156. Sayı: "Kültürünü Kaybeden Her Şeyini Kaybeder"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiİlaçlar Domuzdan mı Elde Ediliyor?
Eğitim

Dinimizde domuzla ilgili olan her şey yasaktır. Bu ay sizleri ilaç kullanırken prospektüslerini okumanız hususunda ikaz etmek istiyorum. Yakınlarımdan birinin kullandığı bir ilaç dikkatimi çekti. Birkaç sorum üzerine prospektüsünü okumaya başladı. Prospektüste yazılanları okuduğunda çok şaşırdı. İlacın içerisinde kullanılan maddenin domuz pankreasından elde edildiği yazıyordu. Sadece ilaçlar değil, hormonlar da domuzdan üretiliyor. Çünkü insanın dokularına en çok domuzun dokuları benzer. Hayvanlar arasında insan gibi hem hayvansal hem bitkisel gıdaları tüketen domuz vardır. Diğerleri mesela küçükbaş ve büyükbaş hayvanlar ot yerler, et yemezler. Kuşlar kurt, böcek ve tohum yerler. Yırtıcı hayvanlar sadece et yerler, sadece hastalanınca ot yerler. Ama insan her ikisini de yer. Domuz da bu şekilde beslenir. Bundan dolayı insan dokusuna en çok benzeyen doku domuzlarda bulunur. Bu sebepten daha önceleri insan için domuzun kalp kapakçıkları kullanılırdı. Ameliyatlarda kullanılan ipler domuz bağırsağından yapılırdı. Bu, günümüzde halen kullanılmakta, fakat sentetik olanlar daha çok tercih edilmektedir. Şimdi aynı zamanda lazer de kullanılmaktadır. İnsülin, doğrudan domuzun pankreasından, mide suyu domuzun mide suyundan, safra da domuzun safrasından elde edilirdi. Hayvanı beslemeden sadece yemeği koklatırlar ve böylece mide suyu ve safra üretimi sağlanırdı. Veya safra için hayvan beslenir sonra safra alınırdı. İnsülin de bu şekilde elde edilirdi. Nasıl ki insanların en yaygın hastalıkları sindirim sistemi hastalıklarıdır. Aynı şekilde domuzun da öyledir. Bu yüzden domuzu bir yıldan fazla beslemezler bir yaşını doldurunca keserler. Aksi halde hastalıktan ölür. Bizleri endişelendiren domuz katkısı, jelatinler, vitaminler olmak üzere birçok ilacın içerisinde yer alıyor olmasıdır. Müslümanlar olarak bizler bu ilaçların içinde kullanılan maddeleri bilmeden sağlığımız için kullanmaya devam ediyoruz. Bazı ilaç üretici firmaların domuz ürünlerinin bulunduğu jelatini kullanması helal-haram tartışmalarını ortaya çıkardı. Doktorlar bu konuda ikiye ayrıldı. Doktorların bir kısmı haram olduğunu düşünerek hastalarına bu ilaçları vermeyeceğini, kimi doktor ise domuz katkısı var diye ilaçların verilmediğinde hastaların sağlığı ile oynanacağını açıklaması üzerine kafalar iyice karıştı. Sağlık Bakanlığı yetkilileri, ilaçların içinde etken madde olarak domuz materyali kullanıldığı ancak bu materyaller çok az bir oranda ilaçların içinde kullanıldığını söyledi. Bakanlık yetkilileri, domuz jelatinleri yerine inek jelatinlerinin kullanılmasını istediklerini, ancak kimsenin buna yanaşmadığını belirtti. Yetkililer, “Domuz jelatinlerine oranla diğer jelatinler çok pahalı. Bu yüzden kimse bunu üretmiyor. Bakanlık tarafından denetlenerek ilaçlar kullanıma sunuluyor. Alternatifi olmadığı zaman bu ilaçların kullanımında sakınca yok. Sağlık için gerekli olduğu takdirde içeriğinde domuz jelatini bulunan ilaçların kullanılması gerekiyor” dedi. Üretici firmaların açıkça ilaç prospektüsünde ilaç kutularının üstünde hangi hayvanın enzimleri kullanıldığını belirtmesi gerektiğini söyleyen İlaç Dağıtım Merkezi Başkanı; “İlaçların enzim karışımı genelde domuzdan yapılıyor. İlaç üretimleri genelde yurt dışında yapılıyor ve orada da domuzun pankreas salgı bezleri kullanılıyor. Bize düşen görev, ilaç dağıtımında her şeye dikkat etmektir. Üretici firma Türkiye’den onayı ve ruhsatı alıyor. Biz de bu ruhsat ve onayların doğrultusunda ilaç dağıtımını yapıyoruz. Dinimizce domuz tabi ki haramdır” dedi. Bu ve benzeri durumlardan korunmak için lütfen ilaçlarımızı kullanmadan önce prospektüsünü okuyalım ve bu konuda hassas olup bedenimize maddi-manevi zararlı maddeleri sokmayalım.

Edibe BEKİN 01 Aralık
Konu resmiDerdim Amerika Değil
Kültür ve Medeniyet

2006 Amerikan yapımı bir film var: Sözcüklerin Gücü. Bir Bayram tatili münasebetiyle memlekete gittiğimde televizyonda denk gelmiştim. Filmde farklı hususlar öne çıkabilir; fakat benim gördüğüm kelimelerdi. Filmde, 11 yaşındaki Akeelah isimli bir çocuğa kodlama yarışmasına katılması tavsiye edilir. O da bu yarışmaya katılır ve çalışmaya başlar. Her neyse, burada iki şey öne çıkar. Birincisi, kendi dillerine hâkimiyet konusunda bir çalışma var. İkincisi, çalışma usulü. Çalışma usulünde de ikinci olan yarışmacı çocuk lügat ezberleyerek çalışırken, Akeelah kadim kitaplardan metin çözerek çalışır. Bu konuda kendisine bir de yardımcı bulmuştur. Nihayetinde kendi kültürlerinden kadim kitapla çalışmanın neticesini de alır. Birinci olur. *** Her kasım ayı geldiğinde gündeme taşıdığımız en öncelikli meselemiz, 1928 harf ve lisan değişikliği konusudur. Çünkü bu mesele can damarımızdır ve bizi kültür ve değerlerimizle buluşturan en önemli köprünün yıkılmasının sene-i devriyesidir. Eğer bu konudaki ciddiyetimizi daha netleştirip kopan bağı tamir edemezsek, bu kan kaybı fert ve toplumu iyiden iyiye tahribe açık hale getirecek, mahvına sebep olacaktır. Sanal alemin kapıları sonuna kadar açıldığı bu dönemde, çok ciddi kültürel saldırı yaşanmakta ve pek çok ülkenin özellikle genç nüfusları bundan zarar görmektedir. 1789 Fransız ihtilali ile birlikte menfi milliyetçilik damarı kabartılmış, bahusus birleşik olan Müslüman milletlerin ayrıştırılmasında kullanılmıştı. Buna bedel Avrupa ülkeleri hızla birlikler oluşturmuş ve kendilerini -menfaat üzerine de olsa- korumaya almışlardı. Günümüzde kimliksiz ve kişiliksiz insan tipi ortaya koymaya çalışan projeler ve dünya insanı sıfatıyla tek tipler üretmeye niyetli gaddarlar, sanal ortamların da yardımıyla kültürü ve dini yok etmeye gayret etmektedirler. Böyle bir zamanda kendi kültürüne ve değerlerine sahip çıkmak son derece önemlidir. Bu konuda mutaassıp, tutucu davranmak kötü değil, bilakis zaruridir. İslamiyet’e kuvvet ve kale olacak müspet milli/yetçi duruş da kaçınılmazdır. *** Yukarıda bir Amerikan filminden bahsetmiştim. Derdim Amerika değil, filmin anlattığı meseledir. Kendi kültürleri adına derinlik kazandıracak bir çalışmaya dikkati çekmektir. Ondan da öte, bizim de bu konuda acilen çalışmalar yapmamız ve öncelikli meselelerimizin önüne bunu koyabilmemizdir. *** İngiliz başbakan kendisine sorulan suale verdiği cevapta şöyle diyordu: Evet Şekspir daha önemli. Zira kimse kalmasa, Şekspir varsa, İngiliz ruhuna sahip yeni bir nesil ve bir İngiltere verebilir bize… Ya bize…

Metin UÇAR 01 Aralık
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Galata Mevlevîhanesi Galata Mevlevîhanesi, Fatih Sultan Mehmed ve Sultan 2. Bayezid dönemi ileri gelenlerinden İskender Paşa ta­­rafından 1491 senesinde ku­­rul­muştur. Yıllar içinde tekkeye çeşitli eklentiler ya­pıl­mış ve tam bir tarikat kül­liyesi haline dönüşmüştür. Dördüncü postnişin Mes­ne­vî­han Mahmud Dede’nin 1548’de vefatından sonra Mev­le­vîhane sahipsiz kalır. Bir müddet medrese olarak kul­lanılır. Konya’dan görevlendirilen Şeyh Sırrı Abdi Dede, Mevlevîhanede büyük bir tamirat gerçekleştirerek, 1608’de tekrar Mevlevî tekkesi olmasını sağlamıştır. Sultan 3. Selim tahta çıktığında, Mevlevîhanenin postnişini meşhur divan şairi Şeyh Galib Dede idi. Şeyh Galib Dede, yazdığı ‘Kasîde-i Tannâne’ isimli şiire eklediği dilekçe ile Sultan 3. Selim’e başvurdu ve Mevlevîhanenin tamir edilmesini talep etti. Bunun üzerine 1791-1792 senelerinde tamir edilen Mev­­levîhanenin semâhane bö­­lümüne bir hünkâr mahfili eklendi. Ayrıca uzak bir me­safeden su getirtilerek, su so­runu da çözülmüş oldu. 1835 senesinde Mevlevîhane, Sul­tan 2. Mahmud tarafından yeniden inşa ettirilmiştir. Âdile Sultan ise 1847’de sarnıç, şadırvan ve çamaşırhane bölümlerini ekletir. 1925 senesinde tekkelerin kapatılması üzerine Mevlevîhanenin ana binası halkevi olarak kullanıldı. Sebilküttab kısmı ise karakol yapıldı. Bir ara avlusuna ilkokul inşası düşünülse de daha sonradan bu fikirden vazgeçildi. 1945-1947 seneleri arasında belediye tarafından hazîrenin doğu kesimi kaldırılmış ve yerine Beyoğlu Evlendirme Dairesi yaptırılmıştır. Bu arada semâhanenin girişindeki ahşap türbeler, harem bölümü, matbah-ı şerif ve diğer bazı müştemilat ortadan kaldırılmıştır. Yıllar sonra nihayet Mevlevîhanenin de­­ğeri anlaşılmış ve dört yıl­­lık bir tamiratın ardından 27 Aralık 1975’de Divan Edebiyatı Müzesi adıyla zi­­­ya­rete açılmıştır. Galata Mev­­levîhanesi, İstanbul’daki Mev­­levîhaneler arasında en kı­dem­lisiydi. Postnişinleri ve men­­supları arasında tasavvuf, kla­­sik musikî ve divan edebiyatı tarihinde önemli yerleri olan birçok sima bulunmaktadır. 1 Kasım 1912 Sultan 2. Abdülhamid, Selanik’ten İstanbul’a getirildi 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra, İttihatçıların yanlış uygulamaları yüzünden patlak veren 31 Mart Vakası bahane edilerek, 23 Nisan 1909 günü Hareket Ordusu, İstanbul’a girerek kışlaları kuşatmıştır. Bu arada Sultan 2. Abdülhamid’e, kendisine sadık 1. Ordu’ya emir vererek Hareket Ordusu’na karşı konulması teklif edilmiştir. O, bu teklifi kabul etmemiş, Müslümanların Halifesi olduğunu ve Müslümanı, Müslümana kırdıramayacağını söylemiştir. Sultan’ın tüm fedakârlıklarına rağmen, hakkında hazırlanan uydurma bir hal’ fetvasıyla tahttan indirilerek, Selanik’teki Alatini Köşkünde zorunlu ikamete tabi tutuldu. Yeni gelen yönetimin yanlış uygulamaları sebebiyle dört Balkan devleti, Osmanlı’ya savaş açtılar. Düşmanın Selanik’e yaklaşması üzerine Sultan 2. Abdülhamid’in İstanbul’a nakledilmesine karar verildi. Alman Sefaretine ait Loreley savaş gemisiyle 1 Kasım 1912’de getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na nakledildi.  24 Kasım 1072 Sultan Alparslan şehid oldu Sultan Alparslan, 1030’da dünyaya gelmiştir. Horasan Meliki Çağrı Bey’in oğludur. Henüz küçük yaşta iken, babası Çağrı Bey’in hastalanması üzerine idareyi alarak Gazneli saldırılarını püskürtmüştür. Babası Çağrı Bey’in Ağustos 1059’da vefatı üzerine Horasan Meliki oldu. Amcası Tuğrul Bey, Eylül 1063’de vefat etti. Ondan sonra yaptığı mücadeleler üzerine 27 Nisan 1064’de Selçuklu tahtına çıktı. Saltanatı, Abbasî Halifesi Kâim-Biemrillâh tarafından da tasdik edildi. 26 Ağustos 1071’de Malazgirt Ovasında Doğu Roma ordusunu kesin bir galibiyetle mağlup etmiş ve Anadolu’nun kapılarını Türklere açmıştır. Karahanlı topraklarında ilerlerken bir müddet muhasaraya direndikten sonra teslim olarak huzura kabulünü dileyen Barzem Kalesi kumandanı Yusuf Barzemî tarafından, çizmesine sakladığı küçük bir hançerle vurulmak suretiyle ağır şekilde yaralandı. Dört gün sonra da şehid oldu.  30 Kasım 1925 Galata Mevlihanesi’nin son şeyhi Ahmed Celaleddin Dede görevini bıraktı Şeyh Ahmed Celaleddin Dede, 1853’de Ge­li­bolu’da dünyaya gelmiştir. 1870’de babası Mısır Mevlevîhanesine tayin edilince onunla birlikte Mısır’a gitti. Orada bir yandan Camiü’l-Ezher’e devam ederken bir yan­dan da bazı hocalardan özel dersler aldı. Dergâhta da edebiyat ve musiki bilgisini ilerletti. 1873’de yirmili yaşlarda çileye girdi. Çilesini tamamladıktan sonra bir süre Kahire Mevlevîhanesinde kudümzenbaşılık ve neyzenbaşılık yaptı; devrin seçkin neyzenleri arasına katıldı. 1910’da Atâullah Efendi’nin vefatı ile Galata Mevlevîhanesi şeyhliğine ve mesnevîhanlığına getirildi. 30 Kasım 1925’de tekkelerin kapatılmasına kadar bu görevde kaldı. 1946 senesinde vefat etti. Kabri Karacaahmet mezarlığındadır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiAllah'ın (cc) Bilmesiyle Yetinmek
İbadet

“O zaman başkasının seni bilmesine gerek yok!” İnsan fıtratına çok güçlü eğilim ve yönelimler yerleştirilmiştir. Bu eğilim ve yönelimler insanın tâbi kılındığı imtihan sürecinde, insan tarafından dengeli ve adil bir şekilde sergilenmek durumundadır. Yani insan güzel olana meftun, kâmil olana talip ve ebede müştak bir mahiyette yaratılmıştır. Aslında insanın dünyadaki işi, dünyadan daha çok dünyadan sonraki menziller içindir. Devam edegelmekte olan bir yolculuğun bir uğrak noktasıdır dünya. Geldiğimiz değil, geçmekte olduğumuz bir yerdir dünya. Dünya bizzat sevilebilecek değil bilvesile sevilebilecek bir yerdir. Bundan dolayı bu hakikati bu seviyede idrak eden ehl-i kemal zatlar, dünyaya dünyevi kimliği üzerinden iltifat etmemişlerdir. Dünyayı dünya hatırına sevmemek, ona dünyevi bir itibar göstermemek ve özellikle ona kalben bağlanmamak gerçekten ciddi bir iman, disiplinli bir hayat ve Allah’ı (cc) bize yoldaş kılacak muhteşem bir sabır gerektirir. Dünya, insanın yaptığı makbul ve muteber amelleri en güzel şekilde yapıp yapmayacağının hikmetli bir imtihan sürecinde sahnelendiği fani bir diyardır. Bizler Hakkı bulmak ve hayırda yarışmak için buradayız. Şüphesiz her yarış, içinde farklı seviyelerde heyecan, stres ve rekabet gibi duyguları barındıran yorucu bir mahiyete sahiptir. Çünkü bu öyle bir yarış ki, kendisine karşı tam olarak ödenmesinin imkânsız olduğu bir borç içinde bulunduğumuz bir Zât’ın tertiplediği bir yarıştır. Güzel ameller yapmakla kötü olanlardan da sakınmakla mükellefiz ve bunları O Zât’ın (cc) razı olacağı standartlarda yapmak mecburiyetindeyiz. Mesela, birilerine imanı, Kur’ an’ı anlatmak ve onların hidayetine vesile olmak gibi bir arzunuz var. Bu arzunuzda edep sınırlarını korumak, yumuşak bir dil kullanmak, cebir ve sinsilikten uzak olmak gibi hassasiyetler içinde olmamız gerekiyor. Yani Allah’ı (cc), Allah’ın (cc) razı olduğu bir yol ile anlatmak ve O’na öyle makbul bir yol ile varmak gerekmektedir. Gerek hayırlı bir amelin ifası gerekse kötü bir amelden içtinab konusunda gayemiz, sadece Cenab-ı Hakk’ın rızası olmalıdır. Nasıl kusur ve günahlarımızın kimseler tarafından bilinmesini istemiyorsak -ki affa vesile olması ile ilgili bir şart günahlardan duyulan mahcubiyet ile onları saklamaktır- hayırlı amellerimizi de sadece O’nun (cc) bilmesi önceliğimiz olmalıdır. Zira ihlas, yapılan işin sadece ve sadece Allah (cc) rızası için yapılmasıdır. Sadece Allah (cc) rızasının gözetilmesi, o amelin sadece Allah (cc) tarafından bilinmesinin bize yetmesi anlamına gelmektedir. Çünkü bir kul, amelinin sadece Allah (cc) tarafından bilinmesi ile yetinebilme seviyesine gelmişse, halklara ve onların nazar ve alkışlarına itibar etmeyecektir. Bu tutum, imtihan meydanı olan dünyada gerçekten zor bir şekilde gerçekleştirilebilir. Zira insan fıtratında bulunan beğenilme ve onaylanma arzusu ile hubb-u cah (şöhret ve makam düşkünlüğü) gibi şiddetli duyguların baskısı altında iken, yaptığı amellerin sadece Allah (cc) tarafından bilinmesini en büyük haz ve saadet bilmek kâmil bir kul olmakla mümkündür. Günümüzde özellikle sosyal medyanın insan psikolojisinde oluşturduğu etkilerle yoldan çıkan kimseler görünme, bilinme ve duyulma gibi bir zafiyetin pençesine düşmüşlerdir. (Bunun tek bir masum istisnası şu olabilir: halisen li vechillah yapılan hizmet ve amellerin teşvik edilmesi ve Müslümanlarda bir coşku ve motivasyonun oluşturulması gayesi ile ihlasa zarar vermeyecek dozda paylaşımlar elbette yapılabilir.) Görklü bir zatın sevimli bir hediyesini makbul bir zata götüren iki kahramandan birisi hediyeyi takdim ettikten sonra gerçekleştirilen sohbetin nurani feyzinden o kadar etkilenmişti ki, aşka gelerek, “Efendim bana bir nasihatte bulunur musunuz?” diye sual etti. O makbul zat ise suali soran kahramana dedi ki; “Allah’ı (cc) bilir misin?” “Evet” diye cevapladı kahraman kişi. Makbul zat devam etti; “O zaman başka birini bilmene gerek yok!” O kahraman kişi bu cevapla öyle derin bir aşkınlık yaşadı ki, dayanamadı ve “Lütfen bir nasihatte daha bulunun” dedi. Bunun üzerine o makbul zat; “Allah (cc) seni bilir mi?” diye sordu. “Evet” dedi o muhterem insan, “elbette bilir”. Bunun üzerine o makbul zat son nasihatini yaptı: “O zaman başkasının seni bilmesine gerek yok!” Evet, imanın en kâmil mertebelerinden olan sırf Lillah (cc) için yaşamak bu kıssada çok şirin bir surette ifadesini bulmuştur. Zaten selef-i salihinin makbul zatları şu duayı ağızlarından hiç düşürmemişlerdir: Allah’ım bizi riyadan (görünme hastalığından), ve sum’adan (du­­yulsun hastalığından) ve ucub­­­dan (kendini üstün görüp yap­tığı amele güvenme hastalığından) ve fahırdan (övünmek ve övülme ihtiyacı hissetme has­talığından) koru. Âmin, Âmin, Âmin.

Ahmet EFENDİ 01 Aralık
Konu resmiKültürünü Kaybeden Her Şeyini Kaybeder
Kültür ve Medeniyet

Risale-i Nur’un, Kur’an harflerini muhafaza etmesini, sadece Kur’an elifbasındaki harflerin öğrenilmesi ve muhafazası şeklinde anlamak, son derece eksik, yanlış, hakikatten ve Risale-i Nur’un ruhundan çok uzak bir algılama olacaktır. Risale-i Nur’un önemli bir vazifesi, iman ve Kur’an hakikatlerini çok kuvvetli delillerle ispat edip neşretmek ve bütün inkâr fikirlerini iptal etmek olduğu gibi; Kur’an harflerini muhafaza etmek de önemli bir vazifesidir.1 Bu hikmetle Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’u, Osmanlıca olarak, yani Kur’an harfleriyle telif etmiş ve yüzbinlerce talebesine Kur’an harfleriyle Risale-i Nur’u yaz­dırmıştır. Hattâ Bediüzaman Hazretleri, ‘Risale-i Nur Talebesi’ olmak gibi, çok yüksek ve imtiyazlı bir makamın şartının Risale-i Nur’u Kur’an harfleriyle (Osmanlıca) yazmak ve neşretmekten geçtiğini şöyle ifade etmiştir: “Risale-i Nur’a intisab eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran ‘Risale-i Nur Talebesi’ ünvanını alır.”2 Risale-i Nur’un, Kur’an harflerini muhafaza etmesini, sadece Kur’an elifbasındaki harflerin öğrenilmesi ve muhafazası şeklinde anlamak, son derece eksik, yanlış, hakikatten ve Risale-i Nur’un ruhundan çok uzak bir yaklaşım olacaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin bu büyük hizmetini doğru anla­ya­bilmek için, kültürün bir millet için ne demek olduğunu, kültürü oluşturan unsurların neler olduğunu ve bu bağlamda Risale-i Nur’un Kur’an harflerini muhafaza mevzuunda nasıl bir vazife gördüğünü iyi anlamak gerekmektedir. Kültür ve Kültürü Oluşturan Unsurlar Kültür, bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin, maddî ve manevî değerlerinin bütününe denir.3 Kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran, kendine özgü maddî ve manevî değerlerinin tamamıdır. Kültür, bir milletin öz benli­ği­dir, varlığının en temel esası­dır, karakteridir, şahsiyetidir, ru­hu­dur, varoluş genleridir. Kültürü oluşturan unsurlar din, dil  -  harf, örf  -  âdet  -  gelenek  -  gö­re­­nek­­ler, sanat, tarih ve dünya gö­rü­şüdür. Millî Kültürü Oluşturan  Unsurları Yaşatmanın Önemi Bir millet, kültürünü oluşturan unsurları, yani dinini, dilini, gelenek ve göreneklerini, sanat eserlerini, tarih bilincini ve dünya görüşünü yaşatabildiği ve sonraki nesillere aktarabil­di­ği ölçüde tarih sahnesinde yaşamaya devam eder, bütünlüğünü korur. Fakat bu kültürel kodlarını koruyamazsa, yaşatamazsa o millet ve medeniyet asi­mile olmaya, değişmeye, bo­zulmaya ve kaybolmaya mah­kumdur. Bunun içindir ki kül­türel değerler, bir milletin var­lığı kadar değerlidir. Bu hakikate ışık tutacak tarihî bir anekdot şöyledir: 1900’lü yıllarda İngilizlerin, top­raklarında güneşin batmadı­ğı bir sömürge imparatorluğu var­dır. Zamanın İngiliz başbakanı ile İngiliz kralı arasında şöyle tarihî bir konuşma geçer. Başbakan, krala üç soru sorar. Birinci soru şöyledir: “Majesteleri, eğer bir gün İngiliz donanması ile sömürgeler arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa, acaba hangisini tercih edersiniz?”   Kral son derece kendinden emin bir tarzda “Tabi ki İngiliz donanmasını tercih ederim. Çün­kü bu donanma, bana tekrar bu sömürgeleri kazandırır.” der. İkinci soru şöyledir: “Peki, bir gün gelip de Britanya ile İngiliz donanması arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsanız, hangisini tercih edersiniz?” Kral, yine aynı netlikte ve hiç düşünmeden “Tabi ki Bri­tan­ya’yı tercih ederim. Çünkü bu Britanya, bana şu donanmayı tekrar çıkarır” der. Üçüncü soru çok ilginçtir: “Peki bir gün gelir de Britanya ile Shakespeare arasında bir tercih yapmak zorunda kalsanız hangisini tercih edersiniz?” Kral hiç düşünmeden “Tabi ki Shakespeare’i tercih ederim. Çünkü hiçkimse kalmasa bile Shakespeare bana yeniden bir Britanya ve Britanya ruhuna göre şekillenmiş bir İngiliz neslini oluşturur.” Dikkat edilirse İngiliz kralı, İngiliz kültürünün sembol isimlerinden olan Shakespeare’i dün­ya genelindeki bütün sö­­mürgelerden daha üstün tut­­maktadır. Bunun sebebi, kül­türel bir kişilik olan Shakes­peare’in eserlerinin ve fikirlerinin yaşaması İngiliz şahsiyetini, kişiliğini yani kültürünü neti­ce verir. Fikriyle, duygusuyla, karakteriyle bir ‘İngiliz adamını’ oluşturur. Dolayısıyla böyle adamlardan oluşan bir Britanya, şöyle bir donanmayı çıkarır, bu donanma da şu sömürgeleri kazanır. Buna bir başka güzel örnek de şudur: Anadolu topraklarında tarih boyunca pek çok farklı medeniyetler ve devletler kurulmuştur. Mesela Sümerler, Hititler, Urartular, Frigler bunların başlıcalarındandır. Fakat gün gelmiş bu medeniyetler ve devletler yıkılmış ve kaybolmuşlardır. Günümüzde, yeniden Sümer, Hitit veya Urartu medeniyeti ve devletini kurmak mümkün değildir. Velev ki ismi Hitit veya Urartu olan bir devlet kurulsa dahi, tarihte yaşamış Hitit ve Urartu medeniyetleriyle isim benzerliğinden başka hiçbir ortak yönleri olmayacaktır. Çünkü o medeniyet ve devletleri sonraki asırlara taşıyacak, adeta genleri hükmünde olan kültürel değerlerini kaybettikleri içindir ki bugün artık yeryüzünde bu medeniyetler hüküm sürmemektedir. Bununla birlikte çok manidardır ki; yeryüzünde 1948 senesinde İsrail Devleti kurulmuştur. Bu devlet diliyle, diniyle, gelenekleriyle Yahudilerin 3000 yıllık birikimlerinin cisim giymiş bir şekli olarak arz-ı endam etmiştir. Mûsa Aleyhisselâm zamanından beri -3000 senedir- yeryüzünde devletsiz bir millet olarak yaşamak zorunda kalan ve farklı milletlerin ve devletlerin içinde dağılmış bir şekilde yaşayan ve çok defalarda asimilasyon politikalarına maruz kalan Yahudiler, nasıl oldu da asimile olmadılar? Çünkü onlar, yaşadıkları yerlerde kendi öz benlikleri olan kültürel değerlerini daima korudular ve bunları nesillerden nesillere aktardılar. Böylece 3000 sene boyunca kültürel kodlarını yaşatmalarının bir neticesi olarak da 1948 senesinde Filistin topraklarını işgal ederek kendi devletlerini cebren de olsa kurdular. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Bütün bunlar gösteriyor ki, kültürlerini muhafaza eden milletler, kendilerine mahsus olan ve onları diğer milletlerden ayıran karakterlerini, kişiliklerini ve varlıklarını devam ettiriyorlar. Yukarıda örnekleriyle ifade edilen hususlar, kültürü oluşturan her bir unsur için geçerlidir. Çünkü kültürün öğeleri de denilen bu temel unsurların her birisi, adeta bir insan için genler gibidir. İnsanın genlerinde haricî bir sebepten dolayı bir bozukluk meydana geldiğinde, nasıl vücudunda büyük hasarlara ve başkalaşmalara sebep oluyorsa, aynen öyle de kültürün temel taşları (öğeleri, unsurları) olan din, dil, gelenek-görenek, tarih, sanat, dünya görüşü gibi unsurların birinde veya bir kaçında tahribat olursa, hemen bir iki nesil sonra bunun vahim neticeleri kendini göstermeye başlayacaktır. Risale-i Nur’un Milli Lisanımızın Muhafazasına Hizmeti Risale-i Nur’un Kur’an harflerini muhafaza etmesi; millî lisanımız olan Osmanlı Türk­çesi’nin korunması, yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması ve bu lisanla telif edilen millî kültürümüzün alt yapısını teşkil eden milyonlarca cilt eserlerle ve tarihî belgelerle irtibatın kurulması, yeni nesillerin bizi biz yapan bu eşsiz kültür hazinesi ile tanışmasına vesile olması noktalarında tarihî bir öneme sahiptir. Çünkü; milli kültürümüzün temellerini oluşturan eserlerin hemen hemen tamamı Osman­lıcadır. Ancak, yeni yetişen nes­limiz çok kıymetli ve kimi za­man da paha biçilemeyen bu nadide eserlere maalesef bir ‘turist’ kadar yabancıdır. Öyle ki; kim bilir hangi dedesinden kalmış bir eserden veya eski bir tapu senedinden ya da bir paradan,  bir çeşme kitabesinden ya da her gün altından geçtiği üniversite giriş kapısındaki yazıdan hem içerik hem de estetik olarak en küçük bir fikir sahibi olmayan gençlerimizin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Yedi asır cihana hükmetmiş bir milletin torunları, bugün önlerine konulan az sayıdaki çevirilerin dışında bu eşsiz kültür birikiminden istifade edememektedirler. Bu durumda günümüz gençliğinin hissesine dedelerinin birkaç bin sene önce yazdıklarını okuyup anlayan diğer milletlere imrenmek mi düşüyor? Neden bizler de kendimiz ve çocuklarımıza ecdadımızın birikimine birinci elden ulaşma imkanı tanımayalım? Gönlünde milli kültürden bir nebze hissesi olanların bu duruma kayıtsız kalması ve üzülmemesi mümkün müdür? Yabancı araştırmacıların Osmanlı Türkçesini öğrenerek yap­tıkları araştırmalardan, bu gün ancak yabancı dil bilenler isti­fade edebilirken; bilimsel çevi­riler de ‘kaynak’ olarak milli kütüphanelerimizi göstermektedir. Bugün Osmanlıcayı öğrenmek, öz yurdunda kendi kültürüne yabancı kalmış bir neslin vicdan muhâsebesinde, ecdâdına ve tarihine karşı vâdesi çoktan dolmuş bir fikir borcudur! Konunun daha da iyi anlaşılması için bazı münevverlerimizin bu husustaki beyanlarını burada paylaşalım. Peyami Safa: “Yeryüzünde milli kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumaktan aciz bir tek millet var mıdır? Tarihinden edebiyatından,  ilmi, felsefi ve dini eserlerinden,  milli kültür hazinelerinden  haberi olmayan bir miletin bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir? Avrupalılar okullarında Shakesper’e, Milton’a, Schiller’e, Voltaire’e dair bilgi verirken talebeye bu yazarların okul kütüphanesindeki eserleri de okutulur. Bir kitabın bir parçası değil, tamamı okutulur. Bugün yirmi yaşlarında bir Türk genci Naima’yı, Fuzuli’yi, Cevdet Paşa tarihini orjinalinden okuyamaz. Yeni yazıya çevirisini okusa da anlayamaz. Bu talihsiz delikanlı için Baki’nin o muhteşem “Mersiye” si Galib’in o enfes “Hüsn ü Aşk”ı Hamid’in “Tarık Bin Ziyad”ı simsiyah karanlıklara batmış muazzam abidelerdir. O zavallıcık bu eserlerin arasında, İstanbul’un göklere fırlayan tarihi eserleri arasında iki gözü kör dolaşan bir turist gibi gezip durur. Kendi tarihini, atasını, dilini, edebiyatını bilmez ve sevmez. Yani kendini bilmez ve sevmez.” Cemil Meriç: (Dursun Gürlek Cemil Meriç’ten naklediyor): “Türkiye’de Osmanlıca öğ­renmenin Arapça öğrenmek ka­dar hatta daha mühim ol­duğunu söylerdi. Çünkü kütüp­hanelerimiz Osmanlıca eser­lerle dolu ve işin garibi bu eser­lere bizden çok Avrupalı oryantalistler ilgi gösteriyor. Dü­şü­nebiliyor musunuz benim kü­tüp­hanemdeki eserleri bir Fransız ya da İngiliz araştırıcı rahatlıkla okuyup çevirebiliyor, ben tabiri caizse ‘bön bön’ bakıyorum. Yahut çevremdeki mezar taşlarını oku­yamıyorum. Dedemden ka­lan tapu belgesini okuyamıyo­rum. En güzel tarihi eserler İstanbul’da, fakat Osmanlı çeşmelerinin, camilerinin kitabelerini okuyamıyorum.” Her dil, bir kültürün kapısını açacak bir anahtar olmak özelliğine sahiptir. Meselâ İngilizce öğrenenler, İngiliz ve Amerikan kültürünü tanıma imkânını elde edebilirler. İngilizce sayesinde, İngiliz milletinin tarih boyunca ortaya koyduğu fikrî ve edebî eserlerini okuyarak o kültürden bir şeyler öğrenip ilmî ve akademik çalışmalar ortaya koyabilirler. Aynen öyle de Osmanlıca’yı öğrenenler de millî kültürümüzün alt yapısını oluşturan milyonlarca cilt dinî, ilmî, felsefî ve tarihî eserlere ilk elden ulaşıp bu eşsiz hazineden istifade etmek ve ettirme imkânına sahip olmaktadırlar. Bu da kültürümüzün tanınması ve muhafazası adına paha biçilemez bir hizmettir. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri, latin harflerinin genç ihtiyar, fakir zengin demeden gece dersleriyle ve zorla öğretildiği o sıkıntılı zamanlarda, büyük bir manevi cihat şuuru ile yüz binlerce talebelerine Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirini, Kur’an hattını muhafaza etmek gayesiyle hatt-ı Kur’an ile yazmalarını emrederek, Kur’an harflerinin korunması ve yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması noktasında tarihî bir hizmet ifa etmiştir. Risale-i Nur’un Osmanlıca Telifinin Zengin Kelime Hazinesinin Korunmasına Etkisi Kalp ve akıl madeninde oluşan manalar, kelimelere binerek, diğer insanların akıl ve kalplerine ulaşıp yayılırlar. Kelimeler, manaların taşıyıcılarıdır. Duygular, düşünceler, manalar, sırlar ve hakikatler kelimeler ile karanlıktan aydınlığa, yokluktan varlığa çıkarlar. Görünür, duyulur ve bilinir olurlar. Bir kalpten bütün kalplere böyle intikal ederler. Esasen insanlar zaten kelimelerle düşünürler. Kelimelerin bu vasıflarından dolayıdır ki, bir lisandaki kelime sayısı çok önemlidir. Bir lisanda kelime hazinesi ne kadar zengin olursa, o nispette manalar ifade edilir, ortaya çıkar ve yayılır. Kelime sayısının azlığı ise mananın, düşüncenin ve fikrin hem keşfinin hem de ifadesinin en büyük engelidir. İnsanlar, kelimeler ile düşünürler. Yine aynı kelimelerle duygu ve düşüncelerini ifade ederler, dışa vururlar. Dolayısıyla bir lisanın kelime hazinesi ne kadar zenginse hayaller, duygular, düşünceler ve fikirler o nispette ifade edilir. Kelime hazinesi kısır ve dar olan bir lisanla ince duygular ve düşünceler ifade edilemez. Böyle bir lisanın konuşulduğu bir toplumda, mütefekkir, entelektüel ve sanat erbabı da yetişmez. Adeta konuşma bilmediğinden ihtiyaçlarını söyleyemeyen bir çocuğun çaresizlik içinde kalıp ağlaması gibi, kelime hazinesi dar olan milletler de, kültürlerini besleyen ve kuvvetlendiren ilmî, edebî, fikrî ve sanatsal eserleri ortaya koyamazlar. Konuşamayan çocuğun ağlamasına bedel, böyle milletler de adeta ağlamak gibi yutkunur kalırlar, sığlık ve kısırlık bataklığında boğulurlar. Günümüzde günlük hayatta insanlarımızın 300-400 kelimeyle konuştuğu dikkate alınırsa, lisanımızda nasıl bir tahribin yaşandığı daha güzel anlaşılır. Günlük konuşmalarını bu kadar dar bir dairede yapmaya çalışan bir milletin mütefekkir, sanat erbabı, âlim yetiştirmesi adeta mümkün değildir. Bu konu ile ilgili yapılan akademik bir araştırmanın sonuçları hakikaten durumun ne kadar vahim olduğunu nazara vermektedir. Ankara Üniversitesinin ilköğretimler için yaptığı bir araştırma: Bu araştırma da gösteriyor ki, ilköğretim ders kitaplarında Amerika’da 71.618 kelime öğrencilere öğretilirken, bu rakam ülkemizde maalesef 7.260 kelimedir. (Günümüzde durum nedir, bakmak lazım. Belki artmıştır, belki de azalmıştır.) Bu kadar az kelime ile düşünen ve konuşan bir millet, elbette diğer kültürler karşısında mağlup olmaya mahkumdur. Yine ilk baskısı 1800’lü yılların son çeyreğinde yapılan ‘Red House’ sözlüğünde, o zaman 200.000 kelimenin Osmanlıca ve İngilizce karşılığı verilmektedir. Fakat günümüzde basılan Red House sözlüğünde 50.000 kelimenin karşılığı vardır. Aradaki 150.000 kelime, maalesef artık kullanılmaz olmuştur. Örneğin günümüz Türkçesindeki ‘çeşit’ kelimesi, Osmanlı Türkçesinde en az 3 kelime ile karşılanmıştır. ‘Müteaddid’, adet adet çeşitlilik demektir. ‘Mütenevvi’, sınıf sınıf çeşitlilik demektir. ‘Muhtelif’ kelimesi de, ihtilâflı çeşitlilik demektir. Yine günümüzdeki ‘ışık’ kelimesi, Osmanlı Türkçesinde pek çok kelime ile ifade edilmiştir. Meselâ ‘nur’ kelimesi yansıyan ışık demektir. ‘Ziya’ kelimesi, tabii bir kaynaktan üretilen ışık demektir. ‘Lema’ kelimesi, parlayıp sönen ışık demektir. ‘Şua’ kelimesi de, suni bir kaynaktan üretilen ışık demektir. Meselâ ‘güneşin nuru’ denmez, ‘güneşin ziyası’ vardır. ‘Ayın ziyası’ değil, ‘ayın nuru’ vardır. Lambanın nuru değil, lambanın şuası vardır. Fakat, her birisinde farklı bir mana inceliği olan bütün bu kelimeleri, sadece ‘ışık’ kelimesi ile ifade etmenin, tefekkür ve düşünce dünyasında nasıl bir kısırlık meydana getireceği âşikârdır. Bugün ayakta, saygı ve iftiharla koro halinde söylediğimiz millî marşımızda geçen pek çok kelimenin anlamını yeni nesillerimiz maalesef bilememekte ve bu kelimelerin üstlendiği mana ve estetik zenginliğini yudumlamaktan mahrum kalmaktadırlar. Meselâ millî marşımızda geçen garb, serhad, afak, ceriha, izmihlal, mücerred, hüda, cüda gibi kelimelerin anlamını bilmeden millî marşımızdaki edebî zenginliği, estetik güzelliğini, anlam derinliğini hakkıyla bilmek ve zevk etmek mümkün değildir. Bir İngiliz veya Fransız lise öğrencisinin kendi kültürlerinin klasiklerini çok rahatça okuyup anlayabildiği bir ortamda, 1000 senedir İslâm’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yapmış bu kahraman milletimizin kendi kültürümüzün eşsiz şaheserlerini okuyup anlayamaması, arşivlerindeki Osmanlıca belge ve evraklardan akademik çalışmalar yapamaması, bunlara yabancı olması, kalbinde zerre kadar millî ve manevî duyguları ölmemiş bir vatan evladının kanına dokunmaması mümkün değildir. İşte Bediüzzaman ve şaheseri olan Risale-i Nur, sadece Kur’an’ın harflerini muhafaza etmekle kalmamış, ecdadımızın bin yıldır kendine mahsus olarak geliştirdiği, Türkçe temeli üzerine oturan, Arapça ve Farsçanın da zenginliklerini muhtevi, Osmanlı Türkçesi tabir edilen millî lisanımıza ait kelimelerin zengin anlam dünyasının da kapılarını açmıştır. Bu ise bizi biz yapan millî kültürümüzün temel eserlerini okuyup, anlamak, geçmişten dersler çıkarıp geleceğe emin adımlarla bakmak noktasında hayatî bir öneme sahiptir. Bu konuda Cemil Meriç şu itirafı yapmaktadır: “Önce Batı`ya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu`da buldum. Doğu`da ise, en parlak yıldız olarak Said Nursî`yi tanıdım… Tanzimat`tan bu yana, İslâm tefekkürünü temsil makamında, bir tek onu tanıdım. Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor.” Netice olarak; kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran ve o milletin birlik ve bütünlük içinde devamının en önemli şartı olan bir hakikattir. Kültürü oluşturan din, dil, tarih, sanat, dünya görüşü ve gelenek görenekler gibi temel unsurların yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması o milletin varlığı kadar önemli bir vazifedir. Hususen de bu unsurlardan din ve dil unsurlarının muhafazası ayrı bir öneme sahiptir. İşte tam bu noktada Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirinin, Kur’an harflerini muhafaza etmek adına ortaya koyduğu hizmet, hem millî kültürümüzün en önemli esası olan dinî hakikatlerin ikamesi, hem de millî lisanımız olan Osmanlıca’nın korunması, sonraki nesillere aktarılması ve bu harflerle telif edilmiş milyonlarca cilt kültürel ve tarihî eserlere ve belgelere ulaşılması noktalarında tarihî ve hayatî bir öneme sahiptir. Kaynaklar: 1- Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s.2682- Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s.253- Kubbealtı Lügati

Mustafa TOPÖZ 01 Aralık
Konu resmiKulak Kalbe Çok Yakındır
İnsan

Kulak, gönül dünyamıza açılan bir pencere hükmündedir.İnsana istikamet veren dersler, kalbi aydınlatan hakikatler genelde kulak penceresinden içeri girmektedir. Keza kalbi öldüren, kalbin nurunu söndüren sesler de kulaktan içeri girer. Zira kulak kalbe çok yakındır. O halde bir nevi kalbe giriş kapısı hükmünde olan kulağa dikkat etmeli! Hikmete, ibrete ve rahmete yönelmelidir. Rabbimizin bizlere ihsan ettiği en büyük ve en kıymetli nimetlerden biri de kulaklarımızdır. Dünyanın ve ahiretin en tatlı zevkleri, en şirin lezzetleri bu nimet vasıtasıyla elde edilir. Kalbe cila, ruha ab-ı hayat, akla nur olan pek çok hakikatler kulak penceresinden içeri girer. Dikkat edilirse mümin, en güzel ibadetleri bu nimet vasıtasıyla yerine getirir. Mesela Allah’ın emir ve yasaklarını dinler. Dünya ve ahiret saadetine vesile olan nasihatleri ders alır. Kelamların en güzeli olan Kurân-ı Kerimi, şeâir-i İslamiye’nin bir güneşi olan Ezan-ı Muhammedîyi (sav) dinler. Rıza-yı İlahi dairesinde kullanılan kulaklar, cennet kapılarını açan bir anahtar hükmündedir. Evet kulaklarımız, Allah namına çalıştığı, Allah hesabına işlediği vakit büyük bir mescit hükmünde olan şu kâinatta Kur’an dinleyen bir mümin vaziyetini alır. Böylece Kur’an’ın nuruyla nurlanır, hidayetiyle amel eder. Mümin odur ki: hak olanı, haktan geleni dinler ve yalnızca hakikate kulak verir. Halikının emanetini onun namına onun izni dairesinde kullanır. Ancak kulaklar, yaratılış gayesine münasip bir şekilde kullanılmayıp, vazifesi haricinde iş görürse, nefis hesabına çalışırsa, helal olmayan seslere yönelirse, lüzumsuz işlere eğilirse, malayani ile meşgul olursa o vakit zararlı, uğursuz bir alet derecesine düşer. Gönlü yaralar, kalbi öldürür. Şuurlu bir müminin nazarında şu kâinat bir zikirhane-i Rahmandır. Kulakları iman nuruyla aydınlanmış bir mütefekkir, kâinattan gelen manevi sesleri Allah’ın izniyle işitebilir. Mevcudatın lisan-ı hal ile yaptıkları zikirleri, tesbihleri anlayabilir. Hatta imanın nuru sayesinde rüzgarların terennümlerini, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarından çıkan nağmelerini, yağmurların şıpırtısını ve kuşların cıvıltısını ve mevcudattaki bütün Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı duyabilir. Zira insan, kainattaki bu manevi sesleri işitip zevk edebilecek bir kıvamda yaratılmıştır. Evet, iman vasıtasıyla mevcudata kulak veren her bir mümin için şu kâinat İlahi, nurani, Rabbani bir musiki dairesidir. Envai çeşit makamlarda terennüm edilen sesler, kalpleri ulvi hüzünlere, ruhları rabbani zevklere gark eder. Şu kainattaki sesler bütün boyutlarıyla Allah-ü Teala’nın varlığına ve birliğine muazzam bir delildir. Kâinattaki sesler vahdaniyet delillerini ders veren nurani dillerdir. Her bir mevcut bir dildir; kendi lisanıyla “Allahu Ekber” der. Her bir varlık tevhit davasını haykıran bir muvahhiddir “Allahu Ehad” der. Şuurlu bir mümin kâinatı bu nazarla dinlemeli! Seslere bu hakikatle kulak vermelidir. İnsan-ı kâmil ismine layık olan bir insan, denizin fırtınasını ve yeryüzünün zelzelesini işittiği vakit, o dehşetli seslerden Aziz ve Celil olan Cenab-ı Hakkın celali isimlerini ders alır. Denizde ve karada, merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanlara ve yavrulara kulak verdiği vakit, Cemil ve Rahim olan Rabbimizin cemali isimlerini duyar. İmandan gelen nur ile semayı dinlese, “Ya Celil-i Zülcemal” dediklerini ve yeryüzüne kulak verse “Ya Cemil-i Zülcelal” dediklerini işitir. Umum mevcudata dikkat etse pek çok esmayı ve insana baksa ve onu dinlese bütün esma-i hüsnayı onda okur ve dinler. Evet, kâinat bir musiki topluluğu gibidir. Bütün sesler birbiri içinde ahenkle Cenab-ı Hakkı zikretmektedir. Cenab-ı Hak kâinatı şuur sahibi mahluklarla, ruhani varlıklarla ve melaikelerle doldurmuş ve her tarafı şenlendirmiştir. Konuşmalarımız, kainattaki şuur sahibi varlıklar tarafından işitilmektedir. Ağzımızdan çıkan her bir harf, manaya bürünen her bir kelime muhteşem bir kayıt formatıyla depolanmaktadır. Dillerden dökülen “Bismillah”, “Elhamdülillah”, “Allahu Ekber” gibi mübarek kelimeler, Allah’ın izniyle hadsiz varlıkların kulaklarına nakşedilerek ebediyet kazanmaktadır. Ahirette cennet meyvesine dönüşen bu mübarek kelimeler mümine kainatın ince bir sırrını açmakta, tarifsiz bir lezzet kazandırarak, daimi bir şuura vesile olmaktadır. Nefse tabi olmaktan gelen bir gafletle veyahut su-i ahlaktan gelen bir hezeyanla ağzından çıkan çirkin ve muzır kelimeler, insanın aleyhinde şehadet edeceklerdir. Kişiye hem dünyada hem ahirette zarar verecektir. Onun için mümin ağzından çıkana dikkat etmelidir. Kulak, gönül dünyamıza açılan bir pencere hükmündedir. İnsana istikamet veren dersler, kalbi aydınlatan hakikatler genelde kulak penceresinden içeri girmektedir. Keza kalbi öldüren, kalbin nurunu söndüren sesler de kulaktan içeri girer. Zira kulak kalbe çok yakındır. O halde bir nevi kalbe giriş kapısı hükmünde olan kulağa dikkat etmeli! Hikmete, ibrete ve rahmete yönelmelidir. اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الَّذٖينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ  فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ Ya ilâhena! Bizleri sözü dinleyip de onun en güzeline tabi olanlardan eyle. Âmin

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Aralık
Konu resmiŞahsî İman Problemi
İnsan

İnsan dış dünyanın sabitliğine aldanarak, hayatı sadece bu dünyadan ibaret görür. Sabit gördüğü dünya hayatının lezzetlerinin kazanılmasını önceler. Bu yakın faydayı kazanmayı hedef yaparak hayattaki varlık amacını sorgulamaz. Bilinmeyen, fakat tefekkürle elde edilen bilgiden uzak bir şekilde, zanna dayanarak yaşar. “Zannınsa çoğu yalandır.” Bu zandan, yanlıştan kurtulmanın çaresi; vahyin rehberliğinde akıl ve kalbi eğiterek içinde yaşadığımız alemi, çevremizi, varlıkları, şahsımızı, duygularımızı doğru bir şekilde anlamlandırmaktan geçer. Bu doğru itikadı ve inancı elde etmeden iç ve dış alemimizde tam bir doğruya erişmek, erdemli bir insan olmak mümkün olmayacaktır.  İnsan bulunduğu çevreye uyum sağlayan, ünsiyet eden demektir. Bu biyolojik olarak böyle olduğu gibi düşünce, fikir, hayat tarzı noktasında da kendini gösterir. Mesela hırsızlık yaparak hayatını devam ettiren bir çevrede dünyaya gelen bir çocuk için bu işi daha iyi yapmak marifettir. Veya dünyevi/seküler bir hayat tarzının yaşandığı, tesettürün olmadığı bir toplumda İslam’ın emrettiği bir tarzda giyinmek o toplumun değerlerine aykırı görülür. Bunun tam tersi de düşünülebilir. Bu durumun ortaya çıkmasındaki temel unsur, insanın, yaratılış olarak bulunduğu ortama ve değerlerine uyum sağlama meylidir. Bu durumu Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz; “Kendilerine yazık etmekte iken hayatlarını sona erdirdikleri kim­selere melekler; - Ne işte idiniz? dediler. Onlar: - O yerde zayıf görülenlerden idik, cevabını verdiler. Melekler ise: - Allah’ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya! dediler. İşte onların barınağı cehennem­dir ve orası gidilecek ne kötü bir yerdir!” şeklinde tasvir edip bildirmektedir.1 İbn-i Abbas bu ayetle ilgili olarak şu açıklamayı yapmış­tır: “Müslümanlardan bir grup insan müşriklerle beraber bulunuyor, savaşlarda da Re­su­lül­lah’a karşı müşriklerin sayısını arttırmış oluyorlardı. Bu arada atılan oklardan ve sallanan kılıçlardan isabet alıp yaralanıyor veya ölüyorlardı. Bunun üzerine mezkûr ayet nazil oldu.”2 Müşriklerin arasında yaşamaya devam eden kimseler ister bu beraberliğin veya baskının etkisiyle yeniden şirke dönsünler, ister dönmeyip her an bu tehlike içinde yaşasınlar kendilerine yazık etmiş olurlar. Yapmaları gereken şey Müslümanların arasına gelip onlarla beraber yaşamaktır. Ayette, “zayıf görülenler” şeklinde çevirilen “müstad‘afîn” kelimesi, hakim topluluk tarafından güçsüz, önemsiz sayılan, istekleri dikkate alınmayan, adamdan sayılmayan, hakkını almaktan aciz bulunanları ifade etmektedir. Medine’ye hicret ederek bu durumdan kurtulma imkanları varken Mekke’de zillet ve zaaf içinde yaşamayı tercih edenlerin bu durumlarından sorumlu olduğu vurgulanmaktadır. Zaafa düşüp aciz kalmakta kişinin kendi etkisi ve kusuru bulunursa sorumluluğu söz konusudur. Bilgisiz, amelsiz, imansız kalmaya bu durum mazeret olamaz. Bu noktadan “Hicret” olayı öncesi ve sonrasıyla doğru itikad ve inanç eğitiminde, İslami bir hayat tarzının yerleşmesinde çevrenin ne kadar etkili olduğunu ders vermektedir. İkinci olarak; insana yerleştirilen “meyl-i teceddüt” yani kendini sürekli yenileme, değiştirme, geliştirme arzusu da önem arz etmektedir. Bu meyil sağlıklı işleyen bir toplumu veya şahsı sağlıksız hale getirebildiği gibi, tam tersi bir sonucu da netice vermesi mümkündür. “Allah insana doğru yolu göstermiştir. İnsan ister bu İlahi mesajı dikkate alır şükreder. İster nankörlük eder.”3 İyi ve kötü, şükürle nankörlük arasındaki tercih, yenileme, gelişme çabası kişinin iradesine bağlanmıştır. İşte bu uyum sağlama ve kendini yenileme kabiliyeti İlahi bir program olarak iç dünyamıza, psikolojik hayatımıza, manevi dinamiklerimize yerleştirilmiştir. Sürekli gelişime, değişime açık olan bu insan doğru bir çevre, sağlam bir rehber olmazsa eşyayı, dünyayı ve evreni çevresinden aldığı veriler ışığında isimlendirir ve mana verir. Eşyanın sahibinin rehberliğinden uzak olan bu değerlendirme subjektiftir, kişiye özeldir. Mesela telefon gibi elektronik eşyaların yapılış amacı ve kullanım şeklini bile onu tanıtan, gösteren bir rehber olmadan doğru anlamlandırıp kullanmamız mümkün olmuyor. Telefonun kullanımı kültür olarak bize aktarıldığı için uyum sürecinde sorun yaşamadan adapte oluyoruz. Lakin telefonun icadından habersiz bir kişiye bu eşyayı verdiğimizde, amacını idrak etmekte zorlanacaktır. Belki kullanmasını bilmediği için tahrip edecektir. Bu bilinmeyen duruma karşı herkes farklı bir tavır takınacak, farklı yorumlayacaktır. Bu noktadan sonra karşımızdaki sorun, doğru bilginin kaynağını araştırmak ve sorgulamaktır. Temel bilgi kaynaklarına baktığımızda birbirini tamamlayan üç yol karşımıza çıkmaktadır. Bunlar: - Havass-ı Selime olarak da ifade edilen beş duyu organımızdır. Günlük hayatımızın devamını sağlayacak zorunlu bilgileri elde etmemizi sağlar. İlk veri kaynağımızdır. - Akıl; soru sorup, cevap bulma makamıdır. Beş duyu organıyla elde edilen verileri sorgulayarak değerlendirir, doğru sonuca gitmeye çalışır. - Haber-i mütevatir yani sağlam, doğru haberdir ki; eşyanın sahibi Allah’ın, Peygamberler vasıtasıyla insanlarla konuşmasıdır. Farklı zamanlarda gelen Peygamberlerin varlığın kaynağı, durumu ve sonucu hakkında aynı bilgileri vermeleri bu haber kaynağının doğruluğunun delilidir. Bu bilgi olmadan eşya, varlık, davranış ve hayat üzerinde yapılan değerlendirmeler insanlar adedince muhtelif olacaktır. Fikirde tevhit, hayat tarzında uyum, hedefte ittifak bozulacaktır. İşte kişi dış dünyadan aldığı verileri iç aleminde akıl ve kalp süzgecinden geçirirken vahyi, doğru rehberliği kabul etmez, devre dışı bırakırsa, arzu ve hevasının esareti altına girmesi kaçınılmazdır. Şahsi değerlendirmelerin bencilliğinden sıyrılması mümkün değildir. Ben merkezciliğin menfaat odaklı yaklaşımlarıyla, şahsi ve ictimai hayatını bir kavga, boğuşma, cidal meydanına dönüştürmesi kuvvetle muhtemeldir. Menfaat ve haz odaklı bu mücadelenin önemli sonuçlarından biri de sefahate kapı açmasıdır. Nitekim insan dış dünyanın sabitliğine aldanarak, hayatı sadece bu dünyadan ibaret görür. Sabit gördüğü dünya hayatının lezzetlerinin kazanılmasını önceler. Bu yakın faydayı kazanmayı hedef yaparak hayattaki varlık amacını sorgulamaz. Bilinmeyen, fakat tefekkürle elde edilen bilgiden uzak bir şekilde, zanna dayanarak yaşar. “Zannınsa çoğu yalandır.” Bu zandan, yanlıştan kurtulmanın çaresi; vahyin rehberliğinde akıl ve kalbi eğiterek içinde yaşadığımız alemi, çevremizi, varlıkları, şahsımızı, duygularımızı doğru bir şekilde anlamlandırmaktan geçer. Bu doğru itikadı ve inancı elde etmeden iç ve dış alemimizde tam bir doğruya erişmek, erdemli bir insan olmak mümkün olmayacaktır. Doğru bir inancı aklına, kalbine ve diğer duygularına yerleştiremeyen bir insanın; sefahatin, hevanın, nefsani arzuların yaygın bir şekilde yaşanmış olduğu dünyamızda erdemli, kemâlat sahibi bir kul olarak kalabilmesi kerametvâri bir durumdur. Sefahatin kitleleştiği, kemâlatın şahsileştiği asrımızda, kamil bir mümin olarak yaşamak ancak fertlerin tefekküre dayalı, şahsî hayatlarında itikadi zeminlerini sağlam tutmalarıyla mümkündür. Hatta bir ferdin tek başına hevanın, sefahatin yaygın olduğu bu zeminde kendini koruması, tâbileri şuurlu olan bir cemaatle belki sağlanabilir. Kaynaklar: 1- Nisa Suresi, 972- Buhârî, “Tefsîr”, 4/193- İnsan Suresi, 76 bakınız

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiBedîüzzaman'ı Ziyaret
Risale-i Nur

İstanbul İmam Hatip okulunda okuyorum. 1957 yaz tatilinde merhum Süleyman Ağabeyim dedi ki, “Hazır İsmail Hafız da gelmişken sizi Bediüzzaman Hazretlerine ziyarete götüreyim”. İkimiz de “Seviniriz” dedik. İsmail Hafız (Karaçam), sesinin güzelliği ile meşhur. Burdur’dan bir vesile ile bizim Bucak’a geldiğinde Ağabeyim bu teklifi yapıyor. Hafız benden üç sene önce İstanbul’a gelmiş, İmam Hatip okulunda okumaya başlamış. Sonraki yıllar İlahiyat Fakültesi’nde profesör oldu. Süleyman Ağabeyim “Abdestlerinizi alınız” dedi; aldık. O günün şartlarında Isparta’ya giden bir kamyonun kasasına bindik, çıktık yola. Kamyonun üstünde ilerlerken Ağabeyim dedi ki; “Bediüzzaman Hazretlerinin bir prensibi vardır; muhatabına sual sormaz, fakat sorulan suallere cevap verir, ne soracaksanız sorunuz.” Bizi aldı bir telaş... Ne soracaktık? Sonunda İstanbul’daki bazı faaliyetlerimizin şer’i hükümlerini soralım dedik. Sorumuz şu olacaktı: “İstanbul hayırseverleri bizi ölmüşlerinin ruhu için mevlid okumaya çağırıyorlar. Mevlid okuyalım mı? Çıkarken cebimize para koyuyorlar, bu parayı alalım mı? Cenaze akşamları da çağırıyorlar, para veriyorlar ne yapalım?” Bucak Isparta arası virajların çokluğu zamanı uzatıyordu. Öğ­le namazını Isparta’da kılarız ümi­diyle abdestli olarak yola çıkmıştık, fakat Isparta’ya varır varmaz ikindi ezanı okunmaya başladı. Şimdi ne yapacaktık? Biz iki talebe ağabeyimin yüzüne bakıyoruz. Onun da öğle namazını geçirdik diye gözleri yaşardı. Üstadın ikindiden sonra ziyaretçi kabul etmediğini de biliyor. Hızlı adımlarla Üstadın evine doğru yürümeye başladık. Kapı tokmağını vurduk. Merdivenlerden iki kişinin indiğini ayak seslerinden anlıyoruz. Kapı açıldı, ağabeyime dediler ki: “Süleyman kardeş, siz daha bir hafta önce Üstadı ziyaret ettiniz.” Ağabeyim de, “Ben kendim için değil, bu iki genci Üstadın duasını almaları için getirdim. Kendim dışarıda kalabilirim. Üstada bir arz etseniz.” Yukarı çıkıp arz edince, “Gelsinler!” demiş. Üstadın odasına girdik. Her yer temiz ve Üstadın sevdiği tefahür kokusu var… Elini öpüp, ayak ucuna diz çöktük. Kendileri mütevazı bir somyanın üzerindeki yatağından hafifçe başını kaldırmış vaziyette konuşmaya başladı. 80 yaşında ihtiyar ve hasta olduğu için sesi az çıkıyor ama Ceylan ağabey bize aktarıyordu: “Hoş geldiniz! Sizi İstanbul’da Müslüman aileler ölmüşlerinin ruhuna ithaf edilmek üzere mevlid okutmak üzere davet ederler. Davete icabet edersiniz. Mevlid okursunuz, Kur’ân okursunuz. Size para da verirler, alırsınız. Keza cenazelerin kaldırıldığı akşam hatim veya Yasin, Tebareke okumaya çağırırlar, gidersiniz. Evden ayrılırken cebinize para koyarlar, alırsınız, çünkü talebesiniz; fakat talebelik bittiğinde devletten maaşa geçtiniz, artık daha almazsınız. Bizim İstanbul Süleymaniye’de medresemiz var. Oraya gidip gelirsiniz, İmam Hatip okulundaki arkadaşlarınıza Risale-i Nurları tanıtırsınız. Allah muvaffakiyet versin” dedi. Ceylan ağabey “Tamam” dedi, ayağa kalktık. İsmail ağabeyin elinde bir gramlık gül yağı şişesi vardı. Onu Üstada vermek istedi. Üstad ise, “Ben hediye kabul etmiyorum ancak…” -Zübeyir abiyi işaret ederek- “Çekmecemdeki gül yağı şişesini gençlere ver, onlarınkini de çekmeceye koy” dedi. Ne güzel tevâfuk ki, her iki şişenin renkleri beyaz ve her ikisi de bir gramlık. Elini öpüp ayrılırken, “Sizi talebeliğime kabul ediyorum. Geçirdiğiniz öğle namazını hemen kaza ediniz” dedi. Bir de ne görelim? Süleyman ağabeyim arkamızda oturuyor. Biz dışarıda kaldı sanıyorduk, meğer onu da çağırmış. Biz huzûrdan ayrıldıktan sonra ağabeyime demiş ki, “Süleyman bu gençlerle alakadar ol.” Merhum Süleyman ağabeyim ilk İstanbul’a hareketinden üç gün önce babam vefat ettiği için bana hayatı boyunca hem ağabeylik hem babalık yapmıştır, ruhu şâd olsun. Cenâb-ı Hak asrın büyük sahibi Bediüzzaman Üstadımızdan ebediyen razı olsun. Bizleri de kendisine hakiki talebe eylesin. Amin. Eserleri bütün insanlara envar-ı hidayet ve tedavi-i kûlûb olsun. Âmin. Dışarı çıkıp Isparta sokaklarında ilerlerken aklımda sualler: Kamyon kasasının üstünde üç kişi Üstada soracağımız sualleri hazırlarken; dördüncü kişi olarak sanki Üstad aramızda imiş gibi doğrudan cevaplar vermesi, geçirdiğimiz öğle namazını hemen kaza ediniz diye ihtar etmesi, âdetine muhalif olarak ikindiden sonra ziyaretine kabul etmesi ve diğer tevâfuklar bizi derin derin düşündürüyordu.

Ahmed SEMİZ 01 Aralık
Konu resmiBerceste
İtikad

Güneş katreye nasıl sığıyorsa sayfalar dolusu yazıyı, hatta ciltler dolusu kitapları da bir beytin dizelerine sığdırmak pekâlâ mümkün. “Eğer maksat eserse mısra-ı berceste kâfidir” diyerek bercestenin ne olduğunun çerçevesini çizer Ragıp Paşa aslında. Divan edebiyatında mısraların en güzeli, en özlüsü, en seçkinidir berceste. Hatırda kalması kolay olan bu beyitleri ya da dizeleri cebimizdeki para gibi gerektiğinde çıkarıp kullanabiliriz. Yeter ki bu akçeler değerini yitirmemiş olsun. İstedim ki anlam derinliği olan nükteli, ders çıkarıcı, sanat değeri yüksek, kıymetli mısralarımızı sizlerle buluşturayım. Lakin zülfiyâre dokunursam darılmaca yok. Benim sözlerim değil çünkü. Elçiye zeval olmaz. Anlaştıysak haydi öyleyse yolculuk başlasın mısraların beni götürdüğü yere...   Kalp Kırma!  “Kimseye baki değildir mülk ü devlet sim ü zerBir harâp olmuş gönlü tamir etmektir hüner”                                                      Ömer Efendi Ne malımız ne mülkümüz ne saltanatımız ne gücümüz ne de birikimlerimizin hiç birisi kalıcı değildir. Bu hayatta kalıcı olan bir şey varsa o da kırık gönülleri tamir etmek, hoşnut etmektir diyor şairimiz. İşte özenilesi hayat budur. Yanımızda götüreceğimiz tek birikimin iyiliklerimiz olduğunu bilmemize rağmen kulak ardı ederiz bu gerçeği. Dünyada kalıcıymış gibi bir hayat yaşarız. Oysa dünya ne Harun’a ne Karun’a ne Talut’a ne de Calut’a kalmıştır. Emellerimiz, hırslarımız bitmez. Daracık bir kabre gireceğimizi hesaba katmadan güneşin doğup battığı yere kadar her şeyi ister dururuz. Endamıyla boy gösteren, ziynetler takınmış süslü dünyaya vuruluruz. “Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı ne evlâdın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” ayetini duymaz olur kulaklarımız. Ney gibi dinleriz dünyanın dört bir tarafındaki mazlumların iniltilerini. Görmez gözlerimiz görmesi gerekenleri. Dilimiz söylemese de şan, şöhret, makam, mal, mülk şarkısı söyler kalbimiz. Maalesef bu obur yapımızla başımız muazzam dertte ve nasıl başa çıkacağımız konusunda ise tereddütlerimiz her geçen gün daha da artıyor. Doğrusu bir diyet listesi hazırlasak nasıl olur diyorum? Öyle endişelenmeyin. Kimsenin bu listeyi uygulamakla komaya gireceği falan yok. Topu topu birkaç maddeden ibaret. Ölmeyi devamlı hatırla. Elindeki ile yetinmeyi bil. İstiğna sahibi ol ve îsârı kazanmanın yollarını ara. İşte hepsi bu kadar. Şair bir gerçeği “Dünya kimseye baki değildir.” diyerek söyleme ihtiyacı hissediyorsa bir bildiği var demek ki. Mısraların arka planında fani hayatı ebedi diye tevehhüm edenlerin varlığını görmezden gelemeyiz. Sürekliliğidir dünyayı baki gösteren ve bir de gaflettir fenanın üstünü örten. O halde gönülleri tamir etme yolunu ara. İhmal etme beli bükülmüş ana-babanı. Ziyaret et akrabalarını. Unutma garip gurabayı. Elinden tut düşkünlerin, düşün onların düştükleri yere nasıl düştüklerini. Sevindir çocukları, kucakla dostlarını. Yem ver başına üşüşen kuşlara yahut tavuklara. Yürekleri ısıtacak bir şiir çıksın ağzından. Seni bakileştirecek bir fidan dik toprağa. Şöyle utanmadan çocuklarla doyasıya oyunlar oyna. Senden sonra anlatılacak bir hikayen olsun. Gökyüzüne bakarken duy baharın kokusunu. Eşini ve işini küçümseme zira birisi hayatına anlam katar, diğeri idameni sağlar. İşte hüner bunlardır. Gerisi ise sadece birer rüyadır. Gönül Aynanı Temiz Tut “Halk içre bir ayineyim herkes bakar an görürHer ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaban görür.”                                                                 Niyazi Mısri Ayna… Kendinde hiçbir kuvvetin, hiçbir tesirin olmadığı, nesneleri olduğu gibi yansıtan bir cisim, bir cam parçası… Ayna… Hiçbir meziyete ne mazhardır ne de fail. Rabbinin isimlerini yansıtan bir cisimden başka nedir ki ayna? Her mahluk gibi insanoğlu da bir aynadır sadece. Aynamızın kabiliyeti nispetinde Esma-ül Hüsna tecelli eder insanoğlunda. Kimisinde bir isim aşikârdır, bir isim gizli. Kimisinde bir isim ağır basar, kimisinde başka bir isim. “Ya Şâfi” ismine mazhar olur bir doktor. “Ya Vâfi” ismini taşır sözünde duran her bir kimse. Alimler “Alîm” ismiyle amel eder, liderler “Aziz” ismine tutunur sıkı sıkıya. Cömertler “Vehhâb” ismine yapışır. Aşk ehli “Ya Vedûd, Ya Vedûd” derken, celal sahibi olanlar “Ya Sabur, Ya Sabur” çeker durmadan. “Es-Selâm” der esenlik rüzgârına ihtiyacı olanlar. Beden zindeliği isteyenler “Ya Kaviyy” derken, “Ya Hakîm” der ağzından hikmet dökülen bilgeler. Günahkârlar “Ya Tevvâb”, sanatkârlar “Ya Bâri”, fukaralar “Ya Rezzâk”, daralanlar “Ya Fettah”, idareciler “Ya Vâli”yi bulur tesbihin tanelerinde. Ayna fail olmasa da tecelliye mazhariyeti az bir şey değildir. Zira Rabbimizin isimlerinden bir damlanın gönlümüze inmesi bizi ummana çevirmeye yeter de artar bile. İşte o zaman aynamız nefha kokar, sözlerimiz gül, kalplerimiz huzur dolar. Meseleye bir başka vecihle ba­karsak, yaratanla yaratıcı ara­sındaki tecelli -bir yönüyle- mahlukatın kendi aralarındaki kıymet ölçüleri içerisinde de devam eder. Bir aynaydı Niyazi Mısri. Ona bakan kendisini görürdü. Zalim onun gözlerinde zulmünü seyrederdi. Âlim ilminin deryasında yolculuk yapardı. Kâmil kemalini, nakıs noksaniyetini söylerdi Niyazi’nin. Aslında söyledikleri Niyazi’nin değil, kendi kemalatları yahut noksanlıklarıydı. “Ben hayatımda onun kadar cesur, onun kadar cömert, onun kadar yiğit, onun kadar aydınlık yüzlü ve güzel birini görmedim." der, Abdullah Bin Ömer Peygamberimiz (sav) için. Zira kendisi de cömertti ve güzeldi. Babası Ömer gibi yiğitti de. Hülasa siret ve suret güzelliğini Efendimizde (sav) görmüştü. Ebu Cehil ise içinin çirkinliğinin yansımasını görerek hakaretler yağdırmıştı Efendiler Efendisine (sav). O halde karşımızdaki kişiyi her ne görüyor isek aslında biz o değil miyiz? Toplumdan hep şikâyet edip durmamız da böyle değil mi? “Huzur yok, güven yok, asayiş yok, sevgi yok, saygı yok, hürmet yok, çile yok, dava yok, samimiyet yok, aile mevhumu yok, akrabalık yok” derken aslında bizdeki “yokun” bilmem ne kadar farkındayız? Toplumu oluşturan bizler olduğumuza göre, bütün bu “yoklar” aslında bizdeki “yokun” toplum aynasındaki yansımasından başka bir şey değildir son tahlilde… Geçenlerde Mesnevi’nin satırlarında gezerken şunu okudum: “Allah bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu temiz kişilere ta’n etmeye meylettirir. Allah bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz.” Bu ne muazzam ölçü… Değerlendirdiğimiz her kişi aslında değerimizi ortaya koyuyor bir bakıma. O halde aynamızı temiz tutalım ve ne ayıp görelim ne de kusur, kendimizden başka! Muhtaçlığını Bil! “Zen merde, civan pire keman tirine muhtaçEczâ-yı cihan cümlesi birbirine muhtaç”                                                     Basiri Kadın, erkeğe; genç, yaşlıya; keman, yayına muhtaç diyen şair neticede herkesin şifasını bulduğu şu cihanda birbirine muhtaç olduğunu belirtir kestirmeden. Muhtaç olmamak yaratıcı olmanın bir gereği ise, muhtaçlık da yaratılan olmanın muktezasıdır. Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmaması “es- Samed” isminde karşılığını bulurken, mahlukattaki tecellisi ise, her şeye muhtacın hiçbir şeye muhtaç olmayandan istemesi şeklinde tezahür eder. Hakikaten insan ya da sair canlılar birbirine muhtaç mıdır? Yoksa şair laf cambazlığı yahut mübalağa mı yapmıştır? Ne laf cambazlığı ne de mübalağa vardır bu sözde. Hatta kendimizden başlayarak gördüğümüz, yaşadığımız, duyduğumuz, algıladığımız her hadise bizlere gösteriyor ki, şair az bile söylemiştir. Gerçi sözlerini bir kemanın bile yayına muhtaç olduğunu belirterek ifadesine muhteşem bir kuvvet katmış olsa da muhtaçlığımızı belirtmede yine de kifayetsizdir. Evet, görüyoruz ki hava, suyun; su, toprağın; toprak, bitkinin; bitki, canlıların elinden tutuyor, imdadına koşuyor. Demek ki muhtaçlığın Hazret-i Adem’den bu yana hatta ondan da önce varlıklar arasında hükmünü hep icra ettiğini anlıyoruz. Sözüm ona bazı zenginlerin hatta üç beş kuruş kazanan bazı insanların ağzından hiç kimseye muhtaç olmadıklarını hatta başkalarının kendilerine muhtaç oluğunu duymak garibime gidiyor. Zira muhtaç olup olmamayı sadece maddi rızık derekesine indirmek beni hakikaten üzüyor. Kaldı ki o rızıkta bile ihtiyaç devamlı olduğuna göre ve ihtiyacı icat edemediğimize göre muhtaçlık da her daim devam ediyor demektir. Haddi zatında mahlukatın belki de asıl muhtaçlığı manevi rızıkta değil midir? Ruhumuzun açlığı mide açlığımızdan daha fazla. Bizler duaya, zikre, namaza hasılı ibadete muhtacız. Bizler tefekküre, ilme muhtacız. Bizler görmeye, duymaya, hissetmeye, ilgiye, sevgiye muhtacız. Hakiki dostun dostluğuna, kabirdeki huzura, sıratı geçecek ayağa, mizanı aşacak tartıya, cehennemden kaçışa, cennete varışa, eskimeyen bir yüze, hastalıksız sağlığa, zahmetsiz rahmete, ülfetsiz aşka, yelkensiz gemiye, hulasa fanisiz bir ebede muhtacız. Doğruluk “İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah”                                                  Ziya Paşa Müslümanların en fazla ihtiyaç duyduğu değerlerden biridir, doğruluk. Bu önemli vasıftan bahusus böyle bir zamanda maalesef mahrum olduğumuzu belirtmem bile gereksiz. İslam ülkelerinde doğruluğun bini bir para değerinde. Bir yerde işlerinizi yalanla, dolanla yönetmek bir sanat, bir maharet sayılıyorsa durumumuz hakikaten vahim demektir. Günümüz İslam coğrafyası henüz sadakat ve doğruluk gibi birbirinden ayrılmaz bu iki kavramın ne derece önemli olduğunu idrak edebilmiş değil gibidir. Oysa peygamberimiz (sav) doğruluğun önemini en kötü hasletlerle kıyas ederek bir değerlendirme yapar. Şimdi olayı hatırlayalım. Ebu’d-Derda ile Resulullah (sav) arasında şöyle bir konuşma geçer: “Ya Resulallah! Mümin hırsızlık yapar mı?” “Evet, bazen olabilir.” “Peki, mümin zina edebilir mi?” “Ebu’d-Derda hoşlanmazsa da evet!” “Peki, mümin yalan söyler mi? Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.”1 Doğruluk imanın, yalan ise küfrün temel rüknüdür. Var edeni var kabul etmemek koskoca bir yalandır. Allah’ı inkâr eden biri, daha işin başında yalana tevessül ederek büyük bircinayet işlemiş olur. Peygamberimizin (asm) yalanı diğer büyük günahlarla kıyas etmesini bu kötü hasletin bir Müslüman’ı nereden nereye kadar götürebileceğinin bariz bir işareti olarak kabul edebiliriz. Yoksa hâşâ diğer günahları küçük görme gibi bir durum asla söz konusu değildir. Mü’min Suresinin 28. ayetinin son kısmı Peygamberimizi (asm) destekler mahiyettedir. “…Allah, aşırılığa sapmış, yalancı kimseyi doğru yola ulaştırmaz.” O halde doğruluk imanın, yalan küfrün şiarıdır. Doğrulukta zirve Hazret-i Ebubekir (ra) ile yalancıların hocası Müseyleme-i Kezzab’ı doğu-batı gibi birbirinden ayıran tam da budur. Birine sıdkın bayraktarlığı nasip olurken, diğerine ise küfrün sefilliğinde debelenmek düşmüştür. Tabiri diğerle, yalan ve doğruluk aydınlık ve karanlık gibi birbirinden ayrılan iki önemli haslettir. Ve bunlar hiçbir zaman bir kalpte cem olunamaz. Biri varsa kalpte diğeri orayı usulca terk eder. Doğruluğu tüm iyi meziyetlerin, yalanın ise tüm kötü hasletlerin besleyicisi olarak kabul edebiliriz. O halde küfrün bir yapı taşı olan yalandan uzak durmamız dinimizin bir gereğidir. Toplumun mayası sadakat ve doğruluktur. Bu iki kelime ile maya çalınmazsa, o toplum çözülmeye ve çürümeye doğru gider. Bazen olur ki, söylediğimiz bir yalanla yaptığımız bir işten sıvışmış gözükebilir ya da kazançlı olduğumuz vehmine kapılabiliriz. Yalnız unutulmamalı ki, hakikatte zararlı çıkan hep biz oluruz. Hiç kimse bilmese de -eğer bir vicdan taşıyorsak- söylemiş olduğumuz yalanların ruhumuzu paralamaya, eritmeye yettiğini belirtmemiz gerekir. Oysa dürüstlük ve doğruluk her zaman kazandırır insana. Dünya işlerinde bile dikkat ederseniz işini en doğru bir şekilde yapanlar, kısa vadede olmasa bile, uzun vadede hep kazançlı çıkmışlardır. Düzenbazlar, sahtekarlarsa bu dünyada bile zillet içerisinde yaşamaya mahkûm olmuşlardır. Doğruluk ve yalanı sadece söze indirmek meselenin künhüne tam olarak vakıf olmadığımızı da gösterir ayrıca. Bir mahsulün geçtiği aşamalardan tutun da bir imalatçının yaptığı bir pastanın karışımına haram karıştırmasını da doğruluğun aksine yapılmış bir hareket olarak kabul edebiliriz. İşin doğrusu, sözün doğrusu, özün doğrusu çok önemli… Samimiyet “Eylesem ağlayarak âh ile eflâk yanarSu yanar, nâr yanar, bâd yanar, hâk yanar.”                                 Osman Nevres Efendi Ağızdan samimiyetle çıkan bir “ah” ile dünya yanar. Dünya ile birlikte su, ateş, toprak yanar. Hatta samimi bir “ah” ile Rabbinin sana karşı gazap ateşi bile varsa erir gider. “Ah”ın onun rahmetine vesile olur. Samimiyet, bazen can u gönülden el açıp dua etmektir. Bazen hulûs-u kalp ile yapılan tevbe-i nasuhtur. Bazen nedamet edip gözyaşı dökmek, ah u vah etmektir. Bazen niyettir. Bazen alın teri, göz nuru dökmektir. Bazen eller nasırlaşıncaya kadar çalışmaktır bağda, bahçede. Bazen bütün bunlardan geçip kapıların kapandığı, çarelerin tükendiği ızdırari bir hale duçar olmaktır. “Din samimiyettir” der, Peygamberimiz (sav). Bu bahsi biraz açmak gerekir zannımca. Din içerisine imanın ve İslam’ın rükünlerinin hepsi girer. Bunları kayıtsız şartsız kabul etmektir samimiyet. Din hususunda, Allah ve Resulünden gelenlere “acaba” sorusunu lügatimizden çıkarmak, sadakatle bağlanmaktır samimiyet. Lakin unutmamak lazım ki sadece dini öğrenmekle ahlak terakki etmiş olsaydı, şeytanın en birinci mürşit olması icap edecekti. Hikmete dönüşmeyen bir öğrenme nimet olmaktan çıkar, nikmete dönüşür. Yolculuğumuz bir başka bercestede devam eder umuduyla… Kaynaklar: 1- Kenzu’l-Ummal, h. No: 8994.

Necati İLMEN 01 Aralık
Konu resmiAslolan Hakkın Helal Edilmesi Olmalıdır
İtikad

Aslolan helalleşmek olmalıdır. Helalleşmek mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıdır. Çünkü her yasal hak helal değildir ve olamaz. Suriçi ile Kobani’nin arasına çizgi çekmek 1. Dünya Savaşı galiplerinin yasal hakkıdır belki. Ama helal değildir. Keza iflas eden kardeşinizin haraç mezat satışa çıkarılan evini satın almanız yasal hakkınız olabilir ama helal değildir. İmar ruhsatı olan bir müteahhit şehrin ufkuna tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur ama yaptığı iş helal değildir. Yeni ve çok daha ucuz bir enerji türünün pazara girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alan ve sümen altı eden bir petrol şirketi yasal olarak suçsuzdur. Ama yaptığı iş helal değildir. Keza raf ömrünü uzatmak için ekmeğin içine kanserojen madde koyan fırıncı yaptığı formülü ambalajın üzerine koyduğu için yasaldır, dolayısıyla suçsuzdur ama yaptığı iş helal değildir. Ve son olarak bir kalem darbesiyle atar ergenleri, lümpen ergenleri sokağa döken yazar; alevler afakı sardığında suç mahallinde değilse, olayları evinden seyrettiğini ispat edebiliyorsa yasal olarak suçsuzdur. Ama helal değildir yaptığı. 21. yüzyılın en yaman projesi helal olanı yasal olanla örtüştürmek olsa gerekir. Kadim değerlerle rabıtası zedelenen özgürlüklerin şerden yana bükülmesini önlemenin yollarını bulmak zorundayız. Yasaların tanıdığı haklardan insanlık veya Allah adına feragat etmenin garipsenmediği bir yeni düzen getirmek zorundayız. Tarihin bize öğrettiği bir şey var: İster en mükemmel yönetim sistemini, ister ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmiş olsun. Bir medeniyetin sevgi ve nefis terbiyesi dumura uğramış, manevi enerjisi tükenmişse; o medeniyeti ne Birleşmiş Milletler Tüzüğü, ne Helsinki Beyannamesi, ne AİHM Mevzuatı, ne de en üstün silahlar kurtarabilir. *  Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödüllerinde yaptığı konuşmadır.

Alev ALATLI 01 Aralık
Konu resmiOsmanlılarda Petrol Araştırmaları
Tarih

- Petrol denizi üzerinde mi yüzüyoruz, yoksa bu iddia bir hayal mi?- Rumeli’de ve Anadolu’da ilk petroller nerelerde bulundu?- Karadeniz’de ilk defa petrol hangi şehrimizde bulundu? - 1911 senesinde Rus Konsolosunun Karadeniz Bölgesindeki şehirlerimizde ne işi vardı? - Rusya, Osmanlı Devleti’nin hangi madeni ile ilgileniyordu? - Osmanlı Devleti hangi konuda Rusya ile rekabet edebilmek için projeler geliştirmeye çalışıyordu? Osmanlı ve Petrol 19. Yüzyılda petrolün öneminin fark edilmesi ve dünyanın birçok ülkesinde petrol kuyularının açılarak rezervlerin keşfedilmesi ile birlikte, Osmanlı Devleti’ne yönelik dış tehditler daha da artmıştır. Günümüzde bilinen ve çıkarılmakta olan petrol rezervlerinin %55’inin, 20. yüzyılın başındaki haliyle, Osmanlı topraklarında olduğu hesaba katılırsa, bahsettiğimiz bu durumun sebepleri daha iyi anlaşılacaktır. Sultan 2. Abdülhamid dönemindeki topraklarımızı koruyabilseydik, belki de bugün dünya petrol piyasasının belirleyici gücü olacaktık. Musul ve Bağdat Petrol Madenleri Sultan 2. Abdülhamid, Batılıların Osmanlı Devleti üzerindeki planlarının farkındaydı. Bu planlara karşı alabileceği her türlü tedbiri savaş yoluna girmeden almaya çalışıyordu. Zaten Meşrutiyet dönemlerini çıkarırsak, Sultan 2. Abdülhamid döneminde 30 sene boyunca Osmanlılar sadece Yunanlılarla savaştılar ve bu savaşta da galip geldiler. Bu cihetle Sultan 2. Abdülhamid’in meseleleri savaşa girmeden Osmanlı lehine halletme politikasından Osmanlı Devleti hep kazançlı çıktı ve mevcut durumunu muhafaza etti. Bu durum, petrol meselesi açısından da geçerliydi. Sultan 2. Abdülhamid, ileride petrol için ülkelerin birbirleriyle savaşacağını fark etmiş olacak ki, Osmanlı coğrafyasında keşfedilen petrol sahalarının mülkiyetlerini Hazine-i Hassa’ya almıştır. Üstelik mülkiyetleri Hazine-i Hassa’ya almakla kalmamış, işletilmelerinin ihaleyle hiçbir şirkete verilmemesini irade etmiştir. Bu hususla ilgili 6 Şubat 1889 tarihli Yıldız Sarayı Başkitabet Dairesi evrakında (DAB, İ.DH, 1121/87615) şunlar ifade edilmekteydi: “Musul Vilâyeti dâhilinde bulunan emlâk-i mahsûsa-i cenâb-ı cihânbânî derûnunda kesretle petrol gaz madenleri zuhûr etmekde olmasına mebnî umûm Musul Vilâyeti dâhilinde gerek emlâk-i seniyye derûnunda ve gerek sâir cihetlerde petrol gazı madeni taharrîsi ve işletmesi imtiyazının münhasıran Hazîne-i Hâssa-i şâhâne nâmına verilerek ale’l-usûl îcâb eden fermân-ı âlînin tasdîr ve i‘tâsı Hazîne-i Hâssa nezâret-i celîlesinin tezkire-i ma‘rûzası üzerine şeref-sâdır olan irâde-i seniyye-i cenâb-ı Pâdişâhî iktizâ-yı âlîsinden bulunmuş olmakla ol-bâbda emr u fermân hazret-i veliy­yü’l-emrindir” Musul Vilayetinin Sultan 2. Ab­dülhamid’e ait olmayan yer­lerinde bulunan petrol madenlerinin işletilmesinin de yine Sultan 2. Abdülhamid’e ait olduğunu bu vesikadan anlayabiliyoruz. Kerkük ve Süley­maniye’nin de Musul Vilaye­tine bağlı sancaklar olduğu hesaba katıldığında, Irak’ın kuzeyindeki petrollerin tamamının Sultan 2. Abdülhamid’in şahsi servetinde olduğu ortaya çıkmaktadır. 1890’lı yıllarda Musul’dan sonra Bağdat’ta da petrol bulunmuştur. Sultan 2. Abdülhamid, Bağdat’taki petrol madenlerinin de işletilmesi hakkını Hazine-i Hâssa’ya almıştır. Musul Vilayetinin yanı sıra Bağdat Vilayeti petrol madenlerinin işletilme hakkının da Hazine-i Hâssa’ya alınması, neredeyse Irak petrollerinin tamamının Sultan 2. Abdülhamid’e ait olması demekti. Bu sayede bu petrollerin gelirlerinin tamamı Osmanlı Devleti’nde kalacaktı. Üstelik muhtemel bir işgal ya da ilhak girişiminde dahi petrol madenlerinin mülkiyeti Hazine-i Hâssa’da olacağı için yine, gelirleri Osmanlı Devleti’ne gidecekti. Bu konu o kadar mühim idi ki; Sultan 2. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra Hareket Ordusu destekli yeni yönetimin ilk işi bu petrol madenlerini yabancılara ihale etmek olmuştu. 11 Temmuz 1909 tarihli Mec­lis-i Vükelâ (DAB, MV, 129/63) evrakında Bağdat ve Musul petrollerinin ihalesinden bahsedilmektedir. Söz ko­nu­su evraka göre ihale ilan namesinin Avrupa’nın icab eden mahallerinde ilan edilmesine karar verilmiştir. Sultan 2. Abdülhamid’in yirmi yıldan fazla yabancılardan koruduğu Musul ve Bağdat petrolleri, onun tahttan indirilmesinin üzerinden birkaç ay geçmeden Avrupalıların önüne serilmişti. İskenderun’da Petrol Doğu ve güney komşularımızın en önemli geçim kaynakları petrol iken, ülkemizde niçin çok az petrol kuyusunun mevcut olduğu ve ihtiyacımızın çok altında petrol çıkarılabildiği, hep tartışma konusu olmuştur. Bu konuda birçok komplo teorisinin gündeme geldiği günümüzde, ülkemizin dört bir yanında petrol arama çalışmaları yapılmakta ama yüzleri güldürecek sonuçlar elde edilememektedir. Peki, Osmanlı Devleti zamanında Anadolu’da hiç petrol araştırması yapılmadı mı? Ya da hiç petrol bulunmadı mı? Elbette ki araştırmalar yapıldı ve olumlu sonuçlara ulaşıldı. Musul petrollerinin Hazine-i Hâs­sa’ya devriyle eş zamanlı ola­rak, Anadolu’nun iki farklı ucunda daha petrol olduğuna dair bilgiler, İstanbul’a gelmiştir. Sultan 2. Abdülhamid, bu petrolleri Hazine-i Hâssa’ya almamış ve birinin Sadrazamına, bir diğerinin de yerli bir müteahhide ihale edilmesini istemiştir. Bu petrol madenlerinden ilki, İskenderun’un Kabaav (Arsuz) Nahiyesinin Çengân (Kepirce) köyündeydi. Askeri Daireler mü­teahhidlerinden Ahmed Ne­cati Bey tarafından keşfedilen bu petrol madenlerinin ihalesinin 75 yıllığına yine kendisine verilmesi için, 23 Mart 1889 tarihinde Şûrâ-yı Devlet Tanzimat Dairesinde toplantı yapılmıştır. Toplantıda, petrol madeni için fabrika kurulmasına ve madenden sahile kadar petrol boru hattı döşenmesine izin verilmesi ve Maden Nizamnamesinde belirtilenin haricinde bir gümrük vergisi alınmaması kararı verilmiştir (DAB, İ.MMS, 105/4493-1). Bu karar, Sultan 2. Abdülhamid’e arz edilmiş ve Sultan tarafından da 14 Haziran 1889 tarihinde onaylanmıştır (DAB, İ.MMS, 105/4493-9). Ahmed Necati Bey, madenin işletme hakkını almasının üzerinden aylar sonra, bu hakkını Hasan Tahsin Efendi’ye devretmiştir. Hasan Tahsin Efendi, anonim bir Osmanlı şirketi kurarak, madeni bu şirket aracılığıyla işletmek istiyordu. Bu hususta yaptığı müracaatlara izin çıktı (DAB, İ.MMS, 113/4831-1). Maden, 1916 senesine kadar resmen işletildi. 1916 senesinde işletme imtiyazı, Şûrâ-yı Devlet kararıyla iptal edildi. O zamandan sonra maden âtıl vaziyette kaldı. Çengen Köyü civarında petrol madeninin işletilmesinde kullanılan makine ve aletlerin hurdaları 1950’li yıllara kadar görülebilmekteydi. Şarköy’de Petrol Musul petrollerinin Hazine-i Hâssa’ya devriyle eş zamanlı olarak petrol madeni bulunan bir diğer kaza Şarköy’dür. Osmanlı Devleti’nde Edirne’ye bağlı bir kaza (ilçe) olan Şarköy’de 1890’lı yılların ikinci yarısında kömür ve petrol madenleri bulunur. Sultan 2. Abdülhamid, bu madenlerin işletilmesi imtiyazının Sadrazamı Halil Rıfat Paşa’ya verilmesine karar verir. Şarköy’ün sahil kesiminde bulunan maden sahasının yüzölçümü yaklaşık 32 km² idi. Petrol sahası Şarköy ile Mürefte arasına denk gelen bir alandır. Yapılan araştırmalarda önceleri, çıkan petrolün iktisadi olmadığı düşünülerek tam bir üretime geçilmemiştir. Fakat farklı şirketler aracılığıyla araştırma faaliyetleri devam etmiştir. Bu araştırmalarda her ne kadar petrolün az olduğu sonucuna varılsa da konu ile ilgili kaynaklardan, çok ciddi bir araştırma yapılmadığı anlaşılmaktadır. Aslında bu tür petrol araştırmalarının neticelerinin hep akim kalmasının temel sebebi, madenlerin asıl üretime geçecekleri 1910’lu yılların savaşlarla geçmesi olsa gerek. Sonraki senelerin ilgisizliği de eklenince, günümüzde bu petrol sahalarının akıbeti ile ilgili bir veri elimizde bulunamamaktadır. Sinop’ta Petrol İskenderun ve Şarköy’ün ardından petrol madeni tesbit edilen bir diğer şehrimiz Sinop’tur. Sinop’ta, 1909 senesinde petrol bulundu. Ve bu petrol kuyusu, yıllarca faal olarak işletildi. Sinop’a bağlı Boyabad İlçesinde bulunan petrolü çıkarmak için, Osmanlı tebeasından Altunoğlu Yuvan Efendi isimli bir vatandaş, izin başvurusunda bulunur. Yuvan Efendi’ye 15 Eylül 1909 tarihinde ruhsatname verilir. 15 Kasım 1909 tarihinden itibaren geçerli olan ruhsatnamenin geçerlilik süresi bir seneydi. Bu sebeple Yuvan Efendi, petrol madeninin işletmesini 99 seneliğine üzerine alabilmek için tekrar başvuru yaptı. Başvurduğu Maâdin Umûm Müdürlüğünden aldığı mazbata, mukavelename ve şartname ile Ticaret ve Ziraat Nezaretinden aldığı tezkerenin Şûrâ-yı Devlet’e ulaşması 1913 senesini buldu. Müracaat evrakları arasında, madenden çıkarılan petrolün numunesiyle ilgili 14 Haziran 1911 tarihli fennî rapor da bulunmaktaydı. Rapora göre, madenden çıkarılan numunenin %81,5’inin maden yağı, %18,5’inin petrol ve %0,5’inin benzin olduğu ifade edilmekteydi. Numuneden çıkan sonuçlar, petrol madeninin işletilmeye uygun olduğunu göstermekteydi. Ancak petrol madeninin ihale yolu ile Yuvan Efendi’ye verileceği duyumunu alan madenin etrafındaki köylerin muhtarları, Şûrâ-yı Devlet’e müracaat ettiler. Madenden çıkacak toprağın köylerinin su yataklarına zarar vereceğini söylediler. Bunun üzerine Şûrâ-yı Devlet, Sinop Mutasarrıflığına madenle ilgili görüşlerini sorar. Sinop Mutasarrıflığının cevabi yazısında, su yataklarının zarar görmesinin dışında petrol madeni ile ilgili olarak dikkat çekici hususlar yer almaktaydı. Yazıda Rus Konsolosunun Sinop’a gelerek madenle ilgili araştırmalar yaptığı ifade edilmekteydi. Yazıda ayrıca, petrol madeninin ihalesini almak isteyenlerin Rus gazı ile rekabet edebilmek için gayret göstermeyeceklerinden ve madeni etkin bir şekilde üretime geçirmeyeceklerinden de bahsedilmekteydi. Bu ifadeler gösteriyor ki; Rus­ya’nın doğalgaz rezervlerinin farkında olan Osmanlı Devleti, ileriye dönük olarak rekabet edebilmek için kendi topraklarında petrol ve doğalgaz araştırmaları yapıyordu ve bu konuda geleceğe dönük ciddi faaliyetlere girmek düşüncesindeydi. Sinop Mutasarrıflığı, Rus Konsolosunun Sinop’ta bir Rus gazı havuzu yapmak istediğini ve Sinop’ta petrol çıkarılması durumunda Osmanlı Devleti’nin ne kadar petrol ihraç edeceğini araştırdığını ifade etmiştir. Bu şekilde, Osmanlı Devleti’nin muhtemel bir petrol ihracı kapasitesini öğrenmeye çalışan Rusya, Osmanlı’nın bu konudaki rekabet gücünü araştırmaya çalışıyordu. Bu sebeplerden dolayı Sinop Mutasarrıflığı, Osmanlı Devleti için büyük önem arz edebilecek olan bu madenin ihalesinin, rastgele bir vatandaşa değil, güvenilir bir şirkete verilmesi gerektiği düşüncesini de Şûrâ-yı Devlet’e bildirir. Şûrâ-yı Devlet Maliye ve Nafia Dairesinde Sinop’taki bu petrol madeni hususu, 21 Mayıs 1913 tarihinde görüşüldü. Sinop Mutasarrıflığının uyarılarına rağmen Maliye ve Nafia Dairesi, ihalenin Yuvan Efendi’ye verilmemesinin Madenler Nizamnamesine aykırı olduğuna hükmetti ve 99 seneliğine ihalesine karar verdi. Maliye ve Nafia Dairesinin bu mazbatası, Şûrâ-yı Devlet Umûmî Heyetinde de okundu ve 7 Haziran 1913 tarihinde orada da aynen kabul edildi. Böylece petrol madeni, 99 seneliğine Altunoğlu Yuvan Efendi’ye ihale edilmiş oldu. Şûrâ-yı Devlet’ten izin çıkmasına rağmen, Sinop’taki petrol madeni ihalesi mazbatası, Sadaret’te üç buçuk sene bekletilir. Sinop Mutasarrıflığının endişeleri yerinde bulunmuş olacak ki; tabiri yerindeyse mazbata bu kadar sene sümen altı edilmiştir. Nihayet 1916 senesinin sonlarına doğru Yuvan Efendi, Ticaret ve Ziraat Nezaretinden ihale başvurusunun sonucunu sorar. Yuvan Efendi’nin başvurusu üzerine, konu tekrar gündeme gelmiş ve Sadrazam Said Halim Paşa riyasetindeki Şeyhülislam ve Nazırlardan müteşekkil Meclis-i Mahsûs tarafından 27 Aralık 1916 tarihinde ihale süreci onaylanmıştır. 1 Ocak 1917 tarihli Sadaret yazısı ile de petrol madeninin işletilme sürecinin denetlenmesi ile ilgili olarak, Ticaret ve Ziraat Nezareti görevlendirilmiştir. 27 Aralık 1916 tarihinde 99 seneliğine petrol madeninin işletilmesi ihalesini alan Altunoğlu Yuvan Efendi, 1917 senesinin ağustos ayında madendeki hissesinin üçte birini Ahmedzâde Hacı Ali Şükrü Efendi’ye devretmek için Ticaret ve Ziraat Nezaretine başvurmuştur. Ticaret ve Ziraat Nezareti, 8 Ağustos 1917 tarihinde hisse devrini onaylamıştır. Hisse devri, 19 Ağustos 1917 tarihinde ise Meclis-i Vükelaca da onaylanmıştır. Yine Sinop ilinin farklı mevkilerinde ve köylerinde de 1900’lü yılların başlarında petrol bulunduğuna dair birçok vesika bulunmaktadır. İskenderun ve Şarköy ile kıyaslandığında Si­nop’un petrol açısından daha zengin olabileceği anlaşılmaktadır. Ancak diğerlerinde olduğu gibi bu maden sahasından da günümüze pek bir şey kalmadığı görülmektedir. Uzun savaş yıllarına denk gelmesinden dolayı gereken önemin verilemediği anlaşılmaktadır. Dedeağaç’ta Petrol Dedeağaç 1910 senesinde, Edir­ne vilayetimize bağlı bir san­caktı. Balkan Savaşlarıyla bir­likte elimizden çıktı. Günümüzde ise Yunanistan’a bağlı bir şehirdir. Dedeağaç’ta petrol 1910 senesinde bulundu ve işletilmesine karar verildi. İhalesinin Mektubi-i Maliye Hesabat-ı Umumiye Müdürlüğünden emekli Mustafa Hayri Efendi’ye verilmesi kararlaştırıldı. İhale kararı, 21 Haziran 1910 tarihinde Sultan 5. Mehmed Reşad tarafından onaylandı. Ancak bu ihalenin üzerinden daha birkaç sene geçmeden patlak veren Balkan Savaşlarıyla birlikte, bu maden de âtıl vaziyete düştü. Hulâsâ Yukarıda izah edilen belgelerden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı Devleti’nin petrol araştırmaları konusunda ufku çok genişti. Öyle ki, teknolojinin ve bilgi birikiminin günümüzde geldiği mevcut ileri seviyede dahi tahmin edemeyeceğimiz yerlerde petrol araştırmaları yapılmış, kuyular açılmış ve işletilmiştir. Petrolün öneminin anlaşıldığı dönemde saltanatta olan Sultan 2. Abdülhamid’in petrol araştırmaları hususunda güttüğü siyaset, petrol madenlerinin işletilmesinin ya Hazine-i Hassa aracılığıyla bizzat devlet eliyle yapılması ya da tamamen yerli ve Müslüman ahali tarafından işletilmesiydi. Petrol madenlerinin işletilmesinde yabancıların müdahalesini istemiyordu. Yabancı sermayeye asla izin vermiyordu. Gelen talepleri reddediyordu. Ancak Sultan 2. Abdülhamid’ den sonra iktidarı ele geçiren Hareket Ordusu güdümündeki yeni yönetim, petrol madenlerinin işletilmesi hususunda yerli sermayeden ziyade yabancı sermayeye daha öncelik tanıdı. Öyle ki petrol madeni işletilme imtiyazı ihalelerinin ilanları Avrupa’da yayınlandı. Sultan 2. Abdülhamid’den sonra karışıklıktan ve savaştan başını kaldıramayan Osmanlı Devleti, petrol madenlerine gereken ilgiyi gösteremedi. Ve büyük kısmı elimizden çıktı, kalanlar ise ilgisizlikten harap hale geldi. Günümüze gelindiğinde ise, Osmanlı Devleti’nin petrol bulduğu ve çıkarmaya çalıştığı bu sahalarla ilgili Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığımızın devreye girmesi ve yeniden araştırma yapılması tarihi bir sorumluluğumuzdur.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiRİSALE-İ NURLAR HAKKINDA NE DEDİLER ? 3
Risale-i Nur

“Risale-i Nur, sahili olmayan bir okyanustur. Okudukça, mütalaa ettikçe bu okyanusta derinlere dalıp incileri toparlıyoruz.” Kendinizi tanıtır mısınız?   Benim adım İbrahim Halil El-Ubeydi. Komşu ülke Irak’ın Kerkük eyaletindenim. Usul-ü fıkıh alanında birçok hocadan ders aldım. Şu an Kerkük’te imam hatiplik yapmaktayım. Risale-i Nur ile ne zaman tanıştınız? İlk olarak 10 yıl önce elime bir yerden bir risalecik geçti. Genel olarak göz gezdirip okudum. Bizim ülkemizde Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nurlar gayet meşhur, hocalarımızdan çokça duyuyorduk. Ben gerçek manada 2017 yılında Risale-i Nurlardan istifade etmeye başladım. Irak âlimler meclisi ile Hayrat Vakfı tarafından ortak organize edilen bir kamp çalışmasına katıldım. Bu kamp vesilesiyle Risale-i Nurları ve İmam Nursi’yi çok daha yakından tanıma fırsatım oldu. Özellikle bu dersleri bizzat talebelerinden dinlemek fırsatı beni son derece mutlu etti. Çünkü bize ders veren hocalar Risale-i Nura iyi düzeyde hâkim idiler. Bu çalışma vesilesiyle Risale-i Nur yolculuğum başladı. Fikri ve ilmi yolculuğun yanında Türkiye’de birkaç ili gezerek Bediüzzaman Hazretlerinin yaşadığı ve eserleri telif ettiği yerleri görme fırsatımız oldu. Özellikle Isparta’yı unutamıyorum. Üstadın gezdiği ve risalelerin telif edildiği yerler ve yaşayan Risale-i Nurları görmek çok güzel bir duyguydu. Said Nuri Hocamızla görüştük. Risale-i Nurlar ve Sahabe Efendilerimizden uzun uzun bahsetti. Anlattığı şeyler beni çok etkiledi. Allah razı olsun. Risale-i Nur’u mütalaa ettiğinizden bahsettiniz. Bu mütalaalarınız ışığında Ri­sale-i Nurları nasıl buldu­nuz? Kısaca bahseder misiniz? Risale-i Nurları mütalaaya başladığım ve işin ehli hocalarla okuduğum vakitten bu yana çok ciddi istifade ediyorum. Bu müzakereler ve ilmi oturumlar ile bütün risaleleri anladığımı söyleyemem ama birçoğunu mü­talaa etme fırsatımız oldu. Zihnimi kurcalayan, ilmi ve ikna edici cevap bulamadığım çokça sorular vardı. Bu sorular daha çok bu asırda yapılacak hizmet metodu ve insan yetiştirme ile alakalı idi. Risale-i Nur’da bu sorularıma ilmi ve ikna edici cevapları buldum. Kanaatimce, Risale-i Nur’lar iman, eğitim ve tefsir konularını kapsayıcı ve bu asrın diline uygun, benzeri olmayan ve muhatabı ikna eden yüksek tesiri ile malumatları dikkatli bir şekilde ulaştıran bir tarzda vermektedir. Risale-i Nurlar, sahili olmayan bir okyanustur. Okudukça, mütalaa ettikçe bu okyanusta derinlere dalıp incileri toparlıyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinin imani meseleleri ele alış tarzı ve üslubunu nasıl buluyorsunuz? İmam Nursi (ra), imani meseleleri ele alış tarzı ve üslubu tesirli ve nebevi bir üsluptur. Benim gözümde Üstad son derece yetenekli bir mürebbidir. Kendisi bizzat nefsinden başlayarak bu hali ilk talebelerinde ortaya koymuştur. Makasıd-ı Şeriayı çok iyi derecede bilmesi, İslam’ın şumuliyeti ve risaletini çok iyi bir şekilde idrak etmesi, Şer’i delillerden hükümleri istinbat ederken güzel bir metot kullanması, Kur’an’ın ayetleri ve Hadis-i şerifleri anlayış tarzı, asrın hastalıklarını en iyi şekilde teşhis edip ona münasip ilaçları Kur’an eczanesinden ortaya koyması gibi hususiyetler, İmam Nursi’nin bu asırda ihtiyacımız olan bir metot ve imani meseleleri tebliğ etmede güzel bir yöntem ortaya koyan bir zat olduğunun göstergesidir. Aynı zamanda Kur’ani bir üslubu vardır. Çünkü iman hakikatlerini akli deliller ile izah eden bir metot kullanmıştır. Bu da imani meselelerin izahında çok karşılaştığımız bir üslup değildir. Ortaya koyduğu hizmeti de herkesi kuşatan bir üsluptadır. Bizzat kendisinden başlayarak ve muhatabı nefis kılarak kendini ve toplumu ıslah etmiştir. Herkese hitap eden hizmet metodu Kur’an’ın işaret ettiği ve ele aldığı metottur. Çünkü Allah Kur’an-ı Kerim’de sadece Müslümanlara değil, bütün insanlığa hitap etmiştir. İslam dini bütün insanlığı hidayete ulaştırmak için gelmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin Makasıd-ı Şeriadan bu maksadı idrak etmesi ve hizmetinde tatbik etmesi onun davetine ve hizmetine bir kabul vermiştir. İnsanlar bu eserleri duyduklarında ve istifade için okuduklarında bunu çok rahat bir şekilde mülahaza ediyorlar. Başka zikretmek istediğim bir hususiyet ise, ihtilaf yerine ittifakı ve ihlası esas almasıdır. Bütün Müslümanların ortak değerlerine ehemmiyet verip birlik ve ittihadı ön plana çıkarıyor. İman davasını esas alması da bir cihette bütün İslam toplumlarının ortak bir davası olmasıdır. Bu vesileyle bütün Müslümanları toparlayabilecek, bütünleştirebilecek esasın iman olduğuna dikkat çekmiştir. Siyasi ihtilaflara girmeden, herkesin kabul edebileceği imanın ihyası davasını esas tutmamız, bizim için şu an çok önemlidir. Biz Iraklı âlimler Risale-i Nurlarla tanıştığımızdan bu yana imanın ihyası davasını esas yaptık ve bunun için çaba ve gayret etmeye çalışıyoruz. Elhamdülillah semerelerini çok rahat bir şekilde görebiliyoruz. Çok çeşitli kabile ve mezhebi görüşlere sahip Irak toplumunu, bu Risaleler ile toparlayabiliyoruz. Risale-i Nurların Irak’ta ve dünyada neşredilmesi­ni ehemmiyetli buluyor musunuz? Bütün dünyanın Risale-i Nurlara ve verdiği bakış açısına çok ciddi ihtiyacı var. İslam âleminin çektiği sıkıntılara edviye ve ilaçlar sunan bu kıymetli eserlerin intişarı bizim için büyük bir vazifedir. Allah’a binlerce kez şükürler olsun, Irak’ta çok ciddi şekilde bir inkişaf var. Iraklı âlimler, imamlar ve hatipler Risale-i Nurlardan istifade etmekte ve çeşitli ortamlarda bu hakikatleri anlatmaktadırlar. Hatta birçok âlimimiz eski kullandıkları sözleri ve üslubu bırakıp yeni bir ifade olan “imanın ihyası” üzerine çalışmaktadırlar. Eskiden yaşadıkları birçok sıkıntılar bu imani sözler sayesinde izale olmuştur. Hatta birçok medrese hocası âlim insanlar bu eserleri eğitim müfredatının içine koymuş durumdalar. Konuşmanızın başında fı­­­­­kıh ve fıkıh usulüyle hu­­­su­si olarak ilgilendiği­ni­zi bah­settiniz. Kendi ala­nınız nazarıyla baktığınızda Ri­sale-i Nur’u nasıl buluyor­sunuz? Fıkıh alanından farklı olarak İslam fikir ve düşüncesiyle hususi ilgilenmeye çalışıyorum. Kâsır fikir ve düşünceme göre Risale-i Nurlar imani terbiye ve eğitim ile istikametli İslam düşüncesini birleştiriyor. Risale-i Nurlar bütün akıllara ve tabakalara hitap eden bir hususiyete sahiptir. İslam düşüncesinin yanlış anlaşılan veya anlaşılmayan birçok hususiyetini muasır bir üslupla izah eder. Doğruya veya hakikate insanı çok kolay bir şekilde ulaştırır. Bu durum da Bediüzzaman Hazretlerinin ilmi derecesinin üstünlüğüne, Kur’an ve Hadisleri anlayışına, gizli ve anlaşılmayan manaları ve işaretleri istihraç hususiyetine delildir. Bunlar sathi bir Kur’an okuyuşu ile çıkarılacak manalar değildir. Bu dakik nazar ve ilim genişliği Risale-i Nurlara genişlik ve ihata vermiştir. Tefekkür vasıtasıyla marifetullaha ulaştıran Risale-i Nurlar, bütün kâinata olan bakış açımızı değiştiriyor. Bu asrın insanının tefekküre gerekli ehemmiyeti veremediğini fark eden Bediüzzaman Hazretleri, bunun izalesi için insanların hususen Müslümanların ayetin emri olan “Hiç düşünmez misiniz?” hitabına uygun bir tarzda bir nazar ve bakış açısı vermeye çalışır. Ayrıca bu tefekküre odaklanmak için dünya cereyanlarını fazla takip etmemek ve en küçük daire olan kalp dairesinde en büyük vazifeyi ifa etmek gibi hususiyetlerden bahsetmektedir. Kanaatimce bu tefekkür düsturunu yayabilirsek birçok problemi kendiliğinden çözmüş olacağız. Risale-i Nur talebelerine bir mesajınız veya iletmek istediğiniz bir şey var mı? Son olarak başta kendi nefsime ve Risale-i Nurları okuyan kardeşlerime iletmek istediğim şey; bıkmadan, istifade ederek okuyalım. Risale-i Nurları okuyup başkalarına hayatımızla anlatmamız çok önemlidir. Biz Risale-i Nurları yabancı dillerden okuyanlar, bu eserlerin ehemmiyetini idrak edip anlayabiliyoruz. Kaldı ki siz Türkler bu hakikatleri kendi dilinizde okuyup anlıyorsunuz. Risale-i Nurlardaki yoğun ilmi konuları marifetullaha götüren bir basamak olarak okuyup mütalaa yoluyla istifade edebiliriz. Bu güzel, kıymetli eserlere tüm dünya Müslümanlarının ihtiyacı olduğu gibi, Türkiye halkının da ciddi ihtiyacı vardır. Bu necip millete bu hakikatleri anlatmak için elinizden geleni yapmanız gerekir. Cenab-ı Allah’tan en büyük arzum bu hakikatleri en iyi bir şekilde öğrenip başta kendi nefsime sonra bütün Müslümanlara anlatabilmektir. Rabbim bizleri ve sizleri muvaffak eylesin. Ayrıca bu röportaj için de teşekkür ederim. Bu sualler vesilesiyle ne kadar büyük bir hazineye sahip olduğumuzu bir daha idrak ettik. Allah razı olsun.

Rıdvan ABUD 01 Aralık
Konu resmiİmanın Hassası Bir Değer
İtikad

Biz doğruluğa teşvik edilmedik mi? Doğru ile mesul değil miyiz? Ve “Festekim” emrini kendine şiar edinmiş, “doğru”yu kendisiyle (asm) tasdik, teslim etmiş Allah Resulünün (asm) ümmeti değil miyiz? O ZAMAN; Gerçeği söyleyerek ve konuşarak, Gerçeğe uygun hareket ederek, Dürüst ve güvenilir olarak, Yalanın karşıtı olan hakkı aslına uygun bir şekilde  anlatarak, Onu (sav) örnek almış olur, Onun (sav) gibi oluruz. Onu (sav) bütün beşeriyet mertebelerinin yükseğine çıkaran bu hakikat ile yakınlaşırız Ona (sav) ve Hakk’ın rızasına. Hemen her hareketi ve fiilleri, konuşması, hali, ahlakı, tavırları, iç ve dış her görünüşü bu hakikatin ispatı değil midir? Onu (sav) bu hakikatinin hüccetleriyle tanımak ve bir rehber bilip tâbi olmak ne büyük bahtiyarlık! Hem Onun (sav) ashabı… Hz. Ebubekir es-Sıddîk (ra) başta olmak üzere, onları da diğer insanlara üstün kılanın bu hakikat olduğunu unutmamalıyız. Kardeşlik vasfının en önemlisinin, belki birincisinin bu hakikat olduğunu da böylece idrak edebilir, yalan ve doğruluğun farkının en aza indirgendiği bu asrın tehlikelerinden ve tuzaklarından o zaman kurtulabiliriz. Müslüman için başını kaldırıp da ideal edinmesi gereken ittihat-ı İslam’ın vücudunu, icra sahasındaki farklı coğrafyalardan müteşekkil alem-i İslam’ın nizamını aynı hakikati üssülesas edinerek tesis edebiliriz. HEM BİLELİM Kİ; İmanımızla doğru orantılıdır bu hakikat. Bu hakikat bize elzem olan tahkiki bir imanın yanı sıra yürümektir. Yeter ki zaman değişmiş, asır başkalaşmış demeyelim, göz ardı etmeyelim. Hafifleştirmeyelim. Tevile bulaştırmayalım. “Ben de herkes gibiyim” deme lüksüne girmeyelim. Sair insanların bin bir türlü farklı sebeple, aslında imani bir zaafla bu hakikatten uzaklaşmasının bizim için bir bahane teşkil etmeyeceğini bilelim. Yeter ki bu hakikatin iman ile olan rabıtasını sağlam tutabilelim. İmani neş’e ile ettiğimiz dualarımızda sadakat cevherini sebat ile imtizaç eyleyip “azami sadakat ve sebat” niyazlarımızla yürüyebilelim rıza-yı İlahi yolunda. HEM; Sarsmayalım bu hakikati, maazallah yoksa imanımızı sarsarız. Hususen her imtihan halimizde kılı kırk yararcasına bir kontrolden geçmeli, Hafîz olan Rabbimizin hıfzına sığınmalıyız. Ondan “ihlaslı bir sadakat” niyaz etmeliyiz. Hani ne varsa ihlasımızı zedeleyen; tamah, şöhret, korku, enaniyet, tenperverlik, tenbellik… Bilmeliyiz, aynı zamanda bu hakikate zarar verir onlar. Kaçınalım onlardan ve onlar başta olmak üzere farklı türevlerinden. Böylelikle, Tüm güzel huylarımızın kendisiyle irtibatlı bulunduğu bir nevi kalbin itici gücü olan bu hakikatle güzel ahlakımızı hayatlandırabilelim, muhafaza edebilelim. Aynı zamanda ulvi hislerimizin mizacını bozmayalım. Ve dahi “İnsan-ı kâmil” olma yolunda vesilemizi kaybetmeyelim. Biz yapmayalım, biz sakınalım ki aynı hakikatle tüm beşeriyetin kabe-i kemalata ulaşmasının yolunu açacak büyük bir hizmete hadim olalım. NETİCEDE; Bu hakikat olunca İbrahim Aleyhisselamın bahçesinin serinliği olur imtihan sıcaklıklarında ve sair peygamberânın (as) mücadelesinin hüsn-i hatimesi bulunur. Hem Fahr-i Kâinat’ın (sav) kapı kapı çevrilişlerindeki duasının, ilticasının bereketi olur onun (sav) kadar olmasa da hüzünlü kalplerimizin dillerinde. Hazinelere sahip olabiliriz biz; hem imana hem kâinata ait definelere… Ama unutmayalım ki bu hazinelerin anahtarı bu hakikattir. Bu hazineler ancak bu anahtarla açılır. Nedir bu hakikat? Elbette ki kizb’in, yalancılığın zıddı: sıdktır ve doğruluktur bu hakikat. Ya Rabbi! Bize azami derecede sadakat ve sebat ihsan eyle. Hz. Ebubekir’in (ra) en mühim vasfı olan sıddıkıyet ile şereflendir bizleri!

İbrahim SARITAŞ 01 Aralık
Konu resmiÇocuk Eğitiminde Nebevi Usuller
Eğitim

Nebevi terbiyede, yedi yaşına giren çocuklara namaz kılmayı öğretmeli ve namaza başlatmalıdır. 10 yaşına kadar tedrici bir alıştırma dönemi vardır. Aynı zamanda en geç 10 yaşından itibaren çocukların cinsiyetlerine bakılmaksızın bütün çocukların yatakları ayrılmalıdır. Çocukların büyüklerin odasına izin isteyerek girmeleri öğretilmelidir. Malumunuz fıkıh ve ilmihal kitaplarında mevcuttur: “İlmihal bilgisini bilmek kadın, erkek her Müslümana farzdır.” Bu cümle biraz eksik anlaşılmış olmalı. Elbette her Müslümanın asgari derecede ibadetlerini yapacak kadar İslam fıkhına dair bilgisinin olması lazımdır. Ama bu kelimeyi “ilm-i hal” şeklinde Osmanlıca bir tamlama olarak aldığımızda “halin ilmi” yani kişinin içinde bulunduğu duruma dair ilim demektir. Misalen, kişi evlenecekse aile ile ilgili hükümleri, anne-babaysa ebeveynlik mesuliyetlerini, tüccarsa ticaretle ilgili İslami hükümleri bilmesi icap eder. Hem İmam-ı Azam Hazretleri fıkhı, “Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir” diye tarif eder. Bizler de çocukla muhatap olan bir anne-baba ya da bir hala, amca, dayı, teyze ya da bir muallim olabiliriz. Bu vesileyle çocuk eğitiminde lehimize ve aleyhimize olan durumları, bulunduğumuz hal ile ilgili nebevi yöntemleri iyi bilip uygulamaya çalışmamız icap eder. Bir Baba Olarak Peygamber Efendimiz (asm) Peygamber Efendimiz (asm) şefkatli, merhametli, sabırlı, çocuklarıyla çocuklaşabilen, Hz. Fatıma hariç bütün evlatlarının acısını görmüş, yüreği yanık bir babaydı. Efendimiz (asm) öncelikle çocuklarına güzel isimler koyardı. Çocuklarına sevgisini söz ve davranışlarıyla ifade ederdi. Eğitimlerine büyük önem verirdi. Konuşmaya başladıklarında bazı ayetleri tekrarlatarak okuturdu. Çocukların terbiyesinde kesinlikle yalana yer vermezdi. Ağlayan çocuğa yapamayacağı şeyi vaad eden anne-babaları ikaz ederdi. Çocuklarla şakalaşır, oyunlar oynardı. Hatta çocuklarla oyun oynarken, oyundan direk olarak çıkmaz, çocukların gönlünü alırdı. Hem hayatında çocuklarla iletişimde bizlere böyle güzel örnek olan Efendimiz (asm) “Çocuğu olan kimse onunla çocuklaşsın.”1 diyerek bizlere ne de güzel tavsiyede bulunmuştur. Bunun anlamı günümüz psikolojisinde empatidir. Kendini çocuğun yerine koyup, onu anlamaya çalışmak, onunla hemhal olmaktır. Bediüzzaman Hazretleri bu durumu şu şekilde ifade etmiştir. “Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur, çocuğun fehmi, kendisinin söylediği gibi sözlerle ünsiyet peyda eder ve kendi anlayacağı tarzda söylenilen sözleri dinler ve anlar. Aksi halde, o insan ile o çocuk arasında bir malumat alış-verişi olmaz.”2 Peygamber Efendimizin (asm) Çocuklara Hoşgörü ve Merhameti Efendimiz (asm) çocukların hatalarına karşı hoşgörülü ve merhametli davranırdı. Hatalarını düzeltmek için azar, tenkit, surat ekşitme gibi yollara başvurmazdı. Kolaylaştırır zorlaştırmaz, müjdeler verir nefret ettirmezdi. Onların duyguları­nı anlardı. Kuşu ölen beş yaşındaki çocuğa taziyeye gitmesi de bu kabildendir. Uyardığı zaman güzellikle, tatlı dille uyarır, alternatif yollar gösterirdi. Saadet asrından bir misal: Asr-ı saadetin yaşı küçük sahabilerinden Rafi’ b. Amr el-Gıfari (ra) bir hatırasını şöyle anlatır: “Henüz çocuk iken Ensar’ın hurma ağaçlarını taş­lamıştım. Bunun üzerine beni yakalayarak Allah Resulüne (sav) götürdüler. O bana ”Yavrucuğum hurmayı niçin taşlıyorsun?” diye sordu. Ben “(Karnım açtı) Düşürdüğüm hur­maları yiyorum.” diye cevap ve­rince Hz. Peygamber (asm) “Hur­mayı taşlama, altına düşenlerden ye” buyurdu. Sonra başımı okşadı ve “Allah’ım, bu çocuğun karnını doyur! diye dua etti.”3 Bu Hadis-i Şerifte görüyoruz ki, çocuğa yanlışı söylenirken mahcub edilmiyor, haya perdesi yırtılmıyor. Yalnız sınırlar net bir şekilde çizilirken, alternatif yol gösteriliyor ve yerdeki hurmaları yiyebileceği söyleniyor. Peygamber Efendimizin (asm) Terbiye Usulü Ebu Hüreyre (ra) şöyle dedi: Hz Ali’nin oğlu Hasan (ra) sadaka edilen hurmalardan birini alıp ağzına atmıştı. Bunu gören Resulullah (sav), “(Keh! keh! (eh kötü manasındadır.) At onu! Bizim sadaka edilen şeyleri yemediğimizi bilmiyor musun?” buyurdu.4 Bir rivayete göre şöyle buyurdu: “Bize sadaka helal değildir bilmiyor musun?”5 Bu Hadis-i Şerif Efendimizin (asm) torununu nasıl terbiye ettiğini, bilmediği bir meseleyi nasıl öğrettiğini gösteriyor. Hz. Peygambere (asm) ve ehl-i beytine zekât ve sadaka helal değildir. Efendimiz (asm) bunu bilmeyen torununu ikaz ederken, anlayacağı bir dille anlatmaktadır ve yasaklanan şeyin sebebini de ifade etmektedir. Hem bu Hadis-i Şeriften de anlıyoruz ki, çocuğa daha küçük yaşlarda helal ve haramı öğretmek suretiyle dini terbiye verilmelidir. Çünkü bir çocuk küçükken kuvvetli bir iman dersi ve dini terbiye almazsa, büyüdüğünde imanın ve İslam’ın esaslarını çok zor ruhuna alabilir. Gayr-i Müslim birisinin İslamiyet’i kabul etmesi derecesinde zorluk yaşayabilir. Biz ebeveynlere düşen vazife, evvelen İslam’ı lisan-ı halimizle yaşayarak anlatmamız, sonra da çocuklara talim etmemiz icap etmektedir. Nebevi terbiyede, yedi yaşına giren çocuklara namaz kılmayı öğretmeli ve namaza başlatmalıdır. 10 yaşına kadar tedrici bir alıştırma dönemi vardır. Aynı zamanda en geç 10 yaşından itibaren çocukların cinsiyetlerine bakılmaksızın bütün çocukların yatakları ayrılmalıdır. Çocukların büyüklerin odasına izin isteyerek girmeleri öğretilmelidir. Başta namaz olmak üzere ibadetler hususunda çok hassas olan Peygamber Efendimiz (asm) kızı Fatıma’ya hitaben: “Ey Resulullah’ın kızı Fatıma! Sen de kendini Allah’tan satın almaya çalış; zira senin için de bir şey yapamam.”6 diyerek bizlere de ders vermiştir. Ezcümle; Peygamber Efendimiz (asm) çocuklara asil bir insan muamelesi yapmıştır. Onlara selam verip, başlarını okşamış, hayır dualarda bulunmuştur. Çocuklar arasında sevgi ve kıymet verme noktasında kız ve  erkek ayrımı yapmamıştır. Çocuklara yapılan harcamaların sevap vesilesi olduğunu bildirmiştir. Ailesine karşı maddi-manevi sorumluluklarını yerine getirmiştir. Ailesini israftan, cimrilikten ve dünya malına düşkünlükten sakındırmıştır. Bizler müfsit aletlerin çoğaldığı, adeta hazzın ve maddi lezzetlerin hayat gayesi olduğu bir zamanda çocuklarımızı eğitirken endişeler yaşamaktayız. Nebevi terbiye usullerinden uzaklaştık. Ama niyetimizi sağlam alıp gayret edersek biiznillah nebevi hayatın nurundan istifade edebiliriz. Hanemizdeki masum evlatlarımızla, masumane, samimi yaptığımız sohbetler, oyunlar hem onlara, hem bizlere yüzer sinemadan, birçok maddi lezzetten daha da zevkli gelecektir. Aynı zamanda çocuklarımıza medeni fenlerle birlikte, dini ilimlerden de tahsil etmelerini sağlamalıyız. Hz. Ali’nin (ra) şu sözü de bizlere yol göstermektedir: “Çocuklarınıza içinde bulunduğunuz zamanın bilgi ve kültürünü değil, daha sonraki bilgi ve kültürünü öğretiniz. Zira onlar sizin içinde yaşadığınız zamandan başka bir zaman için yaratıldılar.” Rabbim hanelerimizi nebevi nurdan istifademizi çoğaltarak, Asr-ı Saadetten bir hane gibi eylesin. Bizlere kitabında nasıl dua edeceğimizi de öğreten Rabbimize Furkan suresindeki şu ayetin sadasıyla niyaz ediyoruz. “Rabbimiz! Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden göz aydınlığı olacak (salih) kimseler ihsan eyle ve bizi takva sahiplerine imam (her hususta kendisine tabi’ olunan rehber) kıl!” (Âmin!) Kaynaklar: 1- Camiü’s-Sağir c. 6, s. 209, hn: 89752- İşaratü’l-icaz, 2103- Ebu Davud, Cihad 854- Buhari, Zekât 605- Müslim, Zekât 1616- Buhari, Vesaya 11; Tefsir 26

Hifa ÖZDEMİR 01 Aralık
Konu resmiGelenler Gidecek Yerleri Yenilerle Dolacak
Risale-i Nur

Risale-i Nurların hizmetinde büyük feyiz ve bereket olduğu gibi o hizmeti yapanların zorluklarla karşılaştıklarında beklenmedik ilahi yardımlara mazhar olduklarına çokça şahit olunmuştur. Bu durum, Risale-i Nura hizmet edenleri şevke getirdiği gibi hasımlarının da kuvve-i maneviyelerini sarsmaktadır. Dünya imtihanında sevkiyatın gitgide hızlandığı ahir zamanda bazen nur kahramanları da vazife-i hayatlarını bitirip bu dar-ı faniden göçüp gitmekteler. Hizmetteki sadakati, gayreti, ciddiyeti, ihlası ve insanlara hakikatleri neşretme cihetinde muvaffakiyeti ile öne çıkan kahramanların ahirete gidişi geride kalanları hüzne boğar. Bir kısım Nur talebelerinde de istikbale dair bir endişe bu sırada kendini gösterir: “Acaba bu kahraman kardeş(ler)imizin yeri dolar mı, biz onlar olmadan nasıl hizmet ederiz, şimdi bu ağır hizmet yükünü nasıl taşıyacağız?” gibi değişik düşünceler hâkim olur. Evet, gidenler gelmeyecek belki ama hizmet durmayacaktır. Cenab-ı Hak davasına sahip çıkacak nice kahramanları rahmetiyle ihsan edecektir inşaallah. İşte bu noktada Hz. Üstad’ın gönüllerimize su serpen şu ifadeleri bizi endişelerden, tereddütlerden kurtarıyor: “Azîz, sıddîk kardeşlerim! لِكُلِّ مُصِيبَةٍ اِنَّا لِلّٰهِ وَ    اِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Hakîkaten Hâfız Ali, Hâfız Mehmed, Mehmed Zühdü’nün vefatları; değil yalnız bize ve Isparta’ya, belki bu memlekete ve âlem-i İslâm’a büyük bir zâyiâttır. Fakat şimdiye kadar bir cilve-i inâyet olarak Risâle-i Nûr’un bir şâkirdi zâyi‘ olduğu zaman, der‘akab (aniden, birden bire) iki-üç tane o sistemde meydana çıktığından kuvvetle ümidvârız ki, başka şekilde o kahramanların vazîfelerini görecek ümid etmediğimiz yerden ciddî şâkirdler çıkarlar, görürler. Zaten o üç mübârek merhum zâtlar, az bir zamanda yüz senelik vazîfe-i îmâ­niyeyi gördüler. Cenâb-ı Erhamü’r-Râ­himîn onların yazdıkları ve neşrettikleri ve okudukları hurûf-u Nûriye adedince, onlara rahmetler eylesin. Âmîn.”1 Sevgili Üstadımız Nurun kahramanlarına manevi moral veren bu hakikati dile getirmesiyle pek çok hizmet ölçülerini de ortaya koymuş oluyor. Şimdi bu ölçülerden bazılarını not edelim: Ölçü: Az zamanda çok hizmet yapmak mümkündür. Bunu yapabilmek için ciddi gayret ve halisane sadakatle çalışmak gerekir. Hafız Ali ağabey ve emsali Risale-i Nurun kahraman şakirtleri olarak 20 senelik bir sürede 100 senelik bir hizmet-i nuriyeyi yaptılar. Mazideki kahramanlar şimdikilere hüsn-ü misal oldular. O zor zamanlarda bu kadar muvaffakiyetli hizmetler yapılabildiyse şimdiki imkânlara nispeten çok daha fazlasını yapmak mümkündür. İşte bize düşen o kahramanları bu derece muvaffakiyete götüren sırrı keşfetmek ve o sırrı kendimizde yerleştirmektir. Cenab-ı Hak o kahramanların lisan-ı haliyle bizlere şu ikazı manen yapıyor: “Ey Nur talebeleri seleflerinize bakınız. Onlar gibi Risale-i Nurlara hizmet yapmak isterseniz onlar gibi olmalısınız.” Ölçü: “Âlimin ölmesi, âlemin ölmesi gibidir”  sözü fetvasınca imana Kur’an’a büyük hizmetler etmiş insanlar ahirete gittiklerinde azim bir boşluk oluşur. Onların varlığında çok hissedil(e)meyen bu boşluk, yokluklarında derinden hissedilir. Fakat onları geri getirmez hiçbir hüzün. Onların yokluğu o beldeye, o ülkeye hatta ümmete bir kayıptır. Dine hizmet eden kahramanları hayatta iken görüp istifadeye çalışmak lazımdır. Onlarla bir olup hizmetlerinde yardımcı olmak da büyük bir fazilettir. Bazı insanlar yüz senede bir gelir, bazısı bin senede bir gelir. Zamanımızı iyi okumaya, etrafımızdaki değerleri fark etmeye çalışmalıyız. Değerlinin değerini elde iken takdir etmeli, kaybettiklerimizi yokluklarında fark etmenin acısını çekmemeliyiz. Ölçü: Manevi kahramanların ahirete irtihalinde ümitsizliğe düşmemeliyiz. Dinin sahibi Allah’tır. Dinine sahip çıkıp hizmet edecekleri gönderecek olan da Allah’tır. Cenab-ı Hak Kur’an’da Habib-i Ekrem aleyhissalatü vesselam efendimize insanlar ondan yüz çevirirlerse Allah’a tevekkül etmesini şu ayetle bildiriyor: “Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim. O, yüce Arşın sahibidir.”2 Üstadımız da bu ayeti şöyle tefsir ediyor: “Ve ey şefkatli Resûl ve ey re’fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arkalarını çevirip seni dinlemezlerse, merak etme! Semâvât ve arzın cünûdu, taht-ı emrinde olan ve Arş-ı Azîm-i Muhît’in tahtında saltanat-ı rubûbiyeti hükmeden Zât-ı Zülcelâl, sana kâfîdir! Hakîkî mutî‘ tâifeleri, senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir. Senin ahkâmını onlara kabûl ettirir.”3 Hem Risale-i Nurlara kahramanane hizmet edip ahirete gidenler pek çoktur. Allah’a hadsiz hamd-u senalar olsun ki dava sahipsiz kalmamış milyonlarla sadık şakirtler onların vazifelerini devralmıştır. Hizmetler gün geçtikçe ilerlemiş dünyanın değişik coğrafyalarında, kıtalarında nur faaliyetleri hız kesmeden devam etmiş/ediyor. Bu durum bir işarettir ki kim giderse gitsin rahmet-i ilahiye yerine yenileri gönderir inşaallah. Ölçü: Risale-i Nurlara hal-i hazırda hizmet etmek bahtiyarlığında olanlara mühim bir ders-i ibret olarak lisan-ı hal ile deniliyor ki: kimse kendisini vazgeçilmez zannetmesin. Ben olmazsam bu hizmet yürümez diye sakın ha düşünmeyiniz. Yoksa elinizdeki hizmeti kaybedebilirsiniz. Bu zamanda Risale-i Nurlar vasıtasıyla imana Kur’an’a hizmet etmek büyük bir nimettir. Nimete şükürle karşılık verilmezse gider. Nimet şükrü görürse ziyadeleşir, devam eder. Hizmet nimetinin şükrü hizmet iledir. Sahada cansiperane koşturmak iledir. Hizmetteki zahmetin rahmet olduğunun bilincinde olmak iledir. Ömrün nihayetinde lutf-u ilahiye mazhar olarak iman ile sahife-i hayatını hüsn-ü hatimenin hatemiyle kapamaktır asıl olan. Rabbim Nurun hizmetinde olan umum kahramanları muvaffak eylesin. Sırr-ı ihlasa mazhar edip rızası dairesinde ilelebet istihdam eylesin. Ömr-ü tavil, iman-ı kâmil, ilm-i nafi’, ihlas-ı etemm, rızk-ı vasi’ ve hüsn-ü hatimeye nail eylesin inşaallah. Amin. Kaynaklar: 1- Şualar 2, 148.  Altınbaşak Neşriyat.2- Tevbe suresi, 1293- Lemalar, 57-58

Zafer ZENGİN 01 Aralık
Konu resmiLuh
Kültür ve Medeniyet

Müslüman Afrika’nın çeşitli bölgelerinde; kırsal kesimlerde bulunan medreselerde eğitim gören öğrenciler “Luh” ya da “Loh” adı verilen tahta levhalarla eğitim görmektedir.  İslâm’ın ilk yıllarından beri dün­­yanın dört bir yanındaki Müs­­lümanlar, çok mühim ve övül­­müş bir amel olduğu için Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemeye çalışmıştır. Kur’ân-ı Kerimi öğ­renme ve ezberleme eğitimi dün­yanın farklı bölgelerinde de­ği­şik tekniklerle yapılıyor. Müslüman Afrika’nın çeşitli böl­­­­gelerinde; kırsal kesimlerde bu­­­­lunan medreselerde eğitim gö­­­­ren öğrenciler “Luh” ya da “Loh” adı verilen tahta levhalarla eğitim görmektedir. Bu tahta levhalar ile eğitim yöntemi yüz­­­yıllardır Afrika’da geleneksel eğitimin bir parçası olarak med­­reselerde kullanılmaktadır. Yazarak öğrenmeyi sağladığından, luh kullanımı öğrencilerin Kur’ân’ı ezberlemelerini daha da kolaylaştırmaktadır. Günümüzde Afrika’daki medre­seler, alışkanlık ve geleneklere bağlılığın yanında, bölgede devam eden yoksulluk sebebiyle de bu eğitim sistemini yaygın olarak uygulamaktadır. Müslü­man Afrika halkı, karşı­laştığı her türlü zorluğa rağmen eğitim konusunda kendi alternatiflerini üretmiş ve çocuklarının eğitimi için çaba sarf etmiştir. Neredeyse her aileden bir hâfızın çıktığı bu ülkelerdeki insanlar zorluklara karşı örnek bir mücadele vermektedir. Luh adı verilen tahta levhalar Afrika’da eğitim alanında yaşanan imkânsızlıkların nasıl aşıldığına ve cehaletle mücadeleye çok güzel birer örnektir. Bu tahta levhalar sadece ezber için kullanılmıyor, aynı zamanda üzerine tezhip ve süslemelerin işlendiği bir sanat eserine de dönüştürülüyor. Afrika’da maddî imkânsızlıklar nedeniyle yatılı eğitim çoğun­lukla derme çatma yapılar içinde verilmekte ve sabah na­mazı­­nın ardından güneşin doğuşuyla başlayan eğitim akşam ezanına kadar sürmektedir. Kısıtlı imkânlarla eğitim gören öğrenciler, sabahtan kursa gelerek hocalarının söylediği âyet­leri, ağaç dalı veya mısır sapından yaptık­ları kalemlerini, kauçuğun ham maddesinden veya kömür ezilerek özel olarak kendi hazırladıkları mürekkeplere batırarak “luh”ların üzerine âyetleri yazarak Kur’ân’ı ezber­lemeye çalışıyorlar. Yazılan âyet­­ler hep birlikte sesli şekilde oku­­yarak ezberleniyor, böylece da­ha hızlı bir şekilde âyetleri ezber­lemiş oluyorlar. Sesli olarak okunan âyetlerde çocuklar bir yeri hatalı okusa bile arkadaşından doğru olan şeklini duyduğundan hemen hatasını düzeltiyor, böylece suresini hatasız bir şekilde ezberlemiş oluyor. Luh üzerine yazılan bilgi veya âyet, ezberleninceye kadar silinmez; ezber tamamlanınca levha silinir ve yeni dersler levhaya yazılır. Öğrenciler âyetleri ezberledikten sonra luh’lara yenilerini yazmak için bir önceki yazdıklarını su ve yaprak ile yıkayarak tahtasını sonraki sayfayı yazmak üzere temizlemektedirler. Kullanılan mürekkep su ile temas ettiğinde çıktığından sürekli yıkanarak temizlenebiliyor. Eğer suyla çıkmıyorsa o zaman zımparalanarak temizlenmesi sağlanmaktadır. Kur’ân kursunda hâfızlığını tamamlayan öğrenciler luh’ları­nı saklayarak çocuklarına mîras olarak bırakmaktadırlar.

Mustafa YILMAZ 01 Aralık