182. Sayı: "Dinsiz Bir Millet Yaşayamaz"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiİslam'ın Ayak Sesleri
Kültür ve Medeniyet

2004 belki ya da beş tam hatırlayamıyorum; görüştüğümüz bir arkadaş vardı. İman hakikatlerine gönül vermiş, nur risalelerinden istifade eden güzel bir arkadaş. Babası ile ihtilafa düştükleri, fikri konularda anlaşmadıklarını biliyorduk. Fakat boyutları hakkında çok da bilgimiz yoktu. Bir akşam evine gittik. Evleri birmiş meğer. Anne ve babasıyla birlikte oturuyorlarmış. Hoş beş derken konuşmalar iman ve Kur’an hakikatleri üzerinde döndü durdu. Gerçi biz farkında değildik, o arkadaşın babası ikaz etti bizi. “Siz başka kelam bilmez misiniz? Din din deyip duruyorsunuz” diye çıkıştı. Şaşkınlıkla beraber özür diler gibi olduk ve sorduk: “Doğru söylüyorsunuz, biz en azından akşamları, hususen bir araya geldiğimiz zamanlarda bu meseleleri konuşmayı hem seviyoruz hem de istiyoruz. Gün içerisinde yeterince dünya konuşuluyor, hiç olmazsa akşamları ebedi olan ve gideceğimiz âlem hakkında konuşmak, tefekkür etmek ve bu konuda kendimizi tazelemek istiyoruz” dedik. Fakat o itiraz etmeye devam etti. “Ben rahatsız oluyorum” diye diretti. Allah Allah neden rahatsız oluyordu, anlayamadık. O devam etti: “Ben kendimi biliyorum. Ben cehenneme gideceğim!” soğuk duş almış gibiydik her birimiz. Adeta kekelercesine “Amca, neden cehenneme gidesin. Cennet alternatifi de var” desek de o “Yok yok! Ben kendimi biliyorum. Ben cehenneme gideceğim. Bundan dolayı da bu meselelerin konuşulmasından rahatsız oluyorum” demeye devam etti. İnsanoğlu böyle maalesef. Hazır lezzeti seviyor. Bir süre sonra dünyanın süsüne püsüne alışıp vaz geçemiyor. Nefis ve şeytanın desiseleriyle de inanca ait meseleleri gündeminden çıkararak rahatlayacağını sanıyor. Halbuki hiç kimsenin reddetmeyeceği bir hakikat var ki o da ölümdür. Ölüm sonrası için hazırlık yapacak şekilde bir hayat yaşamayan insan, geçen her gün, hastalık ve ihtiyarlığın zorlukları da geldikçe inanca uzak düşünce ve hayatın sıkıntıları kendisini sıkıştırmaya başlıyor. Bu sıkıntıların altında ezilmemek için ya tamamen din ve Allah düşmanı oluyor ya da geçmişte yaptığı iyilikler varsa onlara sığınıyor veya anne-babasının dindarlığına yapışmaya çalışıyor. Sanayi devrimiyle başlasa da tohumları şeytanla atılan milliyetçilik ve izdüşümünde benliğin din yerine konulmaya başlamasıyla birlikte, imkanların artmasıyla kuvvetlenen benlik itaat zincirini kırarak kendisini hür ve müstakil addetmeye, her bireyi adeta ilahmış gibi davranmaya itmiştir. En korkulan ölüme karşı da reenkarnasyon zırvasından sonra şimdi de sanal cennet garabetiyle hareket edilmeye başlanmıştır. Ta ki dinsizliklerine kılıf bulunmuş olsun Ne var ki fıtrat değişmiyor, değişmeyecek. Her insan İslam fıtratı üzere doğmaya devam edecek. Ve ortaya konulan janjanlı ne varsa maskesi düşüp hakikat kendisini gösterecektir. Bununla birlikte dünya imtihan dünyası ve bazı şeyler yaşanacak. Herkes hakkettiği makamı kendi elleriyle kazanacak. Bize düşen de iman ve Kur’an hakikatlerini dilimiz, elimiz ve yaşantımızla ortaya koymaktır. Bir İslam asrının yaşanacağına inancımız tam olmakla beraber, ayak seslerini herkesin duyduğunu da görüyoruz. Bunca patırtı gürültü de ondan olsa gerek!

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiTarihten Sayfalar
Kültür ve Medeniyet

ZeytinburnuMavzer-Fişenk Fabrikası 19. yüzyılın gelişen sanayisi ve bunun göstergesi olarak açılan ve işleyen fabrikalar, Avrupa’nın bir sembolü olmuştur. Bunun yanında, tarihî belgeler Avrupa ile eşzamanlı olarak Osmanlı Devleti’nin de sanayileştiğini ve başta ordunun ihtiyaç duyduğu her türlü top, tüfek ve teçhizat olmak üzere birçok mamulün Osmanlı coğrafyasında da üretildiğini ispat etmektedir. Özellikle Zeytinburnu-Küçükçekmece sahil hattında, birçok fabrika sırayla dizilmiş gibiydi. Zeytinburnu çelik fabrikası olarak bildiğimiz sanayi tesisinin de sadece bir çelik üretim fabrikası olmadığı, bir fabrikalar kompleksi olduğu ve çelik fırınlarının yanısıra, güllehane, şarapnel ve mavzer fişengi imalathanelerini de bünyesinde barındırdığı arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır. Zeytinburnu çelik fabrikasının kurucusu Osmanlı’ya sadık Ermeni bir aile olan Dadyanlar’dan Boğos Dadyan (1800-1863) ve Ohannes Dadyan’dır (1798-1869). Barutçubaşılık görevinde bulunan Ohannes Dadyan, demir-çelik fabrikalarının gelişimini incelemek üzere 1835 senesinde Sultan 2. Mahmud tarafından Avrupa’ya gönderilmiştir. Gerek fabrikanın inşası için lüzumlu olan malzemelerin temini ve gerekse de fabrikanın işletilmesi konusunda lazım olan malumatı toplayan Ohannes Dadyan, Sultan Abdülmecid’in talimatıyla İstanbul’a dönüşünde Boğos Dadyan ile çalışmaları başlatmış ve Zeytinburnu çelik fabrikasının kuruluşunda önemli görevler almışlardır. 1843’te faaliyete geçen fabrikanın izabe (eritme) kısmı 1846’da işlemeye başlamıştır. İzabe kısmının faaliyete geçmesi ile birlikte savaş toplarının ve silahların dökümü Tophane’den, buraya alınmıştır. 1849’da ise Zeytinburnu çelik fabrikası, Tophane-i Amire’ye bağlandı. 1850’de ise tam kapasite çalışmaya başladı 12 Ocak 963 Gaznelilerin kurucusu Alp Tegin, Gazne’yi ele geçirdi Samanîlerin Horasan valiliğine 961’de atanan Alp Tegin, tıpkı Emîr Karategin İsficâbî gibi akıllıca bir kararla 962’de Sâmânîler’in en uçtaki sınırlarına çekildi ve aynı yıl yanında gulâmları ve az bir kuvvet olduğu halde Gazne’ye yürüdü. Yolu üzerindeki Bâmiyân ve Kâbil’in mahallî hükümdarlarını yenerek Gazne’ye girdi. Orada hüküm süren Levikler (veya Enuk) hânedanından Ebû Ali’yi (veya Ebû Bekir) mağlûp ederek şehre hâkim oldu. Böylece Gazneliler Devleti’nin temellerini atan Alp Tegin, üzerine gönderilen 20.000 kişilik bir Sâmânî ordusunu yendi ise de bu tarihten sonra çok yaşamadı ve Eylül 963’de vefat etti, yerine oğlu Ebû İshak İbrahim geçti. 17 Ocak 1889 Mecelle Cemiyeti azasından Ahmed Hulusi Efendi vefat etti  Amasyalı olan Ahmed Hulusi Efendi, Sadrazam Şirvânîzâde Rüşdü Paşa’nın kardeşidir. Tahsilini Amasya ve İstanbul’da yaptı. Önce müderris, Mayıs 1867’de de Galata mollası oldu. Aynı yılın aralık ayında Mekke-i Mükerreme ve daha sonra da İstanbul pâyelerini aldı. Kendisine 1874’te fiilen İstanbul kadılığı, ardından Anadolu kazaskerliği pâyesi verildi. Mecelle’nin birden beşe kadar olan kitaplarında “Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye âzası” unvanı ile mührü vardır. Altı, yedi ve sekizinci kitapların hazırlanmasına katılmamıştır. Dokuzuncu kitapta aynı unvan, onuncu kitapta “Şûrâ-yı Askerî müftüsü”, on birinci kitapta “Dârülhilâfe kadısı” unvanı altında, on ikinci kitapta unvansız, on üçüncü ile on dördüncü kitaplarda da “Meclis-i Tedkikat-ı Şer‘iyye ve Meclis-i İntihâb-ı Hükkâm reisi” unvanı altında mührü vardır 29 Ocak 1912Celal Hoca (Celaleddin Ökten) İstanbul Sultanîsi Arapça muallimliğine atandı Asıl adı Mahmut Celâlettin (Ökten) olan Celal Hoca, 1882’de Trabzon’da doğdu. Celaleddin Efendi, 1911 yılında Dârülfünun Edebiyat Şubesi’den mezun olunca İstanbul Sultânîsi Arapça muallimliğine tayin edildi. Mütareke yıllarında kayınpederinin yerine Vasat Atik Ali Paşa Camii’nde on yıl kadar imamlık görevinde de bulunmuş olan Celâl Hoca, 1925’te İstanbul İmam-Hatip Mektebi Arapça muallimliğine tayin edildi. Bir süre sonra “Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu”nun aleyhinde konuştuğu iddiasıyla açığa alındıysa da yapılan tahkikat neticesinde görevine iade edildi. Ardından da İstanbul Sultânîsi Arapça muallimliğine geçti. Celâl Hoca, 1949 yılında Maarif Vekâleti’nce İstanbul’da açılan imam-hatip kursuna müdür ve öğretmen olarak tayin edildi. Bu vesile ile sadece pratik bilgiler vermeyi hedef alan bu tip kursların yeterli olmadığını gördü ve bunların orta dereceli okullar haline getirilmesi gerektiği kanaatine vardı. Bu konuyla ilgili olarak daha sonra başta dönemin Maarif Vekili Tevfik İleri olmak üzere birçok yetkiliyle görüşmeler yaptı. Sonuçta imam-hatip okullarının açılması yönünde karar alındı ve Celâl Hoca, 17 Ekim 1951 tarihinde öğretime başlayan İstanbul İmam-Hatip Okulu’nun ilk müdürü oldu  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiTürk Devletleri Teşkilatı
Kültür ve Medeniyet

Türk Devletleri Teşkilatı coğrafyasının bugünden bakıldığında geçmişin bin yıldan fazlasını, bin yıl öncesine hayalen giderek o günden geleceğe bakıldığında ise o günlerden bin yıldan fazlasına Buhara ve Semerkant’ın bir vizyon verdiği görülmektedir. Türkiye’nin girişimleriyle 1992’ de Türk Dili Konuşan Devletler Devlet Başkanları Zirvesi yapılmıştır. Bu zirvelerin 9.sunun düzenlendiği 2009 yılında Nahçıvan Anlaşması ile birliktelik süreci Konsey’e dönüşmüştür. Konsey’e dönüşüm sürecinde Kazakistan önemli bir rol üstlenmiştir. 2009’da başlayan konsey sürecinin 2021 yılında düzenlenen 8. zirvesinde de birliktelik artık Teşkilata dönüşmüştür. Gerek 1992’den 2009’a kadar olan süreç ve gerekse 2009’dan sonra istikrarla kaydedilen ilerlemeler, bugünlere gelinmesindeki arzu ve iradenin temel bir göstergesidir. 2009’dan sonraki süreçte 2012’den sonra 2017 ve 2018 hariç olmak üzere her yıl zirve toplantılarının düzenli olarak yapılmış olması, bu iradenin tezahürü açısından önemli ve güçlü ayrıntılardır. Bugünden geriye dönüp bakıldığında sürecin kendi içerisinde dönemsel safhalar bulunduğu ve tarihi olarak kısa denilebilecek zaman dilimleri içerisinde işbirliğinin bir üst düzeye taşınarak devam ettiği, kurumsallığa taşındığı görülmektedir. Neticede yaşanan dönüşüm, adım adım ilerlemiş ve bugünkü tablo, konseyin gelişim sürecinin bir safhası olarak ortaya çıkmıştır. Eski adıyla İslam Konferansı Örgütü’nün olağan zirve toplantılarının 3 yılda bir yapıldığı ve İKÖ’nün kurulduğu 1969’dan günümüze 14 olağan, 7 olağanüstü zirve toplantısı yaptıkları göz önüne alındığında, Türk Konseyi’nde liderlerin işbirliğine ilişkin iradeleri daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. İKÖ’nün isminin 2011 yılında düzenlenen 38. Dışişleri Bakanları Konseyi (DBK) Toplantısı’nda İslam İş Birliği Teşkilatı (İİT) olarak değiştirilmesi yani konferans vurgusu mümkün olabilmiştir. İKÖ örneği ile sadece isim değişikliği bağlamında mukayese edildiğinde dahi Türk Konseyi sürecindeki ilerleyiş dikkat çekicidir. Çok kısa olarak nitelendiri­le­bi­lecek bir süreçte Türk Kon­seyi’nin Türk Devletleri teşkilatına dönüşmesinin, birkaç on yılı içerecek derecede yakın vadede ve elli, yüz yılı içerecek uzun vadede, bölgesel ve küresel önemli büyük sonuçları olacaktır. Haddizatında 2009 yılında Konsey’in kurulmasını müteakiben, konseyi takip eden muhtelif devletlerden pek çok gazeteci ve akademisyen tarafından hemen 2010’lu yıllarda yapılan analizlerde sürecin bu safhada kalmayacağına ilişkin değerlendirmeler yapılmıştı. 2010 yılında yapılan zirvede Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından ifade edilen “tek millet altı devlet” vurgusu süreklilik arz etmiş, 2019 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından “tek millet 6 devletiz, 300 milyonluk büyük bir aileyiz” olarak dile getirilmiştir. Yaşanan bu gelişim Nazarbayev tarafından da “Yeni Bir Dönemin Başlangıcı” olarak ifade edilmiştir. Daha 2010’lu yıllarda, uluslararası düzeydeki muhtelif gazetelerin ve araştırma merkezlerinin haber ve analizlerinde temel olarak nihai arzunun bütünleşmek olduğunun anlaşıldığı belirtilmiştir. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarının üzerinden çeyrek yüzyılı henüz biraz geçmişken teşekkül etmiş olan bu tablo, sürecin ortaya çıkardığı kısa vadeli sonucu gösteren bir özeti oluşturmuştur. Aynı zamanda geleceğe ilişkin bir umut ve öngörü imkânı da sunmaktadır. Teşkilatın kurulduğu 8. Zirve’ nin sonuç bildirgesinde dikkat çeken ilk husus, bildirgenin uzunluğu ve ayrıntılı mahiyetidir. Türk Dünyası 2040 Vizyonu belgesini de içeren zirvenin sonuç bildirgesi 121 maddeden oluşmaktadır. Genel itibariyle dünyadaki muhtelif zirve toplantılarından sonra bu kadar uzun ve ayrıntılı bildirgeler yayınlanmadığını, üzerinde uzlaşılmış bazen de üzerinde uzlaşılmakta zorlanılmış, genelleştirilmiş ifadelerin tercih edildiği bildirgelerin daha yaygın olarak yayınlandığını söylemek mümkündür. 121 Maddelik Bildirge’nin dikkat çeken bir diğer hususu da işbirliği ve ilerlemenin adım adım olacağı ve emin adımlarla gerçekleşeceğine ilişkin göstergeler, emareler taşımasıdır. Bildirgenin bir kısım maddelerinde üye ülkelerin yaptıkları ve attıkları adımların takdir edildiği hususlara yer verilmiş iken çok sayıda maddede de hangi alanlarda çalışmalar başlatılacağına ilişkin konulara yer verilmiştir. Bu bağlamda bildirgede; yapılan belgesel filmleri ve düzenlenen folklor festivallerine ilişkin takdirlere, konferans ve kitap faaliyetlerine ilişkin desteklere, detaylarıyla yer verilmiştir. Diğer uluslararası kuruluşlarla ilişkilerden de bahsedilen bildirgede, üye devletlerarasında e-TIR gibi dijital TIR pilot projelerinin başlatılmasından, Hazar geçişli fiber optik projesinden de bahsedilmesi şüphesiz önemli ayrıntıları oluşturmaktadır. 2009 yılında Türk Dili konuşan Devletlerin İşbirliği Konseyini kuran Nahçıvan Anlaşmasında amaçların oldukça genel olarak tanımlandığı ve genel çerçevesi çizilen işbirliği hususlarının, aradan geçen 12 yılın sonunda oldukça detaylandırılarak konuşuluyor olması sağlanan ilerlemenin bir diğer tezahürüdür. Aşılması gereken konular ve sağlanması gereken işbirliklerinin ertelenmeden ya da göz ardı edilmeden kabul edilmiş olmasının da bir ifadesidir. Vizyon ve sonuç bildirgesinde ince ince detaylandırılan işlerin; Gaspıralı’nın “dilde, fikirde, işte birlik” olarak mümkünatı olan idealizasyonu­nun “işte birlik” kısmının adeta izdüşümünü yansıtmaktadır. Teşkilat’a dönüşümün öncelik­le üye ülkelerin kamuoyunda bir heyecana sebep olduğu gö­rül­mektedir. Zirvenin ardın­dan Özbekistan’da yapılan değerlendirmelerde, Türk Devletleri Teşkilatının ilk toplantısı­nın 2022’de Özbekistan’da top­la­na­cağı vurgulanmıştır. Öz­be­kis­­tan’ın üye ülkeler ile olan top­lam ticaretinin iki kat arttı­ğı­na dikkat çekilmiştir. 2020 yı­lında üye ülkelerin toplam ithalat hacmi 420 milyar dolar olduğu üye ülkeler arasındaki karşılıklı arz hacminin ise 21 milyar dolar olarak gerçekleştiğinden hareketle üye ülkeler arasındaki ticari potansiyel be­­lir­­tilmiştir.  Azerbaycan’da ya­yın­­lanan haberlerde de Türk Devletlerinin potansiyeline, ge­­­liş­­­meleri Rusya ve Çin’in ya­kın­­dan takip ettiğine ve İran’ı  en­­di­­şe­lendirdiğine dikkat çekilmiştir. Kırgızistan kamuoyunda da Kon­­sey’in isim ve mahiyetinden bahsederken, kuruluşundan bugüne kaydettiği ilerleme­nin bir sonucu olduğuna dikkat çe­kil­miştir. Kazakistan kamuoyunda ön plana çıkarılan hususlar ise Kazakistan Cumhurbaşkanının Bilgi teknolojileri ve yeşil teknolojiler ile ilgili sözleri olmuştur. Kazakistan haber sitelerinde dikkat çekilen bir diğer husus da Nazarbayev’in Türk Dünyası için yeni bir dönemin başladığına ilişkin ifadeleridir. Türk Dünyasının dışında yapı­lan değerlendirmelerde ise böl­ge­ye yapacağı muhtemel et­ki­lerine dikkat çekilmiştir. Hin­distan medyasında yer alan bir haberde, Kazakistan milletvekil­leri ve akademisyenlerinin bu dönüşümü Avrupa Birliği tarzı bir ilerlemenin ilk adımı olarak değerlendirdiklerine yer verilmiştir. Hindistan medyasında yer alan bir başka haberde de (Republic World) Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bunun bir dönüşüm projesi olduğuna ilişkin sözlerine dikkat çekilmiştir. Çin Medyasında (xinhua.net) yer alan bir haberde, Türk Konseyi’nin 8. Zirvesinin odağında yeşil teknolojiler ve akıllı şehirler olduğu ön plana çıkarılarak verilmiştir. Çin merkezli bir başka yayın organı olan Global Times’da da isim değişikliği göz önüne alındığında örgütün siyasal bir birliğe yükseltildiği, bölgede Rusya ile Türkiye’nin rekabetini artıracağı ifade edilirken, Uygur Türkleri konusuna dikkat çekilerek Çin’in de tetikte kalması gerektiği vurgulanmıştır. Dünyanın en eski ve İngil­te­re’nin önde gelen savunma ve güvenlik düşünce kuruluşu Royal United Services Institute’de (RUSI) Nisan 2021’de yayınlanan bir analizde, Türkiye’nin Orta Asya’ya geri döndüğü, Orta Asya Devletlerinin de Çin ve Rusya dışında dış politikalarını çeşitlendirebilecekleri bir alanın Türkiye olduğuna ilişkin değerlendirmelere yer verilmiştir. Financial Times (FT) ile aynı grupta yer alan Nikkei Asia’da yayınlanan analizde de son zirvede alınan karar, yeni küresel düzende Türk Dünyası’nın da söz isteği olarak vurgulanmış. Konsey sonucunda alınan kararların daha fazla işbirliği ve entegrasyon imkanlarının araştırılması olarak değerlendirilmiştir. Türk Devletleri Teşkilatının Geçmişten Gelen Gelecek Vizyonu Türk Devletleri Teşkilatı coğrafyasının bugünden bakıldı­ğında geçmişin bin yıldan fazlasını, bin yıl öncesine hayalen giderek o günden geleceğe ba­kıldığında ise o günlerden bin yıldan fazlasına Buhara ve Se­merkant’ın bir vizyon verdiği görülmektedir. Türk Devletleri Teşkilatı coğrafyasında, 810 tarihinde Öz­be­kistan’ın Buhara şehrinde dünyaya gelen 870 tarihinde hayatını kaybeden ve türbesi de yine Semerkant’ta olan İmam Buhari’nin bulunduğunu ve İslam Dünyasının büyük bir Muhaddisi olduğunu, Türk Devletleri Teşkilatı coğrafyasında; 11. yy’ın ikinci yarısında bugünkü Kazakistan’ın Çimkent şehrinde veya Yesi kentinde dünyaya gelen ve 12. yy’ın ikinci yarısında vefat eden “pîr-i Türkistan” olarak adlandırılan Hoca Ahmed Yesevi’nin bulunduğunu ve onun sesinin yüzyıllardır Anadolu’dan duyulduğunu, Türk Devletleri Teşkilatı coğ­raf­yasının bir yerlerini Ka­za­kistan’ın Otrar kentinde dünyaya gelen Farabi’nin adım adım yürüdüğünü, bir başka yerlerinde Gazali ile Nizamülmülk’ün omuz omuza vererek bir mefkure ve devleti ilmek ilmek ördüğünü, bir başka zaman ve mekânında Mevlana’nın cezbe ile döndüğünü hatırdan çıkarmamak gerekmektedir. Türk Devletleri Teşkilatı coğrafyasında İmam-ı Maturudi’nin, Şahı Nakşibendi’nin, Hace Yu­­suf el-Hemedani’nin, Kı­na­­­lı­­­za­­de’nin, Koçi Bey’in, Yusuf Has Hacip’in, Sadreddin-i Konevi’nin, Hacı Bektaş-ı Ve­li’ nin, Eyüp Sultan’ın, Fu­zu­li’nin, Gaspıralı’nın, Ahmed Ce­vad’ın, Mehmed Emin Resul­za­de’nin, Mehmed Akif’in, Be­di­üz­za­man’ ın var olduğu göz ardı edilemez bir hakikattir. İsimlerini zikredemediğimiz da­­ha nice mütefekkir ve ule­ma­­nın, topyekûn hepsi; mef­kû­­­re­siyle, ruhuyla, ilmiyle, ir­­fa­nıyla, birikimiyle yoğunluğuyla, bütünlüğüyle, sürekliliğiyle “fikirde birlik” mefkûre ve idealinin izdüşümünü oluşturmaktadır. Türk Devletleri Teşkilatı coğrafyasının üzerinde yani Buhara’dan Taşkent’e, Semerkant’tan İstanbul’a uzanan bir coğrafyada güneş doğup battıkça, akmış gitmiş nice günlerde, nice yıllarda, onlarca asırda bir geçmiş ve bir gelecek şekillenmiş, şekillendirilmiştir. Bu geçmiş ve gelecek projeksiyonu ile Türk Devletleri Teşkilatı gelecek yüzyılın İslam Dünyası’nı, gelecek yüzyılın Batı Dünyasını, gelecek yüzyılın dünyasını şekillendirecektir. Türk Devletleri Teşkilatı Hoş Geldin, Safalar Getirdin, Safalar Getirirsin  

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ocak
Konu resmiRuhun Sanatkâr Bir Şairi Olan Hayal
İnsan

Allah’ın insana verdiği pek çok nimetlerden birisi de hayal kuvvetidir. Kalbin hizmetkârı, ruhun sanatkâr bir şairi olan hayal, akıl gibi hafıza gibi batıni bir latifemizdir. Hayal, insan fıtratındaki duygular içinde en hafif ve en serbest olanıdır. İnsan aklen ulaşamadığı yerlere hayal vasıtasıyla ulaşabilir. İnsanın eli kısa, hayalin eli uzundur. Hayal zayıftır ama yatağa mahkûm olan sahibine dünyayı gezdirir. Kıymetsizdir ama dünyanın bir ucunda namaz kılan sahibini bir anda Kâbe-i Muazzama’ya götürür. Hayal bir nimettir. Hayal, ayrılık derdine bir deva, aşılması zor engellere bir ilaç, uzun mesafeleri kısa bir zamanda kat eden hızlı bir vasıtadır. Zaten ayrılıklar, engeller ve mesafeler gönülde başlar, gönülde biter. Kişi bir gönle girdiyse, Yemen’de de olsa o gönlün yanındadır. Şayet kişi gönle giremediyse, o gönlün yanında da olsa Yemen’dedir. Yani mesafeler ne yerle ne de zamanla başlar, mesafeler gönülde başlar, gönülde biter. Gönlün gönle uzaklığı, yerin göğe uzaklığından daha fazladır. Zira yer ile gök -göz yanılmasıyla da olsa- ufukta bazen bir olur. Mümin bütün hislerini ve duygularını Allah için kullanmakla mükelleftir. Göz, kulak, burun gibi zahiri azalarımızı hayırda ve şerde kullanabildiğimiz gibi, hayalin de hayırda ve şerde kullanımı mümkündür. Allah’ın lütfuyla ve ihsanıyla Kur’an’ın feyziyle, imanın nuruyla hayal kuvvetimizi hayırda kullanarak manevi yaralarımızı tedavi edebiliriz. Hayal ile yalnızlığın ve kimsesizliğin ağır yükü hafifler. Garipliğin ve mahzunluğun verdiği hüzün azalır. İhtiyarlığın acı veren ağrıları teskin olur. Bu cihetle hayal bir lütuftur. Eli kısa, iradesi zayıf kullara Allah’ın bir ikramıdır, bir teselli kaynağıdır. Allah her bir uzvu ve latifeyi kendisini araması, bulması, tanıması için yaratmıştır. Bu cihetle her bir hassenin ibadeti ayrıdır. Keza iman hakikatlerinin dereceleri de muhteliftir. Nasıl altının, gümüşün, elmasın, zümrüdün kıymeti ayrı ayrıdır, iman hakikatlerinin de yerleri ayrı ayrıdır. İmana ait meselelerde akıl kanat getirir, kalp hissesini alır, ruh doyar fakat hayal de ayrıca bir hisse ister. Kalbin, aklın, ruhun hissesi olduğu gibi hayalin de hissesi vardır. Her bir latifenin rızıkları kendilerine münasip ve layık bir şekilde ihsan edilir. Allah-u Teâlâ kalp, akıl, hayal gibi latifelerin her birisini rahmet hazinesinin birer anahtarı hükmünde yaratmıştır. Kalp hayalin efendisidir. Efendi hayali başıboş bırakırsa hayal pis ve değersiz şeylerle meşgul olabilir. Eğer, kalp inbisat ederse/genişlerse hayali de hayırda çalıştırır, sahibine bir veli gibi hizmetler sunar. Dünyayı avuçlarının içine alır, cenneti bahçesi gibi gezer, huzur-u nebeviye dâhil olur, her an huzur-u ilahide tahayyül edip kemer beste-i ubudiyetle huzur-u daimiyi kazanabilir. Evet, hayal, aklın ve kalbin yetişmediği yerlerde iman nuruyla Allah’ın kudretini seyreder, istifade eder, zevk eder. Hem kalbe hem akla zarif, hızlı, latif, nurani hizmetler sunar. Hayal hüküm veren bir yapıya sahip değildir. Hayale gelen fena şeyler, aklın süzgecinden ve kalbin onayından geçmediği sürece bir hüküm içermez. Mümin istemediği halde hayaline gelen pis şeyleri ve edebe aykırı çirkin halleri istiğfar ile def etmelidir. Zira bu, şeytanın mühim bir hilesidir. Ancak şunu iyi bilmek gerekir ki hayal hızlıdır ve hızlı olanı kontrol etmek zordur. Hayal bir manadan başka bir manaya çok süratli intikal eder. Onun için kelimeler manaların kutsiyetine muvafık olmalıdır. Pis bir tabakta temiz bir taam yenilmez! Gül-ü Muhammedî (asm) gibi mis kokulu bir mektup necis bir zarfa konulmaz. Nurani hakikatler ifade edilirken bu hikmete dikkat etmek gerekir. Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Hayal küçük ve basit bir şeye ehemmiyet verse onu büyütür, ehemmiyet vermezse o şey kaybolur gider. Hayatımızı aydınlatan bir kaidedir ki “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Bu meseleyi bir misalle daha belirgin hale getirmeye çalışalım. Bir uzun yolculukta hayal edelim kendimizi. Yorulduk ve dinlenmek için cennet gibi şirin ve güzel bir bahçeye girdik. Fakat o bahçenin bazı köşelerinde göze hoş gelmeyen necis ve pis şeyler gözümüze ilişti. Bu kadar güzelliklere rağmen tutup o pis ve necis şeylere odaklansak, bu güzel molayı kendimize zehrederiz. Sanki o bahçede o pislikten başka bir şey yokmuş gibi düşünmeye başlarız. Hatta o kadar ki hayalimizi serbest bıraksak o bahçeyi zihnimizde bir mezbahane suretinde gösterebilir. En nihayet midemiz bulanır, o güzel bahçeden nefretle kaçmaya çalışırız. İşte hayalin böyle küçük sıkıntılarda kontrolsüzce ve menfi olarak genişlemesi insanın ha­ya­tını zehredebilir. Anlama ak­lın, anlamlandırma kalbin va­­zi­fesidir. Hayal ise bu manalar üzerinden seyahat edebilir. O halde insan aklın dirayetine, kal­bin sağlamlığına başvurmalı, koca bahçeyi hayalin mizansız dünyasına teslim etmemelidir. Hayal kalbin hizmetçisidir. Hizmetçi efendi, efendi de hizmetçi olursa o vücut dağılır, o ruhta ihtilal olur, düzen bozulur. Hayal Allah’ın bir lütfudur. İmana ait tefekkürî meselelerde, hayalden istifade etmek suretiyle, pek çok kapılar açılır. Mesela güneşi bir soba, ayı bir lamba, yeryüzünü bir sofra olarak görmek veya yeryüzünü bir mescit, dağları birer minare, mevcudatı dergâh-ı ilahide secde eden birer abid olarak zevk etmek mümkündür. Bir anda yeryüzünün bin yıllık coğrafi tarihini, halden hale geçişini hayal yardımıyla on-on beş saniyeye sığdırıp haşir akidesi ile alakalı demir gibi sağlam bir delili lezzetle seyredebiliriz. Namazlarımızda bütün müminleri birbiri içinde dairelerde saf tutmuş ve Kâbe’ye yönelmiş olarak tahayyül etmek, mümine ayrıcalıklı bir ibadet şuuru verecektir. Keza bir parça daha ileriye gidip bütün mevcudatın Hz. Allah’ın huzurunda kendilerine ait ibadetleriyle el pençe divan durduklarını hayal etmek, mümine fevkalade bir şevk ve sıra dışı bir lezzet katacaktır. Allah’ın ayetlerini görmek için kâinatı ve bütün zamanları hayalen seyahat eden seyyahın hali, Ramazan orucu, bayram tekbirleri, tahiyyatın manası ve nabüdü’nün sırları gibi daha pek çok misaller, hayalin ne kadar latif bir ihsan olduğunu mümine ders verir

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Ocak
Konu resmiArayan Bulur, Bulan Sevinir
Kültür ve Medeniyet

Allah’a hamd olsun, Avrupa’da her sene kadın erkek her yaştan birçok insanın imanla şereflenmesine şahidlik ediyoruz. Birçoğuyla müslüman olduktan sonra da irtibatımız devam ediyor. İlk günkü halleri ile müslüman olduktan sonraki halleri arasındaki değişim çok dikkat çekici. Bu büyük farkı kendileri de fark edip değişik şekillerde itiraf ediyorlar. Bir gün yanımıza Sascha isimli bir genç gelmişti. Karamsarlığı daha ilk bakışta yüzünden okunuyordu. Tedirgin, huzursuz, mutsuz bir ruh hali ile başladığımız o ilk sohbette siması yavaş yavaş rahatladı, açıldı, üzerindeki o gerginlik gitti. Üç saat sonra yanımızdan gülümseyerek ayrıldı. Sascha, Musa olunca tedirginlik tebessüme döndü. Dr. Koster yaşadığı bazı problemler dolayısıyla hem bir derece hayata küsmüş hem o karamsarlıkla eski dini hristiyanlığa olan inancını da büsbütün kaybetmişti. Müslüman olduktan sonra halini sorduğumda: “Dün­yada cenneti ya­şı­yorum!” ifa­de­sini kullanır ol­muştu. Çün­kü o da saadeti imanda bul­muş, artık Abdurrah­man Said olmuştu. Thomas varlıklı bir iş adamıydı. Sonraki görüşmelerimizde itiraf ettiği üzere, kendi hayatını renkli ve eğlenceli bulup iftihar eder, müslümanların hayatını monoton ve sıkıcı zannederek bizlere acıyarak bakarmış. Müslüman olduktan sonra: “Anladım ki asıl neşe ve içhuzur sizde, asıl dert ve keder bizdeymiş. Ama ne yazık ki bunu kimse bilmiyor, ben de İslam’ı öğrendikçe, sizleri tanıdıkça fark ettim” dedi. Çünkü Thomas artık Yasin olmuş, keder huzura dönmüştü. Harry yaşını sorduğumuzda, müslüman olduğu tarihten itibaren hesab ederek cevap vermişti bir defasında. Öncekini yaşamış saymıyordu. Çünkü o artık bir Ahmed idi... Raphael her bir iman hakikatini idrak ettikçe içinde nasıl bir ferahlık meydana geldiğini, “Her hakikat kendi karanlık dünyamdan güneşe açılan bir pencere oldu. 4 senedir her dersimizde yeni pencereler açıldı, içimde hiçbir karanlık nokta kalmadı” diyor. İsrafil kardeşimizin içindeki ferahlık simasına yansıyor, tebessüm yüzünden eksik olmuyor. Alicia isimli hanım kardeşimiz müslüman olup Aliye olduktan sonra, “Ne diyeceğimi bilemiyorum, sevincimi tarif edecek kelime bulamıyorum” demişti. Julia kelime-i şehadet getirip Elif olduktan sonra, kendisini İslam’ı tanıması için camimize getiren abiye, “Siz benim manevi babamsınız” diyerek sevincinden ona sarılmak istemişti. Daha bunun gibi pek çok itirafları dinledik, ihtida merasiminde sevinç gözyaşlarına şahidlik ettik. Bu gibi müşahadelerimiz şöyle bir hakikati teyid etti: Huzur imanda, keder küfürde... Huzurun asıl sebebi maddi imkanların varlığı olmadığı gibi, kederin asıl kaynağı maddi sıkıntıların çokluğu değildir. Öyle olsa zenginler strese girip de psikolog desteğine muhtaç kalmazlar; peygamberler de o kadar sıkıntılar içinde herhalde çıldırmaları icab ederdi. Halbuki hikmetli sözleri ve olgun davranışları onlarda stresin zer­resi bile bulunmadığının gös­­tergesidir. Bedenleri binler bat­man meşakkat altında da olsa ruhlarında bir dirhem stres yoktur. Demek iman kimde, huzur ondadır. Yeni müslüman olanların sevinç gözyaşları da bunun birer şahididir  

Mehmet KÖROĞLU 01 Ocak
Konu resmiİnanmayanın Kör Gözüne Parmak
İtikad

Hayat, en büyük gerçeklik ve her şeyi görünür kılan harika bir aynadır. Diğer her şey adeta hayatla beraber gelir. Hayat, varlıklar arasında iletişim ve irtibatın kurulmasına vesile olan bağdır. Bütün hayat sahiplerinin kabiliyet ve özelliklerinin açığa çıkmasına sebeptir. Hayatı gören ve anlayan bir insan, Allah’ın varlık ve birliğini ve diğer isim ve sıfatlarını da anlayabilir. “O ki hayatı ve ölümü yarattı.” (Mülk, 2)  Kâinat, Arapça bir kelime olup “olan şeyler” manasına gelmektedir. Günümüzde evren de denilmektedir. Kur’an’da ise, Allah’ın “Ol” emriyle1 yarattığı bütün varlıkları içinde barındıran sistemin, düzenin adıdır. İçinde yaşadığımız bu kâinat o kadar düzenli ve mana yüklüdür ki adeta bir kitap gibidir. Her bir varlık, nev veya tür, o kitabın bölümleri, sayfaları, satırlarıdır. Varlıkların vücuda gelmesinden ölüp kaybolma­larına, bir araya gelip dağılmalarına, dönüşüm ve değişimlerine kadar her halleri bir hikmet ve maslahatla olmaktadır. Mesela eğer dünyamız Güneşe şimdiki mesafeden daha yakın veya uzak olsaydı ve güneş enerjisi fazla veya az gelseydi, artan ve azalan ısıyla yeryüzündeki hayat biterdi. Dünyanın kendi etrafındaki hızı 1670 değil de 200 km ol­say­dı, gündüz ve gece şimdi ol­duğundan on kat daha uzun ola­cak; yaz aylarında gündüz sı­caktan bitkiler kavrulacak, uzun gecelerde havaların soğuma­sıyla donup mahvolacaklardı. Dünya’ya 23 derecelik meyil verilmeseydi, mevsimler olmayacak ve okyanustan yükselen buharlar kuzeye ve güneye akın edecekler, kıtalar buz parçası haline gelecekti. Eğer atmosferdeki oksijen oranı %21 değil de mesela %50 olsaydı, yanabilen her şey tutuşmaya hazır olacaktı. Kâinat ve içindekilerde bulunan bu hassas denge ve düzen, dikkatleri kendine çekmiş ve kâinatı okumakla ortaya çıkan bütün fen ve bilimlerin kaynağı olmuştur. Fen ve bilimde ne kadar ileri gidilmişse hayranlık uyandıran detaylara ulaşılmıştır. Her bir varlıkta ilim, irade, kudret ve ihatanın/kuşatıcılığın varlığı gözlenmiştir. Akıl ve şuur nimetiyle yaratılan ve bunu kaybetmeyen insanlar da işte bu incelikleri ve güzellikleri görebilecek donanımdadır; ondan beklenen de budur. Her Şeyi Allah mı Yaratmıştır? Bir yerde bir düzen varsa, iyi bir yönetim var demektir. İyi bir yönetim ise kuvvetli bir irade ve kudretin varlığını ve işlerin tek elden idare edildiğini gösterir. Mesela on askerden onbaşı, yüz askerden yüz başı, bin askerden binbaşı sorumludur; bu, ordu komutanına kadar gider. Buradaki itaat ve disiplin tertip ve düzeni gösterdiği gibi, karmaşa ve karışıklığın olmamasını da netice verir. Eğer bir orduda genel kurmay başkanı olmasaydı ya da birden fazla olsaydı işler karışırdı. Bir idarecinin olmaması dağınıklığa sebebiyet verdiği gibi, birden fazla olması da beraberinde karmaşayı getirirdi. Kâinata baktığımızda mükemmel bir düzen görürüz. Onları idare eden birisinin olduğunu ve her birinin bir elden yönetildiğini fark ederiz. Mesela, gündüz gökyüzünde -eğer hava bulutlu değilse- kocaman bir güneş görürüz. Fen bilimlerinin bize söylediğine göre onun etrafında da gezegenler vardır. Bunların pek çoğu yaşadığımız dünyadan katbekat büyüktür ve hareket halindedirler. Gece gökyüzüne baktığımızda küçük pek çok parlak noktalar görürüz. Bunlar devasa büyüklüklere ulaşabilen yıldızlardır. Mesela bizim güneşimiz dünyanın hacim olarak 1,3 milyon katı, kütle olarak 333 bin katına sahiptir. Ve içinde bulunduğu Samanyolu galaksisinde 200 milyar yıldız olduğu sanılmaktadır. Evrende Samanyolu gibi 100 milyardan fazla galaksi olduğu tahmin edilmektedir ve bunlar, içinde 10 milyondan     1 trilyona kadar yıldız barındırmaktadır. Uzayda ölçüler km. değil, ışık hızıyladır ve ışığın boşluktaki hızı saniyede 300 bin km’dir. Veya dünyamızdaki sineklere bakalım; sineklerin dünya ge­nelinde 177 familyada topla­nan 120 bin türü bulunur. Sayısını ancak Allah bilir. Ki bunlar sadece sinekler; dünya üzerinde yaklaşık 1 milyonu böcek olmak üzere 1,5 milyondan fazla hayvan türü tanımlanmıştır, fakat tanımlanmamış olanlarla birlikte 7 milyondan fazla hayvan türü olduğu da tahmin edilmektedir. Uzaydaki o geniş alanda ve devasa büyüklükteki cisimleri kontrol eden bir kudret, bir ilim olmasa, hepsinin hareketlerini bilmese nasıl olacak da hiçbir aksaklık olmadan milyarlarca yıldır bu düzen devam edebilecektir? Veya gıdaları farklı, elbiseleri farklı, silahları farklı bu devasa hayvan ordusunu kontrol eden bir güç, ilim, irade olmasa onca ihtiyaçlar nasıl karşılanacak ve bu düzen nasıl devam edecektir? Yahut vücudumuzda 30-40 trilyon hücre olduğunu söylüyor tıp. Ağızdan giren bir lokmanın midede parçalanıp bütün hücrelere dağıldığını tasavvur ediniz; nasıl bir posta teşkilatı var acaba? Bir de bütün varlıkların birbirleriyle olan ilişkilerini düşünün. Ağza giren gıdadan buluttan yağdırılan yağmura, güneşin dünyaya olan tam da olması gereken uzaklığından yıldızların dizilimine kadar her şey birbiriyle uyumludur. Vücudumuz bir bitkideki gıda veya ilacı reddetmez, tersine o bitki vücudumuza gıda olduğu gibi hastalıklara karşı da direnç verir. Vücudumuz bitkiyi, bitki de vücudumuzu tanıyor gibidirler. İşte bütün bunlar, her şeyin her şeyiyle birlikte her şeyi bilen, gören ve hepsine kudreti yeten bir zat tarafından yaratıldığını, planlandığını, organize edildiğini hissettirir, hatta gösterir. Başka türlü olma ihtimali yoktur, dedirtir. Şimdi bir insan farz edelim. Bu insan bir iddiayla ortaya çıksın ve küçük görerek atoma desin ki: “Senin yaratıcın benim.”   Atom, -fen bilgisi derslerinde anlatılan- varlığı ve ilişkileriyle o şahsa şunu söyleyecektir: “Benim yaptığım pek çok işim var. Ben tek bir madde gibi gözüksem de insan vücudunun her yerinde mesela alyuvarında başka, kalbinde başka ve gözünde başka başka görevler yaparım. Eğer senin, görev yaptığım bu yerlerde yapacağım işleri bilen bir ilmin ve bana o işi yaptırmaya yetecek bir gücün varsa o zaman benim yaratıcım olabilirsin.” Atom küçük ama vazifesi cihetiyle büyüktür. Ona sahip olmak için, bütün işlerine ve ilişkilerine yani ilişki içinde olduğu diğer bütün varlıklara da sahip olmak gerekecektir. Bu da demek oluyor ki küçücük bir atom bile olsa ona sahip olamaz ve seni ben yaptım diyemezsiniz. Aynı teklifi yıldızlara götürdüğünü düşünelim. Bir atoma sahip olamayan bir adam, üzerinde yaşadığı dünyadan yüz binlerce kez büyük yıldızlara bunu söylemesi elbette abestir. Hadi söylemiş olsun, herhalde şu cevabı alacaktır: “Biz uzay boşluğunda süratle dönerek hareket eden dev kütleleriz. Sen bizim üzerimizdeki mükemmelliği ve sanatı görmez misin? Her birimiz gökyüzü denizinde birer güzel göz gibiyiz. Yaratıcımızın bize emrettiği yerleri aydınlatan birer elektrik lambası gibi çalışıyoruz. Eğer bize müdahale etmek istiyorsan bizi idare edecek kadar ilmin ve kaldıracak kadar gücün olmalıdır. Yoksa biz yerimizde duramaz, birbirimize çarpar ve uzayda büyük bir kaosa sebebiyet veririz. Hatta çok sevdiğiniz dünyayı da başınıza yıkabiliriz.” Varlık alemini dikkatle izlediğimizde şunu net bir şekilde görürüz: Kainattaki her şeyi Allah yaratmıştır ve yaratmaya devam etmektedir. Hayat Allah’ın Varlığına Nasıl Delil Olur? Hayat pek çok yönden Allah’ın varlığına delildir. Kâinattaki en değerli şeylerin başında hayat gelir. Hayat, varlık âleminde girdiği her yere kıymet katar. Bu kıymet, tüm varlığın hayatı sonuç verecek şekilde çalışmasından da anlaşılır. Varlıkların tamamı doğrudan veya dolaylı bir şekilde hayata hizmet eder. Toprağa, suya, havaya, güneşe bakıldığında onların da hayat için çalıştığı görülür. İnsanlığa bakıldığında bütün çalışmaların hayatın devam etmesi için yapıldığı gerçeği fark edilir. Devlet, emniyet, tarım hayatın devamı için olduğu gibi evler, marketler fabrikalar da hayat içindir. O halde tüm kâinatı kim yaratmışsa hayatı yaratan da odur. Hayatı veren kimse tüm kâinatı yaratan da odur. Tüm varlıkla beraber hayat, Allah’ın varlığına delildir. Hayat, Allah’ın varlığına yeryüzündeki en kapsamlı delillerden biridir. Hepimiz biliriz ki elimizdeki aynayı güneşe tuttuğumuzda aynada güneşin timsali, ışık ve ısısı yansır; bu bütün parlak şeyler için böyledir. Bu hal bize iki şey söyler. Birincisi, aynada gözüken parlaklık aynanın kendisinden değil, güneştendir. İkincisi ise, ayna yok olup gitse de güneşin varlığının devamıdır. Aynen bunun gibi yeryüzündeki hayat sahibi canlılar da hayata mazhardır/aynadır. Hayatı ve dahası hayatı vereni gösterirler. Çünkü her insan ölür, fakat hayat devam eder. Demek ki hayatın kaynağı insan veya diğer canlılar değildir, hayatı veren Allah’tır. Hayat aynı zamanda mucizevidir, insan ve varlıklar üstüdür. Çünkü hayatın ortaya çıkmasına sebep olan işler çok basittir. Örneğin, renk ve desenleriyle göz alıcı süse sahip bir tavus kuşu, basit bir yumurtadan çıkmıştır. Mükemmel yaratılışa sahip olan insan bir su damlasından yaratılmıştır. Her biri ayrı mükemmellikte olan varlıkların hayata gelişleri nasıl mucize ise, devamı da aynı şekilde mucizedir. Dikkat ederseniz, yaşadığımız hayatta sadece sıcak soğuk dengesi bozulsa hayata mazhar tüm canlılar yaşayamaz hale gelir. Mesela hayatın varlığına ve devamına sebep gösterilen su hayatımızdan çıksa ya da dünyada bulunmasa, canlı denilen varlıklar hayatiyetini devam ettiremezler. Bu da gösteriyor ki hayatın devamı için lüzum eden şeyleri dünyamıza ve hayatımıza yerleştiren biri var. Buradan da anlaşılıyor ki hayatı veren de onu devam ettiren de hakiki hayat sahibi bir zattır. O da ancak Allah’tır. Hayat, Allah’ın varlığına delil olduğu gibi, birliğinin yani tevhidin de en kuvvetli ve en parlak bir delilidir. Zira hayat canlılar arasındaki irtibatın kurulmasına vesiledir. Hayat sayesinde her şey birbiriyle iletişim ve etkileşim içerisindedir. Hayat, bütünü oluşturan maya gibidir. Haydi, küçük bir bal arısına bakalım. Hayat sahibi olduğundan dolayı “bütün kâinat benimdir” diyebilir. Çünkü hayat sayesinde bütün hayvanlarla, çiçeklerle etkileşim içerisine girebilir. Hayat sayesinde iletişim ve etkileşim kurduğu dünya için “benim evim”, her sabah gelen güneş hakkında “benim için doğuyor” diyebilir. Bu yönü ile hayat, tevhidin bir aynası olur. Hayatı bütün hayat sahibi varlıkların birbirleriyle irtibat kurabilmeleri için yaratan -hayatın ve bütün varlıkların sahibi- bir zatı gösterir. Hâlbuki tersi durumda olan bir dağ, çok büyük olmasına rağmen, hayat sahibi olmadığından sadece bulunduğu yerde kalır. İşitemez, göremez. İlişkisi yalnızca yanına gelenlerle sınırlıdır. Yine hayat sayesinde insandaki bütün zerreler, hücreler, organlar ve sistemler birlik içinde bulunur ve hareket ederler. Örneğin el, ayak, göz, kulak, dil gibi organlar, kalpten geçen arzumuz ve irademizle istediğimiz şeylere bigâne kalmazlar. Farklı organlar hayatın varlığıyla birbirlerinden haberdarmış gibi bütünlük içerisinde çalışırlar. İnsan öldüğünde, ruhla beraber hayat da gittiği için, organların bütün fonksiyonları durur. Aralarındaki bağ ve iletişim kopar. Hücreler ve zerreler dağılır. Beden bütünlüğünü kaybeder. Hayatın varlığı ile görünen birlik dağılır. Bu cihette hayat, tevhidi yani zerre, hücre, organ ve sistemleri hayatla bir araya getiren sonsuz hayat sahibi Allah’ı gösterir. Hayat Allah’ın varlığına ve birliğine delil olduğu gibi isim ve sıfatlarına da delildir. Hayat ışık gibidir. Nasıl ki karanlıkta bir şey görülmezken ışık geldiğinde hem eşyalar hem de renk gibi özellikleri ortaya çıkar, görünür olur. Hayat geldiğinde de hem hayata mazhar olan varlığın hareket, büyüme gibi özellikleri ortaya çıkar hem de farklı özellikleri zaman içerisinde kendisini gösterir. Mesela toprak tek renk ve genelde hareketsiz bir varlık iken, hayatın gelmesiyle içine atılan tohumların her birisini kendi özelliğine göre şekil, renk, boy ve koku gibi özelliklerinin açığa çıkmasına vesile olur. O kara toprak adeta bir ayna olup, hayatla beraber gelen pek çok özelliğin farklı varlıklarda açığa çıkmasına vesile olan bir makineye döner. Hayatın olmadığı bir vücutta herhangi bir kabiliyet ve özellik yokken, hayatın varlığı ile birlikte birçok özellik açığa çıkar. Ve Allah’ın o özelliklere uygun isim ve sıfatları devreye girer. Yani Cenab-ı Hak hayatı verdikten sonra birçok ismini o hayat sahibi üzerinde gösterir. Mesela hayat sahibinin hayatını devam ettirebilmesi ve gelişim gösterebilmesi için gıdaya ihtiyacı var. Allah, lüzum ettiği tam zamanında ve her varlığın kendine özel gıdaları göndermekle çok cömert olan manasındaki “Kerim” ismini gösterir. Her bir varlığın farklı şartlara ve düşmanlara karşı korunmaya ihtiyacı var. Her bir varlığın kendine mahsus koruma sistemleriyle donatılması ve korunması için, her şeyden koruyan manasında olan “Hafiz” ismi devreye girer ve hayat sahibi varlıkları korur. Hayat sahibi varlıkların dünyaya geldikleri ilk zamanda sevilmeye ve şefkatle muameleye ihtiyacı var. Tam da o vakitte kendisi çok şefkatli olmakla birlikte yaratılanları da şefkatli yapan manasındaki “Rauf” ismi devreye girer. Timsahtan gergedana, kartaldan yılana, insana kadar bütün annelerin ve babaların kalbine, yavrularına karşı çok büyük bir şefkat vererek, insanın büyüyüp serpilmesine imkân sağlar. Hayat, en büyük gerçeklik ve her şeyi görünür kılan harika bir aynadır. Diğer her şey adeta hayatla beraber gelir. Hayat, varlıklar arasında iletişim ve irtibatın kurulmasına vesile olan bağdır. Bütün hayat sahiplerinin kabiliyet ve özelliklerinin açığa çıkmasına sebeptir. Hayatı gören ve anlayan bir insan, Allah’ın varlık ve birliğini ve diğer isim ve sıfatlarını da anlayabilir. “O ki hayatı ve ölümü yarattı.” (Mülk, 2) Kaynak: 1- “Bir şeyi(n olmasını) dilediği zaman, O’nun emri, ona sâdece “Ol!” demektir, (o da) hemen oluverir.” (Ya-Sin, 82)

Enes ÇALIK 01 Ocak
Konu resmiDinsiz Bir Millet Yaşayamaz
Kültür ve Medeniyet

Her insan kendisine baksa anlar ki zayıf ve aciz olarak yaratılmıştır. İnsanın benim diyebileceği -emaneten verilen- cüzi iradesinden başka hiçbir şeyi yoktur. İstediği ve arzu ettiği şeyleri -velev kendisinin çabası da beklense de- sonuç olarak yaratan ve önüne koyan başka bir kudrettir, kudret-i İlahiyedir. Bir dönem -ki hala artçıları devam ediyor olsa gerek- görmediğime inanmam cümleleriyle inanca karşı tavır ortaya koyan bir anlayış ve insanlar vardı. Zamanla aynı kafa ve insanların, gördüğü bazı şeylere karşı da aynı şekilde “İnanmıyorum, mümkün değil, olamaz” tarzındaki yaklaşımları, kafa karışıklığının ne kadar sıkıntılı bir noktaya geldiğinin bariz göstergesi olsa gerektir. Efendim, konu başlıkta yazan cümle ile bitecek, ana fikir ve tek söz bu ama toparlayarak gelmek istiyorum. Girişte kurduğum cümlelere ör­nek olarak Göbeklitepe’yi ve­rebilirim. Ziyaret edenler, üzerinde çalışma yapanlar ve anlatılanlar üzerinden sıkça duyduğumuz cümle “ezber bozması” şeklinde oldu. Çünkü öğrendiğimiz, daha doğrusu öğretilen pek çok şey var ki varsayımlara dayalı. Bugünkü bilim denilen şey, durduğumuz yerden hem geriye hem de ileriye doğru varsayımlarda bulunarak hakikat yakalama peşinde hareket ediyor. Fakat sabiteleri vahiy kaynaklı olmadığından, beşerî olmak ve vahyin karşısındaki küçüklüğü nispetinde görebildiği kadarını aktarmaktan ibaret kalıyor. Çoğu zaman da “bu böyledir” kabulüyle bitiyor. Yeni bir şey söylenene kadar da öyle kalmak ve itibar edilmek zorunda bırakılıyor. Tarihe dönük değerlendirme yapılırken birtakım bulgulardan da yola çıkarak mesela teknolojik model (eski taş, orta taş, bakır taş), sosyoekonomik model (avcılık, balıkçılık, çobanlık, tarım ve uygarlık), Kültürel Model (yazı merkezli, tarih öncesi ve tarih çağları), Arkeolojik Model (yabanıllık, barbarlık ve uygarlık), Ekonomik ve Toplumsal Model (yabanıllık ve uygarlık) gibi dönemler üzerinden konuşulmuştur. İlk, orta, yeni çağ gibi değerlendirmeler de olmuştur. Farklı sınıflamalar da vardır/olabilir, fakat bu bakış açısıyla yapılan değerlendirme sadece o dönemi değil, insan denilen varlığın da dönemle ilişkisi sebebiyle ilkellikle başladığı fikrini veriyor/verdiriliyor. Mağara adamı gibi… Yeri gelmiş sığındığı yer mağara olmuş olabilir ama insanın bütün mahiyetiyle beraber mağara adamı vs. şeklinde tasavvur edilmesi yanlıştır. Hatta daha da ileri götürüp insan evvelinde insan bile değildi; suydu, balıktı, maymundu gibi safsatalar da alıp başını gidebiliyor. Yaratılış ve ilk insanı, insanın vahye dayalı bilgisini referans almadan bakmanın neticesi olarak temellenen bilgi/bilim de geldiğimiz yerden bakıldığında, bazı gördüğü ezber bozan şeylere karşı, -yine kendi fikrinde kaldığının refleksif de olsa karşılığı babında- “olamaz, mümkün değil” gibi cümleler kurabiliyor. Tapınak… Göbeklitepe ve dahası kazılarda ortaya çıkan ve uzun bir geçmişten haber veren bu yerlerin söylediği/haber verdiği, -diğer şeylerle beraber- hepsinin merkezinde bir tapınağın var olduğudur. Yani bu kazılar ve ortaya çıkan manzara, inancın en temelde merkezde yer aldığını göstermektedir. Ritüeller/ibadetler ise bir güce, öte varlığa, insan üstü, yaratılmışların dışındaki bir iradeye sığınmanın adıdır. Bunları söylerken yanlış anlaşılmasın, bahsi geçen nazar ve niyetle bakıldığında konunun görünen tarafının anlaşılmasına yardımcı olmak cümleleri bu dillendirdiklerim aslında. Yoksa ilk insanın yaratıldığı, ilim irfan verildiği (talim-i esma), imtihan için dünyaya gönderildiği, ilk suhufun ve devam eden suhuf ve kitapların verildiği, son mukaddes kitap Kur’an-ı Kerimden1 ve tefsirlerinden anlaşılmaktadır. Biz de vahyin bize verdiği bilgi ışığında biliyoruz ki insan, Allah tarafından yaratılmış, bilgi ve hikmet verilmiş, Rabbine bir ayine olarak ve ona kulluk/imtihan için dünyaya gönderilmiştir. Buradaki yaşayışına yani Allah’ın emir ve yasaklarına uyup uymama durumuna göre de ahirette cennet ya da cehennemde son bulacak yolculuk halindedir. İnsanlık tarihi boyunca vahiy ilişkisini devam ettirecek peygamberler gönderilmiştir, ta ki son peygamber Hz. Muhammed (sav)’e kadar. İnsanlar da ne zaman peygamberlere/vahye tabi olmuşlarsa istikameti bulmuşlar, ne zaman da isyan etmişlerse helak olmuş, sıkıntı ve problemler yaşamışlardır. Bunu hem mukaddes kitaplardan hem de hikmet-i ilahi günümüze ulaşan kalıntılardan görmek mümkündür. Evet, tarihte gidilebilen en uzak kalıntılarda bile ibadet merkezlerinin varlığı, insanların inanma ihtiyacını(n varlığını) ve bunu icra ettiklerini göstermektedir. Demek ki insanlık tarihi boyunca inanç hep vardır. Diğer bir ifadeyle, dinsiz bir millet yaşamamıştır. İmtihan gereği ve insan gerçeğinde dinsiz insanlar, teklifi reddedenler olmuştur, fakat din hep merkezde olarak ilk insandan itibaren devam etmiştir. İnsanın Mahiyeti Her insan kendisine baksa anlar ki zayıf ve aciz olarak yaratıl­mıştır. İnsanın benim diyebileceği -emaneten verilen- cüzi ira­desinden başka hiçbir şeyi yok­tur. İstediği ve arzu ettiği şeyleri -velev kendisinin çabası da beklense de- sonuç olarak yaratan ve önüne koyan başka bir kudrettir, kudret-i İlahiyedir. Rüzgâr esmese bulut gelmiyor, inek vb. hayvanlar olmasa süt, ipek böceği olmasa ipek, arı olmasa bal, ağaçlar olmasa meyveler, toprak olmasa sebzeler olmuyor vs. Ve insan bunların hepsine muhtaç olarak yaratılmıştır. Bu ihtiyacın belirleyiciliği ile nazarını/fikrini ya varlıkların kendisine çevirmiş, neticeyi onlardan beklemiştir ya da arkada iş gören irade, ilim ve kudreti görerek ona (Rabbine) teslim olmuştur. Kendindeki bu ihtiyacı gören ve bilen bir insan, bütün kainattaki tüm canlıların ihtiyacını fark ederek var olan her şeyin var olan bir zat tarafından var edildiğini, kendi kendine olmadıklarını ve varlıklarının sebebinin var edeni işaret etmek olduğunu anlamışlardır. Bu anlayış içerisinde iman ve itaat etmişler, kulluklarını yerine getirmişlerdir. Anlamayanlar ise, nefsin arzu ve istekleri peşinde koşmuşlar, başta peygamberler olarak istikameti söyleyenlerin karşısında olmuşlar, yetmemiş savaş açmışlardır. Bu manasıyla bakıldığında Hz. Âdem’in yaratılmasında kendisinin ateşten yaratıldığını öne sürerek üstünlük taslayan ve bunun karşılığı olarak huzurdan kovulan ve Allah’ın hükmüne karşı savaş açan şeytandan başlayarak iman ve küfür mücadelesi hep var olagelmiştir. Hayat, iman ve küfür arasında gelmiş, olmuş ve gitmektedir. Peki, Değişen Ne? Yukarıda dediğimiz gibi, insanın yönünü belirleyen ihtiyaç olmuştur. İhtiyaç merkezde olarak bunun istikametini netleştiren ise ya nefis ve şeytan ya da vahiydir, vahye muhatap kalp/vicdandır. Günümüze geldiğimizde, yaşanan teknolojik gelişmeler güya insanın yaratıcıya olan ihtiyacını ortadan kaldırmıştır. Daha doğrusu hür ve müstakil olmak, canının istediği gibi yaşamak arzusunda olan nefis, bu vesileyle istiklalini ilan etmiş, bunu da (haşa) tanrı 1.0 öldü, artık insan 2.0 dönemi başladı diyerek ilan etmiştir. İpekböceğinin ürettiği gibi olmasa da (güya insan yapımı) sentetik malzemeler tekstil ürünlerinde esas olmaya başlamıştır. Çünkü hem insanın kontrolünde hem ucuz hem de istediği bollukta üretilebilir görülmüştür, denge önemli değildir; esas olan yönettiğini zanneden insanın hevesine hizmet etmesidir. Bu dengeyi tutturamadıkları yerde de Allah’ın hayat ve ruh verdiği insanların bazıları fazlalık görülmüş, yok etmenin yolları aranır, kılıf bulmaya çalışılır olmuştur. Nurculuk, bir tepkidir. Aynı durum hemen her şeyde kendisini göstermiştir. İlaç sanayii mesela. Her şey sentetik. Dışında ne varsa eski, ne varsa kocakarı ilacı. İlaç sanayiine karşı olan, olacağı varsayılan ne varsa kötü… Çünkü alternatif demek, kapitale engel oluşturmak demek. Doyamayan hırsına gelecek olanı engellemek demek… Tüketim toplumu modelinin sınırsız tüketimine karşı bir an­lamda sınırsız üretebilmenin adı olan sanayileşme ile kırk günde yetişen tavuklar yenmeye, boyalarla desteklenen gıdaların sofralarımızı süslemesine, hatta yapay etlerin soframıza gelmesine şahit olmaya başladık. Küçücük bir ekrandan pek çok şeyi halledebilir hale geldi insan mesela. Bunu ortaya koyan kafa ise big-datayla kendi levh-i mahfuzunu oluşturma ameliyesinde. Bilgiye hâkim olan, her şeye hâkim olur düşüncesinde. (Sınırlı/mahluk olanın sınırsız olana erişme çabası da garip!) Bugün insan, tüketim felsefesinin ana tüketim maddesi yapılmıştır. Her anınız telefon, bilgisayar, tablet vs.lerle takip altında, konuştuğunuz herhangi bir şey internete girdiğinizde reklam olarak karşınıza çıkmaktadır. Ekranda kalma süreniz, reklam satanların fiyatlarının belirlenmesindeki en büyük etken olmaktadır. Bu teknolojik gelişmelerin insan hayatında elbette faydalı yönleri de vardır. Fakat arka planda kendisini -haşa- tanrı gören ve her şeye hâkim olmaya çalışan insan/lar varsa işin rengi değişmektedir. “Değişen ne?” diye sormuştuk. Değişen şey, teknolojik gelişmelerle insan kendisini hür ve müstakil görmeye başlamış, Rabbini tanımak için bir ölçü olarak verilen ene’yi2 yanlış istimal etmiş ve “Hevâsını (nefsani arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?”3 ayetinin işaret ettiği varlıklara dönmüşlerdir. İmtihan gereği akıl, şehvet ve gadap hislerine sınır konulmayan, ancak İslamiyet’le istikameti bulabilecek insan,4 İslam’ı (dini) devreden çıkarmakla zı­va­nadan çıkmış, kulluğunu unu­tup kendini ilah gibi görmeye başlamıştır. “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp öteye geçebilirseniz haydi geçin! Ama (tarafımızdan verilmiş) bir güç olmadıkça geçemezsiniz.”5 ayetinin ihtar ve ikazına rağmen insan, Mars’tan arsa satmayı, sanal cennetler oluşturup mülk edindirmeyi kendine vazife bilmekten de geri durmamaktadır. Bugünümüz ve Yarınımız Sanayileşmeyle birlikte son iki yüz yıldır insanlık din dışı arayışlara savrulmuştur. Şeytanın “Rabbim! Beni azdırmandan dolayı, (ben de) mutlaka onlara yeryüzünde (günahları) süsleyeceğim ve mutlaka onların hepsini azdıracağım!”6 sözünün devamı ve yansıması olarak günümüzde günaha yönlendirecek süsler artmış/artırılmış ve insanların heva, heves ve nefislerinin esiri yapılmıştır. Bilim adeta dinin alternatifi gösterilerek din yerine konulmuş, bilimsel her şey inanılması ve ona göre hareket edilmesi gereken bilgi olarak görülmüş, gösterilmiştir. Sanayileşmenin ve dünyevileşmenin merkezi batı olarak dinsizlik fikirleri ve vesileleri batıdan ve kuzeyden başlamış ve dünyaya yayılmış, sadece dünya hayatı varmışçasına dünyevileşmek ve bu konuda ne kadar ileri gidilebilirse daha iyi algısının yerleştirilmesi bütün dünyanın asıl meselesi olmuştur. Dünyayı Allah’ın esmasına ayna ve ahiretin mezraası7 olarak gören Kur’ani anlayış terk edilmiş, dünyaya sadece dünya olarak bakmak ve her şey burada olup bitiyormuş gibi göstermenin yolları aranmıştır. Dünyevileşmenin ve bağlı olarak kapitalizmin ve tabi vahyin dizgininden çıkarak hareket etmenin getirdiği sıkıntılara karşı farklı ideolojiler türemiş, vahiy kaynaklı olmadıklarından dolayı onlar da ayrı problemler olarak insanlığın canını yakmıştır. Bütün bunlar olurken temelde iki şey karşı karşıya gelmiştir: iman ve küfür. İlk insanın yaratıldığı ve meleklere muhatap kılındığı o gün, kendisinin (ki kendisinin hiçbir dahli olmaksızın) ateşten yaratıldığı kibir ve gururuyla kendini üstün gören ve Âdem (as)’a secde emri gelmesine rağmen etmeyen ve karşı durarak huzurdan kovulan şeytanın8 mesleğini bugün (yine kendi mülkü olmamasına rağmen) elde ettiği (esasında fani ve yok olmaya mahkûm) birikimi bir şey zannederek kendini ilah gibi gören insan/lar, kendilerine en büyük düşman olarak dini görmektedirler. Küfürde kalarak varlıklarını devam ettirme durumunda olan dünyevi/fani insan, din ve dindara karşı olmayı vazife bilmiştir kendisine. Yolları üzerine şeytanın oturmasına ve onları yolundan çevirmesine gerek olmaksızın, bugün o vazifeyi şeytanlaşmış insanlar görmektedir. Ki Nas Suresi 6. ayette insi şeytanlara ve vesveselerine ayrıca dikkat çekilmiştir. Yarın… Dinsizlik ve ona ait çalışmalar devam ederse sıkıntı problem kıyamete kadar devam edecektir. Fakat insan fıtraten (eğer fıtratı bozulmamışsa) hakkı aramaya programlıdır. Özellikle Doğu toplumları din olmadan yaşayamaz ve varlığını devam ettiremez. Bu coğrafyada peygamberlerin çoklukla gelmiş/gönderilmiş olması buna şahittir.9 Batı yaşar mı? O da yaşayamaz. Son iki yüz yıldır insani olarak gelişen/gündeme gelen her yeni şey, beraberinde pek çok problemleri de getirmiştir. İnsanlık için denilerek başlayan neredeyse her şey, sadece belirli gurup insana hizmet etmiş, diğerleri ya denek olmuş ya da ömrü vefa etmemiş, sıkıntıyla ahirete gitmiştir. Etrafımızda şekillenen her şey belirli bir süre içindir. Ama her insanda var olan kalp ve vicdan fıtridir. Dolayısıyla yarın, vicdana ve kalplere hitap edebilenlerin asrı olacaktır. Kalp ayine-i Sameddir. Allah’tan başkasıyla mutmain olmaz. Alınan dinsiz tedbirler bir süre sonra kâr etmemeye, yeterli gelmemeye başlayacaktır/başlamıştır. Ve hadi yüzde yirmisi sıkıntılı olsun insanların ama yüzde seksen hak olana meyillidir/meyledecektir. Zira Allah nurunu tamamlayacaktır. Çünkü mülkün sahibi O’dur. Hüküm de onundur. Şeytana tanınan mühlet, insi şeytanlara da tanınmıştır belki, fakat Allah’ın varlık ve birliğine, mahluk/yaratılmış olanların mukabele etmesi, üstün gelmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Sadece şu var ki anlarsan imana gelir selameti bulursun, anlamazsan cehenneme odun olursun. Çıkış Bileti Yaşadığımız şu asırda ortaya çıkan problemlere karşı Rabbimizin önemli bir ihsanını da dillendirmeliyiz bu noktada. Dinsizlik ve imansızlık asrında, yeni bir bakış açısıyla imani konuları gündeme getiren ve dinsizliğin başına nurani bir balyoz gibi inen Risale-i Nur vardır. Dinsizliği ve bunun için yapılması gereken ne varsa ortaya koyanlara karşı güçlü bir eser, milletleri ve insanları kasıp kavuran fırtınaya karşı nurdan bir kale olmuştur. Bütün dengeleri iman ve Kur’an lehine değiştiren Nur Risaleleri Anadolu’nun imanının mahfuz kalmasına ve buradan dalga dalga bütün dünyaya karşı imani duruşu göstermeye vesile olmuştur. Bunu fark etmek ve gereğini icra etmek, dinsizlik erozyonuna karşı alınacak önemli tedbirlerden birisi olacaktır. Yazıyı Cemil Meriç’in Üstad Bediüzzaman özelinde ifade ettiği Risale-i Nur ve etkilerini anlattığı şu satırlarla bitirelim: “Said, dağ başında vaaz eden bir mürşid. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın. Nass’ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, tarihin içinden geliyordu. Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayali insanlar o konuştukça gerçekleşti. Yani, Nurculardan önce kelam var. O konuştukça, laikliğin karton­dan setleri yıkıldı birer birer. Kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi (!) ile Anadolu, tereddütle inanç… Karşı karşıya geldi. Nurculuk, bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batı’ya karşı Doğu’nun isyanı. Her risale bir çığlık, şuuraltının çığlığı. Zulmün ahmakça taarruzu olmasa, bu münzevi ses böyle sayhalaşır mıydı? Tanzimattan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler. Bu emekleyen, bu kekele­yen yığın, devrim yobazları için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki kendi yüz karaları bu. Nurcuları yok farz etmek, gaflet. Nurcular adalarında kendi hayatlarına devam edebilirler. Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi fildişi kulesini yıkarak bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamaya çalışmak. Said-i Nursi, bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok iman. Deccal karşısında imanın remzi, işareti; Müminin duruşunu temsil eden asil bir semboldür.” (Bu Ülke) *** Kaynakça: 1- Bakara, 30-352- Geniş bilgi için bakınız: Sözler Mecmuası, Otuzuncu Söz Ene ve Zerre Risalesi, s. 219 https://oku.risale.online/sozler/otuzuncu-soz#2193- Furkan Suresi, 434- Geniş bilgi için bakınız: İşaratü’l-İcaz, s. 19-20 https://oku.risale.online/isaratul-i-caz/sure-i-fatiha-5#195- Rahman Suresi, 336- Hicr Suresi, 397- Bkz. Otuz İkinci Söz, s. 296 https://oku.risale.online/sozler/otuz-ikinci-soz#2968- Hicr Suresi, 26-439- https://oku.risale.online/siracun-nur/onikinci-sua#185

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiDüşman Çok Vakit Az!
İnsan

Hayat kimin icadı ise, hayata bağlı her tecelli süreci O’nun iradesi ile şekillenecektir. Ve insan madem hayatlı kılındı, hayatın âli gayelerinin hayatın sahibi ile ilgili olduğunu fark etmek mecburiyetindedir. Yoksa hayat, insana bir eğlence ve oyun için verilmiş değildir. Elbette kendisine en muhteşem nimetlerin ihsan edildiği insan, rengarenk ve leziz nimetler için bir gün önünde bir hesap pusulası bulacaktır. Yaşadığımız yüzyıl, insan zihnini ne rahat ne de boş bırakarak işlevsiz hale getirmeyi başarmıştır. İnsan zihnini uyaran o kadar çok öge var ki, böylesi bir trafikte bir konu ya da amaca odaklanıp konsantre olmak neredeyse imkânsız. Her şeyden biraza alışan insan, hiçbir şeyin tamamına talip olamıyor. Her şeyden biraza alışan insan, bir şeyin hepsini ne merak edebilecek güçte ne de onu bir ihtiyaç olarak görebilecek durumda. Bu durum, en derin okyanuslarda bile ancak tatmin olabilecek insan fıtratını sığ bir suda mutlu olmaya mahkûm etmekten başka bir şey değildir. İnsan zihni, kapatma düğmesi olmayan bir mekanizmadır. Her zaman faaliyettedir. Zihnin faaliyetlerine konu olacak şeyler iki şekilde zihne dahil olur. Bunlardan ilki ve insanın saygınlığına yakışanı, kişinin kendi hür iradesi ile ne düşüneceğine ve zihinsel olarak neyle meşgul olacağına karar vermesi, diğeri ise insan zihnini rahat ve yalnız bırakmayan hipnotik dünyanın dessas telkinleridir. Kurumsal ve örgütlü bir yapı haline gelip bir de bunun üzerine küresel ölçekte bir etki oluşturabilmenin enstrümanlarını ekleyen hipnotik dünya, ne yazık ki insan tekini çok çeşitli manipülatif/yönlendirici yöntemlerle, değirmende öğütür gibi öğütmektedir. Bireysel bir mevzilenme ve şahsi gayret ve tedbirlere dayalı bir konuşlanma/yerleşme ile bu şerden emin olmak, Allah’ın (cc) hususi muhafazası istisna olmak üzere neredeyse imkansızdır. (Bediüzzaman Hz.leri (ks) bu zamanda bir şahs-ı maneviye intisabın ehemmiyetini defalarca zikretmiştir. Bu konuyu başka bir yazıya havale ediyoruz.) Ne düşüneceğinize, nasıl düşüneceğinize, neden düşüneceğinize, ne zamanlar düşüneceğinize, ne kadar düşüneceğinize ve bunların hangilerini hangi seviyede eyleme dökeceğinize karar veren ve bunu ruhunuz duymadan size dayatan bir yapı var karşınızda. Yiyeceklerinize, içeceklerinize, giyeceklerinize, dinleyeceklerinize, izleyeceklerinize ve tüm bunlarla hayatınızın nasıl bir değişim ve şekillenmeye maruz kalacağına kendi ofislerinde kahvelerini yudumlarken üstelik bu işi tüm milletler için ayrı ayrı algoritmalar yazıp, toplum mühendisliği yapmak suretiyle gerçekleştirmekte olan bir aklın olduğuna artık hiçbir şüphe yok. İşte özellikle son yıllarda Müslüman ülkelerde dile getirilen hususen gençliğin ilgisini çektiği söylenen(!) dinsiz ve peygambersiz Tanrı inancı olarak tanımlanan deizm de yukarıdan beri anlattığım küresel şeytanî aklın telkin girişimlerinden başka bir şey değildir. Kullandıkları yaygın enformatik/bilişim araçlar vasıtasıyla hiç ilgi duyulmayan bir konuyu çok ilgi görüyormuşçasına yansıtan bu şer odakları, bir müddet sonra sanal hesapların etkisi ile gerçek hesapların hareketlenmesine sebep oluyorlar. İçinde azıcık şüphe olan ve belki de içinde kalacak ve zamanla ıslah ya da rehabilite olabilecek/iyileşebilecek olan birçok insan bu sanal tahriklerle içlerindeki şüphenin sadece kendilerinde olmadığını tam aksine bir çok kişinin kendisi gibi olduğunu görmenin(!) rahatlığı ile o şüphelerini sesli bir şekilde ifade etmeye başlıyorlar. - İnsan psikolojisi konusunda çok mesafe kat etmiş olan bu şer odakları, insanı nasıl etkileyeceklerini, nasıl vesvese vereceklerini ve manipüle edeceklerini çok iyi bildikleri için yukarıda bahsettiğim entrikaları kolaylıkla gerçekleştirebilmektedirler. Aslında bu mücadele şeytanın huzurdan tard edilmesi ile başlayan bir mücadeledir. İnsanı azdırarak yoldan çıkarmaya ant içen ve bunun için Rabbinden kıyamete kadar izin talep eden şeytanın kullandığı yollar özellikle bu yüzyılda zirve yapmıştır. İnsanın hem biyolojisi hem de psikolojisi üzerinde çılgın çalışmalar yapan bu menhus akıl, insanı maddi ve manevi olarak tam bir çöküşe uğratmak ve sözde mücadelesini kazanmak istemektedir. İnsan böylesine alemşümul çapta bir mücadelenin nesnesi olmaktan kendini kurtarmanın yolunu bulmak mecburiyetindedir. İnsanı bu vahşi mücadelenin nesnesi olmaktan kurtaracak en büyük motivasyon, şüphesiz ki Allah’ın (cc) insana olan merhamet ve muhabbet dolu bakışı ve gerçekten ihlasla harekete geçen her kuluna istisnasız muhteşem yardımlar ediyor/edecek olmasıdır. “O hâlde gevşemeyin ve üzülmeyin! Eğer (gerçekten) mümin kimseler iseniz, en üstün olanlar sizsiniz” (Âl-i İmran Suresi, 139) “… şüphesiz ki şeytanın hîlesi zayıftır.” (Nisa Suresi, 76) Şeytan, tüm stratejilerini insanın zayıf kaldığı, kendini yetiştirmediği ve daha donanımlı hale gelmediği yerler üzerine kurar. Kendisinin bizim serçe parmağımızı kımıldatabilme kudreti dahi yoktur ancak vesvese denilen sinsi bir frekans kanalı ile insan zihninde şüphe ve kalbinde ise duygu karışıklığına yol açabilir. İnsanın savunma sistemi yani itikat ve ihlası yeterince mukavemetli değilse bu virüs yazılımları insanın maddi ve manevi bünyesinde önce gedikler açar, sonra da hasar oluşturur. Bu hasara uğramış insan neye dönüşür? Bu şeytanî şebekenin telkinlerinin odak noktasında insana Rabbini unutturmak vardır. Bunu yapmak için de hayatınızı olabildiğince kalabalık ve gürültülü hale getirerek, insanı, kendi ihtiyaç ve ihtiraslarından başka bir şeye önem vermeyen sıradan bir canlıya dönüştürür. Aslında bu pozisyondaki bir insan, artık kendi ontolojik değer ve anlamını merak etmeyen, dışındaki hipnotik dünyanın illüzyonlarına kanmış ve dışındaki dünyayı içindeki hakikatten daha değerli ve önemli bulan biri haline gelmiştir. “Allah’ı unutan; bu yüzden (Allah’ın da) onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar, fâsıkların ta kendileridir!” (Haşr Suresi, 19) Bu örgütsel yapının bir diğer telkini ise, insanın idrak ve merak duygularının fıtrî yönelimlerini saptırarak son derece ucuz, önemsiz ve gereksiz şeyleri merak etmesini ve idrak, anlayış ve kavrayış gibi sadece insana mahsus fonksiyonların sağlıksız çalışmasına neden olarak hiç de sağlıklı ve rasyonel/akla uygun olmayan muhakemelerle batıl olana inanma eğilimi içine sokmasıdır. Mesela insanın yaratılışındaki merak ve gerçek arayışı gibi çok derin gayretlerin odak noktası, kendisini yaratan kudreti bulmak, bilmek ve sevmek olduğu halde, bu derin arayışlara yeni bir odak olarak kazanmak, zengin olmak, mutlu olmak ve meşhur olmak gibi sûrî (yüzeysel) hedefler koyarak, insan gibi çok pahalı bir varlığı haraç mezat ucuzlaştıran bir sahnenin içine sıkıştırmaktadır. Ayrıca bu dessas yapı, insana lütfedilmiş olan akıl ve aklın işleyişindeki ahlakı tahrip ederek, aklı ikna olmadan bir şeyleri kabul etmek gibi zavallı bir durumu insana reva görmektedir. Mesela, “Allah’ı bırakıp da haklarında (Allah’ın) bir delil indirmediği ve haklarında bilgi sâhibi olmadıkları şeylere tapıyorlar. Hâlbuki o zalimlerin, hiçbir yardımcısı yoktur.” (Hâc Suresi, 71) ayeti ile Rabbimizin tarif ettiği insan profili, -hiçbir delili olmaksızın- bir takım batıl inanış ve şeylere inanmayı tercih edebilmektedir. Düşünsenize ne kalbi ne de aklı için bir ikna ya da tatmin unsuru olmaksızın bir şeye inanmak ne kadar da vahim bir durum. Şeytanın dersiyle insanı hükümsüz hale getirmeye çalışan bu dessas komite, insana öyle sinsi dersler vermekte ki, insan, arzularını takip eden, canı ne isterse yapan/yaşayan, ötesini berisini düşünmeyen bir bireye dönüşürken, ân’ı yaşa tavsiyesini tamamen saptırarak anlık yaşa olarak telkin ederek insanı, gününü gün eden, eyyamcı bir basitlik içinde debelenen zavallı bir duruma duçar etmektedir. “Hevasını ilah edineni gördün mü?” (Furkan Suresi, 43) Kendi iradesini Allah’ın (cc) irade ve emirlerine teslim etmekten uzaklaştırılan insanın, peygamberlik ve din kurumunun rehberliği ile güzelleştirebileceği hayatından vazgeçmek için kendisini içine soktuğu labirentlerin ne vicdan ile ne de akıl ile izahı mümkün değildir. Zira adını bile peygamberler aracılığı ile öğrenmiş olduğumuz Allah (cc) ile insanın düzenli, sistematik ve tatminkâr bir münasebet kurabilmesi, ancak Allah’ın (cc) arzularını biz insanlara ulaştırması ile mümkündür. Bu ulaştırma işlemi ise peygamberler üzerinden, din kurumu vasıtası ile mümkündür. İyilik, erdem ve ahlak gibi konuları dahi, iç tutarlılığı olan bir şekilde anlayabilmenin yolu peygamberlerin varlığı ve ders vermesi ile mümkündür. Soruların ve cevapların havada uçuştuğu bu dünya menzilinde bir imtihan olmadığını düşünmek sağlıklı bir akıl ile mümkün değildir. Soru varsa imtihan vardır. İmtihan varsa o imtihanın yapılmasını murad eden bir kudret ve o kudretin bir dellalı vardır. Doğru cevap verenlere mükafat yanlış cevap verenlere mücazat vardır. Hayat kimin icadı ise, hayata bağlı her tecelli süreci O’nun iradesi ile şekillenecektir. Ve insan madem hayatlı kılındı, hayatın âli gayelerinin hayatın sahibi ile ilgili olduğunu fark etmek mecburiyetindedir. Yoksa hayat, insana bir eğlence ve oyun için verilmiş değildir. Elbette kendisine en muhteşem nimetlerin ihsan edildiği insan, rengarenk ve leziz nimetler için bir gün önünde bir hesap pusulası bulacaktır. “İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyamet Suresi, 36) Es’selam Men’ittebea’l-Hûdâ

Ahmet EFENDİ 01 Ocak
Konu resmiNe Görüyorsun?
İbadet

Çok düşünme azizim, bir dem değil mi şu âlem O âlem ki rüyadır, nice bilmez bu âdem Hayatı görünmeyende görmek, bilinmeyende aramak lazım desem mübalağa etmiş olur muyum bilemem. Lakin tek sermayesi istemek olan insan için bence yerinde bir tabir olurdu. Zira zamana hükmedemez ki geleceği görsün, hikmeti bilemez ki hakikati fehmetsin. Malumunuz Hz. Mûsâ (as) ile Hızır (as) bir yolculuğa çıkar, lakin Hızır (as) şart koşar; “Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın” der. Gide gide ta bir gemiye binerler; Hızır (as) geminin tahtalarından birini söküp çıkartır. Mûsâ (as) ona kötü bir iş yaptığını söyler. Hz. Hızır, “Sana, benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” diyerek Musa (as)’a şartını hatırlatır. Sahile çıktıklarında Hızır (as) sahilde oyun oynayan çocuklardan birini öldürür. Hz. Mûsâ masum bir cana kıymanın kötü bir davranış olduğunu söylese de Hızır (as), “Sana benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” der. Hz. Musa artık soru sorarsa yolculuğu bitireceği teminatını verir ve yola devam ederler. Nihayet bir köye gelirler. Köyde yıkılmak üzere olan bir duvar görürler. Hızır (as) duvarı düzeltir. Hz. Mûsâ kendilerini misafir etmekten dahi imtina edilen bir yerde böyle bir işe mana veremeyip nedenini sual edince yolculuğun da sonuna gelinmiş olur, çünkü şart bozulur. Hızır (as) ayrılmadan evvel, işin hakikatini tek tek anlatır. Zarar verdiği geminin birkaç yoksula ait olduğunu, ileride ise sağlam gemilere zorla el koyan korsanların olduğunu söyler. Gemiyi kırarak kusurlu kılıp aslında onu zalimlerden kurtardığını belirtir. Öldürdüğü çocuk salih bir anne ve babanın evladı olmasına rağmen çok asiydi. İleride anne ve babasını da zarar vermesin ve inkâra sürüklemesin diye öldürmüştü. Islah ettikleri duvar ise şehirdeki iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onlara miras kalan bir hazine vardı. Allah onların ergenlik çağına ulaşmasını ve kendisinden bir rahmet olarak hazinelerini başkalarının müdahalesi olmadan çıkarmalarını istemiş ve bu sebepten yıkılmak üzere olan duvarı Hızır (as)’a tamir ettirmişti. Bu kıssayı anlatan Efendimiz (sav) buyurmuştur ki: “Allah, Mûsâ’ya rahmet eylesin. Ne olurdu sabretseydi de Allah onların haberlerini bize daha çok anlatsaydı.”1 “İnsan zamana mahkûm bir bende-i fermandır” demiş ya şair, öyle işte. Bazen gözünün gördüğünü dahi idrak etmekten aciz. Hem göz, hareketli bir pencere gibi, sadece olanı gösterir. Gördüğüne mana vermek, onu anlamlandırmak ve yorumlamak aklın, dahası kalbin işi olsa gerek. Akıl ise sadece gözün gördüğü ile hüküm vermez, vermemeli… Zira nice görünenlerin hakikati görünmeyende saklıdır. Hızır (as)’ın kıssasında olduğu gibi bizce şer gibi olan işlerde nice hayırlar mahfuzdur da aciz insan bunu fark edemez. Şu dünya hayatında umutsuz bir derbeder yahut hayatından lezzet alabilen mutlu bir insan olmak hep insanın elindedir. Yaşadığın, gördüğün, hissettiğin her âna, her olaya, her duyguya doğru bir mana verebildiğin müddetçe her şey belirginleşir, anlam kazanır, kıymet peyda eder. O halde hakiki mutluluğu elde etmek isteyen insan evvela bakmayı öğrenmelidir. Doğru bakmayı, doğru olana doğru yerden bakmayı bilmelidir. Bediüzzaman hazretleri Mesnevisinde: “Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır” demiştir. Yani şu kâinatta yaratılmış varlıklardan tutun, başımıza gelmiş veya gelecek her türlü olay ve fiillerin esasen iki ciheti vardır. Bir ciheti Rabbimize bakar, onunla mana bulur, ona nispet edildiği müddetçe kıymet peyda eder. Diğer ciheti de halka yani sebeplere bakar, sebepleri ifade eder. Hem her cihetin dahi kendine mahsus manaları vardır. Her mana kendine has sırları beraberinde getirir. Mademki umum mahlûkatta iki cihet var, o halde her şeye iki defa bakmak, hissettiğini iki defa tartmak, olayları iki defa değerlendirmek gerekmez mi? Evvela aynaya bak, gördüğüne yüklediğin mana nedir? Saçlarının gürlüğü, simanın güzelliği, gözlerinin rengi midir sana değer veren, seni anlamlı kılan. Toplumun güzellik kıstaslarına uygun olman neticesinde değerlisin yoksa kıymetten düşmüş, ötekileştirilmiş bir insan olarak mı kalacaksın? Bu çok ağır bir yüktür. İnsan başkasının ölçüleri neticesinde kendisine değer verdikçe kendisi olabilir mi? Allah’ın insana yüklediği manayı görmeyip kendimize sebepler nazarında bakarsak hayatımızdan lezzet almak şöyle dursun, her an şikâyet eden karamsar bir hale bürünmez miyiz? Bakınız bir gün Efendimiz (sav) evvelden de latife yapmaktan hoşlandığı çöllerde yaşayan bedevi bir sahabesini çarşıda görür ve arkadan ona sarılır. Sahabe arkasını döndüğünde Rasulullah (sav)’i görür ve sırtını O’nun göğsüne yaslar. Efendimiz: “Kim bir köle satın alacak?” diyerek çarşıda nida edince Sahabe efendimiz; “Ey Allah’ın Resulü! Allah için, işe yaramaz bu mal!” der. Zira çölde yaşadığı ve zahiren kendisini de biraz çirkin olarak gördüğü için böyle söylemiştir. Allah Resulü ise “Hayır; Allah indinde senin değerin yüksektir.” diyerek hakikati dile getirir. Beşeriyet âleminin en müdakkik nazarı, sebepler cihetiyle kendisini çirkin zanneden bir sahabesine Allah katında ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor. Bedenine, hakka nispet ettirerek bakmasını ders veriyor. Zira insan eşref-i mahlûktur, yeryüzünün halifesidir. Allah insanı en kıymetli bir sanatı olarak yaratmasıyla değerini, bütün kâinatı onun hizmetine vermesi ile makamını, kendisine muhatap kabul etmesi ile de şerefini tayin etmiştir. Lakin maalesef bugün bu bakışı yitirmiş, belki de hiç elde edememiş nice insan aynalara kırgın bir vaziyette varlığından şekva ediyor. Muhakkak ki bizler Allah’a ait olduğumuzu idrak ettikçe, kendimize bu nazarla baktıkça hayatımız anlam kazanır, bedenimiz kıymet peyda eder, kâinat bize hizmetkâr olmuş olur. Aksi halde sahte ışıkların makyajlı suretlerine özenmekle, aynadaki sureti sebeplerin kör kuyusuna mahkûm etmiş oluruz. *** Aldanma sende görünenin kahr u şanaEr olan bakmaz zahir olan hengâmaTevekkül ehli ol sığın Yaradan’aBil ki her kemâlde zeval, her zevalde kemâl vardır Popüler tabirle söylemek gerekirse, hayat bizim için sürprizlerle dolu. Ahirete uzanan bu dünya yolculuğunda hayatımız her zaman bir ilkbahar havası gibi geçmiyor. Bazen bir sonbahar hüznünü taşıyor yüreğimiz, bazen da sert bir kışın şiddetli rüzgârları esiyor ruhumuzda. Gün geliyor gecenin karanlığında, denizin ortasında kalmış Yunus (as) çaresizliğini yaşıyoruz, bir hastane odasında. Lakin tüm zorluklara mukabil sonsuz kudret sahibi bir Rabbimiz var ve tüm bunlar O’nun emir ve iradesinde gerçekleşmektedir. Şüphe yok ki O en güzeldir ve güzeli sever. Yarattığı her şeyi de güzel yaratmış, güzelliklere kapı açmıştır. Sonsuz hikmet sahibi bir zatın her işine vakıf olmak aciz olan insan için elbette imkânsızdır. İşte bu sebeple insan, bazen nice hayırlara vesile olacak olaylardan avazı çıktığı kadar şekvacı olup kaderi tenkit edebiliyor. Bir an için şahıslar yahut olaylara değil de hakikate nazar etsek hayatımızda ne çok şey değişir, öyle değil mi? İşin magazin kısmını bir kenara bırakıp “Her şeyi idare eden Rabbim acaba bu musibete, bu acıya, bu problemin gerçekleşmesine niçin izin verdi?” sualini bir an için sorabilsek keşke kendimize. Kâinattaki her musibette, her fiilde murad-ı ilahiye nazar etmek… İşte Müslümanca bir bakış. Bu bakışı elde eden insan hastalıklardan şekva etmez, sabreder. Zira ölümün hastalıktan değil, Rabbinden geleceğini, hastalığın bir emir tahtında hareket ettiğinin farkındadır. Bela ve musibetlerin hayatı acılaştıran bir yük olmadığını, hayatın ve insanın bunlar ile kemal bulduğunu fark eder. Allah, kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez sırrına vakıf olur. Rabbim buna müsaade etmiş ise, kader bunu takdir etmiş ise bu mücadelenin sonunda ya aklım, ruhum, kalbim ve hissiyatlarım inkişaf edecek kemal bulacaktır yahut günahlarıma kefaret olup beni cennete hazır edecektir diyerek sabır içinde şükrederek aklını divanelikten, ruhunu elemden kurtarır. Sadece üzerine düşen vazifesini icra eder, sonrasında tevekkül libasına bürünür. Aklını olmazların çukurundan, ruhunu çaresizlik eleminden kurtarır. “Bak şu kâinata azizim. İndir nazarından sebepler perdesini. Dağların azametinde kudreti gör, ateşin hararetinde celali gör. Topraktan fışkıran nimetin rengini, kokusunu, tadını bir kenara bırak. Onu veren elin rahmetini, merhametini, cemalini hikmetini tefekkür et de sana olan ikram ve ihsanına mukabil teşekkür et. Ta ki mideni doyurduğun gibi tefekkürünle aklın, şükrünle de ruhun mütelezziz olsun.” Haydi, şimdi sıra sende. Evvela aynaya bak, sonra dünden bugüne tefekkür et. Hayatında neyi nasıl görüyorsun? Magazini bir kenara koy ve hakikatle yüzleş. Son olarak bir not: Allah’a güven. Zira bu, insanlığın yitik bir hazinesidir. *** Kaynak: 1- Geniş bilgi için bkz. Buhari, “Tefsir”, 18/2; Müslim, “Fezâil”, 170-172

Rıdvan ABUD 01 Ocak
Konu resmiNiçin Dua Etmeliyim?
İbadet

“(Ey Resulüm!) De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim size ne diye ehemmiyet versin.” Dua, güçsüzlüğünü ve ihtiyacı­nı ortaya koyarak Allah’a yalvarma, bir şeyin olmasını veya olmamasını isteme, yakarış ve niyaz demektir. Dua, bir ibadettir. İnsanı Allah’a yaklaştırır ve insanın kıymetini artırır. Bu hususta Rabbimiz, “(Ey Resu­lüm!) De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim size ne diye ehemmiyet versin.”1 buyurmaktadır. İnsan, yaratılışı itibariyle nihayetsiz şeylere muhtaçtır. Hava, su, toprak ve güneş ışığı bu ihtiyaçların başında gelmektedir. Hem hastalık, bela, musibet gibi birçok sıkıntıları vardır. Bu sıkıntılarını gidermek ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek için birinden yardım istemeye ve birine sığınmaya ihtiyacı vardır. İnsanın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve onu sıkıntılarından kurtarabilecek ancak sonsuz kudret ve merhamet sahibi olan Allah’tır. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’ de, “Bana dua edin, size icabet ede­yim (duanıza cevap vere­yim).”2 buyurmaktadır. Burada şöyle bir soru akla gele­bilir: Çok defa dua ediyoruz; fakat duamız kabul olmuyor. Hâlbuki yukarıdaki ayet, her duaya cevap verileceğini ifade ediyor? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duaya cevap verilir. Fakat kabul etmek veya istenilen şeyin aynısını vermek Cenâb-ı Hakk’ın hikmet ve iradesine bağlıdır. Mesela hasta bir çocuk, doktordan bir ilaç ister. Fakat doktor muayene neticesinde çocuğa, - Ya istediği ilacın aynısını verir. - Ya daha iyisini verir. - Ya da çocuğa zararlı olduğu için hiç vermez. Aynen bunun gibi kul, dua ederek Cenâb-ı Hak’tan bir şey ister. Cenâb-ı Hak da kulunun duasına cevaben, -Ya istediği şeyin aynısını verir. -Ya daha iyisini verir. -Ya da ona zararlı olduğunu bildiği için hiç vermez. Belki duasını ahiret hesabına kabul eder. Karşılığını sevap olarak ahirette verir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak “Olur ki bir şey hoşunuza gitmediği halde o sizin için hayırlı olur. Bir şeyi de sevdiğiniz halde o sizin için şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz”3 buyurmaktadır. Dua Çeşitleri İstidat Lisanıyla Yapılan Dua Bütün bitki ve hayvanların ken­dilerine göre bir istidadı, ka­biliyeti ve potansiyeli vardır. Bu kabiliyetlerin ortaya çıkması için yaptıkları duaya istidat lisanıyla yapılan dua denir. Mesela her bir şeftali çekirdeğinde ağaç olup meyve verme kabiliyeti vardır. Bu kabiliyetin ortaya çı­kıp ağaç olması için o çekir­dek istidat lisanıyla şöyle der: “Ya Rab! Ben şeftali ağacı olup dallar, yapraklar, çiçekler ve mey­veler vererek senin birçok ismine ayna olmak istiyorum.” Allah da onun bu istidat diliyle yapmış olduğu duasını kabul edip ihtiyacı olan suyu, havayı, güneşi ve toprağı gönderip onu bir şeftali ağacı yapar. Fıtrî İhtiyaç Lisanıyla Yapılan Dua Bütün canlıların hayatlarının de­vamı için zarurî olan ve kendi güçleri ile elde edemedikleri ihtiyaçlarını uygun vakitte ver­mesi için Cenab-ı Hakk’a yap­tıkları dualarıdır. Örneğin bir arı, hayatının devamı için çiçek, su ve hava gibi şeylere muhtaçtır. Onun susaması ve acıkması gibi fıtri ihtiyaçları bir dua hükmüne geçer. Bütün dualara cevap veren Allah, onun bu ihtiyaçlarını en güzel bir şekilde karşılar. Izdırar Lisanıyla Yapılan Dua Zorda kalmış, çaresiz kimselerin yapmış olduğu duadır. Mesela, Çanakkale savaşı sırasında çaresiz kalan Seyid Onbaşı, ızdı­rar lisanıyla Allah’a dua etmiş. Allah’ın duasını kabul etmesi sonucunda 276 kiloluk top mer­misini kaldırarak düşman ge­misini tam isabetle vurmuştur. Hem mesela Yunus (as), denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Karanlık bir gecede, fırtınalı denizin içinde, balığın karnında her taraftan ümit kesik bir vaziyette Rabbine şöyle nida etmiş: “Senden başka ilâh yoktur; seni tenzîh ederim! Ger­çekten ben (nefsine) zulmedenlerden oldum!”4 Bu duanın üzerine hem balığa, hem denize, hem de geceye hükmü geçen Rabbimiz Yunus peygamberi  (as) sâhil-i selamete çıkarmıştır. Bizim Duamızdır. Bu da iki kısımdır. Hal ve fiil dili ile yapılan dua Bu dua kişinin kendisine dü­şen vazifeyi yaparak çalışması ve tedbir almasıdır. Sonucu sebeplerden değil, Allah’tan beklemesidir. Meselâ çiftçinin tarlayı sürmesi fiilî bir duadır. Tarlayı süren çiftçi, Allah’ın rahmet hazinelerinin kapısını çalmış olur. İhtiyacı olan buğdayı bu yolla Allah’tan ister. Hem mesela; derslerinde başarılı olmak isteyen bir öğrenci yıl boyunca ödevlerini yapar, derslerine özenle çalışır. O öğrenci ders çalışmasıyla manen der: “Ya Rabbi! Ben derslerime çalışıyorum. Sen de bana başarı ihsan eyle.” Cenâb-ı Hak da onun bu samimane yaptığı duasını kabul eder ve ona başarı ihsan eder. Bu fiilî dua Allah’ın hikmeti gereği büyük çoğunlukla makbuldür. Kalp ve dil ile yapılan dua İnsanın eli yetişmediği ve kendi gücüyle elde edemediği arzularını Allah’tan istemesidir. Mesela insanın kalbinde ebedî yaşama arzusu vardır. Bu arzusu için Allah’a yalvarır ve der ki: “Ya Rabbi! Öldükten sonra beni ve sevdiklerimi tekrar dirilt ve bize ebedi bir hayat ihsan eyle!” Bu dua insanın en şiddetli arzusudur. En küçük bir canlının duasına bile cevap veren Rabbimiz, elbette ki çok kıymet verdiği ve en sevdiği mahlûku olan insanın bu duasını da kabul eder. Onun için ahireti ve cenneti hazırlar. Kalp ve dil ile yapılan bu dua­nın en önemli yönü şudur: “Dua eden kişi anlar ki; birisi var, onun kalbinden geçenleri işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir. Aczine merhamet eder, fakrına medet eder.”5 Sonuç olarak insan her zaman duaya muhtaçtır. İnsanın Allah katındaki değeri duası nispetindedir. Her mahlûkun kendi diliyle bir duası vardır. Bütün canlılar ya istidat, ya ihtiyaç-ı fıtrî yahut lisan-ı ızdırarî ile dua ederken insanın bu ibadetten geri kalmaması gerekir. Çünkü dua eden insan, âlemlerin Rabbi olan Allah’a sığınarak yalnızlıktan, kimsesizlikten ve çaresizlikten kurtulur. Dua eden insan, her şeye gücü yeten Rabbimize dayanarak kalben ve ruhen rahat eder. *** Kaynakça: 1- Furkan, 77. 2- Mü’min, 60.3- Bakara, 216.4- Enbiya, 87.5- Sözler, 23. Söz, s.110.

Ali CİRİT 01 Ocak
Konu resmiBir Lokma, Bir Hırka Size de Yetiyor mu?
Aile ve Çocuk

Hareket alanını, helal-haram dairesini çizen dinin sahibi bu kadar serbest bırakmışken, bize ne oluyor da gayret içerisinde olanların şevkini kıracak çelmeler takıyor, hurafeler uyduruyoruz. Dünyamızı şenlendirenler, hiç şüphe yok ki; hayat sahipleri yani canlılardır. Canlıları daha da canlandıran, harekete geçiren sebeplerin en az onda 9’u ise rızık elde etme çabaları olduğu ve buna insanoğlunun da dahil olduğu, tefekkür sahiplerine malumdur. Karnı doymayan normal bir kimse, rızkından başka bir şey düşünemez ve ona ulaşmak için sürekli değişik yollar dener. Hayatının devamı, bununla sağlanmaktadır. Yaşananlar göstermektedir ki insanların rızkının yüzde 90’ı, bu yollardan birisi olan ticaretten gelmektedir. Ticaret ise cesarete, yani girişimde bulunmaya bağlıdır. Girişimcilikte, kazanç ihtimali olduğu gibi, kaybetme, zarara uğrama ihtimali de vardır. İşte bu zarar ihtimalini göze alamayanlar, normal yollardan zenginliğe erişemez ve azla yetinmek mecburiyetinde kalırlar. Azla yetinenler, dünyevî gücü elde edemez; yani bu cihetten zayıf kalırlar. Ve dünyanın zenginleri, yani şahsi ihtiyacından fazla kaynakları elinde bulunduranlar, çok büyük nispette, bu cesareti gösterebilen girişimci tüccarlar veya bağlı oldukları makamlardır. İşte bu zenginler, bu güçlerini kötü veya iyi yollarda kullanabilmişlerdir. Kötü yönde kullananlar, bu güç ve saltanatlarını zayıf olan kişi veya topluluklar üzerinde tahakküm etmek, değişik duygularını tatmin etmek, kendilerini diğer iktidar sahiplerine nispeten daha güçlü, hatta en güçlü ve kudretli olduklarını göstermek için vasıta yapmışlardır. Sırf bunun için teşkilatlanmış, ordular kurmuş, kendinden daha zayıflara diz çöktürmüş, köle etmişlerdir. Hatta, kudretleriyle öyle şımarmışlar ki; kendini halkının ilahı ilan edenler olmuş, sırf kendi makamına alternatif kimse çıkmasın diye, o sene yeni doğmuş erkek çocukların hepsini, gözlerini kırpmadan katleden hükümdarların bile olduğu herkesçe malumdur. Yine, medeniyeti ehl-i dünya tarafından yere-göğe sığdırılamayan tarihi Roma Devleti’nin en kudretli zamanındaki nüfusunun üçte ikisi, hiçbir kanuni hakları bulunmayan ve birer “mal” sayılan kölelerden müteşekkildi. Onlara bir hayvan gibi muamele eder, her türlü zorlu işlerde, cephelerde savaştırır; sonra isterlerse artıklarından verir, istemezlerse keyfi olarak aç bırakırlardı. Böylelikle, kölelerin kendilerine ne kadar muhtaç ve mahkûm olduğunu, onlara ne isterlerse yapabileceklerini göstermek isterlerdi adeta. Hatta Roma Hukuku diye meşhur olmuş kanunlarında, “Ölen bir Romalı efendinin iki varisi ve bir kölesi varsa, varisler isterse, o köleyi, ortadan ikiye bölerek paylaşabilir” diye bir madde, ilk zamanlarında geçerli olmuştur. Bunlara başka öyle misaller vardır ki icraatları akla zarar. Uzak kavimlerin topraklarını ellerinden aldıkları gibi, sahiplerinin büyük çoğunluğunu eziyetlerle katletmiş, gerisini köleleştirmiş; hayat hakkı tanımamıştır. İki Amerika kıtası, Afrika, Avustralya, bunlara esaslı misallerdir. Çok yakın zamanda, sırf Müslüman oldukları için mülk edinme hakkı tanınmayan, hatta kimlik kaydı bile yapılmayan Arakan halkı, katliama tabi tutulmuş ve sağ kalanlar topraklarından sürülmüştür. Irak, Suriye, Libya, kuvveti elinde bulunduranların oyuncağı, yeni silahlarını denedikleri katliam sahası olmuş durumdadır. Gücünü iyi yönde kullanan tüccar ise, yemek vereceği misafir (yolcu) bulamadığı gün aç beklemiş; dar zamanda insanların ihtiyacını karşılayabilmek için kervanındaki yüzlerce deveyi, yükleriyle beraber bağışlamış ve karşılık beklememiştir. İslam medeniyetleri, kurmuş oldukları nizamla toplumlarına zekât verilecek kimse bulunamayacak devirler yaşatmış, müreffeh asırlara rehberlik etmiştir. Fetih için gitmiş olduğu beldelere, hizmet ve medeniyet götürmüş, yerli halk asırlar boyu beraber yaşamayı memnunane kabul etmiştir. Zaman içerisinde meydana gelen talan ve yıkımlara rağmen hâlâ ihtişamla ayakta duran yüzlerce eserleri mevcuttur Endülüs, Selçuklu, Osmanlı ve daha nice adil medeniyetler bunlardan değil midir? Maddi varlıklara hükmedememiş olsalardı, böylesine tesirleri ve eserleri olur muydu? Yakın zamanlarda Hindistan Müslümanlarının bir kısmı, ayrı bir devlet olarak Pakistan’ı kurarlarken, ilk tereddütleri olan devlet memurlarının  maaşlarını ödeme meselesini, 6 ay­lığına tek bir zengin tüccar üstlenmişti. Günümüzde de ülkemiz, dış yardım gönderme cihetinden, dünyada ilk sırada bulunmaktadır. İhtiyaçların çok azını karşılayabilen bu yardım çalışmaları bile, ittihad için çok büyük kapılar açmış bulunmaktadır. Bütün bunlar bize, “Güçlü Müs­­­lüman zayıf Müslüman­dan; zen­gin Müslüman fakir Müs­lü­mandan hayırlıdır”1 ne­be­vi mesajını hatırlatmıyor mu? Bu hususta, zamanımızı daha yakından tahlil edecek olursak, görüyoruz ki beynelmilel kuvvete sahip müesseseler, ya doğrudan veya dolaylı olarak büyük ticari kurumlarla bağlantılıdır. Hatta nerdeyse dünyanın her yerinde bulunan, her haneye girmiş vazgeçilmez olmuş markalar, tek başına onlarca devletten daha kuvvetli ve ebeveynlerden daha tesirli olarak ictimai, ailevi ve ferdi hayatımıza istikamet vermektedir. Ancak ne yazıktır ki bu büyük markalar içerisinde Müslümanlara ait olanların sayısı, yok denecek kadar azdır. Bunda, Müslümanların her muhatabını kendisi gibi halis niyetli zannederek ihanetlere uğramış olması ve “tevekkül” ve “kanaat” gibi iki saadet anahtarını hatalı yaşaması gibi birçok sebep sayılabilir. Kendi ihtiyacının fazlası için çabalamaya devam eden dindar kimselerin ise, Müslümanlar arasında ayıplanmasına şahsen hâlâ şahit olmaktayım. Oysa dinimiz, kazanca ve çalışma saat sayısına hudut getirmemiştir. En büyük mezhebin imamı olan Ebu Hanife, devlete borç verecek kadar zengin olduysa, hâlâ başka fetva arayanları anlayabilmek kabil değildir. Halbuki ticareti iyi yapabilenlerin topluma karşı vazifesi, ticaretlerini en üstlere taşıma gayretini asla yitirmemeleridir. Çünkü on, yirmi, yüz ve binlerce aileye rızık kapısı açma vazifesi onlara verilmiştir. Devleti ayakta tutan en büyük maddi kuvvet olan verginin kaynağı, yine onlardır. Herkes iyi yaptığı işi büyütmelidir. Çevresinden kabiliyetli ve istekli olanları bulup, yeni nesle yatırım maksadıyla, yetiştirmelidir de. Öte yandan, Müslümanın helal dairesindeki bütün fiilleri -çalışması, istirahati bile-, farzları ihmal etmemek kaydıyla ibadet değil miydi? Hareket alanını, helal-haram dairesini çizen dinin sahibi bu kadar serbest bırakmışken, bize ne oluyor da gayret içerisinde olanların şevkini kıracak çelmeler takıyor, hurafeler uyduruyoruz. Bir lokma, bir hırka mı? Bırakalım o dervişlere has kalsın. Kaynakça: 1- Müslim, Kader 34. Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 10

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiMerhamet
İnsan

Unutmayalım her nimet şükür ister hem her nimetin şükrü kendi nev’indendir. Merhametin şükrü de evvela merhametli olmaktır.   “İnsan ne ile yaşar?” diye sormuştur, ünlü yazar Lev Tolstoy. İnsan ne ile yaşar? Elbette bu soruya verilebilecek nice cevaplar vardır. Nitekim hepsi doğru da olabilir. Zira nerden baktığınıza ve neyi öncelediğinize göre değişir. İnsandan kasıt beden mi, haz mı, nefis mi? Belki de yazar, insanın hakikati olan ruhtan bahis buyurmaktadır. Zira ruhtan tecerrüt etmiş bir beden, ceset olarak anılmaktadır. Mademki insanın hakikati ruhtur. O halde daha sarih bir ifade ile suali şöyle soralım: Ruh ne ile yaşar? Hayatı neyin varlığıyla şenlenir, meyve verir, ışık saçar keyfiyetli hale gelir? Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretleri Lemalar isimli eserinde, “Şu hadsiz kâinâtı şenlendiren, bilmüşâhede rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcûdâtı ışıklandıran, bilbedâhe rahmettir…” diyerek dikkatlerimizi, kâinatta tecelli eden rahmete yani merhamete çekmektedir. Kâinatı kuşatmış olan merhamet, acziyetin karanlığını aydınlığa çevirerek, hayatı yaşanır kılmaktadır. Her nevi mahlûk, kudretinin yetemediği kendine mahsus ihtiyaçlarının zaruriyatından mahzun bir halde iken, ezel ve ebed sultanının Rahman, Rahim, Rauf, Rezzak gibi pek çok isimleri onların imdadına yetişir. Kâinat onun merhameti ile şenlenir, mahlûkat rahmetin sıcaklığında hayatından lezzet alır. Zira merhametin olmadığı bir hayat, acziyetin karanlığında, zulmün soğukluğunda, zaruriyatın kıskacında nimet değil, ancak nikmet olur. Mesela gözümüz önünde akıp giden hayata nazar edelim bir an. Görüyoruz ki her bir mahlûkun omuzunda karşılamaya muktedir olamayacağı birçok ihtiyaç yükü bulunmakta. Lakin buna rağmen ihtiyaçlarını tam vaktinde ve uygun bir şekilde elde ederek hayatını devam ettirmektedir. Haydi, zihnimizi biraz tahrik edelim ve tefekkür dünyamızı işlettirelim. Bu tezatlık karşısında önümüzde iki seçenek var; ya diyeceğiz ki bütün mahlûkat birbirini tanıyor, ihtiyaçlarını biliyor ve yardımlaşma prensibi ile güneş canlılara uygun sıcaklık veriyor. Bulutlar kuru toprağa uygun zamanda suyunu gönderiyor, bitkiler canlılar için oksijen üretiyor, hayvanlar insanlara etini, sütünü ikram ediyor ve masal tadında bu dünyada yaşayıp gidiyorlar. Veya mantığın sükût ettiği bu muhale karşılık olarak diyeceğiz ki, her bir mahlukatı tanıyan, bilen ve dahi hükmedebilen Kadir, Rahim ve hikmet sahibi bir zat onları deruhte ediyor. İhtiyaçlarını kemal-i kereminden ziyadesiyle karşılıyor. Elbette kusursuz işleyen hayat sistematiği şuursuz, kör tabiata verilemez. Ancak bir kudret-i mutlakanın işi olmak lazımdır. İşte değerli dostlar, her türlü noksanlıktan münezzeh ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Rabbimizin aciz ve fakir mahlûkata olan bu ikramı, naçar beşere verdiği bu kıymet ve değeri, ancak sevgi menşeli bir merhamet ile izah edebilirsiniz. Madde âleminde yağmur ile tecessüm edip kâinatın susuzluğunu gideren rahmet, manevi âlemde dahi ruhlarımızı teskin eylemektedir. Az evvel, insanın hakikati ruhtur, demiştik. O halde evvela rahmetin sıcaklığı ruhlarımızı sarmalı. Onu teskin eyleyip, huzura vasıl eylemeli. İnsan yaratılış itibariyle tüm mahlûkatın üzerinde bir kabiliyete sahiptir. Lakin hepsinden ziyade acze bulaşık bir varlıktır. Ebede kadar uzanan hayal ve arzularına karşın nihayetsiz bir yoksulluk ile hemhal olmuştur ve ancak sıcak bir merhametin kucağında yaşayabilir. Nitekim yaşamaktadır da… İşte o rahmet, evvela bir annenin sinesinde karşılar insanı. Sarıp sarmalar, “hayata hoş geldin” diyerek her ihtiyacını temin edecek bir şefkati ona hadim eyler. Şüphe yok ki annelik içgüdüsü Rabbimizin merhametinin bir cüzüdür sadece. Hem insanın ruhunu en ziyade yaralayan belirsizlik ve bilinmezlikten mütevellit ortaya çıkan endişe ve korkudur. Gelecek, zihninizde puslu hale geldikçe, endişe-i istikbal ruhu boğar. Korkunun ızdırabı hazır günün lezzetini acılaştırır. Kalbi ebede müteveccih olmuş, hissiyatı ebed ile bulaşık insan, dünyanın nakıs yüzünden ve firak yüklü ızdıraplarından feryad eder. Hem ölümün karanlık yüzü dahi ruhunu ağlattırır. Acziyetin ziyadeleştiği bir karanlığı ise ancak merhamet ve şefkat güneşi aydınlatabilir. İşte o merhamet güneşidir ki beşeriyet alemine doğmuş, umum mahlûkatı beşere hadim eylemiş. Ta ki zaruriyat bataklığında boğulmasın. İşte o rahmet ki hayali ebede uzanan insanlık için hayatı ebedileştiren ahiret yurdunu kurmuş. İşte o şefkat ki bilinmezliğin kuyusunda ağlayan beşere Resulünü (sav) rahmet olarak göndermiş. Ta ki istikbalin pusu dağılsın, ölümün soğuk yüzü kalksın, her şey hakikatine inkılap eylesin ve vaveyla eden insanlık âlemi teskin olsun, hayatından lezzet alsın. Mademki kâinatı aydınlatan, şems-i ezeliden tecelli eden rahmettir ve hayatı yaşanılır kılan, merhamettir. O halde bizlerin de gönül coğrafyamıza sevgi ve merhamet tohumları ekmemiz gerekmez mi? Eğitimde sevgi dilini konuşmakla ruhunda merhamet filizlenen nesiller yetiştirmemiz gerekmez mi? Zira bugünkü toplum, içerisinde bulunduğu hal-i pürmelalden ancak kalplerinde merhamet ve şefkat çiçekleri açmış bir nesil ile kurtulabilir. Kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemek, şefkatli kalplerden süzülen bir hissiyat olsa gerek. “Merhamet et ki merhamet göresin” şuurunda bir gençlik, zulmün ürkütücü bataklığına saplanır mı hiç? Sevgili dostlar, dedik ya ruhumuz ne ile yaşar? Şüphe yok ki kâinatın ruhu da insanın ruhu da hayatın ruhu da merhamettir. Merhametten mahrum bir dünya, karanlığa bürünmüş bir zindandır. Haydi, Rabbimizin bu merhamet güneşinden kendimizi mahrum etmeyelim. Çıkalım artık o güneşe karşı kendimizi hapsettiğimiz nefsani kuyulardan. Allah’ın üzerimizde her an tecelli eden rahmetini unutmayalım ve evvela bu rahmete mukabil şükredelim. Unutmayalım her nimet şükür ister hem her nimetin şükrü kendi nev’indendir. Merhametin şükrü de evvela merhametli olmaktır. Vesselam

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiZamanın Değiştiremedikleri
Kültür ve Medeniyet

Vazgeçmiştim hayatın, baharından yazından,“Dur!” dedim, anlamadı bir kalbin niyazından.Karanlık bir gecede, bir çeşmenin ağzından,Düşen damlalar gibi, durmadan aktı zaman...        Cemal Tahir Berkin- Zaman Her yeni yıl, her doğum günü, her gün batımı zamanın tükendiğini ve her geçen günün ömürden gittiğini haber vermesi yönüyle önemlidir. İnsan çocukken zamanın çabucak geçmesini arzu eder, ancak yaş kemale erdiğinde işler değişir. Bitmesi istenmeyen hoş bir ezgiye dönüşür hayat. Vaktin nakitten kıymetli olduğu bu kemal yaşlarda anlaşılır. Zaman zaman davranışlar ile düşünceler çelişse de hakikat böyledir. Zaman bir nehirdir, Üstad’ın tarifiyle bir “nehr-i azim”. Hakikatte ise “daire-i mümkinâtta mevt ve hayata, vücut ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defter ve bir yazar bozar tahtasıdır.” Pek çok hikmetlerle âlem-i gaybdan şehadet âlemine gönderilerek kendisine bir vücut giydirilen mahlukat, zaman denilen şu nehirde mütemadiyen akmakta ve yine aslına rücu ederek âlem-i gayba dökülmektedir. Zaman kıymetlidir, hem de çok... Zamanla kıymeti anlaşılan şeylerdir esasında zamana kıymet verenler. Kerim kitabımız Kuran’da Yüce Allah’ın “asra, kuşluk vaktine, geceye, gündüze, fecre” yemin etmesi zamanın kavram olarak ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeterli bir delildir. Zaman, kadim çağlardan bugüne kadar insanlık tarihinde günlük hayat için hep belirleyici olmuştur. Bununla birlikte hayatını düzene sokmak isteyen insanoğlu zamanı hesaplamak amacıyla çok çeşitli aletler icat etmiştir: Güneş saati, su saati, kum saati, ateş saati, mekanik saat, dijital saat… Bir de Müslüman saati… Ahmet Haşim, “Müslüman Saati” kavramını "Gurabâhâne-i Laklakân" adlı eserinde ele alır. Kastettiği elbette zamanı gösteren bir cihaz değil, Müslümanca bir zamanın nasıl yaşanabileceği, zamanın insan ve toplum hayatına katkısı ve etkisidir. Ahmet Haşim, “modern” hayata geçişle birlikte nasıl bir değişimin yaşandığını ortaya koyar, “Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı; Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi...” der. Bu yeni günün “Müslüman’ın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları, katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günü” olduğunu da ekler. Toplumun ve modernitenin köleleştirdiği ruhlar… Konfor, lüks ve markalara köle olarak hayatını sürdüren milyonlarca insan… Bu durum sadece içinde yaşadığımız toplumun değil dünyanın bir sorunudur. Daha on sekizinde bir gencin, “Bir araba, bir ev için yıllarımı harcamak istemiyorum.” diyerek arkasında bıraktığı intihar mektubu, bu kölelik düzeninin saldığı korkunun hazin bir sonucudur. Gençler toplumun en dinamik kesimi olmaları sebebiyle her daim göz önündedir ve hareketleri onları hayata hazırlamakla mükellef olan büyükler tarafından kontrol edilir, eleştirilir. Sümer tabletlerinde tespit edilen “Bu gençler nereye gidiyor?” sorusu, tarih öncesi dönemlerde de gençlerle ilgili hassasiyetin var olduğunu ortaya koymaktadır. Şimdilerde de durum pek farklı değil. Yetişkinler gençlerin akşam geç yatıp gündüz geç vakitlerde kalktığından şikayetlenirken, gençler bu hayat tarzından oldukça memnun görünüyor. Hakikat penceresinden bakıldığında ise görünen sosyal medyanın çarkları, beğeni-takip ihtirasları arasında eriyip giden geceler, gündüzler… Gençlerin ekserisi “hayatın ritmini” biyolojik saate meydan okuyarak yakalamaya çalışırken, aslında fıtrata aykırı davrandıklarının da farkında değiller. Devam ediyor Ahmet Haşim bizi bize anlatmaya: “Heyhat, artık geç uyanıyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.” Zaman, hiç şüphesiz insanı / toplumu değiştirmekte ve dönüştürmekte... İnsanın yükselme ve alçalmada sınırının olmadığını gösteren söz konusu değişimin hudutları esfel-i sâfilinden âlâyı illiyine kadar uzanıyor. Tarihin pek çok döneminde arifler, aksakallı bilgeler, edipler zamanın bu yönüne vurgu yapmışlar. Türk dünyası için önemli isimlerden birisi olan Yüknekli Edip Ahmet de Atabetü’l-Hakayık adlı eserinde bundan yaklaşık 900 yıl önce içinde bulunduğu çağdan şöyle yakınır: Ajun toldı udvan cefa cevr bile (Dünya düşmanlık, cefa ve eziyetle doldu) Kanı bir vefalıg bar erse tile (Hani bir vefalı; varsa, ara bakayım) Sen artak sen anın ajun artadı (Sen kendin bozuksun, onun için dünya bozuldu) Nelük bu ajunka kılur sen gile. (Niçin bu dünyadan şikâyet ediyorsun) Zaman değişmiş, asır başkalaşmış ve insanlar bozulmuştur. Aslında insan çağlar boyunca kendini ve hatalarını tekrar etmektedir. Aslolan bütün suçu zamana atmak değil, kişinin kendi özüne dönüp özeleştiri yapmasıdır. Değişim, yaratılanlar için değişmez bir kader. İnsan vücudundaki hücrelerin sürekli değişmesi gibi dünya ve üzerindeki sakinler de sürekli olarak değişiyor. Bu dalgalı dünya hayatında zamanın değişmesinden vareste olarak “değişmez olan değerler” var ve onlar bu dünyanın ruhunu oluşturuyor. İnsanlığın sahip olduğu erdemler hayatiyetini sürdürdüğü müddetçe dünya da nefes alacak. Ta ki yaklaşmakta olan o güne kadar...  

Tarık ÇELİK 01 Ocak
Konu resmiDeğer Olarak: Ayinede Yansıyan Dindarlık
Eğitim

Ayine-i kalbe sahibiz. Öyle bir ayine ki... Davranış, konuşma, tavırlar, tüm hallerimiz, kalbimizdeki iman ve ahlaka göre sudur eder. Yansıyan elbette dindarlığımızdır.  Tecelli eyledi sende cemal-i nur-i Yezdan Veli (fakat) ayine-asa (ayna gibi)ol sıfattan bi-habersin sen Hayali Bey Şu ayineler… Hemen her yerde karşımızda arz-ı endam eyler. Evimizin içerisinde bize seslenir: “Kendinize çeki düzen veriniz. Biraz silkininiz. Öyle çıkınız… Biraz yardımcı olabilir miyim?...” Arabamızın içerisinde sıkça ihtarlarla sesini duyurur: “Ardındakini gözet. Selametle yolunu aç, ilerle.” Dışarıda bir yerlerde: “Günün nasıl gidiyor. Yapabileceğim bir şeyler var mı?” Sadece camın cilalı şeffaflığıyla değildir bu münasebetler… Şeffaf olan her şey göz penceremizden içeriye bir şeyler taşır durur. Hem de hakiki ömrümüz boyunca. Bazen bir pencere, bazen bir cam kırığı, bazen bir su yüzeyi, bazen bir gözbebeği… Hatta bazen bir çakıl taşı, şeffaf görünmese de… Kendine yansıyanı bizimle paylaşır dururlar. Bunlar bizim için mana kıvılcımları olur. Zihin dünyamız zamanla farklı meşguliyetlere, farklı ölçülere alışır. Ve… şeffafiyetin sınırlarını aşan ayineler… İlimden irfana yönelen okumalarla hayatımızı çepeçevre saran öyle ayinelerin farkına varırız ki şeffafiyetten daha keskin tecellilere sahip oluruz. Bir hayvan, bir bitki veya bir camid… fark etmez. Hakikat nuruyla nurlanan bu âlemin her bir zerresi ibret dolu bir ayine oluverir. Bize, Yaratıcımızın isim ve sıfatlarını okutturmasıyla başlar her şey. Bir ayine misali üzerinde yazılan sanatı görürüz. Hikmeti, ilimi okuruz, kudreti temaşa eder ve okuruz. (Bakılsa her varak/yaratılmış ayine-i asar-ı kudrettir.) Ayinelerin değişmesiyle şa’şaa-i cemâlin cilvelerinin ziyadeleşmesine şahidler oluruz. Küçük Dünyamız: Hayatımıza manevi bir pencere açan ayinelerden birisi… Ayine-i kalbe sahibiz. Öyle bir ayine ki… Davranış, konuşma, tavırlar, tüm hallerimiz,kalbimizdeki iman ve ahlaka göre sudur eder Yansıyan elbette dindarlığımızdır Bu kalb ayinesi evvela tevhid güneşine yönünü dönmelidir. Tevhidin reşhalarını aksettirmelidir. Nübüvvetin mu’cizatıyla cilalanmalıdır O vakit İslam’ın ilk şartını sadece baş ve gönül dilimiz ikrar ve tasdik etmekle kalmayacak, küçük dünyamız da ef’al, akval, etvar ve ahvaliyle şehadet kelimesini okuyacaktır. Bu ayinenin karşısındaki muhataplara, içtimai hayatta tüm endamıyla “kendilerini” gösterecektir. Birbirinin ayinesi olan halka “kendilerini” okutturacaktır. “Başta kendi nefsine hitap ederek başlayan” imani dersleri tüm tesiriyle hissedilecektir. Ayine-i kalbinde iman cevherine sahip olanların, sadece şahsi hayatlarında değil, içtimai hayatlarındaki vazifelerinin icrasında da imanın nasıl nur ve kuvvete kalb olarak dindar bir hayatı yansıttığı müşahede edilecektir Şu hakikati de unutmamalıyız…“Her kemal ve cemal sahibi, cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister. Yine şair ayine derken bu hakikati hatırından satırına yansıtmıştır. “Yâr kendin görmeye ayine intihab eylemiş Suret-i icad-i â lemden bu manadır garaz” Rabbimiz! “Eğer unutur veya hata edersek, bizi mesul tutma!”(Amin!)  

İbrahim SARITAŞ 01 Ocak
Konu resmiSır Saklama Adabı
İnsan

Aslında sır saklama adabı; gıybet etmeme, laf taşımama, insanları birbirine düşürecek söz­­le­ri yaymama gibi İslami gör­­gü kurallarının devamı ni­te­­li­­ğindedir. O yüzden bu gör­gü kurallarının tamamını birlikte değerlendirmek gereklidir. Sır saklama adabının diğerlerinden önemli bir farkı şu hakikatte yatmaktadır ki; her söylediğin doğru olmalı ancak her doğruyu söylemek doğru değildir.  Hz. Aişe (ra) rivayet etmiştir ki; bir gün Peygamber Efendimiz (asm) hanımlarıyla birlikte oturuyorlardı. Bu sırada Hz. Fatıma (ra) geldi. Resûlullah (asm), onu görünce çok sevindi ve ‘Merhaba kızım!’ diyerek yanına oturttu. Daha sonra Hz. Fatıma’nın (ra) kulağına bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Hz. Fatıma (ra) ağlamaya başladı. Resûlullah (asm), onun bu üzgün halini görünce tekrar kulağına bir şeyler söyledi. Bu sefer Hz. Fatıma (ra) gülümsedi. Hz. Aişe (ra), Hz. Fatıma’ya (ra): “Hanımları yanındayken Resûlulllah (asm), sadece sa­na bir sır verdi. Sen de ağladın.” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) kalkıp gidince de: “Resûlullah (asm) sana ne söyledi?” diye sordu. Hz. Fatıma (ra): “Resûlullah’ın (asm) sırrını kimseye söyleyemem.” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) vefat edince Hz. Aişe (ra), Hz. Fatıma’ya (ra) tekrar sordu: “Senin üzerindeki analık hakkıma dayanarak Resûlullah’ın (asm) sana verdiği sırrı bana söylemeni istiyorum.” Bunun üzerine Hz. Fatıma (ra): “Şimdi olabilir. Resûlullah (asm), kulağıma ilk defa bir şey söylediğinde, Cebrail’in nazil olan Kur’an ayetlerini baştan sona okumak üzere her yıl bir -veya iki- defa geldiğini fakat bu yıl aynı maksatla iki defa geldiğini söyledi ve ‘Ecelimin yaklaştığını anlıyorum; Allah’a karşı saygıda kusur etme ve sabırlı ol! Benim senden ön­ce gitmem ne iyi!’ buyurdular. Bunun üzerine gördüğün gibi çok ağladım. Benim çok üzüldüğümü görünce, kulağıma tekrar bir şeyler söyleyerek; ‘Fâtıma! Mümine hanımların hanımefendisi olmak istemez misin?’ buyurdular. O zaman da gördüğün gibi güldüm.” (Buharî, Müslim, İbn-i Mâce, Riyâzü’s-Sâlihîn) Hz. Fâtıma’nın (ra) yukarıdaki kıssasından da anlaşılacağı üzere, sır saklamanın da bir adabı vardır. Peygamber Efendimizin (asm), başkalarına değil de sadece Hz. Fâtıma’ya (ra) bir şeyler söylemesi, bu söylenenlerin başkasının duymasını istememesinden kaynaklandığını anlıyoruz. Demek ki Resûlullah (asm), bu bilgilerin sadece Hz. Fâtıma (ra) tarafından bilinmesini istiyordu. Eğer herkese açık bir bilgi olsaydı, Hz. Fâtıma’nın (ra) kulağına söylemezdi. Söyleniş tarzı, bu malumatın bir sır olduğunu gösterir. Söyleyen kişi izin vermeden veya en azından terk-i dünya etmeden kimseye bahsedilmemesi gerekir. Sırrını bir dostuna, bir arkadaşına veya bir yakınına, bir sebepten ötürü anlatan kimse, aslında karşısındakine bir emanet vermiş gibidir. Bu sırrı, sır sahibinin izni olmadan aşikâr eden kimse ise emanete hıyanetlik etmiş olur. Gizli tutulması ve ifşa edilmemesi gereken veya herkesin bilmesi gerekmeyen hususlar, mevzular, meseleler olabilir. Böyle konulardan bahsedilince ya da bu tarz hususlar anlatılınca, bunları duyan ve bilen kişilerin duyarlı olması ve bu konudaki görgü ve adab kurallarına uygun hareket etmesi gerekir. Ashâb-ı Kirâm’ın bu konuda ne kadar hassas olduklarına bir başka örnek ise yıllarca Peygamber Efendimizin (asm) hizmetinde bulunan Enes bin Malik’in (ra) kıssasıdır. Sâbit el-Bünanî’den rivayet edildiğine göre Enes bin Malik (ra) çocuklarla oynarken, Resûlullah (asm) yanlarına gelmişti. Onlara selam veren Resûlullah (asm), Enes bin Malik’i (ra) bir işe göndermiştir. Bu yüzden annesinin yanına geç dönmüştür. Hz. Enes (ra), eve döndüğünde annesi ona niye geç kaldığını sordu. O da annesine; “Resûlullah (asm), beni bir işe göndermişti. Onun için geciktim.” dedi. Annesi; “Neymiş o iş?” deyince Hz. Enes (ra); “Bu bir sırdır.” cevabını verdi. Bunun üzerine annesi Enes’i takdir ederek; “Resûlullah’ın (asm) sırrını kimseye söyleme.” dedi. Hz. Enes’in (ra) bu küçük yaşta Peygamber Efendimizin (asm) sırrını annesine dahi söylememesi mühim bir saygının, edebin ve görgünün göstergesidir. Aynı zamanda bu edebli davranışı takdir eden annesinin de Asr-ı Saâdet’in terbiyesini almış bir hanım sahabîye yakışan bir hareket sergilediği görülmektedir. Aslında sır saklama adabı; gıybet etmeme, laf taşımama, insanları birbirine düşürecek söz­­­le­ri yaymama gibi İslami gör­­­gü kurallarının devamı ni­te­­­li­­­ğindedir. O yüzden bu gör­gü kurallarının tamamını birlikte değerlendirmek gereklidir. Sır saklama adabının diğerlerinden önemli bir farkı şu hakikatte yatmaktadır ki; her söylediğin doğru olmalı ancak her doğruyu söylemek doğru değildir

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiGerçekten Hizmet Eden Biz miyiz?
Risale-i Nur

Aslına bakılırsa hizmet eden biz değiliz, bize hizmet ettiriliyor. Hizmet-i imaniyenin çok büyük faziletleri olmakla birlikte o hizmetin hadimlerini bekleyen pek çok imtihan elekleri vardır. Bunlardan bazıları o kadar hassastır ki en küçük bir gaflet, büyük zararlara sebebiyet verip hizmetin neticesini mahvedebilir. Risale-i Nura hâlisâne hizmet eden Nur talebelerini bekleyen en önemli tehlikelerden biri, Nur şakirdlerinin şahıslarını merkeze alıp o hizmetin neticelerini kendilerine bağlamalarıdır. Bu durum, enaniyeti okşamakla beraber tevbe ve istiğfar etmediği sürece kişiyi itikadî ve amelî açıdan küfran-ı nimete sokarak tehlikeli bir sona doğru götürür. Sevgili Üstadımız bu çok mühim hakikati şöyle dile getiri­yor: “Benim yakın arkadaşla­rım bunu biliyorlar. Daimî ar­­ka­­daşım Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan sözlerin ve risâlelerin neşrinde ve tashîhâtında ve yerlerine yerleş­tir­mekte ve tesvîd (müsvedde olarak yazma) ve tebyizinde (temize çekme) fevkalme’mûl, kerâmetkârâne bir teshîlâta (ko­lay­laştırmalar) mazhar oluyoruz. Keramet-i Kur’âniye ol­duğuna şübhemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir. Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki, en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sâhib-i inayet tatmin etmek için fevkalme’mul bir surette ihsan ediyor. Ve hakeza... İşte bu hâl, gayet kuvvetli bir işâret-i gaybiyedir ki, biz istihdam olunuyoruz. Hem rıza dairesinde hem inayet altında bize hizmet-i Kur’âniye yaptırılıyor.”1   Böyle manevi tasarruf ve inayet altında hizmetlerde muvaffak olunduğu zaman nasıl mukabele etmemiz gerektiği hakkında da Hulûsi ağabeye bizlere ölçü olacak şöyle ikaz ediyor: “Neşr-i envâr-ı Kur’âniyedeki muvaffakiyetin ve gayretin ve şevkin bir ikrâm-ı İlâhîdir. Belki bir keramet-i Kur’âniyedir, bir inayet-i Rabbâniyedir. Sizi tebrik ediyorum.”2 Mektubun devamında şu güzel telkini yapıyor: “İşte kardeşim hem senin hakkında, hem benim hakkımda, bahusus Kur’ân hakkındaki hizmetimizde eskiden beri gördüğüm ve yazdığım ihsânât-ı İla­­hiye bir ikramdır. İzharı tah­dîs-i nimettir. Onun için sa­na karşı tahdîs-i nimet (nail ol­du­ğu nimeti şükrederek anlat­ma) nevinden, ikimizin hiz­me­ti­mize âit muvaffakiyâtı ya­zı­yorum. Biliyordum ki, sende fahır değil, şükür damarını tahrik ediyor”3 Ölçü: Aslına Bakılırsa Hizmet Eden Biz Değiliz, Bize Hizmet Ettiriliyor. Risale-i Nur talebeleri, Kur’an’a hizmet ettikleri için daima manevi tassarruf ve inayet altındadırlar. Üstad Hazretleri başta ihlas risalesinde dediği gibi: “Gayet ağır ve büyük ve umumi ve kudsî bir vazife-i îmâniye ve hizmet-i Kur’âniye, omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuştur.”4 Pek çok yerde bunları dile getiriyor. Evet, hizmetteki muvaffakiyet, bir ihsan-ı ilahidir. Ulvi ve kudsi hizmet-i Kur’aniyenin bir kerametidir. O muvaffakiyeti kendisine mâl eden itikadî olarak şu ayetin hakikatine ters düşer: “Sana isabet eden her iyilik Al­lah­’tandır; sana isabet eden her kötülük ise nefsin­dendir.”5 Hem de muvaffakiyeti kendinden bilip küfran-ı nimet etmiş olur. Bu hatanın cezası olarak manevi mükafattan da mahrum kalır. Madem bir dest-i gaybî işimizi kolaylaştırıyor. Manileri def’ edip müşkilatımızı hallediyor. İnayetiyle bizi muvaffak ediyor. Öyleyse o muvaffakiyeti kendimize mal edemeyiz. Onu ihsan eden zat-ı kerime daima şükürle karşılık vermeliyiz. Ölçü: Nimeti Hak’tan Bilip Şükre Çalış, Gururlanma Her nimet bir şükür ister. Nimet şükrü görmezse gider, zayi olur. Madem Cenab-ı Hak bizi Kur’an’ın hizmetinde istihdam ediyor. İnayetiyle bizi destekleyip hizmetimizde muvaffak ediyor. Elbette o nimete mukabil şükrü bizden bekler. Hizmetin şükrü hizmet iledir. Bizlere ihsan-ı ilahi olarak verilen nimetlerin şükrünü ancak din-i mübin-i İslâm’a hizmet etmekle eda edebiliriz. Hem Allah’ın bizlere lütuf ve ihsanı olan hizmetteki muvaffakiyeti fahırla, gururla değil belki tahdis-i nimet suretinde insanlara anlatmalıyız. Ta ki hizmetimiz artarak devam edip zayi olmasın. Yazımızı Üstad Bediüzzaman hazretlerinin şu mübarek ih­ta­rıyla nihayetlendirelim: “Ey kar­­­deşlerim! Dikkat ediniz! Va­zî­­fe­­niz kudsiyedir. Hizmetiniz ul­­viyedir. Her bir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki eli­­nizden kaçmasın.”6 *** Kaynakça: 1- Mektubat, 256. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Mektubat, 23. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Mektubat, 24. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha4- Lemalar, 167. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha5- Nisa, 796- Mektubat, 313. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Ocak
Konu resmiDoğu Anadolu'da Bir Selçuklu Şehri "Ani"
Kültür ve Medeniyet

Her karış toprağı atalarımızın ve şühedanın kanıyla sulanmış olan Ani’nin sonsuza kadar Türk-İslâm yurdu olarak kalması; biz Müslüman Türkler için simge değeri bulunan Fethiye ve  Ebu’l Menuçehr Camileri restore edilerek en kısa sürede ibadete açılması en büyük temennimizdir.  Ortaçağın en önemli yerleşim merkezlerinden birisi olan Ani, Arpaçay Irmağının batı kıyısında, Kars’ın güneydoğusunda, şehir merkezine 42 kilometre uzaklıkta kurulmuştur. Tarihi, M.Ö. 5000 yıl öncesine da­­yanan köklü bir geçmişe sa­hip olan Ani’de ilk yerleşim Bos­tanlar Deresindeki mağara­lar­­da olmuştur. Şehir, M.Ö. 350 yılında Oğuz boylarından Kar­saklılar’ın soyundan gelen­lerce kurulmuştur. Coğrafi ola­­­rak sa­vunmaya elverişli bir mev­­­ki­de ve İpek Yolu üzerinde bu­lun­ması nedeniyle çeşitli mede­ni­yet ve kültürlere ev sa­hipliği yap­mıştır. Urartular, Persler, Emevîler, Abbâsîler, Sel­çuklular, Gürcüler, Moğollar, Timurlar, Karakoyunlular Akkoyunlular ve Osmanlılar hüküm sürmüştür. İpek Yolu’nun Kafkaslardan Anadolu’ya ilk giriş noktasında bulunması, Ani’yi politik, kültürel ve ekonomik olarak merkez konumuna yükseltmiş, tarih boyunca stratejik özelliğini korumuştur. Hristiyanlığın doğudaki kalesi olan ve asla zapt edilemez denilen Ani, 16 Ağustos 1064 yılında yirmibeş günlük kuşatmadan sonra Sultan Muhammed Alparslan ve askerleri tarafından fethedilmiştir. Bu önemli başarıdan dolayı Abbâsi Halifesi Kaim-Biemrillah Alparslan’ı överek kendisine “Ebu’l Feth” unvanını vermiştir. Ani fethedildiğinde, Ani Katedrali olarak bilinen büyük kilise Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan tarafından camiye çevrilerek ilk Cuma namazını burada kılmış ve yapının adını Fethiye Camii olarak değiştirmiştir. Katedralin camiye çevrilerek ilk Cuma namazının kılınması da­ha sonra fethedilen yerlerdeki en büyük kiliselerin camiye çev­rilmesi geleneğini başlatmış, 1453 yılında İstanbul’u fet­he­den Fatih Sultan Mehmed de Ayasofya’yı bu geleneğin devamı olarak camiye çevirmiş ve ilk Cuma namazını kılmıştır. Sultan Muhammed Al­pars­lan’ın sağladığı huzur ortamıyla farklı dinlere mensup etnik topluluklar dil, inanç ve ibâdetlerinde hür bırakılmış, sağlanan bu özgürlük yaşamları boyunca insanların refah ve huzur içinde yaşamalarını sağlamıştır. Fetihten sonra Sultan Muhammed Alparslan şehrin yönetimini Emir Menuçehr’e vermiş, Selçuklu vasalı sıfatıyla Ebu’l Menuçehr  Ani’yi elli dört yıl başarıyla yönetmiştir. Emir Menuçehr öncelikle Ani’nin imar faaliyetine girişerek surları ve eski su yollarını onarmış yeni su yolları ilâve etmiş, şehre İslâm kimliğini kazandıran camii, saray, kervansaray, hamam, türbeler, konutlar inşa etmiştir. Ani’ye Müslüman bir şehir kimliği veren bu yapıların en önemlisi 1071 yılında inşa edilen Ani Ulu Camii, yani Ebu’l Menuçehr Camii’dir. Ebu’l Menuçehr camii Anadolu topraklarında yapılan ilk Türk-İslâm camii olmuştur. Ayrıca sur duvarlarının tamiri sırasında kale kapısı üzerine koydurduğu ve halen duran kitâbe Türklerin Anadolu’daki ilk yazılı kitâbesi olma özelliğini taşımaktadır. Şehir Türk-İslâm kimliğini Osmanlı döneminde de muhafaza etmiştir. At üzerinde geçen, kahraman­lık­larla dolu hayatının en önem­li fetihlerinden birisini ya­pan Sultan Alparslan, Ani’yi fethetmesiyle 1071 Malazgirt Zaferi kazanılmış, Anadolu’nun kapılarını Türklere açmış, İstanbul fethine zemin hazırlamıştır. Ayrıca, 1033 yılında Ani yakınlarında Yahni dağı eteklerinde Bizans askerleriyle çarpışırken şehit olan Ebu’l Hasan Harakânî, Anadolu’nun İslâmlaştırılmasında ve Türk yur­du olmasında Ahmed Ye­se­vî’ye öncülük eden büyük bir şahsiyettir. Deprem, Moğol ve Timur is­ti­lâ­larıyla harabeye dönen şehir, deniz ticaretinin başlaması ve İpek Yolu güzergâhının değişmesiyle XVI. yüzyıl itibariyle eski câzibesini yitirmiş, varlı­ğı­­nı eski ihtişamından uzak bir şekilde devam ettirmiştir. 1877’den 1918 yılına kadar kırk yıl Rus işgalinde kalan Kars’ta; Rusya, İngiltere ve Fransa’nın kışkırtmalarıyla Ermeniler, yüzyıllarca beraber yaşadıkları Müslüman halka yaptıkları katliam ve vahşette sınır tanımamışlar, insanın insan olma vasfına aykırı bir şekilde cinâyetler işlemişlerdir. Bu vahşet ve vandallıktan Ani’de nasibini almış, Rusya'lar geri çekilirken işbirlikçi Ermenilerle birlikte Ani’yi tahrip ederek yıkıma uğratmışlardır. Her karış toprağı atalarımızın ve şühedanın kanıyla sulanmış olan Ani’nin sonsuza kadar Türk-İslâm yurdu olarak kalması; biz Müslüman Türkler için simge değeri bulunan Fethiye ve Ebu’l Menuçehr Camileri restore edilerek en kısa sürede ibadete açılması en büyük temennimizdir  

Mustafa YILMAZ 01 Ocak
Konu resmiGâye-i Hayâl
Eğitim

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiSaat, Yıldızlar ve Hücre
İnsan

İdris TÜZÜN 01 Ocak
Konu resmiNasıl Bakmalı?
İnsan

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiHuşu ve Huzur
İbadet

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak