
Sene 2003. Askerdeyiz. Bir akşam başımızda genç bir astsubay var. Askerden soru sorulmasını istiyor. Birkaç talepte bulununca benim sormam konusunda askerlerden bir istek oluşu. Kısa dönem askeriz. Avantajları kadar belki daha çok dezavantajları olan bir dönem, bölge ya da bölük diyebiliriz belki. Her neyse, astsubay da bu isteğe uydu ve “Hadi sor bakalım” dedi. Ben de o gece şöyle bir soru sormuştum: Bulunduğumuz birlik itibariyle uçta sayılırız. Bizden beklenen düşmanın sınırımızı geçmesine ve vatanımıza ayak basmasına ve bize ait olanlara zarar vermesine engel olmak. Bugün düşman sadece eline silah alıp sınırımıza dayanmıyor. Aynı zamanda uzaya gönderdiği uydular vasıtasıyla sadece vatanın sınır boylarına değil, her birimizin evlerine kadar giriyor. Bize ait olan kültürel yapımızı tahrip ediyor, gençlerimizi milli olmaktan çıkarıp küresel kültür erozyonu içerisinde dönüştürüyor. Sorum şu: TSK’nın düşmanın bu yeni savaşına karşı bir tanımı var mı? Daha da önemlisi bu yeni strateji ve etkili savaşa karşı belirlediği bir strateji ve aldığı tedbir var mı? Buna karşı asker yetiştiriliyor veya yetiştirilecek mi? Bu soru ile o akşamın muhabbeti bitmişti. Sualimize bir cevap alamamıştık. Bugün geldiğimiz noktada kapağa “Milli Kültür Milli Güvenlik Meselesidir” yazmış olmamız da elbette hala cevap aradığımızın bir göstergesidir. Her ağaç kendi iklim ve toprağında boy verir. Kökü olmayan ağacın meyvesi olmaz. Her milletin duygu, düşünce ve hareket tarzı kendi irfan ve medeniyetinden beslenir. Ona göre şekillenir. Yeni nesiller bu tevarüs eden iklim/ortam içerisinde yetişirse bir anlamı ve teraküm eden özelliklerin aktarımı sağlanır. Yoksa meyve çürük olacağı gibi ne kökten ne de ağaçtan bahis mümkün olmayacaktır. Barış için savaşa her daim hazırlık olmak elzemdir. Milli güvenliğimiz elbette önemlidir ve önemli olacaktır. Bu güvenlik meselesi sadece asker bağlamında değil, eğitim, ahlak ve kültür/irfan bağlamında da ve aynı hassasiyetle ele alınmalıdır. Bundan dolayıdır ki henüz ahlak bakanlığı olmasa da eğitim ve kültür bakanlıkları mevcuttur. Burada esas olan ise, bunların küresel kültür erozyonundan uzak olarak kendi milli ve manevi değerlerimizle şekillenmesi ve neslimizin bu irtibatla yetişmesi zaruriyetidir. “Milletin birliği-dirliği neye bağlı?” sorusuna Yavuz Bülent Bakiler’in verdiği şu cevapla bitirelim yazımızı. “Onu (milleti) meydana getiren, yani, kalabalıkları bir millet şuuru etrafında kenetleyen imanımızın, irfanımızın yani kültür köklerimizin yeşertilmesine, yaşatılmasına bağlı. Peki nedir o kültür köklerimiz, irfan temellerimiz? Şunlardır: 1. Dilimizdir. 2. Dinimizdir. Geleneklerimiz ve göreneklerimizdir. Tarih şuurumuzdur. Güzel sanatlarımızdır. Doğru iktisat anlayışımızdır.”

Dârülaceze Sultan 2. Abdülhamid, 30 Mart 1890 tarihinde bir irade ile sokaklarda dilenmekte olan kimsesiz çocukları, sakat erkek ve kadınları hem dilenme zilletinden kurtarmak hem de eğitim ve bakımlarını sağlamak üzere bir yer ayrılmasını, bu hususta alınacak tedbirlerin ve yapılacak projelerin en kısa zamanda kendisine bildirilmesini istemiştir. Sadaret’in konu ile ilgili çalışmaları devam ederken Padişah, 7 Nisan 1890 tarihinde çıkardığı ikinci bir iradede kurulacak müessesenin adının “Dârülaceze” olacağını bildirmiştir. 1890-1892 yılları dârülacezenin kurulacağı yer, planlarının yapılması ve inşaat masraflarının teminiyle geçti. Sultan 2. Abdülhamid, sakin ve havadar bir yer bulunmasını istedi. Bunun üzerine Kâğıthane sırtlarındaki bugünkü yer tesbit edilerek kamulaştırıldı. Binaların planı seraskerlik inşaat dairesine sipariş edildi. 10 Kasım 1892’de Dahiliye Nâzırı Halil Rifat Paşa tarafından binaların temeli atıldı. Üç yıldan fazla süren inşaat devresinden sonra Dârülaceze, 2 Şubat 1896 günü hizmete açıldı. İlk önce 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sokakta bıraktıklarından artakalan ve Haseki Hastahanesi’nde barındırılan 150 kadar kadın buraya nakledildi. Bu müessese bir idare binası, ikisi erkeklere, ikisi kadınlara ait olmak üzere birbirinden bağımsız dört aceze bölümü, 200 yataklı bir hastahane, bir yetimhane, çamaşırhane ile hamam gibi hizmet binaları ve el sanatları ile ilgili imalâthaneler, fırın ve mâbedlerden (cami, kilise ve havra) oluşan bir kompleksti. Dârülaceze’de 0-7 yaş grubu çocuklar için bir de süt emzirme yeri (ırda‘hâne) açıldı. Terkedilmiş çocuklar burada büyütülüyordu. Yedi yaşına basanlar ise erkek veya kız yetimhanesine konuluyordu. Yetimhanedeki çocukların eğitimi için Dârülaceze’de bir de okul açılmıştı. 12 Mart 1921İstiklal Marşı’nın Kabûlü 1920 yılının son aylarında Erkân-ı Harbiyye Riyâseti’nin isteğiyle Maarif Vekâleti millî marş güftesi için bir yarışma açtı. Yarışmaya 700’den fazla şiir gelmesine rağmen nitelikli bir manzume bulunamayınca konulan maddî mükâfat sebebiyle yarışmaya katılmayan Mehmed Âkif’in de bir marş yazması ısrarla istendi. Mükâfat şartının kaldırılması üzerine Âkif şiirini tamamlayarak teslim etti. Meclisin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda okunan şiir ittifakla İstiklâl Marşı güftesi olarak kabul edildi. Ancak meclis kararı olduğu için kazanana verilmesi zaruri hale gelmiş bulunan nakdî mükâfat Âkif tarafından alınıp Dârü’l-mesâî adlı bir hayır cemiyetine bağışlanmıştır. 24 Mart 1870Ali Seydi Bey Doğdu Ali Seydî Bey, Erzincan’da dünyaya gelmiştir. Babası süvari kumandanlarından Üzeyir Paşa idi. İlk olarak Erzincan’daki askerî rüşdiyede, ardından da mülkiye idadîsinde eğitim aldı. 1901 senesinde Padişahların husûsî servetlerinin idaresi için kurulmuş olan Hazîne-i Hassa’ya tahrirat kalemi mümeyyizi olarak atandı. 1904’e gelindiğinde başmümeyyiz olmuştu. 1907’de ise müfettiş olarak atandı. 1913 senesinden itibaren önce Bolu ve Çatalca sancaklarında mutasarrıflık, daha sonra da Elaziz’de valilik görevlerinde bulundu. 1919’da valilik görevinden alınınca daha çok eğitim alanındaki çalışmalara yönelecekti. 1933’e kadar Mülkiye Mektbi’nde hocalık yaptı. 1933 Nisan’ında Trabzon’dan milletvekili seçildi. Aynı senenin Ekim ayında hastalanarak hayatını kaybetti. Ali Seydî Bey, içlerinde çok sayıda ders kitabının da bulunduğu 90’a yakın eser telif etmiştir. Yazdığı kitapların başında sözlükler gelmektedir. 26 Mart 1516Harput’un Fethi Diyarbekir’i Safevî kuşatmasından kurtarmak amacıyla harekete geçen Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetleri, yol üzerinde bulunan ve çevresi daha önce Çerkez Hüseyin Bey tarafından ele geçirilen Harput’u üç gün süren bir kuşatmadan sonra fethetti. Arkasından şehir, aynı adla kurularak Diyarbekir eyaletine bağlanan sancağın merkezi oldu ve sancağın ilk tahriri 1518 Eylül’ünde tamamlandı. Bu tahrire göre Harput on üç mahalleden meydana geliyordu ve bunların dokuzunda Müslüman, dördünde gayrimüslim halk oturuyordu. 1834’te doğu eyaletlerini ıslah etmek üzere görevlendirilen Reşid Mehmed Paşa ovada yer alan Agavat mezraasını merkez haline getirince daha sonra teşkil edilen Ma‘mûretülazîz (Elazığ) vilâyetinin merkezi Harput’tan buraya taşınmıştır.

Kültür, ihya ve muhafaza edilmesi, tanıtılması ve benimsetilmesi gereken bir husustur. Kültür olarak tanımlanan hususların hobilik, gezilik, keyiflik ve seyirlik yani turizmlik olmanın ötesinde milletin ve devletin bekasına ilişkin “milli” bir anlam taşıdığının yüksek düzeyde idrak edilmesi ve nesillerin idrakine hissettirilmesi, bunun için azami gayret edilmesi, milli kültüre yönelik bir tehdit söz konusu olduğunda kanunlar çerçevesinde devlet tarafından tehdidin izale edilmesi elzemdir. Akışına bırakılacak, toplum ve birey ile ilişkisi kör tesadüfe havale edilebilecek, ağyarın insafına terkedilecek bir mahiyete sahip değildir. İmha edildiğinde ihyası, enkaz edildiğinde inşası mümkün değildir. “Ben Hasan tartıcıbaşı Muhammet’in oğlu, ben Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papazın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum ama Afrikalı değilim. Avrupalı da, Arabistanlı da değilim. Bana Granadalı, Faslı, Zeyyath da derler, ama ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim…” ifadeleriyle başlar, Amin Maalouf’un “Afrikalı Leo” Romanı. Romanın serüvenini göz ardı ederek çekip aldığımız bu kesit bizlere, kimliğinin mahiyetini; kim olduğu üzerinden değil, kim olmadığı üzerinden izaha çalışmanın yorucu çabasını, savrulmanın trajedisini de hissettirebilmektedir. Zira roman ile okuyucu arasındaki ilişki, aradaki hissiyattan hâsıl olan hisse kadardır. Tartıcıbaşı Muhammet’in oğlunun tasvir edildiği ahvale, şahsi veya bir topluma izafeten millet olarak düşülür mü? Veya hangi sebepler bir araya gelir, ne eksik ne fazla olur da böyle bir sonuç ortaya çıkabilir? İmkân-ı akli cihetiyle mümkün olan bu ihtimalin imkân-ı zatisinin varlığı nedir? Yoksa bir romanın, romantik muhayyel kurgusundan mı ibarettir? tereddütlerinde kalabilirdik; eğer yine bir başka Afrikalının, Bouteflika’nın sözlerinden haberdar olmasaydık. Uzun yıllar Cezayir Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Bouteflika’nın, görevi devam ederken, henüz Cumhurbaşkanlığı makamındayken, 2006 yılı Nisan ayında söylediği şu sözler oldukça trajiktir. “Fransa, Cezayir’de bir kimlik soykırımı yapmıştır. Bu bizim tarihimizi, dilimizi ve geleneklerimizi yok etmeye yönelik bir soykırımdır. Bu soykırım nedeniyle, biz kendimizi nasıl tanımlayacağımızı (Arap mıyız? Berberi miyiz? Avrupalı mıyız? Fransız mıyız?) bilmiyoruz.” Neredeyse bir atom bombasına maruz kalmışçasına, maddi ve manevi her şeyi tahrip edilmişliğin ve yitirmişliğin itirafı olan bu sözlerin sarsıcılığı, sözlerin sebebi olan hadiselerin hakikatini ve sarsıcılığını barındırmaktadır. Bouteflika’nın “tarih-dil-gelenek” kelimeleri üzerinden kastettiği her ne varsa, bu kelimelerin içini her ne unsur dolduruyorsa, bu kelimeler her neyi kapsıyorsa, hepsinin bütünüyle tek kelimeyle bir diğer ifadesi kültürdür. Bir milletin tarih, dil ve gelenekten müteşekkil olan kültürü hedef alındığında, çökertildiğinde, içine yuvarlanılacak halin tasvirinin en yetkili ağızdan ifadesi ise durumun vehametini tartışılır olmaktan çıkarmaktadır. 1830’dan itibaren 132 yıl Fransa sömürgesinde kalmış Cezayir, bağımsızlığından yıllar yıllar sonra dahi yitirdiklerinin sancısıyla kıvranıyor olması, elinden alınanları bulmakta zorlanıyor olması göstermektedir ki; geçmişinden koparılanın geleceği de çökertilmektedir. Geçmişe ait kültürü yıkılanın bugününü tanımlanamayan, başıboş, varla yok arası bir hal oluşturmaktadır. Kültürün Devrimi Olmaz M.Ö. 2000’li yıllara kadar uzanan, tarihi süreklilik arz eden, zamanın akışı içerisinde bir sonraki yılları ve yüzyılları besleyerek 1900’lü yıllara kadar gelen, yeryüzünde çok az millete nasip olmuş kadim ve köklü bir kültüre sahip olan Çin; 1949’da komünist ideolojiye maruz kalmaya başlamıştır. Binlerce yıllık kadim kültürüyle zaten uyuşmayan komünist devrimden 16 yıl sonra Çin, yine yer yüzünde eşine benzerine ender rastlanır daha marjinal bir devrim ile karşı karşıya kalmıştır. Kültür Devrimi adı verilen bu süreçte komünist yönetim; kendisi ve ideolojisi için her neyi tehdit olarak görüyorsa onu hedef kabul etmiş ve imha etmeye başlamıştır. 1966’dan 1976’ya kadar 10 yıl süren Kültür Devrimi döneminde, Çin’in geleneksel, tarihi, dini yani kültürel her ne mirası varsa yok edilmeye çalışılmıştır. Okullar kapatılmış, tarihi eserler, resimler, kitaplar tahrip edilmiştir. Konfüçyüs’ün öğretilerinin unutturulması için büyük gayret sarf edilmiş, yerine Mao’nun Kızıl Kitabı ikame edilmiştir. Bu dönemde infazlar, idamlar, hapisler, sürgünler de had safhada olmuştur. Çin’e, Çinlilere, kadim Çin kültürüne bu afeti dışardan gelen barbarlar değil, Çin’in kendi içerisinden çıkan Çinli barbarlar yaşatmıştır. Kültür Devrimi adı verilen süreçte Çin kültürüne yapılanlara artık tahammül edemeyen Çinliler, Mao’nun ölümünden hemen sonra Çin kültürüne bu afeti maruz bırakanları yakalamış ve idamla yargılamış, her ne kadar infaz etmeseler de idam kararı vermişlerdir. Bu kapsamda yargılananlardan birisinin de Mao’nun karısı olması dikkat çeken bir ayrıntıdır. Nihayetinde komünist Çin’de düzenlenen 2008 Olimpiyatlarının açılış seremonisinde, komünist Çin tarafından dünyaya, Çin’in binlerce yıllık kadim imparatorluk kültürünün izleri izletilmiştir. Kissinger Çin’in bu tercihini tesadüfi veya anlamsız olarak görmemektedir. Çin’in, günümüz dünyasına yeniden geçmişini referans alarak dönmesinin ilanı olarak nitelendirmektedir. Kültür Millidir Milli Kültür yazını deyince ilk akla gelen isimlerden Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü eserine kültürün muhtelif tanımlarına atıf yaparak başlar. Taylor’dan Wiesler’a, Kohen’dan Vierkand’a kadar muhtelif tanımlara yer vermesini müteakip “Görüldüğü üzere, bu tariflerde dikkati çeken ortak noktalardan biri kültürün daha ziyâde her topluluğun kendine mahsus yaşayış ve davranış tarzı olmasıdır” ifadeleriyle kültürün münhasırlığına vurgu yapmaktadır. Milli kültürün teşekkül serüveninin uzunluğunu ve milli kültürün kadimliğini, “En eski ve devamlı topluluklardan biri olan Türkler” sözleriyle vurgulamıştır. Buna bağlı olarak Türk Milli Kültürünü incelemeye, Türk adının rastlandığı en eski kaynaklardan bahsederek başlamıştır. Devam edegelen ve akıp giden tarihin günümüz durağının milli kültürünü, yüzlerce yılı kuşatan binlerce yıllık bir birikim oluşturmaktadır. Binlerce yılın birikimiyle oluşan bu münhasır milli kültür; bir ayağınızın yol aydınlatıcı bir bidayet taşı hükmünde olan Göktürk kitabelerine sabitlenmesi, diğer ayağınızla da zaman-ı hazıra kadar uzanan tüm ilgili ve ilişkili zaman ve mekanları kapsayacak bir seyahat imkânı sunar. Bir gözünüzü Göktürk kitabelerinden ayırmadan, diğer gözünüzü Ahlat’taki mezar taşlarıyla hasbihal ettirebilirsiniz. Bir gönlünüzü Hoca Ahmet Yesevi’nin dergahından çıkarmadan, diğer gönlünüzle Mevlana’dan feyz alabilirsiniz. Şairin ifadesiyle; kalbinizin bir yarısını Mekke’de bırakırken diğer yarısını Medine’ye taşıyabilirsiniz. Bir gün Yunus Emre ile Tapduk’un dergâhına odun toplarken, diğer bir gün Ateşbaz-ı Veli’yi temaşa edebilirsiniz. Bir kulağınızı Hacı Bektaş-ı Veli’den ayırmadan diğer kulağınızı Karacoğlan’a verebilirsiniz. Ezanı Sultanahmet Camiinden dinleyerek, Ayasofya’da namaz için kıyama durabilirsiniz. Han Duvarları şiirinin mısraları arasında, Faruk Nafiz ile hazin bir Anadolu yolculuğuna çıkabilirsiniz. Urfa’da Hayat el-Harrani ile tezekküri halden, Barla’da Bediüzzaman ile tefekküri hale bürünebilirsiniz. Göbeklitepe yakınlarında bir monolit üzerine Göktürk Alfabesi ile “Gökyüzüne bak, Ay’ı gör” yazabilirsiniz. Ve hakeza… buraya sığdırılamayan daha niceleriyle birlikte, karış karış bir coğrafyada, an be an yüzlerce yıllık zamanda sizi siz yapan, bizi biz yapan nice şeylere vasıl olabilirsiniz. Ve ne olmadığınız üzerinden değil ne olduğunuz üzerinden kendinizi tanımlarsınız. İster ferdi ister içtimai bunları yok sayarak, görmezden gelerek, bigâne kalarak, geçmişten sıyrılarak, kendinizi yeniden tanımlamak isterseniz; her ne varsa bütününü tek tek sayarak önce divanece bir sıyrılma, beyhude bir savrulmaya girmeniz gerekmektedir. Göktürk olmadığınızı, Ahlat’tan geçmediğinizi, Sultanahmet’i inşa etmediğinizi, Yunus Emre’den dinlemediğinizi, Anadolu erenlerinin gönül çeşmesinden içmediğinizi hem kendinize hem ağyara izah ve ikna etmeniz gerekmektedir. Sonra bu terk ettiklerinizin dışında her ne olmak istiyorsanız, yerine neyi ikame edecekseniz, nasıl bir kültür inşa edecekseniz, yolun sonunda nereye varmak istiyorsanız, sizi istediğiniz yere götürecek binlerce yıllık bir tecrübeye, inşaya, iknaa, imara, ihtiyacınız olacaktır. Eğer takat ve tahammül bulursanız. Milli Kültür Milli Güvenlik Meselesidir Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, Kültür Bakanlığı yaptığı dönemde bir konuşmasında, “Bir ülkenin en önemli güçlerinden birisi kültür ve medeniyet değerlerinin gücüdür” ifadeleriyle konunun ehemmiyetini dile getirmiştir. Kültür, ülkenin göz ardı ve ihmal edilemeyecek milli güvenlik ve beka meselesidir. Nitekim buna binaen 19.11.1983 tarihli 1945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Genel Sekreterliği Kanununun 2. Maddesinde Milli Güvenlik mevzubahis olunca ne anlaşılması gerektiği tanımlanmıştır. Kanuna göre “Milli Güvenlik; Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dâhil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanmasını ifade eder” şeklinde tanımlanmıştır. Kültür, diğer unsurlarla birlikte eş düzeyde önemli olarak madde metninde yerini almıştır. Anayasa’nın başlangıç Metninde “Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu” teminat altına alınmaktadır. Bunun yanı sıra yine Anayasa’nın 62. Maddesinde Devletin, yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının dahi kültürel ihtiyaçlarının sağlanması için tedbir alacağı, keza 63. Maddesinde tarih, kültür varlıklarının korunmasının devletçe sağlanacağı, 134. Maddesinde “…Türk kültürünü…” araştırmak ve yaymak amacıyla kurumlar kurulduğu, 166. Maddesinde Kültürel Kalkınma için gerekli teşkilatı kurması da devletin görevi olduğu belirtilmektedir. Muhtelif dönemlerde muhtelif mevzuatlarla kurulan, revizyona tabi tutulan Kültür Bakanlığı’nın da kuruluş mevzuatlarında ifadeler değişse de mahiyet itibariyle amaçlar ve görevler yine bu minvalde tanımlanmıştır. Halen yürürlükte olan mevzuatlara göre Bakanlığın amaçlarından birisi, “kültürel değerleri yaşatmak, geliştirmek, yaymak, tanıtmak, değerlendirmek ve benimsetmek, tarihî ve kültürel varlıkların tahribini ve yok edilmesini önlemek” iken, görevlerinden birisi de “Millî, manevî, tarihî, kültürel ve turistik değerleri araştırmak, geliştirmek, korumak, yaşatmak, değerlendirmek, yaymak, tanıtmak, benimsetmek ve bu suretle millî bütünlüğün güçlenmesine ve ekonomik gelişmeye katkıda bulunmaktır.” Görüldüğü üzere kültür, ihya ve muhafaza edilmesi, tanıtılması ve benimsetilmesi gereken bir husustur. Kültür olarak tanımlanan hususların hobilik, gezilik, keyiflik ve seyirlik yani turizmlik olmanın ötesinde milletin ve devletin bekasına ilişkin “milli” bir anlam taşıdığının yüksek düzeyde idrak edilmesi ve nesillerin idrakine hissettirilmesi, bunun için azami gayret edilmesi, milli kültüre yönelik bir tehdit söz konusu olduğunda kanunlar çerçevesinde devlet tarafından tehdidin izale edilmesi elzemdir. Akışına bırakılacak, toplum ve birey ile ilişkisi kör tesadüfe havale edilebilecek, ağyarın insafına terkedilecek bir mahiyete sahip değildir. İmha edildiğinde ihyası, enkaz edildiğinde inşası mümkün değildir. Adresini Arayan Fotoğraflar eserinde iki kule arasındaki konuşmaya yer verir Alişan Satılmış; …..Yaşlı Kule genç kuleye dedi ki: “Ayaklarını sağlam bas, çelik döşemeye, hazırlıklı ol, fırtına kopar, çeliği döver demiri gevşetir.” Genç kule cevap verdi: “Sen neden tedirginsin? Korkum yok benim, fırtınadan borandan, belki paslanmıştır senin direklerin, belki dalgaların çarpışı ek yerlerini koparıp sökmüştür. Yoksa gemini koparan rüzgarların korkusu mu düştü içine?” Yaşlı kule dedi ki: “Ben geçtim ömrün uzun yolunu, düşsem ne gam? Ben çökersem ardında geçmişim kalır Sen çökersen geleceğini gömersin!”

Kültür, insanların maddi ve manevi olarak ortaya koyduğu ve tüm hayati dinamikleri yaşatma ve yansıtma ruhunu ifade eden kıymetli bir kavramdır. Elbette böylesine önemli bir kavramın birden çok bileşeni vardır (dil, din ve inançlar, değerler, norm ve kurallar, örf ve adetler, tutumlar, simgeler, teknoloji, sanat, yasalar ve ahlak kuralları) gibi... Fakat biz bu yazımızda kültürün belki de en önemli iki ayağı olan din ve dilin kültürle olan etkileşimi hakkında bazı mülahazalarda bulunacağız. Kültür esas olarak, insanın sürdürmekte ısrar ettiği hayatın, en güçlü gerekçelerini bünyesinde barındıran vicdanî bir şema hükmündedir. Öyle ki, kişisel ya da toplumsal tüm tercih ve meyillerin kültürel bir zemini ya da karşılığı olmalıdır. Kendi kültürü ile uyumsuz davranan kişiler toplumsal müeyyidelere maruz kalır ve tecziye ya da ıslah sürecine sokulurlar. Kültür, dünyamızı çevreleyen ve dünyadaki canlılığın devamında en hayatî vesile olan atmosfer gibi sosyal hayatı çevreleyen bir değerler ve algılar bütünüdür. Nasıl ki atmosfer içinde oran ve içerik açısından farklı gazlar bulunur; zira hayatın devamında bu çeşitlilik ve oran hayatîdir. Aynen öyle de kültürel atmosferin de bileşenleri bu hayatîliğe benzer bir öneme sahiptir. Çünkü toplumlar maddî varlıklarını korumak için bir takım maddî ögelere ihtiyaç duyduğu gibi manevî varlıklarını da koruma ihtiyacını kültürel bir hazine ve manevi stokları ile devam ettirirler. İşte bu hazine kalemlerinden birisi din, diğeri de söz konusu kıymetleri asırlar boyunca anlaşılır ve taşınılır kılan dildir. *** Din, Allah’ın (cc) insanlara yol göstermesi amacı ile peygamberler aracılığı ile göndermiş olduğu hayati programları ihtiva eden kurallar bütünüdür. Bu kurallar, çok çeşitli toplumların halihazırda devam etmekte olan kültürel varlıkları üzerine gönderildiği için o toplumun kültürel dokusunda ciddi operasyonel etkiler oluşturmuş ve sonuç olarak dinin yönergeleri istikametinde kültürel değişim ve dönüşümleri kaçınılmaz kılmıştır. Bu sürece aracılık yapan öge ise dildir. Hem o anki değişim sürecini tetikleyen vahiy hem de yaşananların asırlar boyunca taşınması dil aracılığı ile vuku bulmuştur. İslam dini bu bağlamda tam bir medeniyet kurucu, dolayısıyla kültür inşa edici bir güce sahiptir. Bediüzzaman Hazretleri (ks) 19. Sözün 7. Reşhasında “İşte, bak: Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.” diyerek Hz. Muhammed (as)’ın şahsında İslamiyet’in ne kadar büyük ve derin bir etki oluşturduğunu ifade etmektedir. O zamandaki Arap toplumu -tabiri caizse- yeni baştan yapılandırılmış, neredeyse tüm kültürel değer ve refleksleri tüm asırlarda etki ve ilham oluşturacak bir zenginlik ve güç kazanmıştır. Sonuç olarak, İslam Kültürü denilen bir vakıa ortaya çıkmıştır. Bu kültürün tüm incelik, letafet, nezaket ve duyarlılığı asırların omuzunda yine İslam dininin oluşturduğu vicdanî bir dil ile taşınmış ve bugüne kadar ulaşmıştır. Bu kültür her asırda birbirinden güzel insanlar yetiştirmiş, milyonlar münevver meyveler vermiştir. Nasıl bir meyve, ağacı hakkında birçok ipucu ve mesaj verebiliyorsa hakiki bir Müslüman da örnek kimliği, etkileyici karakteri ve temiz ahlakı ile İslamiyet ağacına referans olarak yaşamayı bilendir. *** Dil ise tüm enstrümantal gücü ile insanı güzelleştiren bu değerleri zamanın aşındırıcı etkisinden mahfuz kılarak tüm zamanlarda hakikati konuşulur kılmıştır. Mesela yakın tarihimizde kaleme alınan ve günümüzün en müstesna ilim eserlerinden olan Risale-i Nur Külliyatının dili bu anlamda çok müstesna bir mevkide bulunmaktadır. İmana yönelik taarruz ve yıkım faaliyetleri karşısında çok güçlü bir tefekkür dilini inşa ederek insanın tüm ontolojik ihtiyacına vicdanî seviyede cevap veren Risale-i Nurlar, İslam Kültürünü çok büyük bir inhidamdan korumuş, içinde bulunduğumuz yüksek asrın çocuklarının itikat dünyasını yeniden imar etmiştir. Mesela, dünyaya geldiğini düşünen bir insan ile dünyaya gönderilmiş olduğunu düşünen bir insanın ne hayata bakış açıları ne de hayatla ilgili plan ve hedefleri aynı olabilir. Popüler kültürün sinsi ve dessas hamleleri ile insana telkin edilen ve insanın bu dünyaya gelmiş olan bir varlık olduğu fikri ile kişi kendi varlığının anlam ve hikmetini bu dünyadaki vazife ve sorumluluğunu idrakten çok uzak bir hayat yaşamaya mahkûm edilmektedir. Oysa insan, bu dünyaya gönderilmiş olduğunu idrak ettiğinde hayatın gayesini, onu gönderen Zât’ın mesajı ile ancak bulabileceğini bilecek ve ona göre bir hayat yaşayacaktır. Risale-i Nur’un üslubu bize bu muhteşem bakış açısını kazandıran bir dil kurgusuna sahiptir. İslam kültürü, insanın Hak katındaki değerini anlama imkânı veren bir zenginliğe sahiptir. Öyle ki, örgütlü yapıların en kapsamlısı olan devletin bile insanın yaşatılması ve yüceltilmesi ile kaim olabileceğine işaret eden Şeyh Edebâli’nin (ks) “insanı yaşat ki, devlet yaşasın” mefkuresi yine bu zenginliğin bir meyvesidir. Yunus Emre’nin (ks) “cümle mahlukata bir göz ile bakmayan, halka müderris olsa da hakikatte asidir” ifadesi, çerçeveyi daha da genişletmek suretiyle her mahluka Rahmanî bir nazarla bakabilmenin güzelliğine işaret eder. *** Günümüzdeki bir tehlikeyi de hatırlamakta fayda vardır. Adına popüler kültür denilen ve aslında bir yozlaşmayı ifade eden tıpkı bir kara delik gibi kıymet ve değerlerimizi yutan bu anlayış biçimi ne yazık ki özellikle gençlerimizi niteliksiz, amaçsız ve sorumsuz hale getirerek, derin ve değerli kültür hazinelerimizden onları mahrum bırakmaktadır. Bugün, anlamını, varlık sebebini ve akıbetini merak etmeyen bu gençliğin yaşadığı öksüzlüğün en temel sebebi köksüzlüktür. Popüler kültür, insanlarımızı anlık heyecan ve zevklerin tuzağına düşürmek suretiyle akıbetlerine gafil ve bigâne hale getirmekte ve köklerinde bulunan hayattar seciyelerle bağlarını kesmektedir. Bundan dolayı kültürümüzün insana hayat vadeden, bilinç bahşeden ve umut aşılayan enerjisi ile insanlarımızı buluşturabilmek amacıyla yeni projeler, yeni fikirler ve onları bir süreliğine mutlu eden eğlenceler yerine onlara daimî huzur verecek olan ulvî hakikatleri nazarlarına sunmalı dikkat ve ilgi alanlarına sokabilmeliyiz. *** Yüce Allah (cc), Taha suresi 44. ayette Musa ve Harun’a (as) firavuna karşı yumuşak bir dil kullanmalarını emreder. Zira üslup, ifade ettiği hakikat ve davetin celladı olmamalıdır. Bizler de bugün özellikle gençlerimizin aklın sınırlarını zorlayan tutumlarına karşı insanüstü bir gayret, mübarek ve yumuşak bir dil ve özellikle yargılamaktan uzak hoşgörülü bir tutum ile yaklaşım sergilemek zorundayız. Hulasa, bugün yeryüzünde gelecek için umut olabilecek potansiyele sahip olan dinimizin hakikatlerini doğru bir hal ile yaşamalı tesirli bir dil ile ifade etmeliyiz. Mesaj vermenin kolaylığı yerine bizzat mesaj olmanın zahmetini göze alabilmeliyiz. Sözlerimi üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin (ks) şu sözleri ile nihayete erdirelim. “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.” (Hutbe-i Şamiye) Esselâm meni’t-tebea’l-hüda

Aynı kavram alanında bulunan kültürün milli ve yerel, medeniyetin ise daha kapsayıcı ve evrensel olduğu söylenebilir. Bu iki kavram arasındaki fark şöyle de açıklanabilir: “Almanya’da kültür, halkın yaşadığı ve bildiği davranış tarzlarını dolayısı ile halkın sahip olduğu her şeyi ifade eder. Civilisation (medeniyet), Fransa ve İngiltere’de aristokratların sahip olduğu ne varsa onu ifade eder.” Medeniyet veya medenileşmek denildiğinde Batı merkezli bir hayat tarzının anlaşılmasının temelinde de kavramın Batı Avrupa aristokrasisi ile olan bağı yatmaktadır. Neyin medeni olup olmadığını belirleme yetkisini kendinde gören ve asla medeni olmayan Batı... Kültür, milletleri birbirinden ayırt eden ortak ürünler toplamıdır. Kültür bir nevi kimliktir ve insan elinden çıkma ne varsa onu ihtiva eder. Kuşaktan kuşağa aktarılarak binlerce yıl boyunca sahiplenilen ortak bir mirastır. Hayatı anlama ve anlamlandırma biçimi olarak da tanımlanabilir. Kültür, insana ait maddi/manevi bütün ürünleri/unsurları bünyesinde barındırması yönünden bir ırmağa benzetilebilir. Irmak; bağrında yer verdiği balıklar, çakıl taşları, yapraklar vb. malzemelerle bir bütündür. Ancak bir ırmağın en önemli malzemesinin “su” olduğunu da göz ardı etmemek lazım. Bu malzemelerin önemli bir kısmını geçtiği yerlerden bünyesine katarak yol alırken büyür, zenginleşir ve güçlenir. Kültür ırmağının içinde yer alan malzemelerin neler olduğu sorusuna cevap olarak pek çok şey sayılabilir: “Din, dil, edebiyat, yeme-içme, giyim, müzik, davranışlar, gelenekler… Ancak bunlardan hangisinin “su” kadar değerli ve vazgeçilmez olduğu bakış açısına göre değişkenlik gösterir. İngiliz şair Eliot, dinin kültürü besleyen bir kaynak olduğunu ifade eder. Ona göre “kültür, herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş şeklidir”.1 Din, sekülerleşme öncesi toplumlarda hayatın her alanına nüfuz eden bir müesseseydi. Hangi din olursa olsun sanat, hukuk, gelenek, müzik, yeme-içme, kıyafet gibi pek çok alanda dinin kuralları toplumda cariydi ve kendini hissettiriyordu. Bu yüzden aynı dine mensup olanların ortak bir kültüre/medeniyete sahip olduğu söylenebilir. Özellikle Orta Çağ’a baktığımızda Orta Asya ve Avrupa milletlerinin ayrı ayrı kültürlerinden değil, “İslam medeniyeti” ve Hıristiyanlık ile bütünleşmiş, bugün “Batı medeniyeti” olarak adlandırılan “Roma medeniyeti”nden bahsedebiliriz. Dolayısıyla Eliot’un ortaya koyduğu görüşten hareketle kültür/medeniyet ile din arasında hayati bir ilişkinin varlığı mümkün görünmektedir. Denilebilir ki, her dinin bir medeniyeti olduğu gibi medeniyetlerin de dinleri vardır. Bu noktada “kültür” ve “medeniyet” arasındaki kavramsal ilişki de ele alınmalıdır. Üzerinde henüz uzlaşılamayan bu iki kavram çoğu zaman birbirinin yerine kullanılır. Cemil Meriç bu yüzden medeniyeti “muhtevası, çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık kelime” olarak tanımlar. İngiliz ve Fransızların “civilisation” olarak adlandırdıkları kavram bizde “medeniyet” olarak karşılığını bulmuştur. Almanlar ise “civilisation” yerine “kultur” kelimesini tercih etmişlerdir. Aynı kavram alanında bulunan kültürün milli ve yerel, medeniyetin ise daha kapsayıcı ve evrensel olduğu söylenebilir. Bu iki kavram arasındaki fark şöyle de açıklanabilir: “Almanya’da kültür, halkın yaşadığı ve bildiği davranış tarzlarını dolayısı ile halkın sahip olduğu her şeyi ifade eder. Civilisation (medeniyet), Fransa ve İngiltere’de aristokratların sahip olduğu ne varsa onu ifade eder.”2 Medeniyet veya medenileşmek denildiğinde Batı merkezli bir hayat tarzının anlaşılmasının temelinde de kavramın Batı Avrupa aristokrasisi ile olan bağı yatmaktadır. Neyin medeni olup olmadığını belirleme yetkisini kendinde gören ve asla medeni olmayan Batı… Uygarlık, medeniyet, kültür, hars gibi terminolojik çeşitlilik içinde İbni Haldun’a ait olan “umran” kavramı taşıdığı anlam itibarı ile önemli bir yer işgal etmektedir. “Umran” yani ömürler… İnsan ömrüne sığan ve insan ürünü olan her şey… Cemil Meriç, İbn Haldun’a göre tarihin iki anahtarı olduğunu ifade eder: “Umran ve asabiyet. Umran bir kavmin yaptıklarının ve mahsulatının3 bütünü, içtimaî ve dinî düzen, âdetler ve inançlar. Umran, tarihî ve insanı bütün olarak ifade eden bir kelime.”4 Kültür ırmağının önemli ve hayati unsurlarından bir diğeri de dildir. Dil, toplumsal bir antlaşmadır. Toplumu kuran bir bakıma dildir. Kültüre ait her ne var ise onu dilden ayrı düşünmek imkânsızdır. Kültür denilen ortak değerlerin sonraki kuşaklara dil aracılığı ile aktarıldığı dikkate alınırsa bu ırmağın suyunun “dil” olduğu da söylenebilir. Zira nehirler taşıdıkları malzemeleri yüzlerce kilometre uzağa götürmektedir. Tıpkı dilin binlerce yıl öncesinden günümüze taşıdıkları gibi… Burada şu soru akla gelmektedir: “Lisan”, bir ırmağın suyu kadar ehemmiyetliyse suyu temiz tutmak gerekmez mi? Su kirlenirse içindeki canlılar ve o sudan istifade edenler de bundan zarar görmez mi? Dil bilimciler tarafından canlı bir organizma olarak değerlendirilen dil üzerinde yersiz/yetkisiz müdahaleler elbette olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Bugün “medeniyet” denilince Batı akla geldiğinden giyim, hayat tarzı vb. alanlarda olduğu gibi dilde de Batılılaşma özentisi kendini hissettirmektedir. Pek çok kişi Türkçenin öz malı olan kelimelerin yerine kullanılan İngilizce kelimeleri artık kabullenmiş görünmektedir. Kıyafetlerin üzerinde İngilizce yazıların yer alması gençler tarafından “havalı” olarak değerlendirilmekte ve rağbet görmektedir. İngilizce olan dükkân isimleri ve markaların müşteriler tarafından tercih edilmesi de bu kısır döngüyü devam ettirmektedir. Sadece dil alanında değil, kültüre ait bütün unsurlar üzerinde zoraki müdahaleler milletlerin kimliklerinin devamlılığı açısından tehlike arz etmektedir. Batı; karakter olarak işgalci, zorba ve yıkıcı olduğundan dünya üzerinde tek dil ve tek medeniyet ütopyasına ulaşmak için herkesi zorla “medenileştirmek(!)” ister. Onun bu arzusuna hizmet eden yani Batının ilim ve fennini alırken topyekûn medeniyetine talip olanlar da kendi medeniyetleriyle kavgalı, aşağılık kompleksine kapılmış kimselerdir. Bu noktada son söz Bilge Kral Aliya İzzet Begoviç’indir: “Bunu hiç unutma evlat. Batı hiçbir zaman medenî olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.” Kaynaklar: 1- Kaplan, Mehmet. (2000). “Kültür ve Dil”. İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 15.2- Görgün, Yahsin. (2020). “İslam-Batı İlişkileri Çerçevesinde Medeniyet Meselesi. İstanbul: Endülüs yay. S. 20.3- Bu kelime metnin orijinalinde “yarattıklarının” olarak geçmektedir. Her ne kadar dilimize bir şekilde yerleşmişse de yaratma fiilinin sadece Allah’a mahsus olduğunu bilerek ve mesuliyetini idrakle yerine bu kelimeyi koyduk. (Editör)4- Meriç, Cemil. (2015). “Umrandan Uygarlığa”. İstanbul: İletişim Yayınları, s. 147.

Konuya girmeden önce hemen şu soruyu sorayım: Bir hücrede ne kadar atom vardır? Washington Üniversitesi’ndeki mühendislerin tahminine göre normal bir insan hücresinde 1014 civarında, diğer bir ifadeyle 100.000.000.000.000 (100 trilyon) atom bulunmaktadır. İlginç bir şekilde, insan vücudundaki hücrelerin sayısı da tahminlere göre hücredeki atomlar kadardır. (https://www.Thoughtco.Com/How-Many-Atoms-İn-Human-Cell-603882 (Erişim: 12.02.19)) Burada ayrıca hücre içindeki atomların çuvaldaki patatesler gibi durmadığını her atomun diğerleriyle organik bir bütünlük içinde akıl almaz bir şekilde çalıştıklarını söyleyelim. Hücrenin varlığı 1665 yılından beri bilinmektedir. Fakat nasıl olduğu, ne gibi hayati fonksiyonları icra ettiği bilinmiyordu. Michael Behe’nin ifadesiyle Darwin’in yaşadığı 19. yüzyılda hücre adeta bir kara kutuydu. Sırları bilinmemekteydi. Hatta bazıları onun hakkında içi jöle dolu bir kabarcık diyordu. İkinci Dünya Savaşından sonra elektron mikroskobu çıkmış ve bundan sonra hücrenin sırları yavaş yavaş keşfedilmiştir. Hücrenin sırlarının keşfedilmesi onun olağanüstü karmaşık, planlı yapısını ortaya koymuş ve bunun tesadüfen olamayacağını da akıllara getirmiştir. Michael Behe Darwin’in Kara Kutusu adlı kitabında şöyle diyor: Modern biyokimya son kırk yılda hücrenin sırlarını çözmüştür. Bu ilerleme kolay olmamıştır. On binlerce gönüllünün, yaşamlarının en güzel dönemlerini sıkıcı laboratuar çalışmalarına vermesi gerekmiştir. Hücreyi -yani yaşamın moleküler seviyesini- incelemek için harcanan bu kümülatif [birikerek çoğalan] çabaların sonucu, [bomba gibi] yüksek sesli, net ve delici bir çığlıktır: “Tasarım!” Sonuç gayet açık ve önemlidir. Öyle ki bu buluş bilim tarihindeki en büyük başarılardan birisi sayılmalıdır. Yaşamdaki (hayattaki) akıllı tasarımın keşfi, dünyanın güneş etrafında döndüğünün, hastalıklara bakterilerin sebep olduğunun ya da radyasyonun kuantumdan yayıldığının keşfi kadar önemlidir. Yıllarca süren yoğun çabaların ardından elde edilen bu zaferin büyüklüğü, dünyanın her tarafındaki laboratuarlarda şenlikler yapılması gerektiğini düşündürmektedir. İnsanlar hep bir ağızdan “Eureka!” [Buldum, buldum] diye bağırmalı, sevinçle ellerini çırpmalıydı. Ama olmadı. Hücrenin belirgin karmaşıklığı karşısında etrafı meraklı ve utangaç bir sessizlik kapladı. Durum açıklandığı zaman ayaklar dolaşmaya, nefes alıp vermeler zorlaşmaya başladı, insanlar kendi başlarına biraz daha rahattı, çoğu gördüğünü açıkça kabul etti. Ancak daha sonra yere bakıp başlarını sallayarak işi oluruna bıraktılar. (Michael Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s, 269 vd.) Bilim dünyası bu sarsıcı keşfi benimsemekte neden isteksiz davrandı? Behe’ye göre bu sorunun cevabı, bu keşfin Allah’ın varlığını göstermiş olmasıdır. Bilim adamı Michael Denton’ un şu izahı konuyu biraz daha açar mahiyettedir. Denton şöyle diyor: “Moleküler biyoloji tarafından ortaya konulan yaşam (hayat) gerçeğini tam olarak anlayabilmek için bir hücreyi bir milyar defa büyütmemiz gerek. Hücremiz bu durumda New York veya Londra kadar büyük bir şehri kaplayabilecek devasa bir zeplin [veya bir uzay gemisi] boyutuna gelecektir. Bu eşi benzeri olmayan yapının yüzeyinde sürekli materyal akışını sağlayan milyonlarca kapakçık /pencere görürüz. Eğer bu kapakçıklardan /pencerelerden birinin içine girebilseydik, kendimizi üstün teknolojilerle donatılmış akıl almaz derecede karmaşık bir dünyanın içinde bulurduk.” (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Great Britain, 1996, s. 328) Hücre gözümüzle göremeyeceğimiz kadar küçük, fakat Mevlana’nın “Bir damlada bir deniz gizli, bir zerrede bir güneş saklı” dediği gibi, bu küçücük hücrenin içinde de büyük bir âlem saklanmıştır. İşte bu gözle görülemeyecek kadar küçük, fakat bir şehir kadar geniş, aynı zamanda insanların şehirlerinden daha mükemmel ve daha düzenli olan hücre tesadüfen ve kendiliğinden olamaz. Hücre ancak sonsuz bir ilim, irade ve kudret sahibi Allah tarafından yaratılmış olabilir. Ateistler hücrenin tesadüfen meydana geldiğini ısrarla iddia etmişlerdir. Fakat hiçbir ateist bu tesadüfen meydana geliş hakkında tutarlı, mantıklı bir izah yapamamıştır. Bu konuda evrimci Prof. Ali Demirsoy şöyle diyor: “Özünde bir sitokrom-c’nin [hücredeki bir proteinin] dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s. 61) Yani Ali Demirsoy kısaca Allah’ ın varlığını kabul etmektense, imkânsız olan şeyin mümkün olduğunu kabul ederim demek istiyor. Tabii burada sormak gerek, doğaüstü bir gücü kabul etmek bilimsel amaca niçin uygun değildir? Bilimsel amacı tayin eden ateizm midir? Aynı zamanda bu bir önyargı değil midir? Önyargı bilimsel amaca aykırı değil midir? Dolayısıyla imkânsız olanı kabul etmek, makul olanı reddetmek bilimsel amaca aykırı değil midir?

Vücudumuzda yaklaşık 100 trilyon hücre bulunmaktadır. Tek bir hücrede samanyolundaki toplam yıldız sayısının 1000 katı kadar; yani 100 trilyon atom (zerre) bulunmaktadır. Buna göre ortalama 70 kilo ağırlığındaki bir insan vücudunda yaklaşık 7.000.000.000.000.000.000.000.000.000 atom bulunduğu tahmin edilmektedir. Kainattaki zerreleri varın siz hesap edin... “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” Risale-i Nur mesleğinin dört hatvesi yani dört adımıdır. Risale-i Nur insanda bilkuvve var olan fikretme kabiliyetini işlettirmek suretiyle onu “Bâzen bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer.” hadis-i şerifine masadak ve mazhar eder. Tesbihatları yaparken aynı tefekkür, kâinatın zerrelerini tesbih tanesi gibi çekmeye bir vesiledir. Birkaç misal verelim: Birinci Misal اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ Bu salavatı şerifeyi daha önce şöyle anlardım: Bin kere bin (milyon) salât ve bin kere bin (milyon) selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın Resulü. Salavattan anladığım bu mana tabii ki doğrudur; fakat Risale-i Nur’dan öğrendiğimiz tefekkürî bir incelik daha var. O da şudur: “Bu salavatı, kainattaki her bir varlık adedince bin kere bin (milyon) salat ve kainattaki her bir varlık adedince bin kere bin (milyon) selam sana olsun ya Resulallah” manasında tefekkür edince, salavatın manası ve tefekkürün boyutu bir anda kâinat kadar genişliyor. Her şey namına ve her şey adına salavat getirmek gayet makuldür ve elzemdir zira her şey varlığını Efendimize (asm) borçludur. Bediüzzaman Hazretleri bu mevzuyu şöyle ifade etmiştir: O zât-ı Ahmediye (asm), ubudiyeti cihetiyle, halktan Hakk’a teveccühü hasebiyle, rahmet mânâsındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle, Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle selâm ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i biati takdim ediyoruz. Öyle de semâvat ehli adedince, hazine-i rahmetten, her birinin namına bir salâta lâyıktır. Çünkü getirdiği nurla her bir şeyin kemâli görünür ve her bir mevcudun kıymeti tezahür eder ve her bir mahlûkun vazife-i Rabbâniyesi müşahede olunur ve her bir masnudaki makâsıd-ı İlâhiye tecellî eder. Onun için, her bir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi, lisan-ı kâli de olsaydı, “Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resulallah” diyecekleri kat'î olduğundan, biz umum onların namına, (اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِعَدَدِ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ وَبِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالنُّجُومِ) mânen deriz. (Osmanlıca Lemalar, 312) İkinci Misal (اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَۤاءٍ وَدَوَۤاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثٖيرًا كَثٖيرًا) Meali: “Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e (asm) ve Efendimiz Muhammed’in (asm) âline, bütün hastalıklar ve devalar (ilaçlar) adedince salât eyle ve onu ve âlini çok çok mübarek kıl ve selâm et.” Bu salavat-ı şerifenin geçen yüzyılın müceddidi Mevlâna Halid-i Bağdadi Hazretlerine ait olduğu rivayet edilir. Zira geçen yüzyılda hastalıklar çok artmış, romanlara dahi konu olan veba, kolera, verem gibi bulaşıcı hastalıklardan milyonlarca kişi ölmüştür. O asrın imamı Mevlâna Halidi Bağdadi Hazretleri, bu mesuliyet şuuruyla, hastalıkların şifasına Peygamber Efendimizi (asm) vesile kılmak için olsa gerek bu salavat-ı şerifeyi söylemiştir. Ahir zamanı idrak eden Bediüzzaman Hazretleri ise; ahir zamanın hem maddi hem manevi hastalıklarının şifasını murad etmiş olsa gerek ki bu salavat-ı şerifeyi namaz tesbihatına alarak umumileştirmiştir. Bursa’dan Muhammed Bostan kardeşimiz 2. Şua’yı mütalaa ederken mevzu bu salavat-ı şerifeye gelince şöyle bir nükte paylaşmıştı. İnsan vücudunda ortalama 100 trilyon hücre bulunmaktadır. Bu hücreler her an ölümle karşı karşıyadır. Yani her an şafi ismi hücrelerin üzerinde tecelli etmemiş olsa bütün hücreler bir anda ölür. Neticede insan hayatı son bulur. Öyle ise insanın 100 trilyon hücresi adeta hasta hükmündedir ve her an onlara şifa verilmektedir. Bu durum elbette tüm insanlarda hatta tüm hayvanlarda hatta ve hatta tüm bitkilerde de böyledir. Hal böyle olunca salavattaki hastalık ve deva sayılarının adet çokluğu daha iyi anlaşılmış olur. Yine Bediüzzaman Hazretlerinin bu mevzuyu nasıl ele aldığına bakalım: “Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salâvatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki: Namaz tesbihatının âhirinde Şâfiîlerde gayet müstamel ve meşhur bir salâvat olan (اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَۤاءٍ وَدَوَۤاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثٖيرًا كَثٖيرًا) salavatının ehemmiyeti yüzündendir ki, insanın hikmet-i hilkati ve sırr-ı câmiiyeti ise, her zaman, her dakika Halikına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan, insanı dergâh-ı İlâhiyeye kamçı vurup sevk eden en keskin ve müessir sâik, hastalıklar olduğu gibi, insanı kemâl-i şevkle şükre sevk eden ve tam manasıyla minnettar edip hamd ettiren tatlı nimetler ise, başta şifalar ve devalar ve afiyetler olduğundan, bu salâvat-ı şerife gayet müşerref ve manidar olmuştur. Ben bazen (بِعَدَدِ كُلِّ دَۤاءٍ وَدَوَۤاءٍ) “Bütün hastalıklar ve ilâçlar adedince” dedikçe, küre-i arzı bir hastahane suretinde ve maddî ve manevi bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şafi-i Hakikînin pek aşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum. (Osmanlıca Şualar, 5) Üçüncü Misal Hz. İsrafil, büyük meleklerdendir. Görevi Sûr’a üflemektir. İsrafil (a.s.), Sûr denilen alete iki kez üfleyecektir. Bunların ilkinde kıyamet kopacak, ikincisinde ise tekrar diriliş meydana gelecektir. Nitekim ayet-i kerimede buyrulur: “Sûr’a üflenir ve Allah’ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve yerdeki herkes ölür. Sonra ona bir daha üflenir, bir de bakarsın onlar kalkmış bekliyorlar.” (Zumer, 68) İsrafil (a.s.), “ihya” fiilinde görevlidir. Rabbimizin “hayat verme” ile ilgili emir ve iradesini uygular. Özellikle bahar aylarında görülen dirilişte “muhyi” ismine vesile olur. Ölümden sonraki dirilişimizde de yine bu melek vazifelidir. Şimdi de Hazreti Üstadın İsrafil Aleyhisselamın ibadetiyle alakalı ifadelerini birlikte tefekkür edelim. Dört büyük melaikenin ubudiyette de ne kadar ihtişamlı olduklarına şahit olalım. Rabbimizin bizlere Miraçta lütfu, ihsanı, ikramı olan namazda adeta İsrafil Aleyhisselamın ibadeti gibi bir ibadete mazhar olduğumuza şükredelim: “Sırr-ı vahdetle kâinat öyle cesim ve cismanî bir melâike hükmünde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüz binler başlı ve her başında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüz binler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve aza ve hüceyrâtı miktarınca yüz binler dillerle Sâniini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil misal (demek ki İsrafil (as) böyle tesbihat yapıyor) ubudiyyette ulvî bir makam sahibi bir acâibü’l-mahlûkat iken; hem sırr-ı tevhidle ahiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulât yetiştiren bir mezraa ve dar-ı saadet tabakalarına a’mâl-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrikadır.” (Osmanlıca Lemalar, 312) Dördüncü Misal Tahmidiyedeki şu hamde bakalım: عَلٰى نِعْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَالْاٖيمَانِ وَ رَسَائِلِ النُّورِ حَمْدًا بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَ مُرَكَّبَاتِهَا وَ تَسْبٖيحَاتِهَا Meali: Kur’an ve iman ve Risale-i Nur nimetlerini bizlere nasip ettiği için; kâinatın bütün zerreleri (atomları) adedince, o zerrelerden terkip olan varlıklar adedince ve bütün zerrelerin ve varlıkların tesbihatları adedince alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. (Büyük Cevşen, s. 309) Şimdi bu hamdi tefekkür edelim: Vücudumuzda yaklaşık 100 trilyon hücre bulunmaktadır. Tek bir hücrede samanyolundaki toplam yıldız sayısının 1000 katı kadar; yani 100 trilyon atom (zerre) bulunmaktadır. Buna göre ortalama 70 kilo ağırlığındaki bir insan vücudunda yaklaşık 7.000.000.000.000.000.000.000.000.000 atom bulunduğu tahmin edilmektedir. Kainattaki zerreleri varın siz hesap edin... Rabbim, Risale-i Nurlardan azami derecede istifade edip; kâinatı muhit bir tefekkür ile tesbihatlarımızı ve ibadetlerimizi yapmayı nasip eylesin.

Tesis Ettiği Muâhât (Kardeşlik) Sistemi İslamiyet’in, inananlar arasında sağladığı en önemli unsurlardan bir tanesi bütün müminlerin kardeş olduğu hakikatidir. İslam kardeşliğinin en güzel numuneleri asr-ı saadette ortaya konulmuştur. İslamiyet, insanların fıtratlarında var olan güzel duyguları ortaya çıkaran bir dindir. Yardımlaşmak, paylaşmak, fedakârlık, affetmek gibi değerler Allah’ın insanın fıtratına koyduğu güzel hasletlerdir. Kardeşlik ise bu erdemleri içine alan genel bir kavramdır. Sevgili Peygamberimiz (sav) bütün insanlığa gönderilmiş hak bir peygamberdir. Dolayısıyla Resulüllah’ın (sav) tesis ettiği İslam dini cihanşümul bir dindir. Böyle kuşatıcı bir dinin esasları ancak birlik, beraberlik ve dayanışma üzerine kurulabilir. İşte fedakârlık âbidesi haline gelen Ensar-Muhacir kardeşliği İslamiyet’in bir esası olan “bütün müminler kardeştir” hakikatinin pratize edilmiş canlı bir örneğidir. Muâhât sisteminin tarihte bir benzerine rastlamak mümkün değildir. Gönüllülük esasına dayanan bu sistemde kardeş olan Muhacir ve Ensar aralarında kan bağı olmamasına rağmen fedakârlıkta kardeşten öte bir tablo ortaya koymuşlardır. Muâhât Sistemi Nedir? Muâhât kelimesi kamusta bir kimse ile karındaşlık eylemek manasında kullanılmıştır.1 Karındaş ise bir kimsenin yar ve sadîkine denir.2 İslam tarihinde ise Sevgili Peygamberimizin (sav) hicret eden Mekkeli Müslümanlarla onlara kucak açan Medineli Müslümanları kardeş yapma hadisesine muâhât sistemi denmektedir. İlk kardeşleştirme esasen Mekke’de gerçekleşmiştir. Dolayısıyla birisi hicretten önce Mekke’de, diğeri de hicretten sonra Medine’de olmak üzere Müslümanlar sevgili Peygamberimiz (sav) tarafından özel olarak iki defa kardeş ilan edilmiştir.3 Mekke döneminde ilan edilen kardeşleşme örneği yeni Müslüman olanlar için çok anlam taşımaktadır. Bu kardeşleşme, Habeşistanlı bir köle ile Kureyşli bir asilzade arasında fark bırakmamaktadır.4 Kureyş’e mensup bazı Müslümanların azatlı kölelerle kardeş ilan edilmesi hadisesi cahiliye devrinin tabularının yıkılmasına sebep olmuştur. Geleneklerine son derece bağlı insanlar için bu hadise sosyal ve toplumsal anlamda bir inkılâbtır. “Hiç kimse ırkından ve nesebinden dolayı bir başkasından üstün olamaz” hakikati yıllardır ezilen, toplumun dışına itilen, mahzun ve kırık kalpleri tamir etmiştir. Ayrıca sayıca az ve toplumun değer yargılarına göre zayıf olan Müslümanları birbirine kenetlemiştir. Mekke’de vukua gelen bu kardeşleştirme hadisesi hicretten sonra yapılacak olan Ensar-Muhacir kardeşliğine zemin hazırlamıştır. Sevgili Peygamberimiz (sav) zor zamanlarda ve işkenceli dönemlerde Müslümanları kardeşlik bağlarıyla birbirine kenetlemiştir. İslam tarihinin bu hüzünlü yıllarını ashabıyla birlikte uhuvvet ve samimiyet içinde birlik ve beraberlik duygusuyla geçirmeyi başarmışlardır. Muâhât Sistemine Zemin Hazırlayan Unsurlar Dinlerini hür bir şekilde yaşayabilmek için Mekke’den Medine’ye hicret eden Sahabe Efendilerimiz hiçbir şeylerini yanlarında getirememişlerdir. Muhacir olan Sahabe Efendilerimiz bir taraftan Mekke’nin hasreti ile yanıp tutuşurken bir taraftan da Medine’ye alışmaya çalışmışlardır. Evet, en büyük musibet dine gelen musibettir. Hicret ile bu büyük musibet bertaraf edilmiş muhacir sahabeler hür bir şekilde ibadetlerini yapma fırsatını yakalamışlardı. Ancak bu, Müslümanların tamamen rahatladığı anlamına gelmiyordu. Gerek Muhacirler gerekse onlara kucak açan Ensar artık müşriklerin hedeflerindeydiler. Çok geçmeden Mekkeli müşrikler Medineli Müslümanları mektuplarla tehdit etmeye başladılar. Açıkça Mekkeli Müslümanların geri teslim edilmesini istiyorlardı. Fitne çıkarmaya çalışan İslam düşmanlarının oyunlarına karşı Müslümanların en etkili ve güçlü silahı uhuvvettir. Resulüllah (sav) müşriklerin bu tehditlerine karşı Muhacir ve Ensar arasında kardeşlik ahdi yaparak karşılık verdi. Çünkü müşriklerin çıkardığı ihtilaf hastalığına karşı en büyük tedavi ittifaktır. Muâhât Sistemi Nasıl Gerçekleşti? Muâhât sistemi, sevgili Peygamberimizin (sav) Medine’ye gelişinden beş ay sonra Enes b. Malik’in evinde yapılan bir toplantı ile ilan edilmiştir. Toplantıya Sevgili Peygamberimiz (sav) öncülük etmiş Mekkeli ve Medineli Müslümanlar iştirak etmiştir.5 Sevgili Peygamberimize (sav) içinde kafur kokusu bulunan bir çanak getirilmiş, Sahabe Efendilerimiz ellerini çanağa batırarak kardeşlik andı içmişlerdir. Böylece Muhacir-Ensar topluluğu birbiriyle kardeş olmuştur.6 Öyle ki Ensar, Muhacirle kardeş olabilmek için birbirleriyle yarış eder dereceye gelmişlerdir. Sonunda iş kuraya bağlanmıştır. Ensar bu kardeşliği evlerinde, eşyalarında, mallarında, silah ve atlarında da uygulamış ve Muhaciri kendi nefislerine tercih etmiştir.7 O gün Muhacir ile Ensar, birbirlerine maddi-manevi yardım etme ve varis olma gibi hususlara dayanan bir kardeşlik akdi/antlaşması yapmışlardır.8 Fedakârlıkta zirve olan sahabeler arasında, asırlar boyu Müslümanlara numune olacak olan bir sistemin böylece temelleri atılmıştır. Kardeşleştirmenin, rastgele seçilen iki kişinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmadığını; bilakis hicretten itibaren altı ayı aşkın bir süre zarfında Hz. Peygamber’in Müslümanları iyice tanıyarak, durumlarını inceleyerek ve her çift arasında ortak vasıflar bularak bunu gerçekleştirdiğini belirtmek gerekir.9 Enes b. Malik’in evinde ikişer ikişer kardeş yapılan Müslümanların sayısı 45’i Mekkeli Muhacirden, 45’i Medineli Ensar’dan olmak üzere 90 kişidir. Onların 50’si Muhacirden, 50’si de Ensar’dan olmak üzere, 100 kişi olduklarını söyleyenler de vardır. Bir kısım kaynaklarda ise 124’ü bulmaktadır. İbn-i Hişam kardeş olan sahabeleri isimleri ile tek tek açıklamıştır.10 Muhacirlere Kalacakları Yerlerin Temin Edilmesi Misafirperver Ensar, Medine’ deki fazla arazilerini muhacir sahabeye vermek üzere Hz. Peygamber’e (sav) bağışlamıştır. Hatta Allah Resulü (sav) arzu ederse evlerini de verebileceklerini söylemişlerdir. Ancak sevgili Peygamberimiz (sav) “Evlerinizin hayrını görün” buyurarak Ensar’ın bu isteğini geri çevirmiştir. Sahipsiz arazilere ve Ensar’ın bağışladığı topraklara muhacir yerleştirilmiş, kabilelere ve şahıslara belli yerler tahsis edilmiştir. Bir kısım muhacir ise misafir olduğu yerlerde kalmaya devam etmiştir.11 Kardeşlik Sisteminin Dayandığı Maddi Esaslar Ensar ile Muhacir arasında kan bağı olmamasına rağmen muâhât ile kardeş oldukları için hukuken birbirlerine mirasçı oluyorlardı.12 “İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velileridir.” (Enfal, 72) ayet-i kerimesi muâhât sisteminin maddi boyutunu teşkil eden mirası kardeşler arasında geçerli kılıyordu. Ancak Bedir Savaşından sonra muhacirin yardıma ihtiyaçları kalmayınca şu ayet-i kerime nazil oldu: “Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine -mirasçı olmaya- daha uygundur.” Böylece kurulan kardeşlikten doğan varis olma hükmü Enfal suresinin Bedir savaşından sonra inen 75. ayeti ile kaldırılmış; bu kardeşlik yardıma, yedirip içirmeye, bir de öğüde münhasır kalmıştır.13 Muâhât Sisteminin Kazanımları Allah Resulü (sav) kurulmakta olan cemiyeti, kabile, kavim, ırk, kölelik-hürlük, zenginlik-fakirlik gibi sınıf esasına göre değil, sadece ve sadece İslam kardeşliği temeli üzerine bina etmiştir. Böylece içtimaî yapı itibariyle büyük farklılıklar arz eden insan gruplarını, adeta bir potada eritmek suretiyle İslam toplumunu inşa etmiştir.14 Hz. Peygamber’in (sav) Medine’de inanç merkezli olarak teşkil ettiği Müslüman toplumu zamanla şehrin en güçlü ve organize unsuru haline gelmiştir. Bu birlik Allah Resulü (sav) liderliğinde kuvvetini daha da arttırmıştır.15 Öyle ki kısa zamanda bütün Arabistan, her şeyiyle onlara boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır. Mekke’de her şeylerini bırakarak dinleri uğruna vatanlarını terk eden Muhacirleri desteklemek, mali sıkıntılarını bir ölçüde de olsa hafifletmeye çalışmak ve yurttan ayrı düşmenin vermiş olduğu garipliği ve mahzunluğu gidermek gayesiyle tesis edilen muâhât sistemi ile cemiyetin temelini teşkil eden yardımlaşma ve dayanışma temin edilmiştir. Muhacirin en zaruri ihtiyaçları olan barınma iaşe ve iş/çalışma problemi halledilmiştir. Herkese iş bulunmuş, herkes sıkıntıdan kurtulmuştur. Soy ve kabile bağının yerini, din bağı almıştır. Kabile kardeşliği, yerini iman ve İslam kardeşliğine bırakmıştır. Sahabe efendilerimizden kabiliyetli olanlar ticaret hayatına girmiş, bu vesileyle büyük bir servet toplamış ve kazandıklarını Allah yolunda sarf etmişlerdir. Muâhât ile İslam’dan önce Medine’de Evs ve Hazrec kabileleri arasında senelerdir devam eden kan davaları ortadan kaldırılarak öz kardeşlikten daha güçlü bir kardeşlik tesis edilmiştir. Hatta öyle bir hal almıştır ki, birbirlerini görebilmek için sabahı iple çeker hale gelmişlerdir. Toplumun önceden bilmediği bu kardeşlik ilişkisi kısa bir süre sonra hiç beklenmedik bir fayda da sağlamıştır. Askeri seferler sırasında Resulüllah (sav) kardeşlerden sadece birini ordusuna almış diğeri ise geride kalarak iki ailenin işlerini üstlenmiştir.16 Ensar’ın muâhât çerçevesinde muhacirlere karşı yardımları, destek ve feragatleri Müslümanların Medine’nin iktisadi hayatında söz sahibi olmasına yol açmıştır. Muhacirler kanalıyla kurulan Müslüman çarşı-pazarında İslam’ın ekonomik ve ticari hayata getirdiği değerler uygulanmış, bunun sonucunda Yahudilerin Ensar üzerindeki iktisadi tesirleri azalmaya başlamıştır.17 Muâhât, İslam toplumunda bütünleşmenin gerçekleştirilmesine ve o günkü sosyokültürel ve ekonomik problemlerin çözümüne büyük kolaylıklar getirmiştir. O zamana kadar yaşadıkları ağır şartlarda tecrübe kazanan Muhacir sahabeler, Ensar’a bir nevi mürşitlik yapmıştır. Düşmanlara karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda birbirleriyle fikir alışverişi yapmışlardır.18 Muâhât sisteminin temelinde yüksek bir maksat ve yüce bir gaye vardır. Müslümanların birliği, beraberliği ve dayanışması ancak böyle bir kardeşlik sistemi ile mümkündür. İslamiyet yüksek ahlak ve içtimai fazilet kuran bir dindir. Muâhât sistemi toplumun muhtelif tabakalarını birbiriyle buluşturmuştur. Bu suretle gayeleri bir olan yüksek bir cemiyet ve yüksek fazilet sahibi bir ümmet meydana çıkmıştır. Birbirlerinin üzüntülerini, sevinçlerini paylaşan bir içtimai kitle meydana getiren bu kardeşlik aynı zamanda bir eğitim hareketiydi. Bu sayede kültür kaynaşması daha çabuk ve kolay olmuştur.19 Ensar ve Muhacir arasındaki kardeşlikte en önemli birleştirici unsur İslamiyet’tir. Aynı dine inanıp aynı peygamberi (sav) tasdik edip aynı kıbleye yönelerek ibadet etmeleri bu kardeşliğin en önemli temellerini oluşturur. Çünkü bu birliktelik sağlam temellere bina edilirse devamı mümkündür. Hz. Ömer, kardeş ilan edildiği kişiyle zamanlarını bile paylaştıklarını, ifade etmektedir. Bu ancak aynı düşünce ve aynı davaya gönül veren insanların yapabileceği bir fedakârlıktır. Bir gün kendisi hurma toplama işine giderken, kardeşinin Resulüllah’ın (sav) yanında bulunduğunu, ertesi gün ise çalışma sırasının diğerine geçtiğini, akşamları ise yapmış ya da öğrenmiş olduğu şeyleri birbirlerine anlattıklarını söylemektedir.20 Sonuç Olarak Sevgili Peygamberimiz (sav) hicretten sonra yeni bir toplum meydana getirebilmek için hayati önem taşıyan adımlar atmıştır. Kuşkusuz bu adımlardan en büyüğü “muâhât” sistemidir. Ensar-Muhacir kardeşliği kan bağı kardeşliğinden öte manevi bir temele dayanmaktadır. Muâhât sistemi küçük kabilelerin kendi aralarında oluşturdukları birlikten çok öte imanî ve itikadî bir ittifakı ve ittihadı ortaya koymuştur. Böylece kabile ve aşiretin yerini ümmet ve millet anlayışı almıştır. Muâhât sistemi yurtlarından Medine’ye hicret eden Ensar ile Medineli muhacirlerin şahsında yüksek mesajlarla dolu bir hadisedir. Bu hadise, Ensar’ın maddi manevi ihtiyaçlarının karşılanmasını temin etmekle birlikte, Mekkeli müşriklerin baskı ve tehditlerine karşı bir dik duruş, benî Kurayza gibi Yahudi kavimlerinin fitne ve fesatlarına karşı bir kenetlenme hareketidir. Sevgili Peygamberimiz (sav) Medine’den sonra diğer ülkelere açılıp büyük çaplı bir devlet olmadan önce böyle bir sistemi kendi içerisinde yerleştirmesi son derece ehemmiyetlidir. Çünkü kenetlenmiş ve birbiriyle kardeş olmuş bir Medine halkı hem Yahudilere hem Mekke müşriklerine galip gelebilecektir. Sasani ve Roma gibi büyük devletleri de sarsıp yıkabilecek manevi bir alt yapıya sahip olacaktır. Bu kardeşlik sistemi İslam’ın inkişaf etme safhasının bidayetinde güçlü bir hamle ve sağlam bir sosyal hareket olmuştur. Kaynaklar: 1- Mütercim Asım Efendi, El-Okyanusu’l-Basît Fî Tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhît, Kâmûsu’l-Muhît Tercümesi, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul, 2014, c. 6, s. 56252- A.g.e. 56263- SARIÇAM, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, DİB Yayınları, Ankara, 2011, s.139. EL-BUTİ, M.Said Ramazan,Fıkhu’s-Siyre Hz. Muhammed’in Uyguladığı İslam, İslami Edebiyat Yayınları, İstanbul, 2003, s. 220.4- SARIÇAM, a.g.e. s. 139.5- KÖKSAL, Mustafa Asım, İslam Tarihi, Hz. Muhammed (sav) ve İslamiyet, Medine Devri, Şamil Yayınevi, İstanbul,1987, c. 8, s. 110.6- KÖKSAL, a.g.e, s. 1107- EN-NEDVİ, Ebu’l-Hasen Ali, Rahmet Peygamberi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2012, s. 166.8- HAMİDULLAH, Muhammed, İslam Peygamberi, Beyan Yayınları, İstanbul, 2011 s. 160.9- SARIÇAM, a.g.e, s.13910- İBN-İ HİŞAM, İslam Tarihi Siret-i İbn-i Hişam Tercemesi, Kahraman Yayınları, c. 2, s.17711- SARIÇAM, a.g.e, s. 14212- SARIÇAM, a.g.e, s. 13913- KÖKSAL, a.g.e, s. 10914- TOPBAŞ, Osman Nuri, Kur’ ân-ı Kerim Işığında Nebiler Silsilesi Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Erkam Yayınları, İstanbul, 2005, c. 2, s. 1515- APAK, Adem, Anahatlarıyla İslam Tarihi (1) (Hz. Muhammed (sav) Dönemi), Ensar Neşriyat, 2006, İstanbul, s.19516- Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Çağ Yayınları, 1986, İstanbul, c. 13, s. 26117- HAMİDULLAH, a.g.e, s. 16118- DİA, “MUÂHÂT Maddesi”19- BERKİ, Ali Himmet, KESKİOĞLU Osman, Hatemü’l Enbiya Hazret-İ Muhammed ve hayatı, DİB Yayınları, Ankara, 2010, s. 210.20- HAMİDULLAH, a.g.e. s. 161

Kâinat kitabının bahar sahifesinde müşahede ettiğimiz manzaralar ve güzellikler, bizim için yaradan ile yaratılan arasındaki irtibatı ortaya koyan bir tefekkür aracıdır. Bahar geldi yine… “İnsan görmek istediği yönden görürmüş.” Bakış açımızı sağlam temellere oturtup zihnî faaliyetimizi afaktan enfüse çevirerek yapacağımız bir idrak hazırlığı, âlem-i kebir olan dünyamızdaki nevbaharın tesirini âlem-i asgar olan bizlerin manevi kalb iklimimize taşıyacaktır elbette. Peki nice bir mevsimdir bahar? O bize olanca cemal levhalarıyla tebessüm ederken onu usulünce nasıl kucaklamalıyız acaba? Tefekkür nazarıyla: Yüz binler sanat eserinin vasıtasıyla yüce sanatkârın yâd edildiği tefekkür mevsimidir bahar. Zahirde, görünüşte; üç kat cemresi ile, zemheri sonrası ihtiyar dünyamızın koca bedenini ve sadece etle kemikten müteşekkil olmayan vücudumuzu ısıtan; çiçeğin ve tırtılın uzun kış uykusundan uyandığı hengâmda her tondaki yeşili, rengarenk kelebeği, çağlasıyla, şırıltılı ırmağı, mütebessim güneşiyle gözümüzün önünde çeşit çeşit parlak güzelliklerin tasvir edildiği güzellik resmi geçididir bahar. Ama baharın bu göz önündeki güzellikleri aynı zamanda manasına perdedir. Ardında büyük bir hakikat gizlidir. O hakikati okuyabilmek için bakmayı ve görmeyi bilen bir irfan gözüne sahip olmak gerekir. Tefekkür yoluyla, yaratılmış güzellikler karşısında hayran kalıp hikmet sırrı ile perdeyi kaldırır, eserden müessir-i hakikiye, yüce Yaratıcıya ulaşır bu göze sahip olanlar. Allah’ın varlığını, birliğini ve güzelliğini ilan eden kâinat kitabını, bir defa da esmanın en güzel ve mükemmel surette tecelli ettiği bahar sayfasından okur. İşte bu kıraat ile nevbahardaki üç yüz binden ziyade rahmet eseri, İlahi mükemmellik ve düzeni ilan etmeye, hal lisanıyla seslendirmeye başlar: “Bizdeki tüm güzellikler Rabbimizin, yaradanımızın, sanatkârımızın varlığına ve cemaline delildir, aynadır.” Yine bu kıraat ile yaratılış aynasına yansımış olan beyaz külahları kahverengiye tebdil eden dağların heybeti, bad-ı saba ile bulutları dağılan göklerin sonsuz maviliği, adeta “Manzaraların değişmesiyle şaşaa-i cemal ziyadeleşir.” diye haykırmaktadır. Gül mevsiminin benzer her Rabbani icraatıyla adeta dimağımızda imanî fikirler çiçeklenir. Kâinat kitabının göze gelen satırlarına gönül dili kayıtsız kalmayacak “Âlemin güzelliği, Allah’ın güzelliğidir; dolayısıyla güzel olan da Rabbimizdir. Sanatın güzelliği, sanata mâl edilemez; aksine o sanatı ortaya koyan sanatkâra mal edilir. O sanatkâr da Yüce Allah’tır.” diyecektir. Diriliş nazarıyla: Yüz binlerce hayat sahibinin ihya edildiği diriliş mevsimidir bahar. Kışta adeta cansız kalan ağaçlarda üç diriliş numunesi başlar baharın teşrifiyle: Öncelikle, kuru ağaçları “hu” çeken dilleriyle yeşil yapraklar donatır. Ardından, manzum bir kaside olan ağaçlar mor, al, sarı, mavi çiçeklerle bezenir. Nihayetinde, bu ağaçların mün’ im-i hakikinin izniyle uzanan kolları, kullar için rızık olacak meyveye durur. Hayat verilen ölü beldenin sakinlerinden yalnızca birisidir, ağaçlar. Diğer tarafta gökten indirilen bereketli yağmurlar bir başka manzara resmetmektedir: Her taraftan akan rahmet damlaları, havaların ısınmasıyla eriyen karların eşliği, coşkun ve bulanık akan ırmaklar. Tabir-i diğerle bir ab-ı hayat bestesi. Ya hafif, tatlı veya serin esen rüzgârlara ne demeli? Bazen nesim, bazen de bad-ı saba olur. Mesih’in nefesi gibi cana can katar, bulutları dağıtıverir. Hayat kaynağı olan güneşimizin önünden perdeyi kaldırır da zihayatın hayatına hayat katılır. Derken, dağların bayırına ipek halılar döşenir. Biçilecek taneler boy gösterir. Evet, her bahar mukaddimesinde belki de aklımıza gelen ilk Rabbani hitap şu olur: “Şimdi Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?” (Rum, 50) Böylece bahar aynasında; toprakta bir kış süresince gizlenmiş olan bitki ve hayvancıkların mevtleri nasıl başkaldırır, nasıl dirilir, senevî olarak defaeten şahitler oluruz. Ve bahar sillesiyle; çürümüş cesetlerinin dirilip bir araya toplandığı zaman olan kıyameti inkâr edenlerin inkârlarının tekzip edilişini, ağızlarına her sene yeniden tokat vurulmasını müsterihen alkışlarız. Gözünü açıp, tefekkürle bakıp görene ne mutlu! Elbette ki ulaşılacak hakikat aşikârdır: “Şübhesiz ki O, ölüleri elbette dirilticidir. Çünki O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rum, 50) Bir de müjde nazarıyla: Özleyen gönüllerin dillerinde vuslatın müjdelendiği mevsimdir bahar. Biliyorum bir yerlerden gelecek bahar. O gün insanlar sevgiden güller derecek. Gönlümüzde yandıkça bu özlem, bu duru sevda İnanalım, yılmayalım, gerçekleşecek. Teşbih yoluyla nice dava erbabı istikbaldeki güzellikleri benzer ifadelerle müjdeledi fütur göstermeden. Ümitle, sadakatle, sebatla. “Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.” serlevhasındaki değişmez hakikatin seması olan bahardır bu. Üstadcası ise malum olduğu üzere şöyle değil midir: “… Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nûr tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” “SADAKTE” Ey bütün nûrların Nûru!… Tefekkür ve imanımızla Senin varlığına ve birliğine olan şahitliğimizi, Seni görüyormuş gibi iman ve kulluk etme mertebesi olan ihsan makamında sabit kılmanı Senden niyaz ediyoruz. Âmin. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

“Malum olsun ki tarih ilmi; gayesi şerefli, faydaları pek çok ve usûlü gayet önemli bir fendir. Çünkü bu ilim, geçmişteki kavimlerin ahlâkı, nebîlerin gidişatı, hükümdarların devletleri ve siyâsetleri ile ilgili hallere bizi vâkıf kılar. Din ve dünya hallerinde, maksadı ibret almak olan kimsenin temin edeceği fayda bu suretle tamamlanmış olur.” (İbn-i Haldûn) İbn-i Haldûn, 27 Mayıs 1332’de Tunus’da dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Abdurrahman’dır. Ceddi aslen Yemenli’dir. Atalarından Halid bin Osman, Endülüs’e gelerek yerleşmiş ve ona nisbeten bu aileye “Haldûn” yani Halidoğulları denilmiştir. İlk hocası babası olmuştur. Tahsiline Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyerek başlamıştır. Ardından birçok âlimden ders okumuştur. Hocaları arasında kendisini en çok etkileyenlerden birisi Muhammed bin Abdülmüheymin Hadramî idi. Bu âlimden hadîs, hadîs usûlü, siyer ve lisan ilimlerini tahsil etmiştir. İbn-i Haldûn, mantık, felsefe ve matematik ilimlerini ise Âbilî’den öğrenmiştir. İbn-i Haldûn, 18 yaşına geldiğinde dünyayı saran bir veba hastalığı salgını baş gösterdi. Bu salgın sırasında İbn-i Haldûn, annesini, babasını ve birçok hocasını kaybetti. Salgın yüzünden hayatta kalan bazı âlimler de Tunus’dan Fas’ göç etti. Bu sebeplerle İbn-i Haldûn ilim tahsiline ara vermek zorunda kaldı. Ecdâdından bazıları gibi, devlet memuriyetine girdi. İdarî ve siyasî işlerle uğraşmaya başladı. Bu süreçte fırsat buldukça ilmî faaliyetlerine de devam etti, araştırmalar yaptı ve ders verdi. Memuriyet hayatı yaklaşık 25 sene devam etti. İbn-i Haldûn, memuriyet hayatına başlayacağı sırada Tunus, Hafsî ailesinin hakimiyetine girmişti. O sıralarda tahta Ebu İshak geçmişti. Ebu İshak’ın yaşı küçüktü. İdare, vezir Muhammed bin Tafragin’in elindeydi. Vezir Tafragin, İbn-i Haldûn’u 1350 senesinin sonlarında mühürdarlık vazifesine getirdi. Böylece ilk idarî görevine başlamış oluyordu. Küçük yaştaki sultan adına resmî yazıları yazıyordu. 1352 senesinde ülkeyi, vezir Tafragin’in etkisinden kurtarmak isteyen Hafsî ailesinden Ebu Zeyd, taraftarları ile Tunus üzerine yürüdü. İçinde İbn-i Haldûn’un da olduğu Tarfragin’in ordusu yenildi. Bunun üzerine İbn-i Haldûn kaçarak şehir şehir dolaşmaya başladı. Son olarak Biskra’ya ulaştı. Burada 1353 senesinde evlendiği belirtilmektedir. Biskra’dan sonra 1354 senesinde Fas’a geçen İbn-i Haldûn, buranın sultanı Ebu İnan’ın yakın çevresinde olmaya gayret etti. Bu gayretleri, Ebu İnan’ın kâtipleri arasına girmesini sağladı. Fas’a gelmesi aslında ilmî açıdan İbn-i Haldûn için büyük bir fırsat oldu. Çünkü Fas’ta Endülüs’ten ve Tunus’tan göç eden âlimler bulunmaktaydı. Onlardan ve Fas’ın zengin kütüphanelerinden faydalandı. Fas’tayken Bicaye’nin devrik hâkimi Muhammed Hafsî’yi, tekrar tahta çıkarmak için gizli bir faaliyete girişti. Ebu İnan, bu girişimlerini öğrenince 1357’de İbn-i Haldûn’u hapse attırdı. Hapisteyken mevcut sultan Ebu İnan vefat etti. Yerine çocuk yaştaki oğlu Said geçti. Yeni sultanın veziri iki yıldır hapiste olan İbn-i Haldûn’un salıverilmesi emrini verdi ve onu eski görevine getirdi. Bu sıralarda yaşanan iktidar değişikliklerinde büyük rol oynadı. Sultanların kâtipliğini yaparken, resmî yazışmalarda eski ağdalı kelimelerle dolu usûlleri bırakarak daha sade bir üslup kullanmıştır. Bu dönemde şiir yazmaya da başladı. 1363 senesinde İbn-i Haldûn, eşi ve çocuklarını kayınbiraderlerinin yanına bırakarak Endülüs’ün Gırnata şehrine gitti. Burada Gırnata sultanı Muhammed ve veziri İbn-i Hatib tarafından çok iyi karşılandı. İbn-i Hatib, aynı İbn-i Haldûn gibi âlim ve edip bir zattı. Bu açıdan İbn-i Hatib ile İbn-i Haldûn iyi anlaşıyorlardı. Sultan Muhammed, İbn-i Haldûn’u Castille Kralı Pedro’ya elçi olarak gönderdi. Castille Krallığı’nın merkezi olan İşbiliye, İbn-i Haldûn’un atalarının geldiği yerdi. Bu sayede İbn-i Haldûn, ecdâdının yaşadığı yerleri de görmüş oluyordu. İbn-i Haldûn, başarılı bir şekilde elçilik görevini yerine getirdi. Ancak bir müddet sonra Gırnata’da İbn-i Hatib nezdindeki rağbeti azalmaya başladı. O da tekrar Tunus’daki Bicaye’ye döndü. Bicaye, Hafsîlerin himayesindeydi. Onu haciblik yani bir anlamda sadrazamlık makamına getirdiler. Burada hem devlet işlerini büyük bir başarı ve ferasetle idare ediyordu hem de ilmî çalışmalarına devam ediyordu. Ancak bu durum da çok sürmedi. Bicaye Sultanı’nın amcasının oğlu Ebu Abbas, 1366’da Bicaye’yi ele geçirdi. Bir müddet İbn-i Haldûn’u görevinde tuttu. Fakat zamanla İbn-i Haldûn’a karşı güvensizlik duymaya başladı. Bunu anlayan İbn-i Haldûn, sultandan izin alarak Biskra’ya gitti ve siyasî gelişmeleri uzaktan izlemeyi tercih etti. Bu yıllarda siyasî işlere farklı şekillerde müdâhil olduğu zamanlar da olmuştur. Endülüs’ten dönüşünün üzerinden 10 sene geçen İbn-i Haldûn, Tunus, Fas ve Mağrib’de siyasî çalkantılar, iktidar değişiklikleri ve politik mücadeleler arasında kalmıştı. Aslında o dönemde yaşadıkları, ona ileride yazacağı Mukaddime için önemli tecrübeler oluyordu. 1374 senesinde artık Mağrib’de kalamayacağını anlayınca ikinci defa Endülüs’e gitti. Burada Gırnata Sultanı İbn-i Ahmer tarafından iyi karşılansa da Faslı yöneticiler, İbn-i Haldûn’un Endülüs’de kalmasını istemiyorlardı. Oradan Fas’ın siyasî işlerine müdahale edeceğini düşünmüşlerdi. Bunun için İbn-i Ahmer’e baskı yaparak, İbn-i Haldûn’u Gırnata’dan geri göndermesini istediler. O da İfrikiye’ye gitmesi şartıyla bunu kabul etmek zorunda kaldı. İbn-i Haldûn, Endülüs’den döndükten sonra ilmî çalışmalarda bulunmak için yer arayışına girmişti. Bunun için Benu Ârif reislerinden Muhammed bin Arif’e sığındı. Ârifoğulları, İbn-i Haldûn’u ve ailesini Selâmeoğullarının köşklerinden birine yerleştirdiler. Burada yaklaşık 4 sene siyasî oyunlardan uzak, sakin bir hayat geçirdi. Artık 40 yaşını geçtiği için hem fikren hem de zihnen olgunlaşmıştı. Tecrübeleri, malumatı, gözlemleri belli bir seviyeye gelmişti. Artık onları ilmi ile birleştirip, bir eser ortaya koyma zamanıydı. Kitabü’l-İber adını verdiği meşhur tarih kitabını yazmaya başlıyordu. Kitabü’l-İber için öncelikle bir giriş bölümü yazmayı düşünmüştü. Bunun için ‘Mukaddime’ adını verdiği ve bir esere giriş bölümü olmaktan çok, bizatihî muhteşem tespit ve anekdotları içeren bir kitap yazdı. Mukaddime’yi 1377 senesinde 5 ay içinde yazıp bitirmiştir. Bu kadar hacimli ve önemli bir eseri böyle kısa bir zamanda yazmasına kendisi de şaşırdığını belirtmiştir. Bu arada Kitabü’l-İber’i ise 1374-1378 seneleri arasında yazarak tamamlamıştır. Kitabü’l-İber’de tüm insanlık tarihini anlatıyordu. Mukaddime’yi yazarken faydalandığı birçok kaynak eser yanında değildi. Daha çok hafızasında kaldığı ve hatırladığı kadarıyla eserini yazmıştı. Bu sebeple Tunus’a gidip kütüphanelerden istifade ederek, Mukaddime üzerinde bir takım düzeltme ve düzenlemeler yaptı. İbn-i Haldûn, Mukaddime’de tarihî ve sosyal meselelerden başlayıp siyaset, hukuk, iktisat ve ahlak gibi birçok konu üzerinde durmuştur. Devletlerin kuruluş, yükseliş ve yıkılışlarından, eğitim-öğretim faaliyetlerinden ve nüfûs meselesinden bahsetmiştir. Bunların yanısıra, sanayi, aile ve şehirleşme konularında da fikir beyan etmiştir. Bu açılardan birçok bilim dalı için önemli bir kaynak eserdir. Mukaddime’de, asabiyet, bedevîlik, umran ve iktisat kavramları izah edilmiştir.

“Şu eserimde üstadım Kur’ân’dır, kitabım hayattır.” (Lemaat, 322) Edebiyat geleneğimizde şairler, sanatla ve şiirle ilgili görüşlerini genellikle eserlerinin önsözünde dile getirmişlerdir. Tanzimattan sonra gazete ve dergilerin yayın hayatımıza girmesiyle bu meyandaki görüşlerin dile getirilmesi daha çok mecmualar aracılığıyla olmuştur. Eski edebiyatımızda, şiir ve sanata dair görüşlerinin yer aldığı yazılar maalesef çok fazla değildir. Çünkü eski edebiyatımızda şiirin disiplini bellidir. Nazım şekillerinin kuralları kesin ve net olduğu için şair, bu kurallara göre şiir yazmak durumundadır. Batıdaki klasisizm, realizm, sembolizm gibi sanat akımlarının da etkisiyle Tanzimat döneminden itibaren sanat ve şiire dair görüşlerde ciddi manada değişimler yaşandı. Mezkûr akımların etkisiyle aynı sanat görüşüne sahip şair ve yazarlar kendi aralarında topluluklar oluşturdu: Servet-i Fünun Topluluğu, Milli Edebiyatçılar, Beş Hececiler, Garipçiler, İkinci Yeniciler... Bu şairlerden Ahmet Haşim, Mehmet Akif ve Necip Fazıl’ın şiirle ilgili görüşlerine detaya inmeden değinip asıl mevzumuz olan Bediüzzaman Hazretlerinin şiir telakkisine geçmek muradındayız. *** Ahmet Haşim’e göre sanatın gayesi; fikir vermek, herkesçe anlaşılmak, düşünce üretmek ve mesaj vermek değil; insanda güzel duygular uyandırmaktır. Yani sanat, sanat için yapılmalıdır, topluma fayda vermek için değil. Konuyla alakalı olarak uzunca yazmış olduğu Piyale makalesinden bir kısmına yer verelim: “Halbuki şair ne bir hakikat habercisi ne bir belâgatli insan ne de bir vâzı-ı kanundur. Şairin lisanı “nesir” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, mûsikî ile söz arasında, sözden ziyade mûsikîye yakın mutavassıt (orta) bir lisandır. Şiir bir hikâye değil, şiir bir şarkıdır. “Mânâ” araştırmak için şiiri deşmek terennümü (güzel sesi, ötüşü) yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe (titretme) içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan o sihr-engiz sesi telafiye kâfi midir? Bila-mübalağa denilebilir ki, herkesin anlayabileceği şiir, münhasıran dûn (aşağı) şairlerin işidir. Büyük şairlerin medhalleri (girişleri), tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır. Her an o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca insanlara kapalı durur.” (Ahmet HAŞİM/ Piyale) *** Necip Fazıl’ın ise şiirden beklentisi farklıdır. O, şiirle hakikati aramak ister. Yani topluma faydalı olmayı murat eder. Şimdi de Necip Fazıl’a kulak verelim: Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Şiir sarp, dolambaçlı fakat imtiyazlı bir keçi yoludur. Oradan kalabalıklar değil, gözcüler, işaret memurları ve kılavuzlar geçer. Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir. İlim, mutlak hakikati polis tavrıyla arar... Ya şiir?... O mutlak hakikati hırsız gibi arar. Hiçbir şey belli değildir. Hatta ismi ve cismi bile... (Necip Fazıl KISAKÜREK, Çile) *** Mehmet Akif de şiirde manayı esas almış şairlerimizdendir. Sanatı mesaj verme aracı olarak kullanmıştır. Safahat’ın önsözü mahiyetindeki aşağıdaki şiir Mehmet Akif’in şiir anlayışını özetler niteliktedir: Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyleyeyim,Ne hüviyette şu karşında duran eş’ârım:Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri;Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne sanatkârım.Şiir için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız,Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim,İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek. (Mehmet Akif ERSOY, Safahat) *** Bediüzzaman Hazretlerinin Şiir Telakkisi Şiirin sünnetteki yerini tespit sadedinde öncelikle Peygamber Efendimizin (sav) şiire bakışına kısaca değinmiş olalım. Böylelikle Üstad Hazretlerinin şiir telakkisini sünnet zaviyesinden daha iyi anlamış oluruz. Peygamber Efendimizin (sav) şiirle ilgili pek çok hadis-i şerifi var elbette. Konumuzu çok dağıtmamak adına o hadislerden birkaçına yer vermekle iktifa edeceğiz. Allah Resulünün (sav), beğendiği kimi beyitleri terennüm ettiğini Hz. Aişe validemiz şöyle naklediyor: Hz. Aişe’ye, Hz. Peygamber (sav) hiç şiir söyler miydi, diye sorulunca şöyle cevap verdi: “O, Tarafe’nin, Abdullah b. Revahâ’nın şiirlerini söylerdi. Bazen eve girerken Tarafe’ye ait şu beyti terennüm ederdi: Setübdî leke’l-eyyâmü ma künte câhilen ve ye’tîke bi’l-ahbâri men lem tüzevvid.” “Günler sana bilmediğin şeyleri gösterecek ve ummadığın kimseler de sana haberler getirecektir.” (Tirmizi, Edeb 70) Peygamberimiz (sav) şiirin manevi bir silah olarak kullanılmasına önem vermiştir. Şairlerle ilgili ayet nazil olduktan sonra Müslüman şairler Peygamber Efendimize (sav) gelip endişelerini ve üzüntülerini dile getirdiklerinde onlara şu cevabı vermiştir: “Mümin hem bedeniyle hem kılıcıyla hem de lisanıyla cihat eder. Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki sizin onlar hakkında söyledikleriniz ok atmak gibidir, o derecede tesirlidir.” (Ahmed b. Hanbel, VI, 387, hn: 27218; III, 456, hn: 15823) Şiirin, hikmetli sözleri yayma ve öğretme amacına matuf olarak söylenmesini de teşvik etmiştir: “Çocuklarınıza şiir öğretiniz. Zira o zihni açar, cesaret verir.” “Beyanın bir kısmı sihir gibi (büyüleyici)dir. Şiirin bir kısmı da hikmettir.” “Şiirden hikmetli olanları ve meselleri öğreniniz.” 1 Böyle olmakla beraber şu hadis-i şerifi nasıl anlamalıyız? Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: Resulüllah (sav) buyurdular ki: Sizden birinin içine, onu bozacak irin dolması, şiir dolmasından hayırlıdır.” 2 Önceki hadis-i şeriflerle bu hadis-i şerifi beraber mütalaa ettiğimizde, Peygamber Efendimizin şiirden hoşlandığı ancak İslam’a ve Müslümanlara saldıran şiirler ile haramları teşvik edip öven şiirleri kan ve irinden daha necis gördüğü sonucuna varıyoruz. Diğer taraftan وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ “Ve ona (Resulümüze), şiir öğretmedik; (bu) ona yaraşmazdı da.” (Yasin, 69) ayetinin sırrına dair açıklamayı da aşağıda bulabilirsiniz. Artık Bediüzzaman Hazretlerinin şiir telakkisine geçebiliriz. Bediüzzaman Üstadımız Lemaat adlı eserinin başında şiir ve nesir hakkındaki görüşlerini dile getirmiştir: “Ey kâri! Peşinen bunu itiraf ederim ki, sanat-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekiyim.” (Sözler, 322) Hazret-i Üstad burada güzel yazıya ve nazma dair istidadından şikâyet ediyor. Bununla birlikte şiire benzer yazıları da yok değildir. Mesela, *** Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl.Zira feryat; belâ-ender, hatâ-ender belâdır, bil.Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil.Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fenâ-ender hebâdır, bil. (Sözler, 17. Söz) *** Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:Fâniyim, fâni olanı istemem.Âcizim, âciz olanı istemem.Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim.Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim. (Sözler, 17. Söz) *** Bir vakit Barla’da, Çam Dağı’nda, yüksek bir mevkide, gecede semanın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar birden hutur etti. Yıldızların lisan-ı hâl ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı. Nazım ve şiir bilmediğim için, şiir kaidesine girmedi. Tahattur olduğu gibi yazılmış. Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,Nâme-i nurîn-i hikmet bak ne takrir eylemiş.Hep beraber nutka gelmiş, Hak lisanıyla derler:"Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,Birer burhan-ı nurefşânız vücud-u Sânia,Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.Şu zeminin yüzünü yaldızlayanNazenin mu’cizâtı çün melek seyranına,Bu semânın arza bakan, cennete dikkat edenBinler müdakkik gözleriz biz. (Sözler, 17. Söz) *** Kitab-ı âlemin yaprakları, enva-ı nâ-ma’dut,Huruf ile kelimatı dahi efrad-ı nâ-mahdut.Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte,Mücessem lâfz-ı manidardır âlemde, her mevcut. (Mektubat, 24. Mektup) Bu metinler şiir değil elbette ama şiirden de öte heybetli bir üslup metinlerde göze çarpıyor. Şimdi de Üstadın şu ifadelerine bakalım: “Birdenbire zihnime, nazma musırrane bir arzu geldi. Sahabelerin gazevatına dair Kürtçe قَوْلِ نَوَالَاسٖيسَبَانْ namında bir destan vardı. Onun ilahî tarzındaki tabiî nazmına ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus, onun tarz-ı nazmını ihtiyar ettim.” (Sözler, 322) *** Hazret-i Üstadın yukarıdaki ifadelerinden nazmı sevdiği anlaşılıyor. Hatta eserlerinde bazı şairlerin beyitlerine de yer verdiğini biliyoruz. Peki Üstad Hazretleri şiirden hoşlandığı halde şiiri neden tercih etmedi? Bunun sebepleri üzerinde durmaya çalışalım: Birincisi: Hayatında hep hakikati dile getiren, hakikati haykıran Üstad Hazretleri, hakikati ifade eden manayı esas almış ve manayı sanata feda etmek istememiştir. Mevzumuza dair kendi ifadesi şöyledir: “Nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin için kat’iyen tekellüf yapmadım... Külah püskülsüz olur, vezin de kafiyesiz olur, nazım da kaidesiz olur. Zannımca lafız ve nazım, sanatça cazibedar olsa nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.” (Sözler, 322) İkincisi: Üstad Hazretleri, nazımdan hoşlandığı halde Lemaat’ı nazım şeklinde değil de nesir tarzında yazmıştır. Ancak tam nesir özelliği de taşımaz. Nevi şahsına münhasır bir üslubu haizdir. Bu noktada sünnete ittiba da söz konusudur. Zira Peygamber Efendimize de (sav) şiir öğretilmemiş ve o da şiir söylememiştir. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ “Biz ona şiir öğretmedik.” Yâsin Sûresi, 69. ayetinin sırrının bir numunesini göstermiştir. Üçüncüsü: Tabiri caiz ise şiirin iki kusuru vardır: Şiir, hayale ve mizansız hissiyata açık bir yazı türüdür. Halbuki Üstadımız hayatının diğer alanlarında olduğu gibi bu alanda da Kur’an’a ittiba etmiştir. Zira Kur’an hak ve hakikatin ifadesidir. Kur’an’ın hakikatleri o kadar yüce ve yüksektir ki hayal onlara yetişemez. 13. sözde bu gerçek şöyle ifade edilir: “Kur’an-ı Hakim nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri cami olduğundan şiirin hayalatından müstağnidir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın i’caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı sanatı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Ayetlerinin her bir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser ayetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mabeyinlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki ayetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest her bir ayetin ekser ayetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’an içinde binler Kur’an bulunur ki, her bir meşrep sahibine birisini verir. İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ Yâsin Sûresi, 69. ayetinin bir sırrını bil. Hem وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ Yâsin Sûresi, 69. ayetinin sırrını da bununla anla ki: şiirin şe’ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’ân’ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır. (Sözler, 31) Hayal, ayetlerde belirtilen hakikatlerin üzerine çıkabilir mi? Veya bu hakikatlerin hayal ile süslenmeye ihtiyacı var mıdır? Elbette hayır. İşte Üstadımız da Kur’an-ı Kerim’e ittibaen şiirdeki mizansız hissiyata ve hayale dalmadan hakikatleri doğrudan ifade etmek sadedinde şiire başvurmamıştır. Hayal ve mizansız hissiyat yerine mantığı ve Kur’an hakikatlerini esas almıştır. Buna dair ifadesi şöyledir: “Bu Lemaat namındaki eserin sair divanlar gibi bir tarzda bir iki mevzu ile gitmediğinin sebebi: Eski eserlerinden Hakikat Çekirdekleri namındaki kısacık vecizeleri bir derece izah etmek için hem nesir tarzında yazılmış hem de sair divanlar gibi hayalata, mizansız hissiyata girilmemiş olmasıdır. Baştan aşağıya mantık ile hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olarak, yanında bulunan birader zadesi gibi bazı talebelerine bir ders-i ilmîdir, belki bir ders-i imanî ve Kur’anîdir.” Dördüncüsü: Şiiri nesirden ayıran temel özellikler, vezin ve kafiyedir. Şiir bu iki özelliği ile kulağa hoş gelen bir ahenk üzere yazılır. Ancak vezin ve kafiye çoğu zaman anlam üzerinde tahakküm kurar. Yani şair mana ile kafiye karşı karşıya geldiğinde kafiyeyi manaya tercih eder. Halbuki hak ve hakikat mesleğinde, mana doğrudan hakikat ise o hiçbir şeye tercih edilmez, edilmemelidir. İşte bu noktadan olsa gerek Peygamber Efendimiz (sav) şiire tamamen karşı çıkmamıştır. Bu da Üstadımızın uyguladığı apayrı bir sünnettir. Beşincisi: Nice şairler var ki şiirlerindeki mana halkın tabiriyle ceviz kabuğunu doldurmaz. Ne kendilerini ne okuyan insanları köprülerden geçirmez. Rabbimizin Hakîm ismini kâinatta mütalaa edip de her şeyin hikmetli yaratılmasını ve bir vazife gördüğünü müşahede eden birisinin şiiri yazarken safiyeyi kafiyeye feda etmesi o hikmet kanununa zıttır. Üstadımız onlara tenkidini bilfiil göstermek istemiştir. Der ki: “Cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuaraya tenkidimi göstermek istedim.” *** Aslında Üstadımızın ihtiyar ettiği bu üslup her zaman rehber edindiği Kur’an’ın üslubudur. Şöyle der Üstadımız: “Şu eserimde üstadım Kur’an’dır, kitabım hayattır.” (Lemaat, 322) Her alanda Kur’an ve sünnet üzere olmak duasıyla... Kaynaklar: 1- Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, (Haz. M. A. Yekta Saraç), Ankara: TÜBA Yay.2- Buhârî, Edeb, 92; Müslim, Şiir 7, (2257

Allah, kendisini tanıttırmak için şu kâinat sarayını inşa etmiştir. Namaz, O’nu tanımaktır. Allah, eşsiz sanatlarıyla her şeyin kendi kudretinin eseri olduğunu ilan eder. Namaz, Allah’ın hiçbir ortağının olmadığını kabul etmektir. Allah, kendisini sevdirmek için şu âlemi nihayetsiz ziynetlerle süslemiştir. Namaz, O’nu sevmektir. Allah, verdiği sayısız nimetleriyle engin şefkatini ilân eder. Nihayetsiz bir şefkat ise elbette nihayetsiz bir hürmete layıktır. Namaz, O’na hürmettir. Namaz, insanı yoktan var eden ve onu câmid bir taş, ruhsuz bir bitki veya şuursuz bir hayvan değil de mahlûkatın en şereflisi ve yeryüzünün halifesi olarak yaratan Allah’a şükretmektir, O’na teşekkür etmektir. Namaz, en büyük teşekkürdür. Allah, harika ihsanlarıyla, ikramlarıyla bize olan muhabbetini gösterir. Namaz, O’nun muhabbetine, muhabbetle karşılık vermektir. Namaz, Allah’ın kulu olduğumuzu; fâni, âciz, fakir olduğumuzu ve her zaman yaratana muhtaç olduğumuzu kabul etmektir. Namaz, kulluğun ilânıdır. Namaz, belirli vakitlerde ezanla yapılan davete icabettir. Namaz Mevlâ’mız ile yapılan kudsî bir sohbettir. Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir bağlılık, yakınlık ve ulvî bir münasebettir. Namaz, elimize geçmeyen dünyayı, “Allahu Ekber” diyerek elimizin tersiyle arkamıza atıp vefasız dünyayı onu unutmakla cezalandırmak ve dertlerimizi kalbin ağlamasıyla rahmet dergâhına döküp, Allah’ın rahmetine sığınmaktır. Namaz, ibadetlerin her çeşidini içeren nuranî bir fihristedir. Namaz, bütün mahlûkatın ibadetlerine işaret eden kudsî bir haritadır. Namaz, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kullarına bir hediyesidir. Namaz, miraçla gelen bir hediyedir. Namaz, müminler için bir miraçtır. Her “Allahu Ekber”, manen bir adım daha yükselmektir. Namaz, her bir hayat, ruh, şuur ve vicdan sahibinin kayıtsız kalamayıp aşkla, şevkle yapmak isteyeceği nezih, yüce bir hizmettir. Namaz, fânilerden yüz çevirip onların minnet ve zilletinden kurtulup Bâki’ye yönelmektir. Namaz, kalp, ruh ve duygularımızın gıdasıdır. Namaz, imanı ışıklandırıp kuvvetlendiren ve yüceltendir. Namaz, Allah’ın büyüklüğünü kalplere yerleştirendir. Namaz, Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmeye alıştırandır. Namaz, kâinatta Allah’ın kurduğu düzeni kabul ve ilandır. Namaz, kâinat ile ahenk ve uyum içinde olmaktır. Namaz, dünyada manevî kuvvet, kabirde gıda ve ziya, mahşerde kurtuluş senedi, sırat köprüsünde buraktır. Namaz, kabrin arkasında devam etmekte olan o uzun yolculukta insanı Cennet’e ve Cemalullah’a kavuşturan bir bilettir. *** Namazsızlık ise; ilahî düzenin dışına çıkmak, ahengi bozmak, Allah’ın vaadini ve rahmetini suçlamak ve yukarıda sayılan bütün fayda ve maslahatlardan mahrum kalmaktır.

Risale-i Nur’dan istifade eden yüzlerce alim içerisinden, Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur hakkında “Üstad Bediüzzaman’ın (r.a.) ihlası ve Kur’an hizmeti adıyla bir kitap kaleme alan Dr. Abid Tevfik El-Haşimî *’nin Üstadımız ve Risaleler hakkındaki görüşlerini sizlere arz ediyoruz. Kıvrak zekalı, oldukça derin bir âlim, etkili hatip, Kur’an’ın müfessiri, celalli müellif, cesaretli mücahid, belki mücahidlerin kumandanı, mücadelesinin aşığı, her haliyle hizmet ehli, tecrübeli siyasetçi, ihlasına toz konduracak bir hareketi olmayan, birçok insanın beğendiği ve etkilendiği zat olan Eski Said; geniş dairede hizmet metodunun uygun olmadığını, meyve vermediğini farkedince hemen yeni bir arayış içine girdi. Yapılan bu büyük mücahedenin insanın maneviyatının bina ve inşasında çok etkisi olmadığını anlayınca suçu kendi nefsinde aradı. Yediği şefkat tokatlarını, Rabbani bir ikab olduğunu söyledi. Yeni Said ise; ümmetin ıslahında bir şey elde etmediği ve terkettiği siyaset hariç, eski sıfatların hepsini taşır. Bütün enerjisini ahirete vermiştir. Talebelerini de buna davet etmiştir. Rabbiyle karşılaşacağında yaptığı en büyük hazırlık, yetiştirdiği bu Allah için çalışan talebelerdir. Bu hazırlık aynı zamanda din düşmanları için de bir manevi cihad azığıdır. Ümmetin yönünü sözde ve fiilde takva üzere olan iman ve ihlasa çevirmiştir. Karşısında duranların dünyalarına ve siyasetlerine ilişmemiştir. Onun en büyük şiarı şu ayet-i kerimedir: (إِنْ أُرٖيدُ إِلَّا الْإِصْلَاحَ مَا اسْتَطَعْتُ وَمَا تَوْفٖيقٖي إِلَّا بِاللّٰهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنٖيبُ). Yani “(Ben) ancak gücümün yettiği kadar ıslâh etmek istiyorum. Muvaffakiyetim ise ancak Allah(’ın yardımı) iledir. (Ben) yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yönelirim.” Üstad Bediüzzaman’ın elle yazılarak çoğaltılıp neşredilen eserleri, tarih boyunca ıslah hareketleri içerisinde yer almış nadir hareketlerdendir. El ile yazılan nüshalar Anadolunun her tarafına büyük bir gayret ile yayılmış. Birkaç kişiyle başlayan bu dava ihlaslı, onlarca fedakarlar ile kısa zamanda büyümüş. Fakat Üstad ile talebeleri arasına sürgünler, hapisler, zorunlu ikametler, nefeslerini sayacakları derecede sıkı takipler ve 2500’ü aşkın mahkemeler ve şikayetler girmiş. Fakat herbirinden suçsuz olarak tam bir beraat ile necat bulmuştur. Yeni Said (ra) sahabe neslinin bir devamı idi. Davası ise Ebu Derda (ra) Hazretlerinin nasihatinde temessül etmişti: “Musibetten şikayetçi olma, ağrı ve sızını kimseye anlatma, kendini temize çıkarma.” İşte Üstadın hayatı ve davası bu tarz idi. Bütün sıkıntılara davası ve hizmeti için göz yumdu. Telif ettiği risaleler, zindan karanlıklarını aydınlatıyordu. Hayatını o nurların envarıyla geçirdi. Bütün hayatını Kur’an’a adadı. Kur’an’ı müdafaa etme, anlama, anlatma, tatbik etmek için hayatını vakfetti. Hayatı düşmanları için bir ateş kütlesi gibiydi. Hayatından ve varlığından son derece endişe edip korkuyorlardı. Onu 50 bin insan kuvvetinde olarak görüyorlardı. O kadar tesiri ve nüfuzu vardı. Üstad ise (وَكَفَىٰ بِرَبِّكَ هَادِيًا وَنَصٖيرًا) yani “Hidâyet edici olarak da yardımcı olarak da Rabbin yeter!” ayetinin sırrı ve Rabbinin hidayet ve nusretinden aldığı güç ve azimle düşmanlarına ve arkasında bulunan güçlere meydan okuyordu. Sizce böyle bir azim ve iman olmasaydı bu kadar büyük hizmetleri yapabilir miydi? Evet gerçekten Üstad, ümmetin ve gençlerin imanının kurtulması için kendini Allah’a adamış bir zat idi. Eski ve yeni Said hayatını zorluklarla geçirdi. Hiçbir zaman şikayetçi olmadı ve karamsarlığa düşmedi. Bu zorlukları kendini kuşatan birer parlak nurlar olarak görüyordu. Zorlukta da kolaylıkta da o nurları görmeye ve göstermeye çalışıyordu. Üstad Nursi, takvanın esas olduğu bir evde yetişti. Temiz ve safi tasavvufi bir ortamda yaşadı. Babası örnek bir şahsiyet idi. Lakabı Sofi idi. Hiçbir zaman haram lokma yemedi ve evlatlarına yedirmedi. Hatta hayvanlarını otlatmaktan dönerken, başkaların bahçelerinden yemesinler diye hayvanların ağızlarını bağlardı. Saliha bir hanımefendi olan Nuriye Hanım ise annesiydi. Evlatlarını abdestsiz emzirmemiştir. Abisi Molla Abdullah Üstadın ilk hocası ve öğretmeni olmuştu. İşte, Üstadımız küçükken bu şekilde bir ihlas evinde ve ortamında yetişmiş. Bu tarzda fıtratı ve kişiliği oluşmuş. Tasavvufun Üstadın hayatı boyunca kişiliğinin oluşmasında büyük bir tesiri olmuştur. Tillo’nun zaviyelerinde itikafa girerek, Kur’an, hadis ve hadis usulü, siyer, fıkıh ve fıkıh usulü, kelam ilmi, arapça, nahiv ve sarf ilimleri, belagat, edebiyat, mu’cem ve sözlükler gibi birçok ilimle iştigal edip kısa sürede tahsil etmiştir. 14 yaşında iken Molla Muhammed Celali tarafından ilmi icazet verilmiştir. Şer’i ilimleri tahsil ettikten sonra kevni ilimlerle iştigal edip, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, jeoloji, tarih, coğrafya ve matematik gibi birçok modern ilimleri de itkan derecesinde öğrenip kitaplar telif etmiştir. Kur’an-ı Kerim bütün bu ilimlerin telakkisinde üstadı ve mürşidi olmuştur. İmam Nursi’nin hayat aşamaları şu şekilde idi: Zeki ve kalbi daima Kur’an ile irtibatlı olan bir çocukluk dönemi… Takva ve iffetli, kevni ve dini ilimlere hâkim, şevk gayret abidesi, kahraman bir ordu komutanı, kafirlere karşı mücadeleden çekinmeyen mücahid ve dünya lezzetlerini hatta evliliği bile terk edip davası için çalışan fedakarlıklarla dolu bir gençlik dönemi… Vakarlı bir alim, etkili bir hatip, hapis ve sürgünde Allah’a davet eden esir, karşılaşan herkesin hayran olduğu ve kalbinin ısındığı bir zat, müellif ve Kur’an-ı Kerimin müfessiri, İslam Üniversitesi kurmanın hayalini kuran, ölüme meydan okuyan mücadeleler ile dolu yaşlılık dönemi… Yeni Said döneminde yaklaşık 40 yıl birçok sıkıntıyla karşılaştı. 30 yılı aşkın bir süre sürgün, hapis ve karakollarda hayatını geçirdi. Fakat bütün bu zorluklar, ihlasından ve davasındaki istikametten dolayı dünya lezzetlerinden ve kevser suyundan daha tatlı ve lezzetli idi. Çünkü Allah için çalışıyordu. Yakın zamanda dahilde ve hariçte bu eserlerle imanını kurtaran talebelerini görmesi onun bütün sıkıntılarını hiçe indiriyordu. Çekilen sıkıntıları ise Allah’tan gelen bir uyarı ve işlediği günahlarına keffaret olarak görüyordu. İşte Allah dostları böyle olur. Allah ondan razı olsun. Sağlam itikadı ve ihlası eşsiz kişiliğini yoğurmuştur. Hakkı söylemekte ve hakta sebatta ümitsizlik ve tereddüdü yoktur. İnsanların tehdit ve korkutmalarından zerrece etkilenmez. Hatta ölümden bile korkmazdı. Çünkü ahiret için çalışan ve dünyaya ehemmiyet vermezdi. Allah’a ve Rasulüne olan muhabbeti mümtaz kişiliğini bina etmiştir. Dünya ve ahiretin mana ve mahiyetlerini anlayıp idrak etti. Bu idrak ve anşayışı kalbine nakşetti. Damarlarına kadar işledi. Sair letaifini terbiye ederek bu idrak için kullandı. Sadık bir iman tecessüm etmiş bir halde yeryüzünde yürüyordu. Ne evlad ne de mal sahibi oldu. Kur’an hizmetine hayatını vakfetmek için herşeye yüz çevirdi. Sâkin bir hali vardı. Kalbi huşû içerisinde Rabbiyle beraberdi. “Dost ve enis istersen Allah yeter” diyordu. Allah’tan başkasına teveccüh edip başkaların arkasında koşup yorulmamıştır. Allah onu inayetiyle tasdik etti. Milyonların kalplerini ona ve eserleri olan Risale-i Nurlara yöneltti. Onu sevdiler ve davası için fedakarlıklar yapmaktan çekinmediler. Sürgün ve hapislerden yüzlerce risaleleri alıp milyonlara ulaştırdılar. Bütün baskı ve sıkıntılara rağmen geri durmadılar. Sadık bir ihlası olmasaydı davası ve hizmeti başından beri sebat ile binler tarafından sahip çıkılmazdı. 80 küsur yıl mücadele ile dolu olan hayatını ve mücahedesini her insan kaldıramaz. O hastalığına bedence zayıflığına rağmen dimdik durarak sebat etmiştir. Üstad Bediüzzaman şahsi musibetlerine karşı sabırlı, dine ve islama yapılanlara bir dakika bile tahammül etmeyen bir zattır. Meşhur sözünü hayatıyla ve fiilleriyle ortaya koymuştur. Küfre rıza küfür, zülme rıza zülümdür. Musibetler ve zorluklar onun azim ve gayretini arttırmıştı. Hiçbir zaman ümitsizliğe itmemiştir. Gücünü ve maneviyatını her zaman çok yüksek tutmuştur. Kuvvetini hakta aramış ve haktan hiçbir zaman şaşmamıştır. “Evet, kuvvet Hak’tadır.” şiarı hayatının en büyük dayanak noktası olmuştur. Bu kuvvet ve güç iman nokta-i nazarında bütün maddi güç ve kuvvetlerin fevkindedir. Çünkü bu manevi kuvvet ve güç ile bütün sıkıntı ve zorluklara Allah’ın inayetiyle göğüs germiştir. “Üstad Said’e 50 bin kuvvetinde bir insandır, onu kesinlikle rahat bırakmayın” diye söylerlerdi. Bahar mevsiminde Barla köyünün dağlarına ve tepelerine gitmesine izin vermek istemezlerdi. Ama Üstad bütün bu sıkıntılara rağmen tefekküründen, davasından ve risalelerinden geri durmadı. Kendine devlet maaşını yasaklamıştı. Hiçbir şekilde devletten ve insanlardan hediye veya para kabul etmiyordu. “İnsanlardan aldığım hediye ve paralar bana dokunuyor, hasta ediyor, ben iktisad bereketiyle geçiniyorum” derdi. Hayatını izzet ile geçirdi. Hiç kimseye tezellül etmedi. Tama’ ve hırs yüzünden davasını ve değerlerini terk etmedi. Sağlam ve dik duruşuyla bizlere ve ümmetin alimlerine örnek oldu. Allah Üstad Bediüzzaman’a binler rahmet eylesin ve ondan ebeden razı olsun.1 Kaynaklar: 1- Kalu an-Nursi (Nursi Hakkında Dediler), Altınbaşak Neşriyat, 2008, Kahire, s. 108-119

EBUBEKİR’İ (ra) HZ. PEYGAMBER’LE (sav) BERABERLİĞİ İLE MEŞHUR ve MÜMTAZ KILAN 3 HUSUSİ VASFI1 1- Bu dünyada, Resul-ü Ekrem Efendimiz’in (sav), herkesten fazla ve hususi anlamda birlikteliğinin ve arkadaşlığının olması. 2- Resul-ü Ekrem Efendimiz’in (sav) has sohbetlerine mazhar olması. 3- Vefat-ı nebevîden sonra en önce vefat ederek, ahiret’te de ona ilk kavuşmakla yine maiyetine girmesi. Yani dünyadayken olan hususi birliktelik ve arkadaşlığının, ahiret hayatında da aynen devam etmesi. KALB ve DİL ile YAPILAN DUANIN EN TATLI 5 MEYVESİ2 Birisi (Allah) var ki; 1- Kalblerden geçen hatıraları işitir. 2- Her şeye eli yetişir. 3- Her bir arzuyu yerine getirebilir. 4- Âcizliğine merhamet eder. 5- Fakirliğine medet eder. RESUL-Ü EKREM (sav)’İN 2 ÂLİ3 1- Nesebî âli: Resul-ü Ekrem (sav)’in neslinden gelenler (seyyidler cemaati). 2- Kur’an’ın hakikatlerini ve sünnet-i seniyenin düsturlarını muhafaza ve ihyayı kendine meslek edinenler. EN HAYIRLI GENÇLERİN 4 ÖZELLİĞİ4 1- İhtiyarlar gibi ölümü düşünürler. 2- Ahiretlerine çalışırlar. 3- Gençlik heveslerine esir olmazlar. 4- Gaflette boğulmazlar. EN ŞERLİ İHTİYARLARIN 2 ÖZELLİĞİ5 1- Gaflette ve hevesâtta gençlere benzerler. 2- Çocukcasına nefsânî heveslere tâbi olurlar. DİĞER MUKADDES KİTAPLARIN TAHRİF OLMALARININ 4 SEBEBİ6 1- O kitapların ibarelerinin Kur’an gibi mucizevi olmamaları. 2- Devamlı bir surette tercüme üstüne tercüme yapılmasıyla, farklı pek çok yabancı kelimelerin karışması. 3- Müfessirlerin sözleri ve yanlış tevilleri, onların ayetleri zannedilerek karıştırılması. 4- Bazı cahil ve garazlı kişilerin parmak karıştırması. ŞEFKAT TOKADI YEMEYE SEBEP OLAN 3 HATA7 1- Hizmette usanç ve bıkkınlık göstermek. 2- “Neme lâzım” deyip nefse ait hususi işlerle meşgul olmak. 3- Hizmette ihmalkâr davranmak. CENAB-I HAKK’IN MAHLUKATINI ŞUURLU CANLILARA GÜZEL GÖSTERMEK İSTEMESİNİN 3 ALÂMETİ8 1- Sanatlarını kemal-i ehemmiyetle güzel göstermesi. 2- Çirkin görünen şeyleri perdeler altına alması. 3- Nimetlerine, o nimetleri süslendirerek nazar-ı dikkatleri celp etmesi. TARİKATLERDEKİ EVRÂD, EZKÂR VE MESLEKLERİN BİD’A SAYILMAMASININ 3 ŞARTI9 1- Asıllarının Kur’an ve sünnetten alınması. 2- Sünnet-i seniyenin sabit, usul ve esaslarına muhalefet etmemek. 3- Sünnet-i seniyenin sabit, usul ve esaslarını değiştirmemek. HAREKET ve FİİLLERİMİZDE ZAT-I AHMEDİYE’YE (sav) BENZEMENİN 2 MÜHİM GEREKÇESİ10 1- Cenab-ı Hakk’a olan muhabbetimiz. Allah’ı seven, kendini de Allah’a sevdirmek ister. Bu da ancak sünnet-i seniyeye ittiba ile olur. 2- Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a olan muhabbetimiz. Madem ki Zât-ı Ahmediye (sav), insanlara karşı sınırsız İlâhî ihsanların en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zâta, eğer benzemek mümkün ise fıtraten benzemek ister. Bu da sünnet-i seniyeye ittiba ile olur. ÜMİTSİZLİĞİN İSLÂM TOPLUMLARINDAKİ 4 NETİCESİ11 1- Birbirinden farklı farklı istipdatlar. Baskıcı yönetimler. 2- Ahlâksızlık. 3- Bütün içtimâî hallerdeki karışıklık. 4- Tembellik. Kaynaklar: 1- Osmanlıca Lem’alar, s. 25.2- Osmanlıca Sözler, s. 1103- Osmanlıca Lem’alar, s. 33.4- Osmanlıca Mektubât, c. 1, s. 126.5- Osmanlıca Mektubât, c. 1, s. 126.6- Osmanlıca Zülfikar, s. 2917- Osmanlıca Lem’alar, s.428- Osmanlıca Lem’alar, s.559- Osmanlıca Lem’alar, s.5710- Osmanlıca Lem’alar, s.6011- Osmanlıca Muhâkemât, s. 6

İnsanlara vaaz ve nasihatte bulunurken muhatabın durumunu göz önüne almak gerekir. Muhatabımız daha nefsini ıslah edememiş birisi ise ona “sen” diliyle hitap etmek, nefs-i emmaresini, müdafaaya sevk etmesine sebep olur. Nefsi avukatlığa başlar. O kişi de hatalarını, kusurlarını görmez, göremez. Ölçü: Sevgili Üstadımızın, nefsini ıslah için yazdığı hakikatlerin insanların gönüllerinde yer etmesinin bir sebebi de kullandığı dildir. Risale-i Nurlar dikkatle incelendiğinde görülecektir ki Hz. Üstad hep “ben” dilini kullanmış, herkesten önce kendi nefsine hitap etmiştir. Herkesten evvel nefsini nasihate muhtaç görmüştür. Bediüzzaman Hazretlerinin nefsine hitap ederken kullandığı cümlelerde, “Ey şikemperver nefsim”, “Ey dünyaya talip bedbaht nefsim”, “Ey gençliğinde gülmüş şimdi güldüğüne ağlayan nefsim”, “Ey sabırsız nefsim”, “Ey sersem nefsim”, “Ey dünyaperest nefsim”, “Ey cahil ve mağrur nefsim”, “Ey tenbel nefsim”, “Ey hayata çok müştak ve ömre çok talib ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile mübtela bedbaht nefsim” gibi ifadeleri görürüz. Bu hitapların arkasından gelen hakikatler ise, nefsi ıslah ve ruhu terbiye edip kalbe nur, sadra şifa olmuştur. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bu husustaki samimiyetinin bir neticesi olarak dile getirdiği hakikatler akıllara, ruhlara, kalplere tesir etmiştir. İnsanlara vaaz ve nasihatte bulunurken muhatabın durumunu göz önüne almak gerekir. Muhatabımız daha nefsini ıslah edememiş birisi ise ona “sen” diliyle hitap etmek, nefs-i emmaresini, müdafaaya sevk etmesine sebep olur. Nefsi avukatlığa başlar. O kişi de hatalarını, kusurlarını görmez, göremez. Karşı tarafı yargılamadan, savunma mekanizmalarını devreye sokmasına fırsat vermeden, yanlış davranışı gözler önüne serip doğru olanı göstermek gerekir. Yani doğruyu ve sonuçlarını yanlışı ve neticelerini dünya ve ahiretteki karşılıklarını kişinin anlayacağı şekilde ortaya koyup tercihi kendisine bırakmak gerekir. Bu metodu sevgili Üstadımız şöyle açıklıyor: “Çoklar tarafından hem bana hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar ki: “Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukabil Risâle-i Nur mağlûb olmuyor? Milyonlar kıymetdar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiye’nin intişarlarına bir derece sed çektikleri halde, sefâhet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok biçare gençleri ve insanları hakaik-i imaniyeden mahrum bıraktıkları halde, en şiddetli hücum ve en gaddarâne muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risâle-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risâle-i Nur’un intişarı, hatta çoğu el yazması ile altı yüz bin nüsha risâlelerinden kemâl-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dâhil ve hâriçte kemâl-i iştiyak ile kendini okutturması hikmeti nedir? Sebebi nedir?” diye bu mealde çok suallere karşı el-cevab: Deriz ki: Kur’ân-ı Hakîm’in sırr-ı icazıyla hakiki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir manevi cehennemi dalâlette gösterdiği gibi; imanda dahi bu dünyada manevi bir cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevi elîm elemleri gösterip, hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şerîatın amelinde, cennet lezâizi gibi manevi lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefahat ehlini ve dalâlete düşenlerini o cihetle aklı başında olanlarını kurtarıyor.”1 Ölçü: Nasihatin tesirinin bir başka ciheti de kişinin yaratılışına, mizacına münasip ve muhatabın yapabileceği şeyleri içinde bulundurmasıdır. Fıtrata muhalif şeyler her zaman ters teper, neticesiz kalır. Hâlbuki fıtratta olan şeyi “yanlıştan doğruya, batıldan hakka, şerden hayra doğru mecralarını değiştiriniz” denilse herkesin yapmakta zorlanmayacağı bir teklif olur. Nasihat de tesirini gösterir. Bu hususta Said Nursi Hazretleri şu örnekleri veriyor: “İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki, ahlâksız insanlara derler: “Hased etme, hırs gösterme, adavet (düşmanlık) etme, inâd etme, dünyayı sevme, yani fıtratını değiştir” gibi, zahiren onlarca mâlâyutâk (güç yetmeyecek) bir teklîfte bulunurlar. Eğer deseler ki: ‘Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz!’ Hem nasihat tesir eder. Hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”2 Yukarıda verilen örneklerde haset, hırs, adavet, inat ve dünya sevgisinin yönü değiştirilip hak yolda kullanılması mümkündür. Duyguların yönünü bu şekilde hakka çevirmek insanlarca yapması mümkün olan bir teklif olur. Mesela haset etmek fıtratta var. Ama onu Müslümanlara karşı kullanmak günahtır. Fakat kâfirlerin ellerindeki imkânlarına haset etmek dinen caizdir. Düşmanlık yaratılışımızda var. İllaki birilerine düşmanlık edeceksek bunu Müslümanlara değil, başta nefsimize, sonra şeytanımıza, sonra da bütün din düşmanlarına karşı bu hissimizi kullanabiliriz. Hırs, hayatımızın bir parçasıdır. Lakin onu dünyevi basit şeylere değil de Allah’ın rızasını kazanmak yolunda harcarsak bu hırs makbul bir duygu ve ismi de azim olur. Dünyayı dünya için değil, ahireti ve Allah’ın rızasını kazanmak için sevmenin hiçbir zararı yoktur. İnadı, dünyevi beş para etmez şeylerde kullanmak yerine nefis ve şeytanın isteklerine muhalefette ve hakta sebatta istimal etmek hayırlı bir amel olur. İşte nasihat bu şekilde yapılırsa insanları hakka yaklaştırır. Yoksa usulsüz yapılan her şeyin sonu vusülsüzlüktür. Maksadına ulaşamamaktır. Kaynaklar: 1- Mektubat 2, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha, s. 4332- Mektubat 1, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha, s. 25

Osmanlı döneminde İstanbul’un önde gelen tasavvuf merkezlerinden biri olan Merkez Efendi Külliyesi, Zeytinburnu ilçesinde, eski adı “Mevlevîhane Yenikapısı” olan Mevlânâkapı’nın dışında, kendi adını taşıyan mahallede ve cadde üzerinde yer almaktadır. Külliyenin çekirdeğini oluşturan tekkenin kurucusu, Halvetiyye tarikatının Sümbüliyye koluna mensup “Merkez Efendi” lakaplı Şeyh Muslihiddin Mûsa Efendi’dir. Döneminin ileri gelen sûfîlerinden olan Merkez Efendi aynı zamanda hekimdir. Sümbüliyye’nin pîri “Sümbül Efendi” lakaplı Şeyh Yusuf Sinaneddin Efendi’nin (ö.1529) halifesidir. Merkez Efendi, Yavuz Sultan Selim’in eşi Ayşe Hafsa Sultan’ın (ö.1533) inşa ettirdiği külliyenin zâviyesinde şeyhlik ve dârüşşifâsında tabiplik yapmak üzere Manisa’ya davet edilmiştir. Günümüzde geleneği yaşatılan ünlü mesir macununun Merkez Efendi tarafından Manisa’daki bu görevi sırasında icat edildiği bilinmektedir. Ayrıca, Manisa’daki ikâmeti sırasında Yavuz’un kızlarından Şah Sultan (ö.1572) ile evlendiği, bu evlilikten Ahmed Çelebi (ö.1562) adında bir çocuğun dünyaya geldiği belirtilmektedir. Mürşidi Sümbül Efendi’nin 1529’da vefatı üzerine İstanbul’a gelerek Koca Mustafa Paşa Külliyesi’ndeki tekkenin şeyhliğini üstlenmiş, hayatının sonuna kadar yirmi üç yıl bu görevi sürdürmüş, ancak bu arada sur dışındaki tekkesiyle de ilişkisini kesmemiş, zaman zaman oradaki çilehânesinde itikâfa çekilmiş, halvete girmiş, muhtemelen aynı zamanda bu tekkenin şeyhliğini de üstlenmiştir. Merkez Efendi Tekkesi, Halvetiyye- Sümbüliyye tarikatının, âsitâne ve pîr makamı olan Sümbül Efendi Tekkesi’nden sonra en önemli ikinci merkeziydi. Vefatında, postnişi bulunduğu Sümbül Efendi Tekkesi yerine kendi tekkesine defnedilmiştir. Türbesi eşi Şah Sultan tarafından yaptırılmış, 1837’de Sultan II. Mahmud tarafından yeniden inşa edilmiştir. Merkez Efendi Tekkesi, kuruluşunu izleyen yüzyıllar boyunca, âsitâne (bir tarikatın veya tarikat kolunun merkezi) veya pîr makamı (tarikat veya tarikat kolunun kurucusu olan pîrin türbesini barındıran tekke) olmamasına rağmen, halkın Merkez Efendi’ye hayatta iken gösterdiği sevgi ve saygının vefatından sonra da devam etmesi ve türbesinin en itibarlı ziyaretgâhlardan birisi haline gelmesi sonucunda İstanbul’un en önemli tasavvuf merkezleri arasında yer alagelmiştir. Bu durumundan dolayı da tekkenin binaları çeşitli tarihlerde onarılmış, yenilenmiş, birtakım ek binalar inşa edilmiş, sonuçta “tarikat külliyesi” diyebileceğimiz bir yapı topluluğu ortaya çıkmıştır. Şah Sultan, birisi Eyüpsultan’ın Bahariye kıyısında, diğeri sur içinde Davutpaşa’da olmak üzere, inşa ettirdiği iki tekkeyle birlikte, sur dışındaki bu tekkeyi de vakıflarla donatmıştır. Şah Sultan tarafından genişletildiği, mimar Koca Sinan eliyle cami-tevhidhânenin yenilendiği, bir de hamam inşa ettirildiği vakfiyelerden anlaşılmaktadır. Musa Muslihiddin Efendi’nin “Merkez” ismini alışıyla ilgili şu rivayetler de nakledilmektedir: Sümbül Efendi bir gün müridlerine, “Mümkün değil ama, bu dünyayı siz yaratmış olsaydınız nasıl yaratırdınız?” diye sorar. Müridler kendilerine göre izahlar yaparlar; Musa Muslihiddin Efendi ise “âlem o kadar mükemmel yaratılmış ki, hiçbir değişiklik yapmaz, her şeyi “merkezi”nde bırakırdım” der. Sümbül Efendi bunun üzerine, “Âferin Musa Efendi, demek her şeyi merkezinde bırakırdın, öyleyse bundan sonra senin ismin “Merkez Muslihiddin” olsun, inşallah sen de merkezini bulursun” der. Merkez Efendi çocukları çok sevdiği için, dünyaya gelen, sünnet olacak, okula başlayacak, hasta, yaramaz çocuklar Merkez Efendi’ye götürülerek ziyâret edilir, yaptıkları duanın kabulü için kendisini vesile kılarlarmış. Cenâb-ı Hak cümlemizi şefâatine nâil eylesin.

Selamünaleyküm. Pandemi süreci ile birlikte D vitamini yeterli düzeyde olan kişilerin hastalıktan kurtulma oranının daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. D vitamininin yeterli olması bu kadar önem arz etmesine rağmen ülkemizde D vitamini seviyelerinin oldukça düşük olduğu da bildirilmektedir. Bu yazımızda, D vitamini takviyesi alınmasının gerekliliğini vurgulamak istiyoruz. Herkesin bildiği üzere D vitamini güneş ışığından alınmaktadır. Güneşten alınamazsa kapsül, ampul ya da tablet formundaki gıda takviyeleri önerilmektedir. Önerilen gıda takviyelerinin helal olmasına dikkat edilmesi gerekmektedir. D vitaminlerinin nerden elde edildiğini öğrenmek amacıyla eczacı arkadaşımdan çalıştığı firmaya sormasını rica ettim. Bugün D vitamini olarak aldığınız ilaçların hammaddesi İsviçre’de yaşayan koyunların yünlerinden elde edildiği bilgisini aldım. Doğal D vitamini kaynaklarına geçmeden önce D vitaminin hikayesinden bahsetmek istiyorum. D VİTAMİNİNİN HİKÂYESİ Raşitizm 19. yüzyılın en ciddi hastalıklarından birisiydi. Bu hastalık gelişme geriliği, boy kısalığı, kolda, bacakta eğilip bükülmeler, yürüme güçlüğü gibi bulgularla çocuklukta başlar, kemik kırıklarıyla ilerleyerek hayatı kısaltır. 1929 yılında Hess ve Unger, güneş ışığının raşitizm hastalığını iyileştirdiğini keşfetti. Bir yıl sonra da mayaya ultraviyole ışınları verildiğinde raşitizmi önleyen bir maddenin ürediği bulundu. Buna “D vitamini” adı verildi. Sonra D2 vitamini olarak adı değiştirildi. 1937 yılında D3 vitamininin ultraviyole ışınları ile deride sentezlenebildiği bulundu. Kullanılan D-Vit ampul ve damla doğal yollarla, koyun yününden elde edildi. Koyun yünü kaynatılarak yağı çıkartıldı. Bunun içinden lanolin ve D vitamini elde edildi. Maliyet azaltıldı. 1950’li yıllardan sonra D vitamininin önemi anlaşıldı. Amerika ve Kuzey Avrupa ülkelerinde ekmeğe, süte, bazı gıda maddelerine eklenmeye başlandı ve raşitizm hastalığı bir halk sağlığı sorunu olmaktan çıktı. KAÇ TİP D VİTAMİNİ VAR? D vitamini yağda eriyen vitamin grubundan. Vücutta birikebiliyor. İki esas formu var. Vitamin D3, deride “7-dehidrokolesterol” denilen maddenin güneşteki ultraviyole ışınları ile oluşuyor. Vücut aşırı güneş ışınına maruz kalsa bile ihtiyaç fazlası vitamin aktif olmayan formlara dönüşüyor ve vücutta birikimi önleniyor. Vitamin D2 süt, yumurta, yağlı balıklar ve bazı bitkilerde bulunur. Hayvanların yedikleri otlardan, gıdalardan aldıkları D2 vitamini süte geçebilir. İnek ya da koyun sütü ultraviyole ışınlarına tabi tutulursa, bu vitamin D3 vitaminine dönüşür ve aktif hale gelir. “Vitamin D ilaveli süt” adı ile raflarda gördüğünüz bu sütlerdir. D vitaminli sütler bazı Avrupa ülkelerinde zorunludur. D vitamininin koyun yününden elde edildiğini öğrendikten sonra kuyruk yağının da yüksek oranda D vitamini içerdiğine dair pek çok çalışmayla karşılaştım. Ve D vitamini takviyesine doğal alternatif olarak kuyruk yağı kullanılabileceğine dair bilgilere rastladım. Doğal D Vitamini en çok koyun kuyruk yağında bulunur. Koyunlar güneş ışığını bünyelerinde depolarlar. Direk deri yoluyla bizim bünyemize aktarırlar. Bilinenin aksine kuyruk yağı, damar tıkamaz, kolesterol yükseltmez. Tam aksine damar açar, tıkanıkları dışarı atar. Kuyruk yağını güvendiğiniz bir kasaptan alarak 1 cm aralığında kuşbaşı doğrayıp, orta hararetli ısıda eriterek elde edebilirsiniz. Sade içebilirseniz daha tesirli olacaktır. Kokusunu ağır bulanlar, içine kakule ekleyerek yumuşatabilirler. Yine yaptığınız yemeklere de katarak, D vitamini takviyenizi rahatlıkla sağlayabilirsiniz. Kuyruk yağı ayrıca çok besleyicidir. Kuyruk yağı ile yapılan yemek, neredeyse iki öğün yemek yerini tutar. Kolay acıkmazsınız. Kemiklerinizde hissettiğiniz ağrıları hafifletir. Rabbimiz kâinatı yaratırken D vitaminine bir hormon görevi vermiş ve bunu çok uzaktaki güneşten cildimize kadar göndermiş. Bu vitamini güneşlenerek alamayanlar için, güneş altında gezinen ve canlı birer güneş paneli olarak çalışan mübarek koyunların yünlerinden alabilmemiz için koyunları bizlere hizmetkar kılmış. Aldığımız D vitaminini vücudumuzda depolama imkânı vermiş. Eğer yazın güneşten aldıysak karaciğerde depolayıp, kışın da kullanabilmemizi sağlamış. Bu doğal maddeyi ilaç olarak alıyorsak, bunu da 2-3 ayda 1 kez alarak vücudumuzda depolamamızı ve vücudun ihtiyacı kadarını aktif hale getirerek kullanmasını sağlamıştır. Hayvanî gıda tüketemeyenler için mantar iyi bir alternatif olabilir. Güneşin ultraviyole ışınlarına maruz kaldıklarında tıpkı insanlar gibi mantarlar da D vitamini üretebilme kapasitesine sahiptir. Daha fazla fayda sağlamak için tüketmeden önce güneşte kurutabilirsiniz. Herhangi bir hastalığınız varsa tavsiye amaçlı verilen bu bilgileri doktorunuza danışarak uygulayabilirsiniz.

Avrupa’nın şuurumuzu felce uğrattığı kelimelerden ikisi de kültür ve medeniyettir. “Çağdaş uygarlık düzeyinin” dışında bazı hakikatler olabileceğini idrak edemedik. İkinci Meşrutiyete kadar kültür kelimesi yok bizde. Nasıl olur? Kültürü karşılayacak kelimemiz yok mu? Kültür tek başına bir Babil kulesidir. Balıkçılık, ziraat, mikrop üretimi, vs. 161 manası var. 161 manası olan kelimenin hiçbir manası yoktur. 1-) 1930’a kadar Fransa irfan manasına kullanır. Alman Herder’den itibaren çeşitli manalar veriyorlar. Kemalat-ı beşeriyeyi tamamlayan her şey. Ferdiyeti şahsiyete çeviren her şey. Osmanlı’da bunun ismi irfandır. Batı, billur bir avizeyi kırar ve toz halinde bize sunar. 2-) Antropolog ve etnologların kelimeye kazandırdıkları mana, maddi medeniyet-manevi medeniyet. Bu manada kültür-medeniyet. Avrupa bizi de kendi kesretine düşürmek için bu kelimeleri ihraç ediyor. Büyük kamuslarda, mesela Webster’de kültür-medeniyet. Braudel de aynı şekilde. İtalyan ansiklopedisine yazdığı medeniyet maddesinde Braudel iki kelimenin aynılığı üzerinde durur. Kültür bir milleti millet yapan her şeydir. Yani dünya görüşüdür. İkincisi ise bir medeniyetin tabiatı dizginlemek için kullandığı her türlü vasıtadır. Bu iki kelimeyi neden soktu intelijansiyamız? Kurt, dumanlı havayı sever. İntelijansiyamız kendi dünyasından kopmuştu. Bir kazazededir. Sığınacağı hiçbir ada yoktur. Kendi medeniyetini inkâr ettikten sonra, ölü medeniyetlerden kendine ecdad arar. Cami avlusunda bulunmuş bir çocuktur. Kültürü almıştır, irfanı atmıştır. Medeniyeti almıştır, umranı atmak için. Çünkü irfanını ve umranını bilmez. Kaynaklar: *Cemil Meriç: Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 303, İletişim Yayınları, 1997