
“Allah'ı bırakıp da haklarında (Allah'ın) bir delil indirmediği ve haklarında bilgi sâhibi olmadıkları şeylere tapıyorlar. Hâlbuki o zâlimlerin, hiçbir yardımcısı yoktur.” (Hac, 71) Allah’ın insanı davet ettiği iman için insanı yalnız ve dayanaksız bırakmadığının en büyük delili ve ispatı, insanın içinde bulunduğu âlem yani kainattır. Allah (cc), insanı gelişigüzel, niteliksiz ve muhayyer bir “iman etme” eylemine çağırmamış bilakis insandan beklenen bu hareket için onu güçlendirecek ve motive edecek birçok delil ile baş başa bırakmıştır. Kainattaki “yenidenlik”, “devamlılık” kısacası dinamizm vasıtasıyla Allah, insan için sürekliliği olan delil ve hüccetleri, sürekli insanın nazarına takdim etmiştir. Allah (cc), sürekli deliller yaratmakta, devamlı surette işaretlerle insana hidayet yolunu göstermektedir. İnsanın yapması gereken tek şey, bu işaretleri doğru okumak ve onunla gösterilen istikamete sülûk etmek, yürümektir. Ayet kelimesi Arapçada delil anlamına gelen bir kelimedir ve Kur’an-ı Kerim’de en çok geçen kelimelerden birisidir. Bu cihetle Kur’an, kendisi delillerle dolu ve aynı zamanda kendisi de bizzat büyük bir delil olan kudsî bir kelam, manevî bir mesaj ve çağları aşan işaret kaynağıdır. Öyle ki, bu işaret ve deliller, asırlar geçtikçe artmakta ve daha keskin bir hale gelmektedir. Zira bu delillerin şümullü içeriği bilimin, teknolojinin ve insan farkındalığının artması ile daha da vuzuha kavuşmakta yani aydınlanmaktadır. Delil öyle bir imzadır ki, aksi muhal olarak insana indirilmiş İlâhî bir imzadır. Duyu organlarımıza hitap eden ve duyu organlarımızın ötesindeki gaybî gerçekliğe işaret eden deliller, kalbin devreye girmesi ile imanî bir fiile dönüşmektedir. İnsan sadece işaretleri görmeli, onları izlemeli ve onların gösterdiği “görünmeze” iman etmelidir. Bu süreci doğru ve vicdanî bir şekilde işletemeyen insanlar, ne yazık ki işaretlerle boğulmakta ve aynı işaretlerle dağılmaktadır. Takip etmeniz gereken yolu gösteren trafik işaretinde durup, o tabelayı yerinden söküp, ardından onu laboratuvarda incelemeye kalktığınızda, o işaretle amaçlanan sürecin dışında kalmış olursunuz. Bugün ateist ve agnostik yaklaşımların yaptıkları tam da budur. İşaret, araç olarak bir anlam ve değer taşır. İşaretin kendisi amaç olamaz. Tıpkı bir anahtar gibi. Anahtar, onunla bir kapıyı açmanız için yapılmıştır. Eğer bir insan araç anlamındaki varlığı olan anahtarı alır da onun madenini incelemeye kalkarsa, hem kapıdan hem kapının ardındaki hakikatten mahrum kalır. Delil, aslı itibarıyla Allah’ın (cc) icadıdır. Bu icat hem doğası gereği hem de işarî değeri açısından Hakk’a raci’dir. Bahsettiğim şey sadece kainat, yıldızlar ya da mikrobiyolojik seviyedeki yaratılmışlarla sınırlı değildir. Mesela bir suç mahallinde suçu işleyen kişinin, parmak izi, ya da DNA’sını taşıyan bir partikül bulunduğunda, bu küçücük delillerle suçlu bulunabilmektedir. İşin esasında her bir insana -sadece o insana özgü- bir parmak izini bahşeden kim ise, o delil o özelliği vereni gösterir. Yarattığı her insana hususi bir yazılım ve yaratılış kodu mesabesindeki DNA’yı veren, delillerin asıl sahibidir. İnsanlar adlî vakalarda bu deliller marifetiyle iş görebilmekte ve başarılı olabilmektedirler. Bugün kriminoloji öyle bir noktaya ulaştı ki, en mükemmel suç organizasyonları bile zerre kadar bir delil ile aydınlatılmakta ve söz konusu failler ortaya çıkarılabilmektedir. Dolayısıyla suç anlamında saklanan veya bulunmak istemeyen, hiçbir iz ya da toz bırakmamaya çalışanı bile bulabilen insan, (delil bağlantısı yönünden) nasıl olur da kâinatın her bir köşesine insanın her hücresine imzasını atan Rabbini bulamaz! Bu perspektiften bakıldığında kâinatta yaratılmış her ne varsa zerreden şemse, seradan süreyyaya kadar her şey tam anlamıyla “delildir”. Bu deliller manzumesi insanın dikkatine sunulmuştur. Bizi Hak katında seçkin kılan bir durumdur bu. Her tarafı delillerle kuşatılmış olan insanın bu delillerin işaret ettiği hakikati görmekten, gördüğü hakikate teslim olmaktan daha hayırlı bir işi olamaz. Üstelik, sözünü ettiğimiz delillerin kuşatıcı olması gösteriyor ki, Kur’an, tüm zamanları ve beşeriyetin tüm sergüzeştini içine alan bir perspektif ile sunumunu yapmaktadır. Mesela yıldızların, güneşin ve ayın hareket ve menzillerindeki hikmetten tut, bitkilerin erkek ve dişi olmalarına ve insanın en zor zamandaki hissiyat ve psikolojisine kadar reddedilmesi imkânsız deliller sunmaktadır. “Hâlbuki onları (dağlar büyüklüğünde) gölgelikler gibi dalgalar kapladığı zaman, dinde O’na (karşı) ihlaslı (samimi) kimseler olarak Allah’a yalvarırlar. Artık onları karaya (çıkararak) kurtarınca, bunun üzerine içlerinden bir kısmı (iman ve ihlâs üzere kalarak) orta yolu tutan bir kimse olur. Zaten ayetlerimizi ancak çok nankör olan her bir hain bilerek inkâr eder.” (Lokman suresi, 32) Cenab-ı Hak Hâc suresi 71. Ayette de, “Allah’ı bırakıp da, haklarında (Allah’ın) bir delil indirmediği ve haklarında bilgi sâhibi olmadıkları şeylere tapıyorlar. Hâlbuki o zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur” buyurmaktadır. Yani insanlar, haklarında Allah’ ın (cc) bir delil indirmediği tabiata, kendi kendine olmaya ya da sebeplerin bir şeyleri icat ettiğine inanır ve onlara taparsa zalim olurlar ve onların bir yardımcısı da yoktur. Bu o kadar kıymetli bir delil o kadar muhteşem bir ayet ki, Allah (cc) yolundan başka hiçbir yol için Hak katından bir delil indirilmemiştir. İnsan eğer Hak yolundan başka bir yola teveccüh veya tevessül ederse bilsin ki, yöneldiği o yol ya da inancın bir dayanağı, bir gerekçesi ve bir delili yoktur, olmayacak ve olamayacaktır. İnsan icadı uyduruk mugalatalar, safsatalar ve hezeyanları kendi kendine delil sayıp o yola gidenler zalim olmayı seçmişlerdir. Hevâsını (nefsani arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? (Furkan suresi, 43) Bu nasıl bir zalimliktir? 1- Bu, önce kişinin Rabbine karşı yaptığı bir zalimliktir. Öyle ki Cenab-ı Hakk’ın sayılamayacak kadar çok zâhir ve bâhir delillerinin işaret ettiği ve Vacibü’l-Vücud olan varlığını red ve inkâr etmek, 2- Ardından insanın kendi varlığını ve o varlığa lütfedilen cihazat ve fonksiyonları ki, sağlıklı bir şekilde çalıştırılsaydı Allah’ı (cc) bilecek ve bulacak olan maddi ve manevi varlığını cehenneme namzet hale getirmek, 3- Kainattaki hadsiz tecelliler ile hadsiz mahlukatın, nihayetsiz melaikenin Cenab-ı Hakk’a olan şehadetlerini tezyif ve istihfaf (hafife alma) şeklinde açıklanabilecek zalimliklerdir. Kainatın bir çok farklı lisan ile akıl sahiplerine hitap eden delilleri, Cenab-ı Rabbü’l-Alemin olan Allah’ın (cc) icadıdır. Dolayısıyla Hakk’ın işi olan delili, Hakk’ın aleyhine kullanmaya kalkmak tam bir ahmaklıktır. Asrımızın dürr-i bîhemta siması olan üstadımız Bediüzzaman Hazretleri de, “Biz ehl-i hâliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea zihnimizi işbâ etmiyor (aklımızı doyurmuyor); burhan/delil isteriz.” (Muhakemat) diyerek, süslü sözlere itibar etmeyen, delil ve burhan olmaksızın hiçbir şeyin aklımızı tatmin edip doyurmayacağına vurgu yapan asîl bir mücahit ruhuyla karşılık vermesi gösteriyor ki, burhan ve delili olmayan hiçbir inanç ya da ideoloji câlib-i dikkat olamayacaktır. Umumun nazarında kabul görmeyecektir. Esselam men’it-tebea’l-Hüdâ

Sadi Şirazi, şöyle anlatır: Bir hükümdarın oğlu attan düştü ve boyun kemikleri birbirine girdi. Öyle ki, boynu fil boynu gibi gövdesine battı. Başını çevirebilmek için bütün gövdesini döndürüyordu. Memleketteki bütün doktorlar çocuğun tedavisinde aciz kaldılar. Yalnızca bir doktor, başını eski hale getirebildi ve damarlarıyla kemiklerini düzeltti. O doktor olmasaydı şehzade sakat kalacak, belki de ölüp gidecekti. Şehzade iyi olduktan sonra onu iyi eden doktor, şehzadeyi ve babasını ziyarete gitti. İyiliği takdir etmeyen nankör padişahla şehzade ona hiç yüz vermediler. Doktor kendisine reva görülen bu muameleden müteessir oldu ve padişahla oğlu utanacakları yerde doktor utanarak başını yere eğdi. Kalkıp giderken şöyle mırıldanıyordu: “Ben onun boynunu çevirip eski haline koymasaydım, bugün yüzünü benden çeviremezdi.” Doktor, gördüğü bu hakaret karşısında, hükümdarla oğlundan öç almak için bir tohum gönderdi ve şu haberi yolladı: “Şehzade bunu buhurdana koyup yaksın. Çok güzel ve şifalı bir tütsüdür.” Şehzade doktorun gönderdiği o tohumu yaktıktan sonra dumanından aksırdı. Aksırınca başı eskisi gibi çarpıldı. Padişahın emriyle doktoru çok aradılar, fakat bir türlü bulamadılar. Kendisinden özür dileyeceklerdi. Ne çare ki iş işten geçmişti.1 Kıymetli kardeşim! Kıssada da olduğu gibi, insan fıtraten kendisine iyilik yapana iyilik, kötülük yapana da kötülük yapmak ister. Hatta kendisine iyilik yapana karşılık veremese bile hiç olmazsa teşekkür eder, ona minnettar olur. Peki, madem insan fıtraten böyledir, öyleyse kendisine sayılamayacak kadar çok iyilikte, ihsanda bulunan Allah’a karşı da teşekkür etmesi gerekmez mi? Nitekim Kur’ân’da Cenab-ı Hak, “İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir? Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini inkâr ediyorsunuz?”2 buyuruyor. Yani iyiliğin karşılığı iyiliktir, ey Âdemoğlu sende Allah’ın sana olan iyiliklerini, nimetlerini unutma, inkâr etme, Allah’a şükret! Peygamberimiz (sav) şöyle demiştir: “Kıyamet gününde Allah Azze ve Celle şöyle buyurur: Ey Âdemoğlu! Ben seni atların, develerin üzerinde taşıdım, kadınlarla evlendirdim, sana bolluk verdim, başa geçirdim. Bunların şükrü nerede?” 3 Kaynaklar: 1- Sadi-i Şirazi, Bostan ve Gülistan, Bedir Yayınevi, s. 370.2- Rahman, 60, 61 3- Ahmed b. Hanbel, Müsned, c, 2, s, 492.

Osmanlı Türkçesi; Türklerin İslam’a girdikten sonra kabul ettikleri ve kullanmaya başladıkları harfler ve İslam kültüründen beslenen kelime ve lisandan ibarettir. Kullanılan dil elbette Türkçedir, fakat Türklerin Müslüman olmakla değişen bir anlamda gelişen ve genişleyen her şeyi gibi, bundan sonra kullandıkları harfleri de Kur’an’ın harfleri olmuş ve medeniyet bunlar üzerinden teraküm, terakki ve tekemmül etmiştir. Osmanlı Türkçesi, üç kıtanın yani Asya, Afrika ve Avrupa’nın kesişme noktasında bulunmamızdan ve bu kavşak noktasında dünya tarihini bizim yapmamızdan dolayı hem kurucu, hem koruyucu, hem de taşıyıcı yegâne dil olmuştur. Bu süreçte kavşak noktasında bulunmamız, hem Doğu dünyasının hem de Batı dünyasının dillerini Osmanlı Türkçesine dâhil edip, kendimize mâl etmemizi sağlayacak ilâve bir imkâna sahip olmamıza ve buna bağlı olarak zengin bir kültürün teşekkülüne de zemin hazırlamıştır. Binaenaleyh medeniyetler dil üzerine kurulur. Osmanlının varlığı müddetince de bu yapı Osmanlı Türkçesi yani Kur’an harfleri üzerinden devam etmiştir. Özellikle doğu ve sonrasında batı dillerinden etkileşimle şekillenen Osmanlı Türkçesi dikey anlamda kuvvetli bir medeniyet bağı ve sürdürülebilir medeniyet kodları oluştururken, yatay anlamda coğrafyalar ve medeniyetlerle sürdürülebilir ilişkiler kurmanın yolunu açmıştır ve ortaya 1900’lü yılların başlarına kadar devam edecek bir devlet ve medeniyet çıkmıştır. Evet, Türkler İslam’ı seçtikten sonra i’la-yı kelimetullah davasında ön almış, yüzyıllar boyunca da ümmete hizmet etmiştir. Rıza-yı İlahi merkezinde şekillenen ve hayatın her tarafını ihata eden derinlikli faaliyetlere imza atmıştır. Ne var ki uzun zamandır devam eden Batı baskısı ve devlet-i aliyyeyi parçalama istekleri ve buna bağlı çalışmalar boy göstermeye ve bin yıllık İslam kültür ve medeniyetine halifelik de dahil olarak öncülük eden yapıya zarar vermeye başlamıştır. *** Buralardaki diğer detaylara girmeden belki de bu değişim ve hatta yıkım sürecinin en tesirli ve can alıcı noktasının 1 Kasım 1928’de yürürlüğe giren harf ve lisan konusu olduğunu gelin biz değil batı basını söylesin. İsviçre, Tribune de Geneve – 11.10.1929 Eskiden Avrupa sınırı, Arap yazısının kullanıldığı Osmanlı topraklarında bitiyordu. Eski yazı bir bakıma doğu ile batıyı ayırıyordu. Ayrı bir düzeni, ayrı bir düşünceyi simgeliyordu... Latin alfabesi kampanyası meyvelerini vermeye başlamıştı. Bir yıldır on iki bin öğretmen yeni yazıyı öğretiyordu. Ankara hükümeti bu uğurda şimdiye kadar 1 milyon İngiliz lirası tutarında harcama yapmıştı. Artık bütün Türk gazeteleri Latin harfleriyle basılıyordu. Arap yazısına rastlayabilmek için Anadolu’yu baştanbaşa geçip İran ve Suriye sınırlarına kadar uzanmak gerekiyordu.” Şu gelen yer de ayrı dikkat edilmesi gereken noktadır: “Türkler gibi Asya steplerinden gelip Avrupa’nın ortasına yerleşmiş olan Macarlar, vaktiyle, Latin alfabesini almak zorunda kalmışlardı. Bu alfabe onları Hristiyanlığa ve uygarlığa götürmüştü. Şimdi Türkler Avrupa kılığını ve yazsını almakla işe başlamışlardı. Acaba daha ileriye gidip Hristiyanlığa doğru da kayacaklar mıydı? Şimdilik böyle bir belirti yoktu. Yalnız, İslam dininin artık Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini olmaktan çıktığı ve Türklerin gittikçe dinden uzaklaştıkları bir gerçekti.” İngiltere, The Economist – 10.12.1933 “En ihtilalci değişiklik belki Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin alınması olmuştur. Bu değişiklik, tüm İslam kültür mirasını Türk’ün kafasından silmiştir. Yazı değişikliği dolayısıyla gelecek kuşaklar, atalarını yetiştirmiş olan klasik Arap ve Fars uygarlığını ve yazısını kavrayamayacaklar ve batı dilleriyle yazınına dönük olacaklardır. Geçmiş unutulmuş oluyor...” Dışarıdan bakıldığında böyle görünen ya da görünmek istenen hadise içeriden farklı mı görünüyordu acaba? Kazım Karabekir değişimden 5 sene önce Vakit gazetesinde yazdığı bir makalede şunları söylüyordu: “Bugün bir kuvvet vardır ki, bu kuvvet bütün cihana karşı bu propogandayı yapıyor: `Türk yazısı güçtür okunamaz.´ Bendeniz bu mesele ile bizzat uğraştım ve Arnavutluk ihtilâli içinde bulundum. Acaba bu Latince kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün memleket herc ü merce girer. Her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt âsârımız bu lisanla yazılmış iken, büsbütün başka bir şekilde olan bu harfleri kabul ettiğimiz gün en büyük bir felâkete uğramış oluruz. Derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah verilmiş olur. Bunlar âlem-i İslam’a karşı diyeceklerdir ki: Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytanetkârâne fikir budur.” Dr. İlter Turan ise: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını kolaylaştırmak değildir... Devrimin temel gayelerinden biri, yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyasıyla bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.” Seval Nişan da Yanlış Cumhuriyet kitabında şunları söylemiştir: “Alfabe devriminde asıl gaye, Batı kültürünü benimsemekten çok, İslam kültürünün entelektüel köklerini kurutmaktır. Amaç Türklerin Shakespeare’i ya da Paris gazetelerini daha kolay okuması değildir: Kuran’ı ve Osmanlı kaynaklarını okumalarını önlemektir. Maksat, Batı kültürünü ilginç, güçlü ve güzel kılan şeyleri benimsemek değildir: siyasi nedenlerle düşman sayılan bir kesimin toplumsal dayanaklarını ortadan kaldırmaktır.” *** Örnekler çoğaltılabilir. Fakat bu kadarı bile olan şeyin vahametini ortaya koymaya fazlasıyla yeterli gelecektir. Halbuki dil, Wittegenstain’ın ifadeleriyle “Bireyin, toplumun her şeyidir. İnsanın hafızası, muhayyilesi, düşünebilmesi, soyutlama yeteneği büyük ölçüde bildiği kelime sayısı ve kullandığı dille ilgilidir.” Dil, seslerden oluşan canlı, sosyal bir müessesedir. Onu kendi ikliminden ve tarihi gelişiminden kopardığınız anda, ya da tabii olarak aktığı kendi mecrasını tepeden inmeci bir şekilde dış müdahalelerle değiştirdiğiniz zaman hayat damarlarından birçoğunu koparmış, onu yozlaştırmış ve anlaşılmaz kelime yığınlarına dönüştürerek ölüme mahkûm etmişsiniz demektir. Bundan dolayıdır ki bir gün bir öğrencisi Konfüçyüs’e, “Kral olsan ne yapardın?” şeklinde bir soru sorunca Konfüçyüs hiç tereddüt etmeden, “Dili düzeltirdim” diye karşılık vermiş. Niçin denildiğinde ise, “Çünkü dil bozulursa kültür bozulur, kültür bozulursa ahlak ve aile bozulur, ahlak bozulursa hukuk ve siyaset bozulur, hukuk ve siyaset bozulursa devlet çöker ve yıkılır” diye cevaplamıştır. *** Geldiğimiz nokta burası olmuştur. Şimdi bizim gelmek istediğimiz nokta ise şudur: Bugün burada İslam ve Bilim Sempozyumu başlığı altında farklı açılardan değerlendirmeler yapıyoruz. Halbuki bu memlekette yukarıda bahsi geçtiği üzere vahim bir dönem geçti. Bu tarih, medeniyet ve kültürel süreklilik açısından yaşanan kırılma ve buna bağlı olarak ortaya çıkan travmayı beraberinde getirdi. Hala bu travmanın sonuçları üzerinden problemler yaşamaya devam ediyoruz. Diğer taraftan ihsan-ı İlahi olarak başka bir hadise vardır ki, yaşanan sıkıntı ve zahmet ne kadar büyükse o da bir o kadar belki fazlası rahmettir. Nedir o? Kur’an harfleriyle telif ve neşredilen ve o günden bugüne bu harflerle okunup yazılan Risale-i Nurlardır. Bu sözlerim abartılı gelmesin. Zira harf değişiminden ve lisan değişikliğinden ortaya çıkan sıkıntı bugün tadil edilmeye kalkılsaydı buna takat yetirilmesi mümkün olmayacaktı. Halbuki Allah böyle bir eseri nasip etmekle ve etrafında Risale-i Nur talebelerini toplamakla canlı bir yapı içerisinde hem Kur’an yazısını muhafaza etmiş, yaşatmış ve günümüze kadar canlı bir organizma olarak taşımıştır hem de harflerin değişmesinden maksud olan Kur’an hakikatleri ve İslam’dan kopmanın önünü alacak hakikatleri bu eserler vasıtasıyla yine güncelliğinden hiç kopmadan hem o zamanda hem de şimdi ve sonrasına önemli bir kaynak yapmıştır. Aslında bununla 1928’e kadar teraküm eden dini, kültürel, tarihi, ictimai pek çok konuya maya olacak, geçmiş ile geleceği birbirine bağlayacak ve yeni ufuklar açacak inanılmaz bir nimet ikram ve ihsan edilmiştir. *** Bugün Türkiye’de İslam ve buna bağlı olarak şekillenen nelerden bahsedersek -geriye doğru gittiğimizde- temelde bu nimeti fark ederiz. Burada benim konu sınırlarımı aşan fakat önemli çok noktalar var. Fakat maalesef zaman buna müsaade etmiyor. Mevzuu Prof. Dr. Lütfü Özşahin’in şu cümleleriyle toparlayıp ardından son sözlerimi söylemek isterim. “Bir dilin yozlaşma, buharlaşma ve anlam daralması nedenlerinden dolayı, ölü diller arasına katılması o dili konuşan milletin kurduğu devletlerin çökmesinden daha vahim bir olaydır. Zira devlet çöktüğü zaman uygun bir zaman ve zeminde birçok kavmin yaptığı gibi devleti tekrar tekrar kurmak mümkündür. Ancak dilin ölümü topyekûn bir milletin uygarlığının ve kültürünün yok olması anlamına geldiği için o uygarlık ve kültürü temsil eden milletin de ebediyete kadar tarih sahnesinden yok olması ile eş anlamlıdır. Daha açık bir anlatımla bir milletin ve toplumun dilini muhafaza etmesi, devletin dahil tüm maddi ve manevi değerlerini korumasını kendiliğinden kapsamaktadır.” “İngiltere’nin savunmasının teminatı olan donanması mı İngiliz milletini daha iyi korur, yoksa Shakespeare mi?” sorusuna, Churchill, “Elbette Shakespeare! Donanma bir Shakespeare yetiştiremez ama Shakespeare’in yetiştirdiği insanlar bugünkü donanmamızın yüz mislini yapabilir” diye cevap vermiştir. İşte bu noktadan bakıldığında bugün bu manada yapılan işlerin ne kadar ehemmiyet kazandığını görmek önemlidir. Bugün Türkiye’de Risale-i Nurların telifi ile başlayan süreçle şekillenen Kur’an harflerini muhafaza ve iman hakikatlerini neşir konusu kesintiye uğramadan devam etmiş, Osmanlı Türkçesi sadece üniversitelere mahkûm olmaktan çıkarak lise, hatta ortaokullarda ders olarak okutulmaya başlanmıştır. Sadece örgün eğitim değil, yaygın eğitimlerle de 1 milyon insanımıza ulaşılmış ve bu çalışmalara bağlı olarak yönümüzü çevirmek istedikleri batı ve etkileşim bu vesileyle bir nebze olsun kendimize dönmüştür. Bu noktaya kaynaklık eden başta Risale-i Nur olarak arşive ve kütüphanelerimizdeki eserler eski ihtişamın yüz katını yapacak nesilleri beklemektedir. İngilizlerin Shakespeare’ne mukabil eserlerimizi, yazımızı ve lisanımızı tekrar kazanmak ve istifade etmek şartıyla elbette. Dipnot: 1- UBAD 2. Uluslararası İslam ve Bilim Sempozyumu konuşması

Medeniyeti inşa eden en önemli değerlerden biri dil becerisidir, lisanın zenginliğidir. Aynı zamanda düşünce dünyamızın gelişmesi de kelimelere bağlıdır. Biz bu topraklarda güzel Türkçemizi yüzyıllarca Kur’an harfleriyle yazdık, okuduk. Lisanımız Kur’an kelimeleri ile birlikte, Arapça ve Farsça başta olarak o günün devletlerinin dillerinden etkileşimle zengin bir yapıya sahipti. Lakin gelgelelim zamanımıza… Harflerin lisanımızdan çıkmasıyla, manalar da kelimeler de kavramlar da birer birer eksildi, hayatımızdan çıkarıldı. Geldiğimiz noktada bu zengin güzel Türkçemiz tabir yerinde ise bir kabile diline dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış bulunmaktadır. Hele gençlerimiz, sürekli etkileşim içinde oldukları internet dili kullanıyor. İletişim, neredeyse sınırlı bazı kelimeler arasında dönüp dolaşıyor. Evet, öncelikle kelime dağarcığımızı zenginleştirmeliyiz; zira lügat, lisanın sesi, sözüdür. Ki sonra mana ve mefhum derinliğine inebilelim. Mefhum nedir? Mefhum, fehim kelimesinden türetilmiştir. Anlaşılan şey manasına gelir. Geniş anlamda, bir sözün veya kelimenin taşıdığı, ifade ettiği mana, anlam, kavram da diyebiliriz. İnsanın bir konuyu anlama ve kavrama şeklidir. Mefhum; manevi bir anlamı da içerir. İnsanın kalbi ve ruhuyla bildiği, algıladığı şeyler de mefhum olarak ifade edilir. Kavram, zihindeki soyut ve genel tasarımdır. Dilimizi sadeleştirelim diyerek attığımız ya da nadiren kullandığımız kelimelerin kendisiyle beraber ruhunu da kaybettik. Asırlardır zihinlerde oluşan manalar da uçup gitti ve biz kendimize, lisanımıza yabancı olduk. Lisanımızdaki bu sadeleştirme mantığıyla Osmanlı Türkçesinde ziyadesiyle kullanılan Kur‘ anî mefhumlardan da uzaklaşıp, bu kelimelerin hatırlattığı İslami, imani manalarla da irtibatımız koptu. Misalen Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde, İlahi rahmet hediyelerini ve kudret mucizelerini düşünmemiz emredilir. Bu düşünme işi için de taakkul (akletme), tedebbür (etraflıca düşünme), tezekkür (zikretmek), tefekkür gibi kavramlar kullanır. Oysaki biz hepsini bir tek “düşünmek” kelimesiyle ifade ediyoruz! Risale-i Nurdan Bazı Mefhumlar Risale-i Nur’un asli vazifesi iman kurtarmak ve Kur’an-ı Kerime hizmettir. Risale-i Nur, Kur’an-ı Kerim’in manevi bir tefsiri olması yanında, Kur’ an’ın yazısına da hizmet etmiştir. Ayrıca Türkçemizi hem güzel hem de zengin bir şekilde kullanmıştır. *** Mesela Risale-i Nur’daki medeniyet mefhumuna bakalım. Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde medeniyet; adalet severlik, insanca yaşayış, toplumsal münasebetlerde ilim, fen ve sanatta tekâmül etmiş olmak, insaniyetin ve insaniyet-i kübra olan İslamiyet’in emirlerine göre bir hayat tarzıdır. Bu manada Avrupa’yı ikiye ayırır. Avrupa medeniyetinin, insanlığın toplam birikimi olan fen ve sanattaki ilerlemesi, insanlık için faydalı keşif ve icadlarını değil belki ama günahlar, sefahatler ve seyyiat üzerine bina edilen kısmını tenkit eder. Mesnevi-i Nuriye eserinde şu ifadelerle beyan etmiştir: “İ’lem eyyühel aziz! Fısk çamuru ile mülevves olan medeniyet, insanları da o çamur ile telvis ediyor. Ezcümle riyaya şan ve şeref namını vermiş, insanları da o pis ahlaka sevk ediyor.” (Mesnevi-i Nuriye, 179) Beşer dehasından çıkan batı medeniyeti ile vahy-i İlahi’den gelen İslam medeniyeti temel esaslarda barışmaz. Bediüzzaman Hazretleri bu iki medeniyeti kıyas ederken, bunların menşelerini yani kaynaklarını ele alır. Batı medeniyetinin insan dehasına, İslam medeniyetinin ise Huda’ya dayandığını anlatır. *** Mesela hürriyet mefhumunun günümüzde kayıtsız, sınırsız bir özgürlük olarak anlaşıldığını ve birçok sıkıntının da kaynağı olduğunu görmekteyiz. Risale-i Nurda ise, Cenab-ı Hakkın Rahman ve Rahim isimlerinin insana verdiği büyük bir ihsanıdır. Hürriyet, adalet kanunları ve te’dibden başka hiçbir kimsenin kimseye tahakküm etmemesi, herkesin hakkının korunmuş olmasıdır. Herkes meşru’ dairede serbest olmalıdır. Lakin başkasının hürriyetini bozmamak şartıyla. Yoksa başkasının hukukunu ihlal ettiği anda kişinin hürriyetinden bahsedilemez. Adab-ı şeriata uymayan hürriyet nefse esir olmak, şeytanın istibdadı altına girmektir. Yani sefahet ve haramlardaki hürriyet, hürriyet değil, esarettir. Aynı zamanda Tarihçe-i Hayatta bizlere şöyle bir ikazda bulunur: “Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz. Ta elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. Zira! Hürriyet müraat-ı ahkâm ve adab-ı şeriat ve ahlak-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşvünema bulur.” (Tarihçe-i Hayat, 31) *** Risale-i Nurlarda adalet-hikmet, ilim-marifet, saadet-şekavet, dalalet-hakikat gibi yukarıdakilere benzer daha birçok mefhumlar, kavramlar işlenmektedir. Lisan ve mefhumlardan bahisle sözü Risale-i Nurdaki kavramların işlenişine getirmemiz, günümüzde Risale-i Nurun aktif olarak okunan bir eser olması ve zihin inşasında önemli bir yeri bulunmasındandır. Kelime ve kavramlar zihin ve toplum inşasında en önemli unsurlar olduğu bedihidir. Bu cihetle Risale-i Nurlar lisan kitabı olmamakla birlikte, kopuştan önceki durumla bizleri bağlayan ve dahası hiç kopmadan bugüne kadar, üstelik bir topluluk içinde günümüze gelen eserlerdir. Lisanımızı ve dolayısıyla zihin ve toplumu tekrar ihya etmek için; kelime ve mefhumlar dünyasında yolculuğa çıkmak, köklü ve değerli olana ulaşmak elzemdir.

Kalem, bir sureye isim olmuştur. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde -keyfiyeti ayrıca tefsirlere bakılarak değerlendirilebilir olmakla birlikte- ilk yaratılan şeyin kalem olduğunu söylemiştir. Yani kalem, insan ve toplum hayatında önemli bir yer ifade eder/ediyor denilebilir. Her Kasım ayında bir şekilde hatırladığımız ve hatırlatmaya çalıştığımız bir mesele de yazıdır. Yani Kur’an hattının 1 Kasım 1928 itibariyle resmen Latin harfleriyle değiştirtilmesi ve buna bağlı olarak da lisan değişikliğine gidilmesidir. Daha doğrusu lisanın, o güne kadar biriken kültür ve bilgi birikimiyle irtibatının kesilmesidir. Yazının değişmesiyle tarih ve kültürümüze açılan devasa kapının kilitlenmesi, lisanın tahrifiyle de nesiller ve zamanlar arası anlaşmanın mümkün olmamasıdır. Burada gözden kaçmaması gereken önemli bir mevzu var. O da Bediüzzaman Hazretleri ve telif ettiği Risale-i Nur eserlerdir. Zira pek çok cihetten öne çıkmalarıyla birlikte, harf ve lisanın korunması ve kopuş döneminde bu bağın mevzubahis eserler ve eserler etrafında bir araya gelen bir toplulukla günümüze kadar ulaştırılmasıdır. Bediüzzaman Hazretleri gök kubbe altında öyle muazzam bir mektep ve maarif sistemi kurmuştur ki bunun örneği tarihte nadirdir. Bu sistem içerisinde temelde iki şey yapılmıştır. Birincisi, bu eserlerin o günkü zor şartlar altında çoğaltılması ve memleketin dört bir tarafına dağıtılması, eserler etrafında toplanan o insanlar eliyle olmuştur. Bu insanların içerisinde alim ve fazıl zatlar olmakla beraber, avam halktan insanlar çoklukla vardır. İkincisi ise, eserlerin mahiyeti tahkiki iman ve marifet dersleri olmak hasebiyle, bu eserlerin okunması ve yazılması usulüyle herkeste bu imanın yerleştirilmesi faaliyetidir. Ki önemli olan kısım da burasıdır. Başlıktaki Nuri Pakdil’e ait cümle şu son söylediklerimizle anlatmak istediğimiz çerçevede yerini buluyor zannederim. Neden mi? Osmanlının idam fermanı verilmiş. Dinsizlik cereyanları kol geziyor ve önüne kattığını imandan mahrum ediyor. Savaşlar, sıkıntılar, dertler, tasalar ve en önemlisi dine gelen zararlarla insanların ebedi hayatları mahv oluyor. İşte böyle bir zamanda kendini her yönden ispat etmiş bir İslam alimi çıkıyor. Fakat her cihetten önü kesiliyor. Memleket ve insanları için çalışması engelleniyor. Yeni yapılanmaya zıt görülüyor ve her cihetten tecrit ediliyor. O da istikbal-i kıblesini Kur’an yapıp, kaderin hükmüne boyun eğerek, sırf Allah için eserler telif ediyor. Kuş uçsa da kervan geçmeyen diyarlarda etrafına ancak yukarıda özelliklerini söylediğimiz sınırlı sayıda insanlar geliyor. Hafa toprağına gömülmek istenen Üstad ve bir avuç insan üzerinden Allah hükmünü icra ediyor. Aranan imkanlar olmasa da iman ve inancın varlığı, bütün sath-ı arzı bir mektebe çeviriyor. Biz avamız anlamayız diyenlere de “siz yazın, en azından şahs-ı manevinin parmakları olursunuz” diyerek o bereketten istifade etmeleri sağlanıyor. Hasılı, kalem kaleleri oluyor. Kaleme yapışanlar, selamete yakın duruyor. Kendi iman ve kültürleriyle beraber, nesillerin de imanlarına ve kültürlerine en büyük katkıyı yapıyorlar. Kalemi hiç durmasına mahal vermeksizin çalıştırıyorlar. Bunun bereketi de içinde olarak bugün gerek Kur’an’ın hattı gerekse hakikatleri her tarafta neşvünema bulmuştur/buluyor hamdolsun. “Nûn. Kalem’e ve yazmakta oldukları şeylere yemin olsun! (Ey Habibim!) Rabbinin nimeti sâyesinde, sen bir mecnun değilsin! Hem şüphesiz ki senin için, elbette kesintiye uğramayacak olan bir mükâfat vardır.” (Kalem Suresi, 1-3)

Çinili Köşk Çinili Köşk, Sûr-ı Sultani adı verilen sur duvarları ile Tarihî Yarımada’dan ayrılan bölge içinde, sonraları Topkapı Sarayı olarak tanınan ve XV. yüzyılda yapımına başlanan Saray-ı Cedîd (Yeni Saray) manzumesinin bir parçasıdır. Saray-ı Cedîd’in ilk binaları inşa edildikten sonra ayrıca bu sahada Fâtih devrinden (1451-1481) itibaren zamanla dağınık olarak köşk ve kasırlar da yapılmıştır. Çinili Köşk de Sûr-ı Sultaninin içinde olmakla beraber sarayın esas sınırlarının dışında ve birinci avlusundan Haliç girişine doğru inen yamacın üzerinde inşa edilmiştir. Bu sebeple giriş cephesinin arazi seviyesinden fazla yüksek olmayışına karşılık Haliç’e bakan arka cephesi oldukça yüksekte kalmış, Bizans devrine ait bazı kemerli ve tonozlu alt yapıların teşkil ettiği bir sunî teras üzerine oturmuştur. Yeni kurulmasına çalışılan Asar-ı Atîka (Arkeoloji) Müzesi’ndeki eserler, evvelce Aya İrini Kilisesi iken daha sonra iç cebehâne-harbiye ambarı olan binada toplandıktan sonra müdür olan Philipp Anton Dethier zamanında bunların Çinili Köşk’e taşınması uygun görülmüştür. 16 Kasım 1873 tarihli tezkire ile Maarif Nezareti tarafından tahsisi istenen köşk, bünyesinde bazı değişiklikler yapıldıktan sonra Asar-ı Atîka Müzesi olarak açılmıştır. Dethier’nin ölümünden sonra Müze-i Hümâyun müdürü olan Osman Hamdi Bey’in (ö. 1910) zamanında Çinili Köşk bir süre tek Türk müzesi olarak kullanılmıştır. Ancak kazılarda bulunan büyük lahitlerin bu binanın içine sokulabilmesi mümkün olmadığından yeni bir müze binasının inşası uygun görülerek Çinili Köşk’ün tam karşısında Lahitler Müzesi adıyla, şimdi Arkeoloji Müzesi olarak tanınan müze binasının ilk bölümü yapılmıştır. 1 Kasım 1912 Sultan II. Abdülhamid, Beylerbeyi Sarayı’na nakledildi İttihatçıların, 3 Temmuz 1911 tarihli bir kanunla, kilise ve mekteplerin hangi unsura ait olduğunu nüfus nispetine göre tayin etmeleriyle aralarındaki ihtilâf kalktı ve Balkan milletleri, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek Balkan savaşlarını başlattılar. Kendisine gazete verilmediği için bu gelişmelerden haberdar olamayan Sultan Abdülhamid’in, düşmanın Selânik’e yaklaşması üzerine İstanbul’a nakledilmesine karar verildi. Selânik’ten ayrılmak istemeyen Sultan Abdülhamid’e tehlikeden bahsedilince, “Ben de bir silâh alır, askerle birlikte memleketimi müdafaa ederim; ölürsem şehid olurum” cevabını verdi ve devleti bu duruma düşürenlere beddua etti. İstanbul’a gündüz çıkmak şartıyla Selânik’ten ayrılmayı kabul eden Sultan, İstanbul’dan gönderilen Alman sefaretine ait Loreley savaş gemisiyle 1 Kasım 1912’de getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi. Hayatının son yıllarını burada geçirdi. 29 Kasım 1217 Endülüslü Seyyâhİbn Cübeyr vefat etti Arap edebiyatının seçkin örneklerinden biri kabul edilen İbn Cübeyr’in seyahatnamesi kendi türünde çok önemli bir yere sahiptir ve daha sonra kaleme alınan birçok seyahatnameye öncülük etmiştir. Başta İbn Battuta olmak üzere pek çok seyyah onun üslûbundan etkilenmiş, ayrıca özellikle şehir tasvirlerinde çeşitli cümlelerini aynen iktibas etmiştir. Bu konu üzerinde duran araştırmacılar, İbn Battuta’nın genel olarak özet şeklinde ve bazen de aynen İbn Cübeyr’in er-Riḥle’sinden alıntı yaptığına işaret etmişlerdir. İbn Cübeyr seyahatini gün gün anlatmakta, bazen olayların günün hangi saatinde cereyan etmiş olduğunu da belirtmektedir. Bu da onun Endülüs’e döndükten sonra kaleme alacağı rihlesi için seyahati sırasında günlük notlar tuttuğunu göstermektedir. Eser coğrafî olduğu kadar tarihî, sosyolojik ve folklorik açılardan da önemli bir kaynaktır. 28 Kasım 749 İlk Abbasî Halifesi Ebü’l-Abbas, Kûfe Camii’nde biat aldı Emevilere karşı Abbasî ihtilâlini başlatan İmam Muhammed bin Ali’nin oğlu olan Ebü’l-Abbas, çocukluk ve gençlik yıllarını Humeyme’de ailesiyle birlikte geçirdi. Ağabeyi İmam İbrahim, Emevî Halifesi II. Mervan tarafından tutuklanarak Harran’a götürülürken ailesi mensuplarına kardeşi Ebü’l-Abbas’ı veliaht tayin ettiğini söyledi ve ona biat etmelerini istedi. İhtilâlin hazırlanmasında ve başarıya ulaşmasında hiçbir rolü olmayan Ebü’l-Abbas, 28 Kasım 749 Cuma günü Kûfe Camii’nde ilk Abbasî halifesi olarak biat aldı. Minbere çıkarak hutbe okudu ve hâkimiyetin Abbasîlerin hakkı olduğunu söyledi. Hutbesinde özellikle Abbasîler ile Iraklılar arasındaki menfaat birliğini dile getirdi.

Peygamberimiz (sav)’in pek çok mucizesi olmakla beraber, bu mucizeler içerisinde en büyüğü Kur’ân’dır. Peygamberimiz (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Peygamberlerden her bir peygambere insanların iman etmesi için (Allah tarafından) mutlaka mucizeler verilmiştir. Bana verilen mucize ise Allah’ın bana vahy ettiği Kur’ân’dır. Bu yüzden kıyamet gününde tabi’leri en çok olanın ben olacağımı umuyorum.” (Buhari, Muhammed b. İsmail, Sahih-i Buhari, Kitabu Fedailü’l-Kur’an, Bab, 1; Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, Bab, 70, hn: 152.) Geçmişteki peygamberlerin mucizelerine, ancak o zaman diliminde yaşayanlar şahit olmuştur. Onların vefat etmesiyle mucizeleri de son bulmuştur. Hâlbuki Peygamberimiz (sav) vefat ettiği halde, Kur’ân’ın mucizeleri, kıyamete kadar baki kalacaktır. Bu yüzden onun ümmeti, diğer peygamberlerin ümmetinden daha çok olacaktır. (Suyûtî, Celâleddin Abdurrahman, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mektebetu-Nizar Mustafa, Mekke, 1998, IV/ 993.) Kur’ân pek çok yönden mucize olmakla beraber, onun belagat ve fesahat yönünden mucize oluşu en önemli özelliğidir. Burada onun belagatle ilgili bir nüktesini sizinle paylaşmak istiyorum. Yusuf Suresinde, Yusuf (as)’ın Mısır’ın azizine köle olarak satılması anlatıldıktan sonra şöyle buyrulur: وَكَذٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْاَرْضِ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْويٖلِ الْاَحَادٖيثِۜ وَ اللّٰهُ غَالِبٌ عَلٰٓى اَمْرِهٖ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ “İşte böylece kendisine (rüyadaki) olayların yorumunu öğretmemiz için Yusuf’u o yere yerleştirdik. Allah, iş(ler)inde galip olandır. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmez.” (Yusuf, 12/21) Ayetteki “Allah’ın işinde galip olup, insanların bunu bilmeyişleri” umumî bir ifadedir. Ayet, insanların kendi yaşantılarında geleceğe yönelik planlar hazırladıklarını ve onu gerçekleştirmek istediklerini, fakat onların planlarının, isteklerinin değil, Allah’ın hükmünün gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Her ne kadar ayetin ifadesi umumi olsa da bu ayetin Yusuf Suresinde geçen olaylarla ve kişilerle çok yakından bir ilişkisi vardır. Sanki bütün sure bu ayetin tefsiri gibidir. Adeta umumi olan hükmün hususi örnekleri bu surede gözler önüne serilmektedir. İmam Kurtubî tefsirinde bu ayeti açıklarken şu nükteleri sıralamaktadır: Surenin başında Yakup (as), Yusuf’a rüyasını kardeşlerine anlatmamasını, aksi halde ona bir hile yapabileceklerini söyler. Bu nasihatiyle onu hilelere karşı korumak ister. Fakat Allah’ın emri galip gelir ve kardeşleri rüyadan haberdar olurlar ve ona hile yaparlar. Kardeşleri Yusuf’u değersiz bir köle olarak satarlar. Fakat Allah’ın emri galip gelir, Yusuf, Mısır’ın azizi olur ve onun önünde secdeye kapanırlar. Yusuf’u köle olarak satarken babalarının muhabbetinin yalnızca kendilerine has olmasını isterler. Fakat Allah’ın emri galip gelir ve babaları onlara gücenir. Babalarının kalbinden Yusuf’un muhabbeti yok olsun diye hile yaparlar. Allah’ın emri galip gelir ve babalarının Yusuf’a olan muhabbeti ve şevki daha da artar. 70 veya 80 yıl “Ah Yusuf’um ah!” (Yusuf, 12/84) diye üzüntüyle Yusuf’u düşünür. Babalarına ağlayarak Yusuf’ un kanlı gömleğini getirip, onu aldatmak isterler. Allah’ın emri galip gelir ve onu aldatamazlar. Babaları onlara “Bilakis nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel göstermiş.” (Yusuf, 12/18) der. Yusuf’u öldürüp veya köle olarak satıp sonra da tövbe edip salihlerden olmayı düşünürler. Allah’ın emri galip gelir ve işledikleri günaha tövbe etmeyip, onda ısrar ederler. Hatalı olduklarını 70 yıl sonra Yusuf’un önünde ikrar ederler ve babalarına “Biz hata ettik” (Yusuf, 12/97) derler. Azizin hanımı, Yusuf’tan murad almak ister, Allah’ın emri galip gelir muradına eremez. Azizin hanımı kapıda kocasıyla karşılaşınca, yalan söyleyerek suçu Yusuf’un üzerine yıkmak ister. Allah’ın emri galip gelir, asıl suçlu olanın kendisi olduğu ortaya çıkar. Bu yüzden kocası ona “Günahın için istiğfar et! (af dile!) Çünkü sen günahkârlardan oldun” (Yusuf, 12/29.) der. Yusuf (as) zindandan çıkacak olan hükümdarın hizmetçisine, “Beni efendinin yanında an! (Beni zindandan çıkarsın!)” (Yusuf, 12/42) der. Böylelikle zindandan kurtulacağını düşünür. Allah’ın emri galip gelir, hizmetçi onu unutur. Yusuf (as) zindanda birkaç yıl daha kalır. Yusuf (as)’ın kardeşleri ikinci defa Mısır’a gideceklerinde babalarından Bünyamin’in de kendileriyle gelmesini isterler, onu geri getireceklerine dair söz verirler. Yakup (as)’da başlarına bir hadise gelmemesi için onlara şehre değişik kapılardan girmelerini söyler. Allah’ın emri galip gelir, Bünyamin’i geri götüremezler. (Bkz: Kurtubî, el-Câmi li - Ahkâmi’l - Kur’ân, Müessetü’r - Risale, Beyrut, 2006, c. 11, s. 303.) Bütün bu örnekler bize şu dersi vermektedir: İnsan, iradesiyle gelecek için plan yapsa da daima Allah’ın iradesi, hükmü galip gelmekte, onun hükmü geçerli olmaktadır. Elbette insan gelecek için planlar yapacak, iradesini sarf edecektir. Haram olmamak şartıyla İslâmiyet bunu yasaklamış değildir. Fakat son söz, Allah’ın sözü ve hükmü olacaktır. Eskiler bu yüzden “Takdir, tedbiri bozar” ve “Sen tedbirini al! Takdire bühtan etme!” demişlerdir.

Şanlı tarihimizin ve kültürümüzün en önemli unsurlarından birisi şüphesiz ki yazımızdır. Bizi biz yapan temel öğelerden birisi, günümüzde Osmanlıca ismiyle tabir edilen Türkçemizdir. Bugünün tabiriyle Osmanlıca, bir yazı dilidir, ayrı bir lisan değildir. Hiç şüphesiz yüzyıllardır bütün birikimimizin en önemli taşıyıcıları ve kalıcı hale gelmesinde en önemli amili olan lisan ve harflerimizin elbette dinî, millî ve kültürel açıdan farklı yönleri olacaktır. Dinî Yönü Osmanlıca denilen o dönemin Türkçesi, Kur’an Harfleri ile yazılmıştır. Bundan dolayıdır ki Müslüman olduğumuzu gösteren sembollerdir ve şeâir-i İslamiyeden sayılmışlardır. Bediüzzaman Hazretleri, bu İslam şiarına hayatı boyunca sahip çıkmış, hatta Risale-i Nur’a talebe olmak isteyenlere risaleleri hatt-ı Kur’an’la yazmayı şart koşmuştur. Kur’an’ın tefsiri olan Nur risalelerinden faydalanmak için “İslam yazısını öğreniniz” diye emir buyurmuştur. Zira hatt-ı Kur’an ve bu harflerle yazılan hakikatler, şeklini ve manasını Kur’an’dan alan ve bizi dinimizle buluşturan birer köprüdür. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, yazı meselesini önemli bir yere koymuştur. Risale-i Nur talebeliğinin şartı olarak zikretmiştir. İkaz makamında yazılan Yazı Mektubu’nda Risale-i Nurları İslam harfleriyle yazmanın beş cihetle ibadet sayıldığını da şöyle beyan etmektedir: En mühim bir mücâhede olan, ehl-i dalâlete karşı manen mücâhede etmek. Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmek. Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmek. Kalemle ilmi tahsil etmek. Bazen bir saati, bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî olan ibadeti yapmaktır.1 Millî Yönü İçinde yaşadığımız coğrafya bugünden ibaret değildir. Kadim bir millet ve kökleri derin bir tarihe sahibiz hamdolsun. Asırlarca adaletle hüküm sürmüş ceddimizin yüzyıllarca teraküm ederek ortaya koyduğu bu birikime ilk elden ulaşmanın tek yolu, kaydettikleri yazımızı -maalesef- yeniden öğrenmekten geçmektedir. Yüzümüzü batıya döndüğümüzden bu tarafa köklerimizle irtibatımız kesilmiş, bu kesinti bütün varidata karşı duyarsızlaşmayı da beraberinde getirmiştir. Her alanda bize ait ne varsa yeni addedilenle değişmiş, milli ve manevi yönümüz eksi yönde hareket etmiştir. Meyveyi yeniden elde etmenin en temel noktası, yüzümüzü yeni doğan güneşe dönmekle beraber, köklerimize de kuvvet vermektir. Bugün, dün ve yarını birleştirecek en önemli anahtar, yazımızdır, lisanımızdır. Yazı meselesi bizi milli ve manevi olan değerlerimize bağladığı gibi, ümmet şuuruna da taşıyacak, ittihad-ı İslam’ın da en önemli bağı olacaktır. Kültürel Yönü Bizim kültürümüz bin yıllık eşsiz bir İslam kültürü üzerine bina edilmiştir. Osmanlı Türkçesini öğrenmek tarihimizle, kültürümüzle irtibat açısından gayet ehemmiyetlidir. Bu zengin kültür hazinesine erişmek, elbette ki düşünce dünyamız açısından son derece önemlidir. Çünkü Osmanlı dönemi Türkçesi, günümüz Türkçesine kıyasla çok daha fazla kelime ve kavramları haizdir. İnsanlar bildikleri kelime ve kavramlarla düşündükleri ve fikir ürettiklerine göre, dildeki kelime dağarcığının düşüncenin oluşması ve kökleşmesine katkısı aşikârdır. Bu sebeple Osmanlıca öğrenmek, tarihimize ve ecdadımıza karşı vadesi çoktan dolmuş bir fikir borcudur. Bunun da ötesinde içimizde dolduramadığımız boşluğun ta kendisidir. Alfabeyi oluşturan harfler bir bakıma şekildir, semboldür lakin bir anlamda ne olduğumuzun göstergesidir. Bir devlet için bayrak ne ise, bir millet için de dili ve yazısı o kıymettedir. Yeryüzünde milli kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumaktan âciz bir tek millet var mıdır? Tarihinden, edebiyatından, ilmî, felsefî ve dinî eserlerinden, milli kültür hazinelerinden haberi olmayan bir milletin bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir?2 Hiçbir meselede kitabın ortasından başlanmaz. Başı olmayanın sonu da payidar olmaz. Parça bütünle, bütün de parçayla anlam kazanır. Mayası da yazıdır. Kaynaklar: 1- Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s.1752- Sinan Çitçi, “Peyami Safa’nın Osmanlıca Hakkındaki Düşünceleri”, Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. II, (2011): 239-258

Heyhat! Yahya Kemal’in “Türkçe ağzımda annemin ak sütü” dediği bu güzel dilimiz nasıl bu hale geldi diye insan düşünmeden edemiyor. Dilin yozlaşmasında genç nesillerin kültürel kodlarından, tarihinden, edebiyatından uzaklaşmasının payı olduğu bir gerçek. Batı karşısında hissedilen aşağılık duygusu, özenti, Batı’nın istilacı karakteri, teknolojinin etkisi vb. pek çok unsurun da tesiri elbette olmuştur. Yıl 1977 O yıllarda Türkiye’nin ilk ve tek televizyon kanalı olan TRT, okulların açıldığı günü haber yapmak amacıyla çocuklara mikrofon uzatıyor. Muhabir soruyor: “Okula yeni gelen kardeşlerinize bir şey söylemek ister misiniz?” Dokuz-on yaşlarında küçük bir çocuk kendinden emin bir şekilde cevap veriyor: “Evvela başarılı olmalarını dilerim. Öğretmenlerin sözlerini dinlemelerini ve okulun disiplinini bozmamalarını dilerim.” Bir başka çocuk da şöyle diyor: “Nasıl evde aileleri, annesi, babası çocuklarını eğitiyorlar ve koruyorlarsa okul da öyle bir aile yuvasıdır. Öğretmenler orada anne baba vazifesi görürler.” Kelimeler tane tane, ifadeler düzgün. Dillerinde bir letafet, yüzlerinde bir olgunluk ve yaşlarına aykırı durmayan bir ciddiyet var. Yıl 2020 Bir Anadolu şehrinde bulunan “outlet center”ın “cafe”sinde gençler karnını doyurmak için etrafa bakınıyorlar. Oldukça “popüler” olan bir “fast food” markasında karar kılarak siparişlerini verip yerlerine oturuyorlar. “Mönü”de “Meatball” var, yanında da “hommade bread”. Yemek gelene kadar konuşuyorlar haliyle. Cümleler kısa, özensiz. Kaba, nezaketten bir hayli uzak. Yüzlerinde ve tavırlarında şımarık bir eda… “Eyvallah, aynen kanka, sıkıntı yok, ok, ne alaka, yani” kelimelerinden başka nadiren farklı kelime kullanarak “muhabbet ettiklerini” zanneden gençler, yemeklerini yedikten sonra oradan ayrılıyorlar. İçlerinden birisi çok güzel bir mekân bildiğini söyleyerek arkadaşlarını davet ediyor. Gittikleri yer tarihi bir konak. Bahçesine koyduğu birkaç saman balyası, eski bir kağnı tekeri, parlak boyalı birkaç gemici feneri ile geleneği yaşattığını düşünen işletmeci “modern” içecekler sunuyor müşterilerine. Gençler yanlarına gelen garsona siparişi veriyor: Bir “White chocolate mocha”, bir “milkshake”, iki de “Mango Passion Fruit Frappuccino”. Delikanlıların oturduğu masanın az ilerisinde bu sefer iki genç kız oturmuş birbirlerine günlük “rutin”lerinden bahsediyor: Şekerim ben spordan çıkınca “lunch”a giderim. Akşamları benim genelde “binge eating mode”um oluyor. “Ice cream” olsun “chips” olsun her türlü “junk food”u götürüyorum. Heyhat! Yahya Kemal’in “Türkçe ağzımda annemin ak sütü” dediği bu güzel dilimiz nasıl bu hale geldi diye insan düşünmeden edemiyor. Dilin yozlaşmasında genç nesillerin kültürel kodlarından, tarihinden, edebiyatından uzaklaşmasının payı olduğu bir gerçek. Batı karşısında hissedilen aşağılık duygusu, özenti, Batı’nın istilacı karakteri, teknolojinin etkisi vb. pek çok unsurun da tesiri elbette olmuştur. Bu bozulma karşısında insanlar ya duyarsız kalarak kendini akıntıya bırakıyor ve “modaya” uyuyor veya şuurlu bir tavırla diline, geleceğine sahip çıkıp mücadele ediyor. Söz konusu mücadelenin yılmaz savunucularından birisi hiç şüphesiz Oktay Sinanoğlu’ydu. 26 yaşında kimya profesörü olan Sinanoğlu münevver olma iddiasında her insanın dil davasını yüklenmesi gerektiği inancındaydı. “Bye Bye Türkçe” adlı kitabında Sinanoğlu bizim kadar çabuk, sık, ıstakozun kabuk değiştirmesi gibi dilini değiştiren bir milletin daha olmadığını ileri sürer. Ona göre neredeyse bir nesil içinde Osmanlıcadan Öz Türkçeye, oradan da “Anglomanca” olarak tabir ettiği garip bir dile geçildiğini düşünmektedir. İngilizceyle karışık abuk sabuk bir dil… Dilini unutan milletlerin yok olmaya mahkûm olduğunu, Anadolu topraklarının bu şekilde yok olmuş milletlerin çanak çömlek kırıntılarıyla dolu olduğunu da hatırlatır. Prof. Dr. İlber Ortaylı, insanların kendi dillerine inmedikleri müddetçe ortaya yeni bir şeyler koymalarının mümkün olmadığını dile getirir. Kendi dilimize inmenin yolunun Osmanlıcayı öğrenmekten geçtiğini savunan Ortaylı; tembel, öğrenmeye üşenen, hazırcı, tenkitsiz bir neslin varlığından yakınır. Ağlaşmanın kimseye bir fayda vermeyeceğini, bu yüzden ağlaşmak yerine harekete geçmenin şart olduğunu da ekler. Bizi kültürel kaynaklarımızla buluşturacak olan önemli köprülerden birisidir Osmanlıca. Bugün yıkılmış vaziyette olan o köprü yeniden inşa edilmeye çalışılıyor. “Harflerin ıslahı” Osmanlının son dönemlerini kapsayan zaman dilimi içinde tartışılmış, Enver Paşa’nın girişimiyle bir deneme de yapılmış, ancak bir netice alınamamıştır. Ta ki köklü bir değişiklik olan harf inkılabına kadar… Her ne kadar bazı dilbilim uzmanları harf değişiminin Türkçenin fonetik yapısıyla ilgili bir zaruret olduğunu iddia etse de dönemin önemli Türkoloji âlimlerinden Fuat Köprülü, Gaspıralı gibi bazı isimler bu düşüncede değildir. Harf inkılabı hareketinin fitili Sovyet döneminde Azerbaycan’ da yakılmıştır. Bu yolda kararlı bir şekilde çalışanlar, ilk başlarda Rus Türkologlardır. 1926’da Bakü’de düzenlenen Türkoloji Kongresi’nin en önemli gündem maddesi alfabe değişikliğidir. Kongre öncesinde Türk toplulukları içinde Latin alfabesinin propagandası da ciddi bir şekilde yapılmıştır. Bu kongrenin, Sovyetler tarafından Türklere Latin alfabesini kabul ettirmek amacıyla organize edildiğini bilmeyen yok gibidir. Kongrenin düzenlenmesinde Rus Türkolog Samoyloviç ve Yahudi asıllı Alman Türkolog Thedor Menzel’in büyük çaba gösterdikleri bilinen bir gerçektir. Türk aydınlar içinde geri kalmışlığın sebebini harflerde arayan ve Latin harflerine geçmeye can atan bir grubun varlığının kongrenin kaderini etkilediği söylenebilir. Rusların bu gayreti, aslında Sovyetler bünyesinde bulunan Türk topluluklarını Kiril alfabesine geçirmek için bir ön adımdır ve başarılı da olmuştur. Neticede katılımcılar Latin alfabesine geçilmenin zaruri olduğuna karar vermiş, bu karar sonrasında da Sovyet idaresindeki bütün Türk toplulukları kademeli olarak önce Latin alfabesine, peşinden de Kiril alfabesine geçmişlerdir. Mesela, Rus Türkologlardan aynı zamanda bir papaz olan İlminskiy’in Kazaklar için uyarladığı Kiril alfabesi bugüne kadar kullanılmıştır. Diğer her bir Türk topluluğu için de farklı bir Kiril alfabesi tasarlanarak kullanıma sunulmuştur. Böylelikle bu muazzam ailenin birbirlerini anlaması ve iletişime geçmesi engellenmiştir. Hepsi Türkçenin bir kolu olan bu diller birbirine yabancılaşmış, biri Azerbaycan dili, biri Kazakça, biri Kırgızca, bir diğeri Özbekçe olmuştur. Birbirine yabancı olmakla kalmayan nesillerin kendilerine yabancılaşması, daha da acı bir gerçektir. Tarihi gerçekleri kendi şartları içinde değerlendirmekle birlikte, “Bugün ne yapılabilir?” onu konuşmak gereklidir. Özünü inkâr etmeyen, kültürel birikiminin farkında, milli kütüphanesinde ve tarihi sokaklarında bir turist gibi dolaşmayan bir neslin inşası için öncelikle devlet, sonrasında bu işi kendine vazife bilen sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, öğretmenler, anne-babalar taşın altına ellerini koymalıdır. Bugün bu gayeye yönelik yapılan çalışmaların ümit verici seviyede olduğu söylenebilir. Tarihi ve kültürel kaynaklarından aldığı gücüne teknolojik atılımları da ekleyerek günden güne büyüyen, gelişen ve “Asım’ın nesli” vasfını taşıyan gençler geleceğimiz için umut olmaya devam ediyorlar.

Türkiye’nin bakiyesi olduğu Osmanlı Devleti üç kıtada hüküm sürmüş, pek çok kültür ve milletle muhatap olmuştur. Hemen her büyük devlet imparatorluk olarak tarif ve tavsif edilirken, bugün bizim Osmanlı dediğimiz devletin adı Devlet-i Aliyye olarak tanımlanmıştır. Batı, millet ismiyle bütünleştirerek Türk’ü (Türkiye’yi) öne çıkarmıştır … Şu farkla ki o gün de bugün de Türk demek Müslüman demektir, Batı nazarında… Esasında devleti âlî yapan, beslendiği kaynaktır. Dayandığı inançtır. Râm olduğu hakikattir. Devlet-i Aliyye’nin ulviyeti, Şeyh Edebali’nin “Gönül erinin her zaman yüzü yerde, gönlü göktedir” sözünden başlayarak, Abdülhamid Hanın, “Gafiller boynumuzu eğmek isterler ama bilmezler ki, biz bir tek, Allahü Teala’nın, huzurunda eğiliriz” sözleriyle devam etmiş ve bugün Cumhurbaşkanı aynı çizgide “Biz ancak rükûda eğiliriz” sözleriyle bu devletin başı ve sonunun nerede kesiştiğinin altını bir kez daha çizmiştir. Bu âlî devletin temelinde, insanı yaşatmak vardır. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın diye sıkı sıkıya tembih edilmiştir devletin temelleri atılırken. Binaenaleyh dünyanın merkezinde ve bütün kâinatın sahibi ve halikı unvanı ile Allah’ın muhatap aldığı insan öznesi üzerinde durulmuştur. Devlet, insan demektir. Öyle ki “himmeti milleti olan kimse, tek başına bir millettir.” Bugün başımızda reisimiz, “Biz, önce devlet değil önce insan, sonra devlet anlayışını yerleştirdik” diyerek başladığımız noktada olduğumuzu, pergelin ayağının sağlam kaldığını, değişmez olanın olduğu yerde durduğunu göstermiştir. Allah’a bağlılıkla şekillenen ve merkeze insanı koyan anlayış, merhametin mahsulüdür. Bu noktadan başlayan merhamet, sadece burada kalmamış hayvanlardan bitkilere ve dahasına taşınmıştır. Sadece kurulan vakıflara ve yaptıkları işlere baksak bu konuda kâfi gelecektir. Dün nasıl mazlumun, mağdurun hatta bize can düşmanı bile olsalar bugün bile gördükleri yardımı minnetle yad edenlerin yanında olduğu gibi, virüs vesilesiyle kendine yettiği gibi dünyanın devlerine de elini uzatan bir merhametten, ulviyetten, devlet-i âlîden bahsediyoruz. Ve bizim bu halimizi muhafaza eden Rabbimize hamd ediyoruz. Her şey değişir, fakat yaptığınız iyilikler sizinle kalır, asırlar sonra da ahiret yurdunda da… Biz Rahman’ın kullarıyız, öyle olmaya devam edeceğiz. Âlî olan devletimizin satvetini inşallah tekrar göreceğiz.

Osmanlı Devleti ile Almanya arasında 2 Ağustos 1914 günü bir ittifak antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmada Osmanlı Devleti’ni Sadrazam Said Halim Paşa ile Harbiye Nazırı Enver Paşa temsil etmekteydi. Alman tarafında ise İstanbul’daki büyükelçi Baron Hans von Wangenheim bulunuyordu. Alman Büyükelçiliğinin Tarabya’ daki yazlık rezidansının bahçesinde imzalanan bu antlaşma gereği olarak üç ay sonra Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşına dahil olacaktı. Osmanlıları, Almanlara ve dolayısıyla İttifak devletlerine yaklaştıran birçok sâik varsa da, bunlar içinde en dikkat çekeni parası ödendiği halde teslim edilmeyen savaş gemileri olsa gerek. İngiltere’ye 1911’de Reşadiye, 1913’de de Sultan I. Osman gemileri sipariş verilmişti. Fakat daha Osmanlı Devleti Almanlarla antlaşma yapmadan İngiltere, gemileri alıkoyma kararı verecekti. O dönem Britanya deniz kuvvetlerinin başında, Churchill vardı. Osmanlı Devleti’nin gemiler için ödediği 4 milyon Pound da geri ödenmedi. Almanların Osmanlı’ya bakışı Almanların hesabı, Osmanlı Devleti’nin Hilâfet gücünü kullanmak üzerine kuruluydu. İngilizlerin Müslüman sömürgeleri, Osmanlı’nın Hilafet gücü ile ayaklandırılabilecek veya en azından İngiltere aleyhine çalışmaları sağlanabilecekti. Bunun dışında Mısır ve Anadolu’nun doğusundaki cephelerde İngilizlerle ve Ruslarla yapılacak mücadelelerde Osmanlı Devleti’nin üstün geleceğini düşünüyorlardı. Yalnız Hilafet hususunda hesaplamadıkları bir durum vardı. O da Sultan II. Abdülhamid’in haksız bir şekilde tahttan indirilmiş olduğuydu. Çünkü Osmanlı arşiv belgelerine de yansıdığı üzere, Sultan II. Abdülhamid tahttan indirilince, Hindistan Müslümanları protesto gösterileri düzenlemişlerdi ve İslam dünyasının birçok yerinden tepkiler gelmişti. Müslümanlar her ne kadar Hilafete bağlı olsalar da İttihat ve Terakki yönetimine ve icraatlarına karşı güvenleri sarsılmıştı. 1. Dünya Savaşı sırasında İngiliz sömürgelerinden gelen ve İttifak devletlerine esir düşen Müslümanlar, Alman esir kamplarında, propagandaya tabi tutuluyorlardı. Bu propagandalarla, İttifak devletleri saflarına geçerek savaşmaları amaçlanmıştı ama bu konuda ciddî bir başarı elde edilemedi. Almanya, Osmanlı Devleti ile ittifakında samimiyetsizdi. Almanlar savaşı kazanınca, Osmanlı Devleti’ni sömürge haline getirmeyi düşünüyorlardı. Onların gözünde İngiltere ve Rusya’ya karşı kullanılmaktan öte bir değeri yoktu Osmanlı Devleti’nin. Sultan II. Abdülhamid, kendi döneminde Almanlarla ittifak kurarken, bu ittifakı İngilizlere, Fransızlara ve Ruslara karşı bir denge unsuru olarak görmekteydi. Yoksa onun dışında Devlet-i Aliyye’nin istikbalini Almanya’nın hayalî ideallerine teslim etmeyi, hiçbir zaman düşünmemişti. Hilal Esir Kampı 1. Dünya Savaşı sırasında, sömürgelerden getirtilerek İtilaf devletleri safında savaşıp, İttifak devletlerine esir düşen çok sayıda Müslüman asker vardı. Bu askerlerden bir kısmı için Almanya’da Hilal isminde bir esir kampı oluşturulmuştu. Bu kampta kalan Müslüman esirler, Osmanlı Devleti’nin elindeki Hilâfet gücü de kullanılarak İttifak devletleri safına geçirilmeye çalışılmaktaydı. Bu çerçevede kampa Osmanlı Devleti’nin yardımlarıyla bir cami inşa edildi. Hilal esir kampı, Almanya’nın Brandenburg eyaletinin Wünsdorf şehrindeydi. Bu kampa sayıları 4 bini geçen Afrikalı ve Hindistanlı Müslüman esirler getirildi. Kampta çok az Müslüman olmayan esir vardı. Almanya’nın hedefi bu esirleri İttifak devletleri safına çekerek, İtilaf devletlerine karşı kullanmaktı. Bu sebeple kampta esirlere gayet iyi davranılıyordu. Osmanlı Devleti’nin yardımlarıyla kampa 400 kişilik bir cami yapıldı. Caminin kubbesi ahşaptan olduğu için beş hafta gibi bir sürede inşa edilebilmişti. Camiin açılışına Osmanlı Devleti’nin Berlin Büyükelçisi Mahmud Muhtar Paşa da katıldı. Max von Oppenheim isimli bir Alman müsteşrik, kamptaki esirleri ikna ederek Osmanlı ordusuna katılmalarını sağlamaya çalışıyordu. Çalışmalarını gerçekleştirirken Müslüman hatiplerden de istifade ediyordu. Max von Oppenheim, yaklaşık bin kadar Müslüman esiri ikna etmeyi başardı. Bu esirler Osmanlı ordusuna katılmak üzere İstanbul’a gönderildiler. Ancak Osmanlı ordusuna adapte olamadılar. Sultan V. Mehmed Reşad da bu şekilde daha fazla esirin gönderilmemesini istedi. 1. Dünya Savaşı’nda Almanlar Savaşın başlamasına sebep olarak gösterilen suikast sonrası zaten taraflar netleşmişti. Sırayla ülkeler birbirlerine savaş ilan etmeye başladılar. Almanya, ilk olarak 1 Ağustos 1914’de Rusya’ya savaş ilan etti. Ardından 3 Ağustos’ta Fransa’ya, 4 Ağustos’ta Belçika’ya savaş ilan eden Almanlara, İngiltere 4 Ağustos’ta savaş ilan etti. Savaşın başlamasının ardından Almanların ilk hedefi Belçika olmuştur. Bunun için 7-22 Ağustos arasında yapılan muharebelerin galibi Almanlar oldu. Belçika engelini aşınca, yönlerini Paris’e çevirdiler. Bir yandan doğuda Rus tehdidi ile karşılaşan Almanlar, 26-30 Ağustos tarihleri arasındaki Tannenberg Savaşı’nı da kazanarak Ruslara ağır kayıplar verdirdiler. Almanlarla, Fransızlar arasında 5-10 Eylül 1914 tarihleri arasında cereyan eden Marne Meydan Muharebesi’nin galibi ise Fransızlar olmuştu. Bu sebeple hızlı çıkış yapan Almanlar, ilk yenilgilerini almış oluyorlardı. Osmanlı Devleti tarafından Almanya’dan satın alındığı açıklanan Goeben ve Breslau kruvazörlerinin de dahil olduğu Osmanlı Donanması’nın, Rus gemilerini batırması ve Sivastopol ve Novorosisk Limanlarını bombalaması üzerine Rusya, 2 Kasım 1914’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti. Bu arada 3 Kasım’da İngiltere, Çanakkale Boğazı’ndaki Osmanlı tahkimatını topa tutmuştur. Rusya’ya Boğazlar üzerinden yardım götürebilmek ve İstanbul’u işgal edebilmek amacıyla İngiltere, 19 Şubat 1915’de tekrardan Çanakkale Boğazı’nın dış tabyalarını topa tutacaktı. 18 Mart 1915’de denizden Boğaz’ı geçmeye çalışan İtilaf devletleri donanması, Osmanlı savunmasını geçemeyerek geri çekilmek zorunda kalmıştır. Daha sonra devam eden Çanakkale kara savaşlarının galibi de Osmanlı Devleti oldu. Almanlar, Avusturyalılar ve Bulgarlar, 6-7 Ekim 1915 tarihlerinde Sırbistan’a taarruza başladılar. Yoğun saldırıya maruz kalan Sırplar, daha fazla dayanamadılar ve 26 Kasım’da yenilgiye uğradılar. Bu savaş, Osmanlı Devleti ile Almanya’nın karadan bağlantı kurmasını sağlamıştır. Bu arada İttifak Devletleri Romanya’yı ele geçirirken, İtilaf Devletleri Makedonya’yı işgal etmişti. Çanakkale cephesinde yenilgiye uğrayan İngiltere ve Fransa’dan Rusya’ya yardım gidemedi. Ruslar, kimi yerlerde yenilgiye uğradılar, kimi cephelerde kazansalar da ağır kayıplar verdiler. Bu durum 15 Mart 1917’de Rusya’da bir ihtilalin patlak vermesine yol açtı. Rusya’nın karışması, İtilaf devletlerini zor duruma sokmuştu. İttifak devletlerinin savaşı kazanma ihtimali güçleniyordu. ABD’nin savaşa girişi İtilaf devletlerinin zora düştüğü sırada yardım başka bir kıtadan, Amerika’dan, gelecekti. Amerika Birleşik Devletleri, 6 Nisan 1917’de resmen savaşa girdi. ABD’nin Almanya’ya karşı savaşa girmesinde birçok müessir hadise vardı. Bunların başında Alman denizaltıları tarafından Amerikan ticaret gemilerinin batırılması gelmektedir. 1915 yılında iki ve 1916 yılında bir Amerikan ticaret gemisi Alman denizaltılarınca batırılmıştı. Almanya, yanlışlıkla batırıldığını açıklasa da Amerika’nın öfkesinden kendisini kurtaramamıştı. Bunun dışında bir diğer etken Almanya’nın, Amerika ile aralarının pek iyi olmadığı bilinen, Meksika ve Japonya ile dostluğunu geliştirmesiydi. Hatta Meksika’nın Arizona ve Teksas’ı kendi topraklarına katmasını, Almanya desteklemekteydi. Yine ABD, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere İtilaf devletlerine çok yüksek miktarda borç vermişti. Onların savaşı kaybetmesi, ABD’nin ekonomik açıdan da çıkarlarına tersti. Her ne kadar savaş karşıtı geniş bir kesim olsa da Amerikan halkı, İtilaf devletlerinin kazanmasını istiyordu. Amerikalı gençler, Almanların kendileri ile aynı değerleri paylaşmadığını düşünüyorlardı. 14 Kasım 1917’de Rusya’da, Bolşevikler darbe yaptılar. Darbenin ertesi günü Ruslar, İttifak devletleri ile ateşkes antlaşması yaptı. ABD ise 2 milyonluk askerî gücü ve yıllardır geliştirdiği teknolojisi ile Rusya’nın oluşturduğu boşluğu kapatıyordu. Rusya’da darbe olduğu sıralarda, İtilaf devletleri ordularının tek bir merkezden idare edilmesi kararı alındı. Bu çerçevede yapılan görüşmeler üzerine bir Yüksek Harp Komisyonu oluşturuldu. Bu arada Amerikan askerleri Avrupa kıtasına gemilerle naklediliyordu. Yüzbinlerce Amerikan askeri, adeta Almanya’yı kuşatıyordu. Almanya ise Rusya’nın savaştan çekilmesini fırsat bilerek, doğudaki kuvvetlerini batıya kaydırdı. 21 Mart 1918’de Almanlar, büyük bir güçle İtilaf devletlerine saldırdılar. Fransa Büyük Meydan Muharebesi olarak adlandırılan bu taarruz, Almanya için olumsuz sonuçlandı. İtilaf devletleri ordularının başına, başkumandan olarak Fransız General Foch getirildi. Amerikan askerlerinin de desteğiyle İtilaf devletleri ordusu, 21 Mayıs’ta Almanya’ya karşı harekete geçti. Almanlar ilk aşamada başarı sağlayarak hızla ilerlediler, fakat cephe gerisinden mühimmat desteği bu hızla gelmedi. Ayrıca uzun yılların getirdiği büyük kayıplar, Almanları zor durumdu bırakıyordu. Eskisi gibi hızlı hareket kabiliyetine sahip birlikleri teminde güçlük çekiyorlardı. Bu durum da onların cephenin ilerisinde tutunmalarını zorlaştırdı ve geri çekilmek zorunda kaldılar. 1918 yaz ayları boyunca şiddetli çarpışmalar devam etti. Almanların kaybı büyüktü. Bu arada Amerikan ordusunun desteği gözle görünür oranda İtilaf devletlerinin elini güçlendiriyordu. Amerikalı General Pershing komutasındaki binlerce yeni birliğin de desteğiyle İtilaf devletleri, Almanlara karşı saldırıya geçtiler. 100 gün devam eden mücadele boyunca Almanların kaybı 785.733 asker iken, İtilaf devletlerinin kaybı 1.609.636’yı bulmuştu. İtilaf devletlerinin içinde ABD’nin kaybı ise 120.000’i geçmişti. Nihayetinde İttifak devletlerinden ilk pes eden Bulgaristan oldu. Ardından Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. Avusturya-Macaristan 3 Kasım’da, Almanya 11 Kasım’da ateşkes antlaşması imzaladı. 1. Dünya Savaşını Almanya kazansaydı ne olurdu? Dünya Savaşını Almanya kazanırsa, İttifak devletleri Amerika’yı nasıl bölüşür? İşte bu soruyu Amerikalılar kendilerine sordular. Hatta böyle bir şeyin vuku bulması durumunda ortaya çıkacak sonucun haritasını bile yaptılar. Bu harita ABD’de yayın faaliyetinde bulunan Life dergisinin 10 Şubat 1916 tarihli 67/1737. sayısının kapağında neşredildi. Harita aslında ABD’nin savaşa girmesini teşvik etmek amacıyla, propaganda için, hazırlanmıştı. Savaş taraftarları, bu haritayla Amerikan halkını motive etmeyi düşünmüşlerdi. Haritanın en ilginç kısmı ise Osmanlı Devleti’nin payına düşen kısımdı. ‘Turconia’ diye nitelendirdikleri bu bölge, Florida Eyaletiydi. Muhtemelen Osmanlı Devleti’nin orta ılıman ve sıcak kuşakta yer almasından dolayı bu bölgeyi tercih edebileceğini düşünmüş olmalıdırlar. Amerikalılar, kendilerine sadece Arizona ve New Mexico gibi birkaç güney eyaletini uygun görmüşler, İttifak devletlerinin diğer kısımları işgal edeceğini düşünmüşlerdi. Ülkeden aslan payı ise Almanlara kalmıştı. ‘New Prussia’ adıyla Almanlara kalan kısım, ülkenin toprak olarak neredeyse %90’ını kaplamaktaydı. Ülkenin batısı ise boydan boya ‘Japonica’ adıyla, Japonya’ya veriliyordu. Avusturya’ya ise, ‘Austriana’ adıyla günümüzde Meksika sınırları içinde olan Aşağı Kaliforniya ve Güney Aşağı Kaliforniya eyaletleri bırakılmıştı. Yine şehir isimleri de değiştirilmişti. Osmanlı’ya bırakılan Florida’da yeni şehir isimleri, Constantinople Junction, Bagdad Corners ve West Turkey oluyordu. Diğer ülkelere ayrılan bölgelerde de isimler o ülkelerin şehirlerine benzer şekilde oluşturulmuştu. Kaynaklar: Görgülü, İsmet. On Yıllık Harbin Kadrosu 1912-1922. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, 2014. Howard, Michael. “I. Dünya Savaşı’nı Yeniden Değerlendirmek”, I. Dünya Savaşı ve 20. Yüzyıl içinde. Tansel Demirel (çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012. Life Dergisi, Sayı: 67/1737, 10 Şubat 1916. Stanford, J. Shaw. Beyza Sümer Aydaş (çev.). Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu Savaşa Giriş. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014.

SUAL: Risale-i Nur yazısının İslam harflerini muhafaza ve unutulmuş bir sünnetti ihya etmek için yazıldığı söyleniyor. Halbuki İslam yokken yani cahiliye devrinde de bu harfler kullanılıyordu. Bu nasıl olur? CEVAP: Sevgili kardeşimiz! Yazının veya başka şeylerin İslam’dan önce kullanılmış veya yapılmış olması, onun değersiz olduğunu ve onunla amel edilmeyeceğini göstermez. İslam, kendisinden önceki adet, gelenek görenek ve inanışları tümüyle reddetmemiştir. Onları bazen tağyir, bazen de tadil ve tamir etmiştir. Mesela müşrikler Allah’a inanıyorlardı, fakat putları aracı yapmışlardı. İslam, onların yanlış olan Allah inancını tamir ve tadil edip düzeltmiştir. Putlardan ve şirk unsurlarından arındırarak Allah’ın razı olduğu biçime sokmuştur. Mesela, Mekke veya Medine’de farklı dinlerin müntesipleri kurban keserlerdi, oruç tutarlardı, adak adarlardı, Kâbe’yi kutsal sayıp tavaf ederlerdi. İslam dini bunları tamamen kaldırmayıp tevhid inancı çerçevesinde düzenlemiştir. Yine Hz. Peygamber (sav) Medine’ye geldiği zaman Yahudilerin aşure günü oruç tuttuklarını gördü ve bunun ne orucu olduğunu sordu; cevap olarak şöyle dediler: “Bugün, iyi bir gündür. Allah, İsrail oğullarını Firavunun zulmünden bugün kurtarmıştır. Musa (as) Allah’a şükür için bugünde oruç tutmuştur. Biz de tutarız.” dediler. Hz. Peygamber, “Biz Musa’nın sünnetine sizden daha yakınız.” dedi ve o gün oruç tuttu. Ashabına da tutmalarını emir buyurdu. Fakat Yahudilere benzememek için bir gün öncesi veya sonrası dahil edilerek tutulmuştur. Yani Yahudi ve Hristiyanların yaptığı veya istimal ettiği şeyler, Allah ve Resul’ünün tashihinden ve tasdikinden geçtikten sonra artık İslam’ın malı ve özü olmuştur. Bir şey, öncesinde kimin elinde olursa olsun, İslam onu onaylayıp bünyesine dahil etmişse, artık o şey İslam’a ait olup onun malı olur. Biliyoruz ki tüm dilleri Allah yarattı ve insanlara öğretti. Arapça sadece bir kavmin yazısı değildir. İslam’ın son din olması ve Kur’an’ın mukaddes kitaplar içindeki durumu göz önüne alındığında denilebilir ki, Arapça, Allah’ın tarih içinde, insanlığın dimağında, dilinde, hafızasında geliştirerek Kur’an’ın nazil olacağı zamana kadar en üst seviyeye çıkardığı bir dildir. Kur’an, Allah’ın takdiri ve onun irade buyurduğu zamanda indirilmiştir. Bu zaman dilimi de Arapçanın zirve olduğu bir dönemdir. Yani -tabiri caizse- Allah-u Teala (c.c), Kur’an’ı taşıyacak, onun manalarını en üst seviyede temsil edecek şekilde Arapçayı hazırlamıştır. Bu itibarla Kur’an’ın lisanı olma şerefine nail olmuştur. Allah bu dili seçmiş ve Kur’an’ı bu dilde indirmiştir. Arapça Arapların dili olmanın ötesinde, Kur’an’ın lisanıdır. Kur’anîdir. Kıymeti de bu cihetledir. İslam’ın manası ve hakikati de Arapça üzerinden bütün dünyaya ve insanlığa taşınmıştır. Bu yazı ve lisan dünyada İslam’ı temsil etmiş ve binlerce yıl da bu şekilde kabul görmüştür. İslam’la şereflenen milletler, İslam ve Kur’an’la olan bağlarını daha canlı tutmak ve kopmaz bir bağ oluşturmak için İslam alfabesini, Kur’an yazısını tercih etmişlerdir. Her şeyleriyle Kur’an’a benzemek yolunu ihtiyar etmişler, kendi lisanlarını Kur’an’ın harfleriyle yazmışlardır. Öyle ki bu harfleri gören, gördüğü yeri İslam beldesi, insanlarını da Müslüman bilmiştir. Yani tüm bu anlatılanlardan yola çıkarak şunlar söylenebilir: Kur’an harfleri ve yazısı ve kelimeleri, Allah’ın yarattığı, seçtiği ve değer verip kıymetlendirdiği bir yazıdır. İslam’ın sembollerindendir. Dolayısıyla geçen yüzyıllar içinde biriken İslam kültürüne ait eserlerin de yazısıdır. Müslümanların nerede olurlarsa olsunlar kimliği ve birbirleri arasındaki en kuvvetli bağ ve iletişim alanıdır. İşte Risale-i Nur da bu zamana bakan imani ve itikadi meseleleri hal ederek Kur’an’ı tefsir eden bir eserdir. Bu cihette Kur’an’ın manasına hizmet etmektedir. Risale-i Nur aynı zamanda Kur’an harfleriyle telif edilmiş ve toplumsal değişimlere rağmen bugüne kadar bu yazı ile gelmiştir. Etrafında Kur’an harfleriyle okuyup yazan bir kitle oluşturmuş ve bu canlı mekanizma içinde yazı ve lisanı korumuştur. Bu da Kur’an’ın yazısına ve şiarına ve Müslüman kimliğine yapılan önemli bir hizmettir. Cahiliye dönemi yazısıyla kıyas götürmez bir hakikat ve gayretin resmidir.

İslamcıların İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesiyle belirgin olarak iki gruba ayrıldığını söylemek mümkündür. İttihat ve Terakki’nin kabul ettiği resmî ideolojisi Türkçülük ve Batıcılık olsa da hiçbir zaman ret ve inkâr edemediği İslamcı bir grubu içinde barındırmıştır. İttihat ve Terakki’nin kendi bünyesinde yetişen bu grup batıcı ve modern İslamcılardır. Modern İslamcıların karşısında ikinci bir İslami grup olarak muhafazakâr ve gelenekçi İslamcılar vardır. Temelde fikir olarak Modernistler İslam ile Batı kültürünü sentezlemeye çalışmışlardır. Muhafazakârlar ise batıyı ve batıcılığı tamamen reddederek İslami değerlere sarılmışlardır. 31 Mart Hadisesi yakın tarihimizin en çok tartışılan olaylarından birisidir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ortaya çıkan bu hadise 33 yıl saltanatta olan güçlü padişah II. Abdülhamid’in hal’ edilmesi ile neticelenmiştir. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti devlet üzerinde otoritesini kurmuş ve gücünü bütün kurumlarda hissettirmiştir. Hemen ardından gelen on yıllık süreçte 1. Dünya savaşı, Osmanlı’nın yıkılışı gibi önemli hadiselerin mukaddimesi olan 31 Mart Vakası tarihi seyir içerisinde doğru anlaşılmayı bekleyen en önemli olaylardan birisi olarak karşımızda durmaktadır. 2. Meşrutiyet’in ilanı Osmanlı Devleti’ni sosyal ve siyasal anlamda derinden etkilemiştir. Asıl gayesi II. Abdülhamid’i tahttan indirmek olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Meşrutiyet ile büyük bir başarı elde etmiştir. Meşrutiyet’in ilanından sonra ne yapacağını bilemeyen İttihatçılar bir hayal kırıklığı yaşamış ve yaşatmışlardır. Gerek içerde ve gerekse dışarda bir takım siyasi başarısızlıklar İttihatçılar için endişe verici bir boyuta varmıştır. Zira ellerinde devlet yönetimine dair hazır bir programları ve kayda değer bir tecrübeleri olmayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, yönetime bil-fiil talip olmayacak fakat meclisi dışardan ve kendi yöntemleriyle yöneteceklerdir. Örgüt refleksinden kurtulamayan İttihat ve Terakki, meclise bil-fiil girmek ve aktif siyaset yapmaktansa siyaseti yönetmeyi tercih etmesinin sebebi, mesuliyetten uzak durmak anlamını taşımaktadır. Kendi belirlediği yöntemlerle siyasete çözüm getirmeye çalışan İttihat ve Terakki’ye karşı gerek mecliste gerekse sosyal hayatta tabii bir muhalefet oluşmuştur. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti, siyasi çekişmelerin yoğunlaştığı böyle bir atmosferde kurulmuş, İslami söylemleri rehber edinmiş pek çok ilkleri kendinde barındıran toplumsal bir harekettir. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti 31 Mart Hadisesinden (13 Nisan 1909) altmış sekiz gün önce ilk defa Volkan Gazetesi’nde ilan edilmiş (5 Şubat 1909) ve kuruluş sürecine başlamıştır. Cemiyetin yayın organı olan Volkan Gazetesi 20 Nisan 1909 tarihinde son sayısını çıkarmış cemiyetle birlikte tarih sahnesinden çekilmiştir. Derviş Vahdeti’nin kötü niyetli olarak tarif ettiği bir grupla mücadelesi sonrasında cemiyet, Volkan Gazetesi ve Vahdeti’nin çevresinde toplanmaya başlamış ve yeniden yapılanmaya girmiştir. Vahdeti’nin bu başarısından sonra Osmanlı Devleti içerisinde makbul ve mümtaz bir yere sahip olan alimlerin (Sehl Paşa ve Şeyh Sadık) cemiyete dahil olmasıyla pekişmiştir. 31 Mart Hadisesinden on gün önce (3 Nisan 1909) cemiyet Ayasofya’da mevlit tertip edip bir açılış düzenlemiştir. Aslında bu mevlit, açılış merasiminden ziyade bir isbat-ı vücuttur bir boy gösterisidir. Halkın büyük teveccühüne mazhar olan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’ne en önemli destek askeriye ve ilmiye sınıfından gelmiştir. Fakat her yapının müntesipleri ve sevenleri olduğu gibi karşısında duranları muhalefet edenleri ve eleştirenleri de olacaktır. İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin az bir zamanda fevkalade bir şekilde büyümesi dini kimliği ve ismindeki İslami derinliği ve kurucusu olan Derviş Vahdeti’nin karmaşık kişiliği bir kısım kalem erbabı ve alimler tarafından eleştirilmesine sebep olmuştur. 2. Meşrutiyet Dönemi’nde Osmanlı’da Siyasi Hayat Osmanlı’nın son dönemi ele alınırken tarihçiler genelde şu ayrıma gitmektedirler. 1876’da ilan edilen I. Meşrutiyet’ten 1908 II. Meşrutiyet’e kadar olan dönem II. Abdülhamid devri, 1908’den itibaren 1918 Mondros Mütarekesi’ne kadar olan dönem ise İttihat ve Terakki devridir. Osmanlı’nın en buhranlı zamanı olan bu iki dönemin temel özellikleri genel olarak şöyle ifade edilmektedir. II. Abdülhamid devri, muhafazakârlığı, istikrarı, eğitimde gelişmeyi, teknikte yeniliği, siyasette ise istibdadı temsil ederken İttihat ve Terakki devri ise kargaşayı, bocalamayı, arayışı, çelişkileri, yolların ayrımını, çok partili hayatı, üçlü (Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa) yönetimini ve en-nihayet Osmanlı’nın çöküşünü çağrıştırmaktadır.1 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti son dönemlerini yaşarken batı dünyası ise dünya tarihini derinden etkileyecek büyük değişikliklere öncülük etmiştir. Bilimin gelişmesi bilim adamlarına verilen değerin artması, toplumda son derece önemli değişiklikleri tetiklemiştir. Yeni keşifler, icatlar, buluşlar sayesinde bilim, toplumun önünü açmıştır. Bir taraftan toplumun dünyaya bakışı ve ufku değişirken diğer taraftan her şeye hakim olma isteği hızla artmıştır. Batı bilimden aldığı bu itici güçle iki büyük Sanayi Devrimi gerçekleştirmiştir.(I. Sanayi Devrimi 1760-1830 II. Sanayi Devrimi ise 19. yüzyılın son çeyreğinde başlamıştır.) Gerçekleşen Sanayi Devrimleri ile kömür-buhar-çelik, tren-demiryolu, elektrik-petrol-otomobil birleşiminde kat edilen büyük gelişmeler düşünce dünyasını değiştirmiş, maddi ve kültürel hayatı derinden etkilemiştir.2 Batıdaki bu değişiklikler Osmanlı’yı da etkisi altına almış devlet düzeyinde gelişmeler yakından takip edilse de toplumsal olarak yeterince ilerleme kaydedilememiş bilimsel olarak Avrupa’daki değişimler Osmanlı’da güncellenememiştir. Osmanlı içinde bulunan kurumların yapısı, yönetim sisteminden kaynaklanan sorunlar bu değişimin önünde engel olarak görülmüştür.3 İlk anayasa olan Kanun-u Esasi’nin 24 Temmuz 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanıyla tekrardan gündeme gelmesi Osmanlı’da yeni bir heyecana vesile oldu. Osmanlı şehir ve kasabaları bir taraftan dışarıya açılırken diğer taraftan da çok çeşitli yabancı fikirler Osmanlı’da yayılma fırsatı yakalıyordu. Dergiler, gazeteler sansürün kalkmasıyla piyasaya akın etti. Jön Türklerin çeşitli gruplarının yanı sıra belli başlı dini ve etnik cemaatler (Müslüman, Rum, Ermeni, Yahudi) önderleriyle birlikte yeni rejimi desteklemek için sokağa döküldü. Uzak vilayetlere sürgüne gönderilenler ve Avrupa’ya kaçanlar yeni siyasi umutlarla payitahta döndüler.4 2. Meşrutiyet’le artık uzun yıllar sürdüğü iddia edilen hürriyet mücadelesi başarıya ulaşmıştı. Meşrutiyet yeniden ilan edilmiş ve seçimlerin yapılması talimatı verilmişti. Ancak II. Meşrutiyet yönetimi her ne kadar büyük umutlarla başlasa da o da I. Meşrutiyet gibi başarısızlıkla ve düş kırıklığı ile son buldu. Osmanlı içerde ve dışarda büyük sıkıntılarla uğraşıyordu. Meşrutiyet taraftarları sayıca az ve tecrübesizdi. Büyük ümitlerle doğan Meşrutiyet, hızlı ve kesin bir şekilde boşa çıkmıştı.5 Bu dönemde Osmanlı Devleti siyasal ve sosyal tartışmalara sahne olmuştur. Ancak bu tartışmalar yeni, güçlü, özgürlükçü ve fikri yeniliklerle dolu bir toplumu inşa edememiştir.6 2. Meşrutiyet Dönemi’nde Osmanlı’da Siyasi Oluşumlar Osmanlı, doğu ile batının birleştiği bir coğrafya üzerinde bulunduğundan her iki kültüre de açık bir durumdadır. Doğu ile iletişimde, fikir alışverişinde başarılı ilerlemeler kaydeden Osmanlı özellikle 1800’lü yıllarda batıda cereyan eden akımlara ve gelişmelere karşı aynı başarıyı yakalayamamıştır.7 19. yüzyılın güç kazanan unsurları olan Helen, Cermen, Slav ulusçu akımlarına karşı Sultan II. Abdülhamid Panislamizm görüşünü savunmakta ve Osmanlı’nın ayakta kalabilmesi için asla bu anlayıştan vazgeçmemesi gerektiğini düşünmektedir. Bu hal iç politikada başka bir düşüncenin hayatiyetine müsaade etmemekle beraber muhalefetin gizli bir şekilde çalışmasına sebebiyet vermektedir. Ancak Osmanlı aydınları ülkenin çıkmaza girdiğini bu politikalarla memleketin idare edilemeyeceği görüşünde ısrar etmekte ve bunun ardından muhakkak 1876 Anayasası’nın yeniden yürürlüğe konulması gerektiği tezini savunmaktadırlar. Bu doğrultuda gizli ve padişaha muhalif bir cephe oluşturulmuştur. Bunların başında İttihat ve Terakki Cemiyeti gelmektedir. Bu yapı II. Meşrutiyet ve sonrasındaki faaliyetlerde başrol oynamıştır.8 2. Meşrutiyet gerek aydın çevrelerde gerekse II. Abdülhamid’e karşı oluşan muhalefet nezdinde bir özlem bir umut ifade ediyordu. Yüzyıllardır çekilen dertler ve sıkıntılar kaybolacak gibi bir ümit oluşturuyordu. Fakat bu beklentiler sağlanamadığı gibi sadece hukuk metinleri üzerinde yapılan değişiklikler ne gerçekten istibdadı yıkabilmiş ne de hürriyetçi bir rejimi ortaya koyabilmişti.9 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle ülkenin toplumsal, siyasal ve sosyal yapılanmasında önemli yeniliklere imza atılmıştır. Parlamenter sistemin ve anayasal geleneğinin temelleri bu süreçte atılmıştır. I. ve II. Meşrutiyet sonrasında Osmanlı toplumunda devlet-toplum ilişkisi açısından alışılmamış olan ikincil yapılar ortaya çıkmıştır. Bu ikincil yapılar sivil toplumda eğitim kurumlarında basın ve yayın organlarında çeşitli muhalefet guruplarının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ancak gerek I. Meşrutiyet döneminde gerekse II. Meşrutiyet Dönemi sonrasında özgürlüklerin kısa sürede askıya alınması örgütlenme ve cemiyetleşme sürecinin devamlılığını engellemiştir. Bu süreklilik ve örgütlenmenin hayatiyeti ancak 16 Ağustos 1909’da Cemiyetler Kanunu ile resmiyet kazanmıştır. Bunun sonucunda gizli ve ihtilalci komiteler resmî kurumlar altında yapılanmış ve faaliyetlerini gizlilikle yürütme fırsatını yakalamışlardır.10 2. Meşrutiyetten sonra Osmanlı Devleti’ni “milliyet sorunu” bağlamında siyasi olarak üç blok şeklinde kurumsal bir hale dönüştüğünü söylemek mümkündür. Mizancı Murat İslamcı görüşü temsil ederken, Prens Sabahattin adem-i merkeziyetçilik görüşünü, Ahmet Rıza ise merkezi imparatorluk görüşünü temsil etmektedir. Siyasal noktada partileşme sürecinin temellerini oluşturacak olan bu fikirler zamanla partileşme eğilimi gösterecektir. Birinci partileşme eğilimi 1913 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tam bir siyasi parti olmasıyla tamamlanmış oldu. İkincisi, liberallerin temsil ettiği Ahrar Fırkası olarak ortaya çıktı. Bilahare Hürriyet ve İtilaf Fırkası olarak siyasi hayatta yerini bulacaktır. Üçüncüsü ise İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti olarak ortaya çıksa da daha sonra siyasi bir fırkaya dönüşemeden bir fikir akımı şeklinde kendine yer bulacaktır.11 2. Meşrutiyet Dönemi’nde İttihat ve Terakki’den başka Fedakaran-ı Millet Cemiyeti, Ahrar Fırkası, Mutedil Hürriyetperveran Fırkası, Ahali Fırkası, Islahat-ı Esasiye-i Osmaniye Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası faaliyet göstermiştir. 2. Meşrutiyet İttihat ve Terakki’nin Balkanlar’da başlatmış olduğu isyan neticesinde vücuda gelmiştir. Her ne kadar padişah bunu kendi ihsanı gibi gösterse de İttihat ve Terakki’nin Balkanlar’da yaptığı eylemler ve gösteriler II. Abdülhamid’i Meşrutiyet’i ilan etmeye mecbur bırakmıştır. Esasen meşrutiyette bu kadar faal bir rol oynamasına rağmen başlangıçta İttihat ve Terakki’nin yüksek mevkilere geçmemesi dikkat çekicidir. Stratejik olarak kendilerini “meşrutiyetin koruyucusu” sıfatıyla faaliyet göstermeyi daha selametli görmüşlerdir. Fakat ileride tek partili rejime dönüşecek olan İttihat ve Terakki meşrutiyete muhalif, aşırı müstebit bir yapıda konumlanmaktan kendini alamayacaktır.12 Dönemin önemli faaliyetlerinden birisi de partilerin yanı sıra her bir milletin kendi adını taşıyan bir kulüp oluşturmasıdır ki; bu Devlet-i Aliye için en tehlikeli olanıdır. Çünkü çok uluslu bir yapıya sahip olan Osmanlı halkı içerisinde her bir milletin kendi ırkı adına oluşturacağı topluluk, ayrılık için bir adım olma ihtimali taşıyacaktır. Çerkez, Arnavut, Bulgar, Rum, Ermeni gibi milletlerin kendi adlarıyla bir cemiyetleşme teşebbüsleri, başta II. Abdülhamid olmak üzere çeşitli kesimlerde endişe oluşturmuştur. II. Abdülhamid’in bu noktada mabeyn başkâtibi Ali Cevat Bey’e söyledikleri tarihi açıdan önem arz etmektedir. “Bu kulüpler nedir? Arap kulübü, Arnavut Kulübü, Rum Kulübü... Velhasıl her millet kendisine bir kulüp yapmış. Bunlar fena şeyler. Bu devlet birçok muhtelif kavimlerden teşekkül etmiştir. Bunları birleştirmeye çalışmalıdır. Bu gidişe bakılırsa her kavim ayrı-ayrı yaşamaya çalışıyor. Bu işler kolay zan olmasın. Pek müşküldür. Beni bir şeye karıştırmıyorlar. Ben de karışmak istemem ama işler bozulursa bir daha yerine gelmez.13 Osmanlı siyasal olarak 1908 yılına kadar rejim itibariyle çoğulculuktan uzak bir yönetim şekliyle idare edilmekteydi. Ancak 23 Temmuz 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle çok partili döneme adım atılmış ve meşruti bir idari sistem icra edilmeye başlamıştır. Böylelikle II. Abdülhamid ile özdeşleşen idari dönem sona ermiş İttihat ve Terakki Dönemi başlamıştır.14 3. II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcılık Hareketi Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik fikri Avusturya ve Osmanlı gibi çok uluslu imparatorlukları olumsuz etkilemiştir. Bu büyük ve çok milletleri bünyesinde barındıran imparatorluklar artık farklı milletlerin bağımsızlık çabaları karşısında beka sorunu yaşamaya başlamıştır. Osmanlı Devleti bu durum karşısında başlarda askeri alanda yenilikler yapmak suretiyle tedbirler almış fakat bu Osmanlı’yı girmiş olduğu zor durumdan kurtarmaya yetmemiştir. Osmanlı’da 17. yüzyıl ile başlayan ve Tanzimat’la hızlanan Batı’ya açılma faaliyetleri II. Abdülhamid döneminde zirve yapmıştır. “Bu ülke nasıl kurtulur?” sorusu etrafında başlayan tartışmalar çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 17. yüzyılın ikinci yarısında filizlenen fikir akımları ancak II. Meşrutiyet Dönemi’nde düzenli hale gelebilmiştir.15 Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde özellikle aydın çevreler tarafından Osmanlının girmiş olduğu yıkılış sürecinden kurtulması ve yeniden ihyası ve ilerlemesi için çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük gibi bu tür akımların en temelde hedefleri siyasi birliği korumak, elde var olan toprakları kaybetmemek16 ve Batı karşısında saygın bir hale gelmek17 diye özetlenebilir. Osmanlı Devleti’nin yeniden ihyası için ortaya atılan fikir akımları arasında İslamcılık fikri önemli bir yere sahiptir. İslamcılık, İslam’ı inanç, düşünce, ahlak, siyaset, idare ve hukuk bakımından hayata hâkim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek, İslam ülkelerini Batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafeden kurtarmak, medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak adına her türlü ilmi, siyasi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütünü olarak tarif edilebilir.18 İslamcılık ilk defa, Pan - Ottomanizm (Osmanlıcılık) düşüncesinin if lasından sonra, Tanzimat'la birlikte Yeni Osmanlılar tarafından gündeme getirilmiştir. İslamcılık, etki ve tesirini II. Abdülhamid döneminde zirveye çıkmıştır. İttihat-Terakki Dönemi’nde ise, devletin etkin ideolojilerinden biri olarak devam ettiği söylenebilir.19 İslamcılık akımını bir ya da birkaç fikir ve siyaset adamının şahsi faziletine bağlamak eksik bir değerlendirme olur. İslamcılığı II. Abdülhamid’e dayandıranlar olduğu gibi, bu düşüncenin çok daha önce kullanıldığını ifade edenler de olmuştur.20 İslamcılık fikrini bazı Osmanlı münevverinin batıya karşı meydan okuma gayesiyle ortaya çıkardıklarını ifade etmek de çok isabetli ve doğru bir değerlendirme olmayacaktır. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam dünyası Batı’nın istilasına ve işgaline maruz kalmıştır. Bu toprakların fiilen veya hukuken sahibi Osmanlı Devleti’ydi. Bu münasebetle Osmanlı’nın içerisinde Müslüman topraklarının Hıristiyanların ellerine geçmesi gerek yöneticilerde gerekse halkın içinde dini haysiyetlerin ayaklar altına alındığı kanaati hâsıl oldu. II. Abdülhamid bu hassasiyeti diri tutarak İslamcılık fikrine ağırlık vermiştir.21 2. Abdülhamid’in İslamcılık politikası, İttihat ve Terakki nezdinde kısmen kabul görse de Prens Sabahattin tarafından şüphe ile karşılanmıştır. II. Abdülhamid’in İslamcılık anlayışının İttihat ve Terakki Dönemi’nde özellikle savaş zamanında devletin politikası haline gelmesi de kayda değerdir.22 İslamcılık, II. Abdülhamid zamanında müstakil bir düşünce sistemine kavuşamamış iken II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Sırat-ı Müstakim, Beyanülhak, Livaü’l-İslam, Hikmet, İttihad-ı İslâm, Tasavvuf, İslam Mecmuası, Volkan gibi gazetelerde ve dergilerde yoğun ve sistemli bir şekilde ele alınmış ve bir hareket haline dönüşmeye başlamıştır.23 İslamcıların İttihat ve Terakki’ nin iktidara gelmesiyle belirgin olarak iki gruba ayrıldığını söylemek mümkündür. İttihat ve Terakki’nin kabul ettiği resmî ideolojisi Türkçülük ve Batıcılık olsa da hiçbir zaman ret ve inkâr edemediği İslamcı bir grubu içinde barındırmıştır. İttihat ve Terakki’nin kendi bünyesinde yetişen bu grup batıcı ve modern İslamcılardır. Modern İslamcıların karşısında ikinci bir İslami grup olarak muhafazakâr ve gelenekçi İslamcılar vardır. Temelde fikir olarak Modernistler İslam ile Batı kültürünü sentezlemeye çalışmışlardır. Muhafazakârlar ise batıyı ve batıcılığı tamamen reddederek İslami değerlere sarılmışlardır.24 Kaynaklar: 1- Bayram Kodaman, “Osmanlı Siyasi Tarihi (1876-1920)”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul 1989, c. 12, s.19.2- Bayram Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1914)”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, c. 13, s. 165-192.3- Bernard Lewis, Modern Türkiye’ nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, Ankara 2009, s.174.4- Feroz Ahmad, “Modern Türkiye’ nin Oluşumu”, Kaynak Yayınları, İstanbul 2012, s. 44.5- Lewis, a.g.e., s. 286.6- Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002, s. 429.7- Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1914)”, Türkler Ansiklopedisi, c. 12, s. 551.8- Oral Sander, Siyasi Tarih İlk Çağlardan 1918’e, İmge Kitabevi, Ankara 2008, s. 325-3269- Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler II. Meşrutiyet Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul 2011, c. 1, s. 35-36.10- Zehra Arslan, “Ağustos 1909 Tarihli Cemiyetler Kanunu Üzerinde Meclis-i Mebusan’da Yapılan Müzakereler ve Cemiyetlerin Yapılanmasında İttihat ve Terakki Örneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, c. 3, Sayı: 11, 2010, s. 57.11- Berkes, a.g.e., s. 405.12- Carter V. Fındley, Modern Türkiye Tarihi, Timaş, İstanbul 2012, s. 194-195.13- Cemal Kutay, 31 Mart 85. Yaşında Bir Geri Dönüşün Mirası, Kazana Matbaacılık, İstanbul 1994, s. 362-363.14- Tunaya, a.g.e., c. 1, s. 35.15- Muhammed Ali Yazıbaşı, “II. Meşrutiyet Dönemi Batıcılık Akımının Ahlak Anlayışının Değerlendirilmesi”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, c. 3, Sayı: 1, 2014, s. 118-119.16- Yavuz Çilliler, “Modern Milliyetçilik Kuramları Açısından 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu Fikir Akımları”, Akademik İncelemeler Dergisi, c. 10, Sayı: 2, 2015, s. 45-65.17- Yazıbaşı, agm. s. 120.18- İsmail Kara, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi”, Dergâh Yayınları, İstanbul 2011, c. 1, s.17.19- Hülya Küçük Sevil, “İttihat ve Terakki Dönemi’nde İslamcılık Hareketi (1908-1914)”, Ankara Ünv. Sosyal Bilimler Ens. (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2005, s.13.20- Küçük Sevil, a.g.e., s. 13.21- Kodaman, “Osmanlı Siyasi Tarihi (1876-1920)”, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, c.12, s. 55.22- Kodaman, “Osmanlı Siyasi Tarihi (1876-1920)”, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, c. 12, s. 63.23- II. Abdülhamid devletin bekasını temin etmek için dış siyasette ve yaptığı diplomatik hamlelerinde İslamcılığı (hilafet) bir fonksiyonel güç olarak kullanmıştır. Ancak İslamcılık II. Abdülhamid’in iktidarı döneminde bir fikir hareketi olarak devam etmemiştir. Azmi Özcan, “İslamcılık”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 23, İstanbul 2001, s. 62-65.24- Sevil, a.g.e., s. 37.

Merhamet medeniyetinin kurum ve sistem olarak mücessem örneklerinden biri hiç şüphesiz Osmanlı Devleti’dir. Kuruluşundan yıkıldığı ana dek merhameti devletin sacayaklarından biri sayan Osmanlı, yönetim sisteminde, sosyal müesseselerinde, iç ve dış politikalarında merkeze aldığı iyilik ve şefkat anlayışıyla bugün dünyanın rol model almak istediği bir devlettir. Allahu Teâlâ’nın Rahman ve Rahîm isimlerinin kâinata yansıması olan merhamet, yeryüzündeki her türlü iyiliğin kaynağını oluşturur. Merhamet İslam medeniyetinin en büyük şiarlarındandır. Gerçekten de yardıma muhtaç, yoksul ve çaresiz kimselerin sıkıntılarını gidermek, onlara şefkat ve merhamet göstermek dünyadaki en yüce duygulardan biridir. Bu duygu, her sıkıntıya düşene, muhtaca, garibe yardımı esas alan bir ahlak medeniyetinin dünyadaki temellerini de atmıştır. Resûlullah Aleyhisselamın şahsında vücut bulan ve onun izinden gidenler tarafından devam ettirilen bu medeniyet, yüzyıllarca dünyaya iyilik, şef kat ve yardımlaşma konusunda bir numune-i imtisal ortaya koymuştur. Merhamet medeniyetinin kurum ve sistem olarak mücessem örneklerinden biri hiç şüphesiz Osmanlı Devleti’dir. Kuruluşundan yıkıldığı ana dek merhameti devletin sacayaklarından biri sayan Osmanlı, yönetim sisteminde, sosyal müesseselerinde, iç ve dış politikalarında merkeze aldığı iyilik ve şefkat anlayışıyla bugün dünyanın rol model almak istediği bir devlettir. Osmanlı hanedanının bütün padişahları adalet, merhamet ve hoşgörüyü tartışmasız benimsemiş, devlet kadrolarını da bu esaslar üzerine tesis etmeye çalışmışlardır. Devletin bânisi olan Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye söylediği vasiyetnamesinde bu ilkeleri açıkça görmekteyiz: “Adil ol, merhametli ol, iyi adam ol; bütün reayayı eşit olarak himaye et! İslam dinini neşr ve tamim et! Yeryüzünde hükümdarların vazifesi budur.” İşte bu vasiyet babadan oğula bütün padişahlara sirayet etmiş, nice ibret alınacak hadiseleri tarihin sayfalarına yazdırarak günümüze kadar ulaştırmıştır. İnsanı kendi varlığıyla değil, Yaratıcısından aldığı değerle yücelten Osmanlı Devleti, sadece halkına değil, dünyanın dört bir yanında yardıma muhtaç veya zulme uğramış milletlere de şef kat elini uzatmıştır. Örneğin 1709 tarihinde Ruslar karşısında büyük bir mağlubiyete uğrayan İsveç Kralı 12. Karl, askerleriyle birlikte Osmanlı Devleti’ne sığınma talebinde bulunmuş, bu talep tereddütsüz kabul edilmiştir. Yine 1849 yılında Osmanlı’ya sığınan Macar, Polonyalı ve İtalyan mültecileri kabul eden Abdülmecid Han, “Tacımı veririm, tahtımı veririm, fakat devletime sığınanları asla geri vermem.” diyerek Rusya ve Avusturya ile savaşmayı bile göze almıştır. Bir ülkenin yurt içi olduğu kadar dış politikasının da temel dinamiklerini oluşturan bu anlayış, bugün dünya Müslümanlarının çoktandır unuttuğu bir bakış açısını bize hatırlatmaktadır. Son günlerde dünya ve ülkemizi derinden etkileyen koronavirüs salgını, birçok nimetin kıymetini bilmemize vesile olmakla birlikte aslında yardımlaşma ve iyilik duygularını tekrar hatırlatıyor. Dünyanın en büyük ekonomilerine sahip Batı devletlerinin sınıfta kaldığı bu zihniyet, Osmanlı mirası üzerinde kurulan Türkiye’de çok şükür yaşamaya devam ediyor. Batı’ya nispeten ekonomik boyutu sınırlı olan Türkiye, yine de bu zor dönemde kendi vatandaşlarına olduğu kadar yurt dışında yardıma muhtaç ülkelere ayrım yapmadan sağlık, gıda malzemeleri ve teknik ekipmanlar gönderiyor. Aslında Suriye’deki mültecilere karşı takındıkları tavırla çoktan şef kat ve iyilik duygularından uzaklaştığını ispat eden Batı medeniyeti, temeli merhamet olan İslam medeniyeti karşısında daha fazla ayakta kalamayacağını da göstermiş oluyor. Yaşadığımız bu sıkıntılı günlerin, dünyaya tekrar merhamet medeniyetinin gelmesine vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan diliyor, okuyucularımıza sağlık ve afiyet temenni ediyoruz.

“Göğe gelince, onu yükseltti ve mizanı (umum kâinatta adâlet ve dengeyi) koydu. Ta ki tartıda haddi aşmayın! Ve tartmayı adâletle dosdoğru yapın, hem tartıda eksiklik etmeyin!” (Rahman, 7-9) Kâinat kitabı mütalaa edildikçe görülür ki kalbimize tülu’ eden manalar hayat ayinemize farklı şekillerde akseder. Doğru okumalar, müspet manalar üzerinden sahip olunacak “kıymetli” hisseleri ziyadeleştirecektir. Tefekkür ayracımızı adalet sayfasına sabitlediğimizde, kâinattaki muvazene, yüce sanatkârın adil isminin marifetine isal eder kalplerimizi. Âlem-i asgar olan vücudumuzu marifetullah ikliminin sıcaklığı kaplar. Aslında göklerin yükseltilmesinden bir sineğin gözüne varıncaya kadar muhtelif olan muvazene çeşitleri, bir yandan hiçbir şeyde israf olmadığını, hakiki manada zulüm ve mizansızlık olmadığını, diğer yandan da beşer hayatındaki doğru tutulması icab eden tartıyı ders vermektedir. Öyle ki beşeriyetin şahsi ve içtimai hayat sahasında da zulümsüzlük ve adalet hâkim olsun. Maddi ve manevi terazilerimiz vazifelerini en doğru şekilde icra edebilsin. Peki kâinat kitabından talim edilen ve kulluk şuuruyla “değer”lenen muvazene (adalet) dersinin hayatlarımızdaki izdüşümünün satırbaşları nelerdir? Her hak sahibine hakkını verme Kâinatı bir arı işçiliğiyle mütalaa eden her bir mütefekkir göz bilip anlayacaktır ki, kendisi de adetullaha riayet etmelidir. Elde ettiği muvazene sırrını hayatına yansıtabilmelidir. Başta, sahibi olduğu uzuvlarını muvazeneyle istimal etmelidir. Kalbini, aklını, gözünü, kulağını vs. her birini dengede tutmalıdır. Hislerin cevelangâhı olan kalp mesela… Öyle bir muvazene hali telkin etmelidir ki, her daim asli vazifeleri ve yaratılış gayesi üzere olsun. İfrat ve tefritten tecrid edilmiş vasat hali ile dengede kalsın. Yine akıldaki hikmet, mizan ve muvazenin aynıdır. Gözü tefekküre bir pencere yapmak, hikmet balının arısı kılmak, tartıda ölçüyü sağlamaktır. Haram seslerin sağırı, İlahi nağmelerin ahizesi olan kulaklar yine aynı keza. Daha başka uzuvlar daha başka muvazeneler, mizanlar, dengeler… Her birindeki doğru tartmaklar, bir cihette kâinattaki adl-i İlahinin izdüşümü, hakkın, mizanın hayat-ı beşeriyede hâkim kılınmasıdır. Uzuvlarımızdaki denge halleriyle hemhal olan şahsi hayatların teşkil ettiği içtimai hayatlarımız da aynı muvazene istikametinde yol alacaktır. Her hak sahibine hakkını teslim edecektir. Oradaki ayarlar da bozulmayacaktır. Anne babasının hakkını gözeten, komşusunun hukukunu bilen, arkadaşına hak ettiği değeri veren vs. vs. muvazene hallerine sahip olunacaktır. Hakkı gasbeden zalimlere haddini bildirme Kâinattaki muvazeneden dersini alan tefekküri nazar, şahsi ve içtimai hayatta muvazeneyi netice verdiği gibi adaletsizlik karanlıklarını da dağıtmaktadır. Her türlü adaletsizliğin hasmının yüce Allah olduğunu gören anlayacaktır ki kendisi de zulmün her nev’ine rıza göstermemelidir. Hem de kendi nefsinden başlayarak… Karıncayı incitmeyecek bir incelikle hâl ve harekâtına çeki düzen vererek… Zalim vasfı taşıyan hemcinslerinin karşısına fiiliyle, sözüyle, olmadı kalbiyle dikilerek… Çünkü vasatı yakalayan insan, tam sağlam bir itikatla inanmış ve tam şuuruna varmıştır ki, bir mahkeme-i kübra vardır. Her hak sahibinin haksızdan hakkını soracağı ve alacağı bir meydan vardır. Numuneleri, nazarını yönelttiği şu kâinat kitabından okunmaktadır. “Kul zulmetse de kader adalet eder” tecellileri her tarafında görülmektedir. Fertlerin ve kavimlerin atıldıkları tehlikelerin girdabındaki meşhur sonları birer ibret sahnesidir. Nice aheste çıkan âhlar işitilmekte, yıktığı evler karşılığında evleri viran olanlar görülmektedir. Unutmadan… Yüce Rabbimizin tüm esmasının en güzel şekilde üzerinde tecelli ettiği Peygamber Efendimiz (asm) aynı zamanda el-Adl isminin de tam bir tecelligâhıdır. Ve dahi beşerin en adilidir. Kendi hayatında tam bir muvazene olduğu gibi, yaşamış olduğu toplum, onun mizan ve adaletinden tam nasibini almıştır. O (asm), her hak sahibine hakkını noksansız vermiş, zulüm ve zalimin rengi onun adaleti karşısında solmuş, silikleşmiştir. O’nun (asm) sünnet-i seniyyesi, her biri hadd-i vasat, sırat-ı müstakim olarak isimlendirilen numuneleriyle bir bakıma kâinattaki muvazenenin beşeriyetteki uygulamalı bir adalet dersidir. O’nun (asm) dem ve damarlarımıza işlercesine kalbimize ve latifelerimize yerleştirdiği haşir akidesi, mahkeme-i kübra itikadı beşer için adalet kaynağıdır. Hasıl-ı kelam: Onsuz adalet mi? Muhal! Kâinat kitabını ve adalet timsali Allah Resulünün (asm) hayatını bir de adalet penceresinden tefekkür etmeye ne dersiniz? Rabbimiz, bizi tartıda eksik yapmayan adil kullarından eylesin ve adalet güneşi Peygamberimizin (asm) adalet vasfıyla vasıf lanmakla nasiblendirsin.

İmam Gazali (ra) Mükaşefetü’l-Kulub adlı eserinde, büyük ahlâk ve fıkıh âlimi Ebu Leys es-Semerkandî’den rivayetle takva (Allah korkusu ile günahlardan sakınmak) hakkında şunları anlatır:Allah korkusunun, yedi alâmeti vardır: Birinci alâmet dilde belirir: Allah korkusu taşıyan kul dilini yalandan, dedikodudan, koğuculuktan, iftiradan ve boş konuşmaktan alıkoyar. Bunların yerine onu zikirle, Kur’an okumakla ve ilmî konuşmalarla meşgul eder. İkinci alâmet kalpte belirir: Allah korkusu taşıyan kul başkalarına karşı kalbinde düşmanlık, iftira ve kıskançlık barındırmaz. Çünkü kıskançlık iyilikleri mahveder. Nitekim Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur: “Ateş odunu nasıl yerse (yakarsa) kıskançlık da iyilikleri öyle yer.” Bilesin ki, kıskançlık, kalb hastalıklarının başlıcalarından biridir ve bu hastalıklar da ancak ilimle ve iyi ameller işleyerek tedavi edilebilir. Üçüncü alâmet gözde belirir: Allah korkusu taşıyan kul, haram olan hiçbir şeye bakmaz. Dünyaya aç ve muhteris gözlerle değil, ibret almak amacı ile bakar. Helâl olmayan şeylerden bakışlarını uzak tutar. Nitekim Peygamber’imiz (sav) şöyle buyurur: “Kim gözünü haramla doldurursa Allah da onun gözünü kıyamet günü ateşle doldurur.” Dördüncü alâmet karında belirir: Allah korkusu taşıyan kul, karnına haram lokma sokmaz, çünkü haram lokma yemek ağır günahlardan biridir. Beşinci alâmet ellerde belirir: Allah korkusu taşıyan kimse, ellerini harama değil. Allah’ın rızasına uygun şeylere doğru uzatır. Nitekim Kâ’bu’l-Ahbar’ın (ra) şöyle dediği rivayet edilir: “Allahu Teala, her bir bölümü yetmiş bin gözlü yetmiş bin bölümü olan yakuttan yapılma bir köşk yaratmıştır. Kıyamet günü bu köşke ancak önlerine çıkan haram şeylerden Allah korkusu ile uzak duranlar girebileceklerdir.” Altıncı alâmet ayaklarda belirir: Allah korkusu taşıyan kimse, günah işlemeye değil, Allah’ın emrine uygun ve onun rızasını kazandıracak işlere doğru yürür, alimlerle ve iyi amel işleyenlerle buluşmak gayesi ile adım atar. Yedinci alâmet amelde belirir: Allah korkusu taşıyan kimse ibadetini sırf Allah rızası için yapar, riyadan ve münafıklıktan kaçınır, böylelikle Allah’ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerden biri olur: “Rabbinin katında ahiret, günahlardan korkanlar içindir (Zuhruf, 35). Böyleleri için Allah (cc) başka bir ayette şöyle buyurur: “Günahlardan sakınanlar, hiç şüphesiz, cennetlerde ve pınarlar(ın başların)dadırlar.” (Zariyat, 15) Başka bir ayette de şöyle buyuruluyor: “Günahlardan sakınanlar cennet ve nimetler içindedirler.” (Tur, 17) Diğer bir ayette de şöyle buyurulur: “Günahlardan sakınanlar emin bir makamdadırlar.” (Duhan, 51) Bu ayetlere bakınca Allahu Teala’nın neredeyse, “bu kimseler kıyamet günü cehennemden kurtulurlar” diye buyurduğu görülür. Müminin korku ile ümit arasında bulunması gerekir. Buna göre bir yandan ümit kesmeksizin Allah’ın rahmetini beklerken, diğer yandan ibadet hali içinde çirkin hareketlerden vazgeçerek Allah’a tövbe eder. Nitekim Allah (cc) şöyle buyurur: “Sakın Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin!” (Zümer, 53)

Üstad Said Nursi Hazretleri, eserlerinde pek çok yerde dile getirdiği gibi Risale-i Nurların kısm-ı ekserisi ilhamen yazdırılmıştır. Kur’an’ın ve imanın sırlı hakikatlerini aklı gözüne inmiş bu zamanın insanlarına öyle harika bir şekilde ifade ediyor ki benzerini yapmak gerçekten çok zor görünüyor. Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur külliyatını tanzim ederken nur talebelerinin kendisine göndermiş olduğu mektuplara da yer vermiştir. Bu durum mektuplarda talebelerin dile getirdiği hakikatlerin, Hz. Üstad tarafından tasdik edildiği anlamını taşımaktadır. Bunun içindir ki Risâle-i Nur eserlerinde talebeler tarafından ifade edilen hakikatlere, bizzat sevgili Üstadımızdan işitmişiz gibi ehemmiyet vermek gerektir. İşte bu mektuplardan birinde Denizli kahramanı merhum Hasan Feyzi (rahmetullahi aleyh) Risâle-i Nurlar hakkında şöyle bir tespit yapıyor: “Ey Risâle-i Nur! Senin Kur’ân-ı Kerîm’in nurlarından ve mucizelerinden geldiğine, Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili olup, O’nun emri ve O’nun izniyle yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak telif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir yoldaşı görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet, başka eserlerde görülmüyor. Ehil ve erbabına malum olduğu üzere, âyât-ı beyyinât-ı İlâhiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini; ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi; sen dahi birçok yücelikler, sahife ve satırlarında, hatta kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyât taşıyorsun. İşte bu hâl, senin bir mucize-i Kur’ân olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki, insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkını aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders ve duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin! Bu hâlin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin, Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ân’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahati, seninle dilimizde görüyoruz.”1 Hasan Feyzi (rahmetullahi aleyh) tespitlerine şöyle devam ediyor: “Allah Allah! Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse, yine azdır. Gözleri nurlandırıp, gönülleri sürûrlandıran bu hüccetler ve ta‘bîrâtın ve bu kelimât ve teşbîhâtın, Arş-ı A‘zam’dan inen Ku’rân’ı Hâkîm’in delil, hüccet ve burhânları olduğu muhakkaktır. Çünki kederleri gidererek insana neş’e ve neşât veriyor. Okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor. Nefs-i insanî sâfîleşiyor. Hem duruluyor. Sanki senin bütün hakikatlerin evvelen Rabbanî ve Rahmanî fabrikaların ulvî ve Samedânî tezgâhlarında işlenerek, sonra nûr-u İlâhî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra, gülyağı fabrikasına verilmiş. Orada yedi defa gülyağlarına batırıldıktan sonra, hâlis öd ağacı ile buhûrlanmış ve bunlar ile yazılmışsın.”2 Üstad Bediüzzaman Hazretleri de Hasan Feyzi Ağabeyi tasdik ederek Risale-i Nurların bu zamanda yaptığı vazifenin Kur’an ve imanı, ehli dalaletin maddi manevi tahribatından ve taarruzlarından muhafaza olduğunu şu sözleriyle açıklıyor: “Acaba bu yirmi sene zarfında, pek kuvvetli bir surette, iman-ı tahkîkîyi bu vatanda neşreden Risâle-i Nur olmasa idi, bu dehşetli asırda acîb inkılâblar ve infilâklarda, bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir mi idi?”3 Şimdi bu ifadeler ışığında bir takım hizmet ölçülerini not edelim. Ölçü: Üstad Said Nursi Hazretleri, eserlerinde pek çok yerde dile getirdiği gibi Risale-i Nurların kısm-ı ekserisi ilhamen yazdırılmıştır. Kur’an’ın ve imanın sırlı hakikatlerini aklı gözüne inmiş bu zamanın insanlarına öyle harika bir şekilde ifade ediyor ki benzerini yapmak gerçekten çok zor görünüyor. Risale-i Nur bu hususiyetiyle akılları ikna ederek, kalpleri doyurarak, nefisleri ıslah etmekle milyonlarla insanın imanını küfrün taarruzlarından muhafaza etmekte emsalsiz bir başarıya imza atmıştır. Bu cihetle Hakk’ın ilhamı ve Hakk’ın dili olan manevi muhafızlar hükmüne geçen kıymettar eserler arasında yerini almıştır. Ölçü: Risale-i Nurların en belirgin özelliklerinden birisi de çok ilmî, sırlı, müşkül meseleleri ele aldığı halde insanları kendine adeta sarsılmaz bir bağ ile bağlamasıdır. Bir kitabı bir defa okuyan kişi ikinci kez aynı kitabı okumaktan pek fazla bir zevk almaz. Üstelik bu zamanın insanları çabuk sıkılan, uzun metinleri okumayan, anlaşılması zor şeylerle fazla ilgilenmeyen bir karakter taşıdığı halde Risale-i Nurlar 90 yıldır sürekli okunmasına rağmen muhataplarını sıkmıyor, usandırmıyor, bıktırmıyor. Belki binlerce kez okunsa bu hal değişmiyor. Bu da Risale-i Nurun emsalsiz bir eser olduğunu ortaya koyuyor. (Devam edecek) Kaynaklar: 1- Zülfikar, 362, 363. Altınbaşak Neşriyat.2- Zülfikar, 364. Altınbaşak Neşriyat.3- Asa-yı Musa, 265. Altınbaşak Neşriyat.

İSLÂM ŞERİATININ ÇIKTIĞI 4 MENBA1 ‘İslâmî hükümler’ anlamına gelen şeriat, Kur’an ayetlerinin aşağıdaki 4 özelliğinden ortaya çıkmıştır. 1- Nusûs, yani kesin hükümler. 2- Vücûh, bir kelimenin farklı ayetlerde farklı anlamlara gelebilmesi. 3- İşârât, yani işaret yoluyla başka manaları ve hükümleri kasdetmesi. 4- Rumûz, yani işaretle kasdetmeye göre daha da gizli bir ima ile başka manaları ve hükümleri kasdetmesi. DİYANET DAİRESİNİN OLMAZSA OLMAZ 4 ÖZELLİĞİ2 1- Yüce olmalı. 2- Mukaddes olmalı. 3- Bağımsız olmalı. 4- Denetleyici olmalı. BİR ZALİMİN ZULMÜNE 3 ŞEKİLDE ORTAK OLUNUR3 1- Fiilen desteklemekle. 2- Gerekli ve lüzumlu görüp taraftar olmakla. 3- Zulmüne iltihâken taraftar olmakla. Çoğu insanlar, bu 3 şekilde zalimin zulmüne taraftar olduğunda, o zulüm hükmen çoğunluk tarafından işlenmiş demektir ki çoğunluğun başına gelecek belâ ve musibete fetva verdirir. MİLLİYET FİKRİNİN İNSANLARDA ETKİLİ OLMASININ 3 SEBEBİ4 1- Milliyet fikrinde nefsânî bir zevk var. 2- Milliyet fikrinde, gaflete sevk eden bir lezzet var. 3- Milliyet fikrinde uğursuz bir kuvvet var. MÜSPET MİLLİYET FİKRİNİN 4 ÖZELLİĞİ5 1- Sosyal hayatın dâhili ihtiyaçlarından ileri gelir. 2- Milletin fertleri arası yardımlaşma ve dayanışmaya sebeptir. 3- Menfaatli bir kuvveti temin eder. 4- İslâm kardeşliğinin kuvvetlenmesine önemli bir sebeptir. UMUMA BAKAN BİR İRŞADIN 4 ÖZELLİĞİ6 1- Umumun rahat anlayabileceği zâhir (açık/belirgin) deliller getirmek. 2- Çoğunluk olan avama lüzumu olmayan şeyleri özet ve kapalı geçmek. 3- Çoğunluk olan avamın kolayca anlayamayacağı ince meseleleri, temsillerle akıllara yaklaştırmak. 4- Çoğunluk olan avamı yanıltmamak için, zahirî nazarlarında açık olan şeyleri lüzumsuz yere ve zararlı bir surette değiştirerek anlatmamak. BÜTÜN FAALİYETLER VE HAREKETLER ŞU 4 ŞEYDEN İLERİ GELİR7 1- İştiha. 2- İştiyak. 3- Lezzet. 4- Muhabbet (sevgi). Kaynaklar: 1- Osmanlıca Sözler, s. 34.2- Osmanlıca Mektûbât, c. 2, s. 127.3- Osmanlıca Sözler, s. 42.4- Osmanlıca Mektûbât, c. 1, s. 149.5- Osmanlıca Mektûbât, c. 1, s. 151.6- Osmanlıca Zülfikâr, s. 329.7- Osmanlıca Tılsımlar, s. 67.

Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen Ahmed Şemseddin Karahisârî’nin Afyonkarahisar’ da doğduğu imzalarından anlaşılmaktadır. Yazılarına attığı imzalarında Esedullâhi Kirmânî (893/1488)’nin talebesi olduğunu kaydetmiştir. Esedullâhi Kirmâni, Yâkut ekolüne bağlı bir hattattır. Hattat Ahmed Karahisârî, Şeyh Hamdullah’ın yazı talebelerinden İshak Cemâleddin Halvetî’ye intisab ederek tasavvuf yoluna girmiştir. Kaynaklarda uzun boylu, zayıf yapılı, temiz giyimli, nur yüzlü, Arapça ve Farsça’ya vâkıf, üç dilde şiir söyleyebilecek kadar kültürlü bir zat olduğundan bahsedilir. Çocuğu olmadığından, yazı talebesi ve kendinden sonra yolunu devam ettiren Hasan Çelebi’yi evlâtlık almıştır. H. 963/1556 yılında doksan yaşları civarında vefat etmiş, Sütlüce’de İshâk Cemâleddin Halvetî’nin yanına defnedilmiştir. Maalesef mezar taşı kitâbesi günümüze ulaşamamıştır. Hattat Ahmed Karahisârî’nin Celî yazılarında görülen en önemli özellik, büyük bir terkip kâbiliyeti olduğudur. Eğer, Hattat Şeyh Hamdullah’da, harf mükemmeliyeti yanında Karahisârî’deki terkip mükemmeliyeti de olsaydı, Osmanlı Hat Sanatı’nda Hattat Mustafa Râkım’la yakalanan gelişme daha erken gerçekleşebilirdi. Karahisârî, Âklâm-ı Sitte’de Yâkut ekolüne yeni bir güzellik kazandırmıştır. Tasarımlarındaki üstün başarı ile dikkat çeken Karahisârî ekolü, sonraki hattat nesli tarafından devam ettirilememiştir. Hat sanatına tarihi perspektiften nazar edince yavaş da olsa sürekli bir yenilenmenin varlığı ve çabası görülür. Farklı yazı çeşitleri ortaya koyma ve form olarak değişik eserler üretme gayreti hat sanatının gelişmesinin ana âmillerinden olmuştur. Osmanlı döneminde her asırda yeni bir ekolün ortaya çıkışına şahit olmaktayız. Abbasîlerden sonra Osmanlılar döneminde Şeyh Hamdullah ile birlikte yazı, üslup olarak farklı bir tavra bürünmüş ve bu ana damar birçok sanatkâr tarafından devamlı olarak geliştirilmiştir. Osmanlı döneminde, ekol kurucu bir hattat olarak Şeyh Hamdullah, takipçileri olan Hattat Hâfız Osman, Hattat İsmail Zühdî Efendi ve diğer sanatkâr hattatlar tarafından takip edilerek yolu geliştirilmiştir. Bu arada, bu ana yoldan farklı üslupların geliştiği de görülmüştür. Hemen Şeyh Hamdullah’ın peşinden gelen Hattat Ahmed Karahisârî’nin farklı tasarımlarla sanat vadisine çıktığı görülmektedir. Özellikle Celî Sülüs yazıdaki tavrı yanında tasarım olarak da dikkat çekici ve farklı uygulamaları olmuştur. Hattat Karahisârî’nin müze, kütüphane ve özel koleksiyonlarda eserleri mevcuttur. İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi koleksiyonunda bulunan yazı albümünde bulunan tasarımları, yazı sanatının yüz akı ve Hattat Ahmed Karahisârî’nin sanat kudretini ortaya koyan eserlerdendir. Bu albümdeki sahife tasarımı ve harf yapılarındaki güzellik ve sağlamlık, sanat bakımından yüzyıllar öncesinden günümüze ışık tutmaktadır, yazı albümündeki “Müselsel Besmele” terkibi ve tertiplediği Ma’kılî kompozisyon, Hattat Ahmed Karahisârî’nin sanattaki farklı konumuna işaret etmektedir. Özellikle, müselsel Besmeledeki duruş güzelliği ve harflerdeki metin tavırlar dikkat çekici güzelliktedir. Topkapı Sarayı Hırka-i Saâdet Dairesi 5 numarada kayıtlı büyük boy mushaf, onun sanatını aksettiren önemli bir şâheserdir. Yedikule Uşşaki Tekke camii çeşmesinin ayna taşının üzerinde, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bulunan albümde yer alan, müselsel besmelesi üslûbunda Kelime-i Tevhid kitabesi yer alır. Maalesef bu üslup kendisinden sonra devam ettirilememiştir. Gerçi tekke yazısı kategorisinde çok farklı eserler üretilmiştir fakat bunların çoğu sanat eseri vasfına haiz değildir. Kaynaklarda, Mimar Sinan Türbesi kitâbesi de Hattat Ahmed Karahisârî’ye atfedilirse de, bu tarih olarak mümkün değildir. Zîra Mimar Sinan, Hattat Karahisârî’den otuz iki yıl sonra vefat etmiştir. Hattat Ahmed Karahisârî’nin talebeleri arasında Süleymaniye Camii ve Edirne Selimiye Camii Celî yazılarının hattatı Hattat Hasan Çelebi (ö. 1594), Ferhad Paşa (ö. 1574) ve Büyükçekmece Köprüsü Celî Sülüs kitâbesi hattatı Derviş Mehmed (ö. 1591) sayılabilir.

İlaçların neden olduğu besin eksikliklerini bilerek sağlığınızı korumayı öğrenin. Selamünaleyküm. Ekim ayı yazımızda besin takviyelerinin ne zaman alınacağı konusuna açıklık getirmiştik. Asıl mesele, bunlara ihtiyaç duymadan yaşayabilmektir. Lakin günümüzde ilaç kullanımı yaygın olması ve özellikle sürekli kullanılması gereken ilaçlar söz konusu ise besin eksikliklerinin ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelmektedir. Şunu vurgulamadan geçemeyeceğim: Mide ve bağırsaklarınız yapısal olarak hasarlıysa, emilim yetersizliği sebebiyle besin eksikliklerini ortadan kaldırmanız pek mümkün olmayacaktır. Gelin şimdi ilaç kullanımına bağlı olarak karşılaşılan durumlara bakalım. Mide ilaçları, antidepresanlar, tansiyon ilaçları, antibiyotikler, kolesterol ilaçları, doğum kontrol hapları gibi zaman zaman ya da sürekli kullandığımız ilaçların ne tür besin öğesi eksikliklerine sebep olduğunu bilmek önem arz eder. Mesele şudur ki, siz bir ilaç kullanırsınız. O ise sizde besin eksikliğine sebep olur. Böylece yeni belirtiler, şikayetler gelişir. Bunu gidermek için, yine yeni bir ilaç kullanırsınız ve böylece başka eksiklikler gelişir ve neyin neye sebep olduğunu anlayamadığınız karışık bir durum yaşarsınız. Mide ilaçlarının yani antiasitlerin çoğu, genellikle kalsiyumu kullanır, mideyi nötralize eder. Dolayısıyla çinko, kalsiyum, potasyum, magnezyum gibi mineraller emilemez. Zamanla bu minerallerin eksikliğini yaşamaya başlarsınız. Bunun yanında B12 ve PROTEİN eksikliği de görülür. Bu durumda siz de bu mineral ve eksiklikleri giderip yerine koymazsanız, yeni şikayetlerin oluşması muhtemeldir. Kan şekeri kontrolü için kullanılan ilaçlar B9 VE B12’yi tüketmeleriyle gündeme gelir ve düşük enerjiye, anemiye, nöropatiye yol açabilir, el ve ayak parmaklarımızın uçlarında karıncalanma gibi nöropatik şikayetler gelişebilir. Antidepresanlar melatonin hormonunu tüketerek uykusuzluğa sebep olur ve uykuya dalmayı zorlaştırır. Kalbin onarılmasında elzem olan CoQ10 ve magnezyum eksikliklerini de beraberinde getirir. Uzun süreli kullanımı serotonin yani mutluluk hormonunu da tüketir. Yüksek doz D vitamini takviyeleri -10.000IU ve üstü- özellikle D vitamini aktif formuna dönüştürmek için magnezyum gerektiğinden vücutta magnezyumu ve A vitaminini (bağışıklık için gerekli) tüketebilir. Yüksek doz D vitamini sonrası kas krampı gibi şikayetler de bundan kaynaklanabilir. Kolesterol seviyelerini düşürmek için kullanılan ilaçlar, karaciğerin CoQ10 yapmasını önler; beyin yapısını oluşturan ve fonksiyonunu sağlayan Omega 3 yağ asitleri olan EPA ve DHA eksikliklerine sebep olur. Doğum kontrol hapları detoksifikasyon ve enerji üretimi için gereken bütün B vitaminlerinden çalar. Son olarak toparlayacak olursak diyabet ilaçları B1, B9, B12 vitaminleri; doğum kontrol hapları B2, B6, B9, B12, magnezyum, çinko, C vitamini, tirozin; antikollesterol ilaçları CoQ10, omega 3, çinko, selenyumu; antidepresanlar B2, B6, B9, B12, CoQ10, magnezyum, sodyum, melatonin; kortikosteroidler B9, B12, kalsiyum, magnezyum, selenyum, D vitamini, potasyum, çinko, C vitamini; mide ilaçları B9, B1, kalsiyum, magnezyum, çinko, demir, probiyotikler, protein, D vitamini; antibiyotikler B1, B2, B3, B5, B6, B7, B9, B12, demir, kalsiyum, magnezyum, potasyum, K vitamini, probiyotikler; antihipertansifler, CoQ10, melatonin; artrit-kas-eklem ilaçları B9, demir, melatonin eksikliklerine sebep olabilirler. Bunları yan etki olarak ilaçların prospektüslerinde de çoğu zaman okuyabilirsiniz. İlaçların neden olduğu besin eksikliklerini bilerek sağlığınızı korumayı öğrenin. Sağlıcakla kalın. Kaynak: Uzman Dr. Levent Sepit

Çocukları anlamak ve çocuklara kendini anlatmak ebeveynler açısından çoğu zaman zorlayıcı bir konu olabiliyor. Bazen ebeveynler çocukların ne istediklerini veya ne anlattıklarını tercüme edebilecek biri olsun isteyebiliyor. Ya da tam tersi olur. Söylemek istediklerini hemen anlasın, dediklerini hemen duysun ve yapsın gibi bir dilek çıkıveriyor içlerinden. Aslında tam böyle bir durumda hem yetişkinler hem de çocuklar anlaşılmak istiyor. Sözel kapasitenin gelişimi çocukları bir nebze olsun yetişkinin konuşma dünyasına yaklaştırsa da çoğu zaman okul öncesi dönemdeki çocuklarla da iletişimde sorunlar yaşanabiliyor. Çünkü çocuğun yaşadığı duygular ve olaylar kelime haznesinden bağımsız olarak, onun hem anlatma halini hem de dinleme halini etkileyebiliyor. Bu durumda yetişkinlerin sakin kalarak kendi iletişim kurma yollarına tekrar tekrar bakmaları ve su yolaklarında akmayan yerin neresi olduğunu keşfetmesi gerekebiliyor. İletişimi güçlendirmek için neler yapabilir? 1. Herhangi bir şey sormadan önce çocuğunuzdan dikkatini size vermesini isteyin. Özellikle de bir oyuna daldıklarında dışardan gelen cümlelere odaklanmaları zordur. 2. Anlatmak istediğiniz durumu oldukça kısa ve net cümlelerle kurmaya çalışın. Uzun cümleler akılda kalıcılık açısından zordur. 3. Çocuğunuzla konuşurken mutlaka alçak sesle konuşmaya özen gösterin. Bir yetişkinle konuşmaktan farklı olarak, sakin ve tane tane konuşmak anlaşılır olmak açısından önemlidir. 4. Herhangi bir cümlenizi tekrar etmeden önce mutlaka çocuğunuza zaman tanıyın. Ondan gelebilecek geribildirimi bekleyin. 5. Söylediğiniz durumu anladığından emin olmak için mutlaka soru sorun. Yanlış anlaşılma olduğu durumlarda daha açık bir şekilde konuyu tekrar edin. 6. Bazı durumlarda, özellikle daha önce üzerinden geçilmiş ve anlaşılmamış konularda, anlatmak istediğinizi farklı kelimelerle farklı şekillerde anlatmayı deneyin. 7. Eğer çocuğunuza bir görev verecekseniz bu görevi ayrıntılı bir şekilde açıklayın. Görevin içeriği kısa cümlelerden oluşuyor ise bu durum görevi anlamasını zorlaştırabilir. 8. Çocuğunuza çoklu bir görev verecekseniz mutlaka bu görevleri beraberce sıraya koyun ve numaralandırın. Bu şekilde çocuğun görevlerini karıştırması ve atlamasının önüne geçmiş olursunuz. 9. Söylediğiniz şeylerde açık olun, çocuğunuzu en iyi siz tanırsınız. Bu sebeple anlayabileceği kelimeleri seçmeye özen gösterin. 10. Anlatımlarınızı kuvvetlendirmek için görsel ipuçları kullanmaktan vazgeçmeyin. Bu şekilde hem sözel hem de görsel hafızasını kullanmış olursunuz.