174. Sayı: "Fetih Ruhu..."Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiSen Bir Fatihsin!
İnsan

Fetih ve keşif kelimeleri bugün karşılık olarak aynı manayı ifade ediyor gözükseler de fetih, maddi manevi kapalı olan bir şeyi açmayı karşılarken; keşif, gizli olanı açığa çıkarmayı karşılamaktadır daha çok. Keşfin de fethin de önce insanın kendisinden başlamak gibi önceliği vardır, bilene. Zira kendini/potansiyelini keşfedemeyen, hariçte olanları nasıl keşfedebilir. Bundan dolayıdır ki en temelde, kendini bilen Rabbini bilir denmiştir. Hem Yunus, “İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendin bilmezsin, bu nice okumaktır” demiştir. Ve okumanın/bilmenin de ilk adresi olarak yine insanın kendisini göstermiştir. İnsanın önce kendi kilitlerini açması elzemdir. Kendi potansiyelini keşfe yol açacak kapıları aralayamayan, hariçteki kapıları açamaz. Dahası, hariçteki kapıları açacak anahtarı kendisinde ve o anahtarın da açılması müşkilküşa olduğunu bilmeyen, dışarıdaki kapıları ancak zorlayacaktır. Fakat çoğunu açamayacaktır. Açtığını zannettikleri ise, aslında çözümsüzlüğe giden kapılar olarak karşısına çıkacak ve çıkış arayan insan kapanmanın/daralmanın adresi olacaktır. Mekke’nin kapılarını açan Efendimiz (sav) ve Ashabı, önce kalplerini Allah’a açmışlar, keşif yolunda kat edilen mesafeyle birlikte Mekke’de zorlanmamışlardı. Her şeyiyle sebeplerin sükût ettiği içine düştüğü buhranlı halde iken Yunus (as), kalbini ve dilini yalnızca Allah’a açmış, üst üste kapanan bütün kapılar açılmış ve sahil-i selamete çıkmıştı. Kardeşleri tarafından ötekileştirilen ve dünyalarından çıkmaya zorlanan Yusuf (as), Rabbine sığınmış, atıldığı kuyu bir tünel olmuş ve hapishane dershanesinden geçen yolculuğu, Mısır maliye bakanlığına giden kapının adresi olmuştu. Mağaraya sığınıp kapısı bir taş tarafından kapanan üç genç, ancak kalplerini açtıklarında ve sadece Allah için yaptıkları işleri ortaya koyduklarında kapı açılmış ve selamete ermişlerdi. Fatih Sultan Mehmed ellerini açıp “Allah’ım! Senin gösterdiğin yolda, gönderdiğin din uğruna savaşan İslam ordusunu koru, zafere ulaştır. Kostantiniye’nin fethini göster. Sana sığındık, sana bağlandık. Bizi sevindir, düşmanları yerindir.” diye gönlünü Allah’a açtığında İstanbul’un kapıları da açılmıştı. Dahası bir çağ kapanıp bir çağ açılmıştı. Ve Bediüzzaman… Çam Dağında yazdırdığı eser bitince, “Elhamdülillah küfrün belini kırdık” deyince, yanındaki talebesi Şamlı Hafız Tevfik, “Üstadım şaşarım senin aklına, harıl harıl dinsizlik kitapları basılırken biz burada bir risale yazdık, siz böyle söylersiniz” deyince, Üstad, “Ben senin aklına şaşarım keçeli! Biz vazifemizi yaparız, Allah’ın vazifesine karışmayız” diye cevap vermişti. Kendi işini yaptıktan sonra, işi asıl sahibine havale etmiş, arkasından kapılar bir bir açılmış, küfrün taşları tek tek düşmeye başlamıştı. Ey şimdi kapılar daraldı, her şey üstüme geliyor, sıkıntı boyumu aştı diyen kardeşim! Gel sana bir ayet meali söyleyeyim. Kalbimizi ona açalım da bize de kapılar açılsın. “Allah’a ve âhiret gününe îmân etmekte olan kimselere bununla nasîhat olunur; kim Allah’dan sakınırsa, (Allah) ona (her darlıktan) bir çıkış yolu kılar. Ve onu hesab etmediği yerden rızıklandırır! Kim Allah’a tevekkül ederse, artık O ona yeter!” (Talak, 2-3) “Ey kapıları açan Allah’ım!” Şu mübarek Ramazan ve Bayram hürmetine “Bize hayır kapılarını aç."

Metin UÇAR 01 Mayıs
Konu resmiTarihten Sayfalar
Kültür ve Medeniyet

I. Dünya Savaşı 28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan veliahtı ile eşinin Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi, daha önce saflarını belirleyen İttifak ve İtilâf devletlerinin zincirleme olarak birbirlerine savaş açmasına sebep oldu. 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a karşı savaşa girmesi üzerine Almanya da 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta Fransa’ya, 4 Ağustos’ta Belçika’ya savaş ilân etti. 4 Ağustos 1914’te İngiltere anlaşmalar gereği Almanya’ya savaş ilân etti. Böylece tarihe I. Dünya Savaşı olarak geçen mücadele başlamış oldu. Savaşa daha sonra Japonya, Osmanlı Devleti, İtalya, Bulgaristan, Romanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Yunanistan da katıldı. Savaş Avrupa’nın batı, doğu, Galiçya, Balkanlar ve güney cephelerinde cereyan etti. Osmanlı Devleti’nin katılmasıyla da Kafkasya, Filistin, Irak ve Çanakkale Boğazı’nda sürekli muharebeler oldu. Asya ve Afrika’daki sömürgelerde ve açık de­niz­lerde de çarpışmalar gerçekleşti. Savaş, müt­tefik devletler de denilen “Üçlü İtilâf”ın merkezî devletler adı ile tanınan “Üçlü İt­ti­fak”a karşı zafer kazanmasıyla sona erdi. 17 Mayıs 1304Gazân Han Vefat Etti İlhanlı Hükümdarı Argun Han’ın oğlu olarak 1272’de Âbeskûn’da dünyaya geldi. Gāzân Han, kumandanlarından halasının kocası Nevruz Bey’in teşvikiyle Elburz’da Lâr vadisinde Müslüman oldu ve Mahmud adını aldı (19 Haziran 1295). Kendisiyle birlikte yaklaşık 100.000 Moğol askeri de Müslüman oldu. İlhanlı devlet adamlarının kendisini desteklemeleri sonucunda mevcut İlhanlı hükümdarı Baydu’ya galip geldi. 3 Kasım 1295’de Karabağ’da İlhanlı tahtına oturdu. İslâmiyet’i devletin resmî dini olarak ilan etti. Azerbaycan ve Tebriz’de bulunan Budist mâbedlerini ve babası Argun’un portresinin bulunduğu Tebriz’deki mâbedi yıktırarak Müslümanlığın yayılmasına yardımcı oldu. Gāzân Mahmud Han zamanında İslâmiyet, geniş ölçüde devlet desteği görmüş, başta Tebriz olmak üzere ülkede birçok dinî müessese kurulmuştur. 17 Mayıs 1304’de Kazvin civarında vefat etti. 22 Mayıs 1766İstanbul’da deprem oldu Depremin artçı sarsıntıları Ağustos ayına kadar devam etti. Büyük bir yıkıma sebep olan depremin yaralarını sarmak için 22 bin keselik bir bütçe ayrıldı. Bu depremde başta Fâtih Camii olmak üzere birçok bina yıkılmıştır. Sultan III. Mustafa 1245 kese gibi bir masrafla Fâtih Camii’ni yeniden yaptırmıştır. Bunun yanında Eyüp Sultan Camii, Dâvud Paşa Kasrı, Kapalı Çarşı, surlar, Baruthâne-i Âmire, Saraçhane, yeniçeri odaları, Tophane, Kızkulesi gibi yıkılan veya hasar gören yerler inşa ve tamir edilmiştir.  31 Mayıs 629Hz. Amr bin As (ra)Müslüman oldu Kureyş kabilesinin Sehm koluna mensuptur. Mekke’de doğdu. Müslüman olmadan önce Mekke’nin ticaret ve siyaset hayatında önemli bir yeri vardı. Dış ülkelere yaptığı ticarî seyahatler sırasında Habeşistan Hükümdarı Necâşî ile dost oldu. Bundan dolayı Habeşistan’a hicret eden Müslümanlara sığınma hakkı tanınmayıp iade edilmeleri için Mekke şehir devleti adına elçi olarak Necâşî’ye gönderildi. Ebû Süfyân başkanlığındaki ticaret kafilesinde bulunduğundan Bedir Savaşı’na katılamadı. Uhud ve Hendek savaşlarında Kureyş ordusunun süvari birliklerine kumanda etti. Mekke’nin fethinden önce 1 Safer 8 (31 Mayıs 629) tarihinde Müslüman oldu. Hz. Amr’ın (ra) askerî ve siyasî kabiliyetini, bilgi ve cesaretini gören Peygamber Efendimiz (asm), Zâtüsselâsil seriyyesinde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ebû Ubeyde (ra.ecmain) gibi daha önce Müslüman olmuş ashabın başına onu kumandan tayin etti; daha sonra da İslâmiyet’i tebliğ etmek ve vergi toplamak üzere Uman’a gönderdi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiFetih Ruhu...
Kültür ve Medeniyet

Fetih ruhu, “De ki: Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur. (İsra/81)” hakikatinin azametine topyekûn olarak sırt dayamaktır. Fetih Ruhu, Duadır. Dünyanın herhangi bir zamanında, herhangi bir coğrafyasında mücahede halinde bulunan ya da mağdur ve mazlum durumda olan bir parça ümmet varsa onların salahı, felahı ve selametini niyaz etmektir. Dünyanın her yerinden duaya kalkan ellerin dudaklarından dökülen “Galip eyle Allah’ım, Galip eyle Allah’ım” yakarışla­rı­dır. Fetih Ruhu; Bosna’ya, Çeçenistan’a, Karabağ’a, Fi­lis­tin’e, Doğu Türkistan’a duadır. Fetih Ruhu Umuttur. Dünyanın herhangi bir zamanında, herhangi bir coğrafyasında mücahede halinde bulunan ya da mağdur ve mazlum durumda olan bir parça ümmet varsa “Allah’ın rahmetinden ümi­­­­dinizi kesmeyin (Zümer/53)” emr-i ilahisini de yoldaş edi­­­nerek “inna fetehna leke fethen mubina (Fetih Suresi/1)” şem­­­siyesi altına sığınmasıdır. İnsan hayatına nispetle kıyas kabul etmeyen tarihin akışı içerisinde günlerden bir gün, er geç muzafferiyet ve muvaffakiyetin geleceğine olan inançtır. Fetih ruhu; Filistin ve Doğu Türkistan için ümmete umuttur. Fetih Ruhu İnayete Taliptir. Dünyanın herhangi bir zamanında, herhangi bir coğrafyasında mücahede halinde bulunan ya da mağdur ve mazlum durumda olan bir parça ümmet varsa; azlık çokluk hesabı yapmadan, variyet muhasebe­si­ne girmeden, güç kuvvet mukayesesi etmeden, “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler. (Al-i İmran 160)” hakikatinin içerdiği sırrın, muvaffakiyet ve muzafferiyetin yegâne kaynağı olduğu şuuruyla ve “Ya müfettihal ebvab…” nidasıyla inayete talip olmasıdır. Fetih Ruhu Özlemdir. Dünyanın herhangi bir zamanında, herhangi bir coğrafyasında mücahede halinde bulunan ya da mağdur ve mazlum durumda olan bir parça ümmet varsa; geçmişin azametli ve ihtişamlı günlerinin tahayyülü ile, geleceğin ihtişamlı ve azametli günlerinin tasavvurunu imtizaç ettirmesidir. Fetih ruhu hem geçmişin özlemi hem geleceğin özleminin aynı çizgide buluşturulmasıdır. Fetih ruhu, mazide mümkün olmuş, vuku bulmuş olan mehabetli günlerin müstakbelin muhtemelliği­ne yüklenmiş, ütopyasız bir öz­lemidir. Fetih Ruhu Cesarettir. Bir 9 Aralık 1987 sabahı Fi­lis­tin’de bir çocuğun yerden bir taş alması ve çelik paletli zırhlılara, fırlatması, saatler içerisinde yüzlerce, günler içerisinde binlerce, aylar içerisinde on binlerce, yıllar içerisinde yüzbinlerce çocuğun atılan ilk taşa, atılan milyonlarca taşlarla eşlik etmesidir. Fetih ruhu ellerinde taş olan çocukların, kalpleri taşlaşmış olanlara meydan okudukları bir intifada cesaretidir. Fetih Ruhu Azamettir. Fetih ruhu, zamanın inişi çıkışı, düzü yokuşu ve dahi çalkantısının bir önemi olmadığının nihai noktada hakkın galip geleceğinin, onun azametinin “La Galibe İllallah” hakikatinin El Hamra’nın duvarlarındaki taşlara işlenmesidir. Fetih ruhu; bu hakikatin yalnızca taşlara değil taşlar kadar, taş taş üstüne koyan, taşlara nakşedenlerin kalplerine de nakşedilmesidir. Fetih ruhu “De ki: Yakında mağlûb olacaksınız ve toplanarak Cehenneme sevk edileceksiniz (Al-i İmran/12)” kudretinin an be an dünyaya ilan edilmesidir. Fetih ruhu, “De ki: Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur. (İsra/81)” hakikatinin azametine topyekûn olarak sırt dayamaktır. Fetih Ruhu Merhamettir. Fetih Ruhu; “-Kim Ebu Süf­yan’ ın evine girerse güvendedir! - Kim Kabe’ye girer ve sığınırsa o da güvendedir! - Kim kapısını kapatır ve evinde oturursa o da güvendedir. - Kim silahını elinden bırakırsa o da güvendedir!” merhametinin çağlar boyunca hemen her coğrafyada hayat bulmasıdır. Fetih Ruhu İttihattır. Fetih ruhu; fethin hakikat ve menşeine iman eden kim varsa her birinin fert fert, adeta elifler gibi yan yana gelmesi, omuz omuza vermesidir. “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Al-i İmran/103)” “Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. Enfal/46)” ayetlerinin gereğini yerine getirmek üzere gayret ve niyet kuşanmaktır. Önce müminler birbirlerinin kalplerini fethettiğinde, fetih ruhunun ihya olacağının iman ve idrak edilmesidir.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Mayıs
Konu resmiFetihten Sonra İstanbul
Kültür ve Medeniyet

İstanbul, tarih boyunca defalarca kuşatmalara, işgallere ve yağmalamalara maruz kalmıştır. Her işgal, kuşatma ve yağmadan sonra şehir toparlanmaya ve yeniden inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu toparlanma ve inşa faaliyetlerinin kimisi imparatorların bizzat yönetmesiyle kısa zamanda gerçekleşmiş, kimisi de daha uzun süreçlerde tamamlanabilmiştir. Ancak yağma ve işgallerden birisi var ki; İstanbul bu yağma ve işgalden sonra uzun zaman kendini toparlayamamıştır.  13. Asırda gerçekleşen Latin istilası, İstanbul’un yüzlerce yıllık birikimini çok kısa zamanda eritmiş ve şehir 1453’de Fatih’in fethine kadar daha çok terk edilmiş ve ihmal edilmiş bir şehir görüntüsü çizmiştir. Yüzbinlerce kişilik nüfûsa sahip olan İstanbul’un suriçi nüfûsu 40.000 – 60.000 civarına düşmüştür (Mantran, s. 192). İstanbul’un Fethi Tarih boyunca birçok defalar kuşatılmış olan İstanbul’un güçlü surları, şehrin düşmesini engellemiş, çoğu kuşatma bu sebeple başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1204 – 1261 seneleri arasındaki Latin işgalinden sonra şehrin idaresinin tekrar Doğu Romalıların eline geçmesinden, 1453’deki Fatih Sultan Mehmed’in kuşatmasına kadarki zaman çerçevesinde yapılan kuşatmalarda da ordular, surları geçememişlerdir. Ancak Osmanlı ilerleyişi hız kesmeden devam ettiği ve Fetret Devri’nin ardından Osmanlılar tekrar eski güçlerine kavuştukları için, Doğu Roma’nın tedirginliği artmıştır. Bu sebeple Doğu Roma İmparatoru 11. Konstantinos, Batı’yı Osmanlı aleyhine harekete geçirebilmek için 12 Aralık 1452’de Aya­sofya’da Papa ile daha önce imzalanmış olan Ortodoks ve Katolik kiliselerinin birleştirilmesi anlaşmasının esaslarına dayalı ilk ayinde hazır bulunmuştur (İnalcık, 2010, s. 162). Fakat Latinleri sevmeyen halk kitlesi ile birçok papaz bu ayini protesto etmişlerdir (İnalcık, 2010, s. 166). Fatih, fetih hazırlıklarına İstan­bul Boğazı’nın en dar yerine Rumeli Hisarını yaptırarak baş­ladı (Uzunçarşılı, s. 228). 6 Nisan 1453 günü Fatih’in ko­mu­tasındaki Osmanlı Ordusu, İstanbul’u kuşattı (İnalcık, 2010, s. 165). Kuşatmaya, asker­lerin yanında gönüllüler ve duacılar da katılıyordu. Katılanların sayısı toplamda en az 150.000 kişiyi bulmuştu. Kuşatmaya katılan Osmanlı donanması ise nakliye ve harb gemileriyle birlikte, büyüklü küçüklü en az 150 gemiden oluşmaktaydı. Kuşatma esnasında surlar biri çok büyük 15 topla dövüldü. Kuşatma sırasındaki en ilginç olay da Haliç’in girişinin Doğu Romalılar tarafından zincirle kapatılmasından dolayı Osmanlı gemilerinin karadan yürütülerek Haliç’e indirilmesi hadisesidir. 21-22 Nisan gecesi, Osmanlı donanmasına ait 70 civarında gemi, Tophane Limanından başlayarak Kumbaracı Yokuşundan çıkıp Asmalı Mescid ve Tepebaşı’ndan geçerek Kasımpaşa Limanı’na indiril­miş­tir (Uzunçarşılı, s. 232-236). 54 günlük muhasaranın netice­sinde 29 Mayıs 1453 günü Osmanlı orduları Doğu Roma surlarını aşarak şehre girmeyi başarmışlar ve şehir aynı gün fethedilmiştir (İnalcık, 2010, s. 165-166). Ayasofya’nın Camiye Dönüştürülmesi Osmanlılar, bir şehri fethettikleri zaman; o şehrin en büyük mabedini veya kilisesini câmiye dönüştürürlerdi. Bu câmilere de genellikle Fethiye veya Kilise Câmii derlerdi. Bazen de Ayasofya’da olduğu gibi eski ismini değiştirmeden bıraktıkları da olurdu (Danişmend, s. 14). Fatih, fetih günü Ayasofya’ya gelerek ezan okutup namaz kılmıştır (Akgündüz, s. 128). İstanbul’un en büyük kilisesi olan Ayasofya, üç gün içinde câmiye dönüştürülmüştür. Fethin üçüncü gününe tekâbül eden Cuma gününe kadar Ayasofya’daki tasvirler, heykeller ve putlar kaldırılmış, kıble tarafına mihrab yapılarak hutbe için minber konulmuştur. Cuma namazı fethin manevî mimarlarından kabul edilen Akşemseddin Hazretleri tarafından kıldırılmıştır. Ayrıca bu üç gün zarfında bir de Ayasofya’nın güneybatı köşesine tahtadan bir minare yaptırılmıştır. Ancak bu minare Sultan II. Selim devrinde kaldırılmış ve yeni bir minare inşa edilmiştir (Akgündüz, s. 129). Fatih, Ayasofya’nın ismini de değiştirmemiştir. Ayasofya kelimesindeki Sophia, Hz. İsa’ya işaret etmek üzere Allah’ın hikmeti veya kelimesi mânâsına gelmektedir (Akgündüz, s. 36). Fatih, Ayasofya’yı câmiye çevirdikten sonra Ayasofya Camii Vakfı’nı kurmuş ve yeni yapılan bedesten ve çarşıların gelirleri ile Doğu Roma’dan kalma bazı menkul ve gayrımenkullerin gelirlerini bu vakfa tahsis ederek; Ayasofya’nın giderlerinin teminini ve bakım-onarımının yapılmasını teminat altına almıştır (Akgündüz, s. 135). Halil İnalcık’ın ifadesiyle yıllık 14.000 altın gelir Ayasofya Camii Vakfına tahsis edilmiştir. Fatih’in İstanbul’daki İskân Siyâseti İstanbul, fethedildiğinde ol­duk­­­ça bakımsız ve harap du­rum­­­daydı. Fetih öncesini göste­ren gra­vürlerde, suriçi bölgesin­deki büyük boşluklar dikkat çekmektedir (Eyice, 2006, s. 66-67). Bu durum 13. Asırdaki Latin istilasından sonra şehrin toparlanamadığının ve daha çok terk edilmiş bir görünümde olmasının göstergelerinden birisidir. 40.000 – 60.000 civarına düşen İstanbul nüfûsu, fethin ardından başta Rumlar olmak üzere şehir ahalisinin bir kısmının, özellikle hâli vakti yerinde olan ailelerin, kaçmasıyla birlikte daha da azalmıştır (Uzunçarşılı, s. 147). Fatih, İstanbul’u üç kıtaya hükmeden bir başşehir yapabilmek için ilk olarak iskân meselesine el atmıştır. İstanbul’un fethinden önce ve fetihten sonra şehirden kaçabilmiş Rumlar’ı Fatih, tekrar İstanbul’a davet etti. Aynı zamanda ganimetten payına düşen savaş esirlerini de azad ederek şehirde yeniden iskân ettirdi (Freely, s. 209). Yine fetihten dolayı şehirden kaçan zengin aileler, ortalık duru­lun­ca şehre geri döndüler. İs­tan­bul’a Türk nüfûsu yerleş­tir­mek gayesiyle muhtelif sa­nat erbâbının nakilleri için Ana­do­lu’ya emirnâmeler gönderil­di (Uzunçarşılı, s. 147). Ancak rızasıyla gelen olmayınca is­­kân mecbûrî kılındı (Neşrî, s. 280). İstanbul’un suriçindeki bütün mülkler, devlet malı ilan edilmiştir. İlk zamanlar bu mülk­ler iskân için Anadolu’dan veya muhtelif şehirlerden getirti­len­lere ücretsiz olarak tahsis edil­miş fakat daha sonra kira bedeli olarak mukâtaa isimli bir vergi alınmaya başlanmıştır. Bu durum halk arasında hoşnutsuzluğa sebep olunca önce kaldırılmış ancak Veziriazam Rum Mehmed Paşa zamanında 1472 senesinde tekrar konulmuştur (İnalcık, s. 187; Neşrî, s. 280-281). Bulundukları şeh­rin asayişine zarar vermeyen fakat Osmanlı Devleti’ni si­yâ­se­ten karıştıran bazı şehirler­den İstanbul’a getirtilenler olmuştur. Konya, Karaman ve Aksaray’dan gelenlerin bir kısmı bu şekilde gelmişlerdir. Ayrıca Fatih, fethettiği yerlerin halkından olan Hristiyanlardan bazılarını da İstanbul’a getirterek iskân ettirmiştir (Uzunçarşılı, s. 148). Fatih’in bu iskân siyâseti çerçevesinde Osmanlı coğrafyasının muhtelif şehirlerinden gelenlerin İstanbul’daki yerleştikleri mahalleler ise şu şekilde sıralanmaktadır (Mantran, s. 195): Yenişehir’den gelenler (Bursa’nın doğusunda) – Aksaray Aksaray’dan gelenler – Aksaray Balat’tan gelenler (Miletos-Söke) – Balat Manisa’dan gelenler – Macuncu Bursa’dan gelenler – Eyüp Eğridir’den gelenler – Eğrikapı Karaman’dan gelenler – Büyük Karaman Konya’dan gelenler – Küçük Karaman Çarşamba’dan gelenler–Çarşamba Tire’den gelenler – Vefa Kastamonu’dan gelenler–Kazancı Samsun ve Sinop’dan gelenler – Tophane Trabzon’dan gelenler – Bayezid Gelibolu – Kasımpaşa Adalar ve Mora’dan gelen Rumlar – Fener, Samatya Selanik Yahudileri – Tekfur Sa­ra­­yı, Bahçekapı Tokat, Sivas ve Amastris Yahudileri – Manastır Kocaeli, Aydın, Saruhan ve Ba­lı­kesir’den de Müslüman aileler getirtilmiştir (Ortaylı, s. 191). Yukarıdaki liste incelendiğinde şu sonuca da varılmaktadır ki; fethin ardından yeni kurulan mahallelerin bazılarının isimleri, o mahallelerde iskân edilenlerin geldikleri memleketlerden dolayı bu şekilde konulmuştur. Aksaray, Çarşamba, Eğrikapı, Büyük Karaman ve Balat bu mahallelerin önde gelenlerin­den­dir. Fatih, etraf şehir ve ka­sabalara çekilmiş ilim ve fen adamlarını İstanbul’a getirtmiştir. Cenevizliler’in elindeki Amasra’dan da ilim erbabıyla, sanat erbabı ve tüccarları İs­tanbul’a getirtmiştir (Uzunçarşılı, s. 149). Fatih Döneminde İstanbul’un Nüfûs Yapısındaki Dönüşüm Fatih’in iskân siyaseti neticesinde İstanbul’un nüfûsu 25 yılda iki katına çıkmıştır (Mantran, s. 199). 1477’de hane bazında yapılan nüfûs sayımı sonuçları ise yaklaşık şu şekildedir (Freely, s. 213; Mantran, s. 199; Ortaylı, s. 189-191): Suriçi: 9517 Hane – Müslüman 6807 Hane – Gayrımüslim (1647’si Yahudi) (372 Hane Ermeni 384 Hane Karaman Ermenisi ve Rumu 31 Hane Çingene) Galata: 2100 - 2600 Müslüman 2370 - 2400 Rum 1300 - 1650 Latin Toplam (Galata hariç): 16234 Hane – 80.000 Nüfûs 1475’de Asker Sayısı: 12800 (Ortaylı, s. 191). İstanbul halkı, askerler ve med­­­rese talebeleri ile birlikte İs­tanbul’un nüfûsu en az 100.000’e ulaşıyordu. İlber Ortaylı, 100.000’lik nüfûsa medrese talebelerinin ve askerlerinin dâhil olmadığını, bunlarla bir­likte nüfûsun 100.000’in de üs­tüne çıktığını ifade etmektedir. İstanbul’daki İdârî Dönüşüm İstanbul, artık Osmanlı Devleti’ nin başşehri olmuştur (İnalcık, 1995, s. 253). Fatih, şehrin inzibat ve idaresi için Süleyman Bey adında bir subaşıyı atadı. Kadılığa da Hızır Bey’i atadı (Uzunçarşılı, s. 147). Bu tayinlerin ardından şehirde 1500 yeniçeri bırakan Fatih Edirne’ye döndü ve 1457-1458 kışına kadar Edirne’de kaldı (Mantran, s. 192). Fatih, Doğu Roma sarayların­dan farklı yerlerde saraylar in­şa ettirmiştir. İlk olarak Ba­yezid’ de Saray-ı Atik denilen bir saray yaptırmış ve 1457’de Edirne Sarayından buraya taşınmıştır (Eyice, 2006, s. 82). Daha sonra, günümüzde Topkapı Sarayı denilen fakat o günlerde Saray-ı Cedid veya Saray-ı Hümâyûn ismiyle anılan bir sarayı Sarayburnu’na yaptırmıştır. Saray-ı Cedid’in inşası 1478’de bitmiştir. 1472’de Saray-ı Cedid’in ilk avlusundaki Sırça Saray da denilen Çinili Köşk bitmiş ve kullanılmaya başlanmıştır (Ahmed Refik, s. 12). Ayrıca bu sarayın etrafına Sûr-i Sultanî denilen 1400 metre uzunluğunda Doğu Roma surlarıyla birleşen bir de sur yaptırılmıştır (Eyice, 2006, s. 83-84). Devletin idare merkezi artık Sarayburnu’ndaki bu yeni saray olmuştur. Şehir, 13 nahiyeye ve 219 mahalleye bölünmüştür. Bu nahiyelerin %30’u Fatih döneminde örgütlenmiştir (Ortaylı, s. 191). İstanbul’daki Mimârî Dönüşüm Fatih, fethin ardından Edirne’ye döndükten sonra bir yandan devleti idare ederken bir yandan da İstanbul’un imar faaliyetlerini yönetmiştir. Fetihten sonraki ilk imar faaliyeti surların tamiri olmuştur (Uzunçarşılı, s. 147). Doğu Romalıların Yaldızlı Kapı dedikleri büyük tören kapısının iç tarafında Yedikule Hisarı diye isimlendirilen bir kale yaptırıldı (Freely, s. 210; Eyice, 2006, s. 75). Kısmen Doğu Roma, kısmen Osmanlı yapısı olan Yedikule’nin dört kulesi Theodosius’un surlarına dâhil olup, surların iç kısmındaki üç kule Fatih tarafından yaptırılmıştır (Freely, s. 371). Yine Fatih’in emriyle Galata bölgesinin kara surları yıktırıldı (Marmara, s. 49). Fatih, yeniçeriler için Şehzadebaşı’nda Eski Odalar denilen bir kışla yaptırdı. İçinde 26 bölük barındıran Eski Odalar yeniçeri kışlası 47 ocaklı oda, 57 ocaklı kerevet, 21 çardak, bir tekke ve 26 ahırdan oluşmaktaydı. Ayrıca bir kasr-ı hümâyûnla ardarda birçok kapısı vardı. Fatih, şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere çalışmalara da başlamıştır (Eyice, 2006, s. 67-77). İstanbul’un fethi sıralarında, şehirdeki Doğu Roma kilise ve manastırlarından pek az bir kısmı kullanılmaktaydı. Fetih­ten sonra ilk ihtiyaçlar için bunlardan birkaçı cami, mescid, hangâh ve medrese hâline getirilmiş; birçoğu şehirde yaşayan Hristiyanlara bırakılmıştır. Bulundukları mahallelere zamanla Müslümanlar’ın yerleşmesiyle birlikte diğer kilise ve manastırlar da cami, mescid, hangâh, zaviye veya tekke hâline dönüştürülmüşlerdir (Eyice, 2006, s. 130). Bu ilk dönem mescidlerine örnek olarak Topkapı’daki Mustafa Çavuş Mescidi verilebilir. Yine Ayasofya yakınlarındaki Khalkoprateia Kilisesi, mescide dönüştürülerek Lala Hayreddin veya Acem Ağa Mescidi olarak isimlendirilmiştir. Samatya’daki Sancakdar Hayrettin Mescidi, Zeyrek’deki Şeyh Süleyman Mescidi, Ayvansaray’daki Toklu İbrahim Dede Mescidi, Fener’deki Kaptan Sinan Paşa Mescidi, Cerrahpaşa’daki İsa Kapısı Mescidi, Çarşamba’daki Hirami Ahmed Paşa Mescidi ve Karagümrük’teki Kefeli Mescidi… gibi mescidler de ilk dönem mescidlerindendirler (Eyice, 2006, s. 118). Doğu Roma devrinin büyük manastırlarından Zeyrek’teki Pantokrator Manastırı, camiye dönüştürülmüş, aynı zamanda medrese olarak da kullanılmıştır. Hatta ilk atanan müderris olan Molla Zeyrek Mehmed’in adıyla bu camiye Zeyrek Camii denilmiştir (Ünver, s. 215). Pantepoptes Manastırı ve Kilisesi, imaret-zaviye hâline getirilmiş, kilisesi sonraları Eski İmaret Camii olmuştur. Akataleptos Manastırı ise Osmanlı ordusu ile gelen Kalenderî dervişlere zaviye olarak tahsîs edilmiş, mescid hâline getirilen kilisesi zamanla Kalenderhane Camii olmuştur (Eyice, 2006, s. 92). Yine Hagios Theodoros Kilisesi, Vefa Kilise (Molla Gürani) Camii’ne dönüştürülmüştür (Eyice, 2006, s. 106). Doğu Roma devrinin meşhur kiliselerinden ve İstanbul’un 4. Tepesine (Freely, s. 211) inşa edilmiş olan Havariyyun Kilisesinin yerine Fatih, İstanbul’un ilk Selatin Külliyesini inşa ettirmeye karar verdi. 1462’de başlayan külliyenin inşası 1470’de bitmiştir. Külliye, cami, semaniye ve tetimme medreseleri, türbe, darüşşifa, imâret-i âmire, tabhane, bâlâhane, mekteb-i şerif ve hamamlar gibi yapılardan meydana gelmektedir (Ünver, s. 222). Şehirde yaşayanların ihtiyaçla­rına binâen yeni camiler de inşa edilmiştir. Bu camilere örnek olarak 1455’te inşa edilen Unkapanı civarındaki Yavuz Ersinan Camiini verebiliriz (Freely, s. 209). Zaviye-Cami özelliğini taşıyan Vefa Camii de ilk dönem camileri arasındadır. Bu cami Fatih tarafından Şeyh Ebu’l-Vefa için vakfedilmiştir (Eyice, s. 108). Peygamber Efendimiz’in (asm) mihmandârı Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin (ra) kabrinin fetih sırasında bulunmasıyla birlikte Eyüpsultan bölgesi Müslümanlar için büyük önem kazanmıştır. Fatih, buraya Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî (ra) için bir türbe ve cami ile medrese yaptırmıştır (Freely, s. 212; Uzunçarşılı, s. 150-151). Gücü yeten vezirler, Fatih Sultan Mehmed’in de yönlendirmesiyle İstanbul’un muhtelif yerlerine külliyeler ve camiler yaptırmışlardır. Fatih, vezirlerinden şehirde yer beğenmelerini ve birer cami, birer imaret ve birer konut yaptırmalarını istemiştir (Mantran, s. 199). Bunlardan en eskisi 1462 tarihinde Sadrazam Mahmud Paşa tarafından yaptırılan camidir. Mahmud Paşa, caminin yanı sıra bir hamam, bir medrese ve bir han da inşa ettirerek burayı bir külliyeye dönüştürmüştür. Yine o dönemin vezirlerinden Has Murad Paşa, Aksaray’da 1471’de bir cami, bir medrese ve bir hamam yaptırmıştır (Eyice, 2006, s. 107). İshak Paşa ise Cankurtaran’a bir cami yaptırmıştır (Uzunçarşılı, s. 150). Fatih, bugün İç Bedesten de de­nilen 15 kubbeli Bedesten-i Atik’i inşâ ettirmiştir. Tüccarlar için hem güvenlikli bir depo hem de satış yeri olarak kulla­nılan bedestenin etrafındaki sokakların iki tarafındaki basit ahşap dükkânlarda doğan Büyük Çarşı, hızla gelişmiş ve az bir süre sonra yirmi kubbeli Yeni Bedesten denilen bir bedestenin daha yapılması gereği duyulmuştur. Eski Bedesten günümüzde Cevahir Bedesteni, Yeni Bedesten ise günümüzde Sandal Bedesteni olarak adlandırılmaktadır (Eyice, 2006, s. 182-183). Ayrıca idarî dönüşüm kısmında da bahsedildiği gibi Fatih, önce Saray-ı Atik denilen bir sarayı Bayezid bölgesinde yaptırmış, daha sonra ise Sarayburnu’nda Saray-ı Cedid denilen Topkapı Sarayı’nı yaptırmıştır. Saray-ı Cedid’in inşa edilen ilk binası Çinili Köşk’tür. Bir de bu yeni sarayın kara tarafını saran ve Sûr-i Sultanî denilen 1400 metrelik bir sur inşa edilmiştir. Osmanlı Milletler Sistemi Osmanlı Devleti’nde halkın idareye katılmayan, geçimini tarım ve sanayi sahasında üretim yapmak ve ticaretle uğraşmak sûretiyle temin eden ve devlete vergi veren kesimine reâyâ denilmekteydi. Reâyâ, çeşitli din, mezheb ve ırklara mensûb topluluklardan meydana gelmekteydi. Osmanlılar Müslümanları tek millet olarak görmüş, onun dışındakileri ırk, din ve mezheplerine göre ayırmıştı. Devlet yönetiminde hâkim unsur olan Türkler’den başka, Osmanlı toplumunu oluşturan unsurlar arasında, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Romenler, Slavlar ve Araplar da vardı. Devlet, her inanç topluluğunu kendi içinde serbest bırakarak onlara belirli bir özerklik tanımış, hiçbirini asimilasyona tâbi tutmamıştı (İhsanoğlu, s. 465). Son Doğu Roma İmparatoru, fetihten önce Osmanlı’ya karşı Batı’yı harekete geçirmek için daha önceleri imzalanmış olan kiliselerin birleştirilmesi esâslarına göre Ayasofya’da icra edilen ilk ayine katılmıştı. 12 Aralık 1452’de düzenlenen bu ayine Latinlere karşı kin ve nefret besleyen halk kitlesi ile birçok papaz katılmamış ve protesto etmişlerdir. Hatta şehirde; “Latin külahı görmektense, Türk sarığı görmek evlâdır.” sözü meşhur olmuştu (İnalcık, 2010, s. 166). İmparatorun bu girişimleri fethi önleyememiş, hatta halkın tepkisine sebep olmuştu. Fatih, fethin ardından gayrimüslimlere sahip çıkmış, dinlerini hür bir şekilde yaşayabilmeleri için her türlü kolaylığı sağlamıştır. Fatih, fetihten önce şehirden kaçmış Rumların İstanbul’a dönmelerini teşvik etti. Payına düşen esirleri azad etti ve yeniden şehirde iskân ettirdi. Gayrimüslimler, cizye karşılığında Osmanlı Dev­­­le­ti’ nin koruması altına alın­­dılar (Mantran, s. 193). Fetih sırasında İstanbul’da bir Ortodoks patriği yoktu. Fetih­ten sonra, Rum din adamları­nın Fatih’in de onaylayacağı ye­ni bir patrik seçmelerine izin verildi. Yeni patrik olarak Geor­gios Scholarios seçildi ve II. Gennadios ünvanını aldı. 1 Ocak 1454’de Havariyyun Kilisesinde düzenlenen ayinle görevine başladı. Ve böylece Rum Ortodoks Patrikhanesi de kurulmuş oldu. Patrikhane daha sonra, önce Pammakaristos Kilisesine, en son da Aziz Yorgi Kilisesine taşınmıştır. Fatih, Ermenileri de unutmamış, onların da kendi patriklerini seçmelerine izin vermişti. İlk Ermeni Patrikhanesi Samatya’daki Peribleptos Kilisesiydi ve ilk patrik Piskopos Hovakim’di. Ayrıca Balat’ta Yahudilerin bir hahambaşılık kurmalarına müsaade edildi. İlk hahambaşı ise Moşe Kapsali idi (Freely, s. 210; Uzunçarşılı, s. 147). Fatih, fetihten iki gün sonra Galata’nın teslim olmasını kabul etti. Galata’da yaşayan Cenevizliler’e Galata Kulesi hariç kara surlarını yıkmalarını emretti. Kanunlara uyup vergilerini ödedikleri müddetçe, ticaret yapma, seyahat etme ve mülk edinme hakkı tanıdı. Ayrıca Roma’ya bağlı olan Katolik kiliselerini ellerinde tutmalarına da izin verdi (Freely, s. 210; Mantran, s. 194). Fatih hukukî bakımdan bazı haklar tanıdığı Galata’nın Türkleşmesi için çalışmalar yapmaktan da geri durmamıştır. Meselâ, Galata’nın en büyük Katolik Kilisesi olan Saint Domenico Kilisesi, Fatih Vakfı olarak camiye dönüştürülmüştür. Ayrıca Galata’nın değişik mahallelerinde küçük mahalle mescidleri vakfedilmiş, bir de kagir bedesten yapılmıştır (Eyice, 2009, s. 174). Kasım 1452’de Osmanlılarla her türlü bağlarını koparan Venediklilerle, 18 Nisan 1454’te bir ticaret ve gümrük anlaşması imzalandı (Mantran, s. 194). Bu anlaşma ile Venedik, Doğudaki kolonilerini güvence altına almış ama aynı zamanda haçlı toplantılarına katılmaktan ve Padişahı kızdırmaktan da kaçınmıştır (İnalcık, 2010, s. 167). İstanbul’daki İlmî Hayat Fetihten sonra ilmî faaliyetlere hemen başlanmış ve ilk olarak Ayasofya’nın üst katındaki Papaz odalarında tedrisat yapılmıştır. Buradaki ilk müderris de Fatih’in hocalarından ve devrinin en büyük fıkıh âlimi olan Molla Hüsrev’di (Ünver, s. 213). Molla Hüsrev’den başka burada Ali Kuşçu da ders vermiştir (Eyice, 2006, s. 162). Ayasofya ile beraber ikinci tedris yeri ise Zeyrek’teki daha sonradan Zeyrek Camii diye anılacak olan Pantokrator Manastırı’ydı. Bu manastır, Doğu Roma devrinde 700 papazı barındıracak kadar büyüktü ve bir darülacezesi bile vardı Burada ilk olarak Molla Zeyrek Mehmed ders vermiştir. Daha sonradan camiye dönüştürülecek olan bu manastırın bulunduğu semte de Molla Zeyrek’den dolayı Zeyrek ismi verilecektir (Ünver, s. 215). Molla Zeyrek’den başka burada Ali Tûsî ve Hocazâde gibi âlimler de ders vermişlerdir (Eyice, 2006, s. 162).İstanbul’un ilk Selatin Külliyesi olan ve 1470’te yapımı bitirilen Fatih Külliyesinin iki yanında simetrik bir düzene göre sıralanmış Semaniye Medreseleri bulunmaktaydı. Bu medreseler, İstanbul’un Osmanlı döneminde inşa edilmiş ilk medreseleridir. Semaniye medreselerinin dışında arazi icabı daha aşağıda çok daha küçük Tetimme adı verilen birer sıra medrese daha vardı. Fakat bu tetimme medreseleri Fevzipaşa Caddesinin açılması çalışmaları sırasında yıktırılmıştır (Eyice, 2006, s. 164). Günümüzde birçoğunun izi kal­mayan fakat Fatih devrinde ya­pıldığı bilinen Sıbyan Mekteplerine örnek olarak da Fatih Külliyesine ait sıbyan mektebi ile Davud Paşa, Mahmud Paşa ve Hoca Hayreddin Mekteplerini verebiliriz (Eyice, 2006,         s. 171). Ayrıca Fatih, Rum soylularına mensub gençleri sarayına aldırmış ve bunları birer Osmanlı olarak yetiştirdikten sonra idarede önemli mevkilere getirmiştir. Fatih, Rum bilginlerine de özel bir ilgi göstermiştir. Georgios Trapezuntios ve Amirutzes’i bu bilginler arasında sayabiliriz (İnalcık, 2010, s. 187-188). İstanbul’daki Ticarî Hayat Fetihten sonra öncelikle Tahtakale liman kuşağı etkinlik kazanmıştır. Fatih, Tahtakale liman kuşağına ambarlar yaptırdı. Özellikle tuz, balmumu, sabun ve un satılan pazar yerleri kurdurdu. Tahtakale’de deniz yolları ile gelen mallar için bir gümrük bürosu vardı. Kara yolları ile gelen mallar için ise Edirnekapı civarına bir gümrük bürosu açılmıştır. Bu büronun olduğu semte ise sonraları Karagümrük denilmiştir. Fatih’in uyguladığı bu sistem denetim imkânı sağladığı için önemliydi. Ayrıca Tahtakale’de yarı han ve yarı ambar özelliği taşıyan iki kervansaray vardı. 1456’da büyük tüccarların mallarının ve servetlerinin korunabildiği bir yer olarak tasarlanan İç Bedesten yaptırılmıştır. Bu be­desten zamanla büyüyerek Mah­mut­paşa’yı boydan boya aşıp liman semtine bağlanmıştır (Mantran, s. 197-198). Ticaretin yoğunlaştığı liman bölgesi, Sirkeci’den başlayıp Haliç içlerine kadar gidiyordu (Ortaylı, s. 190). Fatih, İstanbul’daki ticaretin ge­­­liş­­mesi için Cenevizlilerin elin­­deki Amasra’dan sanat erbabıyla tüccarları şehre getirtmiştir (Uzunçarşılı, s. 149). Fatih kül­­liyesinin etrafında saraçlara yer verilerek, burada bir çarşı ku­rul­muştur. Etrafı duvarla ve dükkânlarla çevrilen bu çarşıya Saraçhane denilmekteydi (Ünver, s. 137-138). İstanbul’un Mahalle Yapısı İstanbul’da mahalleler, sınıf fark­­lılıklarına göre değil etnik ve dinî farklılıklara göre bö­lün­müştür. Fakir ve zengin aynı mahallede oturmaktaydı. Fe­tih­­ten sonra ilk etapta kilise­lerin ya da camiye çevrilen kili­selerin etrafında yerleşilmiş, sonraları yeni camiler yapılınca yeni yerleşim yerleri ortaya çıkmıştır. İstanbul’a çalışmaya gelen bekâr işçiler, iş bölgesindeki bekâr hanlarında kalmaktaydılar (Ortaylı, s. 191). Müslümanlar Aksaray, Laleli, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Ve­fa, Zeyrek, Çarşamba, Fatih, Ati­kali ve Dizdariye mahallelerin­de; Rumlar, Karagümrük ve Fener’de; Ermeniler, Kumkapı ve Gedikpaşa semtlerinde; Yahudiler, Balat ve Sirkeci’de ve Rumlar ile Ortodoks Karamanlılar, Kocamustafapaşa’da oturmaktaydılar (Ortaylı, s. 191; Eyice, 2006, s. 67). Netice ve Değerlendirme 29 Mayıs 1453’de gerçekleşen fetih, İstanbul tarihinin dö­nüm noktalarından biridir. Fatih, iz­lediği değişim siyasetiyle İs­tan­bul’da bir dönüşüm başlatmış, hem yaklaşık 250 senelik durgunluğa son vermiş, hem de şehri diğer dinlere saygı gösteren hatta sahiplenen bir İslâm şehrine dönüştürmüştür. Dönüşüm sadece bir alanla sınırlı kalmamış, şehir yukarıda da incelendiği gibi nüfûs yapısı, iskân, idarî, mimârî, ilmî faaliyetler ve ticarî faaliyetler noktalarında büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Fetih sonrasında İstanbul, birbirinden farklı dinlerin ve milletlerin farklı mahallelerde ama aynı şehirde bir arada yaşayıp, ticaret yaptıkları bir şehre dönüşmüştür. İstanbul bu sayede, sadece Osmanlı Devleti’nin baş­şehri olmakla kalmamış, ay­nı zamanda ticarî, ilmî, dinî ve sosyal bir merkez hâline gelmiştir. Osmanlı İstanbul’unda göze çarpan bir hususiyet de tarihî ve kültürel yapılara saygı gösterilmesi ve korunmasıdır. Bu sebepledir ki, Dikilitaş, Örme Sütun, Çemberlitaş ve daha bir­çok Doğu Roma yapısı gü­nü­­müze ulaşmıştır. Kilise ve manastırların büyük kısmı ca­mi veya medreseye dönüştü­rü­­lerek hem istifade edilmiş hem de korunmuştur. Fatih’in uy­gu­lamaları sayesinde, İslâm dininin siyasî merkezlerinden biri hâline gelen İstanbul, aynı zamanda Ortodoks dünyasının da dinî merkezlerinden biri olma özelliğini kaybetmemiştir. Ve bu durum İstanbul’un İslâm şehri kimliğine de zarar vermemiştir. Kaynakça: 1- Ahmed Refik. Eski İstanbul Manzaraları, İstanbul: Timaş Yayınları, 1998.2- Akgündüz, Ahmet. Öztürk, Said. Baş, Yaşar. Kiliseden Mü­ze­ye Ayasofya Camii, İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, 2006.3- Danişmend, İsmail Hakkı. Ta­ri­hî Hakikatler, İstanbul: Timaş Yayınları, 2007.4- Eyice, Semavi. Eski İstanbul’ dan Notlar. 2. Basım, İstanbul: Küre Yayınları, 2009.5- Eyice, Semavi. Tarih Boyunca İstanbul, İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2006.6- Freely, John. Saltanat Şehri İstanbul. Lale Eren (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 1999.7- İhsanoğlu, Ekmeleddin (Ed.). Osmanlı Devleti Tarihi, 2. Cild. İstanbul: IRCICA, 1999.8- İnalcık, Halil. “İstanbul: Bir İslam Şehri”, İbrahim Kalın (çev.). Cilt.9, 1995, ss.243-268.9- İnalcık, Halil. Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları (1302-1481), İstanbul: İSAM Yayınları, 2010.10- Kuban, Doğan. İstanbul Bir Kent Tarihi. Zeynep Rona (çev.), 2. Basım, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.11- Mantran, Robert. İstanbul Ta­ri­hi. Teoman Tunçdoğan (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.12- Marmara, Rinaldo. Bizans’tan Günümüze İstanbul Latin Cemaati ve Kilisesi. Saadet Özen (çev.), İstanbul: Kitap Yayınevi, 2006.13- Mehmed Neşrî. Aşiretten İm­­pa­­ra­­torluğa Osmanlı Tarihi (1288-1485). Necdet Öztürk (sad.), İstanbul: Timaş Yayınları, 2011.14- Ortaylı, İlber. İstanbul’dan Sayfalar, İstanbul: İBB Kültür A.Ş. Yayınları, 2003.15- Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. Osmanlı Tarihi, Ankara: TTK, 1949.16- Ünver, A. Süheyl. İstanbul Risaleleri, 1.Cild, İstanbul: İBB Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, 1995.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiMuhteşem Şeylere Cesaret Et! Her Keşif Bir Fetihtir
Kültür ve Medeniyet

 “Mars 2020”, Perseverance ve Ingeunity helikopter drone içeren, NASA’nın Mars Keşif Programı kapsamında hazırlanan Mars keşif görevidir. 30 Temmuz 2020’de fırlatılan araç yedi aylık bir yolculuğun ardından 18 Şubat 2021’de Mars’taki Jezero kraterine inişini başarıyla gerçekleştirdi. Bütün dünya, bu inişi merakla izlerken gezegenler arası iletilen gizemli mesajdan çok az kişi haberdardı. Perseverance isimli aracı Mars yüzeyine indirecek kapsülü taşıyan paraşütte yer alan kırmızı çizgiler 1 ve beyaz çizgiler de 0 olarak değerlendirildiğinde bilgisayar dilinde kodlanmış bir mesaj ortaya çıkıyordu: DARE MIGHTY THINGS! (MUHTEŞEM ŞEYLERE CESARET ET!) Bu sözün ilk olarak 1899 yılında ABD başkanı Theodore Roosevelt tarafından söylendiği bilinmektedir. Uzay ve teknoloji çağı olan şu asrımızın belki de en heyecan verici olaylarından biri… Heye­can verici, muhteşem ve cesaret isteyen yeni bir keşif… Tarih boyunca bilimsel anlamda yapılan tüm keşiflerin/buluşların heyecan verici ve aynı zamanda cesaret isteyen bir şey olduğunu kabul etmek gerekir. Her buluş aynı zamanda başka bir bilimsel gelişmeye öncülük eden bir fetih… Ve âlimler de bu bilimsel fetihlere öncülük eden fâtihler… Tarihimiz muh­­­teşem şeylere cesaret eden kahramanlarla doludur. Say­­makla bitiremeyeceğimiz bu öncülerden birkaçını zikret­me­­­den önce Prof. Dr. Fuat Sez­gin’i rahmetle anmalıyız. İslam bilim tarihine ömrünü adayan Fuat Sezgin’in çalışmaları bu manada çok kıymetlidir. 810 Kordoba doğumlu En­dü­lüs’ün yetiştirdiği âlim­ler­den Abbas Kasım İbn Firnas’ın uzun çalışmalar sonunda geliştirdiği kumaş kaplı kuş kanatlarını takıp kendini boşluğa bırakması, çağına göre büyük cesaret isteyen bir girişimdi. Kaynaklar, Firnas’ın havada uzun süre kuşlar gibi süzülüp daha sonra da yavaşça yere indiğini söyler. Böylelikle gökyüzünü fethe giden kapılar da açılmıştır. İbn-i Firnas’ın bu başarısı modern uçağın babası sayılan Wright Kardeşler’den 1023 yıl öncesine rastlamakta. İbn Firnas’ın izinden giden Hezarfen Ahmet Çelebi ve Lagari Hasan Çelebi de aynı heyecanı hissedip benzer bir cesareti gösterdikleri için bilim tarihindeki müstesna yerlerini almışlardır. İbn-i Heysem, Batılıların söyleyişiyle Alhazen veya tam ismiyle Ebu Ali el-Hasan ibn el-Hasan ibn el-Heysem... Op­tik ilminin babası... Işığın bir nesneden yansıdığını, son­ra göze geldiğini ve böylece görün­tünün gerçekleştiğini ilk açık­layan kişidir. İbn-i Hey­sem, çağının bütün ilimlerinde otoriteydi. Fevkalade keskin bir görüş, anlayış, muhakeme ve zekâya sahipti. Aristo ve Batlamyus’un eserlerini inceleyerek hatalarını gösterecek kadar da cesurdu. “Kitab el-Menazir”de bulunan insan görme organının çizimi hem tıp hem de optik alanına dair heyecan verici bir fetihtir. Bilim dünyasının muhteşem fâtihlerinden birisi de el-Ce­ze­rî’dir. 12. yüzyılda bu topraklarda, Cizre’de dünyaya gelen Cezerî, İslam’ın altın çağına katkı sunanlardandır. Sibernetiğin ilk adımlarını atmış, ilk robot ve otomatları icat etmiştir. Buluşları ile Leonardo Da Vinci’ye ilham kaynağı olduğu bilinmektedir. Cezerî, kitabında 50 aracın tasarımını vermiştir. Bu sebeple bu toprakların medar-ı iftiharlarından biri olmayı hak etmiştir. Bu araçların 6’sı su saati, 4’ü mumlu saat, 1’i kayık su saati, 6’sı ibrik, 7’si eğlence amaçlı kullanılan çeşitli otomatlar, 3’ü abdest almak için kullanılan otomat, 4’ü kan alma teknesi, 6’sı fıskiye, 4’ü kendinden ses çıkaran araç, 5’i suyu yukarı çıkartan araç, 2’si kilit, 1’i açıölçerdir. Elbette muhteşem şeylere cesaret eden bilim adamlarının tamamı Müslüman değildi. Özellikle orta çağda bilimsel gelişmelere girişmek ciddi anlamda cesaret isteyen bir durumdu. Kilisenin dogmalarına karşı gelen her bilim insanı aslında kelle koltukta geziyordu. Bunlardan birisi de İtalyan astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçi Galileo Galilei’dir. Aynı zamanda teles­kopu bulan Galileo, taassup sahibi Batı’nın acımasız cezalarını göze alarak, “Dünya dönüyor!” dediği için 1632 yılında Engizisyon Mahkemesi tarafından yargılanmış ve ortaya attığı iddialardan vazgeçmesi karşılığı cezası ev hapsine dönüştürü­lerek hafifleştirilmiştir. Onun cesaretle ortaya koyduğu buluşlar sayesinde astronomi biliminde nice kapıların açıldığı söylenebilir. Her keşif bir fetih olduğu gibi, fetihler de aynı zamanda bir keşiftir. Her ikisinin de lügatte “açma, açılma, meydana çıkarma, meydana çıkma” anlamları ile karşılanması bu görüşü teyit etmektedir. “Fetih” denildiğinde de bu kavramın hakkını tam manasıyla veren, aynı zamanda çağlar ötesi bir manayı üstlenen Mekke’nin Fethi ilk sıraya konulursa, çağ açıp çağ kapatacak kadar ihtişamlı olan İstanbul’un Fethi de ikinci sırada anılmalıdır. Mekke’yi fethetmeden önce gönülleri fetheden Efendimizin (sav) izinden giden Fatih Sultan Mehmet de önce gönülleri fethetmişti. Öyle ki Bizans zulmü altında inleyen ahali, “Başımızda Latin külahı görmektense Müslüman sarığı görmeyi tercih ederiz.” der olmuşlardı. Nice sultanların, kralların elde etme arzusuyla yanıp tutuştuğu, “yekpare taşına acem mülkünün feda olduğu” İstanbul… Ve Çandarlı Paşa gibi ümidini kırmak isteyenlere kulak vermeyecek kadar zafere inanmış, gemileri karadan yürütecek kadar çılgın, atını denize sürüp “Ya İstanbul beni alır ya ben İstanbul’u…” diyecek kadar gözü kara bir Sultan. Muhteşem şeylere cesaret eden bir hakan… Fetih sonrası Sahn-ı Seman Medresesinin yanı sıra Ayasofya, Zeyrek ve Eyüp’te de medreseler açan Sultan Mehmet, “fetih” ve “keşif” arasındaki rabıtanın farkında olduğunu ortaya koymuştur. Sultan Mehmet şahi toplarının tasarımında bizzat çalışmış, bununla birlikte Ali Kuşçu gibi devrin önemli âlimlerini de himaye etmiştir. Çağımızın mühim âlimlerinden olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri (ra) de iman hakikatlerinin keşşafı olması cihetiyle bir kâşif olarak nitelenebilir. Hem eski Said hem yeni Said döneminde karşılaştığı dehşet verici hadiseler karşısında korku nedir bilmeden inandığı yolda istikamet üzere yürümüştür. Muhteşem iman hakikatlerini açıklarken tam bir cesaretle mücadele meydanına atılan Üstad’ın cesaretinin kaynağı da ondaki kuvvetli imandan gelmektedir. “Her hakiki hasenat gibi, cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi, cebanetin (korkaklığın) dahi menbaı, dalalettir.” sözleriyle korku ve cesaretin kaynağını açıklar. Üstad’a göre iman sahibi insan o derece cesur olmalıdır ki “küre-i arz bomba olup patlasa onu korkutmak yerine belki harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyretmelidir.” Üstad Bediüzzaman (ra) İman hakikatlerinden aldığı dersle Divân-ı Harb-i Örfi sonrası Beyazıt Meydanı’nda “Zalimler için yaşasın cehennem!” derken de Rus komutanın karşısında ilmin izzetini korumak için idamı göze aldığında da defalarca zehirlenip öldürülmek istendiğinde de zerre kadar korku duymamıştı. Çünkü hayatında bilmediği iki şeyden birisi unutmak, diğeri de korku idi. Ortaya koyduğu mücadele ve eserler muhteşemdi ve o da muhteşem şeylere cesaret etmişti. Bugün ihtiyacımız olan şey, geçmişin ihtişamıyla övünmek değil onların açtığı yoldan yürümek ve onların cesaretinden aldığımız feyizle yeni fetihler ve keşiflere imza atmaktır. Ellerimizi semaya açarak  يَا مُفَتِّحَ الْاَبْوابِ اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ “Ey kapıları açan Allah’ım! Bize en hayırlı kapıyı aç.” diye dua etmeli, kavli duamızı fiili dua ile kuvvetlendirmeliyiz. Bu uğurda bilgisayar başında, laboratuvarlarda, atölyelerde, kü­tüp­hanelerde uykusuz geceler geçiren gençler bu ülkenin, milletin ve ümmetin ümidi olacaktır  

Tarık ÇELİK 01 Mayıs
Konu resmiDeğer Penceresinden Fetih
Kültür ve Medeniyet

Taşır ezelden ebede insanlığa müjdeniKutlu yolun habercisi ümmetin sevgilisiHak geldi diyor Yaradan batıl zâil olacakİnna fetahna’yı dünya bir kez daha duyacak Takvimlerimizde “fetih” ile birlikte zikredilen iki şehir mevcuttur. 31 Aralık tarihini gösteren yaprakta Mekke-i Mükerreme, 29 Mayıs’ı gösterende ise İstanbul. Birincisinde Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm), mübarek bir ordunun ba­şında, siyah sarığıyla, şehir­lerin anasına teşrifi vardır. Bey­tul­lah’ta putların yüz üstü yere se­ri­lişi vardır. Kâbe’nin damında Bilal-i Habeşi’nin gür ve güzel sesinden yankılanan ezan-ı şerif vardır. Îrad olunan fetih hutbesi vardır. Allah Kelamındaki kutlu müjde vardır: “İnnâ Fetehnâ” İslam coğrafyasında silsile halinde her ne fetih hareketi olmuşsa bu fethin küçük bir kardeşi olmuştur. Fetihler nefesini buradan almıştır. Fatihler, en büyük Fatih’e ittibâen “Fatih” olmuşlardır. Fetih sevdasıyla dolu olarak 14 asır boyunca küffar memleketlerinde Hakkı üstün tutmak için mücadele eden İslam ordusundaki neferler, Mekke’ye yürüyen ashab ile aynı manevi havayı teneffüs etmiştir. Aynı arzu ve iştiyakla menzillerine yol almıştır. Mabedler aslına rücu etmiş, putlardan arınmıştır. Kıbleler Beytullah’a yönelmiştir. Fetih hutbeleri, heyecanını ilkinden alarak okunmuştur. Fethedilmiş memleketlerde, o mübarek kutlu günde, Kâbe’den okunan ezanın yankıları dalgalanmıştır. Mescidin ve ezanın dâhil olduğu her belde bilâd-ı İslam’dan sayılmıştır. İkincisinde Resulüllah’ın (sav) müjdesi vardır. Konstantiniye’nin İstanbul oluşu vardır. Bu fetih; İslam askerinin bir zincirin halkaları misali, değişik asırlarda farklı kumandanlar komutasında kuşatmaların­dan sonra “Fatih”e ve güzel askerine nasip olan bir ikram-ı ilahidir. “İslambol” ismine mazhariyette fetih şuuru vardır. Fethe olan iştiyak vardır. Sabır vardır. Gayret vardır. Fütuhata layık tüm vasıflar vardır. En mühimi, Mekke’nin Fatihi Sevgili Peygamberimizin (sav) müjdesine nail olma arzusu vardır. Mekke-i Mükerreme ile İslambol’u birbirine bağlayan rabıta budur. Bir fetihle çağ açıp çağ kapatan rabıta budur. Fetih şerefini kıyamete kadar payidar edecek rabıta budur. Ayasofya’yı fethin sembolü yapan rabıta da yine budur: Fetih Müjdesi. “Zaman başkalaşmış.” dememek lazım. Ecdada hasret, fetih şuuruna muh­taç nesilleri aynı iklimde bu­luş­turmak, ancak bu rabıtanın ihyasıyla mümkün olacaktır. Göz yaşlarıyla, süvari ve yaya olarak, tekbirlerin gür sadasıyla, Allah Resulünün (sav) adımlarını takiben Mekke’ye yürüyen ashab-ı kiramın sahip olduğu halet-i ruhiyeyi kazandırmakla olacaktır. Meşakkatli seferlerle yollara dü­şen “Eyüp Sultan(ra)” ve emsali fetih sevdalılarının iştiyakını his­set­tirmekle olacaktır. Bu “olacaktır”ların yolu ise Re­sulüllah’a (sav) yakınlıktan ve ittiba ile sünnet-i seniyesine sarılmaktan geçer. O zaman göreceğiz; Fetihler o eski ihtişamlarıyla nasıl da geri dönüyor. Hem de öyle fetihler ki; Maddi sınırların pek değişmediği günümüzde kalbî olarak gerçekleşen, maneviyat haritalarını değiştiren fetihler… İsimleri bilinmese de her biri­si bulunduğu muhitte “Fatih” is­mine elyak “Peygamber kar­deş­leri”nin dil ve gönülleriyle ger­çekleşen fetihler… Gönül coğrafyasını tevhid kelamının rengine boyayan; Mekke kokulu, İstanbul bakışlı fetihler... Fatihlerine selamlar olsun! * * * El Fettah olan Rabbimiz, kalblerdeki şirk putlarını kırmak zevki ve maddi manevi fetihlerle fetih şuurundan hissemizi ziyadeleştirsin.

İbrahim SARITAŞ 01 Mayıs
Konu resmiOruç ile Kendini Fethetmek
İbadet

Oruç ibadeti birçok maddi ve manevi faydasının yanı sıra kendimize doğru gerçekleştireceğimiz ontolojik bir yolculuğun da çok hayırlı bir vesilesidir. Bu yolculuğun ahirinde kendimizi ve hakikatimizi fethetmek vardır. Unutulmamalıdır ki, Allah’ın (cc) sevgilisi Nebiler Nebisi, iki cihan güneşi ve sebeb-i hılkat-i alem olan Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) bile Rabbimizin en büyük müjdesi O’nu (sav) affetmek olmuştur. Öyle ki Cenab-ı Hak mağfiretini çok önemli bir fethin ardında sunmuştur. İnsan, bir maksat ile yaratılmış olmakla beraber, bu maksadın fark edilmesi ya da keşfedilmesi insanın ihtiyarına bırakılmıştır. Mesela hiçbir tavuk ya da inek maksatları veya hayat gayeleri için bir arayış içinde olmazlar. Çünkü onların yaratılışlarına Fâtır olan (fıtratlandıran, yazılımını oluşturan) Allah (cc), gömülü güçlü programlar koymuş ve bu konuda ihtiyarı onlara bırakmamıştır. İnsan ise hayat ile şereflendirilirken fıtrî olarak salah ve hayrı kabule uygun bir surette yaratılmış ancak bu hayır ve salahı kendi iradesi ile tercih etmesi istenmiştir. Rahmeti nihayetsiz olan Allah (cc) insana, fıtratına uygun mesajlar ve o fıtratı tehyiç edip heyecanlandıracak, harekete geçirecek güçlü rehberler (peygamberler, veliler, ârifler vs.) göndermiştir. Bu çağrı ve davetlere kulak kesilip gönlünü verenler, erenler zümresine dahil olurken, o çağrıya kulak tıkayıp gaflet edenler ise cahil ve zalimler güruhunda kalmışlardır. İnsan, bu süreçte kendi vazife ve kimliğini keşfetmek gibi azim bir vazife ile vazifedar olduğunu anlamalı ve kendisinden beklenen/istenen hayatı ihdas edip ortaya koymak için var gücü ile gayret etmelidir. Zira kendini keşfedememiş insanın başka bir derde ihtiyacı yoktur, bu en büyük derttir. İçinde bulunduğumuz mübarek Ramazan ayı bu anlamda büyük bir değişim, dönüşüm ve farkındalık için operasyonel bir aydır. Yeter ki bu ay ile birlikte bizden istenen İlâhî muradı idrak edelim. Ramazan ayının bayrağı hükmünde olan oruç ibadetini en şümullü ve kapsamlı hali ile kavradığımızda bu değişim ve keşif gerçekleşecektir. Çünkü Ramazan ayı, Allah’ın (cc) iltifat ettiği, bir rahmet ve mağfiret vesilesi kıldığı, birçok kurtuluş ve müjdeyi içinde saklayan muhteşem ve muhterem bir aydır. Bu ayda -başta yeme içme alışkanlıklarımız olmak üzere- birçok davranışımıza format atılmakta, yeni bir bilinç ve farkındalık seviyesi ile buluşulmakta ve kendi gerçek kimliğimizin ipuçlarını görebilme imkânı bulabilmekteyiz. Ramazan ayının meşhur ve bilindik ibadeti olan oruç, en güncel ve periyodik ihtiyaç ve alışkanlığımız olan yeme/içme eylemlerinin bünyesinde günlük tercih, davranış ve alışkanlıklarımızla oluşturduğumuz konfora ilâhî bir müdahaledir. Biz kendi irademizle bu konfora akut bir müdahale yapamadığımız için Yüce Allah (cc), kulları için hem bir farkındalık hem de bir imtihan olarak bu ibadeti emir buyurmuştur. Bizim asıl görmemiz gerekenler ise yiyip içme gibi hayatımıza gömülmüş rutinlerimizin neden olduğu gaflet ve dalgınlık anlarını fark ederek onları ıslah etmek olmalıdır. İnsanın en özgür ve serbest tercih alanındaki beslenme alışkanlıklarını Allah (cc) için terk etmesi, kulun Allah (cc) için gerçekleştirmesi gereken başka terk edişleri de görme imkanını sunmalıdır. Bir şeyler yediğimiz ve içtiğimiz zamanlarda bedensel varlığımıza dahil olan maddeler gibi, düşünceler, görüntüler ve bazı latif veriler (süptil datalar) da manevi varlığımıza sızmaktadır. Aslında oruç ibadeti ile birlikte maddî ve manevî (bedensel ve ruhsal) varlığımıza dahil olan her şeyi filtre etmemiz gerektiğini, obezitenin sadece yemekle ve içmekle sınırlı olmadığını da anlamak durumundayız. Oruç, aslında günümüzde insanların kavramsal anlamda neredeyse putlaştırdığı özgürlüklerinin ki, içinde yeme, içme ve kafalarına göre takılma diyebileceğimiz şeylerin olduğu bu alanın Allah’a (cc) satılmasıdır. Oruç tutan insanların yaşadığı zorluk, aslında açlıkla ve susuzlukla ilgili olmaktan daha çok, özgürlüklerini Rablerine satarak içine girmiş oldukları hareket kısıtının algılanması ile ilgilidir. Çünkü insan açlığa günlerce, susuzluğa en az üç gün dayanabilecek bir metabolizmaya sahiptir. 15 saatlik oruç süreci sadece bir prova ve yüzleşme anlamı taşımaktadır. Yeme içme özgürlüğünü 15 saat boyunca askıya alan insanın zihni başka odaklara kaymakta ve ruhsal olarak başka seviyedeki hakikatleri fark edebilmektedir. İşte tam da bu anda insandan anlaması beklenen bir başka hakikat zuhur etmeye başlıyor. İnsanın aslı ruhtur. İnsan sadece kendini bedenle ifade eden bir varlıktır. R.W.Emerson’un dediği gibi “İnsan bedensel yolculuk yapan bir ruhtur”. Yolculuk ru­hun yolculuğu ama araç beden­dir. Dolayısıyla insanın bu gizemli ve ruhsal yolculuğunda araçsal bir değer ve anlam taşıyan bedenin insanın dikkat alanına sokulması oruç ibadeti ile mümkün olmaktadır. Bu sayede bedenin tüm fonksiyon ve mümtaz özelliklerine rağmen araçsal bir değeri olduğu, beden ile ilgili bir zafiyetin oluşturulması ile anlaşılabilmekte ve beden perdesinin üstünü örttüğü gerçek ruhsal varlığımız ve onun ihtiyaçları algı ve ilgi alanımıza girmektedir. Bedenin varlık alanındaki konumu doğru bir şekilde anlaşıldığında yolcuğumuzun asıl kahramanının ruhumuz olduğunu idrak ediyor ve bununla birlikte varış menzilimizin dünya değil daha ötesi olduğunu kavrama imkânı buluyoruz. Dünyanın geldiğimiz yer değil geçtiğimiz yer olduğu şuuru ile buluşuyoruz. Bu operasyonel süreç, dünya ile kirlenen varlığımıza arınma imkânı vererek mağfirete talip birer kula dönüşmemizi sağlıyor. Zaten çok üstün bir özellik ve donanım ile bu aleme gönderilen insanın kim olduğunu ve kimin olduğunu anlamakla başlayan farkındalık yolculuğunun en önemli kısmı da bu değil mi? Her fark edişin, her fethin ardında bir müjde ve mağfiret vardır. Oruç ibadeti birçok maddi ve manevi faydasının yanı sıra kendimize doğru gerçekleştireceğimiz ontolojik bir yolculuğun da çok hayırlı bir vesilesidir. Bu yolculuğun ahirinde kendimizi ve hakikatimizi fethetmek vardır. Unutulmamalıdır ki, Allah’ın (cc) sevgilisi Nebiler Nebisi, iki cihan güneşi ve sebeb-i hılkat-i alem olan Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) bile Rabbimizin en büyük müjdesi O’nu (sav) affetmek olmuştur. Öyle ki Cenab-ı Hak mağfiretini çok önemli bir fethin ardında sunmuştur. “Şübhesiz ki biz sana, apaçık bir fetih açtık (ihsân ettik). Ta ki Allah, senin günahından geçmiş ve gelecek olanı, senin için bağışlasın; üzerine olan nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola hidayet etsin!” (Fetih suresi 1-2) Ramazan ayı ile birlikte kulluk şuurumuzun zirvesine çıkabil­meyi Rahim ve Gafûr olan Rabbimizin mağfiretine muhtaç olduğumuzu ve bu mağfirete talip olabilmeyi niyaz ederiz. Es’selam men’ittebea’l Hûda

Ahmet EFENDİ 01 Mayıs
Konu resmiZaman ve Asr Suresi
Kültür ve Medeniyet

Zaman yönetimi hakkında birçok yazı ve eğitimle karşılaşmışızdır. Bu yazımızda farklı olarak zamanı mefhum manası cihetiyle ele alarak incelemeye çalışacağız. Zamanın, maddenin mekânda akıp gitmesiyle meydana geldiğini anlıyoruz. Zaman, eşya binasının tuğlası olan, en küçük yapı birimi zerrelerin tahavvülü, hal değiştirmesidir. Zaman hareketin bir rengidir. Ayrıca zaman bir ip, bir şerittir ki, Ce­nab-ı Hak her sene başka bir alemi ona takıp bizlere gösteriyor. Zaman tekâmül yolculuğunun adımları hükmündedir. Belki bu sebepten “zaman her şeyin ilacı” deriz. Bu dünyada her şey hikmet dairesinde, zaman içerisinde tedrici olarak gerçekleşir. Bediüzzaman Hazretleri zamanı şu şekilde tarif eder: “Evet her şeyin bir hakikati oldu­ğu gibi, zaman dediğimiz, kâi­natta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikati dahi (levh-i mahv ü isbattaki) kitab-ı kudretin (kudret kitabının) sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.”1 Evvelen bu cümledeki levh-mahv ve isbat kavramına bakalım. Levh-i mahv ü isbat; varlıkların silindiği levha, varlıkların ve hadiselerin bir tertip ve düzen içerisinde sıra ile yaratılıp gösterildiği, sonra tahrip edilip kaldırıldığı yerdir. İşte bütün mahlukat zaman nehrinde, bu yaz-boz tahtasında kudret kitabındaki sayfalarında akıp gidiyor. Kudret kitabında Rabbimizin esması zaman mürekkebi ile yazılıyor. Bütün yaşanılan değişimler, farklılaşmalar, gelişme ve başkalaşmalar esmanın zaman üzerindeki tecellileriyle oluşuyor. Bütün zıtlıklar; sağlık ve hastalık, açlık ve tokluk, hayat ve ölüm, sabır ya da isyanlar, başarı ve başarısızlıklar gibi bütün bu esma aynaları zaman mürekkebi ile yazılıyor. Zaman, ademoğlunun hayır ve şer hareketlerinin gerçekleştiği bir birimdir. Zamandan, mekândan münezzeh Rabbimizin bizler için yarattığı bir mahluktur. Art arda gelen şimdiler, mazi ve müstakbeli, eski ve yeniyi fena ve beka gibi mana sayfalarını meydana getiriyor. Asr Suresi Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle 1) Asr’a yemin olsun! 2) Şüphesiz ki insan, gerçekten hüsrandadır! 3) Ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirleri­ne hakkı tav­siye edenler ve birbirlerine sab­rı tavsiye edenler müstesnadır. Cenab-ı Hak mühim şeyler üze­rine kasem eder. Asır ise, ade­ta dünyanın saatlerini sayan bir ibredir. Bir devir bir asırda de­ğişir. Ortalama insan ömrü ya da en fazla yüz sene olarak tabir edilir. Alimlerimiz Asr’dan muradın, ya uzun ve ibretlerle dolu bir süreyi ifade eden zaman dilimi veya günlük işlerin artık neticelendiği ve adeta ahir zamanı andıran ikindi vakti ya da o vakitte eda edilen ikindi namazı veya asır denilince hemen akla gelen asr-ı saadet olduğu hususunda farklı görüşlere sahiplerdir.2 Mekke döneminde nazil olan bu sure hakkında tefsirlerden malumat alalım. Öyle rivayet ederler ki İmam Şafii, “Kur’an namına yalnız bu sure inmiş olsaydı insanlara elverirdi, insanlar yalnız bu sureyi derin derin düşünmüş olsalardı onlara kâfi gelirdi,” dermiş. Muhakkaktır ki, Ashab-ı Kiramın ikisi bir yere gelince bu sureyi biri diğerine okuma­dan, diğeri de ona selam verme­den ayrılmazlarmış. Ashabın bu adeti teberrük içindir zannında bulunanlar yanılıyorlar. Zira bu sure-i güzini okumaktan maksat, içindeki manaları, hususiyle hakkı, sabrı tavsiyede bulunmayı karşısındakine hatırlatmaktır. Ta ki arkadaşından ayrılmazdan evvel onda bir hayırlı vasiyet, nasihat varsa onu kendisine celb etmiş olsun.3 Bu surede insanlığın hüsrana uğ­­ramaktan kurtulup, bahtiyar­lı­ğa ulaşabilmesi için dört esa­sa sarılmak gerektiği izah edilmek­tedir. Bu dört esası Mehmet Akif Ersoy şöyle açıklamıştır: “Hani Ashab-ı Kiram, ayrılalım derlerken Mutlaka sure-i “Vel-Asr”ı okurmuş, bu neden? Çünkü meknun o büyük surede esrar-ı felah: Başta iman-ı hakiki geliyor, sonra salah Sonra hak; sonra sebat, işte kuzum insanlık Dördü birleşti mi, yoktur sana hüsran artık.”4 Evet kader muhitinde uçan ömür tayyaremiz, hayat dağ­ları arasındaki hendeklerden, tü­­­nel­lerden zaman trenine bine­rek şimşek gibi geçip gidiyor. Zamanın büyük bir süratle ömrümüzü tüketmesine karşın, hüsrana düşmemek için Asr Suresi bizlere reçeteyi sunuyor. İman, salih amel, hakkı ve sabrı tavsiye etmek… Rabbim bizlere zamanın idrakinde olarak, bu dört esasa sıkıca sarılmamızı nasip etsin. Dünya ve ahirette hüsrana uğramaktan muhafaza eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Sözler, s. 2312-  Celaleyn Şerhi, c. 8, s. 3973- İbn-i Kesir tefsiri, c. 15, s. 85904- Mehmet Akif Ersoy, Kur’an’dan Ayetler, 146-161

Hifa ÖZDEMİR 01 Mayıs
Konu resmiYollar İçinde Doğru Yol
Eğitim

Dünyadaki bütün dinler, felsefeler ve ideolojiler insanlara yol göstermek için ortaya çıkmışlardır. Yol göstermek önemlidir, ama ondan daha önemlisi gösterilen yolun doğru yol olmasıdır. Bu dinlerin, felsefelerin, ideolojilerin içinde doğru yolu gösteren hangisidir?Doğru yolu bize ancak bizi yaratan Allah gösterir. Diyelim ki dilini bilmediğiniz büyük, yabancı bir şehre git­tiniz. Şehirde gezerken kaybol­du­nuz. (Navigasyon gibi cihazla­rın olmadığını düşünelim). Kal­­dığınız otele döneceksiniz, fa­­kat dillerini bilmediğiniz in­san­­larla anlaşamıyorsunuz. Ve­ya sizin dilinizi bilen birkaç ki­şi çıktı, fakat onların her biri baş­ka bir istikameti gösteriyor. Bu durumda elbette çok sıkıntı çe­ker, varacağınız yere zorluklar içinde ancak varabilirsiniz. Kıymetli Kardeşim! Dünya hayatı da farklı değildir. Her insan mutlu bir hayat sürmek ister. Fakat insanların çoğunluğu tek başlarına mutlu bir hayatı nasıl süreceklerini bilemezler. Mutlu bir hayat sürmek (ulaşmak) için birilerinin onlara yol göstermesi gerekir. Günümüzde insanlar hayatla­rını düzene sokamadıkları için, diğer ifadeyle yollarını kaybettikleri için, psikologlara gitmektedirler. Psikolog Henry Link, “Bir sürü insan bana tanrıları olmamı rica ettiklerinden, ben de gerçek bir tanrının önemini takdir eder bir duruma geldim” demektedir.1 Dünyadaki bütün dinler, felsefeler ve ideolojiler insanlara yol göstermek için ortaya çıkmışlardır. Yol göstermek önemlidir, ama ondan daha önemlisi gösterilen yolun doğru yol olmasıdır. Bu dinlerin, felsefelerin, ideolojilerin içinde doğru yolu gösteren hangisidir? Doğru yolu bize ancak bizi yaratan Allah gösterir. Allah, bütün hayvanlara hayatlarını nasıl düzene sokacaklarını ilham ederek yol gösterir. Arının bal ve petek, örümceğin ağ, kuşun yuva yapması hep ilham iledir. Bilhassa uzun yolculuklarda onlara rotayı çizen ve varacakları yere kadar onlara yol gösteren Allah’tır. Allah biz insanlara yol göstermek için ise peygamber ve kitap göndermiştir. Bu peygamber ve kitap şahsi hayatımızda, aile hayatımızda, toplum hayatımızda nasıl hareket edeceğimizi bize bildirir. En önemlisi de Allah’ın gönderdiği peygamber ve kitap bize yollar içinde doğru olan yolu göstermesidir. Her gün namazlarımızda 40 defa Fatiha Sûresini okuruz. Fatiha Sûresinde “Bize doğru yolu, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yolunu göster!” diye dua ederiz. Dalalet dilimizde sapıklık olarak tarif edilir. Aslında dalalet kasten veya hata ederek doğru yoldan çıkmak demektir. Ayrıca dalalet kaybolmak manasına da gelir. İslâmiyet’ten çıkanlar, değişik din ve ideolojilere dahil olanlar aslında yoldan çıkmış, doğru yolu kaybetmiş kimselerdir. Bu yüzden onlar şahsi hayatlarında, aile hayatında ve toplum hayatında mutluluğu da bulamazlar. İMANDA LEZZET,  KÜFÜRDE ELEM VARDIR İman hem dünya saadetini hem de ahiret saadetini netice verir. Küfür ve inkâr ise, insanın dünyada sıkıntı ve elemler içinde kalmasına sebep olduğu gibi, ahirette de ebedî cehennemlik olmasına sebep olur. Kıymetli Olma Her insan fıtraten kıymetli olmayı, kendisine değer verilmesini, sevilmeyi arzu eder. Kıymetsiz, değersiz olmak, insanı aşağılık kompleksine götürebilir. Veya diğer insanların kişiye değer vermeyişi, onun, diğer in­sanlardan nefret etmesine, düşman olmasına sebep olabilir. Değerli olmak, insanlar tarafından sevilmekte kişinin, şımarmasına, kibirlenmesine, kendini beğenmesine sebep olabilir.     Bu tür haller, kişi için de toplum için de sorunlar çıkmasına sebep olur. Allah’a iman, kişinin fıtratındaki kıymetli olma hissini tatmin eder. Çünkü insan Allah’ın en kıymetli eseridir. Kur’an, insanın ahsen-i takvim üzere (en güzel kıvamda) yaratılmış olduğunu, onun eşref-i mahlûkat yani yaratılmış varlıkların en şereflisi olduğunu bildirmektedir. Kişi dünyevî yönden insanlar arasında parasıyla, makamıyla şöhret kazanabilirken; Allah katında imanıyla, ibadetiyle dua­sıyla kıymet kazanır. Bu şekilde kazanılan kıymet hem şahıs için hem de toplum için hayırlara vesile olur. Musibetler Allah’a inanmayan biri musibet­lerle karşılaştığında, bu musibetlere gücünün yetmediğini görür. Kendini kurtaracak birini arar, onu da bulamaz. Her gün karşılaştığı küçük, büyük bütün musibetler, onun ruhunda bunalımlara, depresyonlara sebep olur. Allah’a inanan biri, her musibeti, bir imtihan olarak görür. Onlara sabreder. Aynı zamanda Allah’a yönelir dua eder. Onun yardım edeceğini bilir. Allah’a olan inancı, zorluklara karşı büyük bir dayanma gücü verir. İstek ve Arzular İnsanoğlu, elindeki imkânlarla istek ve arzularının çok az bir kısmını temin etse de çoğunu elde edememektedir. Çünkü istek ve arzularımız, sınırsızdır. Allah’a inanmayan biri, bu istek ve arzularını temin edememekten dolayı büyük bir ızdırap duyar. Hâlbuki Allah’a inanan kimse, istek ve arzularını temin etmek için çalışır, bu konuda yardım etmesi için Allah’a müracaat eder, yalvarır. İsteği kabul edilmese bile, eline geçen şeylere kanaat eder. İstek ve arzuları bu dünyada yerine getirilmese bile, Allah’ın ahirette onları kendisine ihsan edeceğini düşünerek rahatlar. Geçmiş ve Gelecek İnsanoğlu hayvanlardan farklı olarak geçmiş ve gelecekle irtibatlıdır. Geçmiş zamanda yaşadığımız bazı olaylar, hatırladıkça bizi rahatsız eder. Gelecek zaman da bizim için korkutucudur. Çünkü ilerde başımıza ne geleceğini bilemiyoruz. Birtakım beklentilerimiz var. Fakat onlara kavuşamayabiliriz. Bazı korkularımız, endişelerimiz de var ki, başımıza gelebilir. Beklenti ve korkularımızdan kaynaklanan gelecek endişesi, bizi daima rahatsız eder. Allah’a imanı olmayan biri bu korkuları, endişeleri derinden hisseder. Hâlbuki Allah’a iman eden biri, geçmişte kendisini üzen rahatsız eden şeylerden dolayı Allah’a yönelip dua eder. Günah işlediyse tövbe ve istiğfar ederek, Allah’ın bağışlamasını ister. Gelecek konusunda ise, sebeplere müracaat eder, neticeyi Allah’a bırakır. Çünkü o, her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğuna inanır. Allah’ın kendisine takdir edeceği şeye razı olur, rahat eder. Bu yüzden “Kadere iman eden, kederden emin olur” denilmiştir. Ayrılıklar Zeval, bir şeyin son bulması, bitmesi demektir. Örneğin, pa­ranın tükenmesi, gençliğin bitmesi böyledir. Firak ise, sevdiklerimizden ayrılık demektir. Bütün üzüntülerin temelinde zeval ve firak vardır. İnsan, hayatı boyunca, sevdiği ve alâka peyda ettiği varlıklara kavuşamamanın ızdırabını, kavuştuğu varlıkların ise kendisinden ayrılmasının elemini çeker. Nihayette, kendisi de bütün ahbabından ayrılarak, kabrin karanlıklarına yalnız olarak girer. Allah’a ve ahirete iman eden biri, zeval ve firakın geçici olduğuna inanır. Gençliğimiz gitse de ebedî âlemde daimî bir gençliğimiz var. Dostlardan ayrılsak da ebedî âlemde, ebedî olarak dostlara kavuşma olacaktır. Zeval ve firaka maruz kaldığımız şeylerin geçici olması, onlara tekrar kavuşacağımız hissi bizim elemlerimizi dindirir. Ölüm En büyük korku, ölümdür. Genç­­­ler her ne kadar benim da­ha öm­rüm var dese de ölüm her an in­sa­nın başına gelebilmektedir. İh­tiyarlar ise artık ömür­le­ri­ni tükettikleri için ölü­me çok ya­kın­dırlar ve bu ya­kınlık onları daha çok korkutur. Ebediyen yok olmak hissi insanı dehşete düşürür. Ahirete iman eden biri ölümün yokluk olmadığını bilir. Kabir âleminin cennet bahçelerinden biri olduğuna, kabirden sonra ebedi cennet hayatı olduğuna inanır. Onda da elbette ölüm korkusu vardır, fakat bu korku ateist birinin korkusu gibi değildir.   Doğan Cüceloğlu İnsan ve Davranışı adlı kitabında bazı bilimsel araştırmalara göre, ölümden sonra ruhun devam edeceğine inananların ölüm acısını yenebildiklerini, ölünce varlıklarının tamamen yok olacağına ve bilincin ancak bedenle var olduğuna inananların, büyük bir bunalım içine düştüklerini söylemektedir.”2 Zorluk ve Çıkış Kapısı Muhtemelen lisedeydim. Bir yaz günü köyde teyzemin evinde misafirdim. Teyzemin çocukları nereden bulmuşlarsa bir akrep yakalayıp getirmişlerdi. Eniştem külle yere bir daire çizdi ve üzerine de gaz yağı döktü. Sonra daireyi tutuşturup akrebi de dairenin ortasına koydular. Hayvan sıcaktan kurtulmak için sağa gitti, sola gitti. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, daireden kurtulamayacağını anladı. İşte o zaman kuyruğundaki iğnesini kendisine batırarak intihar etti. Ben ne zaman bir intihar olayı duysam, hep aklıma bu akrep gelir. Çünkü intihar edenlerde etraflarında ateşten bir daire görürler ve kurtulamayacaklarını sanırlar. Ateşte pişmektense hayatlarına son vermeyi tercih ederler. Her intihar olayında aklıma Yunus (as) da gelir. Onun intihar etmek isteyenler için bir kurtuluş vesilesi olacağını düşünürüm. Çünkü Yunus (as) balık tarafından yutulduğunda gece, deniz ve balık onun aleyhinde ittifak etmiş durumdaydılar. Hiçbir şey onu içinde olduğu durumdan kurtaramazdı. Yani onun hali tıpkı intihar öncesi insanların durumu gibidir. Onu, içinde bulunduğu halden ancak gecenin, denizin ve balığın sahibi olan Allah kurtarabilirdi. O da bu yüzden Allah’a yöneldi ve samimi bir dua etti. Kurtulur mu? Evet, kurtuldu. Allah onu hem balığın karnından hem denizden hem de gecenin karanlığından kurtardı. Kur’ân’daki kıssalar gelişi güzel veya eğlenmemiz için anlatılmış değildir. Onların hepsi, bizim ibret almamız, ders çıkarmamız için anlatılmıştır. Yunus (as) kıssası bize şu mesajı verir: “Ey insan! Sen bütün kurtuluş yollarının kapandığı bir durumda olabilirsin. Her şey senin aleyhinde ittifak etmiş olabilir. Fakat bana yönelir, benden yardım istersen, ben sana yardım ederim. Seni zor durumlardan kurtarırım.” Nitekim Kur’ân’da “Biz onun duasını kabul ettik, kendisini üzüntüden kurtardık. İşte biz iman edenleri de böyle kurtarırız.”   3  buyrulur.   Hülâsa her dertli onun kapısını çalmalı, ondan medet beklemelidir. Kaynaklar: 1- Henry C. Link, Dine Dönüş, Dergâh y, 1979, s. 572- Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 2000, s. 368.3- Enbiya Sûresi, 88.

İdris TÜZÜN 01 Mayıs
Konu resmiİslamın Şartı Beştir Altıncısı Haddini Bilmektir
İtikad

Allah’ın hudutlarına hürmet ve itaat etmek, sünnetin ölçülerini ve şeriatın hükümlerini referans almak, kırmızı çizgilerimizin Kur’ânî ve Muhammedî olması bizi bela ve musibetlerden korur. Dünyada saadet ve selameti, ahirette ise Cennet ve Cemalullahı kazandırır. Rivayet odur ki, Mevlâna hazretlerine sormuşlar: - Bu kadar okudun, ne bilirsin? - Haddimi bilirim, demiş. Hatta eskiler “İslam’ın şartı beştir, altıncısı haddini bilmektir. İmanın şartı altıdır, yedincisi insaftır.” demişler. “Ne mutlu o kimseye ki haddini bilir, haddinden tecavüz etmez.”1 cümlesinde de beyan edildiği gibi, haddini bilmek, takdir ve tebrike layık bir fazilettir. Kur’ân-ı Kerim’de pek çok ayet­te “Bunlar Allah’ın hudu­du­dur.” denilerek hadler çizilmiştir. Müminlere de bu sınırlara riayet ve hürmet etmeleri emredilmiştir. Haddi aşan, fıska giren edepsizler de korkutulmuştur. “Bunlar Allah’ın hudududur. Artık kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse (Allah) onu altlarından nehirler akan cennetlere koyar. Orada ebedi olarak kalıcıdırlar. Ve işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Resulüne isyan eder ve O’nun hududunu aşarsa (Allah) onu içinde ebedi olarak kalıcı bir ateşe koyar ve onun için aşağılayıcı bir azap vardır.” (Nisa, 13-14). “Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû’ edenler, secde edenler, iyi­liği emredenler, kötülükten men’ edenler ve Allah’ın hu­dû­dunu (ona riayet ederek) mu­hafaza edenlerdir. (Ey Ha­bî­bim!) O müminleri (Cen­netle) müjdele!” (Tevbe, 112) Unutmamak gerekir ki, usûl esasa mukaddemdir. Yani bir işi yapmadan evvel nasıl yapacağını bilmelidir. Usûl, erkân, edeb bilmeden yapılan işler kaş yapayım derken göz çıkarmaya sebep olabilir. Sünnetin önemi bu noktada da öne çıkar. Kur’ân ne yapacağımızı, sünnet ise nasıl yapacağımızı gösterir. Haram parayla hayır yapılmaz, gayrimeşru yolla hizmet edilmez, Peygamber Efendimizin sünnetine muhalif hareket ederek salih amele muvaffak olunmaz, Allah’ın emri çiğnenerek Allah rızası kazanılmaz! Öyle ise, haddini bilmek için, evvela hadleri bilmek lazımdır. Risale-i Nurda da geçen “Her ayetin, bir zahiri, bir batını, bir haddi ve bir matlaı vardır.”2 hadisi, her bir ayetin hadlerini (hükmünün başlama ve bitiş sınırlarını) gözetmemiz gerektiğini beyan eder. Demek, İslamiyet’te hadler iki sınır ile belirlenmiştir. Bu iki sınır da birer hakikate isnat etmiştir. Bu sınırlardan birini ya da ikisini bilmemek bizi istikametten çıkarır. İfrat veya tefrite düşürür. Sırat-ı müstakim, bu iki sınıra riayet ederek hareket etmektir. “Muhakkak ki dinlerini parçalayıp fırka fırka olanlar yok mu, (sen) hiçbir hususta onlardan değilsin.” (En’am, 159) ayetinde beyan edildiği gibi, sünnet-i seniyye bu iki hu­dudu da gözetmektir. İslam ta­ri­hinde birçok fırka-i dalle, bu hadlerden birini bilip diğerini göz ardı etmekten dolayı çıkmıştır. Meselenin farklı misaller üzerinden ele alınması ehemmiyetini daha bariz bir şekilde ortaya koyacaktır. BİRİNCİ MİSAL: TEŞEKKÜR ETMEK /     KULLUK ET­ME­MEK “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.”3 “Kendisine bir şey verilen kim­­­se, karşılığında vereceği bir şeyi varsa, versin. Yoksa ve­­­ren kişiye hayır dua etsin. Ta kalbi ben bu adamın hak­kı­­­nı ödedim diye mutmain oluncaya kadar! Çünkü böyle yapan, bu şekilde teşekkür et­miş olur. Ve her kim de dua etmeksizin susarsa, yapı­lan iyiliğe nankörlük etmiş olur.”4 Hadisler bize, iyilik ve ihsana karşı iyilikle mukabele etmemizi emreder. İyiliğe iyilikle karşılık vermek sünnet-i seniyyenin bir düsturu olup İslam ahlakındandır. Evet, mümin vefa ve selim vicdan sahibidir. İnsaflı ve hakperesttir. (Yapılan iyiliği gizleyen) Nankör, (iyiliğe kötülükle karşılık veren) hain değildir. Elbette insanların iyiliklerine teşekkür etmek bir nevi borçtur. Ancak şunu göz ardı etmemek gerekir ki, bu teşekkürü abartıp, ifrat edip, bize ihsan eden insanlara minnet etmeyeceğiz. Onların gayr-i meşru ve haram olan arzu ve isteklerine boyun eğmeyeceğiz. “Hakkın hatırı âlidir hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın yalnız hak sağ olsun!” hakikatini referans alarak bu teşekkürü dinimizin müsaade ettiği ölçüde yapacağız. Kulluğumuzu unutup dinimizden, namus ve şerefimizden, şahsiyet ve ahlakımızdan asla taviz vermeyeceğiz. Evet, “İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?” (Rahman, 60) ayeti hükmünce iyilik ve ihsana teşekkür gerekir. Bize bir iyilik yapılması teşekkürü ge­rek­tirir. (Haddin bidayeti) Yalnız bu teşekkür, vefa ve iyilikle mukabelenin de bir sınırı vardır! “Hem insana ana-babasına iyilik tavsiye ettik. Bununla beraber eğer, hakkında bir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, o takdirde o ikisine itaat etme.” (Ankebut, 8) “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun! Allah için şahitlik eden kimseler olun! Velev kendiniz veya ana-baba ve akrabalar aleyhine olsun! İster zengin ister fakir olsun; Allah ikisine de daha yakındır. Öyleyse saparak nefsin arzusuna uymayın.” (Nisa, 135) Ayetlerde beyan edildiği gibi asıl şükür ve hamd etmemiz ge­re­ken nimetlerin asıl sahibini unu­tup görünürdeki iyilik sahip­lerini övmek ve yalnız onları sevmek ise gaflet ve belahettir. Bu ise yasaktır. (Haddin nihayeti) İKİNCİ MİSAL: HÜSN-İ ZAN ETMEK/ TEDBİRSİZ DAVRANMAMAK Dinimizde “Hüsn-ü zan ve adem-i itimat” düsturu vardır. Kur’ân, “Ey imân edenler! Zan­nın çoğundan sakının! Şüb­hesiz ki zannın bazısı gü­nah­tır.” (Hucurat, 12) der. İnsanların gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayı yasaklar. Hüsn-ü zann etmeye, hayra yormaya teşvik eder. Ancak aynı surede, “Eğer fâsık bir kim­se size bir haber getirirse, önce (onun doğruluğunu) iyi­ce araştırın.” (Hucurat, 6) em­­re­der. Hadiste tedbirli olma­mız ve işlerimizi sağlam kazığa bağ­la­mamız tavsiye edilir. Hiçbir müfsit ben müfsidim de­mez. Daima suret-i haktan gö­rünür. Hileli adam kendini sevdirir. “Evet, binler lira kıymetinde elmasları çalan ma­hir bir hırsız, on kuruşluk bir cam parçasını hırsızlık etmekle, elmas çalmış gibi aynı cezaya kendini mahkûm etmesi, dünyada hiçbir hırsızın, belki hiçbir zîşuurun kârı değildir. Böyle bir hırsız kurnaz olur. Böyle nihayet derecede eblehâne hareket etmez.”5 Öyle ise iyi niyet sahibi olmakla beraber ölçmeden, test etme­den, körü körüne insanlara güvenip bel bağlayamayız. Aksi halde belalar, pişmanlıklar peşimizi bırakmaz. Dolayısıyla iyi niyet ve tedbir bir arada olmalıdır. ÜÇÜNCÜ MİSAL: HER DEDİĞİN DOĞRU OLMALI/ FAKAT HER DOĞRUYU DEMEK,    DOĞRU DEĞİLDİR Doğruluk hem Kur’ân ayetlerinde hem de Peygamberimiz (sav)’in hadis-i şeriflerinde imanın ve İslamiyet’in temel esaslarından biri kabul edilmiş ve Müslümanlığın en önemli ve belirleyici bir sıfatı olarak gösterilmiştir. Doğru ve dürüst olan, kalbi ve dili bir olanlar ayet ve hadisler ile müjdelenmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim kurtuluşa eren müminlerin sıfatlarından bahsederken, “Yine o kimseler ki onlar emanetlerine ve sözleri­ne riayet eden kimselerdir.” (Muminun, 8) buyurur. Bu ayet, müminlerin bir vasfının da -doğruluğun bir şubesi olan- ver­diği sözde durmak ve emane­te hiyanet etmemek olduğunu beyan eder. Yine başka bir ayette, “Muhakkak ki ebrar kullarım naim cen­ne­tindedirler.” (İnfitar, 13) buy­­rulmaktadır. Ebrar içi dı­şı bir, kalbi dili bir, içi dışı ter­te­miz kimse demektir. Yani Allah-u Teala biz Müslümanla­ra “Siz ebrar olun ben de sizi ke­sin­likle cennetime alacağım.” bu­yur­maktadır. Ancak bu sınırla birlikte “Rah­mân’ın kendisine izin verdiği kimseden başkası konuşamaz ve (o konuşan da ancak) doğruyu söyler!” (Nebe, 38) ayetinin ve “Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa ya hayır söylesin yahut sussun.”6 hadisinin ifade ettiği hudut göz ardı edilmemelidir. O hudut da “Her söylediğimiz doğru olmalı, ancak her doğru her yerde söylenmez!” düsturudur. Evet emr-i bil-maruf nehy-i anil-münker farzdır. Ancak ondan önceki farz bunu usulünce, fitneye kapı açmayacak şekilde yapmaktır. Hz. Ebubekir’in diline sahip çıkma hususundaki hassasiyeti dikkate şayandır: Hz. Ebubekir (ra) sözlerine çok dikkat ederdi. Hatta ağzında bir çift çakıl taşı taşır konuşacağı zaman dili taşa değer o zaman düşünür, “Bunu söylemesem mesul olur muyum?” der, eğer mesul olacaksa konuşur, yoksa susardı. Hatta ehl-i tarikat Hz. Ebubekir’in bu halini örnek almış, yeni gelen müritlere konuşma adabını bu şekilde öğretmişlerdir. Onlar müritlerin ağzına bakla koyarak bu terbiyeyi vermişler. Dilimizdeki ağzındaki baklayı çıkartmak deyimi de bu usulden gelmiştir. DÖRDÜNCÜ MİSAL: NE ZALİM OLUN NE DE MAZLUM Son olarak Bediüzzaman Hazretlerinin hayatından bir örnek verelim. Birinci Dünya Savaşı yıllarında talebeleriyle birlikte Rus ve Ermenilere karşı cihat eden Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyede binlerce Ermeni çocuğu toplanmıştı. Bu çocukları öldürerek katliama uğrayan çocuklarının ve ailelerinin intikamını almak isteyen Müslümanlara Bediüzzaman Hazretleri şöyle nasihat etti: “Bize iyilik edenlere biz de iyilik ederiz. Bize zulmedenlere biz de zulüm ederiz diyen zayıf karakterliler gibi olmayın. Size iyilik edenlere siz de iyilik edin. Size zulmedenlere adaletle muamele edin.”7 Üstad, “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin.” (Maide, 8) ve “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez!” (Fatır, 18) ayetlerini tefsir edip, birinin hatasıyla başkası mesul olamaz, der. Müslümanların bu naslara göre muamele etmesi gerektiğini söyler. Çocukları koruyarak ailelerinin yanına gönderir. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi oldu. Müslümanların ahlakına hayran kaldılar. Fedai komitelerinin reisleri karar alıp “Madem Molla Said bizim çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti. Biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz.” diye ahdettiler. Bu suretle o havalideki binlerce masum çocuk felaketten kurtuldu. (Bkz: Bediüzzaman ve Hayrulhalefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrat Neşriyat) NETİCE OLARAK Bahsi geçen misaller bize ders veriyor ki, Allah’ın hudutlarına hürmet ve itaat etmek, sünnetin ölçülerini ve şeriatın hükümlerini referans almak, kırmızı çizgilerimizin Kur’ânî ve Muhammedî olması bizi bela ve musibetlerden korur. Dünyada saadet ve selameti, ahirette ise Cennet ve Cemalullahı kazandırır. Kaynaklar: 1- Mesnevi-i Nuriye, s. 1622- İbn Cerir-i Taberi (310/922); Bediüzzaman Said Nursi, (2009), Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybi, İstanbul: Altınbaşak Neşriyat (s.79)3- Tirmizî, Birr, 354- Tirmizi, Birr, 875- Bediüzzaman Said Nursi, (2008), Osmanlıca Şualar, s. 509, İstanbul: Altınbaşak Neşriyat6- Buhari, Edeb, 31.7- Tirmizi, Birr ve Sıla, 63.

Muhammed Said ARPACI 01 Mayıs
Konu resmiBediüzzaman'dan Milletvekillerine Nasihatler
Risale-i Nur

“Yeni Türkiye” olmak yolunda, 2023 hedeflerine doğru yol alan memleketimizde her alanda gerçekleşen büyük değişimlerin temel taşlarının sağlam oturması gerekmektedir. Kendi öz değerlerimiz ve gerçeklerimizle yüzleşme sancıları yaşadığımız günümüzde, bu nasihatlerin vekillerimiz ve idarecilerimiz için ufuk açıcı olacağını ümit ediyoruz. İstanbul’da İngilizlere karşı kahramanca mücadele veren Bediüzzaman Hazretleri, 1922 senesinin Kasım ayında, Ankara hükümetinin şifreli olarak ısrarla çağırmasına binaen Ankara’ya gider. Ankara’da resmî törenle karşılanan Bediüzzaman, yeni kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi için meclis kürsüsünde dua eder. Ankara’da yedi ay kalan Hazret-i Üstad, bu süre zarfında Ankara’nın siyasî havasını yakından okuma fırsatı da bulur. İstiklâl Mücadelesinden galibiyetle çıkan kahraman ordumuza kumandanlık eden ve bütün İslâm âleminin muhabbet ve teveccühünü kazanan milletvekillerini yakından tanıma imkânı bulur. Kur’an, İslâm ve vatan hesabına, kahramanca verilen İstiklâl harbinden sonra, maalesef büyük bir zafer sarhoşluğu içinde rehavete kapılan ve başta namaz olmak üzere şeâir-i İslâmiyeye* karşı lakaytlık gösteren o dönemin milletvekillerine karşı 1923’te, TBMM’de on maddelik bir beyanname basar ve dağıtır. Ayrıca bu beyannameyi bütün milletvekillerine kürsüden de okur. Bu beyannameyi, o günün Tür­ki­ye’sinin kendine mahsus şart­ları içinde değerlendirmek el­bette mümkündür. Sadece o zamanki vekillere yönelik, on­ların özel şartları içinde değerlendirilmesi gereken ve o döneme has nasihatler olduğu düşünülebilir. Hâlbuki bu beyannameyi dikkatle inceleyenler görür ki; Bediüzzaman Hazretleri nasihatlerini Kur’an ve iman hakikatlerine bina etmektedir. Halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan bir vatanda, bin yıldan beri küfür âlemine göğsünü siper etmiş kahraman bir milletin idarecilerine seslenmektedir. İslâm uğrunda, Kur’an yolunda, vatan sevdasıyla sadece Çanakkale’de yüzbinlerce şehit vererek büyük bedeller ödemiş bahadır bir milleti temsil eden vekillere hitap etmektedir. Kaderin ve tarihin büyük sorumluluklar yüklediği, yeni bir devletin, muktedir milletvekillerine kim olduklarını hatırlatmaktadır. Dört yüz sene İslâm âlemine hilâfet merkezi olarak maddî ve manevî riyaset eden bir cihan devletinin varisi olarak kurulan yeni meclisin, söz ve yetki sahibi mebuslarına tarihî ihtarlarda bulunmaktadır. Bu beyannamedeki nasihatleri, günümüz Türkiye’sindeki milletvekili adaylarının ve idarecilerin de nazar-ı dikkatlerine arz ediyoruz. Çünkü Hazret-i Üstad bu nasihatleri memleketimizin dinî, tarihî, sosyal ve kültürel gerçekleri üzerine bina etmiştir. Gerçekler üzerine bina edilen bu nasihatler zamanı geçmiş, eskimiş birer nasihat değil; kendi zaman ve zeminini aşan ve günümüze de ışık tutan taze ve güncel birer nasihat hükmündedir. Malumdur ki; bir hüküm, hakikat üzerine bina edilmişse ne zamanın geçmesi ne de şartların değişmesi o hükmü yürürlükten kaldırır. Bu beyannamedeki nasihatler de değişmez hakikatleri ifade ettikleri için zaman onları eskitemiyor. “Yeni Türkiye” olmak yolunda, 2023 hedeflerine doğru yol alan memleketimizde her alanda gerçekleşen büyük değişimlerin temel taşlarının sağlam oturması gerekmektedir. Kendi öz değerlerimiz ve gerçeklerimizle yüzleşme sancıları yaşadığımız günümüzde, bu nasihatlerin vekillerimiz ve idarecilerimiz için ufuk açıcı olacağını ümit ediyoruz. *** 1. İnsan, Rabbi tarafından ihsan edilen bütün maddî ve manevî nimetlere karşı şükretmekle görevlidir. Nimet, şükrü görürse ziyadeleşir. Şükür olmazsa, nimet elden gider, zayi olur. Şükrün en büyüğü ise Rabbimizin en açık ve en kat’î, farz bir emri olan namazdır. Namaz vazifesi aksamamalıdır ki, onun nuru, feyzi ve bereketi hep üzerimize olsun. 2. Halkımızın büyük bir çoğunluğu Müslümandır. Müslümanlar, idarecilerini İslâmiyet hesabına severler, İslâm adına teveccüh gösterirler. Milletin bu sevgi ve teveccühünün devam etmesi, idarecilerin şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmelerine bağlıdır. 3. Milletvekili olmak demek, aynı zamanda bu memlekette yaşayan velilere, âlimlere, şehitlere, salih kullara ve gazilere de idarecilik yapmak demektir. Öyleyse, Kur’an’ın kat’î emirlerine itaat etmekle, öteki âlemde de bu nuranî kafileye yoldaş olmaya çalışmak, yüksek himmet sahibi insanların bir vasfıdır. Yoksa bu dünyada onlara idareci iken, orada, onların birinden bile manevî yardım almaya mecbur olmak ihtimali vardır. 4. Bu fâni ve süfli dünya, şan ve şerefiyle, öyle rağbet edilecek bir meta değildir ki, sizin gibi yüksek himmet sahibi insanları doyursun, tatmin etsin ve aslî maksat olsun. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şu veciz cümlesiyle ifade etmektedir: “Devlete intisap (bağlanma), hizmet içindir. Maaş kapmak için değildir.” 5. Bizim insanımız, kendisi namazsız ve günahkâr da olsa, yine de başındaki idarecisini mütedeyyin görmek ister. Özellikle de Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşlarımız, idarecisini mütedeyyin görürse tam itimat edip destek olur. Fakat idarecisini namazsız ve günahkâr görürse, o idareci, oranın halkının nazarında ithamdan kurtulamaz. 6. Peygamberlerin çoğunun doğudan çıkması ve felsefecilerin çoğunun da batıdan gelmesi, kader-i İlahinin bir işaretidir ki; doğuyu ayağa kaldıracak olan ancak din ve kalptir. Akıl ve felsefe değildir. Memleketimiz Avrupa’ya nispetle doğudur. Mem­le­ketimizin kalkınması için tatbike çalışılacak projeler ve takip edilecek siyasetler, bu Müs­lü­man halkın fıtratına uygun olmalıdır. Aksi takdirde bü­tün çalışmalar zayi olur gider veya sathî kalır. 7. Memleketimizin ve İslâm’ın düşmanı olan bir kısım küresel güç odakları, idarecilerimizin din­­deki ihmalkârlığından çok istifade ederler. İslâm ve mil­le­tin selâmeti adına, dinde ih­mal­kârlıkta bulunmamak ge­re­kir. Dinde ihmalkârlık ve gev­şeme gösteren milletvekilleri ve idareciler, zamanla Müslüman milletten nefret görmeye ve dışlanmaya başlarlar. 8. Haricî düşmanlarımız olan küfür âlemi, bütün vasıtalarıyla, medeniyetiyle, felsefesiyle, fenleriyle, misyonerleriyle İslâm Dünyası’na hücum edip, maddeten uzun zamandan beri galip geldiği halde, dinen galip gelemediler. İslâm Dünyası’nın bünyesindeki sapkın fırkalar ve mezhepler de tarih boyunca yaptıkları bütün ihanet ve saldırılara rağmen, İslâm’ın hakkaniyet ve istikametini bozamadılar. Bu iki durum ispat eder ki; Batı Medeniyetinden süzülüp çıkan, kökü dışarıda, uzantıları içimizde, millî ve manevî değerlerimizle örtüşmeyen ve dine lakayt olan bir hareket veya ideoloji, Müslüman milletin sinesinde yer tutamaz. Demek ki İslâm coğrafyasında köklü, esaslı ve inkılâpvâri işler görebilmek, ancak İslâm’ın düsturlarına itaat etmekle olabilir, başka olamaz. Olmuşsa da çabuk sönmüş gitmiş. 9. Dinin zayıflamasına sebep olan sefih Batı Medeniyetinin batmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve müjdelenen Kur’an Medeniyetinin zuhur etmeye başladığı bir zamanda (günümüzde) lakaytlıkla, gevşeklikle ve ihmalkârlıkla müspet bir iş görülmez. 10. Milletin vekillerini seçecek ve onlara yetkiyi verecek olan, çoğunluğu oluşturan ve sağlam Müslüman olan avam halktır. Dolayısıyla gücünü milletten alan milletvekillerimizin, Kur’an’ın emirlerine uyarak, onlarla maddî manevî uyum içinde olması, İslâm ve millet adına zorunludur. Aksi takdirde, gücünü milletten alıp, sonra da bu gücü İslâm’dan uzak, bedbaht, milliyetsiz, Avrupa hayranı ve batı taklitçilerine vermek, onlara yaranmaya çalışmak, onları kendi milletine tercih etmek, İslâm’a ve millete büyük bir ihanet ve zarar hükmüne geçer. Eğer böyle bir ihanet olursa başta Müslüman milletimiz ve tüm İslâm dünyası, nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından yardım isteyecektir. Çünkü bütün İslâm milletleri, İslâm ve Kur’an adına tarihten gelen bir sorumlulukla yüce meclisimize ümit bağlamışlardır. Bediüzzaman Hazretleri namazın, İslâm’da, Allah’a imandan sonra geldiğini ve namaz kılmayan bir kişinin, kâinatın sultanı olan Rabbine ihanet etmiş olacağını ifade eder. 11. Beş vakit namazını kılan bir müminin çok büyük bir ihtimalle cennet ehli olacağı tevatür, icma ve sayısız ihbarlarla ve delillerle sabittir. Yüce meclisin hareketleri, halk tarafından taklit edilir. Meclisin kusurları, millet tarafından ya taklit veya tenkit görecektir. Bu ikisi de zararlıdır. Namazın farz olduğu ve kılanların da çok büyük bir ihtimalle cennet ehli olacağına dair bu kadar delillere kulak asmayarak, Kur’an’ın kat’î namaz emrine uymayıp, nefsinin safsatalarını dinleyen, şeytanın vesveselerini ölçü yapan insanlarla, hakiki ve ciddi bir iş görülemez. 12. Düşmanımız olan dalâlet ehli küresel güçler, İslâm’ın şeâirini bilerek tahrip etmektedirler. Öyle ise idarecilerimiz zarurî bir vazifesi de şeâiri ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardım etmek ihtimali vardır. Şeâirde gevşeklik ve ihmal göstermek, milletteki zafiyeti gösterir. Milletteki zafiyet ise düşmanı durdurmaz, tam aksine cesaretini artırır. * Şeâir-i İslâmiye: İslâm alâmetleri olan şeylerdir. Başta cemaatle namaz olmak üzere, zekât, ezan, Kur’an harfleri, selâmlaşmak, Besmele çekmek, tesettür gibi göründüğünde İslâmiyet’i hatırlatan alâmetlerdir.

Mustafa TOPÖZ 01 Mayıs
Konu resmiŞeyleşirken Yitirdiklerimiz Hakkında
İnsan

Modernizm, insanı insan yapan iman gibi bir değeri onun elinden almış ve yerine ikame etmeye çalıştığı sözde değerlerle, imanın eksikliğini unutturmaya çalışmıştır. Oysa hakikate yapışık olan ruh, unut­mamaktadır. İnsanın bu modern bunalmışlığı aslında bu unutmamışlığındandır.  İnsan, insanlığından düştüğü anda başka bir “şey” oldu. O başka bir şey, her ne kadar “düşünen bir şey” olarak anılsa da şuurdan “düşen bir şeydir” artık. Çünkü şuur, şeyde değil insanda bulunur. Burada aslında, Descartes’ın “res cogitans” ifadeleriyle ortaya koyduğu, modernliğin kilit taşı olan bir kavramdan, “düşünen şey” kavramından bahsediyorum. Oysa insan, “düşünen bir canlı” olabilir ama “düşünen bir şey” olamaz. İnsan, insan olduğu anda beşer oluşunu aştığı gibi; şey oluşunu da aşmaktadır çünkü. Ahsen-i takvim kavramı ile işaret edilen o yüksek insaniyet makamı, esfel-i sâfilin kavramı ile işaret edilen o aşağıların aşağısı derekeden ne derece yüksekse; “şey” oluşun Kur’ânca ifadesi olan “hayvandan daha aşağı” seviyesizliği de Hz. İnsan oluştan o derece aşağıdadır. Eğer insan, düşünen bir şey olarak anılabilirse, düşünen bir demir, düşünen bir sayı, düşünen bir robot ile de eşitlenebilirdi ki, bugünlerde yapay zekâ çalışmalarıyla aranan tam da böyle bir özdeşlik imkânı değil midir? Bu arayış cüretiyle iddia edilen aslında şudur: İnsan düşünen bir şeyse, şeyler de düşünen birer insan olabilir. Halbuki insan oluş, düşünür oluştan ibaret değildir. İnsan oluş, gerçekte hak edilmesi gereken bir oluş durumudur. Zira hayvaniyet mertebesinden insanlık mertebesine tekâmülün yolu, tek başına düşünmekten değil; düşünülmesi gerekeni düşünmekten, tabir-i diğerle; imandan ve ubudiyetten geçer. Beşer, Hz. İnsan olabilmek için, Rabbini tanımalı ve nefsinin hayvani isteklerine karşı mücadele etmelidir. O, ancak böylece tam bir insan (insan-ı kâmil) olabilecektir. Modernizm insanı kaybetmiştir, çünkü insanı insan yapan imanı kaybetmiştir. Modern çağ böylece, şeyleşen insanın, sayılarla, algoritmalarla ya da robotlarla eşitlenebileceğine dair bir yanılgıya ayartılmıştır. Oysa insan, şeyden çok hem de çok fazlası olduğu için hiçbir “şeyle” eşitlenemez. O tek başına ne bedendir ne de düşünce. Eğer insan bir şeye eşitlenebilseydi, tanımlanabilirdi de. Oysa bütün modern mitolojiler hâlâ daha “insan denen bir meçhul”ün varlığından bahsetmiyorlar mı? İnsanın uzay ve zamanı aşan ruhu, sürekli bir fazlalık olarak kalacaktır. Maddeyi ve şey oluşu aşan bir fazlalık olarak… Tarih, bu hakikati görmezden gelen ideolojilerin mezarlığı değil midir? Ve yine bugün, pozitif bilimci anlayışın başında, bilimi edebiyatlaştıran (sanatlaştıran) bir “kuantum fiziği” belası yok mudur? Maddeciliğin ve tecrübeciliğin boğucu sığlığına hapsedilmeye çalışılan ruh, en sonunda bir atom bombası gibi patlamış ve bilimin en güvendiği tecrübeciliği paramparça ederek sonsuzluğa doğru bir sıçrama gerçekleştirmiştir. Bilim artık mecazlarla, başka bir şekilde söylemek gerekirse, makuliyete yaslanan modellemelerle kol kola yürümektedir. Zaten sanat da insan ruhunun teneffüsü için var olmamış mıdır? Ama sanatın soluğu da ruh için yetersiz kalacaktır. Eğer bu böyle olmasaydı, sanatkârlar bir tek sanat eseri oluştururlar ve bu eserle tatmin olup bütün arayış iştahlarında doyuma ulaşırlardı. Halbuki sanatkâr, sürekli arayış içinde olandır. Mükemmeli, tam olanı; dolayısıyla ölümsüzü arayan sanatkâr, aradığını bu dünyada hiçbir zaman bulamayacaktır. Hem, onun kendi eserlerine dair sürekli memnuniyetsizliği, sürekli bulamamışlığının en büyük delili değil midir? O halde, insanın şeyleşmesinin önündeki en büyük engelin “iman” gerçeği olduğu da böylece ortaya çıkacaktır. Zira tam ve ölümsüz olan, sadece imanın konusudur. Sonsuz bir âlemin var olduğuna iman etmemiz ile içinde yaşadığımız şu âlemin gerçekten var olduğuna iman etmemiz; her zaman için onları bilmemizden öncedir. O yüzden iman, bütün bilmelerimizden de öncedir. Sanatın sonsuzluğu –mış gibi bir sonsuzlukken, imanın sonsuzluğu gerçek bir sonsuzluktur. Sanat eserlerinin insanı ölümsüz kılacağı varsayılır ama bu varsayışın çoktan ölmüş bir sanatkâr için hiçbir anlamı olamaz. Oysa iman, ölmüşlerin eserlerini seyredenler için değil, bizzat ölecekler için bir sonsuzluk vadeder. Ne kadar iyi korunurlarsa korunsunlar, bütün sanat eserlerinin yokluğa çözüleceği bir an elbette vardır. Ama imanın hakiki meyveleri sonsuzlukta neşvünema bulacaktır ve bu meyveler ölümsüzdür. İşte modernizm, insanı insan yapan iman gibi bir değeri onun elinden almış ve yerine ikame etmeye çalıştığı sözde değerlerle, imanın eksikliğini unutturmaya çalışmıştır. Oysa hakikate yapışık olan ruh, unut­mamaktadır. İnsanın bu modern bunalmışlığı aslında bu unutmamışlığındandır. Bugünlerde, hakikati temsil etme iddiasından ve de mad­dî­liğin/suretlerin katılığından te­cerrüt etmeye başladığı müşahede edilen sanat ve bilimin, ruhun mücerret dünyasına daha bir yakınlaştığı söylenebilir. Ruh, bütün bu feryatlarıyla aslında modernlerin yitirdiği bir değeri; imanı talep etmektedir. Ya da insan, seküler bir çağın karanlığında yitirdiği ruhunu aramaya gönüllüdür.

Oğuz DÜZGÜN 01 Mayıs
Konu resmiSüpermen Gerçek Değil!
Eğitim

Güncel siyasi olayları konu­şur­ken, tartışırken çoğunlukla kişi­lerin kendilerini boşuna yor­duk­larını düşünürüm, her ne ka­dar bazen kendimizi alevli tar­­tış­­maların içinde bulu­versek de. Bu, bazen hükümet meseleleri olduğu gibi bazen de dünya siyasetine dair olabiliyor. Bir noktada kendimi dışarı çekebilmek için kendi kendime şöyle diyorum: “Bu konuların tartışılarak karara bağlandığı ortamlarda mıyım?” Ya da “İfade ettiğimiz görüşler, ortaya koyduğumuz eleştiriler karar alıcılara ulaşıyor mu?” Cevap “Hayır!” ise, bizim o dairede vazifemiz yok demektir. Dolayısıyla o mecrada harcadığımız mesai ayetin tabiriyle “hebaen mensura” gidecektir. *** Yukarıda bahsettiğim mevzu, kendi ruh sağlığımız açısından da oldukça gerekli aslında. Zira üzerimize vazife olmayan konularda, sonuca tesir etmeyecek mecralarda gösterilen gayret, harcanan emek zaman ve kaynak israfı olarak çıkabilir karşımıza. Tıpkı kelam-ı kibarda dendiği gibi, “Yanlış yolda gidiyorsanız koşuyor olmanızın bir faydası yok!” Sadece daha hızlı yorulursunuz. Bence bu hususta belirleyici ve hayati öneme sahip nokta, vazifemizin nerede başlayıp nerede son bulduğunu ayırt edebilmekte yatıyor. *** Geneli ifade eden savaşta verilen mücadele ve mücahedenin, özel ve şahsi olan nefisle mücadele kıyasında küçük cihat olarak değerlendirilmesi, nefisle cihadın ise cihad-ı ekber/en büyük cenk olarak görülmesi, bizim için bir kıstas olabilir zannımca. Çünkü dünya siyasetine, hükümet işlerine dair vazifelerimiz çoğunlukla uzun aralıklarla ve sınırlı işlerde. Hem büyük dairedeki işlerin değişimine katkımız zayıf. Halbuki kendimizle ilgili işlerimiz kısa aralıklarla ve süreklilik arz ediyor. Dolayısıyla sınırlı, geçici vazife bittiğinde kendi küçük dünyamızdaki dar dairemize dönmemiz ve asıl vazifemize odaklanmamız gerekiyor. Bu dar daire ise neticesini değiştirebileceğimiz, karara katkı sunabildiğimiz kendimiz, ailemiz, komşularımız ve arkadaşlarımız gibi etki alanımızdan oluşuyor. Tabiri caizse -başta kendimiz olarak- kimin hayatına dokunabiliyorsak, kimde etki oluşturabiliyorsak orada en büyük vazifemiz var. Sınırlı kaynaklarla maksimum fayda amaçlayan iktisadi bakış, yukarıda çizmeye çalıştığım resmi, “zaman ve kaynak israfı” özelinde netleştirir kanaatindeyim. Zira bu işin bir fırsat maliyeti var. Yani geniş dairelerdeki cüzi vazifelere ayırdığımız zaman, dar dairedeki hayati vazifeden çalınmış demektir. *** Ayrıca bu durum, kişinin haddini aşması, kendini olduğundan büyük görmesi ve kaotik bir ortamda aciz ve biçare ortada kalakalması anlamına da gelebilir ki neticesi “mutsuzluk” olarak karşımıza çıkacaktır. Kaos teorisini bilir misiniz? Hani şu kelebek etkisi benzetmesiyle meşhur olan ve her şeyin her şeyle bağlantılı olduğundan hareketle ya her şeye hâkim olursun ya da her şeyin mahkûmu olursun yaklaşımıyla bizi her şeyin içine çekmeye çalışan teori. Yahu, şehri temiz tutmak için herkesin belediye başkanı olmasına gerek yok. Kişi bazında herkesin kendi evini temiz tutması yeterli olacaktır. Ya da karanlıktan kurtulmak için sövmek yerine kalkıp bir mum yakmak gerçekçi bir çözüm olabilir mesela. Büyük işler, küçük küçük işlerin birikiminden oluşuyor bir cihette. Bu bakış açısıyla bir hakikat kendisini gösterir: Dünyayı değiştirmek kendimizi değiştirmekten geçiyor. Dolayısıyla küçük işler yapılmadan büyük neticelere erişilemiyor, unutmamak lazım. Belki de problemin kaynağı burada: Hiç kimse güya basit, küçük, sıradan işleri kendisine yakıştıramıyor. (Günümüzde var olan işsizliğin bir kısmı da aslında kişilerin iş bulamamasından değil, bulduğu işi kendisine yakıştıramamasından kaynaklanıyor. Herkes elinde tokmakla gezmek istiyor, ama birilerinin de davulu taşıması gerekiyor.) Genel ve özel meselelerin hayatımızdaki etkisi ve bizim buradaki rol ve zaman harcama durumlarımızdan buraya kadar geldik. Hadiseye kendisinden bakamayan insan, bir cihette kendi küçük aynasında büyük dünyanın yansımasını bulmaya çalışıyor. Sorumsuz sorumluluk alma derdine düşüyor. Bir cihette bakıldığında herkes bir çeşit kahramanlık peşinde geziyor. *** Söz hazır buraya gelmişken, duruma bir de buradan bakalım. Süpermen gerçek değil, ama çocuğunun mutluluğu için sabahlara kadar hazırlık yapan anne gerçektir. Herkül gerçek değil, ama evla­dı­nı mahrum etmemek için dün­yaları kaldıran baba gerçektir. Alaattin’in sihirli lambası gerçek değil, ama kendisiyle dertleşilebilen, dara düştüğümüzde çağırmadan imdada koşabilen, sihirli dokunuşlarla ruhumuza nefes aldıran arkadaş gerçektir. *** Hasılı, süper kahraman olamayabiliriz ama kendimizi fark etmekle ve pergelin ayağını burada tutarak -zira herkesi dış alemi kendi penceresinden görür ve anlar- hayatına temas edebildiğimiz, ruhuna dokunabildiğimiz ailemizin, arkadaşımızın, komşumuzun kahramanı olabiliriz. Eğer bir kahraman arıyorsak iyi bilelim ki kahraman, başkasının işine karışmadan kendi işini yapabilen kişidir. Çünkü dünyayı kurtarmak için yapamayacağı işleri tartışmak yerine, yapabileceklerini yapacaktır. Belki de zaten yapmıştır.

Alpaslan Talha AKKURT 01 Mayıs
Konu resmiEy Kardeş!

Bir yangın sararken afakın burcunu her cihetten, bir karınca misali su taşımanın himmeti borç değil midir derya sakinine? İbrahimvari alevlere atılan kalp­lere, gülistanın baharından bir pencere açmak, baharın varlı­ğını sunmak değil midir kara kış ortasında? Paslanmış köhne zihniyetlerin, fikirleri dikenli teller altında hapse mahkûm etmesine karşı, terütaze iman esaslarıyla hürriyete ermek hakları değil midir zihinlerin? Düşündün mü? Maddenin öze inmemiş anlam karmaşasında boğulurken ruhlar, kalbe ve ruha nurlu ve ulvi bir mananın teneffüsü nasıl büyük bir ihtiyaçtır? Evet, sonsuzluğun caddesinde oturmuş izliyoruz, tükenen za­ma­nın tik taklarını. Dünyevi beka vehminin tevehhümünde ya­nılıyoruz bazen, bazen geri gelmeyecek bir mazide yaşıyoruz, bazen istikbalin derelerinden korkuyoruz. Hâlbuki bugünümüz dünden ve yarından alacaklı. Yaklaşan kara bulutları görmüyor gibi yaşıyoruz bazen. Aslında bir sancı tutmalı yüreklerimizden, geceleri gündüzlere eş tutan. Akılların idrak sancılarında duymalıyız, yüreklerin imdat çağrılarını. “Ümmetin en hayırlısı en faydalı olandır” diye zamanı zamana ekleyip koşmalıyız, istikbalin selameti için. Bil ki: Dert insanı diri tutar. Hani kâinatın Efendisini (sav) Hira’ya kapatan o dert, hani Hz. Musa’yı Tur Dağına tırmandıran, Hz. Yusuf’a zindanı medrese kılan, hani Hz. Eyüp’e sabır kazandıran, Hz. Yunus’a münacat olan, hani bir avuç insanı dünyaya meydan okuyacak kadar cesur kılan, çekilen sıkıntılara rağmen pes ettirmeyen, inatçı bir düşman topluluğu karşısında dahi yılmak yıkılmak bildirmeyen, hicret ettiren o dert… Öyle bir dert ki ölüme meydan okurcasına vakfedip uğrunda bir ömrü, sürgünden sürgüne gittiğinde bile dağ gibi davasına sahip çıkabilmenin, zalim ve hunhar bir düşman kumandanı karşısında dimdik durabilmenin, dünyayı kendine muhatap bilmenin zembereğinde filiz veren bir tohum… Bir an-ı vahidde dahi yoldan dönmeyi aklından geçirmemenin hayat düsturuyla, bazısına bu yolda zehri bal diye içirip şehadeti şerbet etmenin, bazısına uykunun dahi belini büküp kalemini yar bilmenin ulvi makamında bir dert… Mükâfatını, cennetten cehennemden öte, “Bana seni gerek seni” diyerek, rıza-yı Bari’ye vasıl olmakla bulmanın sancısı bir dert… Nedir, korkuyu korkutan o yü­ce mana? Kimdendi, asırlarca süren o koca dava? Nedir, ahir zamanda Kızıldeniz’i ikiye yararcasına, hakikate bir yol açan o engin derya? Nasıl ulaşır yüreklere, karanlığı dağıtan nurdan bad-ı saba? Bir bulut gezer ya hani üstümüzde, nerede ihtiyaç varsa toplayıp kendini, coğrafyalara rahmet olur. İşte öyle gönüller var ki, büyük yangınlar bağrında rahmete muhtaç. Bir bulut bekliyor, rahmet olacak. Ve biz, o rahmetin taşıyıcı katreleri olmaya gönüllü. Binip inayet rüzgarının sırtına, gönülden gönüle koşmaya sevdalı.. Bir dert sahibi güzel ifade etmişti: “Ne büyük yâre ki, kimler buna derman olacak? Bu büyük derd-i elemden kime şekva edeyim? İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak. O şifa-bahş olan envarını sen çeksen eğer, Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak?” Demiştim ya, bizler katre olmaya sevdalı diye, işte bir umman var ki bize rehber, bize örnek bu ulvi uğurda. Evvelinde zamanın bir umman geçti bu diyardan. Avuçlarından akıttı yeryüzüne nurlu bir deryayı. Bir kahraman geçti zamanın son devresinde, ümmetin selameti uğruna ahiretini dahi feda etmeyi göze alan. Bir kahraman ki nübüvvet mesleğinin varisi, nebevi mirasın naşiri, Kuran’ın cadde-i Kübra’sının dellalı. Ah o bıraktığı nasıl bir nur-u bedi; asırların beklediği, kalplerin özlediği, ahir zaman mürşidi, Kur’an’ın mucizesi, Hz. Ali’nin müjdesi, Gavs-ı azamın tebşiri, gönüllere safa, dertlere deva, akıllara şifa… Öyle bir nurlu derya ki yangınlar söndüren. Tek başına küfrü zir ü zeber eden. Akaidin çelik ve elmastan kalesini kalplere inşa eden. Tahrip edilen enkazlardan, Sünnet-i Seniyyenin mevsiminde imanın şuur ve fikir bahçesinde yeni şehirler ihya eden. Sorarım: Bu nur erişmeli değil mi, ona hava gibi su gibi muhtaç kalplere ve akıllara? Bu tebşirat koşmalı değil mi, umutsuz ruhlara? Bu deva yetişmeli değil mi, yanan canlara? Bu derdin sancısıyla, asrın marazına bu tiryakları taşıyarak kahraman doktorlar olmalı değil mi? Evet, Kıymetli Kardeş! Çalışmalı... Çalışmalı... Çalışmalı.... Nesl-i atinin bidayetinde, zamanın nihayetine kadar…

Beranur UYSAL 01 Mayıs
Konu resmiDersimi Dağlardan Taşlardan Aldım
Eğitim

Çok bunalmıştım. Pek ciddi daralmıştım. Hadiseler peş peşe gelmişti. Mart ayının ortalarıydı. Babaannemin tabiriyle “Deli mart ayı idi.” Tıpkı toy bir delikanlının ne yapacağının belli olmaması gibi mart ayının da havasının seyrinin nasıl olacağı belli olmadığından deli mart denilirmiş. İşte bu deli martın ortalarında köyümün dağlarına doğru adımladım. Dilim Hasbüna’yı okuyordu. Aklım derin düşüncelerdeydi. Kalbim hızlıca çarpıyordu. Hava yağmurluydu. İki dağın eteklerinin birleştiği noktada dere akıyordu. Ben de derenin kenarından yukarı doğru tırmanıyordum. Bir yanda derenin şırıl şırıl akıntı sesi, bir yanda yağmurun şibilti sesi, bir yanda etrafımı sarmış olan sis, diğer taraftan yağmurun ıslattığı çam ağaçlarının o harika görüntüsü, daha diğer yanda ise çam ağacının yapraklarından süzülüp dikenli yaprakların ucunda sarkık halde duran yağmur damlalarının enfes görüntüleri vardı. Derenin içinde yer yer kırık bir dal parçası ve bu kırık dal parçasına dayanıp küçük bentler oluşturan sonbahar bakiyesi yapraklar bulunuyordu. Akan, yalnız su değildi. Zaman, sudan selden daha hızlı akıp gidiyordu. İşte bu zamanın ve akan suyun etkisiyle oluşan küçük ölçekte şelaleler vardı. Bu küçük şelalelerden aşağı inen suyun çıkardığı dinlendirici, engin ve dingin ses, kesintisiz olarak devam ediyordu. Çetin geçen kış şartlarının eseri olarak yana yatmış, dalları kırık, gövdesi çatlak ağaçlar vardı. Adeta büyük bir harp yaşanmış ve kimi ağaçlar ağır yara alıp gazi olmuşlardı. Gazanız mübarek olsun demekten kendimi alamadım. Yağmur altında alabildiğince yürüdüm. Sonra uzun uzun manzarayı dinledim. İçime bir ferahlık hissi doldu. Kalbim rahatladı. Ruhum teskin oldu. Tabiatı, tabiattaki bu harika harmoniyi seyrettim. Bir taraftan yağmurun o eşsiz şibiltisi, diğer taraftan derenin çağıltısı ve ara sıra gelen kuş nağmeleri… Bu seyre dalmış iken etrafımdaki dağlar, taşlar, ağaçlar, akan su, suyun üzerinde aktığı kayalar mana diliyle bana hitaben konuşmaya ve sırlarını açmaya başladılar. Ben sordum onlar cevapladılar. İlk önce hemen önümde bulunan çınar ağacına sordum. -  Ben şu an ümidim kesik, moralim bozuk, kalbim kırık bir haldeyim. Adeta kolum, kanadım kırık. Bana vereceğin bir ders var mı? Ağaç hal lisanıyla adeta şöyle diyordu: - Ey insanoğlu! Başını kaldır. Gözünü, gönlünü aç ve bana dikkatle bir bak! Bu civarın en yaşlı ve en kıdemli üyesiyim. Senin hemcinslerin defalarca kez kolumu, kanadımı kestiler. Çetin kış mevsimlerinde esen şiddetli rüzgârlarda büyük hasarlar aldım. Ana kollarımdan hiç birisi kalmadı. Hepsi ya kesildi veya kırıldı. Ama asla yılmadım. Küsmedim. Pusmadım. Vazgeçmedim. Gayreti bırakmadım. Dallarımı, kollarımı kıranlar ümidimi asla kıramadılar. Kesilen veya kırılan her bir kolumun, dalımın yerine yeni ışkınlar verdim. Şevkimi kaybetmedim. Ve şu anki halimi görüyorsun. Dikkatle tekrar baktım. Gerçek­ten gövdeden hariç hiçbir ana kol veya dal kalmamıştı. Lakin ağacın her yanı yeni ve taze ışkın vermiş dallarla doluydu. Döndüm bu defa şırıl şırıl akmakta olan suya sordum. - Oldukça bitkin ve moralsiz haldeyim. Ümidim kırık. Bana bir dersin var mı?Su da ağaç gibi hal diliyle şunları söylüyor diye hikmet kulağıyla dinledim: - Ey insanoğlu! Şartlar ne olursa olsun akmaya devam ettim. Bu sayede pekçok kuru yerlere ulaştım. Hem de her daim temiz kaldım. Çünkü akan su temiz olur. Durağan olan sular kokmaya, kirlenmeye, kurtlanmaya başlar. İnsanlar bana yön vermek için çeşitli bentler yaptılar. Kanallar açtılar. Kısmen yönümü değiştirenler oldu. Fakat ben akmaya devam ettim. Aka aka yolumu buldum. Öyle ki, akıp dolaştığım yerler hep hayatla doludur. Ey insanoğlu! Sakın mahviyetten, cömertlikten ayrılma! Akmaya devam et. Yani hayatın devamlı faaliyet içerisinde olsun. - Nasıl olup da devamlı faaliyet içerisinde olacağım, dedim. - Hedefin olursa hayatın her daim hareket ve faaliyet üzereolur. Âtıl kalmazsın. Hareketli olan temiz olur. Pak olur. Âtıl kalan pas tutmaya başlar dedi. Bakışlarım suyun üzerinden akıp gittiği kayalara isabet etti.Sordum: - Ey kayalar! Ben ciddi bir sarsıntı üzereyim. Bana bir desteğiniz ve bir dersiniz var mı? - Tabii ki var ey insanoğlu, dediler. Hikmet nazarıyla bakarsan, dersini alırsın. Gözüm taşlarda, kalbim gözümden gelenlerde olarak dinledim. İnsanlar bizi katı kabul ediyorlar. Aralarındaki katı kalplileri “taş kalpli” diye zikrediyorlar. Aslında bizler siz insanoğlunun düşündüğü gibi katı değiliz. Katı olsaydık tatlı su kaynaklarının tamamına, nehir kaynaklarının bütününe ev sahipliği yapabilir miydik? Doğrudur bizler biraz sert varlıklarız. Fakat bu katılık anlamında bir sertlik değil. Bu sertlik; yerli yerinde durmak, kişiliğini kaybetmemek, suyun akışına ve hadiselerin gelişimine göre şekil almamak noktasında bir sertlik ve sağlamlıktır. Böyle sağlam karakterli olduğumuz ve aslımızdan taviz vermediğimiz içindir ki; suyun akışına kapılıp gitmiyoruz. Belki suyun akışına bir zemin oluyor ve yön veriyoruz. Suların akışı bazen şiddetli ve hiddetli oluyor. Önüne çıkanı yıkıp geçiyorlar. Üzerindekileri savururlar. Bize gelince; işte bu şiddetli ve hiddetli seller, sadece üzerimizdeki kirlerin, tortuların temizlenmesine sebep olur. Seller geçip akıntı sakinleştiği zaman ortada yine bizler kalırız. Ve yine sular bizim üzerimizden akmaya devam eder Ardından başımı kaldırıp yalçın dağlara göz gezdirdim ve dağlara sordum: - Şu an sizleri büyük rahmet yağ­murlarına mazhar olarak gö­rü­yorum. Bu nimeti nasıl kazan­dınız? İçlerinden birisi yani gözüme ilk çarpan onları temsil ediyormuşçasına ve mana diliyle dedi: - Ey insanoğlu! Sadece hazır vakte bakıp da bir hükme varma! Nice yaz sıcaklarında kavrulduk. Nice kış şartlarında türlü fırtınalara tutulduk. Ama yerimizde sebat ettik. Temkin ile teskin ile vakur bir eda ile yerimizde sabit olduk. Ve nihayet bu bahar yağmurlarına mazhar olduk. Sen de eğer rahmet yağmurlarına uğramak dilersen yerinde sebat et. Akan su, hareket et diyordu. Evet, harekette bereket vardır, ümit vardır. Dağ da taşlar gibi diyor ki sebat et. Evet, insan durması gereken yeri de bilmeli. Azmettiği gibi, sebat etmeyi de öğrenmeli. Ne esen fırtınalara, ne kışın soğuğuna, boranına ve ne de yazın kavurucu sıcaklarına aldırmamalı Dağların dersi gerçekten de dağ gibiydi. Büyüktü. İnsanın ruhunu teskin eden bir hali vardı. Başımı yere eğdim Bu harika derslerin tesiriyle gam, kasavet, ümitsizlik, boynu bü­küklük, bitmişlik, tüken­miş­lik gibi moralimi bozan, kuv­ve-i maneviyemi kıran hissiyat ve duygular tamamen dağıldı. Ade­ta dağ gibi güç topladım. Çı­nar gibi taptaze ışkınlar verdim. Ve su gibi hayatın içerisine, faaliyete, gayrete, ümide ve he­defe doğru akmaya başladım.

Kürşat İMANLI 01 Mayıs
Konu resmiNurdan Maddeler
Risale-i Nur

İNSANIN DİĞER CANLILARA OLAN ÜSTÜNLÜĞÜ ŞU 4 İTİBARLADIR1 1- Yüksek seciyeler sahibi olması. 2- Cem‘iyetli istidâtlarının olması. 3- Küllî ibadetlerinin olması. 4- Akıl, kalp ve ruh cihetiyle geniş varlık daireleriyle alâkadar olması. CEVŞEN-İ KEBİR’İ KUDSÎ KILAN 3 HUSUSİYETİ2 1- Kur’ân’ın hakiki ve tam bir çeşit münâcâtı olması. 2- Kur’ân’dan çıkması. 3- Kur’ân’ın bir çeşit hulâsası (özü) olması. CEVŞEN-İ KEBİR’DE 100 DEFA TEKRAR EDEN O MEŞHUR MÜNÂCÂT CÜMLESİ İLE İLÂN EDİLEN 4 KUDSÎ HAKİKAT3 1- Kâinatın en büyük hakikati olan tevhid. 2- Mahlûkâtın rubûbiyete karşı en mühim vaziflerinden biri olan tesbih (Sübbânallah). 3- Beşerin en dehşetli meselesi olan, ebedi Cehennem azabından kurtulmak. 4- Ubûdiyet ve insan âcizliğinin en lüzumlu bir neticesi olan, dua ve niyaz. DAVASI UĞRUNA HAPİSTE ZULME UĞRAYAN ALLAH DOSTU BİR ÂLİMİN 4 KÂRI4 1- Hapisteki diğer mahkûmları nurlandırarak ve onlara teselli vererek ziyadesiyle sevap kazanmak. 2- Fani saatler, ibadet hükmüne geçerek bâki saatlere dönüşür. 3- Pek çok manevi lezzetler almak. 4- Dinî ve ilmî vazifeler, tam bir ihlasla yapılır. HAKKA’L-YAKÎN KUVVETİNDEKİ BİR İLME’L-YAKÎN İMANIN 5 ÖZELLİĞİ5 1- Gaybî bir imandır. 2- Vahiy sırrının feyzine mazhardır. 3- Burhanî ve Kur’ânî bir tarzdır.4- Akıl ve kalb birlikteliği vardır. 5- İman ve Kur’ân hakikatlerini zaruret ve bedâhet derecesinde tasdik etmektir. NAMAZDAKİ TEŞEHHÜTTE HZ. PEYGAMBER’E (A.S.M.) VERİLEN SELÂMIN 5 ANLAMI6 1- Biat. 2- Memuriyetine teslim ve itaat. 3- Vazifesini tebrik.4- Bir nevi teşekkür. 5- Bize verdiği saadet-i ebediye müjdesine bir mukabele. BATILI HAK, İMKÂNSIZI MÜMKÜN GÖSTEREN 8 ŞEYTANÎ DESİSE7 1- Gaflet 2- Dalâlet 3- Safsata8 4- İnat 5- Muğâlâta9 6- Mükâbere10 7- İğfal11 8- Görenek KELİME-İ TEVHİD İLE İMANLARI TAZELEMENİN 4 HİKMETİ12 1- İnsanın şahsı her zaman yenilenmektedir. 2- İnsanın vatanı olan âlem dahi seyyardır. Daima gider, yerine başkası gelir. 3- İnsanda nefis, hevâ, vehim ve şeytan hükmediyorlar. Bunlar, çok vakit imanını ren­cide etmek için gafletinden de istifade ede­rek, çok hileler yaparlar. Şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar. 4- İnsandan her zaman, şeriatın zâhirine muhalif ve küfre girmesine sebep olabilen keli­meler ve hareketler sudûr edebiliyor. Kaynaklar: 1- Osmanlıca Şualar, c. 1, s. 217.2- Osmanlıca Şualar, c. 1, s. 237.3- Osmanlıca Şualar, c. 1, s. 237.4- Osmanlıca Şualar, c. 2, s. 564-565.5- Osmankıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 22.6- Osmanlıca Şualar, c. 2, s. 231.7- Osmanlıca Mektûbât, c. 1, s. 143.8- Safsata: Boş, asılsız, temelsiz söz.9- Muğâlâta: Yanıltacak şekilde söylenen söz.10- Mükâbere: Büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme.11- İğfal: Gaflete düşürüp yanıltma, kandırma, aldatma: 12- Osmanlıca Mektûbât, c. 1, s. 158.  

Mustafa TOPÖZ 01 Mayıs
Konu resmiRisale-i Nur'un ve Talebelerinin Vazifesi (2)
Risale-i Nur

3. Ölçü: Risale-i Nurların Vizyon ve Misyonu Ulvidir. Risale-i Nurun vizyon ve misyonu, iman kurtarmaktır. Bizler nur talebeleri olarak imana hizmet ediyoruz. Hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları gibiyiz. Ümmet-i Muhammediye Aleyhissalatü Vesselamı “Darusselam” olan cennete götüren bir Rabbani geminin hizmetkârlarıyız. Vazifemiz kendimizle beraber müminlerin imanını küfrün taarruzlarından muhafaza edip onları sahil-i selamete çıkarmaktır. Bu ulvi vazifeyi son derece ciddiyetle, ittifak ve ittihatla, tesanüt ve muavenetle, aşk ve şevkle, şükürle yapmalıyız. Sevgili üs­ta­dımızın bu manayı teyit eden Emirdağ La­hi­kasında şöyle bir açıklaması var: “Madem Cenab-ı Hak bu zamanda nurculara iman kurtarması hizmetini ihsan etmiş. Elbette bu nimet-i azimeye karşı daima şükür ve şevk ve gayretle fütursuz (yani gevşeklik göstermeden) çalışmak vazifeleridir.”1 Nur talebesi, şahsını ve nefsini düşünerek hareket etmez/edemez. Lakayt ve gayr-ı ciddi davranamaz. Her bir nur talebesi, başkalarının imanlarını kurtarmakla da sorumlu olduğu için hizmetin gerektirdiği sadakat ve ciddiyeti son nefesine kadar muhafazaya çalışmalıdır. Aksi halde hizmet hezimete dönüşür, ulvi gayeler ve neticeler heba olur. Hz. Üstad bu nazik hususu: “Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’aniyenin zuhura yakın geldiği bir anda, lakaydane ve ihmalkarane müsbet bir iş görülmez.”2 sözüyle dile getiriyor. 4. Ölçü: Bu Zamanda İmana Hizmet Büyük bir Nimettir. Nimet de Şükür İster. Hz. Üstad içinde bulunduğumuz asrı münkirat asrı olarak tarif eder. Yani dine ait her şeyin top yekûn inkâr edildiği bir asırda yaşıyoruz. Bir rivayete göre Nuh Aleyhisselam ve ondan sonra gelen peygamberler, ümmetlerini ahirzamanda zuhur edecek deccal fitneleriyle korkutmuşlardır.3 Ahirzamanda ehl-i imanın maruz kaldığı dehşeti Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz şöyle ifade eder: “Ahirzamanda kişi sabahleyin evinden mü’min olarak çıkar, akşama kafir olarak girer.”4 Bir başka hadiste Resûlüllah Aleyhissalatü Vesselam, “Fitnelerin zuhur ettiği zamanlar, ateşten koru elde tutmak gibi sıkıntılıdır.”5 buyurarak böyle zamanlarda imanı muhafazanın ne kadar zor olduğunu ifade etmiştir. Ahirzaman alametlerinin pek çoğunun zuhur ettiği bir asırda yaşadığımızı unutmayalım. Şunu da bilmeliyiz ki, Kur’an’da kıssaları anlatılan hiçbir peygamberin ümmeti dinsiz değildiler. Ekserisi Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte icraatında O’na şirk koştular. Halbuki asrımızda dinsizliğin bin bir türlüsü zuhur etti. Peygamberlerin bile karşılaşmadığı dehşetli bir dinsizlik akımı dünyanın her tarafına yayıldı. İşte böyle bir zamanda iman sahibi olmak ve dine, imana hizmet etmek ne kadar büyük bir nimet olduğu daha iyi anlaşılmalıdır. Bir şeyde külfet ne kadar çoksa ücret de o derece çok olur. Sehl İbnu Sa’d Radıyallahu Anh anlatıyor: “Rasûlullah Aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Vallahi, senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır.”6 Ahirzamanda imana hizmetin kül­feti de çoktur, ücreti de. Çünkü ücret, külfet nisbetinde olur. Nimet ne kadar büyükse kül­fet ve ücreti de o nisbette çok olur. Evet, her nimet şükür ister. Nimet şükrü görürse devam eder, ziyadeleşir, şükrü görmezse kaçar, gider. Bu Kur’an’da bildirilen ilahi bir kanundur. Madem bu ahirzamanda imana, Kur’an’a hizmet büyük bir nimettir. Hizmet nimetine şükür yine hizmet iledir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu büyük nimeti elimizden kaçırmamak için bizlere şu ikazı yapıyor: “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz! Vazifeniz kudsiyedir. Hizmetiniz ulviyedir. Her bir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın.”7 5. Ölçü: Can kurtaran mısınız? Canını kurtaran mısınız? Sevgili Üstadımız 28. Lem’ada şöyle bir örnek verir: “Sa‘dî-i Şîrâzî Gülistan’ında naklediyor ve diyor ki: “Ben bir ehl-i kalbi tekkede, seyr ü sülûk ile meşgul iken görmüştüm. Birkaç gün sonra onu talebeler içinde, medresede gördüm. ‘Ne için o feyizli tekkeyi terk edip, bu medreseye geldin?’ dedim. O dedi ki: ‘Orada herkes yalnız kendi nefsini, eğer muvaffak olursa kurtarabilir. Burada ise, bu Âlî himmet şahıslar kendileriyle beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar. Ulüvv-ü cenâblık ve ulüvv-ü himmetlik, bunlardadır. Fazilet ve himmet bunlardadır. Onun için buraya geldim.” Evet Hz. Üstad burada mealen diyor ki, Risale-i Nur talebeleri canını kurtaran değil, cankurtarandır. Şu ahirzaman fitneleri içinde sadece kendi imanlarını değil başkalarının da imanlarını tehlikelerden kurtarmaya çalışıyorlar. Bizler nur talebeleri olarak sadece kendi saadet ve selametimiz için çalışamayız. Hiçbir bahane bizi mesuliyetten kurtarmayacaktır. Ölçümüz, Hüsrev Efendi Hazretlerinin, “Bu millet cennete, siz de cennete, bu millet cehenneme, siz de cehenneme” dediği gibi olmalı. Bu zamanda bu ulvi vazifeyi yapabilmek büyük bir fedakârlık ister. Bu hususta kılavuzumuz Sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri olmalıdır. Hz. Üstadın Eşref Edip’e verdiği mülakatta söylediği cümleler rehberimiz olsun: “Ben cemiyetin iman selâmeti yolunda dünyamı da feda ettim âhiretimi de. Gözümde ne cennet sevdası var ne cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon (şimdi 82 milyon) Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.” Kaynaklar: 1- Emirdağ Lahikası 2, 260.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha 2- Mesnevi-i Nuriye, 97.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha 3- Buhari, Fiten 27; Müslim, Fiten 100-103, (169)- (2933). 4- Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Tirmizi, Fiten 33, (2205). 5- Ebu Davud, Melahim 17, (4341); Tirmizi, Tefsir, Maide, (3060); İbnu Mace, Fiten 21, (4014). 6- Ebu Davud, İlm 10, (3661); Buhari, Ashabu'n-Nebi 9; Müslim, Fedailu'l-Ashab 34, (2046). 7- Mektubat 2, 313. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Mayıs
Konu resmiİstanbul'un Ruhâniyetli Bir Beldesi: Eyüp Sultan
Kültür ve Medeniyet

Vakit 622 yılının Eylül ayının sonları, Kutlu Nebî yapılan baskılara daha fazla dayanamayıp Mekke’den Medine’ye hicret etti, Medine’ye vardığında tüm Medîne halkı kendilerini evinde misafir etmek için âdeta birbiriyle yarışıyor, devesinin yularını tutup yalvarıyor ve “Ey Allah’ın Resûlü bizim evimize misafir olup, şeref veriniz” di­yor­­lardı. Kimsenin gönlünü kır­­­mak istemeyen Efendimiz (s.a.v.), devesi Kusva’nın serbest bı­­ra­­kıl­­masını, o nerede durursa oraya misafir olacağını beyan et­ti­­ler. Serbest bırakılan Kusva, bir müddet dolaştıktan sonra Hz. Hâlid Bin Zeyd’in evinin önüne çöktü. Bunun üzerine Efen­dimiz (s.a.v.) Mescid-i Ne­be­­vî yapılana kadar burada yedi ay misafir oldular. Hz. Hâlid, Mihmandâr-ı Nebî olmanın şerefini ömrü boyunca taşıdı ve müminlerin hatırlayıp saygı gösterdiği Sahâbe-i Kirâm ol­du. Hz. Hâlid, hicretten iki yıl kadar önce İslâmiyet’i kabul etmiş, daha sonra Peygamber Efen­dimiz (s.a.v.)’in yanından hiç ay­rıl­mamış ve onun yaptığı bü­tün savaşlarda İslâm sancağını taşımıştır. Eyüp Sultan Camii İstanbulun ilk se’lâtin camiidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından “İstanbul mutlaka fet­­he­­dilecektir. Onu fetheden ku­­mandan ne güzel kumandan; onu fetheden ordu ne güzel ordudur” diyerek müjdelenen fethe nâil olmak arzusuyla, 669 yılında Emevî ordusuyla yaşı ilerlemiş olmasına rağmen, 90’lı yaşlarında bu sefere iştirak etmiştir. Şehrin muhasara edildiği ve kuşatmanın devam ettiği sırada Hz. Hâlid Bin Zeyd’in yaşının ve çok uzak yollar kat etmesinin de etkisiyle sıhhati bozulmuş, yatağa düşmüş ve bir müddet sonra da vefat etmiştir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mihmandârı ve sancakta­rı olan, öm­rü savaşlarda geçen bu bü­yük sahâbe efendimizin naaşı, vefatından sonra şu an tür­be­si­nin bulunduğu yere def­ne­dil­miştir. Mezarı, İs­tan­bul’un fethi sırasında Fatih’in hocası Akşemseddin tarafından mânevî keşf yoluyla bulunmuştur. Fatih Sultan Mehmed, mezarın bulunmasından sonra kabrin üzerine bir türbe, türbenin yanına da bir cami yaptırmıştır. Eyüp Sultan Camii olarak anılan bu cami, İstanbul’un ilk selâtin camiidir. Fatih Sultan Mehmed, cami ile birlikte med­rese, imâret ve hamam da yaptırmıştır. Türbeye, Osmanlılar zamanında hem devlet erkânı hem de halk tarafından büyük hürmet gös­te­rilerek önem verilmiştir. Os­manlı padişahlarının tahta cü­­lû­­sunda kılıç kuşanma me­­­­­râ­­­­sim­­­leri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e olan saygılarının bir gere­ği olarak Eyüp Sultan Tür­­­­­be­si’nde, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mih­man­­dârının mâ­ne­vî hu­zu­runda ya­­pıl­mıştır. Kılıç kuşanma, hal­kın da katıldığı, duâ­ların edi­lip kurbanların kesildiği “Kılıç Alayı” denilen törenlerle yapılmış ve padişahlara kılıcı dev­rin şeyhülislâmı, en saygın din âlimi ya da mutasavvıfı ku­şat­mıştır. 1730 tarihine kadar türbede muhâfaza edilen Sancak-ı Şerif daha sonra Topkapı Sa­rayı’na kaldırılmıştır. Eyüp Sultan Türbesi yüzyıllardır uzak yakın yerlerden gelen pek çok Müslüman tarafından, büyük sahâbenin mânevî varlığına hürmeten, vefâ duygusuyla ziyâret edilmektedir. Sabah namazlarını Eyüp Sultan Camii’nde kılmak ve o vakitte kapalı olduğundan türbe dışından duâ etmek bir gelenektir. Osmanlı’dan günümüze, hacca gideceklerin Eyüp Sultan Haz­retlerinin türbesini ziyaret edip duâ etmesi önemli bir gele­nek­tir. Diğer önemli gelenek ise sünnet çocuklarının burayı zi­yâ­ret etmesidir. Aileler çocuklarını buraya getirerek onların hayırlı evlatlar olmaları, huzurlu bir geleceğe kavuşmaları için Cenâb-ı Hakk’a duâ ederler. Eyüp Sultan’ın çocukları çok sevdiğine inanılır, bu nedenle anne babalar yılda birkaç defa çocuklarıyla bu türbeyi mutlaka ziyaret ederler. Ayrıca gelinler de buraya gelerek türbede duâ etmekte, evliliklerinin hayırlı, mutluluklarının daim, yuvalarının bereketli olması niyazında bulunurlar. Osmanlı’dan günümüze Eyüp Sultan hazretlerinin kabrine yakın olma hep önemli görülmüş ve bu nedenle türbe et­ra­fında ve yakınlarında geniş me­zarlıklar oluşmuştur. İs­tan­­­bul’­u­muzun bağrında ya­tan, asr-ı saadet döneminin ve Efen­dimiz’in emâneti olan göz­­be­­be­ğimiz bu kutlu sahâbe efen­dimizin halk nezdindeki de­ğe­rinin kıyamete kadar devam etmesi temennisiyle.

Mustafa YILMAZ 01 Mayıs
Konu resmiOruç Tut Sıhhat Bul!
Sağlık

Selamünaleyküm. Ramazan’ı yaşadığımız bu ayda sahur ve iftar için doğru öğünler nasıl olmalıdır, kısaca hatırlayalım istedim. Yazımın sonuna da örnek bir liste ekledim. Nasıl ki namaz için alınan abdest gün boyu bedeni temiz tutuyorsa, oruç da hem arınma sağlar hem de bedenin fiziksel aktivitesini güçlendirir. On bir ay, gün boyu tüketilenleri sindirmekle görevli olan ağız, mide, karaciğer gibi sindirim organları Ramazan ayı boyunca dinlenirler. Bu sayede onarıma ihtiyacı varsa giderilir. Oruç ile beden yıl boyu biriktirdiği kirlerden ve yağlardan arınır. Oruç ibadeti de diğer ibadetlerde olduğu gibi kulun sağlığı açısından konulmuş bir ibadettir ve bu farziyetteki hikmetleri modern tıp yeni yeni fark etmektedir. Oruç Tut! Sıhhat Bul! Sıhhat Bulunan Oruç Nasıl Olmalı? Sahurda nasıl ve ne yemeli ne yememeli? Enes b. Malik’ten (ra) gelen rivayette Rasulüllah (sav) şöyle buyurur: “Sahur yemeği yiyin. Çünkü sahur yemeğinde bereket vardır.”1 Efendimiz (sav) sahurda yemek yememizi istiyorsa, ihtiyacımız olmasa bile sadece O’nun arzusu ve hatırı için kalkıp sahur yemeği yemek, hiç olmazsa bir bardak su içmek gerekir. Başka bir hadiste Allah’ın peygamberi (sav) şöyle buyurur: “Sahur berekettir. Bir yudum su ile de olsa onu terk etmeyiniz. Şüphesiz sahur yiyenleri Allah bağışlar, melekleri onun için dua ederler.”2 Seher vaktinde uyanıp sahur yemeği yemek hem orucun sağlıklı bir şekilde tutulmasını sağlayacak hem de bedenin en azından su ihtiyacı karşılanmış olacaktır. Ancak günümüzde toplumumuzda hem sahurda hem iftarda, tüketilmemesi gereken ne varsa tüketiliyor. Sahur için en az yarım saatlik bir zaman ayrılmalıdır. Bunun için imsak vaktinden 45 dakika önce uyanıp, abdest aldıktan sonra iki rekât da olsa namaz kılmak, bedeni uykunun mahmurluğundan kurtaracaktır ve böylece yemek yemeye hazır hale gelinecektir. Nasıl Bir İftar? Nasıl iftar edilmesi gerektiğini de Efendimizden (sav) öğreniyoruz: “Sizden biriniz orucunu açacağında hurma ile açsın. Çünkü o hurma bereketlidir. Hurma bulamayan su ile iftar etsin. Çünkü su temizdir.”3 Konuyla ilgili Hz. Enes’ten (ra) gelen diğer bir rivayette ise şöyle deniyor: “Resulüllah (sav) akşam namazını kılmadan önce birkaç yaş hurma ile iftar ederdi. Eğer yaş hurma bulamazsa, birkaç kuru hurma ile orucunu açardı. Şayet kuru hurma da bulamazsa birkaç yudum su içerdi.”4 Mervan İbn-i Salim (ra) ve İbn-i Ömer (ra), iftar edilince Efen­dimizin (sav) şöyle bu­yur­­­du­ğunu rivayet ediyorlar: “Su­suz­luk gitti, damarlar ıslandı, in­şallahü teala sevap kesinleşti.”5 Ezan okunduğunda önce Efendimiz (sav) gibi yaş veya kuru hurma ile ‘Besmele’ çekerek iftar etmeli, ardından da yine Efendimiz (sav) gibi “Allahümme leke sumtü ve ala rızguke eftartü/Ey Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttum, senin rızkınla orucumu açıyorum” şeklinde dua edip birkaç damla su içilmelidir. Bir meyve ya da salata yedikten sonra mutlaka kalkılmalı ve akşam namazı kılınmalıdır. İftar sofrası diğer günlerdeki sofralardan farklı olmalıdır. Ra­mazan geldiğinde mutfaklar­da­ki ve sofralardaki yemek çe­şitliliği kesinlikle artmamalı, bi­lakis azaltılmalıdır. Bu şekilde olmazsa oruç anlamını yitirecek, maddi ve manevi faydası yok olabilecektir. Aç mideye aralıksız yemek doldurmak sin­dirim sistemini çok rahatsız eder. Üzerine hazmetmek için maden suyu içmek çözüm getirmeyecektir! Akşam namazı sonrasında da 25-30 dakika süreyle yavaş yavaş yenilmelidir. Bazı kimselerin bir yudum su üstüne sigara yakmaları bedenlere yapılan büyük bir zulümdür. Namaz sonrası ikinci bölüme ev yapımı ılık bir çorba ile başlayıp sulu yemek, pilav, hoşaf, yoğurt ya da ayranla devam etmek doğru bir tercihtir. Çay, kahve ve sıvılar yemekten en az bir buçuk saat sonra içilmelidir. Aralarında bir saatten az zaman dilimi olmamak şartıyla meyve tüketilebilir. Ra­ma­zan’da mide rahatsızlıkları özel­likle de reflü problemi yaşa­mak istemiyorsak sıvı alımını bazı kurallara göre yapmalıyız. İftarda suyu bir seferde değil yudum yudum içmeliyiz. Bahsettiğim, ağzımıza aldığımız yudumu ağızda bir miktar tu­tup üç yudum şeklinde mide­ye göndermektir. Bu, sadece ağ­zımızı ıslatmak için olmalıdır. İhtiyaç duyulmuyorsa sıvı alın­mayabilir. Yemekle beraber alı­nan sıvılar tükrük ve mide asi­tini seyrelterek yiyeceklerin parçalanmasını zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla yanma ve gaz gibi şikayetler oluşmaktadır. Bu konuya daha sonra detaylı bir şekilde değineceğim inşallah. Aşağıya örnek bir menü yazı­yorum. Arzu eden uygulayabilir. Sahur - 2 su bardağı su [yemekten 30 dakika önce] - 1 dilim peynir (30 gr) - 1 adet haşlanmış yumurta veya yağsız tavada menemen veya omlet - 2 tam ceviz içi - 1 porsiyon meyve - 1/2 su bardağı süt veya yoğurt veya ayran veya cacık (100 ml) - Domates-Salatalık-Çiğ sebze-Yeşillik (yağsız) - 2 ince dilim tam buğday ekmek (50 gr) İftar - 1 tane hurma - 1 su bardağı su - 1 kepçe çorba Çorbadan sonra 10-15 dakika ara verilmeli - 3 köfte kadar et / tavuk / balık (90 g) (haşlama/ızgara/fırında) veya 2 dilim peynir veya 5-6 yemek kaşığı kurubaklagil yemeği - 5-6 yemek kaşığı sebze yemeği (susuz, patatessiz) - 1 su bardağı yoğurt veya ayran veya cacık (200 ml) - Salata (1 tatlı kaşığı zeytinyağlı, mısırsız) - 1-2 dilim tam buğday ekmeği (25-50 gr) veya 1/8 dilim pide Ara Öğün 21:30 - 1 fincan bitki çayı - 1 porsiyon meyve - 8-10 adet fındık veya badem veya Antep fıstığı veya 2 tam ceviz içi Ara Öğün 23:00 - ½ su bardağı süt veya yoğurt veya ayran veya cacık veya kefir (100ml) Not: - Günde en az 2 litre (10 bardak) su (saat başı bir bardak su yudum yudum içilecek) - 1 küçük kâse sütlü tatlı iftar sonrası ara öğünler yenmeden yenilebilir. Ramazanımız tüm İslam alemine hayırlar getirsin. Rabbim oruçlarımızı kabul etsin. Kaynaklar: 1- Buhari, Savm, 20 2- Ahmed b. Hanbel, 3/44, 4/370 3- Ebu Davud, Sıyam: 21; Tirmizi, Zekat: 26; Nesei, Sıyam: 28; İbn-i Mace, Sıyam: 25; Ahmed b. Hanbel: 4/17,18,213,215 4- Ebu Davud, Sıyam: 21; Tirmizi, Savm: 10; Darekutni, Sünen: 2/185; Ahmed b. Hanbel: 3/164 5- Ebu Davud; Hadis No: 2357. Elbânî, Sahih-i Sünen-i Ebî Davud; Hadis No: 2066  

Edibe BEKİN 01 Mayıs