17. Sayı: "Vicdan Allah'ı Unutmaz"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHabibullah'ın şahs-ı manevîsi

Evet nasıl ki Yaş veya kuru hiçbir şey yoktur ki Kur'ân'da bulunmasın. (En'am, 6/59) Meâlindeki âyetin ifadesiyle bütün ilimler Kur'ân'da bulunduğu gibi, Kur'ân'ın da bütün mânâları Fâtiha suresinde mevcuttur. Fâtiha'nın da bütün mânâları Besmele'de toplanmıştır. Besmele'nin de umum mânâsını başındaki ‘be' harfi ifade eder. ‘Be' harfinin mânâsı ise şöyledir: Cenâb-ı Hakk ferman eder: (بى كان ما كان وبى يكون مايكون) yani Bu güne kadar ne olup bitti ise ben yaptım, bundan sonra da ne olacaksa ben yapacağım. Cümlesi her şeyi içine alıyor. Aynen öyle de kâinat kitabının Fatihası insandır, o fatihanın besmelesi Hazret-i Muhammed (sav)'dir. Peygamberimizin mübarek kalbi ise O besmelenin başındaki ‘be' harfidir. Her ferd için, maddî ve manevî olmak üzere Cenâb-ı Hakk'ın ihsan ettiği iki şahsiyet vardır. Kişinin maddî şahsiyeti, maddî varlığından ibarettir. Şahs-ı manevî ise aile, çevre, vazife, hizmet, şeref ve kişinin etkisinde bulunan bütün alanları kuşatır. Allah'ın her ferde verdiği maddî varlık, diğer ferdlerden farklı özelliklere sahip olduğu gibi, şahs-ı manevîsi de diğerlerinden farklıdır. Mesela; bir cemaati teşkil eden zâtın şahs-ı manevîsi o cemaatin genişliğine ve büyüklüğüne göre vüs'atli, kıymet ve keyfiyetine binaen de azametli olur.  Bir devleti idare edenin şahs-ı manevîsi ise etkili olduğu alana ve o devletin büyüklüğüne göre olur. Evet, iyilik yapanların bir şahs-ı manevîleri olduğu gibi, fenalık yapanların da bir şahs-ı manevîleri var olduğunu unutmamalıyız Umum manevî şahısların içinde en yücesi ve en haşmetlisi ve en nuranîsi ve en azametlisi ve en tesirlisi şahs-ı manevî-i Muhammedî (sav) dir. Evet o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber... O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri.. bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbiri davasını, mu'cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Lâ ilahe illallah der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zakirler aynı kelimeyi tekrar ederek, icma ederek manen Sadakte ve bilhakkı natakte derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın? (Mu'cizât-ı Ahmediye Risâlesi) Evet  O Zat'ın (sav) şahs-ı manevîsi Cenab-ı Hakk'dan getirdiği İslâm dîninin yayıldığı yeryüzü kadar geniş bir alanı kuşatmaktadır. Hayatı ise İslâmiyetle başlamış, uzun bir yaşama ile kıyamete kadar, hatta ebede kadar devam edecektir. Nuranî olan kaameti ise yerden ta Arş-ı Âlâ'ya, hatta Hazret-i Cebrâil'i de geride bırakarak Kab-ı Kavseyn'e ve âlem-i vücuba kadar yükselmiştir. Yedi tabaka semânın fevkindeki Cennet'i gezdiği gibi yedi tabaka yerin altındaki Cehennem'i ve ahvalini de görmüştür. Bu geniş alanda etkili ve müessir olması noktasında baktığımızda, Allah'ın kendisine ihsan ettiği öyle nurânî bir güce sahibdir ki: Bir cephane gibi eline aldığı bir avuç toprağın düşmanlar adedince çoğalıp birer mermi gibi hepsinin yüzüne isabet ederek onları kaçmaya sevk etmesi; hem bir zikirhâne gibi avucuna aldığı taşların fasih bir lisanla zikir ve tesbih etmesi; hem aynı avuç bir eczahane gibi hangi derde temas etse şifa bulması; hem emrettiği için küre-i arzın geri gitmesiyle güneşin yeniden görünüp, Hazret-i Ali (kv) ikindi namazını kıldıktan sonra bir daha batması, hem sebep olan yapan gibidir sırrıyla umum ümmetinin kazandığı hasenat ve sevabın bir mislini kazanması; hem aya işaret etmesiyle kamerin iki parça olması; hem ağaçlara emredince ağaçların onun emrine itaat etmesi; hem meleklere sözünü dinlettirip, onlara bile hizmet ettirmesi ve daha bunlar gibi elinden binden ziyade mucizelerin zuhur etmesi ve bilhassa ezelî bir güneş gibi daima yanan ve sönmeyen Kur'ân'ın bir mucize olarak kendisine verilmesi; hem bütün ümmetinin kalplerinin sevgilisi ve akıllarının muallimi ve hocası ve nefislerinin mürebbîsi ve terbiye edicisi ve ruhlarının sultanı olması, hem bu Zâtın (asm) yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda büyük ve çok âdetleri, inatçı, büyük, kavimlerden zahiren küçük bir kuvvetle kaldırması ve yerlerine en yüce ahlâkları kanlarına ve damarlarına karışmış bir derecede yerleştirmesi ve daha bunlar gibi bu zat öyle mucizeler göstermiş  ve harika hâlleri olmuş ki bu hususta ciltlerle kitap yazılsa yine de bitirilemeyecek. İşte Peygamberimizin şahs-ı manevisi böylesine,  varlık âleminde bütün varlıkların fevkinde geniş ve büyük bir yer tutmuş. Ve âlemin her yerinde bulunan ve hayatını devam ettiren bir ruh-u manevîsi hükmüne geçmiştir. Eğer bütün âlemin bir oda kadar küçüldüğünü tahayyül etsek küreler, yıldızlar ve güneşler görünmeyecek derecede küçülürler. Yalnız o odayı şenlendiren ve nurlandıran âlemin manevî bir güneşi olan şahs-ı maneviye-yi Muhammedîye (sav) bir insan olarak görünür. Bir insan o odaya teşrif edip girse bir eve girmenin adabı olarak orada bulunanlara selam verse, bulabileceği ancak şahsiyet-i manevîye-yi Muhammedîye olur. Ve O'na salât-u selam eder. Peygamberimizin şahs-ı manevîsinin azametini daha iyi anlamak için şu cihetten de bakabiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın iki kitabı vardır: Birincisi mürekkeple yazılmış olan ve Kelâm sıfatından gelen, mucizelerin hazinesi ve Peygamberimizin de en büyük mucizesi olan ve daima kemal-i hürmetle okuduğumuz Kur'ân-ı Azîmüşşandır. İkincisi ise körlerin bile okuyabilecekleri şekilde cisimler denilen kabartma yazılarla yazılan ve kudret sıfatından gelen kitab-ı kebir-i kainattır. Evet nasıl ki Yaş veya kuru hiçbir şey yoktur ki Kur'ân'da bulunmasın. (En'am, 6/59)  Meâlindeki âyetin ifadesiyle bütün ilimler Kur'ân'da bulunduğu gibi, Kur'ân'ın da bütün mânâları Fâtiha suresinde mevcuttur. Fâtiha'nın da bütün mânâları Besmele'de toplanmıştır. Besmele'nin de umum mânâsını başındaki ‘be' harfi ifade eder. ‘Be' harfinin mânâsı ise şöyledir:  Cenâb-ı Hakk ferman eder: (بى كان ما كان وبى يكون مايكون) yani Bu güne kadar ne olup bitti ise ben yaptım, bundan sonra da ne olacaksa ben yapacağım. Cümlesi her şeyi içine alıyor. Aynen öyle de kâinat kitabının Fatihası insandır, o fatihanın besmelesi Hazret-i Muhammed (sav)'dir. Peygamberimizin mübarek kalbi ise O besmelenin başındaki ‘be' harfidir. Kâinatta ne varsa insanda bulunur, çünkü insanın fıtratı dört cihette  camiadır: 1) Nasılki bir çekirdek bütün ağacı içinde saklıyorsa, insan da bütün kainat ağacını içinde bulunduruyor. Meselâ kuvve-i hâfıza Lehv-i Mahfuz'un bir numunesi, hayal, âlem-i misalin bir numunesi; ebedî yaşama arzusu, ebedî âlemlerin bir numunesi ve  kalp ise Arş-ı Âlâ'nın bir numunesidir. İnsandaki başka numuneleri de bunlara kıyas edebiliriz. 2) Bütün âlemde tecellî eden Esmâ-i İlâhiyeye insan yalnız başına âyinedarlık ediyor. Âlem kadar geniş bir ayine oluyor. Mesela insan görmesiyle Basîr ismine, işitmesiyle Semi' ismine, suretiyle Musavvir ismine, üzerindeki hikmetlerle Hakîm ismine ayinedarlık eder. Buna göre kıyas edebiliriz. 3) İnsanın istidadı camiadır. Bütün mahlukatın istidatları insanda bulunur. Diğer nev'lerin istidatları gibi insanın istidadı sınırlandırılmamıştır. İradesini kullanmak ile en büyük bir evliyâ mertebesine çıkabileceği gibi, aksine en büyük eşkıyâ derekesine  de düşebilir. En büyük bir doktor olabileceği gibi en büyük bir kumandan da olabilir. Ve hâkezâ… 4) İnsanın yaptığı ibâdet ve bilhassa kıldığı namaz bütün mahlâkat nev'lerinin her çeşit ibâdetlerini içinde topluyor. Demek denilebilir ki insan eşiittir âlem; âlem küçülse bir insan olacağı gibi insan dahi büyüse bir âlem olur. Ve bu insan nev'inde de güzellik ve kemâlattan her ne varsa, Peygamberimiz (asm) da bulunur. Hatta Peygamberimizin yalnız başına yaşadığı o kemâlâtları bütün insanların her birisi ancak birer cüz'ünü yaşayabilmişlerdir. Hiçbirisi O'nun yaşadığı bütün kemâlâtı yalnız başına yaşamış değildir. Aynen öyle de Peygamberimizde bulunan bütün kemâlât ve güzelliklerin hepsi kalbinden geliyor. Bu cihetle bakılırsa şahs-ı manevi-yi Muhammedînin gerçek mahiyetini ancak Allah bilir. O şahsı her cihetle anlamak aciz kulların haddi değildir. Hem denilebilir ki âlemde Rububiyet dairesi bir olduğu gibi ubudiyet dairesi de birdir. Rabb ve Mabud bir olduğu gibi âbid de birdir. Hâlık bir olup ayrı ayrı isim ve sıfatları bulunduğu gibi mahluk da birdir, fakat ecza ve âzâları bulunur. O ubudiyet dairesinin esasını teşkil eden âbid ve mahluk ise varlık âleminin çekirdeği ve en mükemmel meyvesi olan Zat-ı Muhammediye (asm) dır. Çünkü bütün âlem o nurdan yaratılmıştır. Rabbim bizi kendine hakiki kul ve habibine hakiki ümmet eyleyip hizmet-i imaniye ve Kur'âniyede dâim eylesin. Âmîn…

Fatih KIRAR 01 Nisan
Konu resmiHz. Muhammed (asm)'ın hak peygamber olduğunu nereden bileceğiz?

Hz. Muhammed'din (asm) kendisinden önce gelen peygamberler ve semavi kitaplar, peygamberliğinden önce olan harikulade haller, elindeki Kur'an-ı Azim'üş-şan, getirdiği kanunlar, şahsiyetinin mükemmelliği, asr-ı saadeti, kendisinden sonraki alimler ve veliler ve gösterdiği bine yakın mucize peygamberliğine delildir… Hz. Muhammed'den (asm) önce gelen her bir peygamber O'nun (asm) peygamberliğine ayrı birer delildir. Hz. Muhammed'den (asm) önce gelmiş bütün peygamberler O'nu sözleriyle, ahlaklarıyla ve mucizeleriyle tasdik ettiler. Sözleriyle tasdik ettiler; çünkü onlar da Hz Muhammed (asm) gibi Allah'ın varlığını ve birliğini dava etmişlerdir. Ve gerek suhuflarında gerek kitaplarında peygamber efendimize işaret etmişlerdir. Mucizeleriyle tasdik ettiler; çünkü mucize peygamberliğin esaslarındandır. Hz. Muhammed (asm) bine yakın mucize göstermiştir. Kendinden önce gelmiş peygamberler de bu mucizelerden numuneler göstererek O'nun davasını ve peygamberliğini tasdik etmişlerdir. Ahlaklarıyla tasdik ettiler; çünkü bütün peygamberde bulunan güzel ahlak Peygamber Efendimizde (asm) en mükemmel bir şekilde ve mucize olarak görünmektedir. Hz. Muhammed'in (asm) elinde her harfiyle mucize bir kitap olan Kur'an'ın bulunması peygamberliğine delildir. Hz. Muhammed'in (asm) elinde gelmiş geçmiş bütün kitapların en mükemmeli ve her asırda milyonlar tasdikçisi olan Kur'an-ı azim'üşşan bulunuyor. Taklidi mümkün olmayan ve Allah'ın fermanı bu mucize kitaba tercümanlık yapma yetkisi verilmiş bir zatta hiç yalan bulunması düşünülebilir mi? Hz. Muhammed'in (asm) İslamiyet'i dünyaya yayarken göstermiş olduğu ciddiyeti, metaneti, sabrı peygamberliğine delildir.      Söz söylenirken hiçbir tereddüt gösterilmemesi sözün doğruluğuna delil olur. Hz Muhammed'in (asm) başta kendi kavmi olmak üzere bütün kavimler ve büyük devletler aleyhindeyken hatta akrabaları bile kendisini davasında yalnız bırakmışken hiçbir telaş, hiçbir tereddüt, ne bir çekingenlik ve ne de en ufak bir korkaklık göstermemiştir. Davasını anlatmak uğrunda açlık, susuzluk çektiği gibi hakaret görüp taşlandığı hatta hicret etmeye mecbur bırakıldığı halde büyük bir tahammül gücü ortaya koymuş ve asla metanetini bozmamıştır. Hz Muhammed'in (asm) El- Emin sıfatı (doğru sözlü oluşu) peygamberliğine delildir.  Peygamberlik vazifesi daha gelmeden Hz. Muhammed Emin sıfatıyla meşhurdu. Hayatı boyunca şaka dahi olsa yalan söylemedi. Hatta bazı yakınları iman etmedikleri halde sözlerinin doğruluğunu kabul etmişlerdir. Bu hal O'nun davasının yalansız ve hilesiz olduğunu ispat eder. Hz. Muhammed'in (asm) elde ettiği mucizevi başarı peygamberliğine delildir. En küçük bir toplulukta sigara gibi küçük bir adeti bile kaldırmak çok zordur. Halbuki Hz Muhammed (asm) inatçı ve adetlerine son derece bağlı büyük kavimlerle tek başına mücadele ederek bir çok adetlerini az bir zamanda ortadan kaldırmıştır. Yerlerine bir daha eski adetlerine dönmemek üzere yüksek ahlakı yerleştirmiştir. Ve onları bir çok medeni kavimlere üstad yapmıştır. Hz. Muhammed'in (asm) sözlerinde bulunan fevkalade tesir peygamberliğine delildir. O'nun sohbetini dinleyen en cahil bir insan bile bir saat sonra en medeni devletlere öğretmen olarak gidebilmiştir. Böylesine tesir edebilen bir zatın elbette davası ve hak ve peygamberliği katidir. Hz. Muhammed'in (asm) getirdiği hukuki kaideler ve o hükümleri esas tutan millet ve devletlerin medeniyette en yüksek dereceye çıkmaları O'nun (asm) peygamberliğine delildir. Hz. Muhammed (asm) okuma-yazması yoktu. Buna rağmen en medeni ve adil devletler, medeniyet ve adaletlerini O'nun yerleştirdiği hukuki kaidelerle elde etmiş böylelikle asırlar boyu hüküm sürmüşlerdir. Mesela Osmanlı İmparatorluğunun yedi yüz sene pek çok devlete kıyasla güzel bir adaletle hüküm sürmesi ve medeniyete örnek olması bu sebepledir. Hz. Muhammed'in (asm) getirmiş olduğu dine ilk önce kendisinin iman etmesi ve imanının kuvveti peygamberlik davasına delildir. Kendi savunduğu hakikate en evvel kendisi iman etmiştir. Bulunduğu ortamda bütün fikirler kendisine zıt olduğu halde hiçbir fikir imanını zedelememiştir. Hiçbir zulüm O'nu vazgeçirmemiştir. Tebliğ ettiği dinin esaslarını en evvel kendisi mükemmel bir tarzda yapmıştır. Herkesten ziyade günahlardan kendini muhafaza etmiştir. Herkesten ziyade Allah'tan O (asm) korkmuştur. En zor şartlarda ve yepyeni bir tarzla hiç kimseyi taklit etmeden ve fevkalade bir kulluk ortaya koymuştur. Demek ki Hz Muhammed (asm) davasında samimidir. Çünkü sergilediği imanı ve itaatiyle davasını en evvel kendisi tasdik etmiştir. Hz. Muhammed'in (asm) cevabı bulunamayan en karmaşık sorulara cevap getirmesi peygamberliğini ispat eder. Akıllara gelen fakat felsefenin cevap bulamadığı Siz kimsiniz, nereden geliyorsunuz ve nereye gidiyorsunuz? sorularına Hz Muhammed (asm) elindeki mucize olan Kur'an'la en güzel bir şekilde cevap vermiştir. Kâinatın anlamını, gizli sırlarını Kur'an'la çözmüş ve anlatmıştır. O'nun böyle cevapsız soruları en ikna edici bir tarzda cevaplandırması Allah'ın elçisi olduğunun ispatıdır. Hz. Muhammed'in (asm) okuma-yazması olmadığı halde neyden sorulsa cevap vermesi peygamberliğine delildir. Hz. Muhammed'e (asm) tarihten, fenden, felsefeden, gelecekten, tıptan, astronomiden vs. hangi konudan ne sorulmuşsa güzel ve ikna edici bir tarzda cevap vermiştir. Hiçbir soruyu cevapsız bırakmamıştır. O'nun böyle geniş bir ilme sahip olması Allah'tan aldığı vahiyle haber veren bir peygamber olduğuna delildir. Hz. Muhammed'in (asm) 1400 senedir davasının çürütülememesi ve milyarlarca tabi'sinin olması peygamberliğine delildir. Hz. Muhammed'in on dört asırdır süregelen dinine günümüzde yaklaşık bir buçuk milyar insan tabidir. Demek İslam akıllara, ruhlara, kalplere, nefislere hitap eden huzur dinidir. Hz Muhammed'in (asm) bu başarısı davasının doğru olduğunun en büyük ispatlarından bir tanesidir. Hz. Muhammed'den (asm) sonra gelmiş milyonlar evliya O'nun peygamberliğini ispat eder. İnsaniyet, ahlak ve ilimde hepsi birer harika olan evliyalar O'nun getirdiği hükümlerle kemalata ermiş ve kerametler göstermişlerdir. Bu netice Hz. Muhammed'in davasına bir delildir ki; evliyaları o yüksek makama çıkaran takip ettikleri yol O'nun (asm) yoludur. Hz. Muhammed'den (asm) sonra gelmiş olan âlimler ve dahiler davasını ispat eder. Hz. Muhammed (asm) okuma yazma bilmediği halde en yüksek ilim ve hakikate sahip oluşuna O'nun dersiyle yetişen milyonlar âlimler ve dâhiler de delildir. Bu dâhilerin ve âlimlerin O'nu tasdik etmeleri ise peygamberliğine bir delildir. Hz. Muhammed'in (asm) göstermiş olduğu bine yakın mucize hak peygamberliğine apaçık ispattır. KAYNAK: www.sorusorcevapbul.com

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiÜmmetimden Nâbî isimli biri beni ziyarete geliyor
İbadet

Nâbî (1642 Urfa – 1712 İstanbul). Asıl adı Yusuf'tur. Nâbi, 25 yaşlarında İstanbul'a gider ve sarayda kâtipliğin yanı sıra târih düşürmeler yapardı. Osmânlı şâiri ve velî Nâbî 1678'de hacca gider. Hac kâfilesi Osmânlı devlet ricâlinden meydana geliyordu. Hicaz yollarında, Peygamber Efendimizin aşkından dolayı, Yusuf Nâbî neredeyse hiç uyumuyordu. Medîne'ye yaklaştıkları bir gece, kâfiledeki bir devlet büyüğünün deve üzerinde ayaklarını kıbleye doğru uzatarak uyuduğunu gören Nâbî, adamı uyandıracak bir sesle şu na'ti okur: Sakın terk-i edebden, kuy-i mahbub-i Hüdâ'dır bu Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ'dır bu (Edebi terketmekten sakın! Zîrâ burası Allâh-ü Teâlânın sevgilisi olan Peygamber efendimizin bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak teâlânın nazar evi, Resul-i Ekrem(sav)'in makâmıdır.) Habîb-i Kibriyânın hâb-gâhıdır fazîletde Tefevvuk kerde-i arş-ı Cnâb-ı Kibriyâ'dır bu (Burası Cenâb-ı Hakk'ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir. Fazîlet yönünden düşünülürse, Allâh-ü Teâlânın arşının en üstündedir.) Bu hâkin pertevinden oldu deycur-i âdem zâil İmâdın açdı mevcudât dü çeşmin tutiyâdır bu (Bu mübârek yerin mukaddes toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Yaradılmışlar, iki gözünü körlükten açtı. Zîrâ burası kör gözlere şifâ veren sürmedir.) Felekde mâh-ı nev Bâb'üs-Selâmın sîne-çâkidir Bunun kandîli cevzâ Matla-ı nur-i ziyâdır bu (Gökyüzündeki yeni ay, O'nun kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O peygamberin nurundan doğmaktadır.) Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha Metâf-ı kudsiyâdır buse-gâh-ı enbiyâdır bu (Ey Nâbî, bu dergâha edebin şartlarına riâyet ederek gir. Zîrâ burası, büyük meleklerin etrâfında pervâne olduğu ve peygamberlerin hürmetle eğilerek öptüğü tavaf yeridir.) O yüksek rütbeli kişi, şiirin ne ma'nâya geldiğini anlar ve hemen ayaklarını toplayarak Ne zamân yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu? dedi. Yusuf Nâbî de; Daha önceden söylememiştim. Şu anda sizi bu durumda uzanmış görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok. dedi. Bu sözler üzerine o kişi, rahat bir nefes alarak; Mâdem ki bu şiiri burada söyledin, burada kalsın. İkimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz. diye ikâz eder. Kâfile, sabah ezânına yakın Mescid-i Nebî'ye varınca minârelerden müezzinler ezândan evvel Nâbî'nin, Sakın terk-i edebden... diye başlayan na'tini okuyorlardı. Nâbî ve o yüksek rütbeli kişi hayretten dona kaldılar. Sabah namazını kıldıktan sonra, Nâbî ve öbür zât namaz kıldıkları câminin müezzinini bulup; Allâh aşkına, Peygamber aşkına ne olursun söyle! Ezândan önce okuduğun na'ti kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sorar. Müezzin gâyet sâkin bir şekilde: Rasul-i Ekrem (sav) bu gece Mescid-i Nebî'deki bütün müezzinlerin rüyâsını girerek buyurdu ki: Ümmetimden Nâbî isimli biri beni ziyârete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bugün sabah ezânından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak, Medîne'ye girişini kutlayın. Biz de Rasulullâh (sav)'ın emirlerini yerine getirdik. Nâbî ağlayarak; Sâhiden Nâbî mi dedi? O iki cihânın Peygamberi, Nâbî gibi bir zavallıyı ve günahkârı, ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi? dedi. Evet cevâbını alınca da, sevincinden oracıkta bayılıvermişti. Nâbi'nin ölümüne bir çok kişi târih düşürmüştür.  Gitti Nâbî Efendi cennete dek Zelîha-yı cihânda çekti dâmen Yusuf-ı Nâbî Vefât târihini bilen şâir: Nâbî bir çok olaya târih düşürmüş ama asıl ilginç olanı kendi ölümünü bilip târih düşürmesidir; Nâbi be-huzur âmed (Nâbî dünyânın çilesinden kurtuldu, huzura erdi) Nâbî'nin düşürdüğü belki de en güzel târih bu oldu… Na't 1. Beyit) Eyâ habîb-i Hüdâ'yâ Muhammed Ârabî Şefî'i ruz-i cezâ ya Muhammed Arabî (Ey Hakkın sevgili olan Arab asıllı Muhammed (asv)! Ey, herkesin, yapıp ettiklerinin karşılığını bulacağı günün şefaatçisi) 2. Beyit) Heva-yı gerdiş-i mihrinde çerha girmiştir Süradıkât-i sema yâ Muhammed Arabî (Ey Muhammed Arabî! Büyük bir padişah çadırına benzeyen gökkubbe bile senin güneşinin dönüşüne özenerek sema meydanına girmiş dönmektedir.) 12. Beyit) Libası-ı sâyeden oldun bürehne cisim etdin O denli terk-i sivâ yâ Muhammed Arabî (Ey Muhammed Arabî! Maddi olan şeylerden kendini arındırman o dereceyi buldu ki gölge elbiseni bile terk ettin ve cisimden soyundun) 29. Beyit) Değil resîde pesin-paye-i ibâretine Medâri-i füsaha yâ Muhammed Arabî (Ey Muhammed Arabî! En parlak konuşanların merdivenleri, senin en geri mertebedeki sözlerine bile ulaşamaz) Nef'î (1575 Erzurum – 1635): Asıl adı Ömer'dir. İlk şiirlerinde Darrî veya Zarrî (zararlı) mahlasını kullanmıştı. Sihâm-ı Kazâ adlı dîvânıyla meşhurdur. Söylediği hicivler onun evvela zindana girmesine sebep olmuş, daha sonra affedilmesine rağmen bir süre sonra boğularak öldürülmesine sebeb olur. Nef'î'nin ölümüne düşürülen târihler: Katline oldu sebeb hicvi hele Nef'î'nin Geçdi Sihâm-ı Kanâ Katl şud Nef'î Nâgehân geldi bir eksüldi didi târihin Âh kim kıydı felek Nef'î gibi üstâda Der Na't Seyyid-i Kâinât (Kâinâtın Efendisine Övgü) 44 beyittir. 1. Beyit) Ukde-i ser-rişte-i râz-ı nihânîdir sözüm Silk-i tesbîh-i dür-i seb'al-mesânîdir sözüm (Sözüm, gizli sır ipinin ucundaki düğüm ve yedi tekrar (Fâtiha Suresi) incisinin dizildiği tesbîh ipidir.) 2. Beyit) Bir güherdir kim nazîrın görmemiştir rüzgâr Rüzgâra âlem-i gayb armağanıdır sözüm (Sözüm, benzerini dünyânın görmediği, görünmezlik alemi (alem-i gayb) armağanı olan incidir.) 19. Beyit) Nüktede âlem harif olmaz bana guya benim Her ne söylersem cevâb-ı len terânîdir sözüm (Nükteli ince söz söylemede, kimse bana eş olamaz; çünkü benim her sözüm, sen beni göremezsin cevâbı gibidir.) Hz. Musâ, Tur dağında Allâh'a, Yâ Rabbî, bana kendini göster de sana bakayım dediğinde Allâh, sen beni göremezsin diye cevâb verdi (Ar'af, 143). Şâir bu hâdiseye ve bu âyete böylece telmîhte bulunmuştur. 38. Beyit) Addolunmaz mu'cizatı halden efzun neylesin Gerçi kim bilir râvi-i mu'ciz-beyânidir sözüm (Her ne kadar sözüm, az sözle çok şey anlatılan bir anlatıysa da, O'nun mucizeleri o kadar çok ki, saymakla bitiremem, ne yapayım)

Zafer ŞIK 01 Nisan
Konu resmiGönüllere doğ ey hidayet güneşi!

Doğduğun an huzur bulduğun secdedeydi başın Şâhitlik edercesine göğe kalkmıştı parmağın Yıldızlar yaprak yaprak dökülmüştü yeryüzüne Bizden haber yok artık kahinlere dercesine Ey! O kutsi gecede arz mescidine giren Aziz Misafir. Teşrifi uğruna şahların burçlarının yıkıldığı Şâh-ı Kibriyâ Mekke mihrabında tüm cin ve inse namaz-ı ekber'i kıldıran İmam-ı Azam Medîne minberinden tüm insanlığa rehber olan Hatîb-i Ekber.  Düşmanlarının dahi doğruluğuna şahitlik ettiği El-Emîn Elinde mucizevî fermanla gelen Dellal-ı Azam Peygamber olması uğruna kâinatın yaratıldığı Fahr-i Kâinat Ubudiyeti hatırına cennetin yaratıldığı İnsan-ı Kâmil. Miracıyla Kab-ı Kavseyne yükselen Vücud-u Nurâni Rü'yet-i cemale mazhar Şâhid-i Ekber Heybeti hükümdarları titreten Sultan-ı Cihan Merhametiyle zemini sulayan Timsal-i Rahmet Hayvanatın dahi şefkatinden medet beklediği… Ey! Kâinat Kâtibinin Kaleminin Mürekkebi. Büyük bir insan olan Âlemin Akl-ı Nuranisi. Yaradılış ağacının hem çekirdeği hem meyvesi. Mekke'nin dostu, Medine'nin Yareni. Muhacirin yoldaşı, Ensar'ın Arkadaşı. Bedir'in niyaz eden gönl-ü nâlânı.            Uhud'u seven ve Uhud'un da onu sevdiği. Ey! Dağların bir emrini dinlediği, Ağaçların kökleriyle yanına geldiği, Kurtların dahi ona şahitlik ettiği, Taşların ayakları altında eridiği, Parmaklarından susuzların kandığı, Bir avuç hurmasıyla orduların doyduğu, Tenine değenin ateşten kurtulduğu, Ölülerin bir emriyle selam durduğu, Avucunda toprağın top ve gülle olduğu, Eline giren taşların dile geldiği, Bir işaretiyle kamerin yarıldığı, Güneşin onun için bekletildiği Nebiyy-i Muhterem. Ey! Tavsiyeleri gönüllere şifa Tabîb-i Muhammed. Ey! Bütün güzellerin ona hayran olduğu Rânâ-yı Muhammed. Ey! Hiçbir mahbubun onun kadar sevilmediği Dilâra-i Muhammed. Bütün makbul salavatlarla sana salat ve selam ediyoruz…

Osman AKTAŞ 01 Nisan
Konu resmiİlâhi Sofraya İcâbet : Salavat

Ey insan kat'iyyen bil ki: Hılkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. (Beş Risâle, s.11) Elbette muhabetullahı kazanmak ancak sünnet-i muhammediye ye ittiba ile olur. Çünkü Allah'ı sevmek onun marziyatını yapmak demek ki, onun razı olduğu her şeyde en mükemmel bir surette Zât-ı Muhammediyede (asm) tezahür ediyor.  Evet  Zât-ı Ahmediyeye (asm)harekât ve ef'alde benzemek, [iki cihetle]'dir: Birincisi, Cenâb-ı Hakkı sevmek ciheti ki, onu sevmek emrine itaat ve rızası dahilinde hareket etmektir. Bu hususta da en mükemmel imam Zât-ı Muhammediyedir (asm). Zira ayette Cenâb-ı Hakk [(Habîbim yâ Muhammed!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi' olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!  Allah Gafur (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.] (Âl-i İmrân, 31) buyurmuştur. İkincisi ise, Zât-ı Ahmediye (asm)'ın insanlara olan hadsiz ihsan'at-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesi olmasıdır. Elbette Cenâb-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır.  Üstad Bediüzzaman hazretlerinin dediği gibi Nebiyy-i Zîşan Aleyhissalatü vesselama verilen Makam-ı Mahmud İlahî bir maide ve Rabbanî bir sofra hükmündedir. Evet tevzi' edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resul-i Zîşan Aleyhissalatü vesselama okunan salavat-ı şerifeler, o sofraya edilen davete icabettir. (Mesnevi-i Nuriye, s.74) Evet Resul-ü Ekrem (asm)'a öyle bir makam verilmiş ki, ilahi bir sofra hükmündedir. Ve bizlere gelen nimetlerde elbette o sofradan geliyor, yani Resul-ü Ekrem (asm) olmasaydı hiçbir şeyin olmayacağı gibi, bizlerde olmayacaktık ve bizlere gelen bu sonsuz nimetlerde gelmeyecekti. Eğer bizler şu an nefes alabiliyorsak, ve rızkımız en ummadığımız kanallardan bizlere ihtiyaç anında derhal geliyorsa en mühim sebeb O (asm) nun vücududur. Elbette o sofradan istifade edebilmek davete icavet etmekten geçiyor. Peki o davete nasıl icabet edeceğiz. O da Resul-i Zîşan Aleyhissalatü vesselama salavat getirmekle mümkün olur. Zira ayette Cenâb-ı Hak bizleri salavata şöyle davet etmektedir. Muhakkak ki Allah ve melekleri peygambere salat ederler. Ey iman edenler! (siz de) ona salat edin ve (ona) teslimiyetle selam verin. (Ahzab, 56) Ve yine salavat hakkında Peygamber Efendimiz  (asm)  bir hadisinde buyuruyor ki: Kim bana bir salat ederse, Allah ona on salat eder ve kendisinden on hata silinir. (Tirmizi, c.2 s.355) Salavatın mânâsı rahmettir. Ve O yapılan rahmet duası da Rahmeten lil-âlemîn olan Cenâb-ı Hakka ulaşmak için bir vesilesir. Demek ki rahmet hazinelerinin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı  Zât -ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı da besmele ve en kolay bir anahtarı da salavattır.

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiAhlâkı dâvâsına delil olan insan: Hz. Muhammed (asm)

İnsan ahlâkı sonradan şekillenen bir kavramdır. Çevrenin etkisi, ailenin terbiyesi zamanla iyi ya da kötü yönde şekillendirir insan ahlâkını. Fakat daha küçük yaşlardan itibaren Hz. Muhammed'in mükemmel bir ahlâka sahip olması bu halin O'na Allah tarafından verilmiş bir lütuf ve bir mucize olduğunu gösteriyor. Üstelik Efendimizin ahlâkını şekillendiren ortam tam bir cahiliye devri olmasına rağmen…Zaman-ı Âdem'den beri insanlığa rehber olmak adına pek çok peygamberler gelip geçmiştir tarih şeridinden. Peygamberler, insanların hem dünyevî hem uhrevî saadetlerini kazandırmak, onları hem manevî hem de maddî cihette terakki ettirmek için Allah tarafından birer vazifelidirler. Bu mübarek zatların Allah'a elçilik vazifesi yaparken, kimi zaman pek çok tâbileri olmuş, kimi zaman sadece birkaç kişi; kimisinin hiç ümmeti olmamıştır. Yüce Allah, davalarına ve hakkaniyetlerine delil olmak üzere çeşitli mucizeler vermiştir onlara. Allah, peygamberlerine verdiği her bir mucize ile Bu kul benim vazifeli memurumdur, söyledikleri doğrudur dercesine inkârcıları imana davet eder. Evet Allah'ın peygamberlerini tasdik etmek ve onları doğrulamak için, devamlı süregelen âdetini değiştirmesi yani onlara mucizeler vermesi peygamberlerin davalarına en büyük bir delildir. Nuh (as)'ın gemi mucizesi, İbrahim (as)'ın ateşte yanmaması, Musa (as)'ın mucize asası, İsa (as)'ın ölüleri diriltmesi, iştihar etmiş en meşhur peygamberlerin en meşhur mucizeleridir. Tüm peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (asm)'in ise mucizelerinin hepsi çok büyüktür. Diğer peygamberlerin göstermiş olduğu mucizelerin her birine mazhar olmuştur O (sav). En büyük mucizesi ise Kur'ân-ı Azimüşşandır. Bundan başka Kamer'i işaret parmağıyla ikiye ayırması, mi'raca yükselmesi, parmaklarından su akması gibi bine yakın mucizeleriyle de davasını tasdik eder. Lâkin O'nun bir mucizesi daha vardır ki, Kur'ân'dan sonra davasına delil en büyük mucizesi odur. Evet peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m)'ın Kur'ân'dan sonraki en büyük mucizesi yüksek ahlâkıdır. O, ahlâkı davasına delil olan bir peygamberdi. O'ndan başka ne hiçbir beşer ve ne de hiçbir peygamber öyle bir ahlâka mazhar olmamıştır. Peki O'nun ahlâkını mucizevi kılan ne idi? Hz. Muhammed'in (sav) ahlâkının mucize olduğuna en büyük delil, düşmanlarının ve O'nu en iyi tanıyan akrabalarının ve yakınlarının şahsiyetinin mükemmelliğini kabul etmeleridir. Nitekim ahlâkta en önemli bir seciye olan emin olma, güvenilirlik sıfatını O'na verenler kendisine iman etmeyen düşmanlarıydı. Müşrikler peygamberlik verilmeden önce söledikleri Muhammed'ül Emin sıfatını peygamberlik döneminde de kabul etmişler, can düşmanları bile kıymetli eşyalarını O'na emanet etmekte tereddüt etmemişlerdir. İman etmedikleri halde inkâr da edemedikleri diğer mucizeleri gibi, gün gibi âşikâr olan Muhammed'ül Emin'i de inkar edememişlerdir. Bir insanın yüksek ahlâkını ve şahsiyetini düşmanlarının dahi tasdik edip onaylaması ahlâkının fevkalade oluşuna apaçık bir ispat değil midir? Hepimizce malumdur ki mucizeler, insanları imana getirmek için Allah'ın peygamberlere ihsan ettiği hârikulade hallerdir. Efendimizin (asm) ahlâk mucizesi de pek çok insanın imana gelmesine ve imana gelenlerinde imanının takviyesine vesile olmuştur. Hz. Hatice annemiz, Hz. Ebubekir gibi yüksek ruhlu insanlar başka bir delil ve mucize aramadan peygamberimizin şahsiyetini ve güzel ahlâkını yeterli bularak O'na teslim olmuş ve iman etmişler. Hatta meşhur İsrailoğulları alimlerinden Abdullah ibn-i Selam gibi pek çok zatlar Resul-ü Erkem'in yalnız simasını görmekle Şu simada yalan yok, şu yüzde hile olamaz diyerek imana gelmişlerdir. (Kadı İyaz Eş-Şifa 1/207,247) Rabbimizin biz kullarında görmek istediği güzel ahlâkı, bize anlatan ve bildiren hiç şüphesiz Kur'ân'dır. Kur'ân'ı yaşayan ve fiilen bize örneklik eden de Hz. Muhammed (asm)'dır. Öyle ki Hz Aişe, Efendimizin ahlâkını soranlara Siz Kur'ân'ı okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur'ân'dı diye tarif etmiştir. (Müslim 1/514 Hadis no: 746) Bir insanın ahlâkının Kur'ân olması mucize değildir de başka nedir? Allah'ın kelâmı ve emri olan Kur'ân'ı hayatına tam yansıtan, Allah'ın memnuniyetini ve sevgisini tam kazanan olmuş olmaz mı? Allah, insanın mahiyetine kendi isim ve sıfatlarından küçük numuneler yerleştirmiştir. Nasıl ki hünerli bir san'atkâr olsa, san'atını yaptığı eserler üzerinde hem kendi görmek hem de başkalarına gösterip beğendirmek ister. Rabbimiz de bütün güzel vasıflarını ve sıfatlarını, en güzel kıvamda yarattığı insanda görmeyi ve göstermeyi dilemiştir. İşte güzel ahlâk insanın Allah'ın isim ve sıfatlarını üzerinde yansıtmasıdır. Güzel ahlâkın bütün çeşitlerini Hz. Muhammed'de en yüksek derecede toplayan Allah, O'nu sureten en güzel yaratmakla beraber, sireten de insanların en güzeli kılmıştır. O'nun ahlâkı o kadar yüksektir ki; Allah kelamında O'na şöyle hitap ediyordu: Hiç şüphesiz senin için bitmez tükenmez bir mükâfat vardır. Ve hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin. (Kalem Suresi, 3-4)  Efendimiz'den başka bu şekilde Allah'ın bizzat övgüsüne başka hiçbir kimse mazhar olmamıştır. Hz. Muhammed'in ahlâkının âyette denildiği gibi bütünüyle yüce olması, O'nun bu halinin mucize olduğunu bir kez daha gösterir. İnsan ahlâkı sonradan şekillenen bir kavramdır. Çevrenin etkisi, ailenin terbiyesi zamanla iyi ya da kötü yönde şekillendirir insan ahlâkını. Fakat daha küçük yaşlardan itibaren Hz. Muhammed'in mükemmel bir ahlâka sahip olması bu halin O'na Allah tarafından verilmiş bir lütuf ve bir mucize olduğunu gösteriyor. Üstelik Efendimizin ahlâkını şekillendiren ortam tam bir cahiliye devri olmasına rağmen… Evet cehaletin son raddeye vardığı bir zamanda mucizevi bir ahlâka sahip olan, peygamberlikten sonraki ahlâkı nasılsa kırk yaşından önceki hayâtı da öyle temiz ve nezih olan Hz Muhammed (a.s.m) ayette denildiği gibi Pek büyük bir ahlâk üzere değil midir? Peygamber Efendimizin (asm) ahlâkının harikuladeliğini gözler önüne seren bir cihet daha vardır. Güzel huylar elbette birbirine zıt değildir. Fakat her bir huyun en yüksek ahlâk derecesinde bir şahısta toplanması zordur. İyi bir sıfatın ve niteliğin en üst derecede olması başka bir iyi sıfatı zayıflatabilir. Mesela son derce yumuşak huyluluk ile son derece yiğitlik ve kahramanlık, tam bir alçakgönüllülük ile son derece heybet ve vakar, kılı kırk yaran bir adâlet ile son derece merhametlilik, tam bir tutumluluk ile tam bir cömertlik, engin bir sevgi ve şefkat ile yerinde gösterilen hiddet ve kızgınlık…  Birbirine zıt gibi görünen bu güzel huyların bir arada hem de zirve noktada bir şahısta toplanması; bir huy, bir huya engel olmaması harika, mucize sayılacak bir haldir. İşte Hz. Muhammed (asm)'ın bütün bu güzel huyları en yüksek derecede şahsiyetinde toplaması O'nun bir mucizevî yönünü daha ortaya koymaktadır. Hatta iman etmediği halde pek çok doğulu ve batılı bilginler O'nun kemalatını kabul etmişlerdir. Hz. Muhammed o kadar mükemmel bir insandır ki;  on dört asır boyunca unutulmamış, kemâlâtı dillerden dillere dolaşmış ve ismi zihinlerde yer etmiştir ve etmektedir de. Hz. Muhammed'i insaniyette en üst seviyeye çıkaran ve Rabbimize Habib yapan sebep hiç kuşkusuz O'nun tamamiyle Allah'ın sevdiği hale bürünmüş olmasıdır. Allah'ın sevdiği bütün güzel huyları üzerinde bulundurması O'nu en sevgili makamına çıkarmıştır. Demek en yüksek ahlâka mazhar olan, en sevilen olmaya hak kazanmıştır.

Mustafa YANKIN 01 Nisan
Konu resmiEfendimize

Ya Resulallah..! Senin sözünün doğruluğuna, getirdiğin din ve davetin hakkaniyetine dair deliller bir değil binlerdir. Hatta binler değil yüzbinlerdir. Rabbinden ne getirdiysen amennâ ve saddeknâ İşittik itaat ettik semi'nâ ve eta'nâ Yâ Muhammed, adın, çokca övülmüş demek Hakkıyla övemem seni, etsem de nice emek Ya Resulallah..! Senin doğumunda nurdan kandiller öylesine yansın ki, şark ile garbı aydınlatsın. Dinince batıl olan putlar, yüzüstü yere düşsün. Fethedeceğin beldeler sevincinden titresin. O sevinçten Faris'in, on dört burcu yarılsın. Sancı çekmesin Annen, nurlar ile bezensin. Sen daha doğduğunda tertemiz sünnetlisin. Doğar doğmaz Allah'a secde edip ümmeti! Ümmeti! Diyen sadece sensin. İsa (as): Artık sizinle çok söyleşmem dedi havarilere Zira ben gitmeden gelmez o Faraklit sizlere Daha Nebî olmadan vardı harikaların Hep seninle gelirdi hayır ve bereketin Sen oldukda karınları doyardı Halîme'nin Develerinin Sen olmayınca doymazdı karnı Ebu Talip çocuklarının Öyle kıymetliydin ki, melek bulut olurdu Hak erbabı olanlar buna şahid olurdu Şahid oldu Bahira, Şahid oldu Varaka Hem yine şahid oldu pak Hadicetül Kübra Ya Resulallah..!İnsanlar sana iman etmediler mi? Çağır ağaçları, Emrini dinleyip sana şehadet etsin. Müşrikler seni yalanladılar da kalbin mahzun mu oldu? Bir işaret eyle de AY seni doğrulasın. Kurumuş kuyular bir tükürüğünle, çağlar boyu çağlasın. Bir dokun ki bitkin deve canlansın. Sana düşmanlıkla gelen katı kalbe, bir dokun da içi sevgiyle dolup, ak ve pak olsun. Aleyhinde tezgâhlanan oyunlar, sana hep ayan olsun. Zehirlenen kebaplar sana ihbarcı olsun. Senin bir sözün için koca arz sükun bulsun. Hatta Güneş'te buna azim bir şahit olsun. Elini yağmur için açar açmaz duâya, Rahman kabul buyurup duânı, beldeni suya doyursun. Bir duânla İbn-i Abbas ümmete âlim olsun. Rabbimiz Azze ve Celle kendine kılmış Habib Bizler için eylemiş.  Ey gönüllere Tabîb Sen ki Ya Habiballah nurlar içre nur, gönüllere sürursun Hangi tebaan var ki olmasın sana,  Âşık-ı meftun Evet, seni görenler heybetinden korkardı Lakin gelip konuşan ülfet edip coşardı Ey Kumandan-ı A'zam! Harpte askerinin kılıcı mı kırıldı? Eline kuru bir çöp ver, EL-AVN kılıcı olsun. Sahabenin kolu mu kesildi? Yerine birleştirip, bir mesh et de, geri kökten kaynasın. Hayber seni zorladıysa Mürteza'n, kale kapısını kalkan gibi kullanıp, bir tarafa fırlatsın. Falan şurada…Falan burada…Falan orada…Diye haberler ver. Müşrik bedenler dahi seni, ölümleriyle doğrulasın. Düşman ordusu orduna galip mi geliyor? Bir avuç toprak at, bin avuç olup küffarın yüzünde patlasın! Bir Şâheti'l-Vücuh de. Bin kulakta çınlasın. Kahhar olan Allah, küffarın sürüsünü kelamınla durdursun. Askerinin sayısı mı az? Rahman olan Allah,  eksiğini meleklerle doldursun. Çünkü sen Ma'budunun en sevgili kulusun Sana yalan diyenin eli,  dili kurusun Sana tabi olanlar dareynde mesut olsun Ya Şefîallah..! Şifa da seninledir. Ve senin ellerinde, hem senin tükrüğünde ve hem nefesindedir. Ağzından bir lokmanı bir bi edebe ikram et, en güzel edeple edeplensin. Bir kuyuya tükür de fokur fokur kaynayıp, miskler gibi rayiha versin. Askerin aç kaldıysa; beş kişilik bir yemek, tam bin kişiye yetsin. Abdest için su mu bitti? Bir duânla; abdestli ellerinden, on musluklu çeşme aksın. Kalplerden ise sana muhabbetler kaynasın. Utbe gömleğin mi yırttı? Sen üzülme! Çölden bir aslan gelip, Utbe'yi parçalasın. Al eline taşları, zikre gelip oynasın. Senin firakından kuru kütük, eninlerle ağlasın. Dokunduğun bir alın kandil gibi parlasın. Enes'ine duâ et de, çocuk ve mala kansın. Senin bir haberinle hazret-i Mehmet Fatih Eylesin İstanbul'u elli üç günde fetih

Murat İNCEİMAMOĞLU 01 Nisan
Konu resmiAkıl tembellik etse de vicdan Allah'ı unutmaz!

Kâinatta muhteşem bir düzen var. Bu düzeni, ahengi ve mucizeleri fark edebilecek olanlar elbette hayvanlar değil, insanlardır. Mesela bir elmayı bir insan da yer bir hayvan da. Aradaki fark düşünmektir. Hayvan ne yediğini bilmez ama insan bir elma yediğini, elmanın bir meyve olduğunu, tadını, kokusunu, ihtiyacına uygun vitaminlerden ibaret hazırlandığını, kara topraktan çıkarılıp fevkalade bir sanat eseri olarak önüne sunulduğunu fark edebilecek bir düşünme yeteneğine sahiptir. ALLAH'IN VARLIĞI İSPAT EDİLEBİLİR Mİ? Allah'ın varlığı ve birliği elbette ispata gerek duyulmayacak kadar aşikâr. Belki de Allah'ın ispatını istemek balıkların suyun ispatını istemeleri gibi bir şey. Var olanlar sadece görülenlerden ibaret değildir elbette. Hem insan sadece görme yeteneğine sahip değil. Akıl, mantık, vicdan ve hisler de var insanda. Şu durumda akıl edebilen her insan için Allah'ın varlığını anlamak çok kolay. Çünkü yapılan bir iş ya da bir san'at onu yapanı ispat eder hem tarif eder. Mesela bir mektup düşünün. Yazanı görmesek de kâtibi olduğunu bilir ve o mektuptan onun mesleğini, mevkiini, isteklerini, karakterini anlayabiliriz. Selimiye Camii'nin bir yapanı olduğunu tarih kitaplarında yazdığı için mi biliyoruz yani? Bir ustası olduğunu aklımızla idrak etmiyor muyuz? Şu an yeryüzünde Mimar Sinan'ı kimse görmüyor. Fakat hiç kimse Selimiye Camii'nin kendi kendine olduğunu düşünmediği gibi onun aklını, mimari dehasını ve san'at ruhunu eserleriyle görebiliyor. Kâinat da Allah'ı bizlere tanıtan mektup ve san'atlardan ibarettir. Her biri birer mucize olan varlıklar Allah'ı tarif ederken aklı ve gözü olan ve biraz da dikkatle bakan herkese Allah vardır ve birdir diye ilan ediyor. Akıllarını nefislerinin karanlık dehlizlerinden çıkarıp kâinata bakanlar Allah'ı apaçık bir şekilde görecek, hatta O'nun şiddet-i zuhurundan gizlendiğini anlayabileceklerdir. "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır..." (Şurâ Suresi, 11) İNSANIN ALLAH VE ÂHİRETLE ALAKALI HİÇBİR ŞEYİ MERAK ETMEMESİ NORMAL Mİ? Evinizde olduğunuzu ve gece olup yatağınıza yattığınızı düşünün. Uyandığınızda baktınız ki oldukça muhteşem bir donanıma sahip koca bir uçaktasınız. Bu halde ilk aklınıza gelen ne olur? Şaşkınlık geçirmez misiniz? Beni buraya kim getirdi. Nasıl getirdi. Neden getirdi. Bu uçak nereye gidiyor. Ve ben bu soruların cevabını kimden öğreneceğim? deyip büyük bir merakla araştırmaya mı koyulursunuz? Yoksa hiçbir şey olmamış gibi açık büfeye yönelip karnınızı doyurma telaşına mı düşersiniz? Elbette insandaki merak ve gerçeği öğrenme isteği gereğince aklı başında olan hiç kimse bu duruma vurdumduymaz kalamayacaktır. Peki sizce neden o koca uçaktan çok daha muhteşem dünya gezegeninde gözünü açan insanlar hiçbir sorgulama içine girmezler? Nereden geldim? Neden geldim? Nereye gidiyorum? Ve bunları kimden öğreneceğim? sorularının hiç merak edilmemesi acaba ne kadar normal sayılabilir? Kâinatta muhteşem bir düzen var. Bu düzeni, ahengi ve mucizeleri fark edebilecek olanlar elbette hayvanlar değil, insanlardır. Mesela bir elmayı bir insan da yer bir hayvan da. Aradaki fark düşünmektir. Hayvan ne yediğini bilmez ama insan bir elma yediğini, elmanın bir meyve olduğunu, tadını, kokusunu, ihtiyacına uygun vitaminlerden ibaret hazırlandığını, kara topraktan çıkarılıp fevkalade bir sanat eseri olarak önüne sunulduğunu fark edebilecek bir düşünme yeteneğine sahiptir. İnsan Allah'ı aramak ve tanımak için gereken maddî-manevî cihazlarla donatılmıştır. Kâinat ise Allah'ı bulduracak ve tanıttıracak şekilde muazzam düzenlenmiştir. Fakat bu asırda insanın Allah'ı düşünebilme yeteneğini çökertecek pek çok şeytani planlarla insanlık içler acısı bir durumdadır. YOK DİYENLER VAR DİYENLERDEN İSPAT İSTİYOR, PEKİ YOK DİYENLERİN İSPATI VAR MI? İki çeşit inkâr var: Birisi; tembellikten ortaya çıkan bir kabullenmeyiştir. İnancın getirisi olan bir takım mesuliyetlerden kaçmak için yok derler. Diğeri ise; yokluğu iddia etmektir. Bu delil ve ispat gerektirir ki şimdiye kadar inkâr edenler buna hiç bir ispat getirememişlerdir. Yaptıkları şey, inananların görüşlerini eleştirmek ve reddetmekten ibarettir. Çok haksız da sayılmazlar(!) Çünkü bir adam Hindistan cevizi diye bir meyvenin varlığını iddia etse, ispatı için bir tane bulup getirmesi yeterlidir. Ama yok dediğinde tüm dünyayı gezmesi lazım ki yokluğunu ispat edebilsin. Allah'ı, cenneti, cehennemi kabul etmeyenler de bir zerrenin bile gösterdiği gerçekleri inkâr için tüm kâinatı (!) karış karış dolaşmaya hiçbir zaman güçleri yetmeyecek ki ispat getirebilsinler. Adamın biri Amerika'yı keşfetmiş. Keşfedilmeden önce Amerika kıtası yok muydu yani!? Akılları yüce, ruhları yüksek insanlar vardır; kâinat kitabının sırrını çözmüş Allah'ı keşfetmişler. Bir de akılları cüce insanlar vardır ki dev zekâlarıyla kainatın bir kitap olduğunu bile çözememektedirler. Velhasıl: İnkâr bir yoksayım kalmaya mahkumdur. Ve inanmayanların içlerinde asla susturamayacakları cümle: Ya varsa! KÂİNAT KENDİ KENDİNE VAR OLMUŞ OLAMAZ MI? Kâinatta atomlardan yıldızlara mükemmel bir düzen hükmediyor. Bu mükemmel düzenin gerçekleşmesi için iki şık söz konusu. Ya; Her bir varlık mesela bir atom bile insanlardan çok daha üstün zekâ ve dehaya sahip. Böylece kâinattaki her şeyi biliyor, görüyor ve bilinçli bir şekilde bu düzeni oluşturuyorlar. Ya da; Varlıklar akılsız ve şuursuzlar. Öyleyse bu şuursuz fakat harika donanımlı varlıkları büyük bir zat ilim ve kudretiyle yaratmış ve onları çok büyük gaye ve maksatlar için mükemmel bir düzenle çalıştırıyor. Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu…(Enbiyâ Suresi, 22. âyet) Anlamak imkânsız ama birinci şıkkı makul görenler var demek ki. Oysa unun, şekerin, yağın aklı mı var ki, kendi kendilerine helva olabilsinler. Kumaşın aklı yoktur, kendisi elbise olamaz. Boyanın, fırçanın, tuvalin aklı yoktur, kendileri tabloyu yapamazlar. Helvaya bir aşçı, elbiseye bir terzi, resme bir ressam gerektiğini bir çocuk aklı bile anlayabilir! Fakat ne yazık ki çocukların bile idrak edebildiği bir gerçeği kendini çok da akıllı zanneden bir kısım bilgiç insanlar idrak edemeyebiliyorlar. Elbette zeki olmak ayrı, akıllı olmak apayrı. İnsanın aklı Allah'a iman ettiği kadar, insaniyeti ise Rabbini tanıyabildiği kadardır. Allah'a iman etmeyen büyük bir bilim adamı da olsa Allah'a iman etmiş ilim sahibi olmayan bir kimseden çok daha cahildir. Bir kimya profesörü su unsuruna bakıp su, oksijen ve hidrojenin birleşmesiyle oluşur der. Fakat bu oluşumda Allah'ın bu kanunu koyan ve suyu yapan olduğunu düşünmezse, hidrojen ve oksijene akıl ve şuur vererek çok komik bir cahillik ortaya koyar. Oysa su, çiçek, elektrik, güneş ve havanın kendi kendine olması helvanın, elbisenin ve bir resmin kendi kendine oluşmasından çok daha imkânsızdır. Çünkü her biri birer mucizedir. Göz bize maddeyi göstermek içindir. Akıl ise maddenin arkasındaki mânâyı göstermek için var. Sadece akıl da değil, vicdan gibi Allah'ı arayan, Allah'ı arzu eden yüzler hislerimiz var. Farkındaysanız akıl da görünmüyor ve görünmeyen pek çok şey için akıl esas tutuluyor. Materyalist asrın kazazedeleri bilmelidir ki: İnsan; ruhuyla, bir kitap; manasıyla değer kazandığı gibi maddenin ruhu da manadır, manayla kıymet kazanır. Maddenin arkasında apaçık görünen mânâ ise: Allah'ın manevî şahsiyetidir. Kâinat âdeta bir fuar. Varlıklar ise harika donanımlarla sunulmuş sanat eserleri. Her biri muhteşem sanatkârları olan Allah'ı tanıtıyorlar. Yeryüzü bir fabrika, mühendisi Allah. Toprak bir laboratuar, kimyageri Allah. Dünya bir hastane, tabibi Allah. Dünya bir misafirhane: Misafriperver zat, Allah. Velhasıl: Yeryüzü bir mescit, Ma'budu Allah. (Blaaise Pascal) Gökleri, yeri ve bu ikisi içinde yaydığı canlıları yaratması, onun varlığının delillerindendir... (Şurâ Suresi, 29) Yeryüzündeki cam ve su gibi parlak şeyler ışık saçıyorlar. Her biri ışıklarını gökteki güneşten mi alıyorlar dersiniz, yoksa her biri birer güneş midir!? Var olan her şey bütün ilimlerin sahibi olan Allah'ı, birliğini, isim ve sıfatlarını, sonsuz kudretini ve hikmetini güneşten daha parlak bir şekilde gösteriyor. İnsanın aklı ve şuuru var. Fakat bu cevherleri kullanmayabiliyor. Böylece kâinat kitabında Allah'ı okuyamama cehaletini gösteriyor. Oysa cansız ve basit bulduğumuz taşın bile bir kalbi var, Allah'ı zikrediyor. Artık bunu fizik de ilan etmiştir ki; katı maddeler sürekli hareket halindedirler. Atomların titreşimi ve elektronların çekirdek etrafındaki dönüşleri adeta meczup Mevlevî misalidir. Mevlâna da bakmıştır ki atomdan güneşlere her şey dönerek Allah'ı zikrediyor; o da kâinatın bu ahengine dâhil olmuştur. Dinin muhatapları akıl sahipleridir. Üç türlü insan vardır: 1. Allah'ı bulanlar ve O'na hizmet edenler; 2. O'nu aramakla meşgul olup, henüz bulamayanlar; 3. O'nu, ne arayan, ne de bulanlar, zaten bunlar arayıp bulma çabası da göstermezler. İlk gruba girenler, akıllı ve mutlu, Ortadakiler ise mutsuz ve fakat akıllıdır. Sonuncu grubun insanları ise, aptal ve mutsuzdur. ALLAH'IN BAŞLANGICI VE SONU OLAMAYACAĞINI NASIL ANLAYABİLİRİZ? De ki: O Allah, Ehad'dir (birdir)! Allah, Samed'dir (her şey her cihetle O'na muhtaç olduğu halde, O hiçbir şeye muhtaç değildir)! Doğmamıştır ve doğurulmamıştır! Ve O'na hiçbir şey denk olmamıştır! (İhlas Suresi) Bazen akıllara geliyor: Allah nasıl hep var? Bizi Allah yarattı peki Allah'ı kim yarattı? Akla gelebilen bu sorular aslında bir sanatkârın sanatına benzemesini şart koşmak gibi bir mantıksızlık. Buna göre bir marangozun, yaptığı masaya benzediğini mi düşüneceğiz!? Yaratılanların başlangıcı ve sonları vardır. Çünkü zamana mahkumdurlar. Zaman da her şey gibi mahluktur, yaratılmıştır. Zamana mahkumiyetle ortaya çıkan Büyüme ve genişleme kanununa dâhil olanlar için elbette başlangıç ve son kaçınılmaz olur. Genişleyen, büyüyen mutlaka bir gün başlamış ve mutlaka da bir gün son bulacaktır. Mesela ağaç çekirdekle hayata başlar, büyüyüp gelişir. Ve zamanla yaşlanacak, ölecektir. İnsan da doğar, yaşar ve nihayetinde ölür. Gökyüzündeki patlamalarla hızla genişleyen kâinatın da Big Bang (Büyük Patlama) başlangıcı olduğu gibi Kıyamet onun ölümü olacaktır. Allah ise yaratılanlara benzemez. Maddeden mücerrettir. Dolayısıyla yer edinme, zamana mahkum olma, büyüme, gelişme, bütünleşme veya parçalanmadan uzaktır. Başlangıcı ve sonu yoktur. Hem doğmak cismi olanlar içindir. Allah elbette kendi kanunlarının mahkumu olamaz. Bir şey ya yaratılmıştır ya da yaratandır. Yaratılmış olan yaratamaz. Kâinat ve insanlar, olmak ya da olmamak kategorisinde. Yani biz yaratılmış olanlarız. Allah ise hep var olandır ki; olmak ya da olmamak durumundakileri var etmeyi seçmiş ve yaratmıştır. Hep var olan olmasaydı sonradan var olanlar nasıl olacaktı? Elbette her sayı kendinden bir önceki sayıya muhtaçtır. Sekiz yediye, yedi altıya, altı beşe.. Fakat bütün sayılar 1e muhtaçken 1 hiçbir sayıya muhtaç değildir. Her şeyimiz gibi var olmak da bize sonradan verilmiştir. Bize ait ve bizde sabit değil. Hayatımız, kuvvetimiz, görmemiz ve işitmemiz var. Fakat bunlar kendimize ait olsaydı elimizden hiç gitmez ve hiç birinin derecesi ve sınırı olmazdı. Mesela bu odadaki sesleri duyabiliyorum ama diğer odadaki sesleri duyamıyorum. 10 kg. ağırlığı kaldırabiliyorum fakat 50 kg. yükü kaldıramıyorum. Ve gün gelecek bunlar benim üzerimden tamamen gidecek. Çünkü işitmeyi ve kudreti bana Allah verdi, kendime ait değiller. Allah'ın ise varlığı ve bütün sıfatları kendisine aittir. Sonradan O'na verilmemiştir ve asla son bulmayacaklardır. Allah hep vardır, isim ve sıfatlarının sınırı yoktur. O hiç bir şeye muhtaç değil ama her şey O'na muhtaçtır. GERÇEK YOKLUK VAR MI? Gerçek anlamda yokluk yoktur. Sadece görünüşte bir yokluk vardır. Yani adem-i mutlak yok, adem-i zahiri var. İnsan ve kâinat yaratılmamışken Allah'ın ilminde vardı. Sonra ilmî vücuttan Allah'ın irade ve kudretiyle açığa çıktılar. Müslüman akıllıdır. (Hadis-i Şerif) Eşyanın yoktan vücuda gelmesi (ibda) için ilmî bir proje gerekir. Bu ilmî proje onun ilmî vücudu demektir. Devamında eşyanın var olan şeylerle oluşturulması(inşa) için ise bütün unsurlara hükmedecek bir irade ve kudret gerekir ki, eşya ortaya çıksın. Mesela bir makinenin yapımı için elbette akıllı bir mühendis ve bir tasarım gerekir. Ortada mühendis yok, proje de yoksa makine nasıl ortaya çıkacak!? Dolayısıyla gerçek anlamda bir yokluk hiçbir akıl sahibi için söz konusu olamaz. Allah (cc) vardır. Ve bütün varlık mertebeleri O'nunla vardır. Çünkü O'nun varlığı vücut mertebelerinin en yükseği en esaslısıdır. O (cc) Ezelîdir ve Ebedîdir. Başlangıç ve sonu bulunması imkânsızdır. Zamana ve mekâna mahkum değildir. Melekler, insanlar, hayvanlar, canlı cansız tüm var olanlar O'nun varlığına nispeten çok zayıf gölgeler hükmündedirler. Hatta o kadar zayıf ve o kadar gölgedirler ki; birçok veli, varlıkları vücut ünvânına bile layık görmek istememişlerdir. ALLAH'IN HER ŞEYE GÜCÜ NASIL YETİYOR, BİR ANDA BÜTÜN İŞLERLE NASIL MEŞGUL OLABİLİYOR? Zorluk ve kolaylık kavramı yaratılanlar içindir. Allah yaratılanlara benzemez. Onun kudretine göre cenneti yaratmak bir çiçeği yaratmak ile aynıdır. Nasıl ki bir tek güneş dünyayı aydınlatıyor ve canlılara ısı ve ışığını kolayca verebiliyor. Güneş küçücük bir cam parçasına kolayca akseder ama okyanuslara aksederken çok emek harcar denilebilir mi? Güneşe kolay olan, güneşin sahibi olan Allah'a elbette daha kolaydır. Bir baharı bir çiçek kadar cenneti ise bir bahar kadar kolay yaratır. Madem eşya var ve sanatlıdır. Elbette bir ustası var. (Bedîüzzaman Hazretleri) Allah'ın her şeye gücü yettiğini aklımıza sığdıramayışımızın nedeni varlık mertebelerini bilmemektir. Oysa varlığın hem mertebeleri, hem de farklı âlemleri vardır. Vücuda gelenler, yani var olanlar farklı vücut mertebelerinde ve ayrı vücut âlemlerinde bulunurlar. Mesela dağlar taşlar var, bitkiler hayvanlar, insanlar ve melekler de var. Fakat bu var olanların varlık dereceleri birbirinden farklıdır. Mesela bir taş sadece bulunduğu yeri zapt edebilirken küçücük bir arı hayat sahibi olmakla birçok bağ ve bahçeye sahip olabilir. İnsan ise hayvanlara karşılık hem hayat hem ruh hem şuur sahibi olmakla hem kendisinin hem bütün kâinatın varlığından haberdar ve her şeyle alakadar olmaktadır. Anlaşılan o ki; varlık mertebelerinin en düşük derecesi maddeye ait. Ondandır ki değişmeye, yıpranmaya, çürümeye, dağılmaya, yok olmaya mahkumdur. Madde zaman ve mekânın hükmü altında.Ve ancak hayat ve ruhun girmesiyle maddenin varlık derecesi yükselebilir. Demek Vücut (var olmak, var bulunmak) maddeden sıyrıldıkça kuvvet ve sağlamlılık kazanıyor. Mesela bedenin varlığı maddeden ibarettir. Ölümle çürüme ve dağılması her an mümkün. Fakat ölüm ruhu tahrip edemiyor, ölümün gelmesiyle ruh sadece âlem değiştiriyor. Çünkü ruhun maddesi olmadığı için varlık derecesi yüksek ve daha kuvvetli, daha sağlamdır. Hususen vücut tam bir sağlamlık kazanırsa, maddesi de yoksa ve kayıt altında da değilse diğer düşük mertebeli vücut âlemlerinde çok şeyleri değiştirebilir. Mesela bir ayna düşünün. Yüksekten bir büyük ormana doğru tutalım. Ayna küçücük olmasına rağmen bütün ormanı içine alabiliyor. Sadece iki, üç ağacı gösterebilirim. diye bir şart koşmuyor. Şayet ayna akıl, şuur, ilim ve kudret sahibi de olsaydı sadece yansıtmayla kalmayacak belki orman üzerinde pek çok değişiklik yapabilecekti. Bu misaller pek çok hakikati akla yakınlaştırıyor. Mesela Azrâil'in (as) bir anda birçok yerde bulunup birçok can alabilmesi varlık mertebesinin yüksekliğinden ve farklı varlık âleminde bulunmasından kaynaklanıyor. İnsan ruhu da bütün cesediyle birden alakadar olup bütün aza ve hücrelerini birbirine yardım ettirir ve hepsinden haberdar olur. Yani insanın karnı ağrıdığı aynı anda gözü de ağrısa, böbreği de sancısa ruh hepsinden haberdar olur. Allah'ın bir kanunu olan ruha bu kolaysa Cenâb-ı Hakk'ın iradesine ve kudretine hadsiz fiiller, hadsiz sesler, hadsiz duâlar, hadsiz işler hiçbir şekilde ağır gelmez, bir birine mani olmaz ve onu meşgul etmez.Tabiat Allah'ı hem gösterir, hem gizler. (Blaaise Pascal) Hâsıl-ı kelam: Allah (cc) vardır. Ve bütün varlık mertebeleri O'nunla vardır. Çünkü O'nun varlığı vücut mertebelerinin en yükseği en esaslısıdır. O (cc) Ezelîdir ve Ebedîdir. Başlangıç ve sonu bulunması imkânsızdır. Zamana ve mekâna mahkum değildir. Melekler, insanlar, hayvanlar, canlı cansız tüm var olanlar O'nun varlığına nispeten çok zayıf gölgeler hükmündedirler. Hatta o kadar zayıf ve o kadar gölgedirler ki; birçok veli, varlıkları vücut ünvânına bile layık görmek istememişlerdir. Böyle bir zata hangi şey zor gelebilir?! Kendisine ayna olarak yarattığı bütün mahlukatı, bir ağacın çiçek ve meyveleri kadar kolay yaratmıştır. Ve öldürüp haşirde tekrar yaratabilir, zamana mahkumiyeti kaldırıp onlara ebediyetinden ebediyet verebilir.

Abdullah MESUD 01 Nisan
Konu resmiAllah'ın varlık ve birlik delilleri nelerdir?
Risale-i Nur

Allah'ın varlık ve birlik delilleri kâinattak zerrelerden daha çoktur. Hal böyle olunca yok demek kolay görünse de aslında hiç kolay değil. Bununla beraber her bir peygamber ve her bir veli zat Allah'ın varlık ve birliğine delildir. Çünkü hepsi Allah ve âhiret var demişlerdir. Mükemmel bir ahlak, zekavet, akıl ve şahsiyetle ortaya çıkmış yüz binler peygamber ve yüz milyonlar velilerin davalarını çürütmek için onların her birini yok kabul etmek gerekir. Bu ise bir hezeyandır. Dahası var.. Yok diyebilmek için on dört asırdır taklit edilememiş ve her harfiyle Allah vardır ve birdir diyen Kur'ân'ı ve Kur'ân için yazılan üç yüz elli bin tefsiri de çürütmek gerekecektir. Yani inkar edenlerin epey işi var farkındaysanız. Bunları da yapamayacakları için yok saymaları daima hezeyandan ibaret kalacaktır. Daha işleri de yok değil. İnkar etmek için aklı yok saymak, insanı ve kâinatı yok kabul etmek gerekecektir ki O yoksa hiç bir şey yok, O varsa her şey vardır.İşte kainat kitabındaki Allah'ın (cc) varlık ve birlik delillerinden bir kısmı: Bir harf kendi varlığından çok kâtibinin varlığını gösterir Muntazam bir saray muntazam fiile, muntazam bir fiil mükemmel bir faile, mükemmel bir fail, mükemmel bir sıfata yani san'at melekesine o da istidada o da âli bir ruh ve yüksek bir zata delalet eder. Maktul kâtili, san'at san'atkarı, aşağı yukarısını gösterdiği gibi eşyanın çokluğu bir tek zattan çıktığını, sonradan var olmaları da hep var olan bir zatı gösteriyor. Her fiil bir faili gösterdiği gibi sıfatlarını da gösteriyor.  Kâinata Allah hesabına şöyle dışarıdan dikkatle bir bakıldığında âdeta muhteşem bir saray görünüyor. Ay, güneş lambaları ve yıldızlar ise mumları.. Zerrelerden güneşlere her şey bu sarayın aziz misafirleri olan insanlara hizmetçilik ediyorlar. Allah hesabına bakılmadığında ise saray zindana dönüşüyor. Güneş yeryüzündekilere acıyor da ondan mı her gün doğuyor dersiniz? Bulutlar mı ihsan sahibi ve merhametli olan? Veya oksijen ve hidrojen insanlar, hayvanlar, ve bitkiler için gerekli olduğunu düşünerek şefkat edip suyu oluşturmaya mı karar vermişler!? Bakın ne kadar basitleşti her şey. Oysa Allah'a ait muhteşem bir şefkat öyle kuşatmış ki kâinatı, gördükçe kalplerimiz ısınıyor. Ne var ki basiretsiz ve insafsız gözler Allah hesabına bakamadıkları için bu harika sıfatları akılsız, şuursuz ve kör unsurlara verip mucize işleri adileştiriyorlar. Böylece cennet içinde bir cehennem yaşıyorlar. Muntazam Fiil: En harika gıda olan sütle beslemek, Fiilden etkilenen: Yeryüzünün her yerinde bulunan hayvan  ve insan yavruları, Mükemmel Fâil:  Allah. Mükemmel sıfat: Şefkat, Rahmet. Muntazam fiil:  Şifa vermek, Fiilden etkilenen: Yeryüzündeki tüm bitkiler, hayvanlar ve insanlar, Mükemmel fâil:  Allah. Mükemmel sıfat: Şafi, Rahman, Rahim, Mükemmel fiil: İhtiyaçları karşılama, doyurma, nimetlendirme, Fiilden etkilenen: Tüm varlıklar, Mükemmel Fâil: Allah, Mükemmel sıfatlar: Rezzak (rızık veren), Rahman, Şefkat Çok san'atlı şeyler çok kolay ve çok çabucak ortaya çıkıyor ve çok kıymetli şeyler çoklukla var oluyor. Herkes bilir ki; san'at ne kadar kıymetliyse o kadar pahalı olur. San'atı ve işlenişi yoğun olduğu nispette de üretimi zordur ve az üretilir. Oysa her bir hayat sahibi, mucize hükmünde makineler gibiyken kolaylıkla ve süratle icat edilip cömertçe çoklukla yaratılırlar. İnsanoğlunun bir kanadını bile icattan aciz olduğu sinekler bir yıl içinde şimdiye kadar yeryüzüne gönderilen insanlar kadar yaratılır. Mesela bir inek, yaşamı boyunca tonlarca süt, bir ağaç tonlarca meyve verir. Bu kıymeti yüksek san'atların çoklukla yapılması ve ucuzlukla yayılması nihayetsiz kudret sahibi Allah'ın varlığını ilan eder. Kâinattaki suhulet-i icat saniin vücuduna ve kudretine delildir. Vücut derecesindeki bu suhulet bin derece muhal olan kendi kendine teşekkül ile iltibasa sebep olmuştur. Ahmaklar nihayetsiz bir kudretin delilini ademine delil yaparlar. Var olan her şeyin ihtiyaçları karşılanıyor. Hiç unutma şaşırma yok, bütün istekler işitiliyor ve cevap veriliyor Kâinatta insan dâhil varlıkların hiçbiri yaşamlarının devamı için gerekli olan şeyleri yapabilecek güce ve zenginliğe sahip değiller. Her an muhtaç olduğumuz havayı, ya onsuz yaşayamayacağımız suyu yapabilir misiniz?! Fakat tüm varlıklar bu kadar aciz ve fakir oldukları halde hepsi mutlaka ihtiyaçlarına kavuşuyor. Hem bu ihtiyaçlar öyle yüzeysel ve düzensiz bir tarzda önlerine gelmiyor. En gerekli bir zamanda ve en güzel bir şekilde karşılanıyor. Mesela; suya muhtaç bir ağaç bulutları kendisine hizmet ettirme yetkisine ve gücüne sahip değil. Hâlbuki bulut ağaca hizmet için ayağına kadar geliyor. Demek ki ağacın sesini duyan ve bulutu onun hizmetine gönderen bir fail vardır. Var olduğundan bu yana güneşin yakıtı hiç bitmiyor. Sayısı bilinmeyecek kadar çok galaksilerin ihtiyacı olan yanma maddeleri karşılandığı gibi gözle göremeyecek kadar küçük hadsiz birçok varlığın ihtiyaçları da unutulmuyor. Milyarlarca varlıkların hiç birinin ihtiyacı yanlışlıkla diğerine verilmiyor. Hiç şaşırma yok, hiç unutma yok. İlk yaratılıştaki donanım ile şimdiki donanım aynı Her şey ilk var olduğunda da bugünkü gibi harika bir donanımdaydı. Daha ilk var oluşta binler ihtimal içinde en harika tasarım seçilmiş. Hâlbuki yeryüzünde en akıllı ve en zeki varlıklar olan insanlar bile bir san'atta mükemmeli ortaya koymak için zamana muhtaçtır. Mesela otomobilin ilk icat edildiğindeki halini düşünün. Sonra bugünkü halini.. Ve hala mükemmeli yakalamaya uğraşıyor insanoğlu. İlk yapılan bilgisayar ise bir apartman büyüklüğündeydi. Şimdi avucumuza sığabiliyor. En zeki ve en akıllı varlık olan insan bile her işinde ancak zamanla en iyiyi ortaya koyabiliyorsa, her biri mucize olan varlıklar nasıl kendi kendilerini yapabilecek dehayı gösterebilirler dersiniz!? Aklı olan elbet anlar ki muhteşem bir eser; ancak mükemmel bir akıl, ilim ve güçle ortaya çıkabilir. Sonuç, sebepten daha kıymetli ve san'atlı Sebebe bakıyoruz gayet adi ve aciz. Kendine takati yok ama sebep oldukları şeyler gayet san'atlı ve kıymetli. Kara topraktan rengârenk ve sulu gıdaların oluşumunu ve bir damla sudan hayat, ruh ve şuur sahibi canlıların oluşmasını düşünün! Ortaya çıkan pek çok şeyin san'atça, kıymetçe sebep olandan yüksekliği söz konusu. Fakat kuvvetli zayıf olana bina edilemez. Demek ki sebepler cahil ve şuursuzdurlar. Sebepler sadece görünüşte birer sebep olup hakiki sebep olan Allah'ı gösterirler.  Varlıklar şuurlu olmadıkları halde şuurluymuş gibi iş yapıyorlar Görevi olmayan hiçbir varlık yok. Fakat onlar vazifelerini bilinçli olarak yapmazlar. Mesela bulut şurada susuz bir bölge kalmış, gidip ihtiyacını gidereyim deme bilincine ve şefkatine elbette sahip değil. Sanki hepsi birer saat gibiler. Saat zamanı belirler ama bunu yaptığından habersizdir. Fakat onu bu gaye ve maksatla insan icat etmiştir. Dolayısıyla bir aklın ürünüdür. İnsan ise hem kendi hem bütün kâinatın vazifesini fark edebilecek şuura sahiptir. Ondaki bu kabiliyet ise Allah'ı tanıması içindir. Tüm varlıkların maddî ve manevî cihazları harika Yeşil ot yiyen inek, kan ve işkembe arasından bembeyaz süt çıkaran bir donanıma sahip. Rusya'da bir grup bilim adamı süt üretmek amaçlı inek yapmayı denemişler. Fakat büyük uğraşlar sonucunda yeşil ot verdikleri makineden sadece yeşil su elde etmişlerdir. Hâlbuki inek bir bilim adamı olmadığı halde süt yapabiliyor. Teknolojide insanoğlu pek çok hayvan ve bitkinin harika tasarımlarını taklit etmeye çalışır. Fakat gelmiş geçmiş bütün bilim adamları bir araya gelse bir sinek kanadını yaratamayacaklardır. Çünkü küçücük bir sinek kanadında neredeyse kâinatı içine alan bir sistem vardır. Mesela bir çıngıraklı yılanın başında öyle bir cihaz vardır ki bizim gözümüzle göremediğimiz kızıl ötesi şuaları görür. Çıngıraklı yılan 1 derece sıcaklığın binde birinden çok daha küçük ısıyı fark eder. Böylece yanına bir canlının yaklaştığını kolayca anlar. Oysa 21. asrın icatları hayvanlardan hala çok gerilerde takılmıştır.  Tüm varlıklar olağanüstü işler yapıyorlar Ağaç bir meyve fabrikası. Toprak laboratuar. Kökler ise kimyagerler ve topraktan ağaca lazım elementleri ince ölçülere uyarak alıyorlar ve yaprağa çiçeğe meyveye uygun ölçülerle dağıtıyorlar. Böyle mi diyelim yani?!  Kökler kimyager mi yani!?   Karşılarına çıkan taş ve toprağı eritecek asiti üretmeyi hangi kimya üniversitesinde okudular dersiniz? Siz topraktaki magnezyumun, demirin, fosfatın atomunu ayırt edebilir misiniz? Ama kökler bunu yapabiliyor. Toprağın altında görünmeyen fabrikalar, üniversiteler mi var acaba! Yarasaların radarlara taş çıkartacak elektromanyetik ses sistemine ne dersiniz? İnsanların ancak 21. yüzyılda icat edebildiği radar sistemine yarasalar zaten sahiptir. Gönderdiği ses dalgalarının kulağına eko sistemi olarak geri dönmesiyle karşısındaki cismin hacmini, kütlesini, canlı mı cansız mı oluşunu ve arasındaki mesafeyi ölçebiliyor yarasa. Yarasanın yaratıcısı olan Allah'a iman etmeyen yarasaya üniversitelerde bir mühendis olarak ders verdirmelidir!  Her bir varlık kâinatın padişahı olan Allah'ın bir askeri hükmünde. Bir büyük padişaha bağlı bir asker çok kralları paşaları esir etmiştir. Mesela kâinat ordusundaki çekirdek denilen küçücük bir asker ise kâinat padişahının emriyle havayı, güneşi, toprağı ve bulutları kendine hizmet ettiriyor. Aynı kuvvetle karınca firavunun sarayını yıkabildiği gibi bir sinek nemrudu öldürebiliyor. Çekirdek acizdir, yarasa acizdir, dağlar ve güneşler de acizdir. Onların bütün kudret, kuvvet ve zenginlikleri Allah'a asker oldukları içindir. Kâinat bölünemez bir bütün Her bir varlık bütün kâinattan nümuneler içeriyor. Mesela kâinatta bulunan pek çok sistem ve elementler küçücük bir sinek kanadında da mevcut. Maddenin en küçük yapı taşı kabul edilen atomda ise koskoca güneş sistemindeki aynı matematiksel çekim kanunları var. Anlaşılıyor ki galaksilere hükmeden kim ise atoma da hükmeden aynı zattır. Çünkü ancak bütün kâinatı idaresi altında tutan bir kuvvet her şeyi istediği anda, istediği yerde kullanabilir. Her şeyin hayat kanunlarında bir benzerlik var. Kâinattaki görünen bu bütünlük Allah'ın varlığını ilan ettiği gibi Allah'ın birliğine de apaçık bir delildir. Yaratılan her bir şey ilmi düsturlarla ve hikmet mizanlarıyla kâinattan süzülmüş ve sağılmış birer cami noktası ve mayalık bir katresi olduğundan onlardan birini icat eden zat her halde bütün kâinatı icat eden aynı zattır. Basit tek bir maddeden çok kolay ve mükemmel san'atlar oluyor Öyle muhteşem ki O zat; her şeyden bir şey, bir şeyden her şeyi yapar. Bitkiler çamur içer, hayvanlar bitki yer, et yer, insanlar da hem et hem ot yer. Ama her şey tekrar toprağa döner. Toprak gibi basit bir maddeden yüz binler canlıları yetiştiriyor. Tırnak kadar odun parçasına benzer çekirdekten harika çiçekler, lezzetli gıdalar yaratıyor. Cebimden düğmeye benzer bir şey çıkarıp ondan son model bir otomobil oluşturduğumu düşünür müsünüz? Her halde daha o an dünyanın birinci harikası olurum sanırım. Çünkü bir otomobilin ortaya çıkması için en az on altı tane top sahası büyüklüğünde bir fabrika gerekiyor. Oysa her yerde gördüğümüz ve bize sıradan gelen düğme kadar çekirdeklerden tonlarca meyve veren fabrikaların oluşması mucize değil midir!? Her şey kâinatta muhteşem. Hatta her şey o kadar olağan üstü ve mucize ki; bu hal gafil ve akılsız olanların her şeyi sıradan görmelerine sebep oluyor. Kâinatta birlik var Yeryüzünün her yerinde hava bir, su bir, güneş bir ve toprak bir. Dört unsurun yaptığı işler burada da aynı dünyanın diğer ucunda da aynı. Asya kıtasında yaşanlar için de hava, su, toprak, güneş lazım Amerika kıtasında da. Burayı ısıtan güneş ile orayı ısıtan güneş aynı. Demek her yeri idare eden zat aynı. Kâinatta muhteşem bir ahenk var ve asla israf yok Canlılar ve yaşadıkları ortam arasında bir ahenk vardır. Allah havadaki dengesi için kuşa kanat, sudaki hareketlerini kolaylaştırması için balığa yüzgeç, insana ise kol vermiştir. Havada olanda kol, denizde olanda kanat görmek gibi bir uyumsuzluk hiç yoktur. İnsan havaya muhtaç olduğu gibi bedenindeki hücreler de sudakine göre değil havadaki basınca göre ayarlanmıştır. Ve asla israf yok. Mesela köstebek ve solucana göz verilmemiştir. Çünkü zaten onların yaşam yerleri topraktır altıdır. Göz onlara lazım değildir. Gözü yaratan gözün görmek istediklerini bilir ve yaratır. Mideyi yaratan zat mideye uygun olanı bilir ve ona göre yaratır. Öyle ki Bunun burada ne anlamı var, bu burada fazla ya da eksik? diyebileceğimiz abes ve uyumsuz hiçbir şey yoktur. Tüm kâinat birbiriyle dayanışma ve yardımlaşma içinde Bütün varlıklar yaptıkları işleri birbirlerinden aldıkları destek ve yardımla yaparlar. Sadece bir bedendeki hücre ve azalardaki yardımlaşma ve dayanışmayı düşünmeyi bile insanın aklı almıyor. Çünkü tek bir insanda 100 trilyon hücre var. Şayet bu kadar hücre geçinemezse insanın hayatı devam edemez. İşte! Allah'ın öyle muhteşem kanunları var ki, böyle muazzam bir topluluğu harika bir şekilde idare ediyor. Bir misal daha: Humuslu toprak çama zararlıdır. Oysa yaprakların dökülmesiyle ormandaki toprak humuslu oluyor. Şu durumda çam kısa zamanda kuruyacaktır. Fakat çam köklerinde meydana gelen mantarlar imdada yetişir. Bu mantarlar adeta bir süzgeç görevi yaparlar. Humustan kendileri istifade eder ama çama suyu gönderirler. Bunun karşılığında ise çam ağacında hazır gıda ile geçinir giderler. İnsan ruhunun, bütün cesedine bir münasebeti olup bütün hücre ve azaları birbirine yardım ettirmesi ve hepsinden haberdar olması gibi Cenâb-ı Hakk muhteşem kanunlarıyla kâinatı birbirine yardımcı ve musahhar kılmıştır. Her insan farklı bir yüze sahip Kar taneleri asla birbirinin aynı değiller. Allah yarattığı hiçbir insanın simasını ve parmak izini aynı yaratmıyor. Bu da diğer deliller gibi Allah'ın muhteşem bir mucizesidir. Çünkü bir san'atkâr yaptığı eserlerinin birbirine benzememesini istiyorsa eserlerinin kesinlikle hepsini tanıması ve hatırlaması gerekir ki benzeri ya da aynısı ortaya çıkmasın. Buna ise Allah'dan başka hiç kimsenin gücü yetemez. Yeryüzü, üzerindeki varlıklara en uygun bir şekilde yaratılmış Dünya, akıcı bir madde kalmadı. Donup taş olmadı. Öyle oldu ki bitkiler, hayvanlar ve insanlara en münasip bir hal aldı. Çeşitli faydalar ve hikmetler göstererek üzerindeki tüm varlıkların ihtiyaçlarına cevap verecek şekle girdi. Mesela dağlar yerküreyi hareket ve vazifesinden şaşırtmaz. Toprağı denizin istilasından kurtarır. Hayat sahipleri için hazinedir. Havayı zararlı gazlardan temizler, suları biriktirir, madenlere kaynaktır. Böylece şu yeryüzündeki süslenmiş bahçeler, çaylar, ırmaklar, dağ ve tepeler ayrı ayrı canlıların mescitleri tüm mahlukat ise sacitleri hükmüne geldi.. Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur  Ra'd 28 İnsanın hissiyatı Allah'ın varlığına ve birliğine delildir. Çünkü insan ibâdet edecek bir rab ister. Güçsüzlüğünü, takatsizliğini, hayat yükünün ağırlığını, maddî ve manevî baskılarla olaylara güç yetirememesini anladıkça şefkatli, merhametli, niyetsiz bir güç sahibi Allah'ı arar. İnsan en çok Allah'ın varlığını vicdanı ve bu hisleri ile anlar. Çünkü var olmayan bir şeyin içimizde doğması imkânsızdır. İnsanın arzuları dünyadan ebede doğru uzanır. İnsanın kalbinden geçirdiği en ince isteklerini duyup ona ebedi cenneti hazırlayan ise dünya ve âhirete hükmeden bir zat olmalıdır. Kaynak: Risâle-i Nur Külliyatı www.sorusorcevapbul.com

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiBirliğinin ışığında erit beni!

Ateşi bilmenin bedeli nedir? diye sorduklarında Alevinde bir kez olsun yanmaktır. demişlerdi. Bir'i bilmenin bedeli ben her ne ise razıyım. Bütün Hayır!larımı yok eden bir ateşte yak beni! Ey Bir! Sadece bir tek Hayır!ı alma benden. Senden maada tüm ilahları reddeden -Lâ- kalsın bana. Dört elif miktarı uzattığımda dört yüz günahımı yok eden ateşim. Lâ ilahe illallah! Ezeli virdim! Hayr-ı ezelim! Tekrar tekrar dön bana! Sen Birsin Ey Rabbim! Yeryüzü sofrasının gül demeti mevsim-i baharın Rahmânısın! Fırtınadaki kasıp kavuran Cebbâr! Atomdaki iten ve çeken Adlsin! Alîmsin! Habirsin! Bataklıkta bembeyaz bir tebessümle beni büyüleyen nilüfer çiçeğinde seyrettiğim Kuddüsten başkası da değil! Şu kalemi kavrayışım, ben değil, benden değil! Türlü türlü şekil ve suretlerle görünürsün gönül gözlerimize, aynalara akseden sensin. Her aynada ayrıca güzelsin! Ey ufkumun batmayan güzel güneşi, sen Birsin! Kır saçlı aydın bakışlı genç ve elinde küçük bir tablo. Bahtiyar parmaklar senin birliğini nakşetmiş o kadife kumaşa, dokumuş bizzat kalbini o bahtiyar levhaya. Sonra yüreği karanlık bir levha olan Koreli adam tabloyu gösterdi gence, ne olduğunu sordu. Gencin gözlerinde ışık huzmeleri pırıldadı. Denizde ışıyan yakamozdu bu ışıltılar, sesi de kıyıları okşayan suyun asil şırıltısı. Derya kadar derindi cevap verişi, güneş kadar müşfikti sesinin tınısı: —    Allah vardır ve birdir.  —    Ne malum? dedi boğuk, kaskatı. Düşünce boğazında peydahlanmış geçmek bilmeyen gıcık gibi bir (ne malum)du zaten hep itirazlarının adı. Aydınlık çehre şefkat şefkat ışıldayan bir tebessüm libası kuşanıverdi bu itirazın aksiyle. Kuşandı da öyle baktı Korelinin gözlerinin içine: —    Bu mânâyı çözmek inan hiç zor değil! Bilinmeyeni bilinene, görünmeyeni görünene kıyas edebilirsin. Burası senin yaşadığın ülke, bak! Bir idarecisi var bu ülkenin. Ve kanunlar işlediğince düzen devam ediyor. Şurubu, midesi kabul etmeyen inatçı bir çocuk gibi kustu aklı bu ilacı. Çokluğun asit denizinde dağılıp gitmiş fikri sorguladı Bir'i. —    Neden bir? Dünyada yüzlerce ülke ve ülkeler adedince idareci var? Aydın bakışlı yüz tebessümlerle daha bir ışıldadı. —    Senin ülkendeki ağacın programıyla benim ülkemdeki bir ağacın kanunu arasında bir fark yok. O halde kanun bir. Kanun koyucu da bir! Bu şurubun tadı öyle güzeldi ki Koreli hayır demedi.       … Hayır demedi; bilmediğimiz olmadığına delil olmayacağını bilenler! Hayır demedi, akıl gözüyle kalbin hissiyle görebilmeyi becerebilenler! Yeryüzünde hangi âmâ göremediği güneşi inkâra yeltenir? Sen öyle bir varsın ki, Varlığımdan daha aşikârsın. Sen öyle var Birsin ki; iki demek için şaşı olmalıyım! Nereye baksa gözlerim seni birleyen mucizevî mühürlerle sevinçten sevince düşerim. Lâ ilahe illallah deyip başparmağının iç yüzünü öpen çocuk da şaşırtmaz beni artık. O parmaktaki çizgiler! Herkese ayrı ayrı çizdiğin, her insana özgü olarak verdiğin bizim imzalarımız olan çizgiler! O mührün pertevinden seslenirsin şöyle: Bir olan Rabbinizim ben sizin! İşte sen eserimsin, bu da hatemim! Kar mevsimi geldiğinde birlik sikkelerin yağar semadan kristal danteller gibi. Şu soğuk taneciklerde sıcacık haberler vardır senden. Her birini ayrı bir meleğin eline verdiğin kar tanelerinin hiç birine aynı deseni işlememişsin. Her taneyi başka bir sanatla bezemişsin. İşte sen sanatın gibi eşsizsin! Birsin! İşte sana olan şu seslenişim. Sadece bana verdiğin ve başka kimsede taklidi olmayan sesim. Ses tellerimin tınısına bile bir oluşunun simgesini gizlemişsin! Güneş penceremde, denizin ayna yüzünde, baktığımda saatime camın üzerinde ve kaldırdığımda başımı göğe gözlerimin içinde… Aynalar adedince güneş var gibi görünür gözlere. Ama birdir hâlbuki şems. Ben buradayım ve birim der! Huzme huzme ışığıyla birliğini ilan eder. Sen Birsin Ey Rabbim! Yeryüzü sofrasının gül demeti mevsim-i baharın Rahmânısın! Fırtınadaki kasıp kavuran Cebbâr! Atomdaki iten ve çeken Adlsin! Alîmsin! Habirsin! Bataklıkta bembeyaz bir tebessümle beni büyüleyen nilüfer çiçeğinde seyrettiğim Kuddüsten başkası da değil! Şu kalemi kavrayışım, ben değil, benden değil! Türlü türlü şekil ve suretlerle görünürsün gönül gözlerimize, aynalara akseden sensin. Her aynada ayrıca güzelsin! Ey ufkumun batmayan güzel güneşi, sen Birsin! Ey Vâhid! Yıkıntılar kentindeki küçük bir kırıntıyım ben. Yok olmuş, kaybolmuş hissetmiyorsam ruhumu külden bir cüz oluşumu bana vahy edişinden. Anlat Ey Ehad! Ehadiyetinden mühürler taşıyan kalbime. Yalnız gecelerde benim sana anlattığımca beni, sen de anlat bana seni! Bildiğim, bilmediğimde nice karanlık oluşum! Bilmediğimin düşmanı etme beni! Birliğinin ışığında erit beni! Ateşi bilmenin bedeli nedir? diye sorduklarında Alevinde bir kez olsun yanmaktır. demişlerdi. Bir'i bilmenin bedeli ben her ne ise razıyım. Bütün Hayır!larımı yok eden bir ateşte yak beni! Ey Bir! Sadece bir tek Hayır!ı alma benden. Senden maada tüm ilahları reddeden -Lâ- kalsın bana. Dört elif miktarı uzattığımda dört yüz günahımı yok eden ateşim. Lâ ilahe illallah! Ezeli virdim! Hayr-ı ezelim! Tekrar tekrar dön bana! Sen… Sen diye başlayıp yine seni sana tarif mi edeyim? Ben… Ben bazen kezzaptan kuyularda bin kez boğulmuş hayat nefesinin hasretlisiyim. Bazen de Nil Nehrinde kendini güneşe vermiş artık yok olmak isteyen küçücük bir katreyim… Ben, aynada görünce bile kendini Sen! Sen! Sen! diye haykıranım… Ben başparmağındaki simgenin pertevinden aciz düşen ve sonra şahâdet parmağını kaldırıp kelime-i şahâdete tutunanım.

Sedat EROĞLU 01 Nisan
Konu resmiRisâle-i Nur'da Tevhid

Avrupa'da yeni çağda başlayan felsefî çalışmalar ve tartışmalar, 19. yüzyılda materyalizm ve pozitivizmde düğümlendi. Kilise, Allah'ın varlığını inkâr eden bu felsefelere karşı koyamadı ve zaman içerisinde batı toplumlarındaki tesirini yavaş yavaş kaybetti. 19. yüzyıldan itibaren, batının tesirine giren İslâm âleminde de, yavaş yavaş materyalist ve pozitivist felsefeler yaygınlaşmaya başladı. İslâm âlimleri batı felsefesinin eski felsefeden farklı olduğunu anlamakta gecikmediler ve bu yeni felsefeyi tanıma ve onunla mücadele etme yoluna gittiler. (Bkz. Türkiye'de Ruhçu ve Maddeci Görüşlerin Mücadelesi, 4. Baskı, Akçağ, Ankara, 1995.) Ne yazık ki, Birinci Dünya Savaşı sonrası, İslâm âleminin büyük kısmı sömürge haline getirildi ve batı felsefesi eskisinden daha çok yaygınlaştı. Türkiye her ne kadar sömürge olmadı ise de, Kurtuluş Savaşı sonrasında Avrupai yaşantıya geçilmesiyle, batı felsefesi Türkiye'de de yaygınlaştı. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu durumu Tabiat Risâlesinin başında şöyle anlatır: 1338 [Miladi 1922]'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. Eyvah, dedim. Bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, [Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi?] (İbrahim, 10) âyet-i kerimesi bedâhet derecesinde vücud ve vahdâniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur'ân-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir burhanı, Nur'un Arabî Risâlesinde yazdım. Ankara'da, Yeni Gün Matbaasında tab ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli burhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu.Risâle-i Nurda İsbat-ı Vâcib     (Allah'ın Varlığını İspat) Kelâm ilmi aklı ön plana çıkararak yalnızca Allah'ın varlığını ispat etmeye çalışmış, fakat marifetullah üzerinde durmamıştır. Tasavvuf ise tam tersine, Allah'ın varlığını ispat etme üzerinde durmamış, yalnızca mârifetullah, muhabbetullah, lezzet-i ruhaniye üzerinde durmuş, kalp ayağıyla seyrü sulükte bulunmuştur. Risâle-i Nur ise, akıl ve kalbi birleştirmiş, hem aklen Allah'ın varlığını ispat etmiş, hem de kalp ayağıyla hareket etmiş, mârifetullah ve muhabbetullah üzerinde durmuştur. Bu yönüyle Risâle-i Nur kelâm ve tasavvufu birleştirmiştir diyebiliriz. Risâlelerde Allah'ın varlığını ispat ile mârifetullah mevzuları beraber ele alınmakla beraber, bazı Risâlelerde Allah'ın varlığını ispat ciheti, bazı Risâlelerde de mârifet, muhabbet ciheti ön plana çıkar. Burada yalnızca Allah'ın varlığını isbat üzerinde kısaca duralım. TABİAT RİSALESİ Üstad Bedîüzzaman bu asırda iki büyük dehşetli halden birisinin Fen ve felsefeden gelen dalâlet, küfr-ü mutlak olduğunu söyler. Bu yüzden de telif ettiği Risâle-i Nur külliyatında Allah'ın varlığını ispat etmek büyük bir yer tutar. Pek çok Risâle bu mevzuya tahsis edilmiştir. Tevhidden bahseden bu Risâleler içerisinde en geniş ve en kuvvetli olanı hiç şüphesiz Tabiat Risâlesidir. Bu Risâle, külliyattaki tevhid mevzularının merkezinde bir yer işgal eder. Üstad Hazretleri bunu şöyle dile getirir: Sair Risâlelerde inkısam etmiş olan müteaddit burhanlar, bu burhanda kısmen ittihad ediyor, herbiri bunun bir cüz'ü hükmüne geçiyor. Batı felsefesinde filozof Kant'tan bu yana genel kabul görmüş olan Allah'ın varlığı ispat edilemez hükmüne karşı, Bedîüzzaman Hazretleri pek çok Risâlesinde tam tersi bir kanaati savunarak, cerh edilmez delillerle, iki kere iki dört eder derecesinde bir katiyetle, başta tevhid olmak üzere, bütün imanî mevzuları isbat ettiğini söyler. Tabiat Risâlesi için de Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını zîrüzeber ediyor der. Bu iddia felsefî açıdan oldukça büyük bir iddiadır. Tabiat Risâlesi'nin telifinden bu yana 70 yıldan fazla bir zaman geçtiği halde, hiç kimse tarafından bu iddianın çürütülememesi ve pek çok insanın bu Risâle ile imana gelmesi, ya da imanını kuvvetlendirmesi, bu iddianın doğru olduğunu gösteriyor. Bedîüzzaman Hazretleri bu Risâlesinde, usul-ü fıkıh ilminde kıyasın illetini bulmak için kullanılan Sebr ve Taksim metodunu kullanmıştır. (Bkz. İslâm Hukukunda Deliller ve Yorum Metodolojisi. (Mustafa tercümesi). c.2, s.253. İmam-ı Gazâli. Rey yay. Kayseri, 1994. İslâm Hukuku Felsefesi. S.257. Dr. Abdülvahhap Hallaf. Ankara Üniv. İlahiyat fak. Yay, 2. Baskı, 1985) Bir isbatlama tarzı ve usulü olan Sebr ve Taksim, Delil-i taksim, Delil-i münkasım gibi tâbirlerle de anılır. Bu isbatlamada, kıyasa illet olabilecek bütün vasıflar ele alınır, illet olamayacaklar birer birer ibtal edildikten sonra, hakiki illet olmaya elverişli olan tesbit edilir. Tabiat Risâlesi'nde Bedîüzzaman Hazretleri, mevcudatın vücuda gelmesinde muhtemel 4 görüşü ele alıyor ve illet olamayacak 3 görüşü çürüterek, hakîkî illeti ortaya çıkarıyor. Bedîüzzaman Hazretleri'nin  Tabiat Risâlesi'nde çürüttüğü üç görüş, üç felsefi sistemi (Pozitivizm, evrim ve materyalizm) muhatap almış gibidir. Birincide sebebler mevzuu ele alınır ki, Allah'ın ispat edilemeyeceğini söyleyen pozitivistler, sebeb sonuç ilişkisine büyük ehemmiyet vererek, her şeyi buna göre değerlendirme cihetine gitmişlerdir. İkinci kısımda, teşekkele binefsihi yani kendi kendine oluyor, düşüncesi üzerinde durulur. Burada da evrim düşüncesi çürütülür. Üçüncü kısımda tabiat üzerinde durulur ki, burada da diyalektik materyalizm çürütülür. Burada yalnızca bu üç sistemin çürütüldüğü de zannedilmemelidir. Bütün inkâr akımları neticede bu üç noktada düğümlenirler. Üstad Hazretleri'nin yapmak istediği, bütün inkar felsefelerini tamamen ilzam etmektir. Ve gerçekten de bu, Tabiat Risâlesi'nde hârikulade bir şekilde başarılmıştır. *** Bedîüzzaman Hazretleri giriş kısmında hiçbir insanın itiraz edemeyeceği mukaddimeleri ortaya koyuyor. Şöyle diyor: Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz. Birincisi: Evcedethu'l-esbab, yani, Esbab bu şeyi icad ediyor. İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor. Üçüncüsü: İktezathu't-tabiat, yani, Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor. Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut san'atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde, ey mülhid, bu mevcudu, meselâ bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbâb-ı âlem onu icad ediyor, yani esbâbın içtimaında o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut bir Kadîr-i Zülcelâl'in kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kat'î ispat edilse, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur. Aslında tabiat Risâlesindeki her bir delil, zımnî olarak bu üç tarz küfrü çürütür. Fakat Bedîüzzaman Hazretleri, muhatabı tamamen ikna etmek ve açık bir kapı bırakmamak için bu yolu tercih etmiş gibidir. Kısaca, Tabiat Risâlesi'nde Bedîüzzaman Hazretleri şu hakîkati ortaya koyar: Kâinatta ilim, irade, kudret sıfatlarına sahip bir uluhiyet-i mutlaka hakîkati görünüyor. Buna delil, hikmetli ve sanatlı olarak yaratılan bütün canlılardır. Allah'ı inkâr etmekle mesele halledilmiş olmaz. Allah'ı inkâr ettiğimiz takdirde bu uluhiyet-i mutlakayı, ya sebeblere, ya tabiata, ya da her şeyi kendine nisbet etmek zorunda kalırız. Bu 3 halin her biri ise aklın haricinde, saçma durumların ortaya çıkmasına sebeb olur. Hâlbuki, mevcudatın, uluhiyet-i mutlaka sahibi Allah'a nisbet edilmesi oldukça makul bir yoldur ve neticede Allaha nisbet etmek gerekir. Bedîüzzaman Hazretleri bu hakîkatı şu şekilde formule eder: Gökteki bir güneşi kabul etmeyen, yer yüzündeki bütün güneşin akislerine güneş demek mecburiyetinde kalır. Tevhid Istılahları Risâle-i Nur'da da imani mevzular ispat edilirken, üç çeşit delil kullanılmıştır. Bunlar Burhan-ı innî, Burhan-ı limmî ve temsildir. (Bu deliller için bkz: Kelam ilmi. s.79. Bekir Topaloğlu. Damla yy.1985) Burhan-ı innî: Eserden müessire geçmek demektir. Mesela, dumandan ateşe intikal etmek gibi. Biz bir dağın arkasından dumanların çıktığını gördüğümüz zaman, ateşi görmediğimiz halde Orada ateş vardır deriz. Risâle-i Nur'da ekseriyetle Allah'ın varlığı ispat edilirken, burhanı inni kullanılmıştır. Evet biz Allah'ı gözümüzle görmüyoruz, fakat onun eserlerini gözümüz ile görüyoruz. Bu gördüğümüz varlıklar, onları icad eden Allah'ın varlığına delildir. Burhan-ı limmî: Müessirden esere intikal demektir. Mesela gece karanlığında bir yerde ateş yandığını gördüğümüz zaman Orada ateş var, öyleyse -biz görmesek bile- dumanda vardır deriz. Genellikle Risâlelerde nübüvvetin ve haşrin isbatında burhanı limmî kullanılmıştır. Temsil: Kur'ân hakîkatlari ders verirken misallerle ders verdiği gibi Kur'ân'ın bir nevî tefsiri olan Risâle-i Nur'da hakîkatlari aynı usulle ders vermiştir. Misaller anlaşılması güç olan şeylerin kolaylıkla anlaşılmasına hizmet eder, hakîkatların ispatını kolaylaştırırlar. *** Bedîüzzaman Hazretleri'nin, ıstılah haline getirdiği ve Risâlelerde de çoklukla kullandığı en mühim tabirler muhakkak ki, Mana-yı harfi ve Mana-yı ismi tabirleridir. Bedîüzzaman Hazretleri şöyle der: Kırk senelik ömrümde, otuz senelik tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; (..) Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır. Şöyle ki: Cenâb-ı Hakk'ın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatâdır. Mana-yı harfî: Kâinata, eşyaya ve hadiselere Allah namına bakmak demektir. Mesela güzel bir şeye bakarken Allah ne güzel yaratmış diyerek, o güzelliği eşyaya değil de, onu yaratana nisbet ederek bakmaktır. Kur'ân'ın kâinattan bahsi ve müslümanlardan istediği bakış tarzı bu şekildedir. Mana-yı ismî: Kâinata, eşyaya ve hadiselere bakarken eşyada tezâhür eden özellikleri, Allaha değil de eşyanın kendine, tabiata veya sebeplere nisbet ederek bakma tarzıdır. Mesela güzel bir şeye bakarken ne güzel diyerek, o güzelliği eşyaya nisbet ederek bakma tarzı mana-yı ismîdir. Bugünkü felsefenin ve bilimin kâinat ve eşyadan bahsi bu tarzdadır. Bu tarz bakış, insana Allahı unutturur, maddeci bir zihniyeti netice verir. Bedîüzzaman Hazretleri şöyle devam ediyor: Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir. Ve kezâ, nazarla niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibâdete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibâdeti günaha kalb eder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir. (Mesnevî-i Nuriye) Lisan-ı hâl: Lisan insanların birbiriyle diyalog kurmasını, anlaşmalarını sağlar. Dilini bilemediğimiz bir insanla konuşup anlaşmamız mümkün değildir. Kâinatın da kendine mahsus bir dili vardır ve bizimle konuşur. Kâinatın konuştuğu bu dile lisan-ı hâl diyoruz. İşte eğer kâinatın bu dilini bilebilirsek, kâinatın bize anlattığı şeyleri de anlayabilir, öğrenebiliriz. Veya şöyle de diyebiliriz: İngilizce bir kitabı eğer ingilizce bilmiyorsak okuyup anlamamız mümkün değildir. İngilizce öğrendiğimiz takdirde ingilizce olarak yazılmış bütün kitapları okuyabiliriz. Kâinat Allah'ın kudret kâlemiyle yazılmış ve onun isim ve sıfatlarından bahseden bir kitabdır. Bu kitabı ancak kâinatın dilini yani lisan-ı hâli bilenler okuyabilirler. Risâle-i Nur bize bu dili öğretir. Bu sayede kâinatı okur, kâinatla diyalog kurabilir, Allah'ın isim ve sıfatlarını öğrenerek mârifetullahı elde edebiliriz. Mesela, bütün suretler lisan-ı hâlleriyle bize Musavvirlerini, bütün nimetler, bize lisan-ı hâlleriyle Mün'imlerini, bütün hayat sahibi canlı varlıklar bize lisan-ı hâlleriyle Muhyîlerini anlatırlar. Bu şekilde kâinat sahifelerinde yazılmış bütün esma-ı ilahiyeleri okur ve mârifetullahı elde edebiliriz. Huzur-u daimî: Peygamberimiz ihsanı tarif ederken İhsan; Allahı görür gibi ona ibâdet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifte de İmanın en üstünü nerede olursan ol, Allah'ın seninle olduğunu bilmendir buyurmuştur. Bu hâle mutasavvıflar, Huzur-u daimî demişlerdir. Tasavvufun gayesi insanı bu hale ulaştırmak olduğu gibi Risâle-i Nur'un gayesi de budur.

Kudret UĞUR 01 Nisan
Konu resmiDimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise

LEMAAT TAHLİLLERİ-4 Risâle-i Nur'un mesleği odur ki; zihinlerde bir iz bırakmamak için, sâir ulemaya muhalif olarak, muarızların şübhelerini zikretmeden öyle bir cevab verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. 1-Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise Dimağda merâtib (zihinde mertebeler) var; birbiriyle mültebis (karıştırılan), ahkâmları muhtelif (hükümleri farklı). 2- Evvel tahayyül (hayal etmek) olur, 3-Sonra tasavvur (zihinde şekillendirmek) gelir. 4-Sonra gelir taakkul (aklen değerlendirmek), 5-Sonra tasdik ediyor (anlayıp doğruluyor), 6-Sonra iz'an (çok iyi anlıyor)oluyor, 7-Sonra gelir iltizam (şiddetli taraftarlık), sonra itikad (inanç) gelir. İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir halet: Salabet (sağlamlık) itikaddan, taassub iltizamdan, imtisal (uymak) iz'andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf (tarafsız), bîbehre (nasipsiz) tasavvurda. Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine (kaynaştırmaya) eğer olmaz muktedir. 8- Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde safi olan zihinleri cerhdir (bozmaktır), hem idlâli (saptırmaktır). TAHLİL: 1- İnsan zihnindeki düşüncelerin mertebeleri vardır. Bunlar birbirinden farklı mertebeler oldukları halde, çok defa karıştırılırlar. Her birinin farklı hükümleri, yani farklı sonuçları vardır. Bunları karıştıran insanlar 1- Kendi fikirlerinde hatalara ve evhamlara düşerler. 2- Karşılarındaki muhataplarını yanlış anlarlar. 3- Muhatabın anlayabileceği seviyeden konuşamazlar. O yüzden bu mertebeleri birbirinden ayırt edebilmek; 1-İsabetli düşünebilme, 2- Evhamlardan korunmak, 3-İnsanlarla iyi ilişkiler kurabilmek ve 4-muhatabını ikna edebilmek için çok mühimdir. 2- Bu düşünce mertebeleri zayıftan kuvvetliye doğru şöyle sıralanır: İlk mertebe tahayyül etmektir. Yani hayal kurmaktır. Burada insan iradesinin rolü çok zayıftır. Bazen de hiç yoktur. Böyle hayallerle insan mümkün ya da muhal her şeyi ihtiyarsız olarak düşünebilir. Böyle gayr-ı ihtiyari olarak aklına gelen hayallere itibar eden bir akıl safsatalara düşer. Lügatte safsata hakkında, zahirde doğru görünürken hakîkatte yanlış olan kıyaslama demektir diyor. Mesela safsatalı bir kıyasa latifeli bir örnek olarak şu verilir: Bazı gerçekler acıdır. Bazı biberler de acıdır. Öyleyse bazı gerçekler biberdir. 3- Tahayyülden biraz daha irade karışan ve kuvvetli mertebe tasavvurdur. Tasavvur ise, bir şeyi zihinde iradeli olarak şekillendirmektir. Kişi bu sırada o fikri, sadece zihninde canlandırmakta ve adeta uzaktan seyretmektedir. Bu sebeple o fikirden nasipsizdir. Hiçbir taraftarlığı olmadığı gibi karşıtlığı da yoktur. Hatta o fikre karşıt veya taraftar olmak gibi bir niyetle bakmaz. Sadece bu nedir diye seyreder. 4- Taakkul ise, sadece zihinde şekillendirmek değil, doğru mu yanlış mı diye tartmaya başlamaktır. İnsan bir fikirle ilk defa karşılaştığında, üstelik onu kabul ya da reddetmesi gerekiyorsa yaptığı iş taakkuldür. Yani aklıyla tartmaktır. Bu esnada kişi kabul ya da red arasında tarafsızdır. 5- Bu değerlendirme aşamasını geçtikten sonra kanaati hangi tarafa ağır gelirse o tarafı tasdik eder. Kabule ağır basmışsa buna tasdik denir. Redde ağır basmışsa buna da tekzib denir. Dolayısıyla tasdik ya da tekzib aynı mertebenin olumlu ve olumsuz iki şeklidir. Tasdik mertebesinde olan kişi, artık o fikrin doğruluğuna kani olmuştur. Bu cihetle zihni o fikri iltizam eder. Yani kendine lüzumlu görür. Yani o fikre tarafdar olup benimser. 6- Tasdik ve sonrasında gelen bütün mertebeler, bir fikir hakkında oluşmuş olan kanaatin kuvvet mertebeleridir. Tasdik bir fikrin doğruluğunu anlamak iken; iz'an iyice anlamak demektir. Tasdikle o fikri benimseyen kişi, iz'an derecesine geldiğinde yani daha iyi anladığında imtisâl eder. Yani o fikrin gereklerine uyarak uygulamaya geçer. Buna şöyle bir misal verebiliriz: Üniversiteye hazırlanan bir öğrenciyi öğretmeni ikaz eder. Bu kadarlık çalışmayla kazanamazsın. Daha fazla çalışmalısın! der. Öğrenci de aynı kanaate ulaşırsa doğru der, tasdik eder. Fakat bu kanaat onu uygulamaya geçiremeyebilir. Eğer öğretmen bu konuda bazı deliller ortaya koyar ve bu gidişle kesinlikle kazanamayacağına dair daha kuvvetli bir kanaat uyandırırsa artık öğrenci eski çalışmasıyla kanaat edemez ve gayrete gelerek farkı kapatacak şekilde çalışmaya başlar. Bu misalde çalışmada etkili olan diğer psikolojik faktörleri göz ardı ediyoruz. 7- İltizam ise, o fikri iz'an derecesinden daha üst derecede anlayan ve sahip çıkan, benimseyen bir mertebedir. Taraftarlığı güçlüdür. Bundan daha güçlü anlama, kabullenme ve inanma mertebesi itikad, yani inanç derecesidir. İltizamdaki kanaat mertebesi son mertebe olmadığından yine de bazı eksiklikler vardır. Bu eksikliğe rağmen taraftarlığı da güçlü olduğundan fikrinde taassup gösterir. İtikadda ise kanaat son derece kuvvetli olduğundan anlamadığı bir taraf kalmamıştır. Bu yüzden fikrinde salâbet sahibidir. Çok sıkı sarılması cihetiyle taassuba benzese de bu taassup değildir. Çok çok iyi bilmekten gelen sağlam duruştur. Taassup hakkında Hz. Üstad şu tesbiti yapar. Bence taassubun en dehşetlisi bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathi şüphelerinde muannidâne ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ulemânın şanı değildir (Münâzarat) 8- Bâtıl fikirleri detaylarıyla anlatarak tasvir etmek bu sebepten doğru değildir. Çünkü yukarda anlatıldığı üzere bu fikir mertebelerinin hükümleri bazı sâfi zihin sahiplerince karıştırılabilir. Sadece hayalinden geçen ya da bir an için tasavvur ettiği bir şeyi gerçek zannedebilir. Neden olmasın? der. Veya sırf tasavvur edip sadece düşündüğü bir batıl fikri tasdik ettiğini vehmederek imanı hakkında yese düşebilir. Bu meseleyi Üstad Bedîüzzaman Hazretleri 13. Lema 6. İşarette şöyle anlatır. Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve safi-kalb insanlara tahayyül-ü küfrîyi tasdik-i küfürle iltibas ettiriyor. Tasavvur-u dalaleti, dalaletin tasdiki suretinde gösteriyor. Ayrıca Risâle-i Nur derslerinde insanların bu karıştırabilme halinin dikkate alındığını da şu şekilde ifade eder: Risâle-i Nur'un mesleği odur ki; zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şübhelerini zikretmeden öyle bir cevab verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. (İşaratül İ'caz) Allahü a'lemü bi's-savab. Lemaat Tahilleri Yazı Dizisi (Lemaat Tahlilleri-1) Lemaat eseri nasıl mütalaa edilmeli? (Lemaat Tahlilleri-2) Kudretin Âyineleri Çoktur (Lemaat Tahlilleri -3) Temessülün Aksâmı Muhtelifedir (Lemaat Tahlilleri-4) Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise (Lemaat Tahlilleri-5) Kur'ân âyine ister, vekil istemez (Lemaat Tahlilleri-6) Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın; tâ Neşvünema Bulsun! (Lemaat Tahlilleri-7) İslâm, Evliyâlara ve Hıristiyan Azizlere Nasıl Bakar? (Lemaat Tahlilleri-8) Tebeî Nazar, Muhali Mümkün Görür (Lemaat Tahlilleri-9) Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak (Lemaat Tahlilleri-10) Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur(Lemaat Tahlilleri-11) İslâm Medeniyeti Zuhur Edecek!

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiMedhi Nebi sav

Bede'tü bismillâh ile başlar kelâmımızMedh-i Nebî içindir salât u selâmımız. Resulü Sakaley'sin, cin ve insin RehberiMuhammed Mustafa'sın enbiyâlar Serveri. Ahmed diye anılırsın İncil'de HabîbullâhBir ismin de Ahyed'dir Tevrat'ta Resulullâh. Müctebâ'sın Necîb'sin insanlığa Nakîb'sinMuhammed'sin övülmüşsün tüm âleme Tabîb'sin. Bir ismin Metin'dir hem bir ismin Taha YasinMahmud'sun, Hammâd'sın hem Hanif'sin Hâmid'sin. Sahibi- Kadîb'sin sen Seyfullah-ı Edîb'sinSahib-i Mirac'sın hem Halim ü Emîn'sin. Sen Mekkî'sin Medenî'sin hem Hâşimî ey HâdîSen Mehdî'sin Hatemül Enbiyâ'sın ey Nebî.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiEhl-i Beyt

Haberiniz olsun ki, ey insanlar ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlardan birisi Allah'ın (cc) Kitabı'dır. Onda mutlak hidâyet ve nur vardır. Bundan dolayı sizler Allah'ın Kitabı'na tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız. Diğeri de Ehli Beytimdir. Ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum. Müslümanların dilinden ve gönlünden hiçbir zaman düşmeyen ve düşmeyecek olan temel kavramlardan biri de Ehl-i Beyt kavramıdır. Ehl-i Beyt denince Arapça bir kelime olan Âl veya Âl-i Beyt, Âl-i Muhammed, Âl-i Rasul, Âl-i Aba gibi kelimelerle Ehl-i Beyt ifade edilmiştir. Al kişinin bizzat kendisi, âilesi, taraftarları, nesli anlamına geliyor. Kur'ân-ı Kerîm'de Âl-i İmran, Âl-i Yakub diye geçmektedir. Âl Peygamber Efendimizin mübarek Ehl-i Beytine, kendi mübarek sülalesine verilen özel bir isimdir. Ümmü Seleme radıyallahu anha validemiz anlatıyor: Ben Resulullah aleyhissalâtu vesselâm'ın evinin kapısında iken şu âyet nâzil oldu: ...Ey peygamber âilesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor (Ahzab, 33). Evde Resulullah aleyhissalâtu vesselâm, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve: Allah'ım, işte bunlar benim ehl-i beytimdir, bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl! buyurdu. Ben atılıp: Ey Allah'ın Resulü! Ben ehl-i beytten değil miyim? dedim. Bana: Sen (yerinde dur, sen zaten) hayırdasın, sen Resulullah'ın zevcesisin! diye cevap verdi. (Tirmizî, Menâkıb, 3870) Hamse-i Âl-i Aba yani Aba altındaki beş kişi. Böylece Ehl-i Beyt'in ümmet içerisinde özel bir konumu olduğunu, Resul-ü Zîşan efendimiz, Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin efendilerimizden müteşekkil Peygamber Âilesi olduğunu anlıyoruz. Hz. Hasan Efendimiz'in (ra) soyundan gelenlere Şerif, Hz. Hüseyin Efendimiz'in (ra) soyundan gelenlere de Seyyid, denir.  Her ikisi de Efendi, Şerefli saygıdeğer faziletli anlamlarına gelmektedir. Deki; (Ben) sizden buna (size olan tebliğ vazifeme karşı) akrabalıkta (Âl-i Beytime) karşı muhabbetten başka bir ecir istemiyorum (Şurâ, 23) Bu âyet-i kerîmeye göre Ehl-i Beyt'in korunup gözetilmesi, sevilmesi bu ümmete tavsiye edilmiştir. Bu gerçeği Ğadir-i Hum hadisi ile bilinen Veda Haccı dönüşünde meydana gelen şu tarihi hadiseden de anlıyoruz: Hadisin Müslim'deki Zeyd bin Erkam rivayeti şöyledir: Mekke ile Medine arasında Hum denilen bir subaşında bulunurken Rasulullah (asm) hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı. Allah'a (cc) hamd ve senadan sonra ‘Haberiniz olsun ki, ey insanlar ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlardan birisi Allah'ın (cc) Kitabı'dır. Onda mutlak hidâyet ve nur vardır. Bundan dolayı sizler Allah'ın Kitabı'na tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız. Diğeri de Ehli Beytimdir. Ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum. (Rasulullah (asm) bu cümleyi üç kere tekrarladı.) (Müslim Fedailüssahabe,  Ayrıca bak sahihi Müslim ve Tercemesi) Yine bu konuda Bedîüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur'da şöyle buyurmaktadır; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-aşina nazarıyla görmüş ki: Âl-i Beyti, Âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Ve Âlem-i İslâmın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak. …nasılki millet-i İbrahimiye'de ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim'in  âlinden,  ve neslinden  olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (asm) vezaif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk (tarikatlar) ve mesalikinde (mesleklerinde) Enbiya-i Benî-İsrail gibi, Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (asm) (Resul-ü Ekrem (asm) Efendimizin mübarek soyundan gelen kutuplar Gavs-u Azam Şeyh Abdulkadir Geylani (ks) gibi zatlar) görmüş. Onun için  Âl-i Beytine karşı ümmetin meveddetini (onları sevmesini) istemiş. Çünkü Sünneti Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmekle mükellef olan Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaen dir ki; Kitap ve sünnete ittiba edilmesi Bu hakikat hadisiye ile bildirilmiştir. Demekki Âl-i Beytten vazife i Risâletçe murad Sünneti Seniyyedir. Sünneti Seniyyeyi terk eden Hakiki Âl-i Beytten olmadığı gibi Âl-i Beyte hakîkî dost olamaz.         Resulullah aleyhissalâtu vesselâm bir Hadis-i Şerifinde buyurdular ki: Nimetleriyle sizi beslediği için Allah'ı sevin. Beni de Allah sevgisi için sevin. Ehl-i Beytimi de benim sevgim için sevin. (Tirmizî, Menakıb, 3792.) Her bir Müslüman Allah'ı (cc) ve Resulünü (asm) sevmekle mükelleftir. Ehl-i Beyt sevgisi ise böyle bir sevgiye vesile olmaktadır. Çünkü Yüce Allah (cc) canlı mahlukatı Âlim ve Hâkim isimleriyle belirli bir kemal noktasına doğru programlamıştır. Canlı olsun, cansız olsun hiçbir varlık Kâinattaki İlâhî ahengi bozacak bir durum sergilemez. İlâhî programda insanın asıl vazifesi ise ilim ile tekemmül edip yüce Allah'a (cc) taabüd ve tahabbüb etmektir. Yani Allah'ı (cc) sevip ona ibâdet etmektir. İşte bu asıl vazifeyi Resul-ü Zîşan Efendimiz (asm) bütün ihtişamıyla Asr-ı Saadet'te ortaya koymuş, sonraki asırlar ise bu ihtişamı onun mübarek neslinden gelen Ehli Beyt imamlarının züht ve takvâlarında canlı bir örnek olarak seyretmiş, iman ve ibâdetin lezzetiyle yaradılıştaki zirveye ulaşmışlardır. Meselâ, Peygamberimiz (asm) Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere geldim. buyurmuşlardır. Efendimiz İslâmiyetin çerçevesini bu mübarek sözüyle çizmiştir. Ehl-i Beyt'in ikinci imamı Hz. Hasan efendimize Mekarim-i ahlâk nedir? diye sorulduğunda Doğru söz, isteyene vermek, güzel ahlak, sıla-i rahim, komşu hakkına riayet, misafire ikram ve hayâ sahibi olmaktır. buyurmuştur. Burada büyük bir hakikati izah etmiştir. Yine Zeynelabidin ismiyle müsemma Ali bin Hüseyin (ra) gece ve gündüzde bin rekât namaz kılıyor, abdest aldığında sap sarı kesiliyordu. Bu halinin sebebi kendisine sorulduğunda Namaz için kimin huzuruna çıkacağımı biliyor musunuz? diyordu. Elbette ki Ehli Beyt denildiğinde öncelikle mübarek nesilden gelen ve her biri bir asrı aydınlatan müceddidler, müctehidler ve kutublar akla gelir. Şimdi düşünelim bir kere: Efendimiz Hazretlerinden (asm) cansız bir parça olan Hırka-yı Şerif için bu dindar millet âhuzâr eder, göz yaşı döker, muhabbet eder de, ondan canlı bir parça olan Ehli Beytine Muhabbet etmez mi? Yukarıdaki bahsettiğimiz âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki Resul-ü Ekrem Efendimiz (asm) Kur'ân'ın ve sünnetin hizmetkârları olan Ehli Beytini bu ümmete emanet etmiştir. NAKÎBÜ'L-EŞRAF'LIK MÜESSESESİ:          Nakibü'l-Eşraf, Efendimiz (asm)'ın mübarek soyundan gelen seyyidlerle ilgili işleri gören kimse demektir. Bilhassa Osmanlılar bu müesseseye çok önem vermişler, Nakibu'l-Eşraf gördüğü işlerden dolayı en yüksek mertebelere çıkarılmıştır.  Nakibu'l-Eşraflar ülkedeki seyyid ve şeriflerin isimlerini içeren defterler tutarlardı. Şecere-i Tayyibe denilen bu defterlerde seyyid ve şeriflerin isimleri, şecereleri, silsilesi, evladı, ahval ve ikametleri muhafaza edilirdi. Seyyidler zekât ve sadaka almadıklarından kendilerine devlet tarafından bu müessese aracılığıyla maaş verilirdi. Padişah cüluslarında hükümdara önce Nakibü'l-eşraf bey'at eder, duâ eder sonra diğer bey'atlar yapılırdı. Onlar Ehli Beyte değer verip sahip çıktıkları için Yüce Allah da (cc) onlara değer verip sahip çıkmış ve yeryüzünün en büyük cihan devletlerinden biri yapmıştır. Elhâsıl: Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin dediği gibi Dünyada mütenasid hiçbir hanedan, ve muvâfık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki; Âl-i Beytin hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatına yetişebilsin. Çünkü onlar Hakîkati Muhammediye (asm) sırrıyla maden-i İslâmiyet içinde altın bir damar gibidirler. Eğer beşeriyet bir şahsi manevi-yi İnsaniye tasavvur edilse Ehli Beyt bu şahsi manevinin kalbini temsil eder. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki;  Kur'ân ve sünneti kendine rehber eden her bir müslüman nesebi olmasa da ameli Ehli Beytten sayılabilir.  Yüce Allah (cc) Ehli Beytin sevgisini hepimize nasip etsin. Amîn.

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmiİslâm Konferansı Teşkilatı (İKT)

Nasıl Kuruldu? İsrail'in, 21 Ağustos 1969 tarihinde Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa'yı kundaklayıp, yakması üzerine, İslâm ülkeleri birlikte hareket ederek, İsrail'e tepki gösterdi. Bu olayın ardından İslam Konferansı Örgütü kuruldu. Örgütün, 1974'ün Şubat ayında Pakistan'daki ikinci toplantısında İslâm Kalkınma Bankası'nın kuruluş planı gündeme getirildi. Bunun ardından İKT maliye ve ekonomik işleri bakanları 1973 yılında katıldıkları Cidde toplantısında mali ve parasal bir müessesenin kurulması gereğine dikkat çektiler.Nihayet İslam Konferansı Örgütü'nün 20 Ekim 1975 tarihli zirve toplantısında İslâm Kalkınma Bankası'nın kurulması kararı alındı.İKT, bugün İslam ülkelerinin tek çatı altında toplandığı tek kuruluştur. İKT, BM'de daimi olarak temsil edilmektedir. Genel Sekreterlik görevini Ekmeleddin İhsanoğlu yapmaktadır. İSLAM KONFERANSI TEŞKİLATI (İKT) ÜYELERİ Afganistan    Burkina Faso    Endonozya    KırgızistanFas    Senegal    TogoArnavutluk    Kamerun    İran    Lübnan    Nijer    Somali    TürkiyeCezayir    Çad    Irak    Libya    Nijerya    Sudan    TürkmenistanAzerbaycan    Mısır    Ürdün    Malezya    Umman    Surinam    B.A.E.Bengladeş    Gana    Kazakistan    Mali    Pakistan    Suriye    ÖzbekistanBosna-Hersek    Guyana    Kuveyt    Moritanya    Suudi Arabistan    Tacikistan    Yemen İslâm Konferansı Teşkilatı (İKT) Amacı ve İlkeleri 1. İslam ülkelerinin dayanışması ve birliğini sağlamak. 2. Üye ülkeler arasında ekonomik, toplumsal, kültürel, bilimsel ve siyasi işbirliğini geliştirmek. 3. İslam ülkelerinin ve Müslüman milletlerin hürriyet ve bağımsızlığını sağlayıp, koruma ve İslam ülkelerinin ulusal egemenlik hakkını geliştirmek. 4. İslam'ın kutsal mekanlarını, özellikle Mescid-i Aksa'yı ve Kudüs'ü koruma altına almak. 5. Filistin halkının temel hak ve özgürlükleriyle ulusal egemenlik hakkını yaşatıp, desteklemek. Dünyanın Karasal Yüzölçümü: 149 milyon km2 İslam Ülkelerinin Yüzölçümü: 32 milyon km2 Dünya Nüfusu: 6 milyar 600 milyon İslam Ülkelerinin Nüfusu: 1 milyar 350 milyon Dünyanın GSYİH ABD: 33 trilyon$ ABD GSYİH: 11 trilyon$ GSYİH ABGSYİH: 11 trilyon$ JAPONYA GSYIH: 4 trilyon$ İSLAM ÜLKELERİ GSYİH: 3 trilyon 600 milyar$ DÜNYADA KİŞİ BAŞINA DÜŞEN MİLLİ GELİR İslam: 5.000$ ABD'de: 2.648$ Kişi Başına Düşen Milli Gelir: 38.000$ AB'de Kişi Başına Düşen Milli Gelir: 23.500$ İslâm Ülkelerinde Ortalama Okuryazarlık Oranı: % 61

İdare İdare 01 Nisan
Konu resmi17. Sayı Fihristi

İdare İdare 01 Nisan