183. Sayı: "Sayı: İnsanı Yaşatan Ümittir"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiYaşasın Ümid, Ölsün Yeis!
İtikad

İnsan, yaratılanların içerisinde en aziz ve şerefli olandır, eşref-i mahlukattır. Var edenin varlığına hizmet etmek, diğer yaratılanlardan ayrılan özellikleriyle her şeyi var edeni tanıyıp, anlayıp taat ve ibadetle mukabele edecek mahiyettedir. Bir cihette talimgah olan içinde bulunduğu dünya, insanın kendisine mahsus kabiliyetlerinin inkişafı ve hususiyetlerini ifa edeceği süreli, özel bir mekandır. Her şeyin süresi kendine özgüdür. Geliş ve gidiş tarihleri külli iradeye bağlıdır. İnsana düşen, dünyaya geldiği daha doğrusu akıl baliğ olduktan sonra belli olmayan ecele/dünyadan ayrılma zamanına kadar, verilen ömür sermayesinin kıymetini, kendisinden istenen/beklenen haller üzere, bilmesi ve değerlendirmesidir. İnsan bu dünyada yolcudur. Gemi yolcusudur ama. Gemi, dünyadır. Deniz, sonsuz feza… Geminin kaptanı ve tayfaları vardır. Erzak tamam ve rota bellidir. İnsana düşen omuzundaki yükleri gemiye koymak, gemi kaptanına itimat etmek ve hayretli nazarla temaşa ve tefekkür etmektir. Yolcunun keyfiyetini haiz olarak, kuralların gereğini yerine getirmektir. İnsan yolcu olduğunu ve yolculuğu kabul eder, içselleştirirse sıkıntı yaşamadan, heyecana kapılmadan, ümitsizliğe düşmeden yol alacak, seyahatin sıhhate verdiği katkıyla selamete çıkacaktır. Lakin kendini kaptan yerine koyar ve gidişata kendi zumunca müdahale etmeye kalkarsa işler pek çok cihetten karışacaktır. Öncelikle, uçsuz bucaksız denizde, ihata edemediği rotalar içerisinde kaybolup gidecektir. Hakiki manada kaptan olmadığı ve gemiye ait hiçbir malikiyeti olmadığı için ne kendi ne de diğerlerinin güvenlik ve ihtiyaçlarını karşılayamayacaktır. Her çaldığı kapıdan yeisle dönecektir. Geminin gerçek bir kaptanı ve hakiki bir sahibi olduğundan, kaptanmış gibi davranması fakat buna bedel hakikatte kaptanlık namına bir şey yapamaması psikolojisini bozacak, yolculuk vasfını da kaybettirecektir. Ayrıca bu kaptancılık arayışı, kaptana karşı duruş anlamına gelecek ve kolluk kuvvetleri tarafından sıkıntıya sokulacaktır. Belki asi addedilip zindana konulacaktır. Görebildiğim kadarıyla, insanı ümitsizliğe sevk eden gerçek manada Rabbini tanımaması veya gaflet etmesidir. Dahası, kendisini asıl yapan addedip yapamadığında kendisini başarısız görmesidir. Her başarısızlık da daha bir yeise kapılmasına sebep olmaktadır. İnsanın acze düştüğü noktada elini tutunacak bir şeylere uzatabilmesi iyidir. Bu en nihayette bile olsa Rabbinin kudretine taşıyabilir. Ama her kaybedişte daha bir enaniyete kapılması, işte bu tehlikelidir; tam iflasa sürükler insanı… Huzurda olma keyfiyetine ayrıcalığına sahip şeytanı düşünün. Âdem (as) yaratılıp secde edilmesi istendiğinde kibri aşikâr olmuştu. Onu bastırıp itaat tazelemesi gerekirken, tam tersine kibrini büyütmüş, Allah’a ve Âdem (as)’a düşman kesilmişti. Ümit ve kurtuluş olarak gördüğü şey ise, kibrini korumaya bedel, Âdem (as) soyundan olacak insanları, Allah’ın yolundan çevirmekti. Ne büyük ahmaklık! Bunun tam tersi olarak bugün bizler, ümidimizi şeytan ve şeytanlara ve nefsimizin kibrine ve aldatmalarına karşı Allah’a iman ve itaatte bulmalıyız, bulabiliriz. Direncimiz düşmanlara karşı mukavemet, Rabbimizin vadettiklerine karşı meyille kuvvet kazanabilir. Ümitsizlik ise, semtimize uğramamalı, bazı aksaklıklar varsa bize bakan maddi kısımlarda eksiğimiz var mı bakılmalı, kulluğumuz gözden geçirilmeli, dünyanın bir imtihan meydanı olduğu bilinerek imana ve taate kuvvet verilmelidir. Gemi onun, yol onun, yolcu onun… Yerini bil, seyahatin tadını çıkar  

Metin UÇAR 01 Eylül
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn, Nizam-ı Ce­dîd’in kurumlarından biri olarak 1795’te Has­köy’de açılmıştır. 1775’te kurulan Mü­hen­­dis­hâ­ne-i Bahrî-i Hümâyun’dan sonra Osmanlı’nın ikinci mühendishânesidir. Yanındaki Humbaracı ve Lağımcı ocaklarına bağlı bir kurum olması düşünüldüğünden Mühendishâne-i Berrî’nin baş­langıçta müstakil bir kanunnâmesi yoktu ve ni­zamıyla ilgili düzenlemeler bu ocaklar için hazır­lanan kanunnâmede yer almıştı (1792).Buna göre hocalar, humbaracı ve lağımcı neferlerine humbara atmak ve lağım bağlamak dersleri, fenn-i hendese üzere metris kazmak, tabya inşa etmek, kale tabyası yapmak, ordu mahallini tespit etmek, top kundağı, gülle ve humbara kundağı, tombaz köprü yaptırmak, lağımcılara hendese dersleri vermek ve bu konularla ilgili telif ve tercüme risâleler hazırlamak gibi vazifelerle yükümlüydüler. Birinci sınıftaki talebelere öncelikle hat, imlâ, hesap ve hendese, teknik resim dersleri verilmekteydi. Birinci ve ikinci sınıflarda ayrıca Arapça ve Fransızca dersleri yer almaktaydı. İkinci, üçüncü ve dördüncü sınıf talebeleri coğrafya, arazi ölçümü, harita çıkarma, lağımcılık ve müstahkem binalar inşası, çağdaş askerlik tertibi, isabetli ve seri top atıcılığı, yüksek matematik bilgisine dayanan koni kesitleri, diferansiyel hesap, integral hesap, mekanik ve astronomi gibi derslerde öğrenim görmekteydi. 11 Şubat 1118Nureddin Mahmud Zengîdoğdu Şam ve Haleb atabeyliği yapan Nûreddin Mahmud bir İslâm mücahidi, dindar ve adaletli bir yönetici olmanın yanında üstün nitelikli bir devlet adamıdır. Siyaset açısından büyük başarılar elde ederken bir yandan da devleti ayakta tutan kurumlar tesis etmiştir. Bu sebeple onun İslâm kurumları tarihinde apayrı bir yeri vardır. Depremler dolayısıyla büyük yıkımlara sahne olan Şam, Humus, Hama, Halep, Şeyzer ve Ba‘lebek gibi şehirlerin kale ve burçlarını yeniden yaptırmış veya tamir ettirmiştir. Yine yangın ve depremler yüzünden yıkılan Halep Ulu Camii’ni yeniden inşa ettirmiş, Urfa Ulu Camii’ni hükümdarlığının ilk yıllarında yaptırmıştır. Hama’da Âsi ırmağının kıyısındaki cami de onun eserlerindendir. Şam’da kendi adını taşıyan cami halen ayaktadır. Nûreddin’in en büyük ve en güzel eseri 568 (1172-73) yılında tamamlanan Musul Ulu Camii’dir (Câmiu’n-Nûrî). 18 Şubat 1925Son Vak’anüvis Abdurrahman Şeref Beyvefat etti 1853 senesinde İstanbul’da dünyaya gelen Abdurrahman Şeref Bey, ilk tahsilinden sonra Eyüp Rüşdiyesi’ne, ardından Mek­teb-i Sultânî’ye girdi. Sırasıyla Mahrec-i Ak­lâm-ı Şâhâne, Mekteb-i Sultânî ve Dârül­muallimîn’de tarih-coğrafya öğretmenliği, Mek­teb-i Mülkiye’de müdürlük yaptı. Uzun ve başarılı eğitim hayatı boyunca birçok nişan ve madalya ile mükâfatlandırıldı. Meşrutiyet’in ilânından sonra âyan âzası, 1907 ve 1909’da iki defa Maarif nâzırı ol­du. Asıl şöhrete, 1909 yılından 1 Kasım 1922’ye, yani saltanatın ilgasına kadar yürüt­tü­­ğü vak‘ anüvislikle kavuştu. Böylece Osman­lı Devleti’nin son resmî devlet tarihçisi ol­du. 1918’de bir ara Evkaf nâzırlığı yaptı. Cum­hu­ri­yet’in ilânından sonra İstanbul’dan ikinci dev­re milletvekili seçildi. 18 Şubat 1925’te An­kara’da vefat etti. Kabri, Edirnekapı dışında Otaktepe aile kabristanındadır.   25 Şubat 1994Bir Yahudi doktor,Haremü’l-Halil’de sabah namazı kılanMüslümanlara saldırdı El-Halil, Filistin’de Hz. İbrahim (as) ve ailesinin kabirlerinin bulunduğu tarihî bir şehirdir. Savaşlar ve depremler yüzünden defalarca yıkılan Halil şehrine Emevîler ve Abbasîler özel bir itina gösterdiler.Emevîler döneminde İslâm mimarisine göre tekrar yapılan ve adına Haremü’l-Halîl denilen meşhed, Abbasîler devrinde cami haline getirildi. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Haremü’l-Halîl tamir ettirilmiş, yeni sarnıçlar ve havuzlar yaptırılmış, eskiden mevcut olanlar da genişletilmiştir. 25 Şubat 1994 günü asker kıyafeti giymiş bir Yahudi doktorun sabah namazını kılan cemaatin üzerine makineli tüfekle ateş etmesi ve arkasından çıkan olaylar sonucu 67 kişi hayatını kaybetti, 300 kişi yaralandı.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiOrtaçağ Zihniyeti mi Dediniz, Bayım?
Kültür ve Medeniyet

“Bir Ortaçağ zihniyetine yönelmenin, bu millete faydası yok mu dediniz Bayım?” Sahi, bu cümleyi, kavramsal ve kurumsal bir karşılığı da olan “Diyanet” kelimesi ile beraber mi telaffuz ettiniz. O halde; Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “Diyanet” kelimesinin “Din kurallarına bağlı olma durumu” olduğunu muhtemelen değil, mutlaka biliyorsunuzdur bayım.  Bahsettiğiniz “Ortaçağ zihniyetine yönelme ve bu yönelmeyi kurumsallaştırma”  ve “Diyanet” ilişkisi, sizden başka kimse­nin fark edemediği, milletçe fark edemediğimiz, ancak sizin fark ettiğiniz, fark edebildiğiniz, bu milletin İslam dininden başka bir dine ilişkin yönelme hali değilse, biz milletçe farkında olmayarak yavaş yavaş başka bir dine yöneliyor ve yöneltiliyor olmamıza ilişkin değilse,  ifadeleriniz bin yılı aşkın zamandır zaten bağlı olunan ve yeni bir yönelme hali içermeyen, yönelme halinin bin yılı aşkın zaman önce tamamlandığı, bu toplumun ve Türk milletinin ekserisinin mütemmim cüzü olan “İslam” dinine bağlı olmasına ilişkin miydi, bayım? Ortaçağ kavramının hakiki mahiyetini, mahiyetini teşekkül ettiren bütün kurum, kavram ve olayları mutlaka biliyorsunuzdur, bayım. Öyleyse bu “ortaçağ” kelimesi ağzınızdan gayrı ihtiyari mi kaçıverdi, yoksa bilinçli bir tercih miydi, bayım? Eğer bilinçli bir tercih idiyse, yine sizin bildiğiniz ama 1,5 milyar Müslümanlar olarak fark edemediğimiz, bin yılı aşkın zamandır Türk milleti olarak diyanet bildiğimiz, riayet ettiğimiz, 1000 yılı aşkın zamandır bütün milletçe fark edemediğimiz, 1400 yılı aşkın zamandır cari olan hangi hususlar, bahsettiğiniz ancak detay vermediğiniz “ortaçağ” kavramının içini doldurmaktadır, bayım? Sizin “ortaçağ” kavramınız ne­re­den başlamaktadır, bayım. Me­­sela, neye yönelmemiz “or­ta­çağ”dır veya değildir? Bu settiğiniz diyanet kavramı başka bir dinin diyaneti ile ilgili değilse, İslam dininin diyaneti ile ilgiliyse, İslam dininin hangi tarihinden itibaren cari olan, hangi ilke, prensip ve tavsiyeleri sizin bizi uyardığınız “ortaçağ” içerisinde yer almaktadır, bayım. Kendimiz ve çocuklarımız tam olarak hangi hususlardan kaçınmalıyız? Siz detaylandırmayınca bizler tereddüt ve şaşkınlık içerisinde kaldık. Onun için sorularımızı yadırgamayınız ve şaşkınlığımızı bağışlayınız, bayım. Mesela 610 yılı, sizin “ortaçağ” nitelendirmenizin tarihî olarak içinde yer alıyor mu, bayım? Hani Hz. Muhammed’in (sav), bir tepenin üzerindeki bir kayalığa çıkarak “………… bana inanır mısınız?” diye başlayan sorusunun olduğu yıla, bu soruya karşılık, “Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” şeklinde verilen cevaplar sizin bahsettiğiniz “ortaçağ” zaman aralığına dâhil midir, bayım? Çocuklarımıza bu hadise anlatılmalı mıdır, yoksa bahsettiğiniz “millete faydası olmayan yönelme” halini içermekte midir? Bu çocuklarımıza faydası olmayan bir bilgi mesabesinde midir? Muhtemelen Diyanet, çocuk olsun, yetişkin olsun her kademesindeki kurslarında, Hz. Muhammed’in (sav), ne kadar doğru bir insan olduğunu, hatta düşmanlarının bile onun doğruluğunu tasdik ettiklerinden bahsediyordur, di­ye varsayıyoruz bayım. Hz. Mu­hammed’in (sav), tebliğ ettiği “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! (Hud-112)” ayeti de tıpkı diğer ayetler gibi bizim diyanetimizin bir parçasıdır ve muhtemelen Diyanet’in de kurslarında dile getiriliyordur, öyle ya bu kurslarda Kur’an da öğretiliyor, ama muhtemelen bayım bu sizin ifade ettiğiniz, kastettiğiniz yönelmememiz ge­­re­ken “ortaçağ” içerisinde yer al­­mı­yordur diye düşünmek istiyo­ruz, bayım. Zira bu kadarına artık ihtimal veremiyoruz, vermek istemiyoruz, bayım. Mesela “İlim Çin’de de olsa alınız” “ilim müminin yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır” hadislerinden haberdar mısınızdır, bayım? Hani bahsettiğiniz, fiziğin f’sinden, matematiğin m’sinden haberdar olmamızı tavsiye eden hatta tavsiyeden öte emir içeren bu ifadeleri, yönelmememiz ve çocuklarımızı yöneltmememiz gereken bir “ortaçağ” ilkesi olarak kabul edelim mi, bayım. Bu ilkelerden kaçınırsak “ortaçağ” karanlığından çıkmış olur muyuz, bayım? Muhtemelen kurumsal Diyanet, çocuklarımıza “Bu evreni, yerin ve göğü var edenin Allah olduğu, Allah’ın var olduğu ve bir olduğundan” da bahsediyordur. Ama yok yok, hayır hayır hayır, bu kadarı sizin “ortaçağ” tahayyülünüzün içine girmiyordur. Bunu kastetmiyorsunuzdur, buna da ihtimal vermiyoruz, bayım. Bunun ima edilmiş olabileceği aklımıza dahi gelmiyor, bayım. Ya da “veda hutbesinde” bahsedilen emanete riayet emri, birbirimizin üzerinde haklarımızın olduğu, insan canının, malının ve namusunun mukaddesliği, kimsenin kimseye üstün olmadığı gibi sosyal hayata ilişkin hususlar çocuklarımızın bilmemesi, bugünün çocukları yarının büyüklerinin yönelmemesi gereken, milletimize faydası ol­mayan “ortaçağ”dan kalan ifadeler midir, bayım? Şaşkınlığımızı bağışlayın bayım, siz “diyanet” deyince, siz “diyanet” dediğiniz için, “kurum­sal­laş­tırılmak istenen diyanetimizi” oluşturan ifadelere bakıyor ve kaçınmamız gereken acaba göremediğimiz bir şey var mı diye “ortaçağ” örnekleri arıyoruz. Ama hangi ifadeye baksak, hangi davranışa baksak, karşımıza bu ve benzeri onlarca, yüzlerce söz ve davranış çıkıyor. Farklı bir şey çıkmıyor. Biz böyle biliyoruz, bayım. Yanlışımız varsa buraya kadar lütfen düzeltiniz, bayım. Siz “diyanet” dediğiniz için bayım, yoksa biz niye bir taaccüp ile bunları dile getirelim ki, siz “diyanet” deyince, oradan yani mevzu… Mesela Hz. Ömer, adil Ömer, bir ortaçağ aktörü müdür sizin nazarınızda? Mesela Kudüs’ü fethettiğinde, teminatı ve diğer dinin ibadet yerine ilişmemesi bir “ortaçağ” eylemi olarak kabul edilebilir mi, öyle kabul edelim mi mesela ne dersiniz? Gerçi kurumsal diyanet henüz küçük yaşta olan çocuklarımız için Hz. Ömer’in hayatına dair bu kadar tafsilata girmiyordur, muhtemelen. Ama belki Hz. Ömer’den, Hz. Muhammed’in arkadaşı olarak bahsediyordur. Belki de o yaştaki çocuklara henüz hiç bahsedilmiyordur. Pedagojik olarak belki de uygun da olmayabilir, bilemiyoruz. Ama siz çocuklara muhtemelen bahsedilmeyen Hz. Ömer’i tahayyülünüzdeki ortaçağ nitelendirmesinin bir yerine konumlandırıyor olabilirsiniz, bayım. Çünkü Ömer’i Hz. Ömer yapan, bir yönelmenin sonucudur, malumunuz. Ya da hani 10 yaşında “yönelmiş” olan Hz. Ali, ya da ehl-i beytten olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin sizin ortaçağ olarak nitelendirdiğiniz, yönelinmemesi gereken isimler midir? Muhtemelen, Diyanet’in okul öncesi kurslarında bu zatların hayatlarına ilişkin tafsilatlar pedagojik olarak verilmiyordur. Ancak bu kurslara giden Ali, Hasan, Hüseyin, Ömer, Osman, Ayşe, Fatma, Hatice isimli küçük çocuklar vardır değil mi, bayım? En azından bu çocuklar isimlerini taşıdıkları Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Ömer, Hz. Ayşe, Hz. Fatma, Hz. Hatice gibi zatları sevecekleri bir şeyler kulaklarına değiyordur, acaba hiç tanımasalar mı işitmeseler mi, bir faydası yok mu, bayım? Sadece soruyoruz, hayretimizi veya merakımızı af buyurunuz… Detay vermediğiniz için bunları kastetmedim diyebilirsiniz, biz yanlış yorumluyor da olabiliriz, bayım. Belki gerçekten de 600’lü yılları, bu dönemi kastetmemiş olabilirsiniz. O hal­de, ortaçağ ve diyanet derken, İslam’ın sonraki yılları ve yüzyıllarını kast etmiş olma ihtimaliniz var mı, bayım? Mesela, Batılı kaynaklarda dahi dünyanın en önemli düşünürleri arasında sayılan el-Kindi ya da Aristo’nun eserlerini şerh ettiğinden İslâm Dünyasında “şârih” olarak bilinen, Latin dünyasında “commentator” Batıda Averroes olarak tanınmış olan İbn-i Rüşd veya Aristo’dan sonra “Muallim-i Sânî” unvanıyla anılan Farabi, omuz omuza bir devri inşa eden Gazali ve Nizamülmülk, Ahkamu’s-Sultaniye gibi bir eserle adeta bir hukuk devletini idealize eden Maverdi gibi filozoflar ve daha niceleri yönelmiş olduğu şeylerden dolayı size göre hiç kimseye faydaları olmayan birer ortaçağ düşünürleri midir, bayım? Haydi filozofları da kastetmemiş olabilirsiniz, ya mutasavvıflar bayım. Dünyanın her tarafından doğusundan batısından, akın akın Mevlana’ya gelen insanlar, kimseye faydası olma­yan bir ortaçağ azizi için mi gel­mektedirler, bayım? Yunus Emre’ye ne dersiniz, bayım? Hacı Bek­taş-ı Veli’ye, Sadreddin-i Ko­nevi’ye, Pir-i Türkistan Ho­ca Ahmed Yesevi’ye, Hacı ram-ı Veli, Somuncu Baba, Emir Sultan ve Üftade hazeratına ne dersiniz? Bu isimler gibi binlercesinin yöneldikleri her ne idiyse, yöneldiklerinden dolayı ortaçağ karanlığına mı gark olmuşlardır, bayım? Belki mutasavvıf  ları da kastetmemiş olabilirsiniz bayım. Ya Uluğ Bey, Harizmi, Fergani, Cahiz, Zünnun-ı Mısri, Fadlan, Hemedani, Heysem, Biruni, İbn-i Sina, Fahreddin-i Razi, Feridüddin Attar, İbnül Cevzi, Nasiruddin Tusi, İbn-i Batuta, Piri Reis, Ali Kuşçu, İbni Haldun gibi daha nice nice isimler bahsettiğiniz Ortaçağ’ı ortaçağ yapan, bu serüveni ortaçağlaştıran, bilime, ilme, dikkatimizi çektiğiniz matematiğin m’sine, fiziğin f’sine kapalı, isimler midir, bayım? Bu zatların ürünleri ortaçağ zihniyetine yönelmiş olmaları münasebetiyle kimseye faydası olmamış ürünler midir, bayım? Ya Anadolu’nun her tarafında yüzlerce yıldır var olan ihtişamlı eserler; Çifte Minareli Medrese, Gök Medrese, Şifahiye, Buruciye, Gevher Nesibe Darüşşifası, bugün bütün ihtişamıyla duran çok sayıdaki muhtelif eserler yüzlerce yıl önce kimseye faydası olmayan taş yığınlarını mı oluşturmuştur? Bu eserler bahsettiğiniz ve kastettiğiniz anlamda ortaçağ eserleri midir, bayım? N. Fazıl’ın “Hani ardında çil çil kubbeler serpen ordu” olarak nitelendirdiği bir medeniyet serüveninde Saraybosna’dan Bahçesaray’a, Endülüs’ten Türkistan’a kadar pek çok kasabada, kentte karşımıza çıkan irili ufaklı pek çok hanlar, hamamlar, kervansaraylar, karanlık bir ortaçağ medeniyeti midir ve bu medeniyetin kimseye faydası olmamış mıdır, bayım? Pekâlâ size tanıdık ve bildik gelen ve itiraz etmeyeceğiniz şu ifadelere ne dersiniz, bayım. “Karşılıklı siperler arasında mesafe 8 metre. Yani ölüm muhakkak, kaçınılmaz. Birinci siperdekilerin hepsi şehit oluyor, ikinci siperlerdekiler yıldırım hızıyla hemen onların yerlerini alıyor, fakat ne kadar imrenilecek soğukkanlılık ve tevekkül ki üç dakika sonra öleceğini biliyor ama en ufak sarsılma, çekilme, korku ve endişe belirtisi yok. Bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor, bilmeyenler salavat getiriyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor. İşte Çanakkale ruhu budur.” Peki bayım, bu ruhu veren yönelme hali hangi diyanetin verdiği hangi haldir? Sanırım bahsettiğiniz memlekete faydası olmayan ortaçağ hali, bu hal değildir. Bunu kastettiğinize kesinlikle ihtimal vermiyoruz, veremeyiz bayım. Zira bu tasvirattaki hadisatın, bu yönelmenin, bu imanın ortaçağ ile hiçbir alakası olmadığına siz de bizim gibi kesin kanaat taşıyorsunuzdur, bayım. Sahi, “Bir ortaçağ zihniyetine yönelmenin, bu millete faydası yok mu dediniz Bayım?” sahi bu cümleyi, kavramsal ve kurumsal bir karşılığı da olan “Diyanet” kelimesi ile beraber mi telaffuz ettiniz? Tam olarak neyi kastettiniz? Anlayamadık ve şaşırdık. Biraz detay verir misiniz, bayım

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Eylül
Konu resmiİnsanı Yaşatan Ümittir
Eğitim

Ümid etmek, beklemek beklenilen bir kudretin varlığını kabul etmek demektir. Hastadan yolcuya, inanandan inançsıza her insan için ümid etmenin varlığı, hakikatte ümid edilen hakiki varlığa işaret etmek ve bu bekleyiş ve umma fiili bir dua olmak hasebiyle neticeye yaklaşma, arzu edilene ulaşma konusunda önemli bir duruştur.   İnsan pek çok kayıtlarla mukay­yet olarak bir hayat sürmek­tedir. Her ne kadar cüzi bir iradeye sahip olsa da “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.”1 ayetinde beyan edildiği üzere, işlerinin neticeye ulaşmasında külli bir iradeye ve kuvvete muhtaçtır.İnsanın ümitsizliği işte bu haki­kati unuttuğunda, nihai olarak kendi nefsine veya kendisi gibi yaratılmış olanlara güvenmeye başladığında başlar. Zira se­bepler sadece sebeptir. Bir şeyin olması için bir araya gelmeleri lazımdır ama sonucun elde edilmesi için külli iradenin “evet” demesine ihtiyaç vardır. Değilse bütün sebepler bir araya gelse Allah dilemedikçe netice olmaz.Bunun tam tersi olarak bazen de bütün sebepler kalkar ve insan içinde bulunduğu çıkmazda ümitsizliğin en derinlerine doğru azap içinde yol almaya başlar. Hiçbir sebep kalmasa bile onu o kuyudan çıkaracak, selamete kavuşturacak güç elbette kudret-i İlahiyedir. O dilerse sebebin olup olmadığına da bakılmaz. Çünkü asıl güç ve kudret sahibi ancak O’dur. Allah’a İman ve Onun İçin Yapılan Ameller Ümide Kuvvet Verir Efendimiz (sav) İsrailoğulları dö­neminde yaşamış üç gençten bah­seder. Hadiste geçen hikâye şu şekildedir:“Sizden evvel geçenlerden üç kişi yola çıktılar. Geceyi geçirmek için bir mağaraya girdiler. Derken dağdan bir taş yuvarlandı ve mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine şöyle dediler: – İyi amellerimizle dua etmekten başka bizi buradan hiçbir şey kurtaramaz! İçlerinden birisi şöyle dua etti:– Allah’ım! Benim çok ihtiyar annem ve babam vardı. Onlardan evvel ne çocuklarıma ne de hayvanlara bir şey içirmezdim. Günün birinde odun toplamak için uzaklara gitmiştim. Onlar uyuyuncaya kadar dönemedim. Akşam yemeklerini hazırladım; fakat onları uyumuş buldum. Onları uyandırmayı ve onlar­dan evvel ailece süt içmeyi hoş görmedim. Çanak elimde oldu­ğu hâlde onların uyanmalarını bekledim. Nihâyet gün ağarmaya başladı. Çocuklar ayak­larımın altında açlıktan ağlıyorlardı. Derken, annem ve babam uyandılar ve sütlerini içtiler.Allah’ım! Eğer bu işi Sen’in rızan için yapmışsam, bu taştan çektiğimiz belâyı bizden uzaklaştır! Bunun üzerine taş bir parça açıl­dı, lâkin çıkılacak gibi değildi. İkincisi şöyle yalvardı:– İlâhî! Amcamın bir kızı vardı, ki onu herkesten ziyade seviyordum. Onunla beraber olmak istedim. Lâkin teklifimi kabul etmedi. Birkaç sene sonra bir kıtlığa uğrayınca bana başvurdu. Kendisini bana teslim etmesi şartıyla ona yüz dirhem vereceğimi söyledim. (Çaresiz) kabul etti. Bu surette fırsat elverince, (kendisine el uzatacağım sırada o): – Allah’tan kork da haksız olarak mührümü bozma, dedi. Ben de (Allah’tan korkarak) bu çok sevdiğim kadından (o bana teslim olmak zorunda kaldığı hâlde) uzaklaştım. Verdiğim pa­raları da ona hibe ettim. Allah’ım! Eğer bu işi sırf Sen’in rızanı kazanmak için yapmış isem, içinde bulunduğumuz belâyı üzerimizden gider!Mağaranın kapısı bir parça da­ha açıldı, (ancak) yine çıkılabilecek derecede değildi. Üçüncü şahıs da şöyle dua etti:– Allah’ım! Ücretle birkaç amele tuttum ve ücretlerini verdim. Lâkin biri ücretini almadan bıraktı gitti. Onun ücretini ürettim. Onun hesabına mal çoğaldı. Bir müddet sonra o adam yanıma gelerek:– Ücretimi ver, dedi. Ben de:– Şu gördüğün deve, öküz, koyun vs. senin ücretinden üremiştir, al hepsini götür, dedim. O da:– Ey Allah’ın kulu! Benimle alay etme, dedi.– Seninle alay etmiyorum, hakikati söylüyorum, dedim. Bunun üzerine malları aldı ve hepsini sürüp götürdü. Hiçbir şey bırakmadı. İlâhî! Eğer bunu Sen’in rızan için yapmışsam, içinde bulunduğumuz belâyı üzerimizden defet!” (Nihâyet) taş, mağaranın ağzından kaydı, onlar da mağaradan çıkarak yollarına devam ettiler.2 Sebeplere Değil, Sebeplere Hükmü Geçene Bak! Saffat Suresi 139-148. ayetler arasında Yunus Aleyhisselamdan bahsedilir. Tefsirlerde geniş ola­rak bahsedilen kıssasının hu­lasası ve hakikati şöyledir: Yunus (as), kavminin tebliğini dinlememesi üzerine yerinden ayrılarak bir gemiye biner. Ge­mi­nin bir müddet sonra ilerlememesi ve batma tehlikesi ile karşı karşıya kalması neticesinde -o günün anlayışına göre- gemide uğursuz bir yolcu olduğu ve onun bulunması için kur’a çekilmesine karar verilir. Çekilen kur’a Yunus (as)’a çıkar. Onun bu kişi olamayacağını, yeniden çekilmesi gerektiğini söylerler. Üçüncü de ona çıkınca çaresiz olarak onu suya atarlar. “Yunus kendini kınayıp dururken O’nu bir balık yuttu.”3 ayetinde beyan edildiği üzere bir balık onu yutar. Yunus (as) şu farkındalıkla hepimize deva şu dua ve itirafta bulunur: “… Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen’i tenzih ederim. Gerçekten ben, zalimlerden oldum!”4 Bundan sonrası için Bediüzzaman Hazretlerinin şu değerlendirmeleri oldukça önemlidir. Gece, deniz ve balık Yunus (as)’a karşı ittifak etmişler. Zahirde onu kurtaracak hiçbir sebep yok, bütün sebepler devre dışı kalmış. Bu esnada Yunus (as)’ın yaptığı yukarıdaki duası kurtuluşuna vesile olmuştur. Bunun sırrı da şudur: “Sırr-ı eha­­diyet nur-ı tevhid içinde in­ki­şaf etmiş.” Yani onu o bulun­duğu sıkıntılı durumdan, müsebbibü’l-esbab (sebeplere tesir eden hakiki müsebbip) olan hükmü geceye, denize ve balığa geçen Allah kurtarmıştır. Bu üçüne birden hükmü geçen birisi olmadan oradan kurtulma imkânı yoktur. Yunus (as) münacatında, bütün sebeplerin devre dışı olduğunu net olarak görmüş ve bütün sebeplerin arkasında iş gören ve onlara hakiki tesir edebilen Allah’ı görmesi, imdadı sadece ve sadece ondan istemiş olmasıyla bu halden necat bulabilmiştir. İman Varsa İmkân Vardır İnsan imkânı elinin ulaşabildiği, elde ettiği şey olarak görü­yor çoğu zaman. Ya da güya ken­di elde ettiğini kendisinin­miş, elin­dekine kendi hakimmiş, hiç elinden çıkmayacakmış, tasarruf hakkı sonsuz ve sorunsuz kendine aitmiş gibi görebiliyor. Halbuki insan bazen elinde olan şeylerin de faydasını görmekten aciz kalabiliyor. Bunun aksi olarak da elinde olan elinden çıktığında inanılmaz bir boşluğa düşebiliyor. Her şeyin sonu, dipten de öte yokluğa açılan bir kayboluş algısıyla hareket edebiliyor, kaybolan yön duygusuyla da tepetaklak olabiliyor. Bir zaman Almanya’da bir arkadaşla tanışmıştık. Yamaç paraşütü yapıyordu. İlgilendiği sporla ilgili olarak söylediği şu cümleler önemliydi. Yamaçtan atladıktan sonra bulutun altında bir alan (termik faaliyet) var, orayı yakalayıp hızlı bir şekilde yükselmek mümkünmüş. Fakat bulutun içine girmemeye özen göstermeli yoksa bir anda her yer bembeyaz olup hiçbir şey göremez hale gelebilir ve yön duygusunun kaybolmasıyla pa­ra­şüte dolanıp düşebilirmişsi­niz. Ümitsizliğe kapılan insan da buluta girmiş gibi yön duygusunu kaybederek nereye savrulacağı belli olmaz hale gelebiliyor. Bulut içindeyken cılız da olsa bir referans noktası yakalayabilirseniz sağlam kalma ihtimaliniz artabiliyormuş. Ümitsizlik halindeki insanın referans alacağı nokta imanıdır. Allah’ın kudret ve merhametine inanan bir insan için -imanına göre- kaybolma, tepetaklak olma ihtimali yoktur. Dikkat ederseniz, yukarıda bah­si ge­çen hadiselerde, neticeye gö­türen ve selamete çıkaranın, hep her şeyin üstünde bir güç ve kudrete sahip olan Allah ol­du­­ğu­nu gördük. Mesel şu ki, in­san bunun her daim şuurunda olarak hareket edebilsin. Ümid Bir Duadır Ümid etmek, beklemek beklenilen bir kudretin varlığını kabul etmek demektir. Hastadan yolcuya, inanandan inançsıza her insan için ümid etmenin varlığı, hakikatte ümid edilen hakiki varlığa işaret etmek ve bu bekleyiş ve umma fiili bir dua olmak hasebiyle neticeye yaklaşma, arzu edilene ulaşma konusunda önemli bir duruştur. Zira insanın ümid edebilmesi de ayrı bir nimettir ve aldığı nefes, ihtiyaç duyduğu yiyecek vs. her ne varsa onlar gibi kendisine verilen bir araçtır. Ümid edebilme, ümidin dahası ümidi karşılayacak olanın varlığına önemli bir işarettir. Şuuruna erdikçe imkanlar da artacak, daha iyi ve güzel olana yakınlaşılacaktır. Şu şartla ki bu gerçekleşme de Rabbin rızası ve istediği dahilinde olacaktır. Kendi arzusunu Allah’ın istediği ve verdiğinin önüne geçirmek de insan için sıkıntıdır. Bazen bu isyana, sonunda da azaba götürebilir. Ümidi Kuvvetlendirecek Nazar Bediüzzaman Hazretleri konuy­la ilgili yaşadığı bir hakikati İh­tiyarlar Risalesi 13. Reca’da5 an­latır. Anlattığına göre harb-i umumide Rus esaretinden kur­tul­duktan sonra Darü’l-Hik­met’te dine yaptığı hizmet üç sene İstanbul’da kalmasına vesile olur. Sonrasında hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşasından nefret uyanır ve Van’a gelir. Burada önceden ders verdiği Horhor isimli medresesine uğrar. Van’ın Ermeni mahallesi hariç diğer mahalleler gibi medrese de yapılan tahribattan nasibini almıştır. Bu tahribatın verdiği hayalle gelip geçen senelerdeki tahrip olan ve ayrılıp gidenlerin müfarakatten gelen acısını yaşar. Bu harabın ve firakın ateşiyle yan­dığı esnada “Göklerde ve yer­de ne varsa, Allah’ı tes­bîh etmek­tedir. Çünkü O, Azîz (kudreti daima üstün gelen)dir, Ha­kîm (her işi hikmetli olan)dır. Göklerin ve yerin mül­­kü O’nundur. (O) hayat ve­­rir ve (O) öldürür. Ve O, her şe­­ye hakkıyla gücü yetendir.”6 ayetiyle gözlerini açtığında, o harabat içindeki ağaçlar ve ağaçların başlarındaki meyveler dikkatini çeker. O meyveler lisan-ı hikmetle derler ki “Bize de dikkat et! Yalnız harâbezâra bakıp durma!”  Evet, her senede mahlukat ölür, ertesi sene adeta kuru birer odun parçası haline gelen o ağaç­lar yeşillenip yeni yeni mey­­veler verir. Kudret ve rah­met-i İlahiye ile yeniden hayat bu­lurlar. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, o harap halin içerisinde kendine ümit veren ve ayetin ikazını ikaz eden kudret ve rahmet göstergesi meyvelerle Allah’a müteveccih olup ümidini tazeler. Ya Biz? Peki, biz ne yapıyoruz? Kendimizi asıl ve isteklerimizi öncelikli görmekten dolayı çoğu kere olumsuzluklara odaklanıyoruz. Bu odaklandığımız hal bizi daha da çıkmaza taşıyor. Çünkü kendimiz üzerinden bakarsak ve kendimiz anahtar olmak hasebiyle Rabbimizi bulmamız gerekirken ene’mizde kalırsak çözüm değil, problem oluruz. Bu problemi de kendimizden başka çözecek kimse yoktur. Çünkü benliğimizi aradan çıkarmalı ve Allah’a iman ve itaat etmeliyiz. İnsanı öldüren yeistir, yaşatan ümittir. Ümidin anahtarı, iman­dır. İmanı olmayanın gerçek manada imkânı olmadığı gibi, mutlu da olamaz. Ümitsizlik Kabul Edilemez! Ümitsizlik Kabul Edilemez! Bu, ayetle sabittir. Zira Kur’an’da Yakup (as) oğullarına Yusuf (as)’ı bulup getirmeleri konusunda, “Allah’ın lütuf ve merha­metinden ümidinizi kesmeyin, çünkü Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser.” demiştir. (Yusuf, 87). Muhyiddin Arabî Hazretleri bu ayet hakkında, “Bu bize gönderilen en ümit verici ayettir” (el-Fütuhat, VIII, 75) diyerek, imtihan dünyasının kulları olarak bizlere, bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz hatalar karşısında açılan kapı olarak görmüştür. Fahreddin Razi Hazretleri de Mefâtîḥu’l-Gayb eserinde (XVIII, 159) bu ayetin izahı sa­de­dinde ilâhî rahmetten ümit kesmenin ancak Allah’ın güçsüz ve merhametsiz olduğuna veya O’nun her şeyi bilmediğine ya da cömert davranmadığına inanmaktan kaynaklana­bi­le­ceğini, bunun da ancak kâ­fir­lerden beklenebileceğini söy­­ler. Ve meleklerin kendisine bir oğul müjdelemesi üzerine ileri yaşından dolayı buna çok şaşıran Hz. İbrahim’e melekler, “Sakın ümitsizlerden olma!” demişler, İbrahim (as) da Hicr, 55-56’da geçen ayette beyan edilen “Rabbimin rahmetinden haktan sapmış olanlardan başka kim ümit keser” karşılığını vermiştir. Memleketimizde her gün beş defa okunan ezanlar şahiddir ki Allah’ın kudreti her şeyden büyüktür. Günde beş defa bu telkini alan ve beş defa huzura giderek “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyen insan için ümitsizlik yoktur, olamaz. O var, her şey var! Kaynaklar: 1- Tekvir, 81/292- Buhârî, Büyû, 98; İcâre, 12; Müslim, Zikir, 1003- Sâffât, 1424- Enbiyâ, 875- Lemalar, s. 2596- Hadid, 1-2

Metin UÇAR 01 Eylül
Konu resmiHer Şeye Rağmen Yaşasın Ümit
Aile ve ÇocukKültür ve Medeniyet

Hz. Yusuf’u (as), Hz. Yunus’u (as), Ashab-ı Kehfi, En Sevgiliyi (sav) ve onun sadık dostunu kuyulardan çıkaran Allah bizi de düştüğümüz kuyulardan çıkaracaktır elbette. Dağ ne kadar yüce olsa da üstünden yol aşar. Her şeye  rağmen gülümseyebilenler hayatı yaşanabilir kılanlardır.  Öyleyse Üstad’ın dediği gibi: Yaşasın ümit, ölsün ye’s. Hep birlikte kuyudayız… Macerası rahm-i maderde başlayan insanoğlu ağlayışlarla başka bir kuyuya -dünyaya- geldiğinde yeryüzündeki son durağının da yine bir kuyu olduğunu bilmeden yaşar. Rahm-i mader sıcak, güvenli ve konforlu; sıkıcı, dar ve boğucu. Tıpkı dünya gibi… Nereden ve nasıl bakıldığına bağlı… Dünya, birbirinden ilginç kuyulara ev sahipliği yapmıştır ve yapmaya da devam etmektedir. Gözü yaşlı bir baba, zindan karanlığına eş derin bir kuyu ve atılan/satılan bir kardeş… “Yusuf (as) daha derindi atıldığı kuyudan.” Keşke kavmi bilseydi… Hepimiz bir çift göz idik aslında. Kimimiz kuyunun başındaki telaşlı bir çift göz, kimimiz kuyuda düşlerini arayan bezirgânın sevinçten irileşen gözleri, kimimiz “sabr-ı cemîl” ile evladının geleceği yola dikilmiş bir babanın yaşlı gözleri, kimimiz ise kötülüğü emreden nefsin arzularını taşıyan bir çift göz olduk. Her şeye rağmen umutla bakan bir çift göz daha vardı: Hz. Yusuf’un (as) güzel gözleri. “Elbette kaybolan Yusuf döner bir gün Kenan yurduna, gam yeme” diye sesleniyor Hafız-ı Şirazî ve ekliyor: “Felek birkaç gün muradımızca dönmediyse ne gam, sen gaybın sırlarını bilmezsin ki… Yokluk bir sel gibi seni harap ettiyse de gam yeme, zira senin Hz. Nuh (as) gibi bir kaptanın var. Menzilin uzak ve yollar ne kadar tehlikeli olursa olsun, hangi yolun sonu yoktur? Madem bizi halden hale koyan yüce Allah’tır, gam yeme.” Hz. Mevlânâ da “Kuyu dibinde kaldım diye kırılma, belki oradan bile bir kapı açılır. Yusuf (as), kuyudan sultan oldu unutma!” diyor. Kuyu sultanlığa, karanlık aydınlığa, gözyaşı rahmete dönüşmedi mi? Her şeye rağmen umudunu kaybetmeyenler elbette kendileri için hayatı yaşanabilir kılanlardır. Bazen kuyu denizin ortasında bir balığın karnıdır. Kalbinde umudu taşıyan “havf ve recâ” arasında bir çift göz o kuyudan çıkarılmak için itiraf ederek yalvarır: “Rabbim, ben kendine zulmedenlerden oldum.” Gecenin, balığın, denizin, dalgaların Rabbi aynı zamanda “kuyu”daki Yunus’un (as) da Rabbi değil midir? Göklerde ve yerde olanı, gizleneni ve aşikârı, sinelerde saklı olanı bilir elbette, bildi ve icabet etti. Zalim bir kralın kararlı ve merhametsiz dudaklarıdır kimi zaman “kuyu”, Habib-i Neccarı içine almaya çalışan… Hani o zalim kral “Bana yarın sabaha kadar kırk tabut yapacaksın!” diye zalimane emretmişti Habib-i Neccar’a. “Yoksa seni öldürürüm” diye de tehdit ederek huzurundan kovmuştu. Habib-i Neccar… Şehrin öte yakasından koşarak gelip “Ey kavmim, sizden herhangi bir ücret istemeyen bu elçilere uyun!” diye seslenen adam… Zalim kralın onu öldürmek kastıyla verdiği emri hanımına söyleyince hanımı ona dedi ki: “Ya Habib-i Neccar, Allah bir, kapı bindir. Bin tane kapıdan birini elbette sana açacaktır.” Dediği gibi de oldu. Seher vakti Habib-i Neccar’ın kapısını çalan askerler kralın öldüğünü, onun şanına yakışır bir tabut yapmasını kendisinden isterler. Kapılar açılmış, Allah kuluna yardımını göndermiştir. Bazen kutlu misafirleri ağırlayan mağaralardır kuyu. Hatırlamak lazım, bir kuyu ve yüzlerce yıl süren uykuyu. Ashab-ı Kehf’in “Bu evrende yerin ve göğün rabbi olan Allah’tan başka ilah yoktur.” diyerek kralın zulmünden sığındıkları mağara onları şefkatle bağrında sakladı. En Sevgili (sav) ile ikinin ikincisini ağırlayan mağara gibi... Her biri birbirine “yar-ı gar” (mağara dostu) oluverdi. Ne çok kuyular kazdık şu dünya sahrasında. Ve kazdığımız kuyulara da en evvel kendimiz düştük. Gıybet, haset, kin ve yalan hepsi bir kuyu… Bazen kardeşimizi, bazen kendimizi attığımız kuyular… İş, okul, dünya telaşı bizi kendine çeken ve zaman zaman da bunaltan kuyulara dönüştü. Ancak unutulmaması gereken bir şey var ki hiçbir kuyu dipsiz değildir. Dipsiz olan bir kuyu varsa imansızlıktır. İnancını yitiren her şeyini yitirmiş demektir. Hz. Yusuf’u (as), Hz. Yunus’u (as), Ashab-ı Kehfi, En Sevgiliyi (sav) ve onun sadık dostunu kuyulardan çıkaran Allah bizi de düştüğümüz kuyulardan çıkaracaktır elbette. Dağ ne kadar yüce olsa da üstünden yol aşar. Her şeye rağmen gülümseyebilenler hayatı yaşanabilir kılanlardır. Öyleyse Üstad’ın dediği gibi: Yaşasın ümit, ölsün ye’s

Tarık ÇELİK 01 Eylül
Konu resmiAllah Var Gam Yok
Risale-i Nur

“İşte, mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihayetsiz ıztıraptan kurtaracak, yalnız tevhid-i Hâlık ve marifet-i İlâhiyedir.”(Sözler, On İkinci Pencere)   Kaygı ve korkudan emin bir hayat yaşamayı istemeyen yoktur. Farkında olmadan tercih etseler de neredeyse bütün in­sanlar kendilerini emin hissedip güvende olacakları bir pozisyon için davranış geliştirirler. Bu emniyet ve güven duygusunu, çoğunlukla sosyal ögelere bağlayarak oluşturmaya çalışan insanlar, maddî güvence, ev sahibi olma ve sabit bir gelir sahibi olmak gibi unsurlarla daha rahat ve güvende olacakları zehabına kapılırlar. Bu paradigmanın (yani emniyet ve güven duygusunun dış/maddî şartların uygunluğunun bir neticesi olacağına inanma hali) kökeninde 18. yüzyılda Avrupa’da başlayan aydınlanmacı ve rasyonalist bakış açısı vardır. Kulağa hoş gelse de “aydınlanma” kavramı aslında insanı çok ilginç bir şekilde baskılayan ve çıkmaza sokan bir kavramdır. Ne kadar tuhaf değil mi? Aydınlanma ve onun neden olduğu baskı ve çıkmazlar. Aydınlanma çağı, Avrupa’daki milletlerin kilisenin bilime karşı olan bakış açısı ile topluma olan hakimiyetine son vermek amacıyla başlamış olan bir harekettir. Özellikle akılcı düşünceyi (rasyonalizmi) ilke edinen bu bakış açısı, yeni bir dünya tasavvuru oluşturma mücadelesi başlatmış, kiliseyi ve ruhban sınıfı hayatın dışına itmiş ve her şeyi bilimsel ve akılcı bir temele oturtmaya odaklanmıştır. İşte bu akılcı ve her şeyi deneysellik yoluyla bilimsel bir zemine oturtma çabası hayattan, neredeyse tamamen manevi ve ahlaki olan değerleri uzaklaştırmıştır. Bu akım, ölçmeyi, tartmayı, görmeyi ve deneyimlemeyi merkeze koyan bir bakış açısı ile bunun dışında kalan yani sağlaması ve deneyleri yapılamayan elle tutulamayan hiçbir şeyi kabul etmeme eğilimi içine girmiştir. İşte tüm bu hengâme içerisinde insan ve onun ihtiyaçları da tamamen maddeci bir mantık tarafından kurgulanmış ve insan, bildiğiniz basit bir canlı seviyesine indirgenmiştir. Mesela, insanın kendini iyi hissetmesinin yolu olarak, iyi bir evde yaşaması, iyi gıdalarla beslenmesi, iyi bir gelirinin olması, yazın sıcaktan, kışın soğuktan korunması, hastalanırsa iyi bir hastaneden hizmet alması gibi tamamen insanın bedensel varlığını merkeze koyan güdük bir paradigmayı görmüştür. Bunlar sağlandığı takdirde insanın mutsuz ve umutsuz olması imkansızdır gibi ilkel bir inanış geliştirmişlerdir. Renata Salecl, “Kaygı Üzerine” isimli eserinde “Aydınlanma korkuya çözüm bulmak yerine aslında korkuyu radikalleştirmiştir” diyerek korku ve kaygının sadece bilinemeyenden ve cehaletten kaynaklandığını düşünen aydınlanmacı felsefecilerin, insan daha çok bilgi ile doğaya ve şartlara hâkim olabilir şeklinde bir tutum sergilemeleri, insanı çok daha büyük bir kaosun içine düşürmüştür. O âna kadar, duyguları ile mütalaa edilmeyen insanın birbirinden farklı mahiyet ve derinlikte birçok duygusunun olduğu ve bunların her birinin farklı beklentiler içinde olduğu gerçeği aydınlanmanın temel esası olan akılcılığı tartışılan bir konuma taşımıştır. Ümitsizlik, kaygı, korku veya stres gibi duygu durumları determinist ya da diyalektik bir mantık içerisinde değerlendi­ri­lemeyecek kadar değer ve önemde gerçekleri ifade etmektedir. Yani bu tür duygular, insanın bulunduğu yerdeki sosyal şartlardan daha çok, içindeki amansız sorulara cevap bulamaması gibi ontolojik bir doğası ve değeri olan duygulardır. Mesela, insan bu dünyada nasıl ve hangi şart ve pozisyonda yaşarsa yaşasın ölümlü bir varlıktır? Sadece ölümlü bir varlık olduğu bilgisi/bilinci bile insan için, başlı başına bir stres-kaygı ve umutsuzluk sebebi olarak görülebilir. İnsan, tüm bu girdaplardan ve bu ağır ontolojik bagajdan nasıl kurtulabilir? Belki de cevabını bulmamız gereken soru bu. Öncelikle, insan fıtratı ve o fıtrattaki işleyiş (bir nevi ya­zılım programı) insanı çok önemli sorularla karşı karşıya ge­tirme konusunda çok etkilidir. Mesela, insanın kim olduğunu merak etmesi, insanın kimin olduğunu (sahibinin kim olduğunu) merak etmesi, in­­­sa­nın günün birinde ölecek ol­ması gibi muhakkaku’l-vuku (ke­sinlikle olacak olan) olan ha­kikatleri, kendi anlam dünyasına taşıyabilmesini netice verecek entelektüel değerde bir çaba ve arayıştan sıyrılmak, aklı ve vicdanı tefessüh etmemiş ve bozulmamış hiçbir insan için mümkün değildir. Merak etmek, insan fıtratında­ki en muharrik (harekete geçi­ren) eğilimdir. Bu duygu, özellikle kendi ontolojik değer ve anlamı için amansız bir arayış içindedir. Yukarıda örnek ola­rak verdiğim merak-aver (me­rak uyandırıcı) konular ay­dın­lanmadan ve tatminkâr cevaplarla buluşmadan insanın selim ve emin bir halet-i ruhiye içinde yaşaması gayrı kabildir yani imkansızdır. “İşte, mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat ci­he­­tinden gelen nihayetsiz ız­tı­­rap­tan kurtaracak, yalnız tev­­hid-i Hâlık ve marifet-i İlâ­hiyedir.” (Sözler, On İkinci Pencere) Asrımızın belki de en kıymetli imanî bakış açılarını sunan Bediüzzaman Hazretleri (ks), bu hususun izahı ve belki de en derin ve tatminkâr cevabı sayılabilecek sırrı bu şekilde beyan etmiştir. İnsanın, sahibinin kim olduğunu öğrenip, sahibindeki ilâhî özellikleri kavrayıp kabul ettikten sonra, kendi mahiyetindeki en çetin merak duygularından ve hakikat arayışının neden olduğu tüm ıstıraplardan kurtulacağını belirten Bediüzzaman Hazretleri (ks), Allah’ın (cc), eşi, benzeri, zıddı ve niddi olmayan tek bir Allah (cc) olduğuna tam iman etmenin, Rabbi ile ilgili hakikatleri bilmenin, insan için en büyük huzur, saadet ve tatmin kaynağı olacağına vurgu yapmaktadır. Çünkü, kişinin ümidini ya da anlamını kaybetmesinin en temel sebebi, tüm manaların ve hakikatlerin esası olan tek bir Allah (cc) hakikati ile bağının kopmasıdır. Kişinin ümidini kaybetmesinin nedeni çaresizlik, acizlik ve yetersizlik gibi durumlardır. Oysa her şeye kâ­dir olan Allah (cc) inancı, kişiyi bir çare ve imkân ile buluşturabilecek güçtedir. Zira Allah’ı (cc) tüm esma ve hikmeti ile idrak ve kabul eden bir insan, Allah’ın (cc) vermesinin de vermemesinin de bir lütuf değeri taşıdığını bilir. Verirse nimet, vermezse imtihan diye Rabbinin her hükmünde gizli olan binler hikmete tâbi olur. Ümitsizlik durumuna düşen bir insanın bu durumu, aslında alt metin olarak “beni Allah (cc) bile kurtaramaz” manasına gelen ve O’na acz atfeden bir kusurdur. Oysa Allah’ı (cc) çok iyi tanıyan bir insan, Rabbi için hiçbir şeyin imkânsız olmadığını bilir ve öylece itikat eder. Üstelik o Allah ki (cc) bazen dağ başında gemi yaptırır ve kurtarır ve bazen de limandaki geminizi deldirerek kurtarır. Allah’ın (cc) hazinesindeki nihayetsiz ihtimallerin, insan idrak ve kapasitesinden çok fazla olması da ayrıca bir ümit ve müjde sebebidir. Sözlerimizi Ataullah İskenderî’ nin (ks) şu satırları ile tamamlayalım: “Bazen sana verir de mahrum bırakır. Bazı kere ise mahrum bırakır da verir.” Es’selam Men’ittebea’l-Hûda

Ahmet EFENDİ 01 Eylül
Konu resmiÜmitsizliğin Sebepleri
İnsan

Aşağıda sayılan sebeplerin bir kısmı yapılan işler ve adımlarda olması gerekenler olabilir. Bunlardaki eksiklikler netice almakta sıkıntı yapıp ümitsizliğe sevk ettiğinden bahisle o şekilde yazılmıştır. Elbette, ümitsizliğin birçok sebebi olabilir. Bazılarını şöyle sıralayabiliriz. – Allah’ı gerektiği gibi tanıyamama ve hüsn-ü zan yerine su-i zanda bulunma – Muvaffakıyeti kendisinden ve sebeplerden bilme ve buna bağlı olarak Allah’ı unutup kendine güvenme ve neticeyi sebeplerden bekleme – Neticeyi Allah yaratmakla birlikte insana düşen sebeplerini bir araya getirme ve çalışmadır. İşi yaparken adetullah kanunlarına riayet etmeme ve adımları takip etmeme neticesinde ortaya çıkan başarısızlık – Sabırsızlık ve acelecilikle ortaya çıkan sonuç alamama – İmtihan gereği başa gelen musibet ve belalar – Tembellik ve atalet – Haset ve kıskançlıktan gelen kanaatsizlik, kaderin takdir ettiğine razı olmama – Hatada ısrar etme – Aczini unutup kudret-i İlahiyeden gereği gibi talepte bulunmama, dua etmeme – Sadece maddi işlere odaklanıp kulluk vazifelerini yerine getirmeme veya aksatma – Samimi niyet etmeme

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiÜmidvâr Olmak Değer Aşısıdır
Risale-i Nur

İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak.Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve îmâniye olacak.   Ümid dediğimiz nerededir ki? Her yerde ümid: Şahsi hayatımız başta olmak üzere hayatın envaı çeşit dairesinde ümid. Kalbimize ve uhuvvet bağımıza hayat suyu ümid. Hayatlandırmak temennisiyle. Her vakit ümid: Küçük ve büyük âlemlerimizde dört mevsim, beş vakit ümid. Asırlarca, senelerce her an ümid. Nabzını tutmak duasıyla.Her mekânda ümid: Yeryüzü mescidinde, gözümüzün ve gön­lümüzün uzandığı gözlerde ve gönüllerde ümid. Ulaşmak niyazıyla. Bulmak Ümidimizin sahibi her şeyi yaradan Rabbimiz. Sabrın olduğu gibi, hüznün olduğu gibi, merhametin olduğu gibi. Ümid, vücudumuza takılı zahiri ve batıni duygulardan sadece birisi. Yüksek bir derece ile alçak bir dereke arasında takılı. İstikamet, iradede.Ümid, hastalığa düşmemek için sımsıkı sarılması gerekli emanet. Gönül sadefinde muhkem. Sahiplik, iradede. Ümid, akranlarının kilidini açan anahtar. Terbiye koridorunun kapısı üzerinde besmeleyle asılı.İstimal, iradede. Şükür Hidayet rehberi Peygamberi­miz (sav). O’nun ahlakı, Kur’ ân. Ümidi telkin eden kaynak, O’nun hayatında. İşte sahabe nesli. Asırlar boyu koca bir coğrafya. Önce gelenler iktida ile sonra gelenler ittiba ile O’nun nurundan aldığı feyiz ile ümidvâr. İşte fetihler, işte asırlar üzerine bina olan koca İslam coğrafyası. Ferd ferd, fevc fevc… Ya İlâhenâ! Bize Hakkı Hak olarak gösterip ona ittibâ etmekle rızıklandır, bâtılı bâtıl olarak gösterip ondan ictinab etmekle rızıklandır. Âmin! “Ya İlâhî! Beni affet, bana merhamet et, beni en yüce dosta (kendi zatına) kavuştur!” Âmin!

İbrahim SARITAŞ 01 Eylül
Konu resmiGünümüze Ümit Olacak Asr-ı Saadetten Bir Kare
İtikad

 “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekildir!”(Al-i İmran, 173) Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh- naklediyor: Hicretin üçün­cü yılıydı. Resûlullah (sav) ile zâ­tü’r-rikâ’ denilen gazvede bu­­lu­­­nuyorduk. Gölgeli bir ağaç bul­­­­du­ğumuzda onu Resûlullah (sav)’e bırakmayı âdet edinmiştik. Ancak Gatafan kabilesi reisi Gavres bin Hâris gizli bir şekilde gelerek Resûlullah’ın (ağaçta asılı olan) kılıcını alıp çekmiş ve “Benden korkuyor musun?” diye seslenmiş. Efendimiz (sav), “Hayır!” cevabını vermiş. Gavres, “Peki seni benim elimden kim kurtaracak?” demiş. Resûlullah (sav) de “Allah!” buyurmuştur. Gavres, hiçbir gücün onu kurtaracağına inanmıyor ve aksine Peygamberimizi öldürerek elde edeceği şöhretin hesaplarını yapıyordu. Başaracağını düşünme heyecanı içindeyken, Allah Resul’ünde en ufak bir telaş ve korku hali yoktu. Bu durum gözünden kaçmamıştı. Halbuki böyle bir durumda, Gavres’in beklediği, Efendimizin (sav) büyük bir paniğe kapılması, telaşa düşmesi, korkudan titremesiydi. Halbuki Allah Resulü (sav), Gavres’e bakmış, “Seni benden kim kurtaracak?” sorusuna, tek kelimeyle cevap vermişti: “Allah (Azze ve Celle)” Evet, Peygamberimizi (sav), Gav­­res’in elinden kurtaracak olan, semavat ve arzı yaratan Allah’tır. Efendimiz (sav) sadece ve sadece Allah’a intisap etmişti. Ancak O’na güveniyor ve O’na dayanıyordu. İntisap sırrı Efendimizin (sav) en büyük bir dayanağı olmuştu. Eğer bütün kâinat bir olup O’nun (sav) kar­şısında olsaydı, yine intisap sır­rıyla aynı cevabı verecekti. Dağlar-vari hadisatın dalgaları ve tazyikatı, olayların üst üste gelmesi, musibetlerin ardının arkasının kesilmemesi, virüs, veba ve hastalıkların artmasına karşı insana ümit, dayanma gücü ve kuvveti veren/verecek işte bu intisap sırrıdır. İntisap penceresinden bakıldığında müminin dünyasında ümitsizlik olmaz. Korku ve endişe bulunmaz. Ebedi firak ve ayrılık bulunmaz. Çünkü iman bir intisaptır. Mümini kâinatın sultanına bağlayan bir bağdır. İman, bütün zamanlardaki ve mekânlardaki mahlûkatı insan ile irtibatlandırır. İmanın azametine ve büyüklüğüne bu intisap penceresinden bakmak lâzımdır. İmanın ne büyük bir cevher olduğunu bu sırdan anlamak mümkündür. Aynı sır Hulefâ-yı Raşidinin (ra), dört mezheb imamımızın, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani ve Abdulkadir-i Geylani (r.anhüm) emsali zatların selamet limanı olmuştur. Aynı sır mahkemelere, sürgünlere, hapislere, zehirlenmelere, gurbet içinde gurbetlere, dostları ve talebeleriyle görüşmekten menedilmelere, hatta çok sevdiği risalelerin elinden alınmasına mukabil Bediüzzaman Hazretleri için de bir kalkan olmuştur. Ve bütün bu dertlere ve sıkıntılara karşı حَسْبُنَا الّٰلهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ “Allah bana kafidir, O ne güzel vekildir” dedirtmiştir. Risale-i Nur’da Üstad Hazretlerinin en çok tekrar ettiği hemen hemen her mektubun başında ve mahkeme müdafaalarında son sözüm olarak zikrettiği2 ayet bu sırrın ehemmiyetini ortaya koymuştur. وَ ا ِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ “Ve O’na, hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur.” (İsra, 44) حَسْبُنَا الّٰلهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekildir!” (Al-i İmran, 173) Birinci ayet ona iman-ı tahkikiyi kazandırıp intisap sırrını çözmesini sağlamıştır. Her şey Allah’ı zikreder, hatırlatır. Bu ayet, her şeyden Allah’a giden bir pencere açmasına vesile olmuştur. Selametli ve imani bir bakış açısı vermiştir. حَسْبُنَا الّٰلهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ “Allah bize yeter!” ayeti ise; ilk ayetin ışığında sırr-ı intisap ile girdiği mücadelelere, sıkıntılara karşı kalkan olmuştur.Bu sırrı eserlerinde şöyle ifade etmektedir:“Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda, kalben dedim: Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinâd yok mu?” diye حَسْبُنَا الّٰلهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ayetine müracaat ettim. Bana bu ayet bildirdi ki; intisâb-ı imani vesikasıyla, Kadir-i Mutlak öyle bir Sultan’a intisâb edersin ki; zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihâzâtlarını kemâl-i intizam ile vermekle beraber, başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanlarda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hulâsaları gibi, belki o medenî hulâsalardan yüz derece daha mükemmel ve bütün taamların her nev‘inden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hulâsalara koyup ve o hulâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisâtlarına mahsus kaderî tarifeler içinde sarıp muhafaza için küçük küçük sandukçalara koyup tevdi‘ eder. O sandukçaların icadı, “Kün!” emrinde bulunan “Kâf-Nûn” fabrikasında o kadar çabuk ve kolay ve çoklukla olur ki, Kur’an der: “Hâlık emreder, meydana gelir.” Madem öyledir, sen, intisâb-ı imani tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinâd bulabildiğinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin. Ben de ayetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki; değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidâr-ı îmânî hissederek, bütün ruhumla حَسْبُنَا الّٰلهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim. (İkinci Mertebe-i Nûri­ye-i Hasbiye) Hem ihtiyarlar Risalesinde ayet-i hasbiyenin sıkıntılarına na­sıl merhem olduğunu şöyle ifa­de etmektedir: “Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlûbiyet gibi vücudumu sarsan arızalar, bir gaflet zamanıma rast gelip, şiddetle alakadar ve meftun olduğum vücudumu, belki mahlukatın vücutlarını ademe gidiyorlar diye elim bir endişe verirken, yine bu ayet-i hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dürbünüyle bak!” Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki; bu zerrecik vücudum, her müminin vücudu gibi hadsiz bir vücudun aynası ve nihayetsiz bir inbisât ile hadsiz vücutları kazanmaya bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâkî müteaddid vücûdları meyve veren bir kelime-i hikmet olduğunu; ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücûd kadar kıymettar olduğunu, ilmelyakîn ile bildim.” (26.Lema’- İhtiyarlar Risalesi) Hem başka bir yerde ise bu sırra şöyle işaret etmektedir: “Hem nasıl ki baksan; bir sul­tan-ı azîmin adi bir neferi, o padişahın namıyla ve onun kuv­vetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de Ezel ve Ebed Sultanı’nın emriyle, bir sinek bir Nemrut’u yere serer; bir karınca bir firavunun sarayını harap eder, yere atar; bir incir çekirdeği bir incir ağacını yüklenir. Eğer her mahluk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehade is­nad edilse, o vakit o intisap kuv­ve­tiyle ve Seyyidinin havliyle, emriyle, bir mikrop, en ceb­­bar bir zalimi kabre sokar.” Gavres hadisesine geri dönecek olursak… Efendimiz (asm) Gavres’in karşısında son derece sakin olmasının, paniksiz, telaşsız durmasının nedeni de bu intisap sırrıydı. “Allah” sözü, adeta bir top güllesi olup Gavres’in kalbinde büyük bir dehşete sebep oldu. Bunun üzerine adamın elinden kılıç düştü. Bazı rivayetlere göre ise Gavres’in göğsüne Cebrail’in (as) vurması üzerine kılıç yere düştü. Resûlullah (sav) kılıcı aldı ve “Peki şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” buyurdu. Gavres’in elbette dayanıp güveneceği hiç kimse yoktu. İntisap edeceği bir yer yoktu. Nokta-i istinadı yoktu. Korktu, panikledi. İlah olduğuna inandığı putların gücünün bir hiç olduğunu açıkça görmüştü. Ümitsizlik içinde Allah Resul’üne, “İyi bir cezalandırıcı ol!” deyip şunu ekledi: “Seninle çarpışmamaya, seninle savaşacak herhangi bir topluluk içinde bulunmamaya söz veririm.” Bunun üzerine Resûlullah (sav) Gavres’i serbest bıraktı. O da arkadaşlarının yanına döndü ve onlara: “Arkadaşlar, ben şimdi insanların en hayırlısının yanından geliyorum” dedi. İşte intisabın sırrı, ümidin kaynağı… “Madem O (Rabb-i Rahim) var, sana bakar, sana her şey var. Asıl gurbette ve kimsesizlikte kalan odur ki; iman ve teslimiyetle ona intisâb etmesin veya intisabına ehemmiyet ver­mesin.” (25.Lem’a) Madem Allah var o halde her şey var. Allah var, o halde gam yok, keder yok. Rabbim intisap sırrına varmayı, tam bir teslimiyete ulaşmayı bizlere nasip eylesin  

Rıdvan ABUD 01 Eylül
Konu resmiYeniden Bismillah Diyebilmek
Tarih

Muvaffak olanların farkı, menfi görüşlere rağmen ümidini yitirmeden, icabında yeni metotlar ve yeni uzman görüşleri doğrultusunda, en başından başlamak gerekse bile, “yeniden bismillah” diyebilmeleri olsa gerektir.   İnsanlık tarihi, birçoğu savaşlar veya tabii afetlerle beraber, kendini gösteren çok ciddi buhranlar görmüştür. Bu buhranlar sırasında veya sonrasında ümidini muhafaza edenler, asgari zararla atlatmış, muhafaza edemeyen milletler ise, parçalanmış veya düşmanlarının hegemonyası altına girmiştir. Belki de tarih sahnesinden silinmiştir. Her iki dünya savaşından da büyük mağlubiyet ile çıkan Almanya ile Japonya, kendilerinden çok fazla nüfusa sahip birçok ülkeyi geride bırakarak, uzun süre dünyanın en büyük ikinci ve üçüncü ekonomileri olarak yerlerini muhafaza etmelerinin sebebi, belki de milli değerlerine olan inançları ve gelecek nesillere karşı mesuliyet duyguları, ümitlerini sürekli diri tutmuştur. Tarihte, varlık gösterdiği 6 asrın çoğunda gâlibâne yaşayan Osmanlı Devleti, son dönemlerini kötü geçirmiş olması ve sürekli toprak kaybetmesinin, idari yapı ve askeri teşkilat içinde kendini gösteren batı hayranlığı, yani kendi değerleriyle ilerleme ümidini yitirmiş olmasıyla bağlantılı olma ihtimali büyüktür. Osmanlı Devleti’nden sonra ise, tamamen batıya çevirdiğimiz yüzümüz, ekonomik kalkınma cihetiyle de pek gülmemiştir diyebiliriz. Çünkü, galip çevreler tarafından sadece batı menşeli yenilikler ve icatlar ka­bul gördüğü için gerek savun­ma sanayiinde gerekse yerli uçak ve otomobil imalatında dünyanın çok gerisinde kalın­mıştır. Olan teşebbüsler bir şe­kilde baltalanmış ve projeler aka­mete uğratılmıştır. Böyle­lik­­le, Türk evladının ümidi kı­rılmış, herhangi bir alanda kendine yeterli olabileceğinin mümkün olmayacağı inancı, ustaca aşılanmıştır. Ve bunun acısını hâlâ iliklerimize kadar hissetmekteyiz. İlkokuldan üniversiteye kadar bu ülkenin imkanlarıyla eğitim gören nice zayıf şuurlu gencimiz, -güya- kendini kurtarmak maksadıyla, yabancı ülkelere “kapağı atmaya” çalışmakta ve bu “beyin göçü”, milletimize çok büyük kayıplar verdirmektedir. Tabii ki buradaki mantık da -ülkemiz içerisinde muvaffak olma noktasındaki- yaygın ümitsizliktir. Kendini geliştir­mek için gidip, ülkesine ve milletine faydalı olma fikrinde olanlar mevzumuzun haricindedir. Özel teşebbüslere baktığımız za­man ise, şu neticelerle karşılaş­mamız mümkün olmaktadır: Belirli bir büyüklüğe gelen yani başarılı sayılabilecek bütün şirketler, başlangıçtan beri yükselen bir ivme yakalamış değillerdir. Defalarca başarısızlıklar görmüş, belki de iflasın eşiğine kadar gelmiş, fakat ümidini yitirmeden, yeniden atılım yapmışlardır. Batmış olanlar ise, ümitlerini kaybedip mücadeleyi terk ederek, birkaç girişimden sonra pes etmiş olanlardır. Ve bunların sayısı, başarılı olanlardan çok daha fazladır. Yurdum insanına baktığımızda, birinci, ikinci, belki de üçüncü denemeden sonra da muvaffak olamamışsa eğer, “demek ki hak­kımızda hayırlı değilmiş” di­­ye­rek, manevi canipten(!) bir me­saj almışçasına, işi bırakıverir. Halbuki, yukarıda da bahsetmiş olduğumuz gibi, inişli-çıkışlı seyirler, büyümüş, belki dünya markası olmuş hemen her şirketin başına gelmiştir. Son zamanlarda ise, ümitsizlik ve aşağılık kompleksi, elde edilen bazı ciddi başarılarla, yerini nispeten ümit ve “biz de yapabiliriz” inancına bırakmaya başlamıştır. Milli değerlere bağlı müteşebbislerimiz, göğsümüzü kabartacak projelere imza atmışlar ve atmaya da devam etmektedirler. Özetle, muvaffak olanların far­­­kı, menfi görüşlere rağmen ümi­­­dini yitirmeden, icabında ye­­­ni metotlar ve yeni uzman gö­­­rüş­leri doğrultusunda, en ba­­­­şından başlamak gerekse bile, “yeniden bismillah” diyebilmeleri olsa gerektir.

İsmail ERDOĞAN 01 Eylül
Konu resmiHadislerin Yazılması
İtikad

Bazı araştırmacılar hadis tarihini “hıfz, kitabet, tedvin, tasnif” olmak üzere 4 kısma ayırmışlardır.1  Hıfz dönemi Sahâbîlerin bizzat Peygamberimizle beraber oldukları, onun sohbetine katıldıkları, her halini müşahede ettikleri, diğer ifadeyle Kur’an ve sünneti öğrendikleri dönemdir. Bu dönemde Peygamberimiz (sav) kendisine nazil olan ayetleri hemen yazdırıyor, fakat kendi sözlerinin yazılmasını yasaklıyordu.2 Bazı âlimler bu yasağın hadislerin Kur’an’la karıştırılma endişesin­den dolayı3 veya insanlar hadislere yönelir, Kur’an ikinci planda kalır endişesiyle yasaklandığını söylemişlerdir.4 Bununla beraber Peygamberi­mizin hadislerin yazılmasını ya­sak­laması umumi bir yasak de­ğil­di. Nitekim bazı şahıslara ya­zı konusunda izin verdiği bilin­mektedir. Örneğin Peygam­be­rimiz genç sahâbîlerden Ab­dul­lah b. Amr’a hadislerini yaz­­ma­sı için müsaade etmiş,5 o da değişik zamanlarda yazdığı 1000 kadar hadisi es-Sahîfetü’s-Sâdı­ka isimli bir cüzde toplamıştı.6 Ayrıca Peygamberimiz zaman zaman bazı anlaşmalar ve mektuplar da kaleme aldırıyordu. Bu yazılı vesikalar Muhammed Hamidullah tarafından toplanmış ve Vesâiku’s-Siyâsiyye adıyla bir kitap haline getirilmiştir.7 Kitâbet dönemi Peygamberimizin vefatından hic­rî 100 yılına kadar süren za­man dilimidir. Peygamberimi­zin vefatından sonraki bu dönemde bazı sahâbîler hadisleri yazmış veya yazdırmış, fakat bazı sahâbîler hadislerin yazılmasına karşı çıkmışlardır. Hadislerin yazılmasına karşı çıkanlar hadislerle meşgul olanların, Kur’an’ı ikinci planda bırakacağını gerekçe olarak göstermişlerdir. Örneğin Zührî’nin hocası Urve b. Zübeyr’den yaptığı bir rivayet bu doğrultudadır. Bu rivayete göre Hz. Ömer hilafeti döneminde hadisleri yazdırmak istedi. Bunu Peygamberimizin ashabıyla istişare etti. Onlar da yazılması lehinde fikir beyan ettiler. Hz. Ömer bir ay kadar istihare yaptıktan sonra “Ben sünnetleri yazdırmak istiyordum, fakat sizden önceki milletleri düşündüm. On­lar birtakım kitaplar yazdılar, sonra da o kitaplara yöneldiler ve Allah’ın kitabını bıraktılar. Allah’a yemin olsun ki, ben herhangi bir şeyi Allah’ın kitabıyla karıştırmayacağım” diyerek sünnetleri yazdırmaktan vazgeçti.8 Hadislerin yazılmasına karşı çıkan diğer sahâbîler de Hz. Ömer’in endişesine iştirak ede­rek, insanların hadislere yö­nelip, Kur’an’ı ikinci plana at­mala­rın­dan çekinmişlerdir.9 Yok­sa onlar hadisin dinin bir kay­nağı olduğunu inkâr ediyor değillerdi. Bununla beraber hadislerin yazılmasını yasaklayan sahâbîlerin daha sonraları bu düşüncelerinden vazgeçmişler ve bazı hadisleri yazmışlar veya yazmaya teşvik etmişlerdir. Örneğin daha önce yazıya karşı çıkan Hz. Ömer’in ve oğlu Abdullah’ın “İlmi yazarak bağlayın!” dedikleri,10 İbn Mes‘ûd’un hadislerin yazılmasına karşı çıktığı halde,11 oğlu Abdurrahman’ın babasının vefatından sonra bir kitabı gös­tererek bunun bizzat babası ta­rafından yazılmış olduğuna min ettiği rivayet edilmiştir.12 İbn Abbas’ın da hem yazmaya kar­şı çıktığına hem de teşvik ettiğine dair farklı ifadeleri vardır.13 Ebû Hüreyre’nin de hem yazıya karşı çıktığı14 hem de talebesi Hemmâm’a hadis yazdırdığı hem de kendisinin bizzat yazdığına dair rivayetler vardır.15 Bütün bu rivayetler onların ilk dönemlerde hadislerin yazılmasına karşı çıktığını, fakat zaman ilerledikçe bazı hadislerin unutulduğunu görerek yazdıklarını veya yazmaları için etraflarındaki insanları teşvik ettiklerini göstermektedir. Yapılan araştırmalarda hadislerin yazılmasına karşı çıkan sa­hâbîlerin azınlıkta kaldığı görü­lür. Çoğunluğu teşkil eden bîler, hadislerin yazılmasında hiçbir mahzur görmemiş­lerdir. İçlerinden bir kısmı -örneğin Hz. Ali, Enes, Câbir- bizzat hadis­leri yazmışlar, bazıları da etraflarındakilere hadisleri yaz­m­aya teşvik etmişlerdir. Mus­tafa el-A‘zamî İlk Devir Ha­­dis Edebiyatı adıyla tercüme edi­len kitabında hadisleri yazan 50 kadar sahabenin ismini vermektedir.16 Fakat bu dönemde yazılan hadislerin küçük cüzler (sahifeler) şeklinde olduğunu, büyük bir yekûn tutmadığını ve bütün hadisleri toplamaya yönelik bir faaliyet olmadığını da belirtmemiz gerekir. Tedvin Dönemi Bilindiği gibi Peygamberimiz zamanında nazil olan sure ve­ya ayetler yazılıyordu, fakat bu yazılanlar dağınık haldeydi ve bir kitap haline getirilmemiş­ti. Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ömer’in tekli­fiyle Hz. Ebû Bekir zamanında Kur’an, toplanıp iki kapak ara­sında bir araya getirilmiştir. Kur’an’ın cem’inden yaklaşık 90 yıl sonra benzer bir faaliyet de hadisler için yapılmaya çalışılmıştır. Hz. Ömer Kur’an’ın cem’i konusunda girişimde bulunduğu gibi, onun ismiyle müsemmâ olan torunu Ömer b. Abdülazîz de tâbiîn âlimlerinden İbn Şihâb ez-Zührî’nin desteğiyle ezberlerde, sahifelerde, cüzlerde dağınık olan hadisleri toplayıp bir araya getirerek, hadislerin bütününü kaybolmaktan kurtarmaya çalışmıştır. Hadislerin bütününü toplamaya yönelik bu faaliyete de tedvin denilmiştir. Ömer b. Abdülazîz’in resmî olarak hadislerin tedvini için emir verdiği bilinmektedir. Fakat ondan önce Mısır valisi olan babası Abdülaziz b. Mervân da (ö. 86/705) benzer bir teşebbüste bulunmuştur. Rivayet edildiğine göre Abdülaziz b. Mervân 70 kadar Bedir ashâbıyla görüşmüş olan Hıms âlimlerinden Kesîr b. Mürre’ye (ö. 75/694 [?]) bir mektup yazmış ve mektubunda sahâbîlerden duymuş olduğu bütün hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemiş, yalnızca Ebû Hüreyre’nin rivâyetleri kendisinde olduğu için onu istemediğini de belirtmiştir. Hicrî 70 ile 80 yılları arasında vefat eden Kesîr b. Mürre bu emre icabet etti mi, etmedi mi, ettiyse ne kadar hadis yazdı veya hangi hadisleri yazdı, bu konuda kaynaklarımızda maalesef herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.17 Abdülaziz b. Mervân’ın yaptığı veya yapmak istediği hadisleri toplama isteğinin onun oğlu Ömer’de de olduğunu görüyoruz. O da babası gibi hadisleri toplama teşebbüsünde bulunmuş, üstelik bunu şahsi bir iş olarak değil, devletin resmî emri olarak gerçekleştirmek is­te­miş ve bunda başarılı da olmuştur. Hicrî 99 yılında hilafete geçen Ömer b. Abdülazîz, o yıllarda sahâbîlerin büyük bir kısmının vefat etmesiyle, sünnetin yok olmasından endişe etmiş ve bunun önüne geçmek için çareler aramıştı. Bu sebeple başta Medine valisi ve âlimleri olmak üzere her tarafa mektuplar yazarak hadislerin yazılarak toplanması için emirler verdi.18 Buhari’nin rivayetine göre Ömer b. Abdülazîz’in, Medine Valisi Ebû Bekr b. Hazm’a (ö. 117/735) gönderdiği mektup şöyledir: “Rasûlullah’ın hadislerini araştır ve bulduklarını yaz! Zira ben il­min yok olmasından ve âlimlerin göçüp gitmesinden korkmaya başladım. Yazma esnasında Peygamber’in sözünden başkasını kabul etme! Bir de (âlimlere söyle) ilmi yaygınlaştırsınlar. Meclislere otursunlar ve bilenler bilmeyenlere öğretsin. Çünkü ilim gizli bir şey hâline getirilmedikçe yok olmaz”.19 Bazı rivayetlerde halife “Senin yanındaki (Medine’deki) hadisleri yaz ve bana gönder” diyordu.20 Bu konuda İmam Mâlik’de şöy­le demiştir: “Ömer b. Ab­dül­azîz şehirlere sünnetlerin ve fık­hın öğretilmesi için mektuplar yazıyordu. Medine ehline de da­ha önceki uygulamaları ve bun­larla amel edip etmedikle­ri­ni soruyordu. (Vali) Ebû Bekir b. Hazm’dan da sünnetleri kendisi için cemedip, yazıp göndermesini istedi. İbn Hazm kitapları yazdı, fakat Ömer’e gönderemeden önce Ömer vefat etti.”21 Bazı rivayetlerden halifenin ha­­dis­lerin toplanması için yalnızca Medine valisine mektup göndermekle yetinmediği, başkent Şam’da da bir kurul oluşturarak hadisleri yazdırdığı anlaşılmaktadır. Bu kurulun başında da İbn Şihâb ez-Zührî bulunmakta idi. O, bu konuda şöyle demiştir: “Ömer b. Ab­dül­azîz, bize sünnetlerin toplanmasını emretti. Biz de ona defter defter yazdık.”22 Halife bu kurulun çalışmasına zaman zaman iştirak ediyor ve görüş beyan ediyordu. Ebü’z-Zinâd şöyle der: “Ömer b. Abdülazîz’i gördüm. Âlimleri toplamıştı, onlar da sünnetten bazı şeyleri toplamışlardı. Ömer bu sünnet­leri gözden geçiriyor ve kendisiyle amel edilmeyen bir şey geldiğinde ‘Bu fazlalıktır (bunu geçiniz!) amel buna göre değil’ diyordu.”23 Zührî, sünnetlerin toplanma­sın­dan sonra, Ömer b. Ab­dül­azîz’in idaresi altında bulunan her yere bu defterlerden birer nüsha gönderdiğini söylemiştir.24 Yukarıda da geçtiği gibi, Medine Valisi Ebû Bekr b. Hazm, hazırladığı kitabı bitirmeden Ömer b. Abdülazîz vefat etti. Yazılanlar valinin elinde kaldı. İmam Mâlik, Medine Valisi Ebû Bekr b. Hazm’ın oğluna yazılan kitabın ne olduğunu sorduğunu, oğlunun da “Kayboldu” dediğini zikreder.25 Sonuç olarak Ömer b. Abdül­azîz’in hadisleri toplama iste­ği­ni yerine getiren yalnızca İbn Şihâb ez-Zührî oldu. Bu yüz­­den o, “Bu ilmi benim tedvi­nim­den önce hiç kimse tedvin etmedi”26 demiştir. İmam Mâlik ve Abdülaziz b. Muhammed ed-Derâverdî (ö. 187/803) “İlmi (hadisi) ilk tedvin eden İbn Şihâb’dır.” diyerek buna işaret etmişlerdir.27 Tedvin döneminin Ömer b. Ab­dülaziz’in emriyle başladığı ve tedvin döneminin en mühim şahsiyetinin Zührî olduğunda kaynaklarımızda ittifak vardır. Bütün bunlara ilaveten Ömer b. Abdülaziz’in başlattığı bu faa­liyet, âlimler arasındaki “hadis­leri yazalım mı, yazmayalım mı?” tartışmasını büyük oranda bitirmiştir. Sahabe ve büyük tâbiîn döneminde, hâfıza, hadislerin naklinde en önemli vasıta iken, Zührî’nin hadisleri tedvininden sonra hâfıza önemini kaybetmemekle beraber, yazı onun önüne geçmiştir denilebilir. Artık ikinci yüzyıldan itibaren -itiraz eden çok az muhaddis haricinde- bütün muhaddisler hadisleri yazmaya başladılar. Hadislerin yazılması istisnai de olsa peygamberimiz döneminde birkaç sahâbîyle başlamış­tır   Örneğin Zührî kendisinden hadis almak isteyenlere kendi yazılı nüshasını veriyor veya ona ait istinsah edilmiş bir metin ona getiriliyor, ondan rivayet için izin istiyorlar, o da izin veriyordu. Zührî’nin muasırı pek çok muhaddisin de yazılı hadisleri naklettikleri kaynaklarda geçmektedir.28 Bunda Ömer b. Abdülazîz’in devlet başkanı sıfatıyla verdiği emir, onun Hz. Ömer’in torunu oluşu, ilmi, zühd ve takvası, kendi döneminde Emevîlerin zulümlerini bitirmiş olması, Zührî gibi bazı âlimlerin bu konuda ona destek olması, sahâbîlerin büyük bir kısmının ve ilk tâbiîn neslinden olanların bir kısmının vefatıyla hadislerin yok olmaya başlaması endişesi, uydurma faaliyetlerin artması gibi olayların etkisi olmuştur demek mümkündür. Bu dönemden sonra artık –tabiinden birkaç kişi hariç- bütün âlimler hadisleri yazmaya, hatta oldukça hacimli ve konulara göre tasnif edilmiş kitaplar oluşturmaya başladılar. Bu faaliyet daha sonra “Tasnif Dönemi” olarak isimlendirilmiştir. Hadis ilmindeki tedvin daha sonra diğer ilimlerin de tedvinini netice vermiştir. Tedvin ve Oryantalistler Hadislerin yazılması istisnai de olsa peygamberimiz döneminde birkaç sahâbîyle başlamış­tır. Peygamberimizin vefatından son­ra sahabe arasındaki ihtilafa rağmen çoğunluk yazıya taraf­tar olmuştur. İkinci yüzyılın başında tedvinle resmileşmiş, daha sonra yaygınlaşmıştır. Yukarıda bu konu hakkında bilgi sunuldu. Kaynaklarımızda tedvinle ilgili yeteri kadar sahih deliller olduğu halde, bir kısım şarkiyatçılar, bu delilleri mümkün mertebe görmezden gelerek veya çürütmeye çalışarak, hadislerin ikinci yüzyıl sonlarına doğru yazıldığını göstermeye çalışmışlardır. İngiliz W. Muir (ö. 1905) İs­lâm’ın ilk yüzyılında çok azı hariç hadislerin yazılmadığını, Emevîlerin sonlarına doğru ha­dis yazımı başladığını savunmuş, ilk siyer ve hadis kitaplarının Abbâsîler döneminde yazıldığını iddia etmiştir.29 Rein­hard Dozy (ö. 1883), hadislerin ikinci yüzyılda, Duncan Black Macdonald (ö. 1943), ikinci yüzyılın ortalarında, Regis Blachere (ö. 1973), ikinci yüzyılın sonunda, Alfred Guillaume (ö. 1965), Emevîler za­manında ve daha sonraki dönemde yazılmaya başladığını söylemişlerdir.30 Oryantalistlerin hadislerin yazımını mümkün mertebe geç başladığını gösterme çalışmaları, Nabia Abbott (ö. 1981), Fuad Sezgin ve M. Mustafa el-A’zamî gibi ilim adamları tarafından yazılan kitaplarla tenkit edilmiştir. Abbott, başlardan itibaren şifahi rivâyetle yazılı rivâyetin beraberce devam ettiği fikrini savunmuş, Sez­gin Buhârî’nin Kaynakları’nda, A’za­mî de İlk Devir Hadis Edebiyatı ismiyle tercüme edilen Studies in Early Hadith Literatüre adlı kitabında hadislerin Peygamberimiz devrinden itibaren yazıldığını ispat eden malzemeleri derlemişlerdir.31 Kaynakça: 1- İsmail Lütfü Çakan, Hadis Edebiyatı, s. 3. İbrahim Canan, bunu “tesbit, tedvin, tasnif ve Tehzib” safhaları olarak sınıflandırmaktadır. Bkz: Kütüb-i Sitte Terceme ve Şerhi (Ankara: Akçağ Yayınları, 1995), 1/5.2- Müslim, Zühd, bab 16, hn. 72 (3004); Dârimî, Mukaddime, 42/456, 457; ayrıca bkz: Ahmed Yücel, “Hadislerin Yazılmasıyla İlgili Rivâyetlerin Tenkit ve Değerlendirilmesi”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 16-17, 1997-1998, s. 91-121.3- Süyutî, Tedrîb, s. 354.4- Müsned, 3/12. Ayrıca bkz: Ahmed Yücel, a.g.m.5- Dârimî, Mukaddime, 43/490.6- Veysel Özdemir, Abdullah b. Amr ve Es-Sahifetü’s-Sâdıka’sı (Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2008), s. 64. 7- Kitabın tercümesi Beyan Yayınları tarafından yapılmıştır.8- Ma‘mer, el-Câmi‘, 11/257, hn. 20484; Hatîb, Takyidu’l-İlm, s. 49; İbn Abdilber, Câmi‘, 1/274; Süyutî, Tedrîb, s. 354; bu rivâyetin tenkidi için bkz: A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 55.9- Dârimî, Mukaddime, 42/475, 486; İbn Abdilber, Câmi‘, 1/268 vd.10- Dârimî, Mukaddime, 43/503, 504; İbn Abdilber, Câmi‘, 1/308.11- Dârimî, Mukaddime, 42/475, 483. İbn Abdilber, Câmi‘, 1/276, 283.12- İbn Abdilber, Câmi‘, 1/311.13- Dârimî, Mukaddime, 43/505, 506, 510; İbn Abdilber, Câmi‘, 1/275, 280, 316, 14- Dârimî, Mukaddime, 42/478.15- İbn Abdilber, Câmi‘, 1/313, 324.16- A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 34-57.17- Accâc, es-Sünnetu kable’t-tedvîn, s. 373.18- Abdullah b. Dînâr kanalıyla Ömer b. Abdülazîz’in ha­dis­lerin toplanması için Medine valisine, Medinelilere ve bütün beldelere mektup gönderdiği şeklinde değişik rivâyetler gelmiştir. Ömer b. Abdülazîz üç şekilde mektup göndermiş olması mümkündür. Bkz: Dârimî, Mukaddime, 43/493, 494; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 1/257; Koçyiğit, Hadis Tarihi, 203, 204.19- Buhârî, İlim, 34.20- Dârimî, Mukaddime, 43/493, 494. Aynı mealde bir mektubun Basra Valisi Adiy b. Ertat’a gönderildiği rivâyet edilmiştir. Bkz: Ebû’ş-Şeyh, Tabakâtu’l-muhaddisin fi’l-İsbehan (Beyrut: Müessesetu’r-Risale, tsz), 2/190.21- Fesevî, Târîh, 1/443. 22- İbn Abdilber, Câmi‘, 1/331. 23- Kâ‘bî, Kabulu’l-ahbâr, 1/117; Muhammed Accâc el-Hatîb,      es-Sünnetu kable’t-tedvîn, s. 330.24- İbn Abdilber, Câmi‘, 1/331.25- Fesevî, Târîh, 1/443; İbn Hacer, Tehzîb, 7/31226- Kettânî, Hadis Literatürü, s. XXXVIII.27- İbn Abdilber, Câmi‘, 1/320, 331.28- Fuat Sezgin, Buhârî’nin Kaynakları, s. 61.29- Özsoy Demiray, Belkıs, İngiliz Müsteşrik William Muir’in Siyer Kaynaklarına Yaklaşımı, İSTEM: İslâm, San‘at, Tarih, Edebiyat ve Mûsikîsi Dergisi, 2017, cilt: XV, sayı: 30, s. 400 vd.30- Ahmet Yücel, “Kitâbet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 202), 26/81.31- Bekir Kuzudişli, Oryantalizm ve Hadisle İlgilenen Bazı Oryantalistler, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi [Darulfunun İlahiyat], 2003, sayı: 7, s. 154.

İdris TÜZÜN 01 Eylül
Konu resmiTek Sermayemiz, Efendimize (sav) Olan Sevgimiz
Aile ve Çocuk

Bütün mevcudiyetimizle onu sevmek, ona tabi olmak gerekir. Onun bu eşsiz muhabbetine en layık şey, elbette yine muhabbettir. Bütün ümmetinin hadsiz ihtiyaçlarıyla alakadar olan, her fırsatta ümmetini düşünen bu zata muhabbet etmek insanlığımızın ve imanımızın gereğidir. İnsanlığımız onu sevmekle başlar, imanımız ona olan mubabbetimizle kemal bulur. Efendimize muhabbet, dinimizin temelidir.  Sevban adında bir sahabe Allah Resulü’nün (sav) yanına gelerek, “Ey Allah’ın Resulü! Sen bana ailemden ve mülkümden daha sevimli ve sevgilisin. Seni her hatırladığımda sabredemiyor hemen seni görmek için yanına geliyorum. Ben kendi ölümümü ve senin ölümünü düşündüm. Şunu anladım ki, sen cennete girdiğinde peygamberlerle beraber yüce makamlara yükseleceksin. Ben ise cennete girsem de seni göremeyeceğim” dedi. Bunun üzerine Allah Teala, “O halde kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar; Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salih kimselerle beraberdirler. Hem işte onlar, ne güzel ar­ka­daştırlar!”1 ayet-i kerimesini indirdi. Peygamber Efendimiz (sav) hemen o adamı çağırdı ve bu ayet-i kerimeyi okudu.2 *** Resul-i Ekrem (sav) efendimiz, Rabbimizi tanıtan bir rehber, İslamiyet’in ve imanın eşsiz güzelliklerini anlatan bir muallim, dünya ve ahiret saadetini ders veren hikmet sahibi bir önderdir. Efendimiz (sav) kâinatın yaratılış amacını, insanın dünyaya geliş gayesini akıllarda soru işareti bırakmayacak şekilde izah eden bir mürşittir. İnsanları karanlıktan aydınlığa, dalaletten hidayete, buhrandan ve bunalımdan nura ve huzura çıkaran bir yol göstericidir. Resul-i Ekrem (sav) Efendi­mizin davasındaki sarsılmaz duruşu, başına gelen musibetlere karşı metaneti, vazifesini ifa ederken takındığı ciddiyeti ve engeller karşısında ortaya koyduğu sağlam iradesi, övülmüş olan güzel ahlakı, engin hoş görüsü, sınırsız cömertliği davasının hak kendisinin de davasında sadık olduğunun bariz bir delilidir. Efendimiz (sav) kâinatın hem ruhu hem kalbi hem de aklıdır. Hem çekirdeği hem meyvesidir. Varlıkların en kıymetlisi O’dur (sav). Keza varlıkların kıymetini ortaya çıkaran da O’dur (sav). Sevgili Peygamberimize (sav) inzal buyurulan nur yani Kur’an ile şu varlıklar bir anlam kazanmıştır. O’nun irşadıyla ha­yatına yön veren iki cihanda aziz olur, onun irşadından yüz çe­viren iki cihanda hem zelil hem rezil olur. *** Bütün mevcudiyetimizle O’nu sevmek, O’na tabi olmak gerekir. O’nun bu eşsiz muhabbetine en layık şey, elbette yine muhabbettir. Bütün ümmetinin hadsiz ihtiyaçlarıyla alakadar olan, her fırsatta ümmetini düşünen bu zata muhabbet etmek insanlığımızın ve imanımızın gereğidir. İnsanlığımız O’nu sevmekle başlar, imanımız O’na olan mubabbetimizle kemal bulur. Efendimize muhabbet, dinimizin temelidir. Resul-i Ekrem (sav) bir hadis-i şeriflerinde, “Hiçbir kul, ben kendisine aile efradından, ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça gerçekten iman etmiş olmaz”3 buyurmaktadır. Sevgi, varlıkların yaratılış sebebi ve mevcudatın can damarıdır. İnsandaki muhabbet ise alemi kuşatacak dercede geniş, dünyayı kucaklayacak kadar büyüktür. Ama insan bu büyük sevgisini ve bu geniş muhabbetini çoğu zaman yalnızca geçici varlıklara sarfetmektedir. O varlıklar fanidir. Durmuyorlar. Vefat edip gidiyorlar. Bu z/amansız gidişler daima in­sanın canını yakmaktadır. Varlıklara beslenen muhabbetin hazin ayrılıklarla neticelenmesi insanı derinden etkilemektedir. Tükenen ve tüketen ve seveni ızdıraplara garkeden bu muhabbetin çaresi, muhabbetin sahibine muhabbet etmektir. Kalpteki bütün muhabbetleri kalbin sahibi olan Hz. Allah’a yöneltmektir. Ve O’nun sevgili habibi Resul-i Ekrem Efendimize (sav) hasretmektir. Ahiret için en değerli azık Allah Resulü (sav) Efendimize olan sevgimizdir. Bir bedevi Resulüllah’a (sav), “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sorunca Efendimiz (sav): “Kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu. Bedevi: “Allah ve Resulünün sevgisini.” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), “O halde sen sevdiğin ile berabersin.” buyurdu.4 Evet, kişi dünyada kimi sevdiğine çok dikkat etmelidir. Madem kişi sevdiğiyle beraberdir. O halde cennete layık olan kimselere muhabbet etmek gerektir. Mümin ahirette beraber olmak istemeyeceği kimselere gönül vermemelidir. Resul-i Ekrem’e (sav) olan sevgi acıları hafifletir. O’nun sünnetine uymak yolumuzu aydınlar. Günahlarla iç içe şu dünyamızda, kusurlarla dolu şu hayatımızda tek sermayemiz Efendimize (sav) olan sevgimiz ve özlemimizdir. Efendimizi sevmenin alameti ona çokça salavat getirmektir. Tazim ve hürmet göstermek, mahcubiyet hissetmek de onu sevmenin alametlerindendir. Resul-i Ekrem (sav) sevmenin alameti, O’nun sevdiğini sev­­mek­tir. Allah ve Resulüne düş­­manlık edene düşmanlık et­mektir. O’nun sünnetine mu­ha­lefet edene muhalefet etmektir. Peygamberimize olan sevginin alameti, O’nun sünneti ile amel etmek, emirlerine uymak, ya­sak­larından sakınmak, ta ve kolaylıkta genişlikte ve darlıkta onun edebi ile edeblenmektir. Cenab-ı Hak bizleri Efendimizin (sav) sevgisinden ve nurlu yolundan ayırmasın. Amin! Kaynakça: 1- Nisa, 692- Fahreddin Er- Razi, Tefsir-i Kebir, İstanbul 2013, Huzur Yayınevi, c, 8, s. 1443- Buhari, İman, 84- Buhari, Edeb, 95

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Eylül
Konu resmiRisale-i Nur ve Evrim
Risale-i Nur

Risale-i Nur’da direk evrimle ilgili en net ifadeler Osmanlıca İşaratü’l-İcaz tefsirinde yer almaktadır.1 Evrimle ilgili bu ifadelerde Üstad Bediüzzaman özetle, imkân-hudus konusundaki bir kısım izahlara ilaveten “Hayvanlar ve bitkiler dahil her bir canlı türü için birer evvel Adem baba lazım” olduğunu ifade etmiştir. “Bu türlerin her birinin sonradan, yoktan, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i ilahi ile var edildiklerini, yani ezeli olmadıklarını, hâdis olduklarını ve bazı türlerin başka türlerden dönüşerek (evrim yoluyla) meydana geldikleri tevehhümünün de batıl olduğunu” belirtmiştir. “İki ayrı türün çiftleşmesi ile doğan bir tür ya ölür veya nesli kesik olur. Böyle bir tür üreme ile bir silsilenin başı olamaz.” buyurarak evrim iddiasının batıl olduğunun bir delilini de bizlere öğretmiştir. Evet Risale-i Nur’da -birinci dünya savaşı zamanında- ifade edilen bu hakikat bilimsel olarak da doğrulanmıştır. Türden türe dönüşüme (evrime) engel birçok ilahi mekanizma ve kanunlar vardır. Bu kanun ve mekanizmaların bir kısmı şöyledir:- DNA tamir mekanizmaları- Türe has genetik genel kararlılık- Yaşam sürecinde kazanılan özelliklerin genlerle nesillere aktarılamayışı (Örneğin, body yapan bir babanın çocuğunun kaslı doğmaması)- Termodinamiğin ikinci yasası (Çürük evrim hipotezinin tersine işleyen bir yasadır)- Türler arası üremenin engellenmiş olması (Türler arası genetik sürüklenmeye/gen akışına engel bir kanundur).İşte Üstad Bediüzzaman da evrime engel bu birçok ilahi mekanizmadan üreme ile ilgili olanı İşaratü’l-İcaz tefsirinde belirtmiştir. Bilimsel literatüre göre tür; ortak özellikler taşıyan ve çiftleştiğinde verimli döller verebilen, aynı veya yakın gen havuzunda bulunan biyolojik gruptur.2 Yani birbiriyle üreye­meyecek kadar uzak iki ayrı canlı grubuna iki ayrı tür denilir. Üreme kanunlarına göre dört ayrı basamakta evrim engellenmiştir:1- Birbirinden çok farklı iki canlı türü birbiriyle hiç çiftleşemez.2- Çiftleşebilecek kadar yakın olanlarda gebelik oluşamaz.3- Gebelik oluşacak kadar yakın olanlarda sağlıklı gebelik oluşamaz, ya düşükle sonuçlanır veya sakat-ölü doğum gerçekleşir.4- Çiftleşme ve sağlıklı gebelik oluşacak kadar yakın olanlarda sağlıklı doğum gerçekleşse dahi doğan yavru kısırdır, nesli kesiktir. Katır örneğinde olduğu gibi. Kâinatta Değişmeyen Bir Hakikat, Değişimdir Evrim, tanım itibariyle “Tüm canlı türlerin tek bir ortak atadan türden türe geçişlerle oluşumu” iddiasıdır. Buna rağmen bu doğru tanımla hiç uyuşmayacak şekilde “Evrim, popülasyon içi gen ve özellik dağılımlarının nesiller içerisindeki değişimidir” gibi yeni birtakım tanımlar türetilmiştir. Evrimcilerin evrim tanımları sürekli evrim geçirmekte ve şartlara göre uyum sağlamaktadır(!). Bu yeni tanımlar, hakiki manada iddia edilen ve dayatılan evrimi tanımlamamaktadır. Çünkü sadece tür içi hikmetli değişimlere sebep olacak, türden türe dönüşüme yol açmayacak mekanizmaları ifade etmektedir. Var olan, yasa olan, bilimsel ve hakikat olan tüm tür içi değişimlere kasıtlı olarak (mikro)evrim adı verilmektedir. Bu sayede (makro) evrim (türden türe geçiş) ideolojisi lehinde bir algı oluşturulmaktadır. Yine aslında vahdaniyet delili olan canlı türler arası benzerlikler de evrime (türden türe dönüşüm iddiasına) delilmiş gibi sunulmaktadır. Bu konuyu Risale-i Nur ışığında, iki sorunun cevabı ve iki iltibasın analizi olarak ele alacağız:Birincisi, kainattaki ve canlılardaki değişimler Muhdis olan Allah’ın varlığına-birliğine mi yoksa tevhidi inkâr ettiren evrim inancına mı delildir? İkincisi, canlı türler arası benzerlikler Vahid olan Allah’ın varlığına-birliğine mi yoksa tevhidi inkâr ettiren evrim ideolojisine mi kanıttır? Birincisi: Kâinatta değişmeyen bir hakikat, değişimdir. Lakin, doğada evrim tarzında bir değişim yoktur. Her değişime kasıtlı olarak evrim adını takmak ise bir evrimci algı yönetimidir. Bu nedenle materyalist bir batıl ideolojiye hizmet ettiği için adeta sabıkalı hale gelen “evrim” ismini her değişime takmak asla doğru değildir. Çünkü en başta ifade ettiğimiz esas evrim tanımıyla uyuşmayan bu yanlış isimlendirme, var olanı (çevrimleri/mikro değişimleri) var olmayana (makro evrime) dayanak ve kanıtmış gibi göstermektedir. Otuzuncu sözün ikinci maksadı olan tahavvülat-ı zerrat risalesinde Üstad Bediüzzaman hazretleri kainattaki süratli ve dehşetli değişimlerin hikmetlerini ve Yüce Allah’ın varlığına-birliğine nasıl delil olduğunu detaylı şekilde anlatmaktadır. Tüm bu değişimler (tebeddülat/tahavvülat/tekâmül) aynı zamanda ihdasın delilidir. Yani pencereler risalesi otuzuncu pencerede de bahsi geçen ve Allah’ın varlığını ispat eden imkân/hudus delillerinden birinin temelini oluşturur. Değişimler hudusu, hudus ihdası, ihdas (fiili) ise hâdis olmayan bir Muhdisi (Faili), yani ezeli olan bir Yaratıcıyı aklen ispat eder. Maalesef, aslında tevhide delil bir hakikat olan değişimler, evrim adı altında anlatılarak, tevhidi inkâr ettiren evrim inancına delilmiş gibi sunulmaktadır. İkincisi: Yüce Allah tüm canlıları bazı yönlerden benzer yaratmıştır. Evrimciler ise canlı türler arasındaki bu benzerlikleri evrim lehine yorumlarlar. İnsan ile şempanze arasında genetik açıdan %98,7’lik benzerlik olduğunu iddia ederek insanın şempanzeyle ortak bir atadan evrimleştiği algısını dayatırlar. Halbuki bu iddia, içinde birçok yalanı barındıran büyük bir yanılgı ve yanıltmadır. “Bu yalanlar nelerdir, canlı türler arasında niçin benzerlikler vardır ve bu benzerlikler evrimin kanıtı mıdır, ortak bir atayı mı yoksa ortak bir yaratıcıyı mı göstermektedir?” gibi soruların cevaplarını araştıralım: İnsan İnsandır, Maymun da Maymun “Nature” dergisinde 2005 yılında yayınlanan bir makalede3 insan ile şempanze genomu arasında %98,7 oranında benzerlik %1,3’lük fark olduğu iddia edilmiştir. Evrimci camia bu makaleyi, evrime büyük bir kanıtmış gibi göstermeye çalışmaktadır. Halbuki tek bir makale bilimde asla kanıt değeri taşımaz. Bilimsel kanıt piramidine göre meta analiz veya sistematik review düzeyinde bir makale gerekir ki bilimsel kanıt denilebilsin. Bu ise sadece bir araştırma makalesidir. Meta analiz veya sistematik review değerinde bir makale değildir. Bununla birlikte bu makalede dahi iki ayrı bulgu itiraf niteliğinde şöyle ifade edilmiştir: Birincisi: “İnsan ve şempanze­deki ortolog proteinler son derece benzerdir, yaklaşık %29 aynıdır.” denilmiştir. İkincisi ise: “(İnsan ve şempanze genomu arasında) yer değiştirebilen element ekleme oranlarında kayda değer farklılıklar vardır: Kısa serpiştirilmiş elementler (SINE’ler) insanlarda üç kat daha aktifken, şempanzeler iki yeni retroviral element ailesi edinmiştir.” denilmektedir. Dikkat edilecek olursa ortolog proteinler için söylenen hem son derece benzer hem de %29 ifadeleri çelişki arz etmektedir. %29’luk benzerlik demek aslında %71’lik fark demektir. Bu farka rağmen “son derece benzer” gibi bir ifade gerçeği çarpıtmaktır. Bilimde bir tür etik ihlal olan bias (yanlılık) içerir. Yani evrimin kanıtı olarak sunulan bu makalede dahi orotolog proteinler açısından insan ile şempanze arasındaki fark %71 olarak bulunmuştur.3 Ancak evrimciler bu bulgudan hiç bahsetmezler, bu rakamı bilerek ön plana çıkarmazlar. Ayrıca, 2006 yılında yayınlanan daha güncel bir başka makalede4 ise insan-şempanze genetik benzerliği %94, farkı ise %6 bulunmuştur. Ancak buna rağmen evrimciler daha güncel olan bu veriyi de dillendirmezler. Eski %98,7 söylemini kullanmaya devam ederler. Bu dahi evrim savunuculuğunun bilimsel olmadığını, ideolojik olduğunu kanıtlamaya yeter. Bu makalede, Texas Üniversitesinden biyoloji Prof Jeffery P. Demuth ve ark., şempanze ile insan genomu arasında şu ana kadar en azından %6’lık fark tespit ettiklerini, karşılaştırılan 22.000 genden 1418’inde farklılık olduğunu ifade ediyorlar. Tabi bu %6’lık fark içerisinde şempanze ve insan DNA’sındaki gen expressiyonunda yani gen tezahüründe önem arz eden DNA rearrengment yani yeniden düzenlenme bölgelerindeki farklılıklar dahil edilmemiştir.4 Bunlar da ilave edilse iki canlı türü arasındaki genetik fark çok daha fazla çıkacaktır. Bu benzerlik iddiasındaki bir diğer yalan ve çarpıtma şudur: %98,7 genetik benzerlik iddiası gibi %94’lük benzerlik iddiası da genomların tamamı karşılaştırılarak bulunmuş bir sonuç değildir. Çünkü Prof. Steven Salzberg Open Question başlıklı bir makalesinde.5 İnsan genomunun büyük bir kısmının henüz çıkarılamadığını, çıkarılan kısmında da ciddi tartışmalar olduğunu ifade etmiştir. Buna rağmen evrimci camia tarafından benzerlik oranları sanki tüm genomlar çıkarılıp karşılaştırılmış gibi sunulmaktadır. Yani karşılaştırılan küçük bir kısmın en benzer bölümü alınarak bu rakam ortaya atılmaktadır. Bilim kisvesinde, evrim inancı lehinde sunulmak­tadır. 2018 yılında BMC Biyoloji dergisinde yayınlanan makalesinde Prof. Steven Salzberg aynen şunları söylemektedir: “İnsan genomunun ilk yayınlanmasından on yedi yıl sonra bile hala genlerimizin tamamını bulamadık. Cevabın, İnsan Genomu Projesi başladığında herkesin hayal ettiğinden daha karmaşık olduğu ortaya çıktı.” Yani henüz insan genomunun tamamı çıkarılabilmiş değildir ki %98,7’lik bir benzerlik gerçeği ifade ediyor olsun. Kısa RNA sentezleyici genler dahil olmadan bile Prof. Salzberg ve ekibinin sayımına göre toplam insan geni sayısı 46.831’dir. Steven Salzberg insan genomundaki gen sayısı konusunda 10 yıl sonra bile bilim insanlarının tam bir sayıda uzlaşabileceğini düşünmediğini de ifade etmiştir.5 Halbuki %94’lük benzerlik iddiasını ortaya atan evrimci Porf. Demuth’un çalışmasında sadece 22.000 gen üzerinden bir oran verilmiştir. Bununla birikte insan DNA’ sının birçok parçası şempanzeden çok farklıdır. HSG (İnsan spesifik genler) LINE (uzun serpiştirilmiş nükleer elementler), SINE (kısa serpiştirilmiş nükleer elementler), IncRNAs (uzun kodlama yapmayan RNA’lar), ALUS, hızlandırılmış gen bölgeleri (HARs), gen expression bölgeleri insana hastır, şempanzede bunların bir kısmı hiç yoktur, bir kısmı ise çok farklıdır. Skandal YaklaşımlarYine DNA’nın pseudogen, hur­da-çöp ya da junk DNA denilen ve daha önceleri hiçbir işe yaramayan kısımları olarak düşünülen, aslında genom hazineleri olan bölgeleri vardır. İntron da denilen bu bölgeler insan genomunun %90’dan fazlasını oluşturmaktadır. Bu çöp DNA tabiri de evrimcilerin bilim adına utanç olan körelmiş organ tabirlerinden ve skandal yaklaşımlarından biridir. Çünkü son birkaç yılda tespit edilmiştir ki intron DNA bölgeleri hücre ve canlı yaşamında çok büyük görev ve fonksiyonlar üstlenmektedir. Bu bölümler çeşitli RNA’ları kodlar. Yeni yeni bulunmaya başlayan bu RNA’lar, doğrudan protein kodlamasalar da hangi proteinin nerede, nasıl, ne kadar ve ne zaman kodlanacağını, ne zaman durdurulup ne zaman başlanacağını, hangi genin hangi genle ya da hangi proteinin hangi proteinle birleştirileceğini belirlemek gibi yüzlerce çok önemli görev yapmaktadırlar. İşte insan genomunun bu bölgeleri de insana hastır ve şempanzelerle çok farklıdır. Bunlar tespit edildikten sonra pseudogen-junk DNA tabirinden vazgeçilmiştir. Ayrıca 2004 yılında Nature der­gisinde yayınlanan başka bir ma­kalede insan ve şempanze genlerinin sanılanın aksine çok daha farklı olduğu, en önemli aminoasit dizilimleri arasındaki farkın %83 olduğu tespit edilmiştir.6 Makalede aynen şu ifadeler geçmektedir: “Gerçekten de işlevsel olarak önemli genler dahil olmak üzere 231 kodlama dizisinin %83’ü, amino asit dizisi seviyesinde farklılıklar göstermektedir.” Bu makaleyle ilgili olarak Fransa’dan Dr. Jean Weissenbach, 22. kromozomun, genomun %1’ini temsil ettiğini, şempanze ile insan arasında farklılık gösteren daha binlerce gen olabileceğini ifade etmiştir.7 Hepsinden öte bu meselede en önemli nokta şudur: Bir şempanze ile insanın DNA dizilimi benzerliği ne olursa olsun ister %1, ister %99 olsun fark etmez. Çünkü burada mesele dizilim benzerliği değil, bu DNA’nın nasıl kullanıldığıdır. İnsan genomu, insanın hayal edebileceğinin de çok ötesinde, son derece kompleks ve hayranlık uyandıracak şekilde işleyen şaheser bir sistemdir. Hammadde olarak kainattaki her şey tek bir ilkel kuark-gluon plazmasından oluşmuştur, yani her şey alt yapı itibariyle benzer olmak şöyle dursun aynı alt yapıya sahip olduğu halde, aynı atomlardan inşa edildiği halde kâinatta nasıl bir çeşitlilik ve sanat olduğu ortadadır. İşte bu hakikat de maddenin ve sebeplerin tesirinin hiç olduğunu göstermekte, Yüce Allah’ın varlığını, birliğini ve sonsuz kudretini apaçık ispat etmektedir. İnsandaki akıl, bilinç, konuşma, çok farklı diller geliştirerek kompleks konuşma, duygular, ahlak, imar etme, inşa etme, sanat icra etme gibi birçok açıdan sadece insana has özellikler de göz önüne alındığında, insan ile bir hayvan olan şempanze arasında ne derece büyük farklar olduğu açıktır. Bu fark, değil milyar yıllık bilinçsiz hayali bir evrim süreci, faraza sonsuz bir vakit olsaydı dahi yine de bilinçsiz-hayali evrim süreçlerinde kapanamayacak derecede büyük bir farktır. Ayrıca insanlar ile şempanzeler arasında fizyolojik ve anatomik yüzlerce fark vardır. Ünlü hücresel ve moleküler tıp Profesörü Ajit Varki ve bilim insanı Tasha Altheide, çalışmalarıyla bu farkları ortaya koymuşlardır. Bu konuda daha ileri okuma yapmak isteyenler bu bilim adamlarının eserlerine müracaat edebilirler. Benzerliklerin Hikmeti Nedir? Peki madem benzerlik iddiasının iç yüzü böyledir, bu benzerlikler evrim kanıtı değildir ve olamaz. Benzerliklerin hikmeti nedir? Bu benzerlikler niçin vardır? Evet, tüm bu benzerlikler Allah’ın birliğini göstermektedir, bunun için vardır. Yani vahdaniyet delilidir. Allah’ın Vahid isminin tecellisidir. Ortak bir atayı değil, ortak bir Yaratıcıyı göstermektedir. Tüm canlıların aynı tornadan, aynı tezgâhtan çıktığını, bir elden sudur ettiğini ispat etmektedir. Allah’ın birliğinin mührü tüm canlılar üzerine vurulmuştur. Aynı Zat’ın (c.c.) imzası her bir türün üzerine atılmıştır.Ayrıca benzerlik ne olursa olsun, isterse %99,9 benzerlik olsun, Yüce Yaratıcımız bu canlı türleri ayrı ayrı yaratabilir ve zaten öyle yaratmıştır. %100’ü elde etmek için %99’a artı bir ekleyip doğa sahnesine sürmek zorunda değildir. İnsanoğlunu faraza %99’luk canlıdan bozma bir %100’lük canlı ola­­rak yapmamıştır. Bu kolaycılığa ih­tiyacı yoktur haşa! Zira her şe­yi yoktan var eden sonsuz bir kudret sahibidir. “Yanılmışım Tanrı Varmış” kitabının yazarı eski ateist Prof. Antony Flew’in da dediği gibi “Her şey, ancak her şeye kadir bir gücün eseri olabilir.” İnsanın atası şempanze mi, papağan mı, karınca mı, ahtapot mu, yoksa patates mi? Bu insan ve şempanze genom karşılaştırmaları sırf evrime ka­nıt bulabilmek maksadıyla ya­pılmıştır. Buna rağmen görül­düğü gibi fiyaskoyla sonuçlan­mıştır. Aslında bırakalım tamamen algı oluşturan %98,7 rakamını, öyle bir genetik kısmı alıp karşılaştırırlardı ki hiçbir fark çıkmazdı, %100 aynı çıkabilirdi. Ve zaten %100 aynı olan kısımlar var. Lakin sadece şempanzeyle değil başka birçok canlıyla da insan genomu arasında %100 aynı olan kısımlar var. Çünkü gerek şempanzeyle gerek diğer canlı türlerle, birçok ortak noktamız olduğu için genomun bir kısmı zaten aynı olmak zorundadır. Oksijen-su-gıda tüketim araçları, so­lu­num, mide-barsak sistemi, kalp-damar sistemi, üreme sis­temi, boşaltım sistemi gibi birçok sistemlerdeki büyük ortak noktalar, kandaki sitokrom enzimleri, hemoglobin proteinleri gibi birçok maddenin ortak olarak bulunma zorunluluğu, diffüzyon, osmoz, termodinami gibi birçok kanunlara tabi olarak işleyen vücut sistemleri hep ortaktır. Tüm canlılar aynı dünyada yaşamaktadır. Bütün bunlar genomun bir kısmını, benzerlik şöyle dursun, aynı kılmak zorundadır. Bununla beraber mesela bakınız; şempanze 48 kromozoma sahipken, patates aynen insan gibi 46 kromozoma sahiptir. İnsan gözü ahtapot gözüne daha yakın bulunmuştur. Sosyalliğimiz karıncalarla, konuşmamız bülbül ve papağanlarla bizi daha benzer kılar. Bu bizim ahtapottan, karıncadan ya da papağandan dönüştüğümüz anlamına mı gelir? İnsanın atası hangisidir? Şempanze mi, papağan mı, karınca mı, ahtapot mu, yoksa patates mi? Bizim görevimiz evrim mitolojisini yıkmaktır… Burada İslam’ı tahrif etmeye çalışan modernistlere kapılıp gitmiş Müslümanlara yani “Allah evrimle yaratıyor olamaz mı? İn­sanı şempanzeden dönüştür­müş olamaz mı” diyenlere de batıldan kurtulup hakikati kavramaları için şu örneği verebiliriz: Bir usta 99 birimlik bir sanatı yapıp yanına 100 birimlik bir başka sanatı ayrıca yapabilir, iki­sini ayrı ayrı sergileyebilir. 99’a artı bir ekleyip yapmak zorunda değildir. Mesela bir ressam, bir dağ bir ağaç çizerek bir remi yapar, sergiye koyar. Sonra yeni ve boş bir tuval alır, ona da bir dağ, bir ağaç, bir de çiçek çizer ve bu resmi de ilk resmin yanına koyarak sergiler. Yoksa evrimci düşünce gibi ilk resmi tekrar ele alıp bir dağ bir ağacın yanına bir çiçek ekleyip yani birincisini bozup, ikincisini birinciden dönüştürerek yapmaz, buna mecbur da değildir. Evet mümkün ayrıdır, vaki ayrıdır, hayal ayrıdır, gerçek ayrıdır. Bu konuda Prof. Pierre Paul Grassi bakınız ne diyor: “Bugün bizim görevimiz evrim mitolojisini yıkmaktır. Hayal kurmaya karşı bir yasa yok, ama bilim buna dahil edilmemelidir.”9Yaratıcımız olan Yüce Allah di­le­­seydi üç başlı ejderha da ya­ra­­ta­­bilirdi ama yaratmamıştır. Ay­nen bunun gibi Yaratıcımız ev­rimi (yani türden türe geçişi) ira­de etmemiştir, bilakis bunu engellemiştir. Bizi maymundan veya herhangi başka bir hay­­van­dan dönüştürmemiştir. Ön­ce ata­mız Âdem peygamberi (as) top­raktan ve insan neslini de sudan yaratmıştır. O’nun gü­cü, sanatkarlığı bunu yapma­ya yeter. Nasıl ki güneş için bir cam parçasından yansımakla mil­­­­yarlarca cam parçasından yan­­­­sımak aynıdır, güneşe hiçbir zorluk yoktur. Allah’ın kudretine de 99’a artı bir ekleyip yaratmakla sıfırdan direk 99 birimlik canlıyı ayrı, 100 birimlik canlıyı ayrı yaratıp sergilemek aynıdır, aralarında hiçbir fark yoktur. Ali İmran 59, Secde-7, Nuh-17, Nisa-1. ayetler gibi on­larca Kur’an ayetiyle de nasıl ya­rattığını bize açıkça öğretmiştir. Büyük Patlama Büyük patlama kâinatın yoktan yaratıldığını ispat ettiği gibi, biyolojik büyük patlama, kambriyen canlılık patlaması, odontod patlaması, arkelerin patlaması… gibi nice patlama dönemleri de Yüce Allah’ın evrim tarzında yaratmadığını, bilakis her türü ayrı ayrı bir anda yaratıp yeryüzüne yaydığını bilimsel olarak da ispat etmektedir. Zaten bu sayede ekosistem ve besin zinciri kurulmuştur. Yoksa canlılar daha var olur olmaz ölür ve yok olurlardı. Muhtaç oldukları diğer canlıların milyon yıllık evrim süreçlerinde oluşup besin zincirindeki yerlerine eklenmelerini beklemeleri mümkün değildir. Madem tüm bu canlı çeşitliliği vardır ve tüm canlıların tüm ihtiyaçlarını her yönden karşılayan besin zinciri vardır, öyleyse apaçıktır ki evrim yoktur, yaratılış haktır. Gençler! Ateist evrimcilere kapılıp gitmiş olan gençlerimize de gerçeği görebilmeleri için anlatılması gereken bir hakikat şöyledir: Gördüğünüz gibi bilim güncelleniyor ama evrimciler aynı yerde takılıp kalmış, güncelliğini ve geçerliliğini çoktan yitirmiş olan %98,7 genetik benzerlik iddiasını kanıtmış gibi sunmaya devam ediyorlar. Ortada gerçek bir kanıt yoktur. Sadece kanıt iddiaları vardır. Bakınız meşhur evrimci bilim adamı Alexander Oparin bu konuda ne diyor: “Aradığımız şey eğer evrime kanıt ise, onu hiçbir zaman bulamayacağız.”10 Karl Popper’in de dediği gibi: “Evrim bilimsel kriterleri karşılamıyor. Çünkü deneysel ve gözlemsel değildir. Evrim metafiziksel bir araştırma programıdır.”11 Her akıl sahibinin şunu iyi düşünmesi gerekir: Evrimcilerin iddiasına göre madem bilinçsiz, kör, doğal evrim süreçleri insanın %98,7’sini yapmış, emek emek maymun seviyesine kadar getirmiş. Evrimci bilim adamları buyursunlar, şempanze üzerinde de deney yapsınlar. Suni yollarla, radyasyon vererek vs. mutasyon oluştursunlar. Gene­tik makas olan gen CRISPR teknolojisini de kullansınlar. İnsanla şempanze arasındaki %1,3’lük farkı laboratuvarda kapatsınlar. Bir maymunu insana dönüştürsünler. Milyar yıllık kör süreçlerde bilinçsizce olan bir gelişimin sadece 100’de 1’i, bilinçli bilim adamlarının hünerli elleriyle neden olamasın? Neden olamıyor? Çünkü olamaz. Çünkü evrim yoktur. Türden türe geçişe ilahi izin yoktur. Bilakis evrim yukarıda da bahsettiğimiz gibi ilahi kanunlarla engellenmektedir. Bu tür deneylere girişilse türden türe bir geçiş olamadan canlı ya ölür ya da sakat kalır. Yıllarca drosophila melanogaster sineği üzerinde yapılan mutasyon deneylerinin sonuçsuz kaldığı gibi. Bu deneylerde tüm sinekler ya öldü ya da sakat kaldı. Evrim dedikleri şey gerçekleşmedi. Bu konuda Prof. Michael Behe de tespit ettiği bu hakikati şöyle ifade ediyor: “Tokyo Üniversitesinden bir grup araştırmacı, insan ve şempanzelerin 21 ve 22. Kromozomlarının genetik alfabesindeki bütün harfleri karşılaştırarak bir çalışma yaptılar.12 Buldukları sonuç ise son derece önemli, çünkü iki canlı türü arasında daha önceden kabul edilenden çok daha büyük bir fark olduğu ortaya çıktı. Bu sonuç, en azından insanın menşei açısından Darwin’in teorisini büyük bir açmaza sokuyor. Mesela insan gözü ile ahtapot gözü neredeyse birbirinin aynısı. Ama bu elbette ahtapotlarla akraba olduğumuz anlamına gelmiyor. Bu iki göz yapısının ortak atadan değil, tek bir yaratıcının ilminden kaynaklanan bir dizayn olduğunu kabul etmek daha mantıklı.”13 Kaynaakça: 1- Osmanlıca İşaratü’l-İcaz, s. 1372- https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCr3- The Chimpanzee Sequencing and Analysis Consortium. Initial sequence of the chimpanzee genome and comparison with the human genome. Nature (2005): 437, s. 69-87.4- Jeffery P. Demuth, Tijl De Bir, Jason E. Stajich, Nello Cristianini, Matthew W. Hahn. The Evolution of Mammalian Gene Families. PloS ONE 1 (2006): e85, doi: 10.1371/journal. pone. 0000085. 5- Steven L. Salzberg. Open questions: How many genes do we have? BMC Biology (2018): v. 16, article number: 94.6- Watanabe H., Fujiyama E., vd. (2004): DNA sequence and comparative analysis of chimpanzee chromosome 22. Nature 429, 382-388.7- Nelson L. (2004): First chimp chromosome creates puzzles. Nature Science Update, 27 Mayıs 2004. 8- Charles Darwin, (1887): Life and Letters, (ed) Francis Darwin (New York: Appleton). c. II, s. 67.)9- Evolution of Living Organisms, s.103.10- Alexander Oparin (1961): Life İnş Nature, Origin and Development Oliver & Boyd, s. 33. 11- Karl. R. Popper, Darwinism as an Metaphysical Research Program, s. 144-145.12- DNA sequence and comparative analysis of chimpanzee chromosome 22, The International Chimpanzee Chromosome 22 Consortium. Nature (2004), 429: 382–388. 13- https://www.haberlotus.com/prof-behe-darwine-karsi - itirazimiz-bilmediklerimizden-degil- bildiklerimizden-kaynaklaniyor/   

Umut Muhammed Said ÇAVUŞ 01 Eylül
Konu resmiÜlkemizde Kullanılan İlk Elektrikli Otomobil, Sultan 2. Abdülhamid İçin Üretilmişti
Tarih

Son yıllarda elektrikli otomobillerin kullanımı giderek yaygınlaşmaktadır. Muhtemelen yakın gelecekte benzin ve dizel yakıtla çalışan otomobillerin yerini büyük oranda elektrikli otomobiller alacak. Elektrikli otomobillerin tarihi incelendiğinde, aslında 1800’lü yıllarda üretilmeye başlandıkları, hatta benzinli otomobillere göre ilk aşamada daha çok tercih edildikleri anlaşılmaktadır. Ancak zamanla benzinli otomobillerin üretiminde yaşanan gelişmeler ve daha ekonomik olmaları, elektrikli otomobillerin çok da tercih edilmemelerine yol açmıştır. Tüm dünyada olduğu gibi 1800’lü yıllarda Osmanlı Dev­leti’nin gündemine ilk aşamada buharlı arabalar girmişti. Hatta Takvim-i Vekayi’nin 26 Eylül 1832 tarihli sayısında buharlı arabadan bahseden bir haber yer almıştır. İlk buharlı otomobil İngiliz mühendis Richard Trevithick tarafından yapılmıştır. Onun yaptığı otomobil saat­te 13 km hızla gidebiliyordu. Ondan sonraki yıllarda dünyanın ilk buharlı lokomotifini yapan da Richard Trevithick olmuştu. Osmanlı Devleti’nde de buharlı otomobil kullanılabilir mi diye düşünülmüş ancak ne kadar ekonomik ve ticarî değere sahip olabileceği üzerinde tereddüte düşülmüştür. 1861 senesinde iki yabancı girişimci, bu konuda faaliyette bulunmak için izin istemişlerdir. Osmanlı bürokrasisi, buharlı otomobillere çok soğuk bakmamış ancak iyice araştırıldıktan sonra böyle bir işe girişilmesi yönünde karar kılmışlardır. Bir Beygirlik Elektrikli Otomobil Sultan 2. Abdülhamid için imal edilen elektrikli otomobil bir beygir gücündeydi. The Engineer Dergisi’nin 14 Eylül 1888 tarihli sayısında Türkiye’nin Sultanı için Immisch tarafından bir elektrikli arabanın imal edildiğinden bahsediliyordu. Habere göre bu otomobilin bir beygirlik motoru vardı. Ayrıca 20 amperlik bir akım ve 48 voltluk bir elektromotor kuvvetine sahipti. Otomobilin gücü, 24 küçük akümülatör vasıtasıyla sağlanmaktaydı. Bu akümülatörler, koltukların altındaki boşluklara yerleştirilmişlerdi. Otomobilin saatte 10 mil hızla 5 saat boyunca gitmesi hedeflenmişti. Ancak yapılan tecrübelerde bu hedefe ulaşılamamıştır. Otomobilin ağırlığı yaklaşık 500 kiloydu. Akümülatörlerin ağırlığı ise 320 kiloya yaklaşıyordu. Arabanın gidişi iyi görünüyordu. Direksiyon, ayak konulan yerden çıkan bir şaft üzerine yerleştirilmişti. Gaz pedalı, daha kullanışlı bir noktaya konulabilirdi. Sultan 2. Abdülhamid İçin Hazırlanan Elektrikli Otomobil Abdulhak Hamid (Tarhan) Bey, Londra Sefâreti başkâtipliği yaptığı sırada, yazdığı jurnallerle Londra’daki gazetelerde yayınlanan ve Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren hususları İstanbul’a bildiriyordu. Bu jurnallerden 16 Mart 1889 tarihlisinde (BOA, Y.PRK.EŞA, 9/19) Sultan II. Abdülhamid için imal edilen elektrikli otomobilden bahsetmiştir. Buna göre İngiliz prenseslerinden birisinin başkanlığında, İngiltere’nin önde gelen kadınları, bir hastaneye yardım kampanyası düzenle­miş­lerdi. Bu yardım kampanyası için “Albert Hall” adı verilen bir müzik evinde bir sergi açmışlardı. Sergilenenler arasında, Sultan II. Abdülhamid için yapılan elektrikli otomobilin de bulunduğu İngiliz gazetelerinde yer almıştı. Hatta bu sergi sırasında ziyaretçiler için otomobilin bir tecrübesi de yapılmıştır. Osmanlı Devleti’nin Londra büyükelçisi Rüstem Paşa, Osmanlı Sultanı için yapılan bir otomobilin izin almadan bu şekilde sergilenmesine tepki gösterdi ve otomobili imal eden Messrs. Immisch and Co. şirketine memnuniyetsizliğini bildirdi. Abdulhak Hamid (Tarhan) Bey, 1852 senesinde dedesi­nin Bebek’deki konağında dün­yaya gelmiştir. Dedesi Abdul­hak Molla, hekimbaşıydı. Ba­bası Hayrullah Efendi ise Os­­manlı’nın Tahran sefiriydi. Ha­ri­ciyedeki ilk görev yeri olan Paris Sefaretine ikinci kâtip olarak atandı. 1880’de Berlin Sefareti kâtipliğine, 1883’de ise Bombay şehbenderliğine atandı. Bombay’dan dönerken Beyrut’ta eşi Fatma Hanım’ın vefatı üzerine meşhur Makber şiirini yazdı. Ardından Londra Sefâreti başkâtipliğine atandı. Bu görevi sırasında elektrikli otomobil ile ilgili gelişmeleri takip ediyordu. Londra Sefiri Rüstem Paşa, İstanbul’a gönderdiği 24 Mayıs 1889 tarihli tahrirat (BOA, Y.PRK.EŞA, 11/5) ile elektrikli otomobilin tecrübesinin yapıldığından bahsediyordu. Tecrübenin başarılı olmasının ardından elektrikli otomobil, deniz yoluyla İstanbul’a gönderilmişti. Rüstem Paşa, bu tahriratı yazarken, otomobilin İstanbul’a gönderilmesinin üzerinden 15-20 gün geçtiğini ifade etmiştir. Aynı belgede Rüstem Paşa, bir de elektrikli sandaldan bahseder. Elektrikle hareket eden sandalın iki defa tecrübe edildiğini, oturulan yerden sandalın dümeninin kullanılabilmesi için çalışmalar yapıldığını ve yakında yapımının tamamlanarak İstanbul’a gönderileceğini anlatmaktaydı. Bu durum elektrikle çalıştırılması düşünülen tek aracın otomobil olmadığını göstermektedir. Rüstem Paşa’nın tahriratı, Hazine-i Hassa Nazırı Agop Paşa tarafından 4 Haziran 1889 tarihli yazı (BOA, Y.PRK.HH, 21/40) ile Sultan 2. Abdülhamid’e sunulmuştur. Londra Sefîri Rüstem Paşa’nın, babası İtalyan, annesi ise Rum asıllıydı. Osmanlı Dev­leti’nde görev yapmadan önceki adı Kont Chimelli di Marini’ydi. Moskova’da sefir olarak görev yaparken, Lübnan Mutasarrıflığı’na atandı. Daha sonra 1885-1895 seneleri arasında Londra Sefîri olarak görev yapmıştır. İlk elektrikli otomobille ilgili aşamaları takip eden kişi, Rüstem Paşa’ydı. 20 Kasım 1895’de görevi başındayken vefat etmiştir. Elektrikli otomobil, İstanbul’a getirildikten sonra bizzat Sultan 2. Abdülhamid tarafından Yıldız Sarayı’nda tecrübesi ya­pıl­mıştır. Sultan, böyle bir icat­tan son derece memnun kal­mış, imalatını yapan İngiliz mühendisler Moritz Immisch ve Magnus Volk’u 5. dereceden Mecidî nişanı ile ödüllendirmiştir. Bu sayede tanınırlıkları artan mühendislerin ünleri birçok ülkeye yayılmıştır. Sultan 2. Abdülhamid’in daha önceden birçok bilimsel buluşta, bilim adamlarına sağladığı desteklerin bir örneğini burada da görmekteyiz. Bu tarz tüm insanlığa fayda sağlayan buluşları yapanları, ister Osmanlı vatandaşı olsun isterse başka ülkelerin vatandaşı olsun her daim desteklemiştir  

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiAllah, Misafirlerini Yolda Bırakmaz!
İnsan

İnsan bir yolcudur. Âlem-i ervahtan başlayan bu yolculuk anne karnından, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan geçerek ölümle birlikte kabre uğrayıp ebediyete devam eder. İnsan bu yolculuğu sırasında şu geçici dünyada bir misafirdir, misafirhane sahibinin emir ve yasaklarına göre hareket etmelidir. Dünya fanidir, ahiret yurdu ise ebedidir. İnsanın bu dünyaya nispeti, ancak bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip de kalkıp giden bir yolcu gibidir. İnsan bu dünya misafirhanesinde seyahat eden bir yolcu olduğunu unutmamalı! Nasıl ki, insan birkaç haftalık kısa bir seyahate çıksa, gideceği yer için hazırlık yapar, mevsimine göre uygun kıyafetler hazırlar, yol boyunca yeme-içmesini planlar. Aynen bunun gibi, ebedi ahiret yolculuğu için bize lazım olan salih amelleri işlemeli, ahiret azığımızı tedarik etmeliyiz. İnsan, ibadet için yaratılmıştır. Bu dünyada işlediğimiz salih ameller ahirete gönderdiğimiz ve karşılığını Allah’ın rahmetinden ve kudretinden beklediğimiz en güzel şeylerdir. Mesela, oruç öyle kıymetli bir ibadettir ki, sevabını Allah’tan başka kimse bilmez. Namaz kılmak, zekât vermek ve hacca gitmek vb. yapmış olduğumuz ibadetler, Allah’ın bize bahşetmiş olduğu nimetlere karşılık teşekkür yerine geçer. Cennet ise Allah’ın mümin kullarına lütfu ve ihsanıdır. Allah her şeye kâdirdir. Cenneti yaratmak bir bahar kadar ona kolaydır, baharı yaratmak bir çiçek kadar ona rahattır. Hayatı veren kim ise ölümü yaratan da odur. Misafiri olduğumuz şu dünyada hastalandığımız zaman şifa veren odur. Ne zaman dara düşsek ona sığınırız. İmtihan icabı başımıza gelen bela ve musibetleri de ancak onun yardımıyla aşabiliriz. Çünkü o her şeye gücü yeten, âlemlerin rabbi yüce Allah’tır! İnsan için dünyanın misali, ebedi ahiret yolculuğunda önüne çıkan bir taş gibidir. Allah misafirlerini yolda bırakmamak için o taşı elbette kaldıracak ve asıl vatanımız olan cennette inşallah biz müminleri ağırlayacaktır. Dünya bir misafirhanedir, insan ise içinde az duracaktır. Bu kısa ömürde insan için en lüzumlu şey, iman ve ubudiyettir. Bunlar ahirette karşımıza çıkacak olan yegâne kurtuluş vesilesidir. Şu dünya misafirhanesinin sahibi her şeye gücü yeten yüce Rabbimizdir. O, misafirlerini asla yolda bırakmaz. Yolumuza çıkan taş, dünya kadar büyük de olsa o taşı kıyametle önümüzden çekip alır, bizi huzuruna kabul eder.

Ali CİRİT 01 Eylül
Konu resmiEy Hamiyetli İhvân-ı Vatan!
Risale-i Nur

İsrâfât ve hilâf-ı şerîat ve lezâiz-i nâ-meşrûa ile tekrar ihya etmeyiniz. Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihâd-ı millet ve meşrûtiyet ile rahm-i mâdere geçtik. Neşv ü nemâ bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesâfe-i terakkîden, inşâallâh mu‘cize-i Peygamberî (asm) ile, şimendifer-i kânun-u şer‘iye-i esâsiyeye amelen ve burâk-ı meşveret-i şer‘iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engîz sahrâ-yı kebîri zaman-ı kasîrde tekemmül-ü mebâdî cihetiyle tayyet­mekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsâbaka edeceğiz. Zîrâ onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz bir­denbire şimendifer ve balon gibi mebâdîye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi‘-i ahlâk-ı hasene olan hakîkat-i İslâmiyenin ve isti‘dâd-ı fıtrînin ve feyz-i îmânın ve şiddet-i cûun hazma verdiği teshîl yardımıyla fersah fersah geçeceğiz.Nasıl ki vaktiyle geçmiştik. (Mektubat, 487)

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiBu Yolda İhlâs, Sadâkat ve Sebat Lazımdır
Risale-i Nur

“Risaletü’n-Nur, kendi hâlis ve sadık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanca bedel ve pek çok kıymettar neticeye mukabil, fiyat olarak o şakirdlerden tam hâlis bir sadâkat ve daimî sarsılmaz bir sebat ister.”  Bu zamanda imana hizmet etmek çok kıymetli ve ağır bir defineyi, etrafı düşmanlarla do­lu dikenli bir araziden geçirip emin bir yere taşımaya benzer. Hem düşmanlarınızla amansız bir mücadele ve mücahede içinde olacaksınız, hem de ayaklarınıza dikenler batsa da acısına tahammül edip yolunu­za devam edeceksiniz. Aynı zamanda da defineyi muhafaza edeceksiniz. Ta mahall-i maksuda vasıl olup vazifeyi güzelce bitirmenin büyük mükâfatını kazanasınız. Yani bu yolda sadakat, sebat ve ihlas yoldaşınız olacak. Onlarla yolları ve engelleri aşacak lakin aşınmayacaksınız. ediüzzaman Hazretleri bu hakikate şu cümlelerle işaret ediyor: “Risaletü’n-Nur, kendi hâlis ve sadık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanca bedel ve pek çok kıymettar neticeye mukabil, fiyat olarak o şakirdlerden tam hâlis bir sadâkat ve daimî sarsılmaz bir sebat ister.”1 Sevgili Üstadımız, Risale-i Nur talebelerinin bu ulvi hizmeti yaparken tam bir inayet altında Allah’ın tevfikiyle nasıl muhafaza edildiğini de şöyle açıklar: “Eski zamandan beri hiçbir cemaat, Risale-i Nurun şakirdleri kadar hak ve hakikat mesleğinde pek çok iş görmekle beraber, pek az zahmetle kurtulmamışlar. Bizim hizmetimizin ondan birini yapanlar, zahmetimi­zin on mislini çekmişler. De­mek biz daima şükür ve El­ham­dülillah dedirten bir hal­deyiz.”2 Şimdi bu hakikatler penceresinden bazı hizmet ölçülerini tespite çalışalım. Ölçü: Rıza Yolu Meşakkat ve İmtihan Dolu, Sabırla Maksuda Ulaşır Yolcusu Hz. Üstad, Risale-i Nur’da Nur talebelerinin hizmetlerinin mükafatı olarak imanla kabre gireceklerine ve dünyevi/uhrevi sayısız nimetlere, sevaplara nail olacaklarına dair pek çok izahat yapmıştır.3 Fakat bu büyük nimetler kolayca elde edilmez. Mühim fiyat ister. Enfüsi ve afaki çok düşmanlar ve manilerle mücadele ve mücahede etmek gerekir. Öncelikle kendi alemimizde nefis, şeytan ve hissiyat-ı süfliyenin taarruzlarını (ihlas ile Allah rızasını esas tutmakla) defetmeliyiz. Sonra da hariçten bizi kendine mıknatıs gibi çeken dünyanın, ehl-i dalalet ve gafletin tasallutlarından kendimizi (sadakatle) korumaya çalışmalıyız. Yolun zorluklarına karşı yılmadan, düşmanların hücumlarına karşı yıkılmadan, Cenab-ı Hakk’ın bizlere ihsanı olan pek kıymettar “hizmet emanetini” (sebat ile sağlam durup yılmamakla) muhafazaya gayret etmeliyiz. Gerekirse dava için nefsimize, dünyaya küsüp şeytan ve ehl-i küfre karşı cihad-ı ekber ile mukabele etmeliyiz. Üstadımızın şu sözünü kendimize rehber etmeliyiz: “Hizmet-i Kur’âniyede bulunana; ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlâs ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’âniyede bulunsun.”4   Ölçü: Kem Âlât ile Kemâlât Olmaz İnsan, imana hizmet için en büyük cihadı en evvel nefsine karşı yapar. Çünkü alçak hisler, nefs-i emmarenin sevkiyle ulvi vazifelerinden vaz geçirmek veya yolundan saptırmak için insanı kuşatırlar. Riya, rekabet, kıskançlık, haset, düşmanlık, cimrilik, menfaat-i şahsiye, makam sevgisi, hırs-ı dünya, çekememezlik gibi süfli hisler yolumuzdaki dikenlerdir. Bunları terke çalışmak nefse çok ağır gelir. Bunların yerine samimiyet, fedakârlık, cömertlik, cesaret, gayret, ciddiyet, himmet, hamiyet, sabır, sebat, sadâkat, metanet, ittihad, ittifak, muavenet, müzaheret, muhabbet, uhuvvet gibi ulvi sıfatları yerleştirmek ise çok zahmetli ve meşakkatlidir. İhlası kazanmak ve muhafaza etmenin mühim bir şartı da insanın nefsani arzularını gemlemesidir. Yoksa rıza-yı İlahiyi elde edemez. Süt gibi safi bir nimet olan ihlâs, kan, irin ve pisliklerle dolu hissiyat-ı süfliyenin yollarından geçecek ama onlardan hiçbirine asla bulanmadan/bulaşmadan tertemiz kalmalıdır. Yoksa safiyetini kaybeder. Yani kem âlât ile kemâlât elde edil(e)mez. Süfli hislerin karıştığı bir hizmetle ihlas-ı etem kazanılamaz. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu noktayı şöyle belirtir: “Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar, daha ziyade sevinilir memnun olunur. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimi bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade olan tesirlerini ve yardımlarını müftehirâne (gurur duyarak) alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekābetkârâne o hakiki kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor. Ve o hâl ile ihlâs kaçar.”5 Kaynakça: 1- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 178. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Kastamonu Lahikası, 11. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Bkz, Kastamonu Lahikası, 19. 24.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha4- Lemalar, 44. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha5- Asa-yı Musa, 232. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Eylül
Konu resmiUsturlâb
Kültür ve Medeniyet

Usturlâb (astrolab), Arapça kökenli bir kelimedir ve “Yıldız tutan” anlamı taşımaktadır. Müslüman gökbilimci âlimlerin muhteşem dehâlarının ürünü bir icat olan usturlâb çok yönlü bir gök âletidir. Güneş ve yıldızların ufuk yüksekliğini ölçmek ve buna bağlı olarak zamanı belirlemek için kullanılmıştır. Ayrıca coğrafya, astronomi, astroloji, matematik, denizcilik gibi alanlarda hem gözlem hem de hesap yapmak, geceleri yıldızların gözlemlenmesi, gündüzleri güneş hareketlerinin takibini mümkün kılarak zaman ile ilgili problemlerin çözümünde kullanılan küçük bir astronomi aracıdır. Usturlâb denizciler, haritacılar, astronom ve muvakkitler tarafından XVIII. yüzyıla kadar kullanılmıştır. Usturlâb, bilimsel ve teknik özelliklerinin yanında birer sanat eseri olarak da bilim tarihinde özel bir yere sahiptir. Bu şekilde Bat­tâni, 1 güneş yılını 365 gün 5 saat 46 da­kika 24 saniye ola­rak ölçmüş ve ast­ro­nomi biliminde önemli bir iz bırakmıştır. Av­ru­pa’da XIII. ve XIV. yüz­yıl­larda yay­gın ola­rak kulla­nı­lan ve XVIII. yüz­yıldan sonra ta­ma­men ter­­­ke­­di­len Usturlâb, Os­man­lı’da aynı yıl­larda ya­pımı ve kullanımı daha kolay olan rubu’ tahtasının yaygınlaşmasıyla önemini yitirmiştir. Genelde pirinçten, bazen gü­müş, bronz ve tahta gibi malzemelerden yapılan, çapları genelde 10-20 cm olan usturlâbın bazen de avuca sığacak kadar küçük ya da çapı birkaç metreyi bulanlarına da rastlanır. Usturlâb, ana parça ve ona bağ­lanan üç ayrı parçadan oluşmaktadır. Ana parçanın iç kısmına şehrin ve yakın ülkelerin isimlerini içeren yazı ve işâretler işlenmiş plaka, onun üzerine gezegenlerin astronomik çi­zim­lerinin bulunduğu plâ­ka olan ikinci parça gelir. İki plâkanın üzerine 360 derece dönebilen, ayların, burçların ve bazı yıldızların isimlerini içeren üçüncü parça eklenir. En üste, üç ayrı parçayı birbirine bağlayan ve işâret çubuğu olarak kullanılan dördüncü parça gelir. Günümüzdeki mekanik saatlerin atası olarak kabul edilen usturlâbın çalışma prensibi ana­log saatlere benzemektedir. Saat­lerde on iki saati belirten numaralar varken, usturlâbta yirmi dört saat vardır. Numara yerine o numaraya karşılık gelen açısal değer yazılmıştır. Saat ve usturlâbta öğlen on iki tam yukarıyı göstermektedir. Saatte, akrebin bulunduğu pozisyon güneşin hareketi dönerken, usturlâbta da aynı dönüş şebekenin döndürülmesi ile yapılmaktadır. Usturlâbta tarih hesabı burç takvimine göre yapılır. Aylar burçlarla ifade edilmektedir. Güneşin hangi burçta bulunduğu tespit edilir ve usturlâb ona göre kullanılır. Usturlâbın şebekesi üzerinde bulunan iç yuvarlak burç takvimini göstermektedir. Güneş bu yuvarlak içinde tarih ilerledikçe saat yönünün tersine dönmektedir. Usturlâbın içinde bu­­lunan levhalar sadece belirli en­­lemlerde geçerlidir. Enlem değiştiği zaman hesaplar hatalı çıkar. Bu nedenle usturlâbta birden fazla enlem levhası bulunmaktadır. Gidilecek ülke veya şehirlerin ayrı ayrı plâkaları bulunur, o yere geldiklerinde ölçümün doğru olması için oraya ait plâkalar takılırdı. Böylece kusursuz bir doğrulukta ölçüm yapılırdı. Tüm bu hesaplamalar usturlâbın gösterdiği yıldız, güneş, ay konumlarına göre âletin arkasındaki cetvel kullanılarak ölçülmektedir. Bu işlem sırasında aletin dik tutulması gerekir. Bu nedenle birçok usturlâbın üzerinde bir yere asılmasını sağlamak için bir halka bulunmaktadır. İslâm medeniyetinin ilme ve bilime verdiği değerin bir ne­ticesi olarak VIII-XIV. yüzyıllar arasında Bağdat’tan En­­dü­lüs’e tüm İslâm coğrafya­sın­da insanlığı aydınlatan “İs­lâm’ın altın çağı” yaşandı. Usturlâbın kökeni her ne olur­sa olsun bu âlet, kıbleyi, na­maz ve oruç vakitlerini belir­le­yebilmek is­­teyen Müslüman gökbilimci­ler tarafından geliştirilerek kullanım alanı genişletilmiştir. Yüzyıllar boyunca Müslümanlara ibâdet kolaylığı sağlayan başta bu âleti geliştiren Ebu İshâk el-Fezâri (d.?-ö.804?) olmak üzere, Harezmi (d.780-ö.850),Ahmed Fergâni (d.800 veya 805-ö.861),Battâni (d.858-ö.929),Abdurrahman es-Sûfi (d.903-ö.986),Ebu’l Vefâ (d.940-ö.998),İbn-i Yu­­nus (d.950-ö.1009),Bi­rû­ni (d.973-ö.1048),Zerkali (d.1029-ö.1087),Câbir bin Ef­lah (d.1100-ö.1150),Bitruci (d.?-ö.1217),Nasirüddin Tûsi (d.1201-ö.1274),İbnü’ş-şatır (d.1304-ö.1375),Kadızâde Rûmi (d.1364-ö.1436),Kâşi (d.?-ö.1429),Uluğ Bey (d.1394-ö.1449),Ali Kuşçu (d.1403-ö.1474),Takiyyüddin er-Râşid (d.1526-ö.1564) ve di­ğer İslâm âlimlerini bu ve­si­­leyle bir kez daha rahmet, şükran ve minnetle yâd­edi­yoruz.

Mustafa YILMAZ 01 Eylül
Konu resmiSünnetin Manası
İtikad

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesinin menbaı (kaynağı) üçtür: Akvali, ef'ali, ahvalidir (sözleri, işleri, halleri). Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir (farzlar, nafileler ve güzel âdetleri). Farz ve vâcib kısmında ittibaa (uymaya) mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil (nafileler) kısmında, emr-i istihbabî (müstehablık) ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm (büyük) sevablar var ve tağyir ve tebdili (değiştirilmesi) bid’a ve dalalettir ve büyük hatadır. Âdât-ı seniyesi ve harekât-ı müstahsenesi (ibadet dışı günlük âdet ve muameleleri) ise hikmeten, maslahaten (fayda ve lüzum yönünden), hayat-ı şahsiye ve nev'iye (şahsi ve aile hayatı) ve içtimaiye (toplum hayatı) itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstahsendir (güzeldir). Çünkü herbir hareket-i âdiyesinde (sıradan hareketinde), çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutabaat etmekle (uymakla) o âdâb (edebler) ve âdetler, ibadet hükmüne geçer. (…) o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek (uyulacak) en güzel nümunelerdir ve takib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek (edinilecek) en muhkem (sağlam) kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette (sünnete uymakta) hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme (büyük zarar); ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden (yalanlamayı hissettiren) tenkid ise, dalalet-i azîmedir (büyük bir haktan sapıştır). (Lem’alar, 11. Lem’a

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül