazaran çok küçük ve basit olan bir uçağın dengesi için mühendisler tarafından böyle özel muameleler yapılıyorsa, içinde ve üzerinde bu kadar hareket olan dünyamızın dengeli bir şekilde yoluna devam etmesi, el­bette onun da bir Alîm ve Hakîm bir Zât (cc) tarafından kontrol edildiğini gösterir. Eksen Eğikliği Dünyanın güneş etrafında dönmesi, senelerin ve mevsimlerin oluşmasına sebep olmaktadır. Ancak mevsimlerin oluşmasının tek sebebi bu değildir. Dünyamızın ekseni 23 derece 27 da­ki­ka eğiktir. Bu eğiklik sayesinde Haziran, Tem­muz, Ağustos aylarında güneş ışınları kuzey yarım küreye dik gelirken (ki bu aylarda kuzey yarım kürede yaz, güney yarım kürede de kış mevsimi yaşanır;) Aralık, Ocak, Şubat aylarında da güney yarım küreye dik gelir. Eğer bu eğiklik olmasaydı, güneş ışınları sürekli dünyanın or­tasına yani ekvatora dik gelirdi. Bunun so­nucunda yaz, kış, bahar gibi mevsimlerden söz edemeyeceğimiz gibi, ekvatorun etrafı aşırı ısı­nır, kutupların etrafı da aşırı soğurdu. Böylelikle bizlere yaşamak için çok küçük bir alan kalırdı. Fakat aşırı ısı farkından oluşan kasırgalardan dolayı muhtemelen bunu da başaramazdık. Hassas Dengeler Bir fizik profesörü, kitabında şöyle bir ifade kullanmaktadır: “Somebody is tunning the ru­les.” Bu cümledeki “tunning” kelimesi birço­ğu­­­muza tanıdık gelecektir. Eski radyoların ka­­­nal arama düğmelerinin altında yazan bu ke­­­lime “ince ayar” anlamına gelmektedir. İşte bu profesör, birisinin kâinattaki kuralları ince ayar­­la planladığını söylüyor. Dünya ile güneş arasındaki mesafenin bizim için en uygun miktarda olması, atmosfer taba­ka­sı­nın ihtiyacımız olan kalınlıkta bulunması, su­yun genleşme hususunda bir istisna taşıması, milyarlarca yıldız ve gezegenin en ideal büyük­lükte bulunması, dünyamızın hızlarının tam bize göre olması, eksen eğikliğinin tam bize uygun olması… ve daha burada yazamadığımız ve belki de bilim adamlarının dahi henüz bulamadığı bir çok hassas denge... Bu kadar has­sas dengenin bir arada bulunması, ancak son­suz ilim, kudret ve hikmet sahibi bir Zat’ın (cc) emriyle ve kuvvetiyle olabilir. Muhteşem Mürettebat Her geminin bir mürettebatı vardır. Dünya­mızın mürettebatını, bitkiler ve hayvanlar oluş­turmaktadır. Mevzunun çok fazla uzamaması için burada sadece bitkiler âleminden – kısaca- bahsedeceğiz. Yeryüzünde bizim için yaratılmış bilinen 200 bin tür nebatat vardır. Bunların bir kısmını ren­gârenk çiçekler oluşturur ki, bizim göz ve koku zevkimize göre özel olarak tasarlanmışlardır. Bazı bitkileri ise bizzat bilmesek de aktarlar sa­yesinde tanıyor veya çeşitli ilaçların içlerinde kullanılması sonucunda istifade ediyoruz. Bir de hepimizin bildiği gibi sebze ve meyveler var­dır. Şimdi bazı sebze ve meyvelerin faydaların­dan bahsederek, onlardaki sanat mucizelerini görmeye çalışacağız… Patatesin Faydaları:  Vücuda enerji verir, halsizliği ve yorgunluğu giderir. Kandaki şeker oranını düşüren pa­ta­tes şeker hastaları için faydalıdır. Damar sert­liğini giderir. Sindirimi kolaylaştırır. Kanı te­mizler. Kansere karşı koruyucudur. El ve ayak çatlaklarına iyi gelir. Bağırsak kurtlarını dü­şürmeye yardımcı olur. Böbreklere faydalıdır. Normal ve kuru ciltler için fayda sağlar. Karpuzun Faydaları:  Çok iyi bir idrar söktürücü olan karpuz, vü­cuttaki atık maddeleri, bağırsakları ve kanı te­mizler. Kalbi koruyucu etkisi de vardır. Soğuk algınlığına iyi gelir. Vücuda zindelik, serinlik ve ferahlık verir. Böbrekleri çalıştırarak böbrek taşlarını ve kumlarını dökmeye yardımcı olur. Kemik gelişimini de destekler. Patlıcanın Faydaları:  Sinirleri yatıştırır ve tansiyonu düşürür. Kalp çarpıntısını giderir. Bağırsakları yumuşatır ve idrar söktürür. Kandaki kolesterol seviyesini düşürür ve damar tıkanıklığına iyi gelir. Kan­sızlığı giderir. Karaciğerin ve pankreasın ça­lış­masını düzenler. Böbrek ağrılarını ve yan­ma­sını azaltır. Kilo vermeye yardımcı olur. Pırasanın Faydaları: Vücuda kuvvet verir. Kan yapar ve kansızlığa iyi gelir. Sindirim sistemi için çok faydalıdır. Sindirimi kolaylaştırır. Sinirleri kuvvetlendirir. Böbrekleri, bağırsakları ve mideyi çalıştırır ve güçlendirir. Böbrek kumlarını ve taşlarını dök­meye yardımcı olur. Vücudu ve kanı temizler. As­tım, romatizma, egzama ve damar sertliğine kar­şı faydalıdır. İdrar söktürücüdür. Bağırsak­ları yumuşatır. Anne sütünü arttırır. Kansere karşı koruyucudur. Biberin Faydaları:  İştahı açar, mideyi kuvvetlendirir ve hazmı ko­laylaştırır. Romatizmaya iyi gelir. Kanamaları önler. Kırmızı biber, insanı ferahlatır ve nefes yollarını açar. Bronşit ve grip gibi hastalıklarda faydalıdır. Damar tıkanıklığı ve kalp hastalık­la­rına karşı koruyucudur. Acı biber, İştah açar. Akciğerleri temizler ve balgam söktürür. Eklem iltihaplanması, diş ve boğaz ağrıları, romatizma, sindirim sistemi bozuklukları, soğuk algınlığı gibi rahatsızlıklarda faydalıdır. Narın Faydaları:  Harareti keser. Enerji verir ve yorgunluğu giderir. Vücudu, kalbi, mideyi ve diş etlerini kuvvetlendirir. Çarpıntıyı giderir. Mide iltihabı ve ağız yarası için faydalıdır. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Kanser hücrelerinin gelişmesine engel olarak, başta cilt ve prostat kanseri olmak üzere, kansere karşı vücudu korur. Kandaki kolesterol oranını ve tansiyonu düşürür. Damar serliğini önler ve damarları açar. Bu özellikleriyle kalp ve damar hastalıklarına karşı koruyucudur. Kandaki şeker seviyesini de dengeleyerek şeker hastalarına iyi gelir. Cilt sağlığı için de faydalıdır. Nar suyu sesi açar. Portakalın Faydaları:  Vücudu ve bağışıklık sistemini güçlendirir. Ener­­ji verir. İyileşmeyi hızlandırır. Yüksek Tan­si­yo­nu ve kolesterolü düşürür. Damar sert­li­ğini ve tıkanıklığını önleyen portakal, kalp ve damar hastalıkları ile kansere karşı koruyu­cu­dur. Sinirleri yatıştırır ve yorgunluğu giderir. Da­marları güçlendirir. Grip ve nezle gibi soğuk algınlığına iyi gelir ve öksürüğü azaltır. Cilt kırışıklıklarını önler, cildin taze ve pürüzsüz görünmesini sağlar. Karaciğeri çalıştırır. Vücut­taki zararlı maddeleri temizler. Kansızlığa iyi gelir. Hazmı kolaylaştırır. İçerdiği folik asit özellikle hamileler ve bebek için çok kıymet­li­dir. Yukarıda 200 bin nebatat içerisinden sade­ce 7 tanesinin vücudumuz için faydalarından bahsettik. Görüldüğü gibi her birinin en az bi­rer paragraf hususiyeti bulunmaktadır. Ancak bu sebze ve meyvelerin sadece içerikleri değil, aynı zamanda şekil, renk, koku ve tatları da tam bize göredir. Mesela sadece portakalı ele alırsak, bu meyvenin yuvarlak olan şekli ve turuncu rengi hoşumuza gider. Bu portakalı elimize alıp soymaya başladığımızda ortaya yayılan koku da bize hitap etmektedir. Ve son olarak onu yemeye başladığımızda ağzımıza gelen tat da mükemmeldir. İşte bütün bu özelliklere baktığımızda, bu mey­venin –hususen– bizim için yaratılmış olduğu fikrine varıyoruz. Çünkü hem şekil ve rengin, hem kokunun, hem tadın hem de içindeki vitamin ve minerallerin bana tam uygun olması, bu durumun tesadüfen ortaya çıkamayacağı­nın göstergesidir. Bu meyve ile benim aramda anahtar-kilit gibi bir uyum vardır. Nasıl ki bir kilidi ancak aynı usta elinden çıkan anahtar açabiliyorsa, yeryüzündeki nebatatı ve bizi yaratan Zât’ın (cc) bir olması lazım ki bu uyum sağlansın. Bu hakikati bir örnekle daha açıklayalım. Me­sela bir kişi mavi gömlek, siyah pantolon, kah­verengi ayakkabı ve beyaz kazaktan hoşlanıyor olsun. Bir gün bu kişinin evine kargo ile bir hediye paketi gelse ve paketten az önce say­mış olduğumuz giysiler çıksa, paketin bu ki­şi­yi tanımayan biri tarafından tesadüfen gön­derilmiş olma ihtimali olabilir mi? Aklı olup onu kullanan hiçbir kimse bunu iddia edemez. Çünkü bu paket mutlaka bu kişiyi yakından tanıyıp, onun giyim tarzını bilen biri tarafın­dan gönderilmiştir. Aynen öyle de, yüzlerce tür bitkinin bizim göz ve ağız zevkimize göre ve vü­cudumuza faydalı olacak şekilde gelmesi, bizi bilen, tanıyan bir Zât’ın (cc) varlığını gösterir.     Yine bize bunların Rabbimiz tarafından ih­san edildiğinin bir delili de, bu sebze ve mey­veleri bizim kendimizin üretemiyor olma­mız­dır. Sanayi ve teknoloji alanında hayal ede­me­yeceğimiz bir seviyeye gelmemize, uzaya sa­­yısız uydular göndermemize ve çok şaşır­tıcı özelliklere sahip bilgisayarlar üretmemize rağmen, bizim için çok basit gibi görünen bir elmayı, portakalı, karpuzu üretemiyoruz. Aca­ba aklı, eli, gözü olmayan bir ağaç tarafından hem de tesadüfen veya şuursuz bir tabiatın eseri olarak yapılabilmesi mümkün müdür? Netice olarak küre-i arz, kemal-i muvazene, intizam ve mizan ile feza denizinde üzerindeki yüz binlerce tür zihayat ile güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbaniyedir. Sonsuz bir kudret, irade, ilim, hikmet sahibi olan Cenab-ı Hakk’ı güneşin ziyasının güneşi göstermesinden daha zahir bir şekilde bize gösterir ve tanıttırır. Kâinatı böyle sanat harikalarıyla yaratıp emrimize veren Rabbimize hamd ü senalar olsun…

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiNecran Hristiyanları
İnsan

5. yüzyılda Hîre ile ticaret yapan Hannân (Hayyân) vasıtasıyla Hristiyanlığın girmeye başladılar.   527-565’de Bizans İmparato­ru Ius­tinianos’un zulmünden ka­­­­çan monofizitlerin sığınma­sıyla Doğu kilisesinin Güney Ara­­­­bis­­tan’daki başlıca merkezi ha­­­li­­ne geldi. 523’de, Yahudiliği kabul etmiş olan Himyerîler şehri ele ge­­çi­­rip buradaki Hristiyanlara şid­­­­detli baskı uygulamaya ve din­­­lerinden dönmeye zorladı­lar. İnanç­­larından vazgeçme­yen çok sa­yıda Hristiyan, içi ateş do­­lu hen­deklere atılarak ya­kıl­­dı. (As­hab-ı Uhdud) 525’de Hıristiyanlığın koruyu­cusu Bizans’ın deste­ğiyle, Ha­beş Necaşîsi Yemen’e bir ordu gönderdi. Savaş sonunda Him­yerî yönetimine son veril­me­siy­le bölge Habeşistan hâkimi­yeti ve Bizans nüfuzu altına girdi. 575’e kadar Habeşistan’ın hâki­miyeti devam etti. Bu dönemde Necran’da birçok kilise ve manastır inşa edildi. Özel­likle yakılarak öldürü­­len Hris­tiyanların anısına yap­tı­rı­lan ve Ka‘betü Necrân de­ni­­­len ma­nas­tır-kilise ünlü bir zi­­­ya­ret yeri haline geldi. Hıris­tiyan­lı­ğın hac merkez­lerin­­den biri ol­du. Batı ve İslâm kay­nak­­­larında yer alan, Nec­ran­lı Hıristiyanların maruz kaldı­ğı ağır işkenceler­den Kur’ân-ı Ke­­rîm’de bahsedi­lir ve bu in­san­lar için “mümin­ler” ta­bi­­ri kul­lanılır. “Müminlere işken­­­­ce ya­pan o Ashab-ı Uhdud, çı­­­ray­la tutuşturulmuş o şiddetli ateş hen­deklerinin sahibi kah­­rol­­sun. ” Hz Peygamber (sav) Mekke’ nin fethinden sonra bir yazı gönderdi. Bu yazıda; “Bismillah! Allah’ın Resulü Mu­hammed’den Necran ufkusu­na... İbrahim’in, İsmail’in, İs­hak’ın ve Yakup’un ilahı olan Allah’ın ismiyle başlarım. Şimdi: Ben sizi kullara tap­maktan Allah’a ibadet etmeye, ben sizi kulların dostluğun­dan Allah’ın dostluğuna davet edi­yorum. Bu davetimi kabul et­meye yanaşmazsanız, cizye ve­rirsiniz. Bundan da kaçınır­sanız, size harp açacağımı bil­diririm.” der. Bunun üzerine Uskuf üç danış­manını da birbiriyle iletişim ku­ramayacak şekilde çağırttı. On­lara bu mektup hakkında­ki düşüncelerini sordu. Üçü de: “Allah’ın İbrahim’e İsmail’in zür­riyetinden bir peygamber çı­ka­racağını vaad buyurduğu­nu biliyorsundur! Eğer bu zat ge­le­ceği vaad edilen peygamber olur­sa, sen ona iman edecek misin?” Manasında sözler söy­lediler. Bunun üzerine yetmiş beş köy­den ve yüz yirmi bin savaş erin­den oluşan Necran ahalisi bir he­yet hazırladı. Bu heyette altmış kişi bulunuyordu. Bun­lar­dan dör­­dü eşraf ve yö­ne­ti­ciydi.  Medine’ye gelen Necran he­ye­ti süslü ve şatafatlı elbiseler için­­de Peygamberimiz (sav) ile gö­rüş­mek istediler. Fakat Peygam­berimiz (sav) bu hallerinden dolayı onlarla görüşmedi. Hz. Ali’nin (ra) tavsiyesiyle sefer el­biselerini giydiler. Bunun üze­rine Fahr-i Kâinat (sav) görüş­meyi kabul etti. Peygamberimiz (sav), heyet baş­kanlarına; -   Müslüman olunuz, buyurdu. Onlar, -   Biz eskiden beri Müslümanız, dediler. Peygamberimiz (sav), -   Siz yalan söylüyorsunuz! İs­terseniz, Müslüman olmanıza engel olan şeyleri size haber vereyim, buyurdu. Onlar, -   Haydi, getir, bildir bakalım onları, dediler. Peygamberimiz (sav), -   Sizin Allah’a oğul isnat et­meniz, haça tapmanız, domuz eti yemeniz, içki içmeniz sizi İslamiyet’ten menetmiştir ve ediyor, buyurdu. Bugün maalesef Peygamberi­miz’in (sav) Hristiyanların İs­­lam çizgisinden çıkma nok­ta­­sında göstermiş olduğu iç­ki­li kutlamalarla miladi yılbaşını ge­­çirme gayretinde olanların ku­lakları çınlasın. Heyetin baba, oğul, kutsal ruh şeklinde ifade ettikleri Allah anlayışları üzerinde konuşul­du. Heyet başkanlarından Ebu Harise; -  Ya Muhammed! İsa hakkın­da sen ne dersin, diye sordu. Peygamberimiz (sav), -  O, Allah’ın kulu ve resulüdür buyurdu. Heyet Peygamberimizin (sav) Hz. İsa’ya “kul” demesine tepki gösterdi. Fakat Peygamberimiz (sav) onun kulluk vasıflarını or­taya koyarak heyeti ilzam etti.  Sonra ihtilafa düştüğü konu­lar­da Âl-i İmran Suresi’nin 1 ila 64. ayetlerini okudu. “Doğrusu bu, İsa hakkında an­latılan elbette gerçek kıssadır. Ve Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur! Muhakkak ki Azîz /kud­reti daima galip gelen, Ha­kîm / her işi hikmetli olan ise, an­cak Allah’tır.  Ey Resulüm! Bundan sonra yi­ne yüz çevirirlerse, artık şüp­he­siz ki Allah, fesad çıkaranları hakkıyla bilendir. De ki: ‘Ey ehl-i kitab! Bizimle sizin aranızda eşit olan bir ke­limeye gelin! Şöyle ki: ‘Allah’ tan başkasına ibadet etmeye­lim, O’na hiçbir şeyi ortak koş­mayalım ve Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı rabler edin­mesin!’ Buna rağmen (onlar yine de) yüz çevirirlerse artık: ‘Şâhid olun ki gerçekten biz Müslümanlarız’ deyin!” Okunan son ayette ise; Hz. İsa hakkında anlatılanların doğ­­­ruluğu vurgulanıyor. Bu ha­ki­­kat­ten yüz çevirenlerin ise müfsit, bozguncu olduğu be­lir­­­tiliyor. Sonra da tevhid inan­­cına davet ederek, gerçek müminler ancak muvahhitler, Allah tek Rab olarak kabul edenlerdir diye açıklanıyor. Necran heyetinin teslis inan­cında, Hz. Meryem ve Hz İsa’ya tapmakta ısrar etmeleri mülayene ayetlerinin nüzulüne sebep olmuştu. Bu ayetlerde; “Artık sana ilim geldikten son­ra, kim O’nun (İsa) hakkında seninle tartışırsa, bunun üzeri­ne de ki: iddianızda samimi ise­niz gelin, oğullarımızı ve oğul­larınızı, kadınlarımızı ve ka­dın­larınızı, kendimizi ve ken­dinizi çağıralım, sonra gö­nül­den dua edelim de Allah’ın lanetini ya­lancıların üzerine kılalım!” Bu ayetin okunması üzerine ken­­di aralarında görüşmek ama­cıyla müsaade istediler. Bir gün son­ra Peygamberimiz (sav) aile fert­lerini alarak gelip diz çök­tü. Bu kararlı duruş karşısında Nec­­ran ahalisi mülayeneden / la­­netleşmeden kaçındı. Heyet söz­cülerinden Ebu Hârise; -  Sakın onunla lanetleşmeye kal­­­kışmayınız, helak olursu­nuz. Yer­­yüzünde sağ Hristi­yan kal­maz, dedi. Akid ile Seyyid arasında geçen konuşmadaysa; -  Eğer o gerçekten peygamber­se, öyle bir lanet eder ki, ne biz kurtuluruz, ne de bizden sonra gelecek oğul ve torunlarımız kurtulur, denildi. Sonra da Peygamberimiz (sav)’i hakem kılarak hükmüne razı oldular. Cizye vermeyi kabul ede­rek anlaşma talep ettiler. Bu anlaşmaya göre; -  Para, mahsul ve köleleri Nec­ran halkınındır, -  Müslümanlara yılda iki bin adet elbise ve belirli miktar gümüş verilecek, -  Müslümanlara haraç vergisi ödenecek, -  Müslüman elçileri bir aya ka­dar ağırlanacak, -  Yemen’de bir savaş veya isyan baş gösterdiğinde Necranlılar anlaşmada kararlaştırılan mik­tarda destek sağlayacak, -  Necran ahalisi, malları, can­ları, yurtları, dinleri, kiliseleri, ruhbanlıkları, piskoposlukları, ellerinin altındaki her şey­leri Allah’ın ve Resulü Muham­med’ in himayesindedir. -  Piskopos piskoposluğundan, pa­paz papazlığından, kilise ba­kı­cısı bakıcılığından, kâhin kâ­hin­liğinden değiştiril­me­ye­cek; hal ve durumları, hakla­rın­­dan her­hangi bir hak da değiş­ti­ril­meyecek, -  Faiz alma-verme yasaklanacak, -  Necranlılara zulüm ve kötü­lük yapılmayacak, -  Cahiliye devrinden kalma kan davası güdülmeyecek, -  Necranlıların ne mahsul­lerin­den öşür / aşar alınacak, ne as­ker gelip yurtlarını çiğneyecek, ne de kendileri savaş için top­lanacak, -  Necranda kim bir hak tale­binde bulunacak olursa, ara­la­rında insaf ve adalet üzere dav­ranılacak, ne zulüm yapa­cak­lar, ne de zulme uğrayacaklar, -  Necranlılar faiz vermemek­le mükelleftirler. Gelecekte faiz yiyen kişi, himayemden uzak kalır. Onlardan hiç kimse baş­ka­sının yaptığı bir haksızlık ve kötülükten sorumlu tutul­ma­ya­cak, -  Necranlılar bu anlaşmaya uy­­­­duk­­ları sürece Allah’ın emri ge­­lin­­­ceye kadar Allah’ın ve Pey­­gam­­­­­be­rin temelli hima­ye­si al­tın­­da olacaklar, “Heyet, biz istediğin vergiyi sana vereceğiz. Fakat güvenilir bir adamını bize gönder. Güve­nilir olmayanı gönderme” de­diler. Peygamberimiz (sav); “Ben si­zin­le öyle bir adam gönde­re­ce­­ğim ki, o emniyet­linin de em­ni­yetlisidir. Hakkıyla güve­ni­­lir­dir” diyerek Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı gönderdi. Bundan sonraki dönem de sulh ortamının tesisiyle pek çok Nec­ranlı Hz. Peygamber (sav)’e iman etti. Bunların için­­de Necran he­yetinin tem­sil­­­ci­lerinden Ebu Al­kame Bişr, Seyyid ve Akid de bu­lun­mak­taydı.  Rabbim Fahr-ı Kâinat Efendi­mizin (sav) yanında saf tutan cümle müminlerden razı olsun.

Salim MERCİ 01 Şubat
Konu resmiVardan Yok Yoktan Var Olur Mu?
İnsan

“Evet, Kadir-i Mutlak’ın iki tarzda hem ibdâ‘, hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay, en suhuletli ve belki daimî ve umûmî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ‘-ı zihayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerrâtlarından başka bütün keyfiyât ve ahvâllerini hiçten var eden bir kudrete karşı, “yoğu var edemez”  diyen adam, yok olmalı!”1   Yoktan var olmuş bir insanın, var iken yok olması mümkün mü? Malumunuz, mitoz ve ma­yoz bölünme diye hücrelerin ço­ğalma mekanizmaları vardır. Aslında daha bunun gibi pek çok farklı mekanizması var iken, dikkatinizi bence yok­tan var ol­­manın dünyada bir nu­­­mu­­ne­si olan “mayoz bölün­­me­ye” çek­­mek istiyorum. İnsan hüc­resi 46 kromozomdan olu­şur.  An­­ne­­­den gelen 23 kro­mo­­zom ve ba­­­ba­dan gelen 23 kro­mo­zo­­mun bir­leş­mesiyle nor­mal bir insan hücresi vücuda ge­­lir. Yani basit kavramla, iki ya­­rım hüc­renin birleşmesi ile in­san­­­­oğ­lunun ilk hücresi oluşur. An­­­ne veya ba­ba hücresinin 46 kro­­mozomlu hüc­resinin 23 kro­­­mozoma düş­mesi, sanki bir el­­­ma­nın iki­ye bölünmesi gibi oluş­­­­maz. Bura­daki hayret verici me­­kaniz­ma şudur: Bölünmeye başlayan hücreler önce 46 kromozomunu kop­ya­­la­yarak ikiye katlarlar. Yani her bir kromozomdan bir adet daha kopya edilir, sonuçta 46 çift kromozom oluşur. Daha sonra kromozomlar hücrenin merkezinde toplanır. Hücre bö­­­lünmesi esnasında iki kutba doğ­­ru çekilir. Rakamsal olarak iki­ye ayrılırlar. Akabinde hüc­re za­rının da bölünmesiyle iki farklı hücre oluşur. Burada kabataslak verdiğimiz sil­­­silenin içinde, akılları hayre­te düşüren, belki binlerce bel­ki yüz binlerce reaksiyon var­dır. Ama bu hadisede Cenabı Hakk’ın yoktan var etmesine bir delil, bölünme esnasında kro­mozomların iki kutba çe­kil­me esnasında gerçekleşir. Bu­rada atadan gelen genetik bilgi içe­ren kromozomlar crossing over diye tesmiye edilen “bir­biri­ne geçme” faaliyetini ger­çek­leşti­rir. Bu geçme işlemi, olu­­şacak ye­ni hücrelerin anne ve babadan fark­lı olmasını sağ­lar. Mesela odamızın içinde bir hüc­­­­­remiz olsa ve bu hücreye A de­­­­­sek, kapıları kapatıp içerde bö­­­­lün­­­mesini bekledikten son­ra tek­rar kapıyı açtığımızda kar­­şı­mı­za B ve C hücreleri çı­ka­cak. Bunların vücut ya­pı­ları her ne kadar ata hücre­lerinin ma­ter­yallerinden oluş­sa da genetik yapılarının de­ği­­şik ol­­ma­sı ne­ticesinde ata hüc­re­­lerin­­den fark­­­lı olacak­lardır. Ya­­ni bizim içer­­de bıraktığımız A hüc­resi ta­­­ma­men ortadan kalk­mış ve iki yeni birey kar­şı­mıza çıkmış ola­­caktır. Genetik yapının fark­­lı olması ata ya­pıdan fark­lı psikolojik ve fiz­yolojik deği­şik­likleri netice ver­mesi sonucu ta­mamen ilk hüc­reden farklı yeni iki birey kar­şı­mıza çıkmış olur. İşte burada, var iken yok olan bir birey ve yok iken var olan iki birey karşımıza çıkmış olu­­yor. Şunu desek yanlış ol­maz; ne genetik olarak ne de fiz­yo­lojik olarak A hücresi yeni olu­şan B ve C hücreleri değildir. A hücresi mazide kaldı ve şu an yok. Eğer hepsinin dili olsa idi ve konuştursaydık, hepsinin bir­birinden farklı karakterde ve yapıda olduğunu görecektik. Başta sadece A hücremiz vardı, A hücresi bölündü ve bütün karakterleri ile yok oldu. Şimdi karşımızda ilk başta olmayan, bölünme sonrası oluşan ilk hüc­remizden ve birbirlerinden farklı iki yeni karakterde hücre bulunmaktadır. Bu, vardan yok olmaya ve yoktan var olmaya küçücük bir delil olmaz mı? *** Aynı mayoz bölünmenin deva­mında oluşan yarım hücrenin ve babadan gelen diğer yarım hücrenin birleşmesi, davamıza yine bir delil olur. Burada in­sanın ilk hücresini oluşturan yarım hücrelerin bütün gene­tik materyalleri, yeni oluşan hüc­reden farklıdır. Bir odaya koyduğunuz iki hücre, bir sü­re sonra yok olup yerine ta­ma­men farklı fizyolojide ve ka­rak­terde tek bir hücre oluşur. Yine iddiamız bu ki; ilk iki hücre yok oldu ve daha önce yok iken yeni tek bir hücre var oldu. Bunu insan bazında değerlendirirseniz, her doğan ye­ni bireydeki genetik çeşit­li­lik ve sosyolojik karakter, o bi­rey dünyaya gelmeden önce yok­tu ve gelmesi ile yoktan var oldu. Birey dünyadan gidince, onun aynısı hiçbir zaman gel­meyeceğinden, var olan genetik yapısı ve kişiliği yine yok olacak. Yok, var olmuştu şimdi var yok olacak. Küçük zaviyemizden Cenab-ı Hak Hazretlerinin, varları yok ve yokları var eden kudre­ti­ne bakmaya çalıştık. Tefek­kü­­rü­­­müzü sadece hücre bölün­me­si­nin küçük bir aşamasında gezdirip, kudrete delil oldu­ğunu gördük. Hâlbuki akıp giden zamanın her anında ge­çen varlar yokluğa suhuletle akar­­ken, anın diğer ucunda yok­lar varlık âlemine aynı su­hu­letle çıkmaktadır. Duamız odur ki, Rabbimiz ka­sır fehimlerimizi marifetinde ce­­­velan ettirsin. Kaynaklar: 1- (Lem’alar, 23. Lem’a, 205

Ebuzer OZKAN 01 Şubat
Konu resmiBediüzzaman Hazretlerinden Mektup Var!
Risale-i Nur

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ و َاِنْ مِنْ شَئٍْ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ Azîz, sıddîk kardeşlerim! Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkın­tılı hapiste kati kanaatim gelmiş ki, Risâle-i Nûr ile kıraaten (okuyarak) ve ki­­tabeten (yazarak) iştigal (uğraşı/çalış­ma), sı­kıntıyı çok hafifleştirir, ferah ve­rir. Meşgul olmadığım zaman, o musibet te­­zâuf edip (artıp) lüzûmsuz şeylerle be­ni müteessir eder (üzer). Bazı esbaba binaen ben en ziyade Hüsrev’i, Hâfız Ali’yi ve Tâhirî’yi sıkıntıda tahmin et­tiğim halde, en ziyade temkin (ihtiyat, ted­bir) ve teslim (her şartta hizmet düstur­la­rı­na bağlı kalma) ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. “Acaba neden?” derdim. Şimdi anladım ki, Onlar hakiki vazifelerini yapıyorlar, Malayani (manasız, faydasız) şeylerle iş­­ti­gal etmediklerinden (uğraşmadık­la­rın­dan) Ve kaza ve kaderin vazifelerine karışma­dık­larından Ve enâniyetten gelen hodfurûşluk (ken­dini beğenme, övünme) ve tenkîd (-zarar verici- eleştiri) ve telâş etmediklerinden, Temkinleriyle, metanet (sağlam du­­ruş) ve itminan-ı kalbleriyle (gönül ra­­hat­­lı­ğıyla) Risâle-i Nûr şâkirdlerinin yüzlerini ak etti­ler. Zındıkaya karşı Risâle-i Nûr’un ma‘nevî kuv­vetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak onlarda­ki ni­hâyet tevazu‘ ve mahviyetteki tam izzet ve kahramanlık seciyesini, umum kardeşleri­mize teşmîl etsin (yaysın). Âmîn. Kardeşlerim! Gaflet ve dünya-perestlikten (sadece dünya menfaatlerini düşünmekten) çıkan dehşetli bir enâniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, -hatta meşru bir tarzda da olsa- enâniyetten (sadece ken­di­ni beğenip düşünmekten), hodfurûşluktan vazgeçmek lâzım olduğundan, Risâle-i Nûr’un hakiki şâkirdleri buz parça­ları olan enâniyetlerini şahs-ı manevide ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşallah bu fırtınada sarsılmayacaklar. Evet, münafıkların ehemmiyetli ve tecrü­beli bir planı, Böyle her biri birer zâbit, birer hâkim hükmündeki eşhası Müşterek bir meselede, Böyle kaçınmak ve birbirini tenkîd et­mek asabiyetini veren sıkıntılı yerler­de toplattırır, boğuşturur, manevi kuv­vet­lerini dağıttırır. Sonra kuvvetini kaybedenlere, kolayca tokatlar vurur. Risâle-i Nûr şâkirdleri hıllet (dostluk) ve uhuvvet (kardeşlik) ve fena fil-ihvân (kar­deşinde fani olmak, onu da kendi gibi düşünmek) mesleğinde gittiklerinden, in­şal­lah bu tecrübeli ve münâfıkane planı da akim bırakacaklar. (Şualar-2, s. 385) Saîdü’n-Nûrsî

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiAhde Vefa
Kültür ve Medeniyet

Ahde vefa; verdiği sözde, ettiği yeminde, yaptığı anlaşmada durmak manasına gelmektedir. Sözünde durmanın, ettiği yeminini yerine getirmenin ve yaptığı anlaşmaya uymanın önemi pek çok ayette1  önemle vurgulanmıştır.  Güzel ahlakı ilgilendiren her ko­nuda oldugu gibi bu ko­nu­da da en iyi örnek Pey­gam­berimiz (sav)’dir. “Emrolun­du­ğun gibi dosdoğru ol!2” em­ri be­ni ihtiyarlattı diyen Pey­gam­berimiz (sav) bu konuda bize ışık tutmaktadır. Çünkü Allah’a verdiği söze uyma ko­nusunda dikkatli olan bir kul elbette insanlara verdiği sözde de duracaktır. Nitekim bu ko­nuda Peygamberimiz (sav)’in başından geçen birçok hadise vardır. Bunlardan ön plana çı­kan Hudeybiye Anlaşması (628 M.) bireyi, toplumu ve devleti ilgilendiren birçok dersi içinde barındırmaktadır. Hendek Savaşı’ndan sonra Hu­deybiye Anlaşması’na giden sü­reç başlamıştı. Nitekim Hic­ret’in üzerinden altı yıl geçmiş, muhacirlerin sıla hasreti art­mıştı. Üstelik günde beş vakit Kâbe’ye dönüp namaz kılma­­la­rı hatıralarını tazeliyordu. Pey­­­gam­berimiz (sav) de dün­ya­­ya geldiği bu mukaddes şeh­ri öz­le­miş; bu hasretle müj­­deli bir rü­ya görmüştü3. Sa­­ha­­be­lere; “Ben rüyamda gör­düm ki; siz muhakak Mes­cid-i Ha­­ram’a gireceksiniz. Baş­la­­rı­­nı­zı kazıtacak, saçlarınızı kı­sal­ta­­­cak­sınız” diyerek rüyasını an­­­lattı. Bu durum sahabeleri çok hey­ecanlandırdı. Kur’an-ı Ke­­rim de; “Andolsun ki Al­lah, el­çisinin rüyasını doğru çı­­kar­dı. Allah dilerse siz gü­ven içinde baş­la­rınızı tıraş et­miş ve kı­salt­mış olarak, kork­madan Mes­cid-i Haram’a girecek­si­niz”4 aye­­tiyle Müslümanlara müj­­de ver­­di. Bunun üzerine Pey­­gam­­be­­ri­miz (sav) ashabına umre için hazırlanmalarını söy­le­di. Yapılan hazırlıklardan sonra yak­­laşık bin beş yüz5 kişi yola çıktı. Savaş için gelmedikleri­ni göstermek için de yanlarına yetmiş tane kurbanlık aldılar.6 Sahabeler yolculuk sırasında; Kuyudan su fışkırması, Kurumuş kuyunun su ile   dolması Parmaklarından su akması7 gibi mucizelere şahit oldular. Böylece çöldeki susuzluklarını Allah’ın mucizeleriyle giderdiler. Meşakkatli yolculuğun ardın­dan Hudeybiye’ye varan Pey­gam­­be­rimiz, ilk olarak Hz. Hı­­raş’ı Mekke’ye elçi olarak gön­­derdi. Amaçlarının Kabe­yi tevaf edip kurban kestikten sonra geri dönmek olduğunu bildirdi. Fakat müşriklerden ba­zıları elçinin devesini öl­dür­­dü ve canına kast etmeye ça­lıştı.8 Buna karşılık Peygamber Efendimiz (sav) ve sahabeler Mekke’den gelen elçilere iyi dav­ranmıştı.9 Bu iyi davranış­lara rağmen ikinci olarak gön­derilen Hz. Osman (ra) da müş­rikler tarafından esir alın­dı. Bu durumun uzaması Hz. Os­man (ra)’ın öldürüldüğü şek­­linde haberlerin yayılması­na se­beb oldu.10 Savaştan baş­ka ça­­re kalmadı­ğını gören Müs­lü­­­manlarla Pey­gamberimiz ara­­sında, Allah’ın Kur’an-ı Ke­rim’de övdüğü11 Rıd­van Biatı gerçekleşti. Savaş hazırlığı baş­ladı. Bunun üze­rine durumun ciddiyetini gö­ren müşrikler Hz. Osman (ra)’ı serbest bıraktı.12 Müslümanların kararlılığını gö­­ren Mekke müşrikleri Sü­heyl b. Amr başkanlıgında13 bir an­laş­ma heyeti gönderdiler. Kâ­tip­liğini Hz. Ali’nin14 yap­tığı an­laşma karara bağlanarak ya­zıl­dı. Bu anlaşmaya göre; İki taraf da birbirine karşı olan her türlü kin ve düş­man­lığını gizleyecek, açığa vurma­yacak, On yıl savaş yapılmayacak, Arada ne hırsızlık ne de hainlik olmayacak, Müslümanlar o sene Kâbe’yi ziyaret etmeden dönecek. Bir yıl sonra üç gün Mekke’de kala­rak Kâbe’yi ziyaret edebilecek, Ticari dolaşım serbest olacak, Mekkelilerden Müslüman olan biri velisinden izin al­ma­dan Medine’ye sığınırsa geri verilecek. Fakat Müslüman­lar­dan Mekkelilere sığınan olursa geri verilmeyecek.15 Yazdığımız son maddeye sa­ha­beler; “Sübhanallah! Müslü­man­ların yanına gelmiş olan bir Müslüman nasıl geri çev­ri­lir?” dediler. Hz Ömer; “Ya Resulallah! Bu şartı da ka­bul edecek misin?” diye sorar. Peygamberimiz (sav) gülüm­se­yerek; “Evet” der ve ilave eder: Bizden onlara gidecek olan­ları Allah bizden ırak etsin. On­ların yanından bize gelip geri vereceğimiz kimselere gelince; Allah kendilerini biliyordur ve onlar için elbette bir genişlik bir çıkar yol yaratacaktır.16 Tam imzaların atılacağı sırada Müşrikler heyeti başkanının oğ­­lu Ebu Cendel, ayağındaki zin­cirleri sürükleyerek çıkagel­di.17 Müslümanlara sığınan oğ­lunu gören Süheyl b. Amr, Pey­gam­berimize (sav); “İşte ey Muhammed! Yaptıgımız an­laşmaya göre bana geri ve­re­ceğin kişilerin ilki” dedi. Pey­gamberimiz (sav); “Biz an­laş­ma maddelerini daha im­za­lamadık” buyurdu. Süheyl b. Amr; “Ey Muhammed! Ara­mız­daki anlaşma hükümleri, oğlum yanına gelmeden önce kararlaşmış ve tamamlanmış­tır” dedi. Peygamberimiz (sav); “Onu benim için anlaşma hü­küm­lerinin dışında tut ve yazıyı imza et” dedi. Süheyl b. Amr; “Ben onu asla anlaşma dışında tutmam ve sa­na bırakmam” dedi. Peygambe­rimiz (sav); “Hayır! Benim için bunu yapacaksın” buyurdu. Sü­heyl b. Amr; “Yapmam” dedi. Ebu Cendel’i Müslümanların yanında bırakmaya yanaşmadı. Babası Ebu Cendel’i sürükleye sürükleye müşriklerin yanı­na götürdü. Ebu Cendel götürü­lürken; “Ey Müslümanlar cemaati! Müs­lüman olarak yanınıza geldi­ğim halde, şimdi beni müşrik­lere iade mi ediyorsunuz? Geri mi çevriliyorum? Uğradığım iş­kenceleri görmüyor musunuz? Ya Resulallah! Ey müslümanlar cemaati! Siz bana işkence yap­sınlar, beni dinimden dön­dür­sünler diye mi geri çeviriyor­sunuz?”18 diye feryad ediyor­du. Müslümanlarsa bu feryatları gözyaşlarıyla izliyorlardı. Peygamberimiz (sav); “Ey Ebu Cendel! Sen biraz daha sab­ret. Cenab-ı Hak yakında se­ni ve Mekke’de hapsedilmiş olan Müslümanları bu bela­dan kur­taracaktır.19 Biz müşriklerle aramızda bir barış anlaşması yaptık. Bu yol­da kendilerine Allah’ın adıyla söz verdik. On­larda bize Al­lah’ın adıyla söz verdi. Biz on­lara verdiğimiz söz­de ve­fa­sızlık edemeyiz. Ver­di­ği­miz sözde durmamak bize yaraş­maz!”20 bu­yurdu. Ar­ka­sın­­dan Ebu Cen­del’in Mik­rez b. Hafs21 ta­rafından hima­ye edil­me­sini sağladı. İşken­ce edil­me­­si­ni önleyerek müşrik­le­re tes­lim etti. Hazreti Ömer (ra)’ın, “Ya Ra­sulallah! Ebu Cendel’i müş­rik­lere niçin veriyoruz? Niye bu zilleti kabul ediyoruz”22 so­ru­suna Peygamberimiz (sav), “Biz bu konuda onlarla anlaş­ma yapmış bulunuyoruz. Dini­miz­de ahde vefasızlık yoktur”23 buyurdu. Anlaşmadan sonra müşrik he­yeti Mekke’ye doğru yola çıktı. Müslümanlar ise Beytullah’ı zi­yaret edememenin hüznüne ka­pıldı. Oysa Kur’an-ı Kerim ve Resulullah (sav)’in müjdesiyle yola çıkmışlardı. Hz. Ömer (ra) başta olmak üzere bazı sa­ha­beler Peygamberimize; “Ya Resulallah! Sen bize Mescid-i Haram’a girip, Kâbe’nin anah­ta­rını alacağımızı söylememiş miydin? Hâlbuki ne kurbanlık develerimiz ne de biz Beytul­lah’a kavuştuk.” Bunun üzerine Peygamberi­miz; “Ben size bunun bu se­fe­­ri­niz sırasında olacağını söy­le­­dim mi?” diye sordu. Hz. Ömer; “Hayır” cevabını verdi. Bu­nun üzerine Sevgili Pey­gam­be­ri­miz (sav); “O halde tek­rar ediyorum; sen muhakkak Mek­­ke’ye gidecek ve Kâbe’yi tavaf edeceksin”24 buyurdu. Hudeybiye Anlaşmasının sey­rine ve maddelerine bakıldı­ğın­da Müslümanların aley­hine olduğunu söylemek müm­kün. Nitekim bazı sahabelerin iti­razı da bunun bir göstergesi­dir. Fakat Peygamberimiz (sav) tarafından tasdik edilen bu an­laş­manın manevi bir fe­tih olduğu çok geçmeden anla­­şı­­la­­caktı. Efendimizin ne ka­­dar ileri görüşlü olduğu görü­lecekti. Bu fetih aynı zamanda diğer fetihlerin de anahtarı ola­­caktı. Çünkü anlaşmanın ya­­pıl­­masının üzerinden iki yıl bi­le geçmeden o zamana kadar Müs­lüman olanların sayısın­dan daha fazla kişi İslam’a gir­miş­tir.25 Hudeybiye’ye ge­len­le­rin sayısı bin beş yüz iken, iki yıl sonraki Mekke’nin fet­hine on bin kişinin katılması önemli bir ölçü olsa gerektir. Bu durum bize gösteriyor ki ahde vefanın sonucu güzel ol­muştur. Barış ortamında in­sanların üzerindeki baskı ve taas­sup kalkmıştır. İnsan­lar Kur’an’ın emirlerini değer­len­­­dir­­me imkânı yakalamış; Kur’an’ın akıllara ve kalplere tesir eden hakikatleri maddi kı­lıç­­­­lar­dan daha büyük tesir uyan­­­dır­­mıştır. Halid b. Velid, Amr b. As, Osman b. Talha (ra)26 gibi onurlu ve başarılı ko­­mu­tan ve devlet adamları İs­lam’a girmiştir. Bu yeni ruh ve taze güçle Hay­ber, Mekke, Huneyn zafer­­le­ri­­nin kapısı aralanmıştır. An­­laş­­madan sonraki dört yıl için­­­de Arabistan Yarım Adası’ nın tamamı İslam Çatısı al­tın­da toplanmıştır. Ahde Vefa Al­lah’ın, Müslümanları muzaf­fer kılmasıyla neticelenmiştir. Kaynaklar: 1- İsra suresi 34. Ayet, Nahl Suresi 91. 92. 94. 95. Ayetler, Mu’minun Suresi 8. Ayet, Mearic  Suresi 32. Ayet, Bakara 225. Ayet, İnsan Su­re­si 7. Ayet, Hucurat Suresi 15. Ayet, Saf Suresi 2. – 3. Ayetler, Mai­de Suresi 89. Ayet2- Hud Suresi 112. Ayet3- Doğuştan Günümüze İslam Ta­rihi, c.1, s.488, Suruç Salih, Kai­natın Efendisi Peygamberimizin (ASM) Hayatı s. 5634- Fetih Suresi 27. Ayet5- M. Asım Köksal, İslam Tarihi, c.5, s.3376- Doguştan Günümüze İslam Tarihi, c.1, s.488, Suruç Salih, a.g.e., s. 5647- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s. 364-366-367, Suruç Salih, a.g.e., s. 5678- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s.385, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, c.1, s.490, Suruç Salih, a.g.e. s. 5709- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s.382-386-390, Doğuştan Günü­müze İslam Tarihi, c.1, s.48910- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, c.1, s.49011- Fetih Suresi, ayet 18-1912- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s.401, Suruç Salih, a.g.e., s. 57413- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.491, Suruç Salih, a.g.e., s. 57414- Suruç Salih, a.g.e.s. 57515- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s. 415-416-417, Doğuştan Günü­mü­ze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.491, Suruç Salih, a.g.e., s. 57616- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5 s. 418, Suruç Salih, a.g.e., s. 57717- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.49118- M. Asım Köksal, İslam Tarihi, c.5, s.419, Suruç Salih, a.g.e., s. 57819- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.49220- M.  Asım Köksal, a.g.e., c5, s.422, Suruç Salih, a.g.e.s. 57921- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.49222- Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, c.1, s.49223- M. Asım köksal, a.g.e., c.5, s.425, Suruç Salih, a.g.e.s. 57924- M. Asım Köksal, a.g.e., c.5, s.434, Suruç Salih, a.g.e., s. 58025- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1, s.493, Suruç Salih, a.g.e.,  s. 56726- Doğuştan Günümüze Büyük İs­lam Tarihi, c.1, s.493, Suruç Sa­lih, a.g.e., s. 567, Türkiye Diya­net Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.33, s.475

Ali SEMERCİ 01 Şubat
Konu resmiKör Cesaret
Tarih

Yeni Padişah hazırdı; sadece üç ay tahtta kalmış olan ve o sıralarda Çırağan Sarayı’nda yaşayan V. Murad... Bu karışık durumdan faydalanıp küçük bir ihtilalle, V. Murad’ı gayet tabi tekrar tahta çıkarabilirdi. Öyle çok karmaşık bir plana da ihtiyacı yoktu. Etrafına toplayacağı taraftarlarıyla Çırağan Sarayına bir baskın yapacak ve işi çabucak halledecekti. Çırağan Sarayı Osmanlı’nın ve dolayısıyla İs­tanbul’un semalarında kara bu­lutların dolaştığı günlerdi. İn­gilizler, donanmalarını Çanak­kale’den Marmara Denizi’ne so­karak Mudanya Limanı’na demirlemişlerdi. Öte yandan Ruslar da on iki bin kişilik bir fırkalarını Küçükçekmece mıntıkasındaki köylere kadar getirmişlerdi. Padişahın ay­lar ön­cesinden razı olduğu ba­rış müza­kereleri başlamak üzerey­di. Gazi Osman Paşa’nın on­ca kahramanlıklarına rağmen Rus­larla yapılan harbin neticesi akim kalmıştı. Bu arada mütareke yapılmış, Osmanlı her yönden ağır şart­lar taşıyan Ayastefanos Antlaş­masını imzalamıştı. Padişah Sul­tan II. Abdülhamid ise kıv­rak zekâsıyla, mevcut şart­ları hafif­leterek devleti nasıl bu zor vaziyetten kurtarabilece­ği­ni düşünüyordu. Saltanatının ileriki yıllarında hep önüne bir imdat simidi gibi çıkacak olan denge siyasetini burada da kul­­lanabilirdi. Bir tarafta sı­cak de­nizlere inme hayaliyle ya­nıp tu­tuşan Rusya, diğer taraf­ta Rus­ya’nın Osmanlı ve boğaz­lar üze­rindeki emellerini engel­le­me­ye çalışan İngiltere… Padişah bunları düşünedursun, Galatasaray İdâdîsi’nin eski mü­­dürü Ali Suavi, devleti bu zor durumdan kurtarmak için çok daha parlak fikirler geliş­ti­ri­­yordu. Galatasaray İdâdîsi Mü­dür­lüğünden azledilmesiyle bütün hayalleri suya düşen Ali Suavi, kendisini yetiştirerek el­de et­tiği bilgiler ve kuvvetli hita­beti sayesinde camilerde vaaz ver­mekte ve gazetecilik yap­mak­taydı. Devrindeki bir­çok genç gibi o da Fransa’ya git­miş, hatta ora­da gazete bile yayınlamıştı. Ona göre, devletin bu zor du­ruma düşmesinin en büyük faili padişahtı. Bu sebeple der­­hal tahttan indirilmesi ge­re­­kiyordu. Yeni Padişah da ha­zırdı; sadece üç ay tahtta kal­mış olan ve o sıralarda Çı­ra­ğan Sarayı’nda yaşayan V. Mu­rad… Bu karışık durumdan faydalanıp küçük bir ihtilalle, V. Murad’ı gayet tabi tekrar tahta çıkarabilirdi. Öyle çok karmaşık bir plana da ihtiyacı yoktu. Etrafına toplayacağı ta­raftarlarıyla Çırağan Sarayına bir baskın yapacak ve işi çabu­cak halledecekti. En Basit Darbe Planı 20 Mayıs 1878 günü Ali Su­avi’nin ve Nişli Salih’in işleri çoktu. Öncelikle altı yüz yıl­lık çınarı kurumaktan kur­ta­­ra­­cak­ları arkadaşlarıyla Kuz­gun­cuk’ ta bir araya gele­cek­lerdi. Daha sonra da kendilerini Çırağan Sarayı’nın rıhtımına götürecek mavnaya bineceklerdi. Bu arada elbette ki Ali Su­avi’nin haftalardır Salih’le bir­likte sokak sokak dolaşarak yan­larına çektikleri perişan Bal­­kan muhacirlerini de unut­ma­mak gerekirdi. Onlar ol­ma­sa daha sarayın içine bile gi­re­meden yakalanırlardı. Esas ye­kûnu bu muhacirler oluş­tu­ru­yorlardı. 93 Harbi se­be­biyle Rus ordularının önün­den kaçarak Payitahta sığı­nan bu mazlumlar, aylardır İstan­bul’daydılar ve hakikaten zor du­rumdaydılar. Onlara muhte­şem reçeteler sunan Ali Suavi’ye de hemencecik inanmışlardı. Muhacirler önce Mecidiye Ca­mii önünde toplanacaklar, ar­dından da sarayın istinad duvar­larını aşıp Ali Suavi ve adam­larıyla sarayın rıhtımında bir ara­ya geleceklerdi. Saat tam on birde... Çırağan Sarayına Baskın Mavnadan rıhtıma önce Ali Su­avi, ardından da Salih atladı. Çünkü en mühim iş onlarındı. Müstakbel padişahlarını onlar, bu altın kafesten dışarıya çı­karacaklardı. Plan tıkır tıkır iş­liyordu. Muhacirlerle birlikte sa­yıları beş yüzü bulmuştu. Ön­ce rıhtımdaki daha sonra da Paşa Dairesi ve Serdab Köş­kü önündeki muhafızların si­lah­larını alarak içeri girmeyi başardılar ve sarayın zemin ka­tını doldurdular. Ali Suavi ve Salih kalabalığın arasından çı­ka­rak, merdivenleri adeta tır­manırcasına çıkmaya başladı­lar. Çok hızlı olmalıydılar. Bir dakikalık bir gecikme bile plan­larının suya düşmesine sebep olabilirdi. Kapıyı çalmadan doğ­­rudan girdiler V. Murad’ın oda­­sına... Hal edilmiş padişah V. Murad, öğle yemeğini ye­mek için hazırlanıyordu. Ka­pı­dan iki garip adamın içeri gir­­mesiyle önce afalladı, son­ra da şaşkınlıktan sanki dilini yut­muş gibi öylece bakakaldı. Ali Suavi doğrudan eski padi­şa­hın ayaklarına kapandı. Ve ga­ye­sini kendince iki cümleyle özet­le­ye­rek şöyle dedi: - Efendim sana biat etmeye gel­dik. Bizi Moskof’un elinden kurtar. 5. Murad, seyrek siyah sakallı, tahminen kırk yaşlarındaki bu muhacir kılıklı adamın tam olarak neyi kastettiğini an­la­yamamıştı. Üstelik bu adam buraya nasıl gelmişti. O daha bunları düşünürken, Ali Suavi hemen ayağa kalktı. Kapının yanında bekleyen Salih’e şöyle bir göz işareti yaptı. Salih koştu, V. Murad’ın sol koluna girdi. Ali Suavi de sağ koluna... Eski padişahı adeta sürüklercesine odadan dışarı çıkardılar. Bu sıralarda, yakınlardaki bir berber dükkânında her şeyden habersiz tıraş olmaktaydı, Be­şiktaş Muhafızı Hasan Paşa... Okuma yazması olmayan ve imzasını Arapça yedi ve sekiz rakamlarını bir araya getirerek atmasından dolayı ‘Yedi-Sekiz Hasan Paşa’ lakabıyla ünlenen bu zat, kıvrak zekâsıyla ha­ya­tı boyunca birçok olayın üs­tesinden gelmiş alaylı bir mir­livaydı. Hasan Paşa’nın tıraşı tam bit­mek üzereyken, içeriye bir mu­­hafız girdi ve sadece birkaç yüz metre ötede bulunan sa­ray­da, neler olup bittiğini bir çır­pı­da anlattı. Tıraşı biten Ha­san Paşa muhafızın elindeki so­pa­yı aldı ve: -Çabuk karakola git, zaptiye ne­ferleri yetişsin, dedi. Kendisi de doğruca Çırağan Sa­rayı’na doğru koşmaya baş­la­dı. Yaklaşık beş dakika önce beş yüz kadar asinin içeri gir­diği sarayın ana kapısından bu sefer Hasan Paşa, elindeki so­payla birlikte yalnız başına gir­mekteydi. Hasan Paşa kalabalığın heye­canlı bekleyişini de fırsat bile­rek, kimseyi şüphelendirme­den birkaç dakika önce Ali Suavi’nin çıktığı merdivenin kenarına doğru yürümeye baş­ladı. Bu sırada Ali Suavi ve Nişli Salih, V. Murad’ın ko­lu­na girmiş oldukları halde, mer­divenin başında göründüler. Bir­­den galeyana gelen kalaba­lık, “Padişahım çok yaşa!” diye ba­ğır­maya başladı. Hasan Paşa mer­di­venin arkasına gizlenmiş, elin­deki sopayla Ali Suavi’nin tam hizasına gelmesini bekle­mek­teydi. Ali Suavi planının hiç pürüz ol­ma­dan işlemesinin verdiği mut­lulukla, merdivenin ba­sa­­mak­larından inmeye başla­dı. Kalabalık, tamamen, mer­di­venden inen o üç kişiye ki­lit­­lenmiş, top atılsa duyul­ma­­ya­cak bir gürültüyle “Padişahım çok yaşa!” demeye devam et­mekteydiler. Hasan Paşa, Ali Suavi tam hizasına geldiği an­da, elindeki sopayı bütün kuv­vetiyle onun kafasına indirdi. Ağzından inilti bile çıkmayan Ali Suavi olduğu yere yığıldı ve oracıkta can verdi. İhtilalciler daha neye uğradıklarını anlaya­madan, içeriye zaptiye neferleri girmeye başlamıştı bile...   

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiBir Olmamızın ve Beraber Yol Almamızın Teminatı
Risale-i Nur

İstişarede manevi bir kuvvet vardır on kişinin istişaresi, bin kişilik bir kuvveti içinde barındırır. Fertlerin bir araya gelip istişare etmesi Allah Teâla’nın yardımına vesile olur.   بر اولمه مزڭ و برابر يول آلمه مزڭ تأميناتي “ايشته اللّٰهدن بر رحمت ايله دركه، سن اونلره يوموشاق داوراندڭ. حالبوكه قبا، قاتي قلبلي اولسه يدڭ، البته  (اونلر) اطرافڭدن طاغيليرلردي. آرتق اونلري عفو ايت، اونلر ايچون مغفرت ديله و (حقّنده وحي كلمه ين بر) ايش خصوصنده اونلرله استشاره ايت! فقط (بر كوروشده) قرار قيلديغڭده، آرتق (ايشه  كيريش و) اللّٰهه  توكّل ايت! محقّقكه  الله، توكّل ايدنلري سور”. بو آيت كريمه  نازل اولديغنده  الله رسولي (ص ع و) “بيليڭزكه، الله و رسولي استشاره  ياپمه يه محتاج دگلدر. فقط الله بوني بنم امّتمه بر رحمت قيلدي. اونلردن هر كيم استشاره  ايدرسه  طوغري يولدن محروم قالماز. هر كيم ده  ترك ايدرسه  خطادن قورتولماز” بويورمشدر. *** استشاره ؛ فكر صورمه، دانيشمه، بر خصوص حقّنده، طوغري يه  اولاشمق ويا ياقلاشمق غايه سيله  بر باشقه سنڭ كوروشنه  باش وورمق ديمكدر. ربّمز آخرتده  مكافاتلانديراجغي انسانلرڭ وصفلريني صاياركن نمازڭ و زكاتڭ همن ‏ياننده “اونلرڭ ايشلري آرالرنده  دانيشمه ايله در” بويورارق نماز و زكات كبي اسلامڭ تمل عنصرلريله  برابر استشاره يي ده  ذكر ايتمسي، مشورتڭ نه  قدر اهمّيتلي اولديغني اورته يه  قويمقده در. *** الله رسولي (ص ع و) استشاره يه  چوق أونم ويرردي. او (ص ع و) جناب حقّڭ كسين امرلري بولونديغي مسئله لرڭ طيشنده  استشاره يي ترك ايتمز، مشورتڭ حقّنى تام معناسيله  ايفا ايدردي. سوكيلي پيغمبريمز (ص ع    و) فكر أوزكورلگنه  و چوق سسليلگه  دگر ويرر، مناسب اولان كوروشلري، معقول اولان فكرلري همن تطبيق ايدردي. الله رسولي اگر بر مسئله ده  آرقداشلريله  استشاره ياپمش ايسه  صوڭوجنده  ضرر بيله  كورسه، كندي فكرينى طاياتماز، اصحابڭ كوروشلريني حياته  كچيرير، چوغونلغڭ قرارينه  صايغي دوياردي. حضرت خديجه  سوكيلي پيغمبريمزه (ص ع و)  اوليلك تكليف ايتديگنده  پيغمبر افنديمز (ص ع و) أوڭجه  عمجه لرينه  دانيشمش، صوڭره  قبول ايتمشدر. نمازه  دعوت ايچون مسلمانلري مسجده  نه  ايله  طوپلاياجغي قونوسنده  اصحابيله  استشاره  ايتمشدر. بدر صواشنده  مهاجر و انصارڭ آيري آيري كوروشني آلمش، اويوم صاغلادقدن صوڭره  حركته  كچمشدر. عين صواشده  قراركاهڭ نره سي اولاجغي و صواشڭ صوڭنده  اسيرلرڭ نه  ياپيلاجغي نقطه سنده  استشاره  ياپمشدر. احد صواشندن أوڭجه  صواشڭ صاوونمه مي؟ يوقسه  ميدان صواشيمي؟ اولاجغي قونوسنده  اصحابنڭ فكرينه  باش وورمشدر. خندق صواشنده  رسول اكرم افنديمز (ص ع و) اصحابيله  استشاره  ايتمش خندق قازيلمه سنه  سلمان فارسينڭ تكليفيله  قرار ويرمشدر. *** انسانڭ تك باشنه أوزرندن قالقاماياجغي بر چوق مسئله واردر. بويله  مسئله لرده  انسان استشاره سايه سنده قولايلقله او ايشڭ أوسته سندن كله بيلير. استشاره ياپمامق ويا بوني كندينه لايق كورمه مك، كنديني بگنمه نڭ بر علامتيدر. چونكه انسان ياراتيليش اعتباريله  جاهل  و ضعيف  اولارق ياراتيلمشدر. صوسيال مسئله لرڭ بر كيشي طرفندن هر يوڭيله  بيلينمه سنڭ زورلاشديغي بر زمانده  باشقه لرندن يارديم آلمق قاچينيلمازدر. اللّٰه تعالي ”اگر بيلمييورسه ڭز علم صاحبلرينه  صورڭ “ بويورمقده در. استشاره  انساني تنبللكدن، يكنسقلقدن اوزاق طوتار. حياتڭ آغير يوكني خفيفلتير. صوڭوجه  خيزلي طوغري و كوگنلي بر شكلده  اولاشديرر. بويله  بويوك بر نتيجه، بويله  دگرلي بر قازانچ ترك ايديلمه مليدر. *** استشاره  ايدركن كوزدن قاچيرمامه مز كركن بعض نقطه لر واردر. كيمڭله  استشاره  ياپيلديغي استشاره نڭ صحّتي ايچون أونمليدر. استشاره  ياپديغمز كيشينڭ اڭ أونملي أوزللگي اونڭ كوگنيلير اولمسيدر. طوغري يي سويله يه جگندن امين اولونمايان بر كيمسه  ايله  ياپيلان استشاره  فائده  صاغلاماز. استشاره  ياپيلان كيمسه  كرچگي كيزله مه ملى! بيلكيسنه  باش ووران كيمسه يه  يول كوسترمليدر. استشاره  ايديلن شخص مسلمان قرداشنڭ احتياجنى كيدرديگنڭ فرقنده  و بيلينجنده  اولمليدر. استشاره  ياپيلان كيشي بيلكيلي، عقللي و عابد اولمليدر. آخرت و عدالت ترازوسني اساس طوتابيله جك كيشيلرله  استشاره  ياپيلمليدر. زيرا آلديغمز قرارلرڭ نتيجه لري ساده جه  بو دنيامزي اتكيله مكله  قالماز آخرتمزي ده  اتكيسي آلتنه  آلير. اونڭ ايچون آلديغمز قرارلرده  بو كرچگي اونوتماملي، تجربه لي و عقللي كيشيلرله  استشاره  ياپملي يز. *** كونمزه  قدر كلن بتون تكنولوژيك كليشمه لر فكرلرڭ بربرينه  اكلنمسي صوڭوجنده  اولوشمشدر. بولوشلرڭ هر بري كنديسندن أوڭجه كيلردن الهام آلارق ويا اتكيلنه رك اورته يه چيقمشدر. زمان و زميني آشارق ياپيلان بو فائده لي استشاره انسانلغڭ ايلرله مه سنده  جدّي رول اوينامشدر. بيريلرڭ استشاره  ياپديغي كبي عصرلر ده  قطعه لر ده  بربرلريله  استشاره  ياپار. هر بر مسلمان ديگر بر مسلمانله  زمان و زمينه  باقمقسزين استشاره  ياپابيلير و ياپمليدر. استشاره  ايله  بتون مسلمانلر قرداش حكمنه  كچوب بر طوپليلق كبي عين رفلكسي ويره بيلير. سوينچلري و أوزونتولري عين اولان بر اسلام طوپليلغي آنجق استشاره  ايله  تأمين ايديله بيلير. بويله  بر باقيش آچيسيله  بتون اسلام طوپراقلريني بر جامع، بتون مسلمانلري عين صفده اوموز اوموزه طوران بر جماعت اولارق دوشونمك ممكندر. *** استشاره ده  معنوي بر قوت واردر اون كيشينڭ استشاره سي بيڭ كيشيلك بر قوتي ايچنده  بارينديریر. فردلرڭ بر آرايه  كلوب استشاره  ايتمه سي اللّٰه تعالينڭ يارديمنه  وسيله  اولور. طوپلومده  آيريلغه سبب اولان حاللر استشاره ايله چوزومه قاووشديرولابيلير. فردلرڭ فكرلرنده كي طاغينيقلق و بولانيقلق استشاره ايله كيدريلير. استشاره بر ملّتي طوپ يكون اولارق ياڭليش آديم آتمقدن آليقويار. بتون وارلقلر آراسنده معنوي و فطري بر استشاره واردر. هر بري ديگرينه محتاج و مجبوردر. دنيا آي و كونش بربرندن باغيمسز اولارق حركت ايتمز. آرالرنده كي حركتلرڭ اويوملي اولمسي بربرلريله ارتباطلي اولدقلريني كوسترير. انسان ده ديگر وارلقلرله  علاقه لي بر حالده ياراتيلمشدر. ياراتيليش اعتباريله  باشقه لريله معنًا و مادةً بر آليش ويريشه  احتياج دويار. اڭ بويوك خطا، انسانڭ كنديني خطاسز ظنّ ايتمه سيدر. خطايي آزالتمق ويا هيچه  اينديرمك انسانڭ بنلكدن صييريلوب هر شيئي بيلمه سنڭ ممكن اولماديغني فرق ايتمه سيله  اولور. انسان بونڭ فرقنده  اولديغنده  استشاره يه  نه  قدر احتياجي اولديغني حسّ ايدر. “هر علم صاحبنڭ أوستنده  داها ايي بر بيلن واردر”. بر علمده  او علمي بيلن قونوشور. بيلن كيشيدن استفاده  ايتمك انساني ضرردن قورور. كيشي بر مسئله ده  ساده جه  بر عقليله  دوشونور ايكي كوزيله  كورور. آنجق اون كيشينڭ قاتيلديغي بر استشاره ده  دوشونن اون عقلدر، كورن يگرمي كوزدر. البته  بويله  فائده لي و يوكسك قازانچلي بر اويغولامه  ترك ايديلمه مليدر. استشاره  زنكين-فقير، عالم-جاهل، بويوك-كوچك هركسڭ محتاج اولديغي بر حقيقتدر. استشاره  ايدن موفّق اولور، استشاره يي ترك ايدن دگر/لي/لريني ييتيرير، غائب ايدر. استشاره  زمان غائبي دگل، عمر سرمايه سني بردن بيڭه  چيقاران قازانچلي بر تجارتدر. استشاره  حضورڭ و كوگنڭ، سعادت و موتلولغڭ آناختاريدر. *** انسان بر شيئي ياپمه يه  قرار ورديگي زمان عقلي، قلبي و حسّي برلكده  قوللانوب، حركت ايتمليدر. بو ايسه  انسانڭ كنديسي ايله  استشاره سيدر. جناب حق قرآن كريمده  انساني عقلنه  حواله  ايدرك، “عقلڭه باق” دير. “فكريڭه، قلبڭه  مراجعت ايت، استشاره  ياپكه ؛ حقيقتي بولاسڭ و بيله سڭ كچمش قوملردن عبرت آلوب كله جك معنوي بلالردن قورتولمه يه  چاليش” معناسنه كلن آيتلر انساني، عقلنه  حواله  ايدوب، فكريله  مشورته  دعوت ايدر. *** استشاره ده  اصل اولان، چوغونلغڭ قراريني كوز أوڭنده  بولونديرارق كندي كوروشندن واز كچه بيلمكدر. استشاره، هر فكره  أونم ويرمك، يڭيلكلره  قارشي أوڭ يارغي بسله مه مكدر. فردي، شخصي، عندي نظردن صييريلوب، قولكتيف بر شعورله، حركت ايده بيلمكدر. مشورتده  بنلك و كندي فكرنده  اصرار مقصدي كري بيراقير. عمومي مقصده  خدمت ايدن بر فكر اولديغنده  او فكره  صاحب چيقمق مشورتڭ حقّيدر. بر عائله ده  حضور ايستييورسه ق مشورته  ير ويرملي يز. بر ايش يرنده  سكونت و سلامت ايستييورسه ق چوق سسليلگه  أونم ويرملي يز. طوپلومده  حضور، فكر حريتي ايله  تأمين ايديله بيلير. (آنجق آنارشيست و بوزغونجيلرڭ سرد ايتديگي (ف)كرلر دگل.) *** طوپلومسال حادثه لرده  آلينان اورتاق قرارلر اگر باشاريلي بر شكلده  صوڭوچ ويررسه  موفّقيت هركسي ممنون ايدر و انسانلرده  او ايشه  صاحبلنمه  حسّي آرتار. اگر قرارلر باشاري ايله  صوڭوچلانمازسه  قرار اورتاق اولديغي ايچون ايشڭ أوسته سندن هپ برابر كلمك داها قولاي اولور و مسئوليت پايلاشيلير، پايلاشيلدقجه حفيفلر. هر ايكي طورومده  ده  قاتيليمجي، پايلاشیمجي، چوغولجي، بيلينچلي بر آڭلايش واردر. مشورت طوپلومده  مسئوليتده  و باشاريده  اورتاق سوينجي ياقه لامه مزه  سبب اولور. طوپلومده  اورتاق دويغولري پايلاشمق معناسنه كلن “هپ برابر كوله بيلمك”، “هپ برابر أوزوله بيلمك” حسّياتي آنجق مشورتله  تأمين ايديله بيلير.a “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak dav­ran­­dın. Hâlbuki kaba, katı kalp­li olsaydın, elbette (onlar) etra­fın­dan dağılırlardı. Artık onları af­fet, onlar için mağfiret dile ve (hakkında vahiy gelmeyen bir) iş hususunda onlarla istişare et! Fakat (bir görüşte) karar kıl­­­dı­ğında, artık (işe giriş ve) Al­­­lah’a tevekkül et! Muhakkak ki Al­­lah, tevekkül edenleri se­ver.”1 Bu ayet-i kerime nazil oldu­ğunda Al­lah Resulü, “Bili­niz ki, Allah ve Resulü (sav) istişare yapmaya muh­­­taç değildir. Fakat Allah bu­­­nu benim ümmetime bir rah­­­­met kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru yol­dan mah­rum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtul­maz”2 bu­­yurmuştur. *** İstişare; fikir sorma, danışma, bir husus hakkında, doğruya ulaş­mak veya yaklaşmak gaye­siyle bir başkasının görüşüne baş­­vurmak demektir. Rabbi­miz ahi­rette mükâfatlan­dıracağı in­san­­ların vasıflarını sa­yarken, na­­mazın ve zekâtın he­men ya­­­nında “Onların işleri arala­rında da­nış­ma iledir”3 bu­­yu­­­ra­­rak namaz ve zekât gi­bi İs­­lam’ın temel un­sur­larıyla be­ra­­ber istişareyi de zikret­me­si, meş­veretin ne kadar ehem­mi­yetli olduğunu ortaya koy­mak­tadır. *** Allah Resulü (sav) istişareye çok önem verirdi. O (sav) Ce­nab-ı Hakk’ın kesin emirleri bu­lun­duğu meselelerin dışında isti­şa­reyi terk etmez, meşveretin hak­­kı­nı tam manasıyla ifa eder­­­di. Sev­gili Peygamberimiz (sav) fi­kir öz­gür­lüğüne ve çok sesli­li­ğe de­ğer verir, münasip olan gö­­rüş­­leri, makul olan fikirleri he­­men tatbik ederdi. Allah Rasu­lü (sav) eğer bir me­selede arka­daşlarıyla isti­­şare yap­mış ise so­nu­cunda zarar bile gör­se, ken­di fikrini da­yatmaz, asha­bın gö­rüşlerini hayata geçi­rir, ço­ğun­luğun ka­ra­rına saygı duyar­dı. Hz. Hatice Sevgili Peygambe­­ri­­­­mi­ze (sav) evlilik teklif etti­ğin­de, Pey­­­gam­­ber Efendimiz (sav) ön­ce am­­­­ca­­ları­na danış­mış, son­ra ka­bul et­­miş­tir. Namaza davet için Müs­­­­­lü­­man­ları Mescide ne ile top­­­la­yaca­ğı konusunda asha­bıy­la isti­şa­re etmiştir. Be­dir sa­va­­­­şında Muhacir ve En­sar’ın ay­­­rı ay­rı görüşünü al­mış, uyum sağ­­­­­la­­­­dıktan sonra ha­re­ke­te geç­miştir. Aynı savaşta karar­gâ­hın neresi olacağı ve savaşın so­nun­da esirlerin ne yapılacağı nok­tasında istişare yapmıştır. Uhud savaşından önce savaşın savun­ma mı, yoksa meydan sa­vaşı mı olacağı konusunda as­habının fikrine başvurmuştur. Hendek savaşında Resul-i Ek­rem Efen­di­miz (sav) ashabıyla isti­şare etmiş, Hen­dek kazıl­ma­sı­na Selman-ı Fa­ri­si’­nin tek­lifiyle karar ver­miştir. *** İnsanın tek başına üzerinden kalkamayacağı birçok mesele vardır. Böyle meselelerde insan, istişare sayesinde kolaylıkla o işin üstesinden gelebilir. İstişare yapmamak veya bunu kendine layık görmemek, kendini be­ğen­menin bir alametidir. Çün­kü insan, yaratılış itibariyle ca­­­hil4 ve zayıf    5 olarak yaratıl­mış­­­tır. Sosyal meselelerin bir kişi tarafından her yönüyle bi­­lin­­­­me­sinin zorlaştığı bir za­man­­­da başkalarından yardım al­­­mak kaçınılmazdır. Allah-u Teâla “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun”6 buyur­mak­­tadır. İstişare insanı tembel­lik­ten, yeknesaklıktan uzak tutar. Hayatın ağır yükünü hafifletir. Sonuca hızlı, doğru ve güvenli bir şekilde ulaştırır. Böyle bü­yük bir netice, böyle değerli bir kazanç terk edilmemelidir. *** İstişare ederken gözden kaçır­ma­mamız gereken bazı nok­ta­lar vardır. Kiminle istişare ya­pıldığı istişarenin sıhhati için önemlidir. İstişare yaptığımız ki­şinin en önemli özelliği, onun güve­ni­lir olmasıdır. Doğ­ru­yu söyleye­ce­ğin­den emin olunma­yan bir kim­se ile yapılan istişare fayda sağ­lamaz. İstişare yapılan kimse gerçeği giz­­le­memeli, bilgisine başvuran kim­seye yol göstermelidir. İsti­şare edilen şahıs, Müslüman kar­de­şinin ihtiyacını giderdi­ği­nin far­kında ve şuurunda olma­lıdır. İstişare yapılan kişi bilgili, akıl­lı ve abid olmalıdır. Ahiret ve ada­let terazisini esas tutabile­cek kişilerle istişare yapılmalı­dır. Zira aldığımız kararların neticeleri sadece bu dünyamızı etkilemekle kalmaz ahiretimizi de etkisi altına alır. Onun için aldığımız kararlarda bu gerçeği unutmamalı, tecrübeli ve akıllı kişilerle istişare yapmalıyız. *** Günümüze kadar gelen bütün teknolojik gelişmeler fikirlerin birbirine eklenmesi sonucunda oluşmuştur. Buluşların her bi­ri kendisinden öncekilerden il­ham alarak veya etkilenerek or­taya çıkmıştır. Zaman ve ze­mini aşarak yapılan bu faydalı istişare, insanlığın ilerlemesinde ciddi rol oynamıştır. Bireylerin istişare yaptığı gibi asırlar da, kıtalar da birbirleriyle istişare yapar. Her bir Müslüman di­ğer bir Müslümanla zaman ve zemine bakmaksızın istişare ya­pabilir ve yapmalıdır. İstişare ile bütün Müslümanlar kardeş hükmüne geçip, bir topluluk gibi aynı refleksi verebilir. Se­vinçleri ve üzüntüleri aynı olan bir İslam topluluğu ancak isti­şare ile temin edilebilir. Böyle bir bakış açısıyla bütün İslam topraklarını bir cami, bütün Müslümanları aynı safta omuz omuza duran bir cemaat olarak düşünmek mümkündür. *** İstişarede manevi bir kuvvet vardır on kişinin istişaresi, bin kişilik bir kuvveti içinde barın­dırır. Fertlerin bir araya gelip istişare etmesi Allah Teâla’nın yardımına vesile olur. Toplumda ayrılığa sebep olan hal­ler, istişare ile çözüme kavuş­tu­rulabilir. Fertlerin fikirlerin­deki dağınıklık ve bulanıklık istişare ile giderilir. İstişare, bir milleti topyekûn olarak yanlış adım atmaktan alıkoyar. Bütün varlıklar arasında ma­ne­vi ve fıtri bir istişare vardır. Her bi­ri diğerine muhtaç ve mec­bur­­dur. Dünya ay ve güneş birbirin­den bağımsız olarak hareket et­mez. Aralarındaki hareketlerin uyum­lu olması birbirleriyle ir­ti­bat­lı olduklarını gösterir. İn­san da diğer varlıklarla alakalı bir hal­de yaratılmıştır. Yaratılış iti­ba­­riyle başkalarıyla manen ve mad­de­ten bir alış verişe ihtiyaç duyar. En büyük hata, insanın kendini hatasız zannetmesidir. Hatayı azaltmak veya hiçe indirmek insanın benlikten sıyrılıp, her şeyi bilmesinin mümkün olma­dığını fark etmesiyle olur. İn­san bunun farkında olduğunda istişareye ne kadar ihtiyacı ol­duğunu hisseder. “Her ilim sa­hibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.”7 Bir ilimde o ilmi bilen konuşur. Bilen kişiden istifade etmek, insanı zarardan korur. Kişi bir meselede sadece bir ak­lıyla düşünür iki gözüyle görür. Ancak on kişinin katıldığı bir isti­şarede düşünen on akıldır gö­­ren yirmi gözdür. Elbette böy­­le faydalı ve yüksek kazançlı bir uygulama terkedilmemelidir. İstişare zengin-fakir, âlim-cahil, büyük-küçük herkesin muhtaç olduğu bir hakikattir. İstişare eden muvaffak olur, istişareyi terk eden değer/li/lerini yitirir, kaybeder. İstişare zaman kaybı değil, ömür sermayesini birden bi­ne çıkaran kazançlı bir tica­ret­tir. İstişare, huzurun ve gü­ve­­nin, saadet ve mutluluğun anahtarıdır. *** İnsan bir şeyi yapmaya karar verdiği zaman aklı, kalbi ve hissi birlikte kullanıp, hareket etmelidir. Bu ise insanın kendisi ile istişaresidir. Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerimde insanı aklına havale ederek, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, istişare yap ki; hakikati bulasın ve bilesin. Geçmiş kavimlerden ibret alıp gelecek manevi be­la­lardan kurtulmaya çalış” ma­na­sına gelen ayetler insanı, aklına havale edip, fikriyle meşverete davet eder. *** İstişarede asıl olan, çoğunlu­ğun kararını göz önünde bulun­du­rarak kendi görüşünden vaz­geçe­bilmektir. İstişare, her fikre önem vermek, yeniliklere karşı ön yargı beslememektir. Ferdi, şahsi, indi nazardan sıyrılıp, ko­lektif bir şuurla hareket ede­bil­mektir. Meşverette benlik ve kendi fik­rinde ısrar, maksadı geri bırakır. Umumi maksada hizmet eden bir fikir olduğunda o fikre sahip çıkmak, meşveretin hakkıdır. Bir ailede huzur istiyorsak meş­­verete yer vermeliyiz. Bir iş ye­rinde sükûnet ve selamet is­ti­yor­sak çok sesliliğe önem ver­meli­yiz. Toplumda huzur, fi­kir hürri­yeti ile temin edile­bilir. (An­­cak anar­şist ve bozgun­cula­rın ser­det­tiği (fi)kirler değil.) *** Toplumsal hadiselerde alınan ortak kararlar eğer başarılı bir şekilde sonuç verirse muvaffa­kiyet herkesi memnun eder ve insanlarda o işe sahiplenme his­­si artar. Eğer kararlar başarı ile so­­nuç­lanmazsa karar ortak ol­du­­ğu için işin üstesinden hep beraber gelmek daha kolay olur ve me­suliyet paylaşılır, pay­­­la­şıl­dık­ça hafifler. Her iki du­rum­da da katılımcı, pay­la­şımcı, ço­ğulcu, bilinçli bir an­layış var­dır. Meşveret top­lumda me­­su­­li­yette ve başarıda ortak sevinci yakalamamıza se­bep olur. Top­lumda ortak duyguları pay­­laş­mak manasına gelen “hep be­­ra­ber gülebilmek”, “hep be­ra­­­ber üzülebilmek” hissiyatı an­cak meş­­­­­veretle temin edile­bilir. Kaynaklar: 1- Âl-î İmrân, 1592- İbn Adiy, Beyhaki3- Şûrâ, 38, وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَىٰ بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ4- Ahzab, 725- Nisâ, 286- Enbiya, 77- Yusuf, 76 aaaa

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Şubat
Konu resmiÂlimlerin Hatasına Nasıl Bakmalıyız
İnsan

Müslümanların ateizmle uğraşması, halkın bozulan ahlakını ıslah etmeye çalışması, ibadetten uzaklaşanları ibadete teşvik etmeleri lazım gelirken, nedense geçmiş âlimlere hakaret etmek son zamanlarda bazılarının hobisi oldu. Üstelik bunu da İslâm’a hizmet adı altında yapıyorlar. Kur’ân suizannı, gıybeti ve terbiyesizliği yasakladığı halde, bunların hareketleri İslâm’a ne kadar uygundur siz takdir edin. Her insanın hem iyi hem kö­tü tarafları vardır. Bir insanı de­ğer­lendirirken yalnız hataları­na veya yalnız iyi taraflarına bak­mamız bizi yanlışa götürür. Doğru olan, iki tarafa da bakıp, hangisi daha çoksa ona göre bir hüküm vermemizdir. Üstad Bediüzzaman bu konuda şöyle diyor: “İnsanın hayat-ı ictimaiyesini if­sad eden bir desise-i şeyta­ni­ye şudur ki: Bir müminin bir tek seyyiesiyle bütün hasena­tını ör­­­ter. Şeytanın bu desise­sini din­­­le­yen insafsızlar, o mümi­ne ada­vet ederler. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ek­­berinde a’mâl-i mükellefîni tart­tığı zaman, hasenatı sey­yi­ata galibiyeti-mağlûbiyeti nok­ta­sında hükm eyler. Hem sey­yiatın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazen bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına ke­miyeten veya keyfiyeten zi­yade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstahaktır. Belki, kıymettar bir tek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bak­mak lâzımdır. Halbuki insan, fıtratındaki zu­lüm damarıyla, şeytanın telki­niyle, bir zâtın yüz hasenâtını bir tek seyyie yüzünden unutur, mümin kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, si­nek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unu­tur, mümin kardeşine ada­vet eder, insanların hayat-ı ictimai­yesinde bir fesat âleti olur.” (13. Lema, 13. İşaret’den) Üstad Bediüzzaman’ı da diğer âlimleri de bu ölçüye göre de­ğerlendirmek gerekir. Fakat ne­­­­­dense bazı şahıslar Mevla­na Hazretlerinin Mesnevi’sini oku­­­­yor, ora­da yüz­lerce hik­met­li şeyden yal­nız­ca kabak hikâ­­ye­sini gö­rüyor; Üs­tad Be­di­üz­­­zaman’ı oku­yor, yüz­ler­ce hik­metli söze bak­mı­yor, yal­nızca ebced hesabına ta­kılıyor. Bu şahıslar niçin dağı görmez de çakıl taşını görürler? Pey­gam­berimiz (asm) bu tür şahıslar hak­kında şöyle buyurmuştur: “Bir âlimin meclisine oturup ondan hikmetli sözleri işitip, arkasından da (âlimden) işitti­ği yanlış ve kötü şeyleri (o âli­mi kötülemek için) anlatan kim­se şuna benzer: Bir adam bir çobana gitmiş ve ona ‘Ko­yunlarından bir koyunu bana ver’ demiş. Çoban da ‘Git sürü içinden en iyisini al!’ demiş. Adam da çobanın izniyle sürü içine girip aramış ve sonunda köpeği seçmiş.” (İbn Mace, Ahmed)  Peygamberimizin (asm) olduk­ça ne­zih olarak söylediği bu misale uygun başka bir misali de ta­biinden hadis âlimi Süf­yan b. Uyeyne söylemiş. Bu ta­bii di­yor ki: “Yeryüzünde bulunan her in­sanda, hayvanlardan bir kısmı­na benzeyen bir yön vardır. Meselâ insanlardan kimisi, as­la­nın saldırması gibi saldırır; bir kısmı kurdun koşması gi­bi koşar; bir kısmı köpek gibi havlar; bir kısmı tavus kuşu gibi bezenir süslenir; bir kısmı da domuza benzer. Çünkü bakıcısı domuza güzel bir yiyecek ge­tirdiğinde o onu yemez; adam onun çöplüğünden ayrılır ay­rılmaz, domuz kendi çöplüğü­nü ve pisliğini yemeye başlar. İşte bunun gibi öyle insanlar vardır ki, elli tane hikmetli söz duyar da, onlardan bir tanesini bile bellemez, ama sen bir defa hata etsen, onu hemen kafasına kor, her mecliste onu anlatır...” (Fahrettin Razi, Tefsiri Kebir, Daru İhyau’t-Turasi’l-Arab, c. 1, s. 1775)

İdris TÜZÜN 01 Şubat
Konu resmiİttihad-ı İslamın Yolu Aylan Bebeklerin Hayatta Kalmasından Geçer
Kültür ve Medeniyet

İslam Dünyası İttihad-ı İslam istiyorsa öncelikle adım atması ve gündemine alması ve çözmesi gereken tek bir konu var; İslam dünyasındaki bireylerin yeme, içme, barınma ihtiyaçlarının karşılanması ve yeni Aylan bebek vakalarının olmaması için ne yapılması gerektiğidir. Ne yapılması gerektiğini irdelerken, öncelikle ve sadece Suriye Savaşını bitirelim üzerinden bir kurgu ile değil, sadece uluslar arası siyasete ilişkin stratejiler ile de değil, yalın ve basit bir adım ile bu insanlara elimizi nasıl uzatabiliriz, ihtiyaçlarını nasıl giderebiliriz, “Suriye’de ölmelerini önleyemiyorsak, Suriye dışında yaşamalarını nasıl sağlayabiliriz” noktasından hareket etmeleri gerekiyor. Maalesef Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin gündeminde bu husus hemen hemen hiç yer almamaktadır. Külli değişim ve dönüşüm külli bir ittihad yerine öncelikle bu mevcut sorun üzerinde bir ittihad gerekmektedir.  “İslam” ve “İslam Dünyası” bu iki kavram ayrı ayrı mevzuba­his olduğunda iki kavramın et­ra­fında kurulan cümleler, konu ör­güsü tamamen değişmekte­dir. Dünya ve ahiret hayatına, bi­rey­sel ve sosyal hayatın hu­zu­runa ilişkin temel konular, her zaman İslam’ın gündemini teş­kil etmektedir. Bu konuların İs­lam’ın her çağı kuşatan özel­liğiyle, her çağa hitap eden, her çağda cari bir din olması ör­tüş­mektedir. “İslam Dünyası” söz konusu ol­duğunda ise, İslam dünyasının gündemi zaman ve mekâna bağ­lı olarak değişkenlik gös­ter­mektedir. İslam dünyasının gün­demi ise bu değişkenlik içe­­ri­sinde “İslam”ın gündemi ile ki­­mi zaman örtüşmekte, kimi za­­man ise nispeten veya kısmen veya tamamen farklılaşmakta­dır. Bu farklılaşmada İslam sa­bit unsur iken, değişken olan İs­lam Dünyasıdır. Bu değişken­lik belki iman noktasından bir ay­rışma değil, iman edilenler ile hemhal olma, amele yansıtma noktasından bir uzaklaşmadır. Bu mesafenin daralması-geniş­le­­mesi, külli olarak İslam Dün­yasının gündeminin de ne ol­duğunu, ne olacağını belir­le­mektedir. İslam dünyasının son yüzyıllık gündemini hep problemler, acı­lar, savaşlar ve yıkımlar oluştur­maktadır. Son yüzyılın hemen her periyodunda problemsiz bir dönem, acısız bir gündem bulmak neredeyse imkânsızdır. İslam dünyasının fertlerinin ek­­se­riyeti bir yandan kendi bireysel hayatlarına dokunan bu acıları yaşarken, diğer yan­dan da külli olarak İslam dün­ya­­sından problemlere çözüm üretmesini bekleye gelmiştir. Bu beklentiler ve üretilen alter­natif teklifler, dönüp dolaşıp aynı noktaya ulaşmış, İttihad-ı İslam kavramının kapısına çık­mıştır. İttihad-ı İslam tesis ve temin edildiğinde mevcut ve muh­temel bütün problem­le­rin izale olacağı genel kabul gör­müş­tür. Bütün bu değerlen­dir­meler, kabul ve beklentiler de elbette doğrudur. İslam Dünyasının geri kalmış­lık, gelir dağılımı, kaynakların etkin kullanımı, refah, adalet, güvenlik, sınır, asayiş, üretim, tüketim, barış, savaş, açlık, fa­kirlik, zenginlik vb. gibi baş­lıklar altında toplanabilecek, bun­lar da kendi içinde alt baş­lıklarla çoğaltılabilecek, hepsi birden ele alındığında külli ola­rak nitelendirilebilecek prob­lemleri bulunmaktadır. İslam Dünyasının gündemini oluştu­ran bu problemler İslam ile ele alındığında ise, hepsinin hem önleyici hem izaleci çö­züm teklifleri mutlak surette mev­cuttur. Bu hadisenin bir başka yönünü oluşturmaktadır. Bütün bu külli problemlerin çö­zümü, külli bir manayı ihata eden İttihad-ı İslam kavra­mı­­na havale edilmektedir. İtti­ha­dı-ı İslam’ın mahiyeti bu prob­­­lem­leri çözebilecek po­tan­siyeli barındırmaktadır. Bu po­tan­siyeli ile de İslam Dünyası­nın saadetine vesile, bir “umut” ola­rak görülmektedir. Bir umut olduğu da doğrudur. Ancak problemlerin artışına rağ­­men İttihad-ı İslam’a yöne­lik so­mut ve ilerleme kayde­den, ni­hai noktaya ulaşılaca­ğı­nı vaad eden adımların aynı hız­da gö­rünmüyor olması, za­man za­­man it­tihadın olup olmaya­ca­ğını kamuoyunda tartışılır kıl­makta, bir ümit kırılması da oluşturmaktadır. İttihadın tesisi imkânsız değil­dir. Ancak zorluğunu da göz ardı etmemek gerekmekte­dir. Zira ittihad kavramı külli bir değişim, dönüşüm ve irade ge­rektirmektedir. Bu değişimin İslam dünyasında bireysel, sos­yal, siyasal, iktisadi, askeri çok boyutları bulunmaktadır. Genel beklenti ve anlayış na­zara alındığında bütün bu dö­­nü­şümlerin külli olarak sağ­lan­ması, daha sonra bu sağ­la­­nan birlikteliğin dönüp prob­lem­leri çözmesi yönünde­dir. Zaman za­­man İslam dün­yası­nın birey­lerinde “Eğer Müs­lü­man­lar İt­tihad-ı İslamı sağ­la­mış olsalar­dı bu sorunlar ol­mazdı veya so­runlar çözülürdü” şeklinde ser­zenişlere şahit olunmakta­dır. Bu kadar külli bir dönü­şüm im­kân dairesinde mümkün­dür. An­cak ihtimal dairesinde zor­­lu­ğu­nu göz ardı etmemek ge­rek­mek­te­dir. Büyük beklenti­lerin ger­çek­leşmeyişi, büyük ha­­yal kı­rıklıkları oluşturmak­tadır. İslam dünyası ne yapmalıdır? İslam Dünyası tümden gelim­ci bir anlayışla önce İttihad-ı İslam’ı tesis edip sonra prob­lem­lerini çözmeye mi çalışmalı, yoksa önce mikro problemleri çöze çöze gidip pek çok prob­lem çözüldükten sonra tüme­varımcı bir anlayışla mı ittiha­dı tesis etmelidir. İttihad-ı İs­lam ile ilgili belki de artık tar­tış­ma­ların kayması gereken eksen bu olmalıdır. Zira 100 yılı aşan ve külli dönüşümü içeren bek­len­ti meçhul bir “kızıl elmaya” dönüşmektedir. Bu dö­nü­şüm­den İttihad-ı İslam’ı kur­tar­ma­nın yolu, beklentilerin ma­hi­ye­tini dönüştürmek ile müm­kün olacaktır. En temel problem nedir? İslam Dünyasının belki de şu an en temel, en öncelikli problemi, ihtiyaçlar hiyerarşisinde de ilk sırada yer alan problemlerdir. Fizyolojik ihtiyaçlar ve güvenlik, daha doğrusu can güvenliğinin sağlanması. Suriye’de 6 yılı aşkın süredir devam eden bir çatışma orta­mı var. BM verilerine göre Su­­ri­ye’de ölenlerin sayısı 470 bi­ni geçti. 36 binden fazla ço­cuk hayatını kaybetti. Sadece Türkiye’de 3 milyondan fazla mülteci var. Suriye’de 13 mil­yon kişi de yardıma muhtaç. Bütün bu bireylerin fizyolojik, yeme, içme, barınma vs. ihti­yaç­­larının yanı sıra hayatta kal­ma problemleri var. İslam dünyasının külli bir ira­de ile probleme müdahil ol­ma­sıyla problemi çözmesini ya da İttihad-ı İslam’ın tesis edil­mesi ile problemin çözül­mesi­ni bek­le­mek, yani tüm İs­lam dün­yasında külli bir kurum­sal­laşma, külli bir uluslararası si­yasi ve iradi dönüşüm bekle­mek ve bunun neticesinde bu iradenin gelip örneğin Su­ri­ye problemini çözmesini bek­le­mek, can kayıplarının sürmesi ve insanların ihtiyaç içerisinde çırpınmalarının devam etmesi anlamına geliyor. İslam Dünyası belki de İslam İşbirliği Teşkilatı, öncelikle bir tek hususu gündemine alma­sı gerekiyor. Bu gündem, ne ye­ni kuruluşlar kurulması, ne ye­ni siyasi organizasyonlar kurul­ma­sı, ne dünyanın geri kalanını kı­na­yan açıklamalar yapılması, ne başka kara coğrafyaların­dan beklentiler açıklanması, ne siyasi ve idari işbirliği geliştir­me temennilerinde bulunul­ma­­­sı, ne bir İslam ordusunun ku­­rul­­ması, ne Arap ordusunun ku­rul­­ması, ne ekonomik örgüt­ler kurulması, ne İİT benzeri yeni organizasyonlar kurulması, ne ortak parlamento, ne ortak kon­­seyler vs. vs. İslam Dünyası İttihad-ı İslam istiyorsa öncelikle adım atması ve gündemine alması ve çöz­me­si gereken tek bir konu var; İs­lam dünyasındaki bireylerin yeme, içme, barınma ihtiyaçlarının kar­şı­lanması ve yeni Aylan be­bek vakalarının olmaması için ne yapılması gerektiğidir. Ne ya­pılması gerektiğini irdeler­ken, öncelikle ve sadece Suriye Sa­va­şını bitirelim üzerinden bir kur­gu ile değil, sadece uluslar arası siyasete ilişkin stratejiler ile değil, yalın ve basit bir adım ile de bu insanlara elimizi na­sıl uzatabiliriz, ihtiyaçlarını na­sıl giderebiliriz, “Suriye’de ölme­le­rini önleyemiyorsak, Suriye dışında yaşamalarını nasıl sağ­la­ya­biliriz” noktasından hare­ket etmeleri gerekiyor. Maale­sef Türkiye dışındaki İslam ül­ke­lerinin gündeminde bu hu­­sus hemen hemen hiç yer al­­ma­maktadır. Külli değişim ve dö­nüşüm külli bir ittihad ye­­ri­ne öncelikle bu mevcut so­run üzerinde bir ittihad ge­rek­mektedir. Keza aynı şekilde Arakan’da ya­şanan insanlık dışı hadiselerin çözümünü beklemek, başka bir şey uzun soluklu bir süreç. Arakan’da yaşayan insanların Mynmar’da ölmesi önlene­mi­yor­sa, bu ülkenin devlet politi­kası değiştirilemiyorsa, burada yaşayan insanların ölmemesi için nasıl bir tahliye süreci söz konusu olabilir öncelikle gün­de­me alınması gereken hayati konulardır. Bu problem dün Bosna Her­sek’te de mevcuttu; Bosna Her­­sek’te kadın ve çocuklar 3 yıl dünyanın gözleri önünde soy­­kı­rıma tabi tutuldular. Üç yıl süre içerisinde ve sonunda İs­lam Dünyası bu probleme de ne çözüm üretebildi ne öne­re­bildi, ne uygulayabildi ne de uy­gulatabildi. Ama -en azından- kadın ve çocukların tahliyesi noktasında ortak girişimde de bulunmadı. Dün Bosna Hersek, bugün Su­riye, coğrafya değişiyor, za­man değişiyor trajedi değişmiyor. Bek­lentiler de değişmiyor. An­cak her yaşanan hadise, umut için­de bir umutsuzluk, hayal için­de bir hayal kırıklığı oluş­tu­ra­­rak bir dilemma ortaya çıkarıyor. İttihad-ı İslam daha çok konu­şuluyor belki, ancak teknolo­jik, eko­nomik, gelişmişlik vb. uçu­rum­lar arttıkça daha da zor­la­şıyor. Paylaşılacak ve uz­la­­şı­­lacak konular dünyanın de­ği­şi­mine bağlı olarak daha da ar­tı­yor. Pay­laşılacak, uzlaşıla­cak ko­nu­lar arttıkça külli İtti­had zor­la­şı­yor. Makas gittikçe açı­lı­yor. Büyük hedefler konuldukça, he­­­­­deften uzaklaşılıyor. En te­mel­­­­­den, en yalın bir başlangıç ile baş­­lamanın lüzumu kaçırılı­yor. İslam dünyasının bugün çöz­­­­­mesi gereken ilk sorun Su­ri­ye, Arakan, Filistin ve benzeri so­­run­ları yaşayan her nerede Müs­­lü­man­lar varsa bunların “ha­yatta kal­ma”, “can güvenliği” ih­tiyaç­larının giderilmesidir. Bu temel ihtiyacın giderilmesi için külli bir İttihadı-ı İslam’ın sağlanması şart değildir. Ancak külli bir İttihad-ı İslam’ın sağ­lanması için bu şarttır.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Şubat
Konu resmiKavanozdaki Adam
İnsan

Bir profesörün meşhur bir deneyi var, sizin de bildiğiniz. Haydi, hep beraber hatırlayalım. Profesör masanın altından bir kavanoz çıkar­mış. Kavanozun içine, yine masanın altından çıkardığı yumurta büyüklüğünde taşları dik­katlice koymuş. Kavanoz ağzına kadar dolup da daha fazla taş alamayınca, “Kavanoz doldu mu?” diye sormuş. Salondaki herkesten “Evet!” sesi yükselmiş. “Sahi mi?” diye karşılık vermiş profesör. Masanın altından bu kez çakıl taşları çıkarmış ve çakıl taşlarını kavanoza dökmüş. Tabi küçük taşlar büyük taşların arasında ken­dilerine yer bulmuşlar. Ve aynı soruyu bir kez daha sormuş: “Kavanoz şimdi doldu mu?” Salondakiler, profesörün ne yapmak istediği­ni yavaş yavaş anlamaya başlamışlar. İçlerin­den biri “Herhalde hayır!” diye cevaplamış bu soruyu. “Güzel!” demiş profesör ve masanın altından bu defa biraz kum çıkarmış. Kumu kavanoza boşaltmaya başlamış. Kumlar da büyük taşlarla çakıl taşları arasındaki boş­luk­ların hepsini doldurmuş. Sorusunu bir defa daha sormuş. “Kavanoz doldu mu?” Muhataplar hep bir ağızdan “Hayır!” diye ba­ğırmışlar. Bir defa daha “Güzel!” demiş ve masanın altından bir sürahi su çıkarıp ka­va­nozu ağzına kadar suyla doldurmuş. Kavanozun artık tamamen doluymuş. Profesör salona dönüp şöyle demiş: “Bu de­neyden çıkarmamız gereken ders nedir?” Biri­si elini kaldırmış ve çıkardığı dersi özetlemiş: “Programınız ne kadar dolu olursa olsun, ger­çekten gayret ederseniz, o programa birkaç toplantı ve görev daha ilave edebilirsiniz.” “Hayır!” demiş profesör. “Bu deneyin bize öğ­rettiği şey şu: Eğer büyük taşları önce koy­maz­sanız, bir daha asla koyamazsınız.” Salona bir sessizlik çökmüş. Sonra konuşmasına devam etmiş Prof. “Sizin hayatınızdaki ‘büyük taşlar’ ne?  Sağlı­ğı­nız? Aileniz? Arkadaşlarınız? Hedefleriniz? Sevdiğiniz şeyleri yapmak? Bir uğurda savaş­mak? Kendinize zaman ayırmak? Hayatımızda yer alması gereken büyük taş­ların ne olduğunu unutmamalıyız. Eğer böy­­le yapmazsak, hayatımızı diğer önemsiz şey­­ler­le uğraşarak kaçırmış olacağız. Eğer kü­­çük şey­lere öncelik verirsek, (çakıl, kum), haya­­tı­mız önem­siz şeylerle dolup geçecek, bizim için da­ha önemli olan şeylere az zaman kala­cak ve­ya hiç zaman kalmayacak. Bu se­beple, kendi ken­dinize şu soruyu sormayı hiçbir zaman unut­mayın, “Senin hayatının büyük taşları ne?” Kıymetli İrfan Mektebi okuyucuları! Dergi sayfaları arasında gezinirken lütfen bu soruyu biz de kendimize soralım. “Benim ha­yatımın hedefi ne?” “Ben neyin peşinden ko­şuyorum?” Sahife otuza geldiğinizde mektubu okuyup, kendimize tekrar soralım ve profesörün an­lattığı deney ve çıkardığı ders üzerinden mek­tuba bakarak kendimizi yorumlayalım. Zaman hızla akıp gidiyor ve asla geri gelmi­yor. İnsan için ise –iyi veya kötü– çalıştığın­dan, meşgul olduğundan başkası yok. Yani hayatı ıskalama lüksümüz asla yok. Unutmayalım! Atalarımız ne demiş, kaçan balık büyük olur. Telafisi de olmaz.

Metin UÇAR 01 Şubat
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Takkeci İbrahim Ağa Camii Takkeci İbrahim Ağa, takke satarak geçimini sağlayan bir Osmanlı vatandaşıydı. En büyük hayali bir cami yaptırmaktı. Fakat mevcut geliri ile bir cami inşa ettirebilmesi mümkün değildi. Bir gece rüyasında nur yüzlü mübarek bir zat kendisine; “Bağdat'a git, orada iki salkım üzüm rızkın var, onu ye ve dön” der. Sabah rüyasını eşine anlatır ve azığını hazırlayarak yollara düşer. Bağdat'a varınca kaldığı handa yemek yerken asmadaki iki salkım üzümü görür. Üzümleri koparmak için hancıdan izin ister. Bu arada rüyasını da anlatır ama ismini söylemez. İlgiyle kendisini dinleyen hancı; “Bana kaç defadır rüyamda, ‘İstanbul'da Takkeci İbrahim Ağa diye biri var. Onun evinin bahçesindeki kuyunun yanında bir küp altın gömülüdür, git al’ derler de üstünde durmam. Sen iki salkım üzümün peşine düşüp Bağdat'a gelmişsin. Allah akıl, fikir versin” der. Hancının bu sözleri üzerine İstanbul’a dönen İbrahim Ağa, evinin bahçesindeki altınları bulur ve bu altınlarla bir cami inşa ettirir. Günümüzde banisinin adıyla tanıdığımız bu cami, Topkapı Kültür Parkındadır ve 1591-1592 senelerinde yaptırılmıştır. Cami son olarak İBB tarafından 2007-2008 senelerinde restore edilerek ibadete açılmıştır. Kastamonu Lahikası Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, Kasta­mo­nu’da kaldığı yıllarda Isparta’daki talebeleriyle irtibatını onlara yazdığı mektuplarla devam ettirdi. Bu mektuplar içerisinde yapılmakta olan iman hizmetlerinin sevk ve idaresine dair ölçü, talimat ve teşviklerin yanında, çok kıymettar ilmî, imanî ve İslâmî mevzular yer alıyordu. Nur Talebeleri de, çok müştak oldukları Hazret-i Üstad’ın bu mektuplarını el yazılarıyla çoğaltarak bütün talebelere ulaştırıyorlardı. Bu mektupların toplanmasıyla teşekkül eden mecmua ise Kastamonu Lahikası adı altında Barla Lahikası gibi, Üstad tarafından Risale-i Nûr’a dâhil edilmiştir. (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 2, s. 608) 18 Şubat 1925 Son Vakanüvis Abdurrahman Şeref vefat etti Abdurrahman Şeref Bey, 1853 senesinde İstan­bul’da doğdu. Tophâne-i Âmire Muhasebe Kalemi mümeyyizlerinden Hasan Efendi’nin oğlu­dur. İlk tahsilinden sonra Eyüp Rüştiyesine, ardından Mekteb-i Sultânî’ye girdi; 1873’te buradan mezun oldu. Sırasıyla Mahrec-i Aklâm-ı Şâhâne, Mekteb-i Sultânî ve Dârülmuallimîn’de tarih-coğ­rafya öğretmenliği, Mekteb-i Mülkiye’de mü­dürlük yaptı. Uzun ve başarılı eğitim hayatı boyunca birçok nişan ve madalya ile mükâ­fat­landırıldı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra âyân âzası, 1907 ve 1909’da iki defa Maarif nâ­zırı oldu. Asıl şöhrete, 1909 yılından 1 Kasım 1922’ye, kadar yürüttüğü vakanüvislikle kavuştu. Böylece Osmanlı Devleti’nin son resmî devlet tarihçisi oldu. 1918’de bir ara Evkaf nâzırlığı yaptı. Cumhuriyet’in ilânından sonra İstanbul’dan ikinci devre milletvekili seçildi. 18 Şubat 1925’te Ankara’da vefat etti; mezarı Edirnekapı dışında Otaktepe aile kabristanındadır. 26 Şubat 1912 İkdam Gazetesinin Adı İktiham Oldu İkdam Gazetesi, 5 Temmuz 1894’de yayımlanmaya başladı. Gazetenin kurucusu Ahmed Cevdet, uzun süre bu gazeteyi yayımladığı için İkdamcı Cevdet diye tanındı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra idareyi eline geçiren İttihat ve Terakki Fırkasına muhalefette bulunan Ahmed Cevdet, 31 Mart Vakasının ardından Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı (1909). Gazeteye oradan yazılar göndermeye devam etti. 26 Şubat 1912’den itibaren gazetenin adı İktiham olduysa da birkaç ay sonra yeniden İkdam olarak yayınına devam etti. Ahmed Cevdet, Millî Mücadele yıllarında gazetesindeki yazı kadrosuyla birlikte Millî Mücadele’yi destekledi. İkdam, 31 Aralık 1928’e kadar 11.384 sayı yayınlandı. 25 Şubat 1643Sultan II. Ahmed Doğdu Babası Sultan İbrâhim, annesi Muazzez Sul­tan’dır. Kardeşi Sultan II. Süleyman’ın yerine, 23 Haziran 1691’de kırk dokuz yaşında iken Edirne’de tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı-Avusturya savaşları devam etmekteydi. Bu savaşlar dolayısıyla askere olan ihtiyaç çoğaldığından, Girit dışındaki bazı adaların muhafız kuvvetleri azaltılmış, bu arada Sakız’ın korunması da yalnız kalyon leventlerine bırakılmıştı. Bunu fırsat bilen Malta ve papalık gemileri Sakız’a asker çıkararak adayı işgal ettiler (21 Eylül 1695). Bu duruma çok üzülen Sultan II. Ahmed, adanın kurtarılması için derhal hazırlıklara başlanmasını emrettiyse de kısa bir süre sonra, 6 Şubat 1695’te elli iki yaşında iken istiskadan (ödem) Edirne’de vefat etti. Naaşı İstanbul’a getirilerek Kanûnî Sultan Sü­leyman’ın türbesine defnedildi. Hassas ve hiddetli bir mizaca sahip olan Sultan II. Ahmed şiir ve mûsikiye meraklı, aynı zamanda hattat bir padişahtı.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiBeğendiğin Şeyde İfrat Etme
Risale-i Nur

“Bir derdin dermanı başka derde dert olur, panzehri zehir olur. Derman hadden geçerse, dert getirir, öldürür.” Bir derdin dermanı başka derde dert olur, panzehri zehir olur. Çünkü her derdin der­ma­nı farklıdır. Hastalıklar değiştikçe tedavi şekil­leri ve ilaçlar da değişir. Hatta aynı has­ta­lığa sahip farklı hastalara göre ilaçlar deği­şir. Çünkü bünye farklıdır. Birinin iyi olma­sı­­na vasıta olan bir ilaç aynı hastalığı taşıyan baş­ka birinin hastalığını arttırabilir. Cenabı Hak Dermanı hastaların tedavisi için bir va­sıta yapmıştır. Derman şifaya vesiledir. Lakin der­man haddinden fazla kullanılırsa ve öl­çü kaçırılırsa yani hadden geçerse, dert getirir, öldürür. “Dermanın fazlası daha güzel ve da­ha hızlı tedavi eder” düşüncesi hatadır. Der­man haddinden fazla kullanıldığında onun adı derman olmaz. Dert olur. Görünürde der­mandır fakat hakikatte derttir. Bu ise iste­diğimiz şekilde hayata hizmet etmez. İn­sanı gayesine ulaştırmaz. Tedavi etmez. Mak­sa­dı­mızın aksine tesir eder. Ya hastalığı ziyade­leştirir ya da insanı öldürür. İfrat etmek zarar verir. Demek oluyor ki bir şey haddini aşarsa manası da mahiyeti de değişir. İnâdın Gözü, Meleği Şeytan Görür “İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse bi­risine, melek der, rahmeti de okutur. Mu­hâlif tarafında eğer meleği görse, libâ­sını değişmiş. Onu şeytan zanneder, adavet la’net eder.” Cenabı Hak insana her iki cihanın saadetini temin etmek için pek çok duygular vermiştir. İnsan bu duygular sayesinde maddi-manevi makamları elde edebilir. Yaratılış itibarıyla bu duyguların tabiatına bir sınır çizmeyen Cenabı Hak, İslamiyet ile onları sınırlandırmıştır. Cenabı Hak duyguların kullanımını ise in­sanın iradesine bırakmıştır. İşte bu duy­gu­lardan biri de inattır. İnsana inadın ve­ril­mesinin hikmetleri vardır. İnat hakta, ha­kikatte, iman esaslarında, İslamiyet’in pren­sip­lerinde ve ahirete yönelik amellerde çalış­mak, sabit kalmak ve devam etmek için veril­miştir.  Haramları işlememekte, terk etmekte kararlı olmak için verilmiştir. İyiyi, doğruyu, güzeli almak ve kötüyü, yanlışı, çirkini terk etmek için verilmiştir. Maalesef insanlar ço­ğu zaman inadı veriliş hikmetine uygun kul­lan­mamaktadırlar. Lüzumsuz işlerde kul­lanıldığı görülür. İnsan, bir dakika inada değmeyen bir işte bir sene inat eder. Hakkın zıddına gider. Hikmete muhalefet eder. İnâdın işi bu­dur: İnad konusunda Şeytan yardım ederse birisine, yani şeytan insanın batıl bir şeyde inad ettiği noktada destek verirse ondan taraf görünürse o kişi şeytana melek der, şeytanın arkasından değil kötü bir şey söylemek aksine inad şeytana rahmeti de okutur. O insan şey­tandan iyi birisi olarak söz eder. Böylece insan hakta kullanması gereken inadını batılda sarf eder. İnsan batıldaki inadından dolayı kendisine Muhâlif olan tarafında eğer meleği görse, yani bir melek insanın yanlıştaki inadından do­layı muhalefet etse “yanlış yapıyorsun, günaha giriyorsun, hakkı çiğniyorsun, tövbe et” dese in­san o meleğin kıyafeti libâsını değişmiş, bir şey­tan olarak görür. Onu şeytan zanneder, düş­manlık adâvet eder, ona la‘net eder. Hakkı Bulduktan Sonra Ehak İçin İhtilâfı Çıkarma “Ey tâlib-i hakîkat! Madem ittifâk ehakta ihtilâftır. Bazen hak, ehaktan ehaktır. Hem de hasen, ahsenden ahsen.” İnsan, en şerefli varlık olarak yaratılmıştır. İn­sanın cevheri ise büyüktür. Davası ebediyettir. Rütbesi yüksektir. Bundan dolayı her dâim ve her yerde hakikati arar. Onu yalnız hakikat tat­min eder. İşte yaratılışından dolayı her dâim hakkı isteyen Ey tâlib-i hakîkat! Ma­dem kabiliyetleri farklı olan insanların hakta ittifâkı insanın maddi-manevi hayatı için kâ­fidir. İnsanın el ele, omuz omuza vermesi ve yan yana durması için yeterlidir. Bir ve be­raber olması için yetişir. Öyle ise en doğru olan şey hakkında farklı özelliklerde yaratılan in­san için gereken, ehakta ihtilâftır. İnsanların en doğru hakkında görülen fikir ayrılık­la­rı onların farklılığından kaynaklanmaktadır. Ya­­ni bu ayrılıklar insanın yaratılışının bir mey­ve­sidir. Eğer Cenabı Hak insanların fikir ayrı­lık­larını murad etmese idi onları farklı kabi­li­yetlerde yaratmazdı. Demek ayrılıklar bir kaderdir. Kader ise her zaman adalet eder. Zen­gin­liğimiz olan bu farklılıklar sayesinde insan­lar türlü türlü nimetlere kavuşmuştur. Az, çok olmuştur. Uzun yollar kısalmıştır. Yük hafiflemiştir. Bir an düşünün! İnsanlar farklı fikirler öne sürmüyor. Herkes aynı şeyi, bir şeyi söylüyor. Hayat nasıl olurdu? Na­sıl gelişirdi? Farklı güzellikler nasıl ortaya çıkardı? İşte bu sırdan dolayıdır ki insanoğlu ittifak ettiği müşterek doğruları dikkate al­malıdır. Onları öne sürmelidir. Bir ve beraber olmayı besleyen hakka güç vermelidir. Dik­katleri onun üzerinde toplamalıdır. En doğru olandaki fikir ayrılıkları doğrudaki birliğimize zarar vermemelidir. Bu yönden bakıldığında Bazen doğru olan yani hak, en doğrudan ehak­­­tan daha doğrudur ehaktır. Hem de bu nok­tadan bakıldığında olur güzel, hasen,  en gü­zelden ahsenden daha ahsen. İnsanları bir eden, bir arada tutan, hayatı ko­laylaştıran bir doğru, insanların birliğini, dir­liğini, birlikteliğini bozan en doğrudan da­ha doğrudur. Daha güzeldir. İnsanları bir araya getiren bir “güzellik” insanları bölüp parçalayan ve dağılmasını sağlayan, hayat yü­künü arttıran “en güzelden” daha güzeldir.

Muhlis KÖRPE 01 Şubat