
İnsan dünya hayatına geldiğinde aslında bir mücahedeye uyanır. Onun için artık sürekli bir öğrenme ve gayret gösterme, çalışma vardır. Zahirde bakıldığında bunları hayatı öğrenme, hayatta kalabilme, dünyayı ve kâinatı tanıma, engelleri aşma, yeni şeyleri keşfetme gibi görebiliriz. Öyledir de… Fakat diğer taraftan, bütün bu tanımlamaların altında Rabbini tanıma, sevme, iman, itaat ve ibadet etme vardır. Bugün maddenin neredeyse en küçük yapıtaşına ve hatta detaylarına ulaşan insanın aradığı ve bulduğu nedir? Hakimiyet arayışları içerisinde tarihte ve günümüzde zirve yapanların elde ettiği, ortaya koyduğu nedir? Zenginlikte sınırı rakamları taşan varlığa sahip olanların bulduğu ve yaptığı nedir? Sorular… Sorular… devam eder, gider… Evet, hayat devam edip giderken, insaniyet-i kübra olan İslamiyet ve “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyen Efendimiz (sav) bütün insanlığın önünde durup, bu cihadın, mücahadenin ve gayretin ne ve ne için olması gerektiğinin altını çiziyor ve diyor ki: “Mücahid Allah yolunda nefsiyle cihad edendir.” (İbn Hanbel, VI, 22) “Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder.” (Ahmed b. Hanbel, III, 456) “Müşriklere karşı mallarınız, canlarınız ve dilinizle cihad edin.” (Ahmed b. Hanbel, III, 124) “O halde onlara (ana-babana) hizmet yolunda -nefsinle- cihad et.” (Buhari, “Cihad”, 138) “Sizin (kadınlar) için cihadın en faziletlisi makbul hacdır.” (Buhari, “Cihad”, 1) Dünyaya geldik ve gidiyoruz. Mecburen içinde olduğumuz bir mücadele var. Bu mücadele ya Allah için ya da nefsimiz için olacaktır. İşte bu ayrımda yüzümüzü Allah’a çeviren mücahadenin ismi cihad oluyor. Allah için cihad edene de mücahid deniliyor. Bu cihadımız hem kişisel hem de toplumsal olarak hayat kurtarıyor. Sadece öldürme gibi anlaşılan ve günümüzde Müslümanları, ortaya çıkardıkları kuklalar üzerinden, terörist gibi gösteren kuklacıları hariç tutarsak her anlamıyla değerlendirildiğinde rahat, huzur ve saadet getiriyor. Tarih-i alem buna şahittir. İslam, cihadı Allah’ın kelimesini yüceltmek olarak önümüze koyup fetih kavramıyla nefes olabilme manasıyla tanımlar. Başka nefisleri, canları, malları, dinleri koruma altına alırken, mücahidin en önemli cihadını kendi nefsiyle mücadele olarak ortaya koyup, kendisini ıslah edemeyenin başkasına hayat olamayacağından bahseder. Her cihadı bir iyiliğe, her iyiliği bir cihada bağlar. Velev kılıçla olsa, kılıç değenin gerçek hâkim olan Allah’ın tebliğine kapalı olanların kilidini açmak için olduğunu aşikâr eder. Öyle ki öleceği sırada yüzüne tükürdüğü İslam kahramanının adamı bırakıp “Seni Allah için öldürecektim, fakat şimdi nefsim karıştı” diyerek bırakması ve neticesinde şahsın Müslüman olmasını intaç eden portreler dokumuştur. Cihad, barıştır. Cihad, hayattır. Cihadın alanı geniştir… Mücahid, Allah için olabilmenin önündeki engelleri -nefsinden başlayarak- ortadan kaldırandır. İncitmeyen, kırmayan, dökmeyendir. Cihad, her şeyiyle Allah’ın olduğunu kavramak, yeri geldiğinde canı, malı, nefsi her şeyini Allah’a verebilmek demektir.

Siyaset âleminde gerçekleşen bir inkılâptan dolayı İslâm’ın zarar görmesinden korkulmaz. Bu meseleyi Bediüzzaman Hazretleri’nin Münâzarât isimli risalesinden istifade ile arz etmeye çalışayım. Evet korkulmaz; zira İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü payan, yalnız kendine gece yapar. Dini himaye eden siyasî idareciler değil, her bir müminin kalbindeki imanın iki kanadı olan şefkat ve hamiyet duygularının biraraya gelmesiyle oluşan, ‘elmas kılıç’ ve ‘nuranî sütun’ hükmündeki kudsî ve nurânî kuvvettir. Bu kuvvet, millete ait fikirlerin (kamuoyunun) arkasındaki İslâmî hislerin de madenidir. Çünkü insanlar üzerinde en tesirli ve nüfuz edici olan, dinî duygulardır. Özellikle de fıtrata uygun hak dinin sözü, insanların akılları ve kalbleri üzerinde daha nüfuz edici, hükmü daha yüce ve tesiri daha şiddetlidir. Dini himaye edecek olan merciin devlet veya siyasiler olduğunu düşünen ve buna bel bağlayan kişiler, başlarındaki idarecileri yetersiz ve lâkayt gördüklerinde, bizzat kendileri dinî değerlerin korunması ve yaşatılması hizmetine el atmaları gerekir. İşte o zaman, bir ele mukabil binler eller İslâm’a sahip çıkıp hizmet eder. Kur’an-ı Kerim, hakikatlerini âlim, evliya ve hatiplerin lisanlarıyla ve o hakikatlerin cisim giymiş şekilleri olan İslâmî kitaplar ile âleme ilân eder. Kur’ an hakikatlerini neşreden bütün ulema, evliya, hatipler ve İslâmî kitaplar, adeta âlemi sadâsı ile çınlatan İlâhî bir musikî hükmüne geçmişlerdir. Her bir mümin, kendi kabiliyeti nisbetinde kalb ve ruh kulağı ile bu İlâhî musikîden feyzini ve nasibini alır. İşte bu hakikatlerden dolayıdır ki siyasî âlemde gerçekleşen bir inkılâp ile dinin zarar görmesinden korkulmaz. Böyle bir şeyden korkanlar, ancak cahiller ve taklitçilerdir. Cehaletlerinden dolayı, dini muhafaza eden ve yaşatan hakiki gücün ne olduğunu bilmezler ve korkarlar. Başlarındaki siyasî idarecileri taklit ettiklerinden dolayı da onları dine lâkayt gördüklerinde telâşa düşerler. Böyleleri hem kendi nefislerine güvenmezler hem de acizliklerinin de etkisiyle bütün saadetlerini yalnız hükûmetin cebinde zannederler ve korkarlar. Evet, tarih boyunca, siyaset veya siyasîler eliyle, İslâm’ı da yakinen ilgilendiren pek çok dehşetli hadiseler yaşanmıştır. Bu hadiseler, dinî müesseselerin yıkılmasına, âlimlerin şehit edilmesine, İslâmî eserlerin tahrip edilmesine, toplum ahlâkının bozulmasına ve dâhilî fitnelerin çıkmasına da sebep olmuştur. Bütün bu menfi durumlara rağmen, kalblerdeki imanın iki özelliği olan hamiyet ve şefkat hislerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan elmas kılıç ve nuranî sütun hükmünde olan kudsî kuvvet, kaynayarak kabarıp galeyana gelmiş ve adeta bir muhafız gibi dini himaye etmiştir. İslâm, bu gibi fitnelerden daima kuvvetlenerek çıkmıştır. Bu konuya en büyük örnek; sahabeler arasında yaşanan Sıffîn Savaşı ve Cemel Vakasıdır. Bu iki muharebe, siyaset eliyle İslâm ümmetinin başına gelebilecek en korkunç ve en dehşetli, dâhilî birer fitneydiler. Bu iki muharebenin öyle neticeleri olmuştur ki; İslâm ve İslâmî ilimler daha da kuvvetlenerek ve kökleşerek bütün yeryüzünde dal budak salmıştır. Konu ile ilgili olarak Bediüzzaman Hazretleri 19. Mektup’ta şöyle demektedir: “Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de Sahabe ve Tabiinin başına gelen fitne dahi (Sıffin Savaşı ve Cemel Vakıası), çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyet’in hıfzına koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre, camia-i İslâmiyet’in kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muhafazasına çalıştı ve hakeza, her bir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyet’te hummalı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyet’in aktârına (her tarafına), o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı. Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye (merkezkaç kuvveti) ile pek çok münevver müçtehitleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâm’ın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâm’ı heyecana getirip, Kur’an’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.” Bediüzzaman Hazretlerinin bu izahları, özellikle de dindar, her hadiseye İslâmî hassasiyetlerle bakan ve siyasî alanda gerçekleşen olaylara ve değişimlere İslâm adına endişeyle bakanların yüreğine su serpmektedir.

Arapçada güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak manasındaki cehd kökünden türeyen cihad, İslâmî literatürde “dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok Müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise nefs-i emmâreyi yenme çabası için kullanılmıştır. Cihad Kur’ân-ı Kerîm’de isim olarak dört, bundan türeyen fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir; “cihad eden” anlamındaki mücahid ise iki âyette zikredilmiştir. Bu ayetlerin bir kısmında (meselâ bk. et-Tevbe 9/41, 44, 81, 86) cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta, bir kısmında da cihad “Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşama çabası” şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla geçmektedir.1 Bu Zaman ve Zeminde Cihad Nasıl Olmalı? Bediüzzaman Hazretleri bu zamanda hususan bu memlekette cihadın manevi cihad olduğunu söyler. Bu da ilimle yapılan cihaddır. Yani küfre ve zındıklara karşı silahla değil, ilimle, imanî ve İslami konuları izah ve fikir mücadelesi şeklinde bir cihadı kastetmektedir. Ayrıca eğer dışarıdan vatana memlekete bir düşman saldırısı olursa o zaman kuvvetle ve silahla mücadele edilmelidir. Bediüzzaman Hazretleri en son telif ettiği mektubunda manevi cihada temas eder ve bu konuda müspet hareketi talebelerine tavsiyede bulunur: “Çünkü asıl mesele bu zamanın cihâd-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhâfaza etmek içindir. وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى düstûru ile ki, bir cânî yüzünden, onun kardeşi, hanedanı, çoluk çocuğu mesul olamaz. İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda, bütün kuvvetimle âsâyişi muhâfazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düstûru ile vazîfemiz, dâhildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, Âlem-i İslâm’da asayişi ihlâl edici dâhilî muhârebât (savaş), ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir ictihâd farkından ileri gelmiştir. Ve cihâd-ı manevinin en büyük şartı da vazîfe-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenâb-ı Hakk’a aittir. Biz vazîfemizi yapmakla mecbûr ve mükellefiz. Ben de Celâleddîn-i Hârzemşâh gibi, “Benim vazifem hizmet-i îmâniyedir. Muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir” deyip, ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım. Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müspet bir şekilde, manevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hâriçteki cihâd başka, dâhildeki cihâd başkadır. Şimdi milyonlar hakîkî talebeleri Cenâb-ı Hakk bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak âsâyişi muhâfaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hâriçteki cihâd-ı ma’nevîdeki fark, pek azîmdir.”2 Risale-i Nurda Cihad ve Kazandığı Anlam “Risale-i Nur’da Cihad nedir?” diye sorsanız, hiç şüphesiz evvela yukarıdaki mektubu referans gösterir, arkasından da Risale-i Nur’un çizdiği metodu tarif eder: Üstad Bediüzzaman derki; “Bütün hak tarikler Kur’an’dan alınmıştır”. Yani Allah’a götüren bütün yolların esası Kur’an’dan alınmıştır. Hak olan bütün İslâmî hizmet yolları Kur’an’a hizmet ederler. Hizmet etme yolları ise farklı farklı olabilir. Önemli olan bu hizmet metotlarında sünnet ve şeriata zıt şeylerin olmamasıdır. Her asırda hizmet metotları farklı farklı olabildiğine göre, asırlar geçtikçe ve zamanın şartları başkalaştıkça elbette hizmet metotları da değişir. Hz. Üstad buna “zamanın ilcaatı” der. Yani zamanın getirdiği ve zorladığı yeni ihtiyaçlara göre tarzlar değişir. Üstad, bu noktadaki nazarını Divan-ı Harb-i Örfî isimli eserinde şöyle izah eder: “Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki (makalelerimdeki) umum hakaikte (hakikatlerde) nihayet derecede musırım (ısrarlıyım). Şayet zaman-ı mazi canibinden (geçmiş zaman tarafından), asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim (göstereceğim). Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel (gelecek) tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ (akıllıların tenkidleri) mahkemesinden tarih celbnamesiyle (çağrısıyla) celb olunsam, yine bu hakikatleri tevessü’ ve inbisat (genişlemek) ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez (değişmez); hakikat haktır.” Şualar’daki bir takrizden alınan şu ifadeler de her asırdaki müceddidlerin bu tavra sahip olduğunu anlatır: “Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen (müjdelenen) dinin yüksek hadimleri (hizmetkârları, müceddidleri); emr-i dinde mübtedi’ (yeni şeyler icad eden, bidatçi) değil, müttebi’dirler (şeriat ve sünnete tabidirler). Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm (hükümler, kurallar) getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediye’ye (asm) harfiyen ittiba (uymak) yoluyla dini takvim ve tahkim (güçlendirme) ve dinin hakikat ve asliyetini izhar (gösterme) ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı (batıl şeyleri) ref’ ve ibtal ve dine vaki’ tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esasîyi (temel esası) bozmadan ve ruh-u aslîyi (şeraitin asıl ruhunu) rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine (anlayışına) uygun yeni ikna’ usulleriyle ve yeni tevcihat (mana yönleri göstererek) ve tafsilât (açıklamalar) ile ifa-i vazife ederler.” “Risale-i Nur’un yeni tarzı nedir?” sualine cevab olmak üzere Risale-i Nur’dan iki yeri aşağıya alıyoruz: “Evliya divanlarını ve ulemanın kitaplarını çok mütalâa eden bir kısım zatlar tarafından soruldu: Risale-in-Nurun verdiği zevk ve şevk ve iman ve izan onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?El-cevap: Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında, imanın esasatına (temellerine) ve köklerine hücum yok idi ve erkân-ı îman sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu, has müminlere ve fertlere hitap ederler. Bu zamanın dehşetli taarruzunu defedemiyorlar. Risale-i Nur ise, Kur’an’ın bir manevi mucizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor. Ve… 1- Mevcud ve muhkem (sağlam) imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile îmanın isbatına ve tahakkukuna ve muhafazasına ve şübehattan (şübhelerden) kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar. O divanlar derler ki: “Veli ol, gör, makamata çık, bak; nurları, feyzleri al.” Risale-i Nur ise der: “Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.” 2- Hem Risalet-ün-Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlisdir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı manevi-i dalâlet karşısında tek başıyla galibane mukabele eder. 3- Hem Risalet-ün-Nur, sair ulemanın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazariyle ders vermiyor ve evliya misillü yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor; belki aklın ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar, taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar, hakaik-ı îmaniyeyi kör gözüne de gösterir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi) “Diyorlar ki: Senin eski zamandaki müdafaatın (savunmaların) ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın (manevî mücadelen), şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyet’i müdafaa eden mütefekkirîn (düşünürler) tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye (manevî İslam mücahidleri olan düşünürler) tarzında hareket etmiyorsun? Elcevab: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar (çarpışıyorlar); bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete (isbat olunmuş fenler) suretinde lâ-yetezelzel (sarsılmaz) teslim ediyorlar (kabul ediyorlar). O suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek (düşürmek) olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmi dokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi (İslamın hükümlerini) zahirî (yüzeysel) telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin?”3 Günümüzdeki Cihad mı Asr-ı Saadetteki Cihad mı? Peygamberlerden sonra en yüksek manevi makam ehl-i sünnet alimlerinin ittifakı ile sahabelere aittir. Onlara külli fazilet noktasında yetişmek mümkün değildir. Allah Teala Hazretleri, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere, Tevrat ve İncil’de sahabeleri medh ü sena etmiştir. Devletler, milletler, insanlık topyekûn İslamiyet’in esaslarına muhalif oldukları, peygamberimizi yalnızca bir insan şeklinde gören sahabeler yani O’nun davasının, fikirlerin, söylediklerinin dünyadaki yansımalarını, sonuçlarını görmedikleri, hatta bir kısım sahabe mucizesiz olarak iman ettikleri halde öyle bir iman ettiler ki değil şüpheye kapılmak belki vesveseye bile düşmüyorlardı. Dünya bütün büyüklüğüyle beraber onlara bir tereddüt veremiyordu. Bizler ise İslamiyet’in doğruluğunu, hak olduğunu gösteren devletleşen esasları, milyarlarca taraftarı, benimseyeni, Müslüman’ı olduğu ve onlar, bizler için imanımıza, İslamiyet’imize, amellerimize destek veren, takviye eden şahitler olduğu halde en küçük bir Avrupa filozofunun sözüyle tereddüt geçiren, endişe eden, şüphe duyan sönük imanımız ve buna bağlı olan terakkimiz nerede? Hem sahabelerin imanlarının derecelerini, kuvvetini, takvadaki üstünlüklerini gösteren tam ve mükemmel dindarlıkları, salih amelleri nerede? Doğru dürüst düzenli olarak farzları eda edemeyen zayıf imanımız nerede? Hem bugün olan batıl fikirler, kötü yaşantılar, ekonomik sıkıntılar, cahillikler, şerler o gün de vardı. Bundan dolayı cahiliyet devri deniyordu. Çok uzun zamandan beri manevi güneş insanların üstüne doğmamış ve asırlardan beri aydınlanma nedir bilmiyorlardı. Vahşi bir ortam, mutaassıp insanlar, bedevi bir zaman, karanlık bir dönem vardı. Bununla birlikte sahabeler imanlarıyla ortaya çıktıklarında, onların bu imanlarını takviye edecek ne bir devlet, ne bir İslami yaşantı, ne bir güzel örf ve adet, ne milyarlarca Müslüman, ne bir şeair, ne bir ortak toplum şuuru, ne bir geçmiş vardı. Kısacası zaman, zemin ve şartlar onların lehine değil, aleyhine idi. Onlar maddi ve manevi akıl almaz sıkıntılara karşılaştılar ve göğüs gerdiler. İmanlarını muhafaza için, değil nefisleriyle belki dünya milletlerine karşı bütün sahalarda mücadele etmek zorunda kaldılar. Onlar İslamiyet’i yaşamak konusunda bizler kadar rahat değildiler. Bizler kadar geniş imkanlara sahip değildiler. O zamana nispetle hiçbir hayati tehlike olmayan zamanımız nerede? O zamandaki her an ölebilmek ve her şeyini kaybetmek vaziyeti nerde? İnsanın en değerli sermayesi olan hayatını feda etmesi, en büyük bir fedakarlıktır, bir mücadeledir, bir terakkidir. Şu anda sahabeler berzah aleminde bulunuyorlar. Ebedi saadete nail olmuşlar. Allah’ın rızasını kazanmışlar. Dünya imtihanını en güzel netice ile bitirmişler. Sonlarından endişe edecek bir korku taşımıyorlar. Bizler ise hala hayattayız. Ebedi bir cenneti, saadeti, nimeti kazanmak veya kaybetmekle karşı karşıyayız. Bize düşen mücadelemizin derecesini kıyaslamak yerine imanımızı muhafaza edecek dersler almak, takviye et mek, ameller işlemektir. Sahabelerin küçük bir kardeşi olmak, onlara komşu olabilmek, şefaatlerine mazhar olmak için O üstatlarımızı taklit etmeliyiz. Bu Zamanda Mücahid Kime Denir? Takva ve amel-i sâlih kavramlarının manası anlaşıldığında söz konusu yer daha rahat anlaşılacaktır. Bunun için bu iki kavramın manalarını aşağıya almakta fayda mülahaza etmekteyiz: Takvanın bir manası: Allah korkusu ve Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak suretiyle, kötü hareketlerin doğurabileceği sonuçlardan sakınma, Allah’a itaat etmedir.4 Elmalı’ya göre takva: Kuvvetli bir himayeye girerek korunmak; hasılı, kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Takva üç mertebe üzerine zikrolunmuştur ki; Birincisi: Azabi muhalledden tevekki için şirkten teberri ile iman. İkincisi: Kebairi (büyük günahları) irtikâptan ve sagairde (küçük günahlarda) ısrardan içtinap ile feraizı eda etmektir ki şer’an mütearef (bilinen) olan takva budur. Üçüncüsü: Kalbinin sırrını Haktan işgâl edecek her şeyden tenezzüh ve bütün mevcudiyeti ile Hak Teâlâ’ya teveccüh ve incizaptır.5 Âmel-i sâlih; İslâm alimleri amel-i sâlihi farz, vacip, sünnet, müstehap ve mendup kısımlarına ayırmışlardır. Namaz kılmak ve zekât vermek gibi ibadetler amel-i sâlih olduğu gibi, dürüstlük, doğru sözlülük ve meşru bir işte çoluk çocuğunun rızkını temin için çalışmak da sâlih ameldir. Allah’ın rızasına uygun olan her amele sâlih amel diyebiliriz. Tevbe suresinin yüz yirminci ayetinde müminlerin Allah yolunda açlık, susuzluk, yorgunluk ve sıkıntıya uğramaları, bir yeri zaptetmeleri, kâfirlere karşı zafer kazanmaları sâlih amel olarak ifade edilmiştir. Sâlih amel ile sevap elde edebilmek için insanın mutlaka îmanının bulunması ve şirkten uzak olması gerekir.”6 Elmalılı’nın takvaya verdiği anlam ve lügatlarda bu kavramlara yüklenen manalar dikkate alındığında, Üstadın bahse konu olan yerde namazı da kastettiği anlaşılmaktadır. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki; menhiyattan kaçınmak ve ibadetleri yapmak bütün olarak düşünülmeli ve bunların her birinin diğerine destek olduğu nazara alınmalıdır. Zira haramdan kaçınan başta namaz olmak üzere ibadetleri daha rahat yaparken, müspet ibadetlerini yerine getiren de bu ibadetleri yapmayanlara göre kendini haramlardan daha rahat muhafaza etmektedir. İbarelere bu nazarla bakıldığında, namazın da kastedildiği anlaşılmaktadır. Yani hem takvanın manasında hem de âmel-i sâlihin manasında namaz vardır. Söz konusu mektupta takva; “menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek7 manasında alındığından âmel-i sâlih kısmı da zikredilmiştir. Ancak takvanın içinde salih amelin de bulunduğu ifade edilmektedir.8 Devamındaki bir paragrafta takvayı zikrederken farzları yapmak ve kebireleri terk etmek şeklinde bir izah da yapılmaktadır.9 Yukarıda da değinildiği gibi bunların içinde namaz da dahildir. Ancak takva kelimesinin içerisinde dolaylı olarak namaz gibi müspet ibadetler anlaşılmaktadır. Amel-i sâlihte ise doğrudan namaz, oruç gibi müspet ibadetler anlaşılmaktadır. Kur’an’da imanla birlikte salih amel ve takvanın arka arkaya zikri çok geçmektedir. Namaz gibi ibadetler salih amelin içinde değerlendirilir. Dolayısıyla imandan sonra takva ve amel-i salihin gelmesi ve takvanın içinde bir nevi amel-i salihin olması ve salih amelin de içinde namaz gibi ibadetlerin olması konuyu izah etmiş olur. Ayrıca Namaz, bütün hasenâta fihrist ve örnektir. Evet, nasıl ki Fâtiha Kur’ân’a, insan kâinata fihristedir. Namaz da hasenâta fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekât ve sair hakikatleri havi olduğu gibi; idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyârî ve fıtrî ibadetlerinin numunelerine de şâmildir. Meselâ secdede, rükûda, kıyamda olan melâikenin ibadetlerini, hem taş ve ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.10 Namaza yukarıdaki anlam ile bakıldığında, takva ve amel-i sâlih gibi manaları içinde barındırdığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla takva ve amel-i sâlih derken namazında kastedildiği aşikardır. Öyleyse takvanın en esaslısı ve amel-i salihin en efdali namazı hakkıyla eda etmektir. Namaz bu güzel hasletleri insana kazandıran en faziletli ibadettir. Bu anlamla bakıldığında takva imandan sonra en mühim esastır denilebilir. Çünkü takvanın manasında hem menhiyattan kaçınmak (menfi ibadetler, haram olan şeylerden kaçınmak, yani; kumar, içki vb. şeylerden uzak durmak ve bulaşmamak) hem de salih ameller işlemek (müspet ibadetler, emredilenleri yapmak, yani; namaz, oruç, zekât vb. ibadetleri hakkıyla yapmak) bulunmaktadır. Namazda da söz konusu ibadetlerin hepsi vardır. Yani bir cihetle namaz takva ve salih amelleri içinde barındırır ve imandan sonra en önemli esas olur. Diğer cihetten takva ve salih ameller namazı içinde barındırdığından imandan sonra en önemli esas olur denilebilir. Kaynakça: 1- T.D.V. Cihad Maddesi2- Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Osmanlıca Tıpkı Basım, Hayrat Neşriyat, 4. Kısım, Shf 5523- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Osmanlıca Tıpkı Basım, Hayrat Neşriyat, 29 Mektup.4- Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, “Takva” Maddesi5- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Huzur Yayın-Dağıtım Ltd. Şti. 2005, c. 1, s. 175; Muhlis Körpe, “Takva”, Risale-i Nur Istılahları, s. 180. Isparta-Türkiye: Süeda Basım Yayın San. Ve Tic. A.Ş., 20186- Dini Kavramlar Sözlüğü, “Amel-i Sâlih”, 25-26. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 20067- Kastamonu Lâhikası, 1938- Kastamonu Lâhikası, 1939- Kastamonu Lâhikası, 19310- İşârâtü’l-İ’câz, 38

Hayat… Bir şefkatli zatın dilemesiyle yeşeren bir filiz, bir damla su, okyanusların derinliklerine bırakılmış bir yumurta… Hayat… Rahm-i maderde bir canın kalp atışları, bir bebeğin üzerine titreyen gözler, ihtimamla yeşertilen ümitler… Hayat… Kıştan sonra gelen bahar mevsimi, yemiş dolu dallar, bir söğüt ağacının gölgesi… Hayat… Sararmış buğday tarlaları, turnalar, leylekler, ardıç ağaçlarının serinliği, çiğdem toplayan saçları dağınık köy çocukları, çoban çeşmeleri, taze süt kokulu kuzular, dört yapraklı yoncalar, düşmana sıkılmış yumruklar, yalnızlıklar… “Aslında hayat nedir biliyor musun?” diye başlayan büyük ve iddialı sözlerle hayatı tanımlamak cesaret ister doğrusu. Hayatı tanımlamak kadar “Hayat aslında nedir?” sorusunu sormak da ayrıca cesaret ister. Sahi nedir hayat? Sıcacık evlerimizde her türlü konfor içindeyken yeknesaklığın değirmeninde tükettiğimiz, öğüttüğümüz ve “katlanmak zorunda” olduğumuz bir şey mi? Tıpkı bir şekilde gemiyi limana kadar götürmek zorunda kalmak gibi mi acaba? Belki de hayat, kışın ayazında bir çadır kentte muhafaza edilmesi gereken bir şeydir veya bir kente bombalar yağmur gibi yağarken korunması gereken bir şey… Ya da bir gece vakti kara kıtadan umuda giden yolcuların gözlerindeki ışıltıdır, Akdeniz’in soğuk sularında kaybedilmemesi gereken... Veya büyük bir kentin yanıp sönen trafik lambalarının aydınlığında kazanılması gereken bir şeydir, kim bilir? Rivayet odur ki, antik çağların önemli isimlerinden Sokrates, elindeki değnekle rastladığı kişilerin yolunu keserek “Yaşanmaya değer hayat senin için nedir?” diye sorarmış. Bu soru “Hayat nedir?” sorusundan daha değerli ve tefekküre layık gibi duruyor. Aklı başında olan herkesin kendisine “Yaşanmaya değer hayat benim için nedir?” diye sorduğu ölçüde hayatın anlamı da galiba çözülmüş olacak. Yaşanmaya değer hayatın sebebi “sağlam bir iş, dolgun bir maaş, etkili bir makam, isimlerin önüne serpiştirilmiş unvanlar, omuzlardaki rütbeler, alkışlar, son model bir araba veya bir telefon...” olabilir mi? Bu soruya “neden olmasın” cevabını verenler hayatın ölümle sona erdiği yanılgısına düşenlerdir. Hayat, dünyadan ukbaya -sonsuza- uzanan bir sergüzeşttir. Evlatlar, servet ve dünyaya ait her şey ancak hayatın süsüdür; hayatın kendisi ve yaşamamızın temel sebebi olamaz/olmamalıdır. Kerim Kitabımız öyle demiyor mu: “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan iyi davranışlar ise rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.”1 Üstad Bediüzzaman hazretleri: “Din hayatın hayatı hem nuru, hem esası. İhyâ-yı din ile olur şu milletin ihyâsı.”2 derken Kuranî bir bakış açısını ortaya koymuş, hayatı dinden ayrı telakki etmenin felakete sebep olacağını da eklemiştir. “Sağlam bir iş, dolgun bir maaş, son model bir araba/telefon...” gibi dünyaya ait metaları hayatın temel gayesi yapmamak bir bakıma İbrahimî bir duruştur. “Ben batanları sevmem!” demişti Hz. İbrahim (asm). Bunu söylerken batacak olan şeylerin insan kalbini tatmin etme kabiliyetinden çok uzak olduğunu ve insanın da kaybolmaya meyyal şeyleri sevmek için yaratılmadığını nazarlara vermek istemişti. (Allahüalem) İnsanın kalbi ebed ister ve ancak ebedî bir saadet onu tatmin eder. İşte bu saadeti temin etmek hayatın ve hayata dair tüm çalışmaların merkezinde yer almalıdır. “Güneşten daha parlak, cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirin” bir neticeyi elde etmek de ciddi bir gayret ve emek ister. Çalışmak, gayret, emek yani “cehd”… “Çalışmak” değil “çok çalışmak”, yani “cihad”… Cihad kavramı “savaş” karşılığı bir çağrışım olarak daha çok ön plana çıksa da kelimenin ruhunu oluşturan temel manada “gayret etmek” vardır. Hatta Efendimiz (sav), bir gazve dönüşü “Büyük cihaddan küçük cihada dönüyoruz.” buyurarak kişinin hak ve hakikat uğruna nefsiyle mücadeleye girişmesini büyük cihad olarak tanımlamıştır. Önce nefsi ve sonra en yakınından -aile efradı ve yakın çevresinden- başlayarak bir ıslah hareketini başlatmak büyük cihad olarak bu tanıma uyar. Zira en küçük dairede en büyük ve en ehemmiyetli vazifeler vardır ve bu vazifeler asla ihmale gelmez. En küçük daire olan kişinin kalp dairesinde yer alan ve kendi ebedî istikbalini ilgilendiren mücadelede en etkin silahlardan birisi ilimdir. Önce kendisini zamanın tehlikelerinden koruyacak ilmî donanıma erişen Müslüman, en yakın çevresi olan ailesini ebedi saadete götürmek için uğraş verecek; sonra da “Müslümanlar bir vücudun azalarıdır.” düsturundan hareketle ümmetin maruz kaldığı tehlikeleri bertaraf etmek için gayret sarf edecektir. İşte bu mücadele, geçmişte kelle koltukta savaş meydanlarında verilen mücadeleye denktir. Efendimiz (sav) bir hadisinde bu denkliği şöyle tespit ediyor: “Mahşerde, [din için çalışan] âlimlerin sarf ettikleri mürekkep şehitlerin kanıyla muvazene edilir; o kıymette olur.”3 Hutbe-i Şamiye adlı eserinde Üstad Hazretleri hadis-i şerifteki bu hakikati destekler mahiyette “istikbalde silah ve kılıç yerine hak ve hakikatin manevi kılıçları ile düşmanın bozguna uğratılacağını, manevi tahribata karşı set çekmenin ilimle olacağını” ifade etmektedir. Hak ve hakikati yayma mücadelesinde pek çok engeller hayırlı işlerin muzır manileri olarak karşımıza çıkacaktır. Tembellik, tenperverlik, rahata düşkünlük, enaniyet, menfaat-i maddiye hatta menfaat-i maneviye bile engel olabilir. Özellikle benlik, ön plana çıkma ihlası da bozan bir davranış olarak ciddi bir tehlike arz eder. Kerim Kitabımızda Cenab-ı Hak bakınız ne buyuruyor: “İnkâr edenler de birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu (birbirinizle yardımlaşmayı) yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesâd olur.”4 Yeryüzünde fesat çıkaranların bütün ayrılıkları bir kenara bırakarak nasıl ittifak ettiklerini ve bu ittifakla büyük bir güç kazandıklarını görmekteyiz. İnsanlığa iyilik ettiği sanılan kötülerle kötülük ettiği sanılan iyilerin mücadelesinde hakka taraftar olanlar birbirleri ile asgari müştereklerde de olsa ittifak ederek birlikte hareket etmek mecburiyetindedir. İşte ancak böyle ulvî bir mücadele “yaşanmaya değer bir hayatın sebebi” olur. Kaynakça: 1- Kehf suresi, 462- Lemaat, RNK3- Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, no: 10026.4- Enfal suresi, 73.


Cihad, Müslümanın Allah’a kulluk ve onun rızasını temin için İslâm esaslarını öğrenme, öğretme, ferdî ve içtimaî planda yaşama, yaşanmasına çalışma, İslâm’ı tebliğ ve bu hususlarda içte ve dışta karşılaşacağı engelleri aşma konusunda içinde bulunması gereken şuurlu ve sürekli gayret ve aksiyon halini ifade eder. “Bizim -rızamıza ulaşmak için- uğrumuzda cihad edenlere elbette -bize ulaştıracak- yollarımızı göstereceğiz” (Ankebût, 69) ve, “Allah uğrunda -Allah’ın rızasına ulaşmak uğrunda- hakkıyla cihad edin” (Hac, 78) mealindeki ayetler cihadın bu kapsamlı anlamını içermektedir.1 Âdem (as)’ın dünyaya gönderilmesiyle birlikte hem kevni şeriata hem de dini şeriata mutabık hareket etmeye bağlı cihad, mücahade başlamıştır insanlık için. Bu mücahadenin sonunda insan ya insanlık tarihinin başladığı yere Cennete, cemalullaha dönecektir ya da cehenneme. Kıyamet gelene kadar, her insan ferdi kendine verilen ömür kadar gayret edecek, mücahade ve mücadele edecektir. Evet, insanlık için iki yol vardır. Birisi, nihayetinde cennete çıkaracak hak ve hakikat yolu. Diğeri ise, Allah’a isyan eden ve insana secde etmeyi kabullenemeyen şeytan ve avenesinin, aldıkları mühlet içinde, insanlığı haktan çevirme gayreti içinde oldukları yol. Bu noktada ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem ve sonraki peygamberler, vahyin ışığında hareket ederek, insanlığa hak ve hakikat yolunu göstermişler ve kendileri de hayatlarıyla önderlik etmişlerdir. Hariçte kalanlar, şeytanın desise ve vesveseleriyle açtığı türlü yollarla istikametten çıkmışlar hem dünyada zarar görüp zarar vermişler hem de ahiretlerini heba etmişlerdir. Ben bu yazıda, şu mücadele meydanında mücahede eden insan ferdinin destekçilerine, özellikle de hanımlarına dikkat çekmek istiyorum. Cenab-ı Hak, “O’nun delillerinden biri de kendilerine (meyledip) ülfet edesiniz diye kendi (cinsi)nizden size eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir şefkat kılmasıdır. Şübhesiz ki bunda, düşünecek olan bir kavim için nice deliller vardır.”2 buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz de “Kadın dört şeyi, yani malı, güzelliği, soy-sopu ve dindeki kemâli için nikâhlanır. Siz dindar olanını tercih ediniz ki, elleriniz hayır görsün!..”3 buyurarak çerçeveyi çizmiştir. Bundan sonra tarihten anekdotlarla ilerleyeceğiz… Hz. Hatice Validemiz “Allah Resulü bir gün Hira mağarasında bulunduğu sırada Hak (vahiy) kendisine geldi. Ona melek geldi ve ‘Oku’ dedi. O da: ‘Ben okumak bilmem.’ cevabını verdi. Hz. Peygamber buyurdu ki: ‘O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bırakıp yine: ‘Oku!’ dedi. Ben de Ona: ‘Ben okumak bilmem’ dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: ‘Oku!’ dedi. Ben de: ‘Okumak bilmem’ dedim. Beni alıp üçüncü defa sıktı. Sonra beni bırakıp: ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir, insana bilmediğini o öğretti.’ (Alak, 96/1-5) dedi. Bunun üzerine Allah Resulü yüreği titreyerek korku içinde döndü ve eşi Hatice binti Huveylid’in yanına giderek ‘Beni örtünüz, beni örtünüz.’ dedi. Korkusu gidinceye kadar onu örttüler. Sonra Hz. Peygamber başından geçenleri Hz. Hatice’ye anlatarak: ‘Kendimden korktum.’ dedi. Hz. Hatice: ‘Hayır, Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini çekersin, yoksula verir, hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunursun, misafiri ağırlarsın, bir felakete uğrayana yardım edersin.’ dedi.”4 Kâinatın Efendisi, mahlukatın en eşrefi (sav)’in yaşadığı bu hadise üzerine en yakınında bulduğu kişi Hz. Hatice olmuştu. Zira onun eşiydi. Hz. Hatice Efendimizi dinlemiş, anlamaya çalışmış, teselli etmiş ve çözüm üretmişti. Ona destek olmuştu. Mükevvenatı yüzü suyu hürmetine yaratan Rabbimiz, kulu ve elçisi Hz. Muhammed (sav)’i teselli edebilir, böyle bir tablo hiç olmayabilirdi. Fakat oldu. Her konuda insanlığa örnek olan Efendimize yaşatılan bu hadise, teselli, destek ve moral-motivasyon için eşlerin ne kadar önemli olduğunu gösteren önemli bir hadisedir. Tevfik Göksu ve Hanımı Tevfik Göksu, 1887 senesinde Barla’da dünyaya gelmiştir. Babasının subay olan mesleğinden dolayı yirmi sene Şam’da kaldığı için, bilahare Şamlı Hafız Tevfik diye anılmıştır. Bediüzzaman Hazretleri Şam’ da hutbe okuduğu zaman babasıyla birlikte o da Emeviye Camiindedir. Babası Bediüzzaman Hazretlerini göstererek, “Bu zât meşhur bir zattır. Ona iyi bak, ileride bu zata hizmet edeceksin.” demiştir ve öyle de olmuştur. Risale-i Nurların yazılmasında önemli bir rol üstlenmiştir. Risale-i Nur’un ilk katibidir. Bu konuda emeği çoktur. Allah razı olsun. Hizmetlere sebkat etmiş hayatı devam ederken bir akşam Bediüzzaman Hazretleri evinin kapısını çalar ve elli iki sayfalık 32. Sözü verir. “Sabah alırım” diye de ekler. Şamlı Hafız Tevfik abi eseri alır ve “Emredersin üstadım” der, kapıyı kapatır. Kapatır kapatmasına da derin düşüncelere de dalmıştır. Halini gören hanımı ne olduğunu sorup öğrenince, “Sen dert etme, ben çayını hazır ederim sen de rahat rahat yazarsın” der. Keramet çayda mıdır, elbette değil. Allah için gayret eden bir adamın gayretine desteğiyle fiili ve kalbi yardımda bulunan hanımının makbul duasıdır. Evet, hanımının beyinin üstlendiği işinin olmasına dair hali, kavli ve fiili duası kabul olmuştur ki, Allah, sabah kapı çalıp açtıklarında, elini uzatıp “Eserim” diyen Üstadının karşısına, “Buyurun Efendim” diyebilen bir adam çıkarmıştır. Bediüzzaman Hazretleri eseri aldıktan sonra Şamlı Hafız Tevfik’e bakarak “Kardeşim, Allah bana cenneti nasip ederse, seni almadan cennete girmem” demiştir.5 Görünen o ki evi cennet olanın cenneti mamur olur. Eşi muin olanın evi cenneti olur… Bana Cennette Bir Ev Yap Bir de Kur’an’da “Allah (cc) iman edenlere de Firavunun zevcesini bir misal olarak getirdi. O vakit o “Ya Rabbi bana katında cennette bir ev yap! Beni firavundan ve onun kötü amellerinden kurtar! Beni o zalimler güruhundan selamete çıkar! demişti.” diye bahsedilen Hz. Asiye var. Hz. Asiye, rububiyet iddiasına kadar giden azgın Firavun’un eşi olmasına rağmen, Allah’a iman etmiş ve bu imanda sebat etmiştir. Onun bu imanından kocası istifade edememişse de çok kritik bir zamanda önemli bir vazife verilmiştir kendisine. Firavun kendi saltanatına son verecek erkek bir çocuğun geleceği haberiyle bütün erkek çocukları katlediyordu. Musa (as) da bu zamanda doğmuş ve annesi telaş içindeydi. Kur’an’ın bildirdiğine göre “Mûsâ’nın annesine ise: ‘Onu emzir; artık onun hakkında (başına bir şey gelmesinden) korktuğun zaman, o takdirde onu denize (Nil’e) bırak ve korkma, hem üzülme! Çünkü biz, onu sana geri verecek olanız ve onu peygamberlerden yapacak olanız’ diye ilham ettik.”6 denildi. Allah’ın izniyle nehir Hz. Musa’ nın içinde bulunduğu sandığı getirip Firavun’un sarayı dibinde durdurdu. O sırada nehir kenarındaki cariyeler sandığı alıp Hz. Asiye’ye getirdiler. Hz. Âsiye, sandığın içinde bebeği görünce kalbi ona karşı sevgiyle doldu. Yüce Allah (cc) onun himayesini uygun görmüştü. Firavun ne kadar çocuğu öldürmek istediyse de Hz. Âsiye Hatun engel oldu, ne yapıp edip onu ikna etti ve bebeği kendisi aldı. Bu arada sandık kıyıdan takip eden Hz. Musa’nın ablası koşup annesine durumu haber verdi. Şimdi bebeğe süt anne arıyorlar ve bebek hiç kimsenin sütünü emmiyordu. Abla gelip Hz. Âsiye valideye “Sizin için hayırlı bir aile tanıyorum. İsterseniz çocuğu onlara verin.” diyerek kendi annesine götürdü. Hz. Musa annesini emdi ve çocuğun bakımı Allah’ın izni ile kendi annesine verildi. Hz. Âsiye Valide de bütün aileyi himayesi altına aldı. Buradan anlaşılıyor ki; Hz. Âsiye valide Hz. Musa büyüyene kadar ve tebliğine başladıktan sonra da Hz. Musa’ya hep destek oldu.7 Ulülazm peygamberlerden olan Hz. Musa’nın çocukluğunda yine bir şefkat kahramanı, imanda sebatkar bir hanım sahip çıkmış, Allah’ın izniyle ve sevkiyle, onu zulme uğrayanlardan olmaktan kurtarmıştı. Sabır Kahramanları Eyüp (as) bedeni bir hastalığa duçar olmuş ve yanında kimse kalmamıştı, hanımı hariç. Allah’ın peygamberi bu zatın yanında kalan, yine ailesiydi, eşiydi. Eyüp (as) başına gelenlere en güzel şekilde sabretmiş, sabır kahramanı olmuştu. En kötü zamanında bile yanından ayrılmayan hanımının da elbette bu sabırdan payı vardır. O da sabırla eşine hizmet etmiş, sıkıntılı olduğu zamanda bile onu terk etmemiştir. Günümüz ve Durum Günümüzde de durum farklı değildir. Topluma dağılmış iman sahibi nice hanımefendiler var ki beyleri bu kadar rahat hizmetler ede bilmektedirler. Değilse vakit ayırmak ayrı bir mesele olurken, kafa ve gönül rahatlığıyla hareket edebilmek mümkün olmayacaktır. Evini, çocuklarını, namusunu emanet ettiği eşlerinin iman, ahlak ve eşlerine uyum konusunda sağlam duruşları olmasa yukarıda bahsi geçtiği gibi, huzur-u kalp ve kafayla bu işler yapılamaz… Bunun için aile önemlidir. Bunun için Efendimiz (sav) başa aldığımız hadis-i şeriflerinde “Kadın dört şeyi, yani malı, güzelliği, soy-sopu ve dindeki kemâli için nikâhlanır. Siz dindar olanını tercih ediniz ki, elleriniz hayır görsün!..” buyurmuştur. Günün sonunda insanın rahat ve huzur bulacağı yer, evidir. En büyük destekçisi, eşidir. Çünkü Allah böyle yaratmıştır.8 Bu arada sadece erkek bunu kendi açısından görüp ona göre davranmamalı, bilakis kendisinin de eşi için aynı durumda olduğunu unutmamalıdır. Yani o da eşine destek olan, dinleyen, anlayan, yardım eden olmalıdır ki, bahsi geçen faydalar cihetinde iletişim ve etkileşim olabilsin… Kötü Eşten Allah’a Sığınırız Bunun tersi olduğu durumlar da var mı, elbette var. Bu halde olmaktan Allah’a sığınırız. Peygamber hanımı olmalarına rağmen hain ve kafir olarak yaşayan ve ölen eşler de olmuştur. Kur’an’ın bildirdiğine göre birisi Nuh (as)’ın, diğeri de Lut (as)’ın karısıdır.9 Hak üzere olan eşlerini/Allah’ın peygamberlerini değil de onun getirdiklerine asi olan insanları desteklemişler, onların tarafında olmuşlar, eşlerinin cihadında karşı safta yer tutmuşlardır. Böylelikle dünya ve ahirette zelil olanlardan olmuşlardır. Eşlerin Birbirine Karşı Durumu Bahtiyardır o adam ki; refika-i ebediyesini kaybetmemek için sâliha zevcesini taklit eder, o da sâlih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki; kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için, o da tam mütedeyyin olur, saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. Bedbahttır o adam ki; sefahate girmiş zevcesine ittiba eder, vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklîd eder. Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atılmakta yardım ederler. Yani medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik ederler. İşte, Risâle-i Nur’un bu mealdeki cümlelerinin manası budur ki, bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınların da ulvî seciyelerinin inkişafının müsebbibi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyet le olabilir.10 Kaynakça: 1- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 7,s. 527-531, İstanbul 1993 2- Rum, 213- Buhârî, Nikâh, VI. 123; Müslim, Radâ, 534- Buharî, Bed’u’l-vahy, 15- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 320, Isparta 20136- Kasas, 77- M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, c. 2, s. 508- O’nun delillerinden biri de kendilerine (meyledip) ülfet edesiniz diye kendi (cinsi)nizden size eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki bunda, düşünecek olan bir kavim için nice deliller vardır. (Rum, 21)9- Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını bir misal olarak getirdi. (Bu ikisi) kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler de onlara hainlik (iman cihetiyle münafıklık) ettiler; bu yüzden (o iki peygamber) Allah’tan (gelen) bir şeyi onlardan defedemedi. Ve (o kadınlara) denildi ki: “(Haydi!) O girenlerle beraber, siz de ateşe girin!” (Tahrim, 10)10- Hanımlar Rehberi, 7

İçinizden kim, Allah’a ve Resulüne itaat eder ve sâlih bir amel işlerse, ona mükâfatını iki kat veririz ve (Cennette) onun için (çok) hoş bir rızık hazırlamışızdır. Ey Peygamber hanımları! (Siz,) kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz; eğer (Allah’tan) sakınıyorsanız, o hâlde (yabancı erkeklerle konuşurken) konuşmayı yumuşak (bir eda ile) yapmayın ki kalbinde bir hastalık bulunan kimse tamah etmesin; ve (bir şey söyleyeceğinizde ciddiyetle) güzel bir söz söyleyin! Hem evlerinizde (vakarınızla) oturun ve evvelki cahiliye devri (kadınlarının) açılıp saçılması gibi, ziynetlerinizi izhar etmeyin;1 namazı hakkıyla edâ edin; zekâtı verin; Allah’a ve Resulüne itâat edin! Ey Ehl-i Beyt! Allah (bu emirleriyle), sizden ancak kiri (günahı) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Hem evlerinizde Allah’ın âyetlerinden ve hikmetten (size) okunanları düşünün! Şübhesiz Allah, Latîf (bütün incelikleri bilen)dir, Habîr (her hâlinizden haberdâr olan)dır. Muhakkak ki Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, itâatkâr erkekler ve itâatkâr kadınlar, sâdık erkekler ve sâdık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Allah’a) gönülden bağlı (mütevâzi) olan erkekler ve (Allah’a) gönülden bağlı (mütevâzi) olan kadınlar, sadaka veren erkeklerve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; (işte) Allah bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfât hazırlamıştır.2 (Ahzab, 31-35) Kaynakça: 1- “Kur’an ise merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını emreder. Ta hevesât-ı rezîlenin (rezil heveslerin) ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir meta (eşya) hükmüne geçmesinler.” (Zülfikar, 25. Söz, 39)2- Cenâb-ı Hak, Peygamber (sav)’in hanımlarını açıkça zikredince, Müslüman kadınlardan bir kısmı onlara uğradı. (Üzülerek ve ibadetlerinin makbuliyetinden endişe duyarak) dediler ki: “Sizin isminiz Allah tarafından zikredildi; bizimki zikredilmedi. Eğer bizde bir hayır bulunsaydı, bizim de ismimiz zikredilirdi.” Bunun üzerine bu ayet indirildi. (Beyzâvî, c. 2, 246)

“Düşmanların en korkuncu senin iki yanın arasında/içinde bulunan nefsindir.”2 Allah (cc) yolunda/Allah (cc) için veya i’lâ-yı kelimetullah için girişilen her çeşit mücadele, gayret ve cehde “cihad” diyebiliriz. Öyle ki bu mücadele, en zahir anlamı ile fiziki bir görüntü verse de insanın aklı (zihni) ve kalbi ile yapabileceği, en önemlisi nefse karşı vereceği, yaşadığı sürece irade kılıcını bir an bile elinden düşürmemesi gereken bir mücadeledir. Zira İmam-ı Gazali’nin (ks) İhyau Ulumi’d-Din adlı eserinde yer verdiği bir hadiste, Allah Resulü (as) bir cihad sonrasında ashabına “küçük cihaddan büyük cihada döndük”1 buyurmuş ve nefis ile mücadeleyi büyük cihad olarak nitelemiştir. Nefis ile olan mücahedeyi, bildiğimiz cihaddan daha zor kılan unsur, ölünceye kadar devam etmesi ve Allah’a (cc) verilen söze her an sadık kalabilmek için tetikte olma mecburiyetidir. Düşman ile savaş manasındaki cihadda kendisini etkisiz hale getirdiğiniz her düşman unsur ile zafere yaklaşabiliyorken, nefis ile girilen mücahedede sürekliliğinden olsa gerek daha zordur. Ömür boyu devam eden bir süreçtir. Bundan dolayı Allah’ı (cc) razı etmeye yönelik bir hayatı ortaya koymaya çalışan her Müslüman bu tür mücadeleleri her an her yerde yaşamak durumundadır. Nefis ile mücahede hayat devam ettiği sürece devam edecek türden bir mücahede olduğu için kelime-i şehadetle verilen söze sürekli sadık olmayı gerektiren bir mücahededir. Verilen söze daima sıdk ile yaklaşmanın neticesi ise sıddıkıyettir. Sıddıkıyet öyle bir makamdır ki, Nisa suresi 69. ayette Rabbimiz şöyle buyurur: “O hâlde kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar; Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kimselerle beraberdirler. Hem işte onlar, ne güzel arkadaştırlar!” Bu ayet bize sıddıkların peygamberlerden hemen sonra zikredilmesinin, bir sonraki iltifat grubu olan şehitlerden daha yüksek bir makamda olduklarına işaret olarak kabul edilmektedir. Nefis ile mücahedenin büyük cihad olarak addedilmesinin bildiğimiz cihada nazaran daha çetin, daha uzun ve daha tehlikeli olmasından kaynaklanmaktadır. Allah Resulü (as) “Düşmanların en korkuncu senin iki yanın arasında/içinde bulunan nefsindir.”2 buyurmakla varlığımızın içinde kılınmış ve her an her yerde bizim ile birlikte olan ve bizim aleyhimize olan ve bin bir tuzak ile meşhur bir düşman olarak nefis, gerçekten düşmanların en korkuncudur. Öyle ki bazen en şerli düşüncelerle vesvese verirken bazen son derece masum kisveli desiselerle yaklaşır. Ne zaman nasıl yaklaşacağına dair hiçbir bilgimiz olmadığı için her an tetikte olmak bu mücadelenin en hayati noktasıdır. Bir amelimize güvenerek ucb hastalığına başka bir amelimizle övünerek fahr, bir başka amelimizi ise gösteriş için yaparak riya ve sum’a belasına düşmemiz her an muhtemel olmakla birlikte tüm hayatını bu vartalarla yaşayan bir insanın tüm ömrü boyunca yaptığı amellerin zayi’ olup gitmesi hiç de akıldan uzak değildir. (Rabbimiz bizi muhafaza buyursun Amin). Gerek sevgili Peygamberimizin (as) gerekse evliyaullahın dualarında bir an bile hatta göz açıp kapayıncaya kadarki zaman boyunca bile nefis ile baş başa kalmaktan Allah’a (cc) sığınmaları bu tehlikeyi açık bir şekilde göstermektedir. Nefis ile girilen bu mücadele, bir tanıklığın sağlaması hükmündedir. Kelime-i şehadet bir anlaşmanın altına imza atmanın kolaylığını ifade ederken, anlaşma maddelerine hayatımız boyunca riayet etmek ise imzamızın gerektirdiği sadakatin daima gösterilmesidir. Nefis hiçbir ilkesi ve erdemi olmayan arsız bir düşmandır. Zira bazı düşmanlar onlara yaptığınız iyilik ve ihsanlar nedeni ile ıslah olup zararsız hale gelebilirler ancak bu durum nefis için geçerli değildir. İşte tam da bundan dolayı nefse karşı içine girdiğimiz mücadele ilkesiz ve tabiri caiz ise gözü dönmüş bir düşman ile girilen bir mücadele olduğu için gerçekten meşakkatlidir. Bir cihad ki, kulun kendini Rabbine sağ salim ve arınmış olarak teslim etmesini netice veriyor. Bir cihad ki, Rabbini razı etmek için nöbet yerini hiç terk etmeyen sorumlu bir asker edası ile icra ediliyor. Bir cihad ki, tüm hayatının her dakikasını Rabbine hediye edilecek şuur ile yaşayarak yaşanıyor. Bir cihad ki, bir an bile akıldan çıkmıyor. Rabbimiz, meşakkati çok, çilesi çok, sabrı çok olan bu cihadda bizlere kudret, metanet ve sağanak sağanak sabır lütfetsin. Âmin. Es’selam men’ittebea’l Hûda Kaynaklar: 1- Süyûtî, II, 73; Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu’l-câmii’s-sağîr2- Keşfü’l-hafâ, I, 143 (Beyhakî’den)

“Allah (cc) işini iyi yapanları sever.”1 Cihad, Arapça “cehd” kökünden gelmekte olup, yoğun çaba ve gayret sarf etmek demektir. İslami literatürde, bütün insanlara tebliğin ulaşabilmesi için her türlü çabayı sarf etmek veya “İnsan ile İslam arasındaki manilerin kaldırılması çabaları” olarak tarif edilebilmektedir. Öyle ise, İslam dininin herkese ulaşması, iyice anlaşılması, sevilmesi, sağlıklı yaşanabilmesi için yapılacak her türlü gayret, mücadele, tefekkür, telif, telkin, tebliğ, eğitim, nasihat, dürüst yaşantı, samimi davranışlar ve maddi harcamaların hepsi cihad başlığı altında değerlendirilebilir. Geçen ayki yazımızın mevzuu olan “ticarette güzel ahlâk” da bu mevzuyla iç içedir aslında. Güzel ahlak sahibi, dürüst, ticari münasebette bulunduğu herkesin hakkını da kendi hakkı kadar gözeten, hırslı ve katı davranmayan, kolay iş yapılabilen tüccar, üzerine düşen cihad vazifesini yapmıştır diyebiliriz. Zaten İslam tarihine baktığımızda, dinimiz, birçok uzak beldelere Müslüman tüccarlar sayesinde, kolay bir şekilde ulaşmış ve Endonezya, Malezya, Singapur, Çin ve Hint Müslümanları yani yüz milyonlar böylece İslam’la şereflenmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, bu güzel davranışların İslam kaynaklı olduğunu vurgulamaktır. Yoksa, şahsına veya ırkına mal etmek, tesirli olmayacaktır. Ayrıca, ticari kazanç, ilk ve tek gaye olmamıştır. Zaten diğer insanları tesir altına alan da Müslüman tüccarın bu hassesi olmuş; onları kendisine hayran bırakmıştır. Müslüman tüccarı diğerlerinden ayırt eden en mühim hususlardan birisi de yeri geldiğinde hakkından feragat edebilmesi, belki de almadan verebilmesidir. Bu vasfı, başka bir düşünce sahibinde görebilmenin imkânı yoktur. Meşhurdur, birileri İncili verir ama hudutsuz bakir arazilere tamamen el koymak kaydıyla. Üstüne, oranın insanlarını da karın tokluğuna yanlarına alırlar, hem de insan muamelesi yapmaksızın. Diğer Cihad Metodlarına Kıyasla, Ticaretin Avantajları İslamiyet’i kılıçla, yani orduyla, savaşla her yere götürmek, mümkün olmayabilir. Bunun zorlukları, riskleri, zahmetleri ve masraflarının ne kadar yüksek olduğu açıktır. Hatta, din adamı ve ilim erbabı da her yerde sıcak karşılanmayabilir; insanlara itici bile gelebilir. Çünkü, geliş maksatları bellidir. Fakat tüccara, yani sattığı mala, ticari faaliyetlerine, kimse itiraz etmez; hatta şevkle karşılar; çünkü hemen herkesin ihtiyacı vardır. Yani, “insanlığın hareket alanındaki en büyük pay, ticarete aittir” diyebiliriz. Hem, cihad aktörlerinden biri olan tüccarın, ilk etapta lisanıyla bir şeyler anlatmasına da lüzum olmayabilir. Sergileyeceği insani ve ticari davranışlar, kendisini ve ait olduğu cenahı, en samimi bir şekilde temsil edecek ve davasını lisan-ı hâl ile anlatacaktır. Çünkü, ticarette insanın karakterini tam olarak gösteren, “menfaat” unsuru da vardır. Malum, Hz. Ömer, “Bir insana ‘iyi’ veya ‘kötü’ diyebilmek için onunla ya komşuluk ya uzun bir yolculuk ya da ticaret yapmış olmak gerekir” diyerek, bu noktaya da dikkat çekmiştir. Bütün Müslümanlarda olması gereken iktisat düsturu, elbette ki tüccarda da olmalı, yani, cimrilik, israf ve günümüzde bonkörlük denilen davranışlardan kaçınmalıdır. İmam-ı Azam, “Hayırda israf, israfta da hayır yoktur” buyurmuş, Abdullah b. Ömer Hazretleri de alış-veriş esnasında en ufak bir rakam için sıkı pazarlık ederken, ihtiyaç sahibi insanlara, hiç esirgemeden ciddi rakamlarla yardımlarda bulunmuştur. Yani gerekmediği yerde en ufak bir masraf bile israf ve haram iken, yeri geldiğinde en büyük rakamları sarf etmek israf değil, bilakis hayır sayılmıştır. Gerek maddi cihad (ordu ve donanımı, ayni veya nakdi yardımları), gerekse ilmi cihad (üniversite, mektep, medrese) cihetine de baksak, nerdeyse hepsinin de arkasında maddi güç yani ticaret geliri olmak mecburiyetindedir. Hele günümüzde dünya dengeleri, nerdeyse tamamen büyük şirketler, markalar tarafından idare edilmekte olduğunu görmemek mümkün değil. Halkı Müslüman olan coğrafyalardaki maddi ve beraberindeki hayati zorlukların yoğunluğunu görünce de güçlü Müslüman tüccara olan ihtiyacın ne kadar da şiddetli olduğunu fark etmiş oluyoruz. Öyleyse, Müslüman tüccarın cihadı, yani en büyük vazifesi, işini hep daha iyi, daha kaliteli, daha fazla bölgelere hitap edecek tarzda (global), daha ileri zamanlara uygun (inovatif), daha çok Müslümanın ihtiyacını karşılayabilecek, emeklerinin heba olmadan yeni nesle devrine hazırlıklı olacak ve en ehemmiyetlisi de hem İslam hem de dünyaca geçerli iş ahlakının gereklerini yerine getirecek davranışlar olacaktır. Kaynakça: 1- Bakara, 195; Beyhakî, Şüabü’l-îmân, 4/334.

Hadise ve Hadis-i Şerif meşhurdur. Efendimiz’in (asv) bir sefer dönüşünde “Küçük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücâhede) döndük” şeklinde buyurduğu rivayet edilir. Bu minvalde başka Hadis-i Şerifler de söz konusudur. “Mücahid nefsiyle cihad edendir” (Tirmizî, “Fezâ’ilü’l-cihâd”) buyurulmaktadır. Toplumsal Hayatı Düzenleyen Kurallar Hukukun Temel Kavramları kitaplarının hemen hemen ilk kısımlarında ve üniversitelerin pek çok bölümünün birinci sınıfında yer alan Hukukun Temel Kavramları derslerinin hemen hemen ilk haftalarında anlatılan hususlardan birisi, toplumsal hayatı düzenleyen kuralların neler olduğudur. Bu kurallar; yazılı hukuk kuralları, örf ve adet kuralları, ahlak kuralları ve din kuralları olarak belirtilir. Her birinin toplumsal hayatı düzenleme konusunda ifa ettiği rolün ve etki düzeyinin farklı olduğu da vurgulanır. Bu sistem içerisinde herkesi zorunlu olarak bağlama, herkesi eşit olarak kapsama ve kurumsal bir yaptırım mekanizmasına sahip olması yazılı hukuk kurallarının ayırıcı vasfıdır. Yazılı hukuk kuralları kimi zaman örf adet, ahlak ve din kuralları ile kesişebilir. Ahlak, örf adet ve din kurallarında tasvip edilmeyen, yasaklanan bir hususun yazılı hukuk kurallarında da yasak olması söz konusu olabilmektedir. Bunun tam tersi olarak ahlak, örf adet ve din kurallarında yasak olabilen bir husus yazılı hukuk kurallarında yasak olarak belirtilmeyebilir. Aynı kesişme veya ayrışma yazılı hukuk kurallarının dışında yer alan diğer üç alan arasında da mevzu bahis olabilir. Yani örf adet kurallarında olan bir husus, din kurallarında benzer veya farklı olabilir. Ahlak kurallarında yer alan bir husus yöresel değişkenlik gösteren örf adet kurallarında benzerlik veya farklılık arz edebilir. Toplumsal hayatı düzenleyen bu kuralların yaptırım düzeyleri, yaptırım araçları da farklıdır. Yazılı hukuk kurallarına riayet edilmemesi durumunda kurumsal düzeyde takip edilen, hatta ömür boyu hapis cezasına kadar çok çeşitli cebri yaptırımlara sahip, geniş bir ceza hukuku söz konusudur. Suç-ceza kavramları ile daha ziyade nitelendirilir. Ayıp ve kabahat vb. gibi kavramının daha ziyade ön plana çıktığı, ahlak kuralları ve örf adet kuralları yaptırımları ise daha ziyade sosyal hayat düzeyinde kurumsallık içermeyen, çevre baskısı, kınama, ayıplanma, dışlanma vb. gibi olabilmektedir. Din kurallarında ise kimi yaptırımlar dünya hayatında bazı hususların cezası ölümden sonraki ahiret hayatına taalluk edebilmektedir. Dini ahkâm mevzubahis olduğunda ise günah-sevap kavramları daha belirleyici olmaktadır. Bütün bu kuralların, farklı düzeylerde farklı etkilerle toplumsal hayatı birlikte düzenlemekte oldukları ve belirli ölçekte birbirlerini tamamlayıcı özellikleri temel hukuk kitaplarında vurgulanmaktadır. Örneğin Anayasanın pek çok maddesinde genel ahlaka atıf yapılmaktadır. Yine bir başka çarpıcı örnek ise Medeni Kanun’un 1. Maddesinde “Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa, hâkim, örf ve âdet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir” hükmü yer almaktadır. Bu hüküm örneğinde yazılı hukuk kuralları örf adet kurallarını da yok saymamakta hatta hukuk sistemine, hukukun kaynağı olarak dâhil etmektedir. Toplumsal hayatı düzenlediği mevzuat çerçevesinde de ifade edilmiş olmaktadır. Bireysel Hayatın Düzeni Toplumsal Hayatın Düzenidir. Hadise ve Hadis-i Şerif meşhurdur. Efendimiz’in (asv) bir sefer dönüşünde “Küçük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücâhede) döndük” şeklinde buyurduğu rivayet edilir. Bu minvalde başka Hadis-i Şerifler de söz konusudur. “Mücahid nefsiyle cihad edendir” (Tirmizî, “Feżâʾilü’l-cihâd”) buyurulmaktadır. Bireyi sınırlandıran, bireyin kendisini öz denetim ile sınırlandırması noktasında bir hedef gösteren bu ilkelere riayet edilmediğinde, bireyin kendisini sınırlandırması gereken sınır aşıldığında nereye varılacağına ilişkin ilahi bir uyarı da Furkan Suresi 43. ayette buyurulmaktadır. “Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?”. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette geçmişteki bazı kavimlerin genel nefsani tutumlarından da bahsedilmekte, toplumsal örnekler de verilmektedir. Toplumlar nihayetinde bireylerden oluşmaktadır. Bireylerin ortalaması da nihayetinde toplumun bir davranış ortalaması olarak tezahür etmektedir. Nitekim günümüzde toplumların bir takım davranış ortalamaları yapılan anketler ve akademik analizlerle ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Örneğin toplumlardaki suç oranı yükseklikleri üzerinden, o toplumda yaşamanın güvenli olup olmadığına ilişkin genel çıkarımlar yapılmaktadır. Eğer bireyin birtakım davranışları, bireyin kendisi tarafından bazı ilkeler ve kurallar çerçevesinde kendi öz denetimi ile sınırlandırılmazsa, insan fıtratındaki, belli ölçekte sınırlandırılmayan nefsani hususiyetlere bağlı tezahür eden davranışların toplumsal hayatın düzenini bozacak bir potansiyele sahip olduğunu yani “toplumsal hayattaki her şeyi feda edebileceğini” ifade eden şu tespit “İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki evvelen ve bizzat yalnız zâtını sever, başka herşeyi nefsine fedâ eder. (Bediüzzaman Said Nursi, 17. Söz)” çok çarpıcıdır. “Üçüncü Sayfa Haberleri” ya da Düzeni Bozulmuş Toplumsal Düzen Günümüzde toplumda vuku bulan hadiselerin tasnifinde “üçüncü sayfa haberleri” olarak nitelendirilen bir olgu söz konusudur. Ya da her akşam ana haber bültenlerinin önemli bir kısmını “üçüncü sayfa haberleri” olarak nitelendirilen haberler oluşturmaktadır. Hadiselerin nicesi de süre ve sayfa sınırı nedeniyle haberlere yansımayabilmektedir. Gün geçmiyor ki kadına yönelik şiddet haberleri, darp edilen, bıçaklanan, kurşunlanan, daha olmadı cesedi parçalanan insanlar. Artık toplumda kadına şiddetin yaygınlaşma sına bağlı olarak bir kadına şiddet olgusu söz konusudur. Henüz yeni doğmuş anne ve babaları tarafından terk edilen bebekler. Trafikte yaşanan kavgalar, bıçaklanan insanlar, öfke ile saldırılarak hasar verilen araçlar. Artık vaka-i adiye haline dönüşmüş, suçu rutinleştirmiş, kendince sıradanlaştırmış, 20 suç kaydı olan ve 21. suçu için sokakta gezen, musallat olacak yer arayan insanlar. Had ve hesaba gelmez hırsızlık ve gasplar. Haberlere yansıyan kimi zaman sokaklarda vuku bulan çatışmalar, yoldan geçerken olayla hiç ilgisi olmadığı halde yaralanan, zarar gören ve hatta ölen insanlar. Uyuşturucu ve bağımlılık ile mücadele kapsamında yapılan operasyonlar sonucunda ele geçirilen muhtelif uyuşturucu maddelerin devasa yekûnu. Yıllar boyunca terör örgütlerinin ağına düşerek teröriste dönüşmüş binlerce insan. On yıllara yayılmış bir terör ve anarşi olgusu. En başından merhamet duygusunun nerede olduğunu sorgulatan mülteci karşıtı söylem ve eylemler. Mültecilerin muhacir ruhunu tahrip eden ve toplumdaki ensar ruhunu su-i istimal eden davranışları. Muhtelif hadiselerin ardından kolluk kuvvetlerinin kolları arasında ilerlerken muhabirlerin mikrofon uzatarak sordukları; “Neden yaptınız? Utanmadınız mı? Pişman mısınız?” sorularına verilen “bir anlık öfkeme yenik düştüm” “bana yakışmadı” “nefsime hâkim olamadım” “pişmanım” “pişman değilim” minvalindeki açıklamalar ya da hızını alamayarak soruyu soran basın mensuplarına saldırmaya teşebbüsler, ya da artık arsızlaşmış söz ve davranışlar, tehditler vs. vs. Artık münferit ve istisna olma eşiğini çoktan aşmış pek çok adli hadisenin vukuunun; yazılı hukuk kuralları ile ilişkisi olduğu gibi, ahlak kuralları ile ilişkisi, orf ve adet kuralları ile ilişkisi ve din kuralları ile de ilişkisi vardır. Toplumsal düzenin sağlanması, toplumsal huzur ve güvenin temin edilmesi, suç oranlarının düşürülmesinde yazılı kurallar, ahlak, örf ve adet kuralları gibi dinin de üstleneceği bir rol vardır. Elbette öncesi ve sonrası itibariyle suçla mücadelenin pek çok boyutu vardır ve bir boyutunu da “başka herşeyi nefsine fedâ etmemesi” için bireylerin kendi nefsi ile mücadelesi oluşturmaktadır. Toplumsal düzenin sağlanması adına bireyin kendi nefsi ile mücadelesi bir bilgi ve ilgi işidir. Bu ilgi ve bilginin ilk adımını da Efendimiz’in (sav) “Küçük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücâhede) döndük” buyurduğu noktadan başlanması, bireyin kendi dünyasında, kendi hayatında, kendi ruhunda, kendi benliğinde, kendi öz denetimini sağlaması, kendi davranış muhasebesini yapması ve kendi iç mücadelesine yönelmesi oluşturmaktadır. “Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? (Furkan 43)” ihtarı ile irkilmesi gerekmektedir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca dâhilde ve hâriçte, maddi ve manevi mücahede tarzında mücadelesini sürdürmüştür. Bu çerçevede dâhilde müspet hareket ederek asayişin teminine çalışmış, hariçte ise düşmanın hücumuna karşılık gereken cevabı vermiş, yaşadığı dönemde hak ile bâtıl arasında kıyamete kadar sürecek mücadelenin temsilciliğini yapmıştır. Cihad kelimesi, çok çalışmak, gayret etmek anlamındaki ‘cehd’ kökünden türemiş olup İslâm nizamını yeryüzünde hâkim kılma ve bu nizamı savunma maksadıyla din uğrunda ve Hak yolunda yapılan savaş, gazâ olarak tarif edilir.1 Cihadın tabii ve kalıcı yöntemlerini maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür.2 Hâriçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Haricî tecavüzata karşı maddi kuvvetle mukabele edilir; dâhilde ise kılıç çekilmez, müspet hareketle manen mücadele edilir. Şimdi gelin ömrünü Kur’an’a hizmet etmeye adamış Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hayatından maddi ve manevi mücahede örneklerine göz atalım: 1912 yılının sonlarına doğru İstanbul’dan Van’a dönen Bediüzzaman Hazretleri daha önce ders verdiği Horhor Medresesinde yine eğitim faaliyetlerine devam eder. Medreset’üz-Zehra’nın3 mekteb-i ibtidaîsi dediği bu medresede kullandığı masanın üzerinde “Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz” mealindeki hadis-i şerif yazılıdır. Bu medreseyi ziyaret edenlerden Zeyneddin Burak şunları anlatır: “Üç arkadaş gittik. Medreseye vardığımızda Hoca Efendi yoktu. Bizi Molla Habib diye birisi karşıladı, içeri aldı. Beklememizi, biraz sonra Hoca Efendi’nin geleceğini söyledi. Bu esnada medresenin duvarı dikkatimizi çekti. Mavzer tüfekleri, çeşitli silah, kılıç, kama ve fişeklikler dizilmişti. Bununla beraber rahleler üzerinde kitaplar vardı. Biz doğrusu şaşırdık.”4 1913 yılında Şeyh Selim namında birisi bazı paşaların din dışı hareket ve faaliyetlerine karşı isyan eder, Hazreti Üstad’ı da bu ayaklanmaya davet eder. O sırada Van vilayetinde bulunan Bediüzzaman Hazretleri hadiseyi şöyle anlatır: “Eski harb-i umumiden evvel ben Van’da iken bazı muttaki zatlar yanıma geldiler, dediler ki: “Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor; gel, bize iştirak et. Biz bu münafık reislere itaat etmeyeceğiz.” Ben de dedim: “O fenalıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onlarla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda, belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem. Size iştirak etmem.” O zatlar, benden ayrıldılar, kılıç çektiler. Neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az bir zaman sonra harb-i umûmî (1. Dünya Savaşı) patladı. O ordu, din-i İslâm namına harbe iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüz bin şehîd, evliya mertebesine çıktılar. Beni o davamda tasdik ettiler. Kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar.”5 Bediüzzaman Hazretleri’nin Kur’an’dan ders aldığı ve hayatı boyunca talebelerine öğrettiği metot: “Memleket dâhilinde müspet hareket ederek asayişi muhafaza etmek” olmuştur. 1914 yılında Rusların Doğu Anadolu’yu işgal teşebbüsüne karşılık Bediüzzaman Hazretleri talebeleriyle birlikte silahlı mücadeleye girişmiştir. Medresede ilim tahsil eden talebeler artık ellerinde kalem yerine kılıç, kitap yerine silah tutmaktadır. Dâhilde manevi cihad devam ederken hâricî düşmanın saldırısıyla maddi cihad başlamıştır. Bu durumu Üstad Hazretleri şöyle anlatır: “Harb-i umumide gönüllü alay kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Ordu kumandanı ve Enver Paşa takdîrâtı altında kıymettar talebelerimi, dostlarımı feda ettim. Yaralanıp esîr düştüm. Esaretten geldikten sonra “Hutuvât-ı Sitte” gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbul’a tasallutu altında İngilizlerin başlarına vurdum.”6 Gerçekten Hazreti Üstad, “hakkı üstün ve hâkim kılmak için gayret sarf etme” anlamına gelen cihad görevini yerine getirerek İngilizlerin İstanbul’u işgaline karşı korkusuzca mücadele etmiş ve 1920 yılında “Hutuvât-ı Sitte” isimli kısa bir eser yazarak İngilizlerin dessas propagandalarına gereken cevapları vermiştir. Bu eserin altıncı hatvesinde geçen şu ifadeler dikkat çekicidir: “En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor. (…) Hile ve fitne perde altında kaldıkça tesir eder. Zahire çıkmakla iflas eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hilen, fitnen hezeyana, maskaralığa inkılap edip akim kalıyor.”7 Maddi ve manevi cihadı bir arada yürüten Hz. Üstad, İşârâtü’l-İ’câz isimli tefsirini Birinci Cihan Harbi sırasında doğu cephesinde Ruslar’a karşı talebeleriyle birlikte savaşırken yazmıştır. Üstad Hazretleri harpte bir yandan düşmana karşı çarpışıyor, bir yandan da o esnada kalbine gelen manaları kahraman ve sadık talebesi Molla Habib’e yazdırıyordu. Kimi zaman at üstünde, kimi zaman avcı hattında düşmanın top gülleleri arasında, yanında müracaat edilecek hiçbir kitap olmadığı halde, nerede kalbine ilham gelirse orada “yaz” diyor, hazır bekleyen talebesi de bu derin manaları yazıya geçiriyordu. Harpte yazılan bir şaheser olan bu tefsir, Risale-i Nur’un bir fihristesi, bir listesi ve o Nur bahçesinin bir fidanlığı unvanını almıştır.8 1925 yılında yaşanan Şeyh Said ayaklanmasıyla ilgili olarak Üstad’ın İnebolulu talebelerinden Selahaddin Çelebi’nin verdiği bilgiler şu şekildedir: “Şark isyanında Şeyh Saîd ve askerleri, Üstadımız Bediüzzaman’ı, şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettikleri zaman, cevaben demiş: “Yaptığınız mücadele, kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü Türk milleti bin senedir İslâmiyet’e bayraktarlık etmiş. Dini uğrunda binlerle şehid vermiş ve binlerle veli yetiştirmiştir. Binâenaleyh kahraman ve fedakâr İslâm müdâfilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılıç çekilmez. Ve ben de çekmem” diyerek hem redd-i cevap vermiş, hem mücadelesinden vazgeçmesini sölemiştir.”9 1927 yılında ise Üstad Hazretleri sürgün olarak Isparta’ya getirilmiştir. Burada telif ettiği ve Risale-i Nur adını verdiği eserlerinde Kur’ân hakikatlerini öyle kuvvetli delillerle ispat etmiştir ki dinsizleri tam anlamıyla susturmuş ve Nur Risalelerinin adeta “Kur’ân’ın elinde elmas bir kılıç” olduğunu göstermiştir. Ve müellifi olduğu eserlerin imana hizmetinin âhirzamanın dehşeti sebebiyle kazandığı kıymetini şu satırlarla ifade etmiştir: “Risâle-i Nûr’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asırda şeriat-ı Muhammediyeye (asm) ve şeâir-i Ahmediyeye (asm) edilen tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmetin istiâze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden müminlerin imanlarını kurtarması noktasındandır.”10 Kur’ân’ın tebliğ metoduna uygun bir şekilde,11 avam havas herkesin istifade edebileceği mahiyette telif edilen Risale-i Nurlar, bin yıldır biriken dinsizlik fikirlerine karşı manevi bir kalkan olmuştur. Kısa bir zamanda memleket sathına yayılarak binlerce fedakâr, kahraman talebeler yetiştirmiş ve memleket gençliğinin imanını kurtarmıştır. Görüldüğü gibi Üstad Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca dâhilde ve hâriçte, maddi ve manevi mücahede tarzında mücadelesini sürdürmüştür. Bu çerçevede dâhilde müspet hareket ederek asayişin teminine çalışmış, hariçte ise düşmanın hücumuna karşılık gereken cevabı vermiş, yaşadığı dönemde hak ile bâtıl arasında kıyamete kadar sürecek mücadelenin temsilciliğini yapmıştır. Kaynakça: 1- Kubbealtı Lugatı, c. 1, s. 4932- https://islamansiklopedisi.org.tr/cihad#2-gunumuzde-cihad3- Medresetü’z-Zehra, Bediüzzaman Hazretlerinin Doğu Anadolu’da kurmak istediği üniversite projesidir.4- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 1455- Şua’lar, s. 2736- Mektubât, s .667- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 2118- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 1839- Asâ-yı Musa, s. 26410- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11511- Nahl, 125: “(Habîbim, yâ Muhammed!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatle davet et ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et! Şüphe yok ki yolundan sapanları en iyi bilen ancak Rabbindir; hidayete erenleri de en iyi bilen O'dur.”

Kur’an-ı Kerim’de Hadid suresi 25. ayette Allah Teala Hazretleri şöyle buyuruyor: “Hem kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik.” Kur’an’ın vahiy ürünü olduğunun, Rabbimizin kelamı ve mucize olduğunun binlerce dilli vardır. Bu delilleri merak edenlere Bediüzzaman Hazretlerinin telif etmiş oldukları 25. Söz “Mucizat-ı Kur’aniye” isimli eseri ısrarla tavsiye ederim. Ama inanınız eğer bu binler delilden hiç birisi olmasaydı bile sadece şu ayet, Kur’an’ın Allah’ın kelamı ve mucize olduğunun ispatı için yeterdi. Şöyle ki; ayette demirde büyük bir güç ve kuvvet olduğundan bahsediliyor. Günümüzdeki küçük büyük neredeyse tüm silahlar demirden üretilmektedir. Tank, Gemi, Zırhlı her türlü araç, uçak, füzeler vesaire hepsi demirden. Evet, bugün hayatımızı kolaylaştıran şeylerin neredeyse tamamı demirden. Kaşık ve çatallarımız, buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinaları başta olmak üzere neredeyse tüm kullandığımız alet ve makinalar, çok katlı evler özellikle gökdelenler, kullandığımız tüm ulaşım vasıtaları, cep telefonlarımız vesaire hepsi demirden. Yani demirle öylesine iç içe geçmiş bir hayatımız var ki adeta etle tırnak gibi. Demir hayatımızdan bir çıkarılsa, sanırım üç-dört bin sene öncesine gözlerimizi açmış gibi oluruz. Bir insanın da -daha yarın ne olacağını kendiliğinden bilemezken- kendi zamanından 1400 sene sonra gerçekleşecek bir olayı bilebilmesi mümkün değildir. Ancak bir tahmin yürütebilir. Tahminlerin doğruluk garantisi yoktur. Kur’an’da ise yanlışa rastlanılmaz. Dolayısıyla sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Kur’an bir insan sözü değildir. O ancak ve ancak tüm zamanları gören ve bilen Yüce Rabbimizin kelamıdır. Bunun altını şundan dolayı özellikle çizmek istedim; İslam düşmanı batılı oryantalistlerin, biz Müslümanların kafasını karıştırmak, İslamiyet’e ve Sevgili Peygamberimize olan bağlılığımızı baltalamak için kasıtlı bir şekilde piyasaya sürdükleri bir yalan, bir iftira var; neymiş efendim Kur’an’ı Hz. Muhammed (asm) yazmış, sonra da “Bu bana Allah katından gelen vahiydir” diyerek tüm insanları kandırmış. Bu adamların dediğine göre Sevgili Peygamberimiz şu zamana kadar gelmiş geçmiş dünyadaki -haşa- en büyük yalancıdır. Niçin mi? Çünkü Allah adına yalan söylemiştir. Kur’an’ı kendisi uydurduğu halde -haşa- yalanına Allah’ı da alet etmiştir. Hayret ki ne hayret! Beni esas üzen ise şu; içimizdeki sözüm ona Müslüman geçinen bazı kimselerin de İslam ve mukaddesat düşmanı bu adamların değirmenine su taşıması. Allah akıl, fikir versin, ıslah etsin. Madem onlar saldırıyorlar, Yüce dinimize ve Sevgili Peygamberimize iftira atıyorlar. O zaman bize düşen de dinimizi doğru ve güzel bir şekilde öğrenip “su içip zehir akıtan yılan misal” bu adamların oyunlarına gelmemektir Özetle şöyle toparlayalım: Sadece şu ayet bile başlı başına Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun delilidir. Rabbimiz bize Kur’an’ın kıyamete kadar baki kalacağını bildiriyor. 1400 sene önce indirilmiş bir kitapta, ancak şu son yüzyılda her yönüyle hayatın vazgeçilmezi ve gücün en büyük kaynağı haline gelmiş olan demir için, “Onda büyük bir kuvvet ve sizin için menfaat vardır” diye gerçeği yalın ve net bir şekilde ortaya koyan ancak geçmiş ve gelecek, olmuş ve olacak her şeyi bilen Allah Teala Hazretleri olabilir. Başka birisi asla olamaz. Hele bir insanın kendinden 1400 sene sonra her yönüyle gerçekleşecek bir olayı -ne kadar akıllı olursa olsun-bilebilmesi mümkün değildir. Demiri İndirdik! Hadid suresi 25. ayette Rabbimiz “demiri indirdik” diye buyuruyor. Bu ayete zamanında itiraz edenler olmuş: “Demir gökten yağmur gibi yağmıyor, yerden çıkarılıyor. Öyleyse “indirdik” değil, doğru ifadesi “çıkarttık” olmalıydı.” Halbuki, bilimsel olarak bugün artık sabittir ki demir, süpernovalar vasıtasıyla yerküreye inmiştir. Yani örneğin petrol gibi milyonlar yıl içerisinde yeraltında oluşan bir element değildir demir. Dünya ve hatta güneş, demirin oluşabilmesi için gerekli sıcaklığa sahip değillerdir. Dış uzayda çok daha büyük yıldızlarda meydana gelebilmektedir. Bilimin son birkaç yüzyılda keşfedebildiği bu gerçeği, binler yıl öncesinden veciz bir şekilde bildirebilecek, ancak her şeyi yoktan var eden alemlerin Rabbi olan Allah Teala Hazretleridir. Süpernova, enerjisi biten büyük yıldızların şiddetle patlaması durumuna verilen isimdir. Bir süpernovanın parlaklığı Güneş’in parlaklığının yüz milyon katına varabilir. Başlangıçta yapısı, iyonize madde olan plazma şeklindeki bir süpernovanın parlaklığını yitirmesi haftalar ya da aylar sürebilir. Bu süre zarfında yaydığı enerji, Güneş’in 10 milyar yılda yayacağı enerjiden daha fazladır. Bu patlamalar, maddenin evrende bir noktadan başka noktalara taşınması işine yarar ki konumuzla da alakalı olan kısmı burasıdır. Patlama sonucunda dağılan yıldız artıklarının, evrenin başka köşelerinde birikerek yeniden yıldızlar ya da yıldız sistemleri oluşturduğu varsayılmaktadır. Bu varsayıma göre, Güneş, Güneş Sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette Dünyamız, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde ayrıca göktaşlarının dünyaya çarpmasıyla da demir madeninin yeryüzüne taşındığı ifade edilmektedir. Yukarılık aşağılık göreceli kavramlardır. Mesela ben şu an aşağıda mıyım, yukarıda mıyım diye kendime soracak olsam, vereceğim cevap şu olacaktır: Yerdeki halıya göre yukarıda, lambaya göre ise aşağıdayım. Dünyayı tam bir küre şeklinde düşünelim; üst tarafı kuzey, alt tarafı ise güney. Kuzey ve Güney kutbunda 2 insan ayakta duruyor olsa dışarıdan dünyaya bakan birisine göre Kuzey kutbundaki, dünyanın merkezine göre yukarıda, güney kutbundaki ise aşağıda gibi görünecektir. Farz edin bu iki zıt kutuplardaki adamlar derin bir çukur kazıyorlar. Dünyanın dışından bunları gözlemleyen bir insana göre Kuzeydeki insan, toprağı yerden çıkarıyor gibi görünürken güney kutbundaki kişi toprağı yukarıdan aşağı indiriyor gibi görünecektir. Tabi bu anlattığımız atmosferin dışından bakan birisine göre. Öyleyse şunu anlıyoruz, aşağı-yukarı kavramları izafidir, görecelidir. Bir diğer önemli nokta da şu: Kur’an bir coğrafya kitabı, astronomi kitabı veya -özetle- bir bilim kitabı değildir, ona öyle de bakmamak lazımdır. Kur’an bir irşad kitabıdır. Bize Rabbimizi tanıtır, kendimizi tanıtır, dünyada niçin bulunduğumuzun ve buradan sonra nereye gideceğimizin ve bu dünyada neler yapmamız gerektiğinin bilgisini bize sunan eşsiz bir kitaptır. Dolayısıyla Kur’an demirden, bir kimya ve maden kitabının bahsettiği gibi bahsetmez. Demirin maddesinden daha çok Kur’an’ın nazarımıza verdiği onun nimet cihetidir. Demir atomu olmasa karbona bağlı yaşam imkânsız olurdu; atmosfer, hidrosfer olmazdı; dünyadaki koruyucu manyetik alan olmazdı, ozon tabakası olmazdı. Bunları daha da çoğaltabiliriz. Başka bir ifadeyle demir ve demir atomu olmasaydı üzerinde bulunduğumuz dünyamızda hayat diye bir şey olmazdı. Demek ki demir böylesine büyük ve eşsiz bir nimettir. İşte Kur’an-ı Kerim de demirin bu nimetlik cihetini ve daha çok, ona ne kadar muhtaç olduğumuzu gözümüzün önüne koyuyor ve demirden bu yönüyle bahsediyor. Nimet hiçbir zaman aşağıdan yukarı doğru çıkmaz, daima yukarıdan aşağıya doğru gelir. Veren el yukarıda, alan el aşağıdadır. İhsan daima ihtiyacın üstündedir. Rah met hazineleri manen yüksek makamlardadır. İnsanlar eliyle demirin yer altından parça parça çıkarılması işi gafletten ötürü ihsan cihetini bize tam hissettirmez. Kur’an-ı Kerim “Enzelnâ” ifadesiyle çok ince bilimsel bir gerçeğe işaret etmekle birlikte ondan daha da önemlisi, demirin bizim için ne kadar hayatî değerde olduğunu hatırlatarak, bu eşsiz nimeti bize rahmet hazinelerinden ihsan edenin Allah Teala Hazretleri olduğunu bildiriyor. Yani rahmet hazinelerinin yüksek mertebelerinden son derece aşağı seviyedeki ihtiyacımıza binaen demir ilahi bir nimet olarak bize ihsan ediliyor. Rabbimiz, demir nimeti gibi sair nimetleri bizlere hatırlatmak suretiyle, bizleri asli görevimiz olan “şükre” davet ediyor.

Bu ferah ki bende görürsüz, yalnız bu kal’a fethine değildir. Akşemseddin gibi aziz, benim zamanımda olduğuna sevinirim. Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecekKerpetenlerle surun dişleri sökülecek!Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın?Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! Gayret yahu! Bad-ban denmektedir yelkene Farisi’de. Rüzgâr koruyucu / gözetici. Çektirilerin, kalyonların göğsünde kâinatın nefesi; heyacan misali… Girilmeyen haliçlere yüzerek değil de yürüyerek inmek: Fatihçe problem çözümü. Sehl-i mümteni misali… Köhnemiş taşların değil, tahrif olmuş bir inancın, sükut etmiş bir efkârın; ahkâm-ı şer’inin bir bir ikâmesiyle sökülmesi… Mühürlerin kırılması… Peygamberimizin (asm) muştusunun meyvesi olarak Konstantiniye’nin gönlünün Hakka ve hakikate açılması, İslambol oluşu: bir şehrin ihtidası… Şeyh Vefa’ca. Vefa’larca. Maddi sınırlar ehemmiyetini yitirdi. Manevi fetihler Sen’i bekliyor. Beşer şehrinin kalbindeki paslı kilitler fetihler ve Fatih’ler bekliyor. Gayret: Sahiplendiğin hakikatlerin gönülleri tenviriyle mihnet gecesinden fetih gündüzüne uyandırma vaktidir artık. Elmasın yanında, fani dünyanın cam kırıklarının ne ehemmiyeti var Sen de geçebilirsin yârdan, anadan, serden....Senin de destanını okuyalım ezberden...Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...Elde sensin, dilde sen; gönüldesin baştasın.Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! Hoşça bak zatına! Fedailerdi… “Fedake ebi ve ümmi ve nefsi” hakikatinin tecessümüydüler. Dalkılıçlardı… İmanlarından aldıkları cesaretle, yalın kılıç düşman saflarına dalarak kararmış kalplere korku salan cengaverlerdiler. Serdengeçti-nam. Görünmeyen kahramanlar. İsimsizler. Meçhul. Evvelde geldiler, ahirde geldiler. Gaye aynı: Muştulanmak. “En güzel” iltifatına nail olabilmek. Netice: Destan… Her-şehrin, Şehr-i İstanbul’un da tesliminde ve imarında... Birlikler adedince kalplerdeki vahdet, asırlar boyu aynı maksat etrafında birleştirdi nesilleri. Onların kaleminden. Serdengeçtilerce… On dört asrın son halkasısın. Sen “Serdengeçti” sin. Bayrak elinde, devren. Şiirlerde ve şuurlarda Sen. Zaman Senin ile berekete erecek biiznillah. İman nuruyla okuduğun üzerindeki bütün manidar nakışları okutma vaktidir. İman selametinin yanında, dünyanı feda etmek az bir şey mi? Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini...Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! Gevşeme, üzülme! Hileler, desiseler, yalanlar… Zamanın içine sıkışmış, zamanelik kılıfına gizlenmiş. Basitlik, bayağılık: her zamanın müşterek puslu nazarı… Lakin, zaman başkalaşsa da başkalaşmayan mukaddes kitabımız ve müjdesi var: Yakın fetih… Her asırda, her fetihte; aynı tazelik. Kur’ân dellalları adedince. İman ve Kur’ân hizmetkârlığı cihetiyle büyük bir vazifen var. Senin Kur’ân’a ait olan şahsiyetin ve yüksek bir ahlakın var. İki büyük emanetin sahipliğinde şekillenen, şimdi yaralı olan gönül coğrafyasının merhemi sende. Vazifen büyük. Susuzlar Hâdi isminin tecellisiyle vesilen ile ab-ı hayata kanacak. Kal’a gibi dik başın bulutlarla yarışsın! Bu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır;Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır.Haydi, artık uyuyan destanını uyandır! Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasınKızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın! Nisyan perdesini yırt! Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür. Unutur. Terk eder: bilerek veya bilmeyerek. Zamanın koşuşturmalarında göz göremez bazı. Kulak işitemez. Gönül de hissedemez olursa. Vay esefa! Bak çevrene bir hele! Her tarafta mürekkepsiz yazılmış nice kitap durur. Sergüzeşt-i hayatı ile her sultan bir kitap: ders var. Mimar Usta misali İslam sanatkârlarının İslam mührü olan her bir eserinde iman neşesini hisset! Mürekkepli mürekkepsiz satırlardan tevhidi oku! Sohbetlerini n kalbine inikasını seyreyle. Ecdad adedince. O vakit “Ebed, ebed!” nidasını nasıl da işiteceksin. O vakit imanından aldığın nur ve kuvvetle “Kim var?” denildiğinde sağına ve soluna bakmadan “Ben varım!” diyeceksin. Baş ve kalb lisanının gür sadasıyla inşallah! Delikanlım, işaret aldığın gün atandanYürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan… Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! Azmettikten sonra, Allah’a tevekkül et! İşaret mi? İşte: “Kostantiniyye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” Basiretle bakan gözlerin kendilerini alamadığı. Asırlarca peşi sıra sünnet-i seniyye dairesinde iz sürdüğü. Daha güzel işaret mi olurmuş? Ümmet fetihler bekliyor: Nice işaretler, nice hedef ler Dürr-i Yekta (asm) sadefinde gizli. Yeter ki onun emanetini asıl maksat yapmayı bil. Güzel komutanlarca, güzel askerlerce. Sen o şanlı ecdadın bu zamanda yaşayan evladısın. Medar-ı şeref ve medar-ı iftiharın olan ecdadının sahip olduğu fetih şuuruna sen de sahipsin. Mekke’nin fethinden İstanbul’a yol olduğu gibi tüm maddi ve manevi fetihlerin haritası: “Gayret bizden tevfik Allah’tan.” de, nusrete mazhar ol Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!Yürü aslanım fetih hazırlığı başlasın... Yürü, hâlâ ne diye kendinle savaştasın?Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! Lüzumsuz meşgul olma! Saat doğru işlemeli: Müslümanca. Ezan sesi ile arasında münasebet olmalı. Akrep ve yelkovan maddiyatın kesafeti üzerinde değil, maneviyatın letafeti üzerinde seyretmeli. Gündüzlerimizi ve gecelerimizi tenvir edecek nur kaynaklarımız olmalı. Zamanın boş’luğuna hapsedilmemeli an’lar. Bakileştirmenin cehdi olmalı. İstirahat döşeğinde ziyan edilecek saatler bir yana; dakikalar, saliseler olmamalı. Fetih şuuruyla zamanelikten ve zamanın abdi olmaktan kurtul. Vakti nimet bilenler adedince. Fetihler seni bekler. Fani, kısa, faydasız ömrünü baki, uzun, faydalı, meyvedar yapmak istemez misin? Allah için işle, Allah için görüş, Allah için çalış. O vakit ömrünün dakikaları seneler hükmüne geçer. Fatihlik yolunda sermaye olan zaman nimetinin kıymetini bil, şükrünü eda et. *** اَللّٰهُمَّ يَا مُفَتِّحَ الْاَبْوابِ اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ“ Ey kapıları açan Allah’ım. Bize hayır kapılarını aç.” Âmin

Ayasofya Camii, bugün ayakta ve hâlâ ibadete açık ise Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiği içindir. Her yeri bakımsız ve terk edilmiş bir şehir görüntüsü veren, nüfusu 50 bine kadar düşmüş İstanbul’u yeniden ayağa kaldıran Fatih’tir. Fethetmek kelimesinin İngilizce karşılığı olarak ‘conquer’ kelimesi gösterilir. Aslında conquer, ele geçirmek anlamına gelir. Buna karşılık fetih, Arapça kökenli bir kelimedir ve açmak anlamındadır. Kelimelerin anlamlarındaki şu farklılıklar bile, İslam medeniyeti ile Batı medeniyetinin bu konuya bakış açılarındaki ayrımı göstermesi için yeterlidir. Müslümanlar, bir şehri istila etmek için almazlar, i’lâ-yı kelimetullah için alırlar. Yani Allah’ın ismini yaymak ve yüceltmek için fethederler. Fethettikleri şehirlere, yıkım ve felaket getirmezler. Şehirlerin kaynaklarını sömürmezler. Tam tersine fethettikleri topraklara katkı sağlarlar. Osmanlılar, Balkanları ellerinde tuttukları müddet boyunca, toplamda 575 medrese ve 1843 mektep açmışlardır. Medreseler, günümüzdeki orta öğretim ve üniversite eğitimi seviyesindeydiler. Balkanlar’da inşa edilen kamu binaları, camiler, köprüler, hanlar, hamamlar, şifahaneler, imaretler de hesaba katılırsa, fethetmenin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılır. Üstelik Müslümanlar, fethettikleri şehirlerde yaşayan farklı dinden insanların dinlerini yaşamalarına müdahale etmemişler, onları dinî hayatlarında serbest bırakmışlardır. Buna karşılık Müslüman memleketlerini ele geçiren Batılıların aynı tavır içinde olmadıklarını tarih bize gösteriyor. Sekiz asrı aşkın bir müddet İspanya’da hüküm süren Endülüslü Müslümanların bugün esamesi okunmuyor. Tüm Avrupa’ya medeniyeti ve bilimi öğreten Endülüslerin izleri neredeyse tamamen yok edilmiş ve Endülüslü Müslümanlar Hristiyan olmaya zorlanmıştır. Buna karşılık, İstanbul’da Rum Ortodoks Patrikhanesi yüzyıllardır mevcudiyetini devam ettirmektedir. Avrupa devletleri, sömürgeleştirip kaynaklarını tükettikleri Afrika, Asya, Avustralya ya da Amerika kıtalarındaki yerliler için kaç okul açtılar? O topraklara ufacık da olsa bir faydaları oldu mu? Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta’ya atfedilen bir söz vardır: “Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.” Bu söz, Batılılar tarafından sömürülen Afrika ve diğer toprakların halklarının yaşadıkları acı tecrübeleri çok açık bir şekilde özetlemektedir. Amerika’da Kristof Kolomb ile başlayan Kızılderili soykırımı beş asır devam etmiştir. Bu süre zarfında kıtada eski medeniyetlerin mensupları yok edilmiş ve kültürleri tamamen ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Avrupalıların Amerika’da gerçekleştirdikleri Kızılderili soykırımı sırasında 12 milyona yakın Kızılderili’nin hayatını kaybettiği düşünülmektedir. Aynı husus Avustralya için de geçerlidir. Yerli halk Aborjinler’in nüfusu 1700’li yıllarda 300 bin iken, İngilizlerin kıtayı sömürgeleştirmesinin ardından 1950’li yıllara kadar nüfusları 45 bine kadar düşmüştür. Hollanda, Endonezya’yı sömürgeleştirirken her türlü zulüm, fitne ve düzenbazlığı reva görmüştür. Osmanlı ve İstanbul’daki İslam Halifesi ile bağlantılarını koparmak için Lawrence benzeri bir münafık olan Snouck’u görevlendirmişlerdir. Günümüzde yapılan birçok bilimsel çalışma şu gerçeği ortaya çıkarmıştır ki; Batı’nın dünyanın süper gücü olarak öne çıktığı 19. yüzyıl ve sonrasında yoksulluk katlanarak artmıştır. Teknolojinin gelişimiyle birlikte iletişim ve ulaşım imkânlarının ve buna paralel olarak üretimin artmasına rağmen, yeterli ve sağlıklı içme suyuna ve yiyeceğe ulaşamayan insan sayısı katlanarak çoğalmıştır. Günümüzde 1,2 milyar insanın içilebilir suya erişemediği tahmin edilmektedir. Yine araştırmalar, 2 milyar insanın elektriksiz yaşadığını ortaya çıkarmıştır. Dünya Bankası’na göre günde 1,9 dolar ile hayatını devam ettirmeye çalışan yaklaşık 1 milyar insan yaşıyor dünyamızda. Yaklaşık 4 milyar insan ise günlük 2,5 dolar ile geçinmeye çalışıyor. Şimdilerde birçok iktisatçı ve tarihçi, günümüzdeki anlamıyla yoksulluğun Ortaçağ’da olmadığı tezini savunuyorlar. Buradan aslında çok önemli bir sonuç çıkıyor ortaya. İslam ülkelerinin dünyada hâkim güç olduğu asırlarda, dünyanın daha adil ve yaşanabilir olduğunu anlıyoruz. İslâm’ın fethi adalet ve huzur getirirken, Batı’nın istilası yıkım, felaket ve yoksulluk getiriyor. Bu durumun günümüz için de ne kadar geçerli olduğunu, günlük haberleri biraz takip eden herkes anlayabilir. Herhangi bir İslâm ülkesinin başka bir ülkeyi haksız yere zapt ettiğini göremeyiz. Ancak Amerika ve Rusya başta olmak üzere dünyanın önde gelen ülkeleri, kendi güçlerini koruyabilmek için çok rahat bir şekilde ülkelere saldırıp, şehirleri yakıp yıkabiliyorlar. Ellerindeki gücü muhafaza etmek uğrunda, sivillerin ölmesi umurlarında bile olmuyor. Ayasofya Camii, bugün ayakta ve hâlâ ibadete açık ise Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettiği içindir. Her yeri bakımsız ve terk edilmiş bir şehir görüntüsü veren, nüfusu 50 bine kadar düşmüş İstanbul’u yeniden ayağa kaldıran Fatih’tir. Kudüs’e dört asır barış getiren Yavuz Sultan Selim’in fethidir. Fransa Kralı I. Fransuva, İspanya Kralı Şarlken’e esir düşünce, adaletine güvendiği Kanunî Sultan Süleyman’dan yardım istemiştir. Niçin başka bir Avrupalı devlet liderinden veya başka bir kral ya da imparatordan bu yardımı istememiştir? Demek ki; İslâm’ın fethi adalet, refah ve huzur getiriyor. Fetih, şehirleri istila etmek, süper güç olmak veya ülkelerin kaynaklarını sömürmek için yapılmamıştır.

Uzman Çavuş Yahya, 1994 senesinde Erzincan’da arazi taraması yaparken teröristlerin pususuna düşmüş. Teröristler tim komutanı Yahya Çavuşu tespit edip yaylım ateşine tutmuşlar ve kısa sürede olay yerini terk edip kaçmışlar. Teröristlerin attığı kurşunlar Yahya Çavuşun sağına soluna, önüne arkasına düşüp tozu dumana katarken, Yahya Çavuş kendisini yere atıp takla ata ata bir kayanın arkasına geçmiş. Kayaya yaslanarak etrafına bakıyor ve kendi kendine konuşarak şöyle diyormuş: “Ya Rabbi! Acaba ben ölmüş müyüm yoksa hayatta mıyım? Şu gördüğüm dağlar, ormanlar, gökyüzü dünyaya mı ait yoksa ahirete mi?” Bir ara “Komutanım! Komutanım!” diye sesler duymaya başlamış. Timindeki askerlerin kendini aradıklarını anlamış ve “Buraya gelin! Buraya geliiin!” diye bağırmış. Askerler sesin geldiği yere doğru gidip, Yahya Çavuşu bulmuşlar. Bakmışlar ki yaralı, vücudunun muhtelif yerlerinden kanlar akıyor. Elbiselerini çıkarmışlar, incelemişler. Şükür ki bu yaraların hiçbirisi kurşun yarası değil. Takla atmadan mütevellit taşların keskin kısımları, ağaç kıymıkları kollarını bacaklarını yırtmış, bu yüzden kanıyor. Hemen ilk yardım malzemeleri ile pansuman yapıp sarmışlar. Askerler çavuşun takla attığı yeri dolaşıp düşürdüğü silahını, telsizini, şapkasını bulup getirmişler. Bu esnada kendilerinden önde arazi taraması yapan başka bir tim teröristlerle çatışmaya girmiş; timdeki askerlerden biri şehit olmuş, bir de yaralı varmış. Yahya Çavuştan telsizle yardım istemişler. Timiyle onlara yardıma gitmiş. Şehit olan asker çatışma mahallinde kalmış. Tim komutanı ve askerler geri çekilmişler. Kimse gidip şehit askeri olay yerinden alıp çıkaramıyormuş. Yahya Çavuş koşarak gitmiş, şehit askeri sırtına alıp geri çekilirken teröristler bir daha yaylım ateşine tutmuşlar. Allah, Yahya Çavuşu orada da muhafaza etmiş. Kendisine kurşun isabet etmemiş. Talep ettikleri helikopterle şehidi ve yaralanan askeri alarak Erzincan’a dönmüşler. İşte hayat böyledir. Ecelin vakti/saati gelmeyince, hangi tehlike olursa olsun, o canı Allah’tan başka kimse alamaz. Ama ecel vakti geldiğinde ne bir dakika ileri ve ne bir dakika geri kalır. Demek ki, gazilik makamına terakki eden Yahya Çavuşun bu dünyada daha yiyeceği ekmek, içeceği su, teneffüs edeceği hava varmış. Yahya Çavuş Erzincan’a gelince durumu alay komutanına anlatmış. Sonra “Komutanım, ben kendimde değilim, beni askeri hastaneye sevk edin” demiş. Yahya Çavuş askeri hastaneye gidip başından geçenleri doktora anlatmış. Doktor, yeşil reçeteli ilaçlar verip bir müddet istirahat etmesini söylemiş. Yahya Çavuş eve gelmiş. Yemek yiyecek, iştahı yok. Yatmak istiyor, bir türlü uyuyamıyor. Mermi sesleri hala kulağını çınlatıp duruyormuş. Doktorun verdiği ilaçları birkaç gün kullanmış ama hiçbir faydasını görmemiş. Bu rahatsızlığı devam ederken, aklına ben gelmişim. Demiş ki, “Ah, Ah, Halit başçavuşum! Sen Erzincan’dan tayin olmadan bizi toplar nasihat eder, çok güzel şeyler anlatırdın. Şimdi burada olsa idin yine anlatır, beni teskin eder, rahatlatır, derdime bir çare bulurdun” demiş. Bu düşünce ile bana telefon açıyor. Ben de o zaman Uşak’tayım. Yahya Çavuş başından geçen bu olayı bana telefonla anlattı. “Çok rahatsızım. Uykularım kaçtı, iştahım kesildi, huzurum yoktur. Ne yapmam lazım. Bana ne tavsiye edersiniz?” diye sordu. Çok üzüldüm ve duygulandım. Kendisine “Geçmiş olsun, Allah şifalar versin. Rabbim sizi büyük bir tehlikeden kurtarmış. Çare var, ancak ya benim orada olmam lazım ya da senin benim yanımda olman lazım. Bu da mümkün olmayacağına göre şöyle yapalım. Orada arkadaşım Mesut var, onun yanına git. Benim selamımı söyle. Başından geçenleri ona da anlat. O sana yardımcı olur” dedim. Yahya Çavuş, Mesut’u bulmuş, selamımı söylemiş, başından geçenleri anlatınca Mesut, mesaiden sonra filan yerde buluşalım, demiş. Akşam buluşmuşlar ve birlikte ders yapılan medreseye gitmişler. O gün geniş katılımlı bir ders varmış. Yahya Çavuş “Ders yapılıyor ama ben kendimde değilim. Hem bir şey anlamıyorum hem de kulağımın dibinden kurşun sesleri ıslık çalıyor” diyor. Devamla, “Ders bitti, çay molası verildi. Arkamda kitaplık vardı. Elimi uzattım, rast gele bir kitap aldım. Onunla meşgul olmak istedim. Baktım, kapağında Said-i Nursi’nin Hayatı yazıyor. Kitabın kapağını açtım, Bediüzzaman Hazretlerinin fotoğrafı var. Mesut’a, ‘Ben bu dedeyi tanıyorum’ dedim.” Mesut, “Nereden tanıyorsun?” dedi. “Birkaç gün önce rüyamda gördüm. Yerde uzanmış yatıyordu. Başında sarığı vardı. Üç uzman çavuş yanından geçiyorduk. Elini kaldırdı, ‘Allah rızası için bana yardım edin’ dedi. Biz de dilenci zannettik. Cebimde üç lira vardı, hepsini verdim. Diğer uzman çavuş bir lira verdi, üçüncü uzman çavuş hiç vermedi.” O günden itibaren Yahya Çavuş namazını kılmaya başlamış, Risale-i Nur derslerini takip ediyor, Kur’an-ı Kerim öğrenmek için gayret ediyor, Risale-i Nurları okumaya ve yazmaya gayret ediyormuş. Kısa zamanda Yahya Çavuşun psikolojisi Allah’ın inayeti ve hizmetin bereketi ile geçmiş. İştahı açılmış, uykusu düzelmiş, kulağının dibinde ıslık çalan mermi sesleri de kaybolmuş. Yaşanmış bu hadise bize, “Risale-i Nurla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretiyle meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor.”1 hakikatini bir daha bu vesileyle göstermiş oldu. Sağlığına kavuşan Yahya Çavuş şükredip Cenab-ı Hakka hamd ü senalarda bulunmuş. “Teröristlerin kurşunları hidayetime vesile oldu” cümlesi onun hayatında kendisine bir slogan olmuş. Musibetlerin altında rahmet çiçekleri var da biz bilmiyoruz. Onun için hayırda sevinip, musibete rıza göstermemek, gelecek olan rahmet ve nimetlerden mahrum kalmamıza sebep olur. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirdiği gibi, şekva da musibeti artırır. Bize düşen vazife, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine iman ederek, narın da hoş, nurun da hoş, kahrın da hoş, lütfun da hoş deyip kadere teslim olmaktır. Vesselam… 1- Osmanlıca Şualar-2, s. 521

Takva kelimesi, “veka” fiilinden gelir. Veka, ‘Korundu, kendini zararlı, acı ve eziyet veren şeylerden sakındı’ demektir. Takva, nefsi korktuğu şeyden korumaktır. Kavram olarak, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, nefsi günahlardan korumak demektir. Istılahtaki anlamı ise, dinin emirlerine sıkıca bağlanarak yasaklarından kaçınmak; bir başka ifadeyle, nefsi bütün günah ve kötülüklerden ve bunlara götüren davranışlardan korumaktır. Kişinin kendini Allah’ın korumasına himayesine almasıdır. “Takva, kişinin dış görünüşünü insanlara karşı süslediği gibi, gönül dünyasını da Allah Teâlâ’ ya karşı tezyin etmesidir.”1 Allah’ın emir ve nehiylerine karşı sorumluluk bilincine takva, bu bilince sahip kimseye de muttaki denir. Muttaki kimse, haram olan şeyleri terk etmenin yanında şüpheli şeyleri terk etmekle takvasını güçlendirme gayreti içinde olmalıdır. “Günahlardan sakınanlar emin bir makamdadırlar.”(Duhan, 51) Hadis-i şerifte, “Helal belli, haram da bellidir. İkisi arasında bir takım şüpheli şeyler vardır ki, insanlardan pek çoğu onları bilmez. Şüphelilerden sakınıp korunan kimse (takvâ sahibi), ırzını ve dinini muhafaza etmiş olur. Dikkat ediniz! insan vücudunda bir lokmacık et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur; o, bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. İşte o et parçası kalptir”2 buyrularak takvanın kemale ulaşabileceğine açıklık getirilmiştir. Ayrıca denilmiştir ki; İmam Cafer-i Sadık (ra) takvanın anlamı sorulunca şöyle buyurdu: “Takva Allah’ın emrettiği her yerde hazır olman ve nehyetiği yerden uzak durmandır.”3 Kur’an’da Takva ve Mertebeleri Kur’an’da takva üç mertebede ifade buyurulmuştur: 1- Ebedî olarak cehennem azabında kalmamak için, iman edip şirkten korunmak. Bu hususla ilgili bir ayetin meali şöyledir: “O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliyet taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Zaten onlar buna pek lâyık kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.” (Fetih, 26) 2- Büyük günahlardan kaçınmak, küçük günahları tekrar tekrar işlemekten uzak durmak ve farzları eda etmek. Bu husustaki bir ayetin meali de şöyledir: “İman edip takva yolunu tutanlar için elbette ahiret mükafatı daha hayırlıdır.” (Yasin, 57) 3- Bütün benliği ile Allah’a dönmek ve insanı Allah’tan alıkoyan her şeyden uzak durmak. Hakiki takva budur ve Kur’an’da, inanan insanlardan bu takvaya sahip olmaları istenmektedir: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilden korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin” (Âl-i İmran, 102). Bu ayetin açıklaması mahiyetinde olan diğer bir ayetin meali ise şöyledir: “O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden kurtulursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir” (Teğabün, 16)4 Takvanın bu üç mertebesi, Kur’ an’ın diğer bir yerinde bir arada zikredilmiştir: “İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde, (haram kılınmadan önce) taptıklarından dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır). Allah iyi ve güzel yapanları sever.” (Maide, 93) Görüldüğü gibi bu ayette iman ve amel-i salih iki kere ve takva üç mertebe olarak zikredilmiştir. İnsanın iman edip şirkten korunması mahiyetinde olan ilk mertebe kişinin kendi nefsi ve vicdanı arasında olan bir takvadır. İkincisi, insanın kendisi ile diğer insanlar arasındaki hususlarla ilgili olan takvadır. Üçüncüsü de insanın kendisi ile Allah arasındaki takvası ve imanıdır. Bu ayette takvanın bu üçüncü derecesi, ihsan olarak zikredilmiştir.5 Takvanın Önemi Hz. Muhammed (sav) dualarında Yüce Allah’tan çeşitli nimetleri talep ederken, takvayı da istemiştir ve bu şekilde dua etmesiyle, takvanın önemini ifade etmiştir.6 Hz. Muhammed (sav)’in takva hakkında söylediği diğer bazı hadisler şöyledir: “Allah’a karşı takva sahibi olmanızı tavsiye ederim.”7 “İnsanın Cennete girmesine en çok sebep olan şey, onun Allah’a karşı duyduğu takvasıdır.”8 “Allahım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim.”9 Kur’an, ‘hududullah’tan söz eder ki, işte bu Allah’ın, içinde kalınmasını emrettiği korusunun sınırlarıdır. Müminlere sürekli olarak “Allah’ın sınırlarını aşmayın” değil; “Allah’ın sınırlarına yaklaşmayın” diye emredilir. Yaklaşmak, neredeyse o sınırı aşmaya hazır hale gelmektir. İşte, bu şekilde Allah’ın çizdiği sınırları aşma korkusuyla bu sınırlara yaklaşmamak, nefsi bu sahada korumak ve sınıra yaklaştırmamak takvadır. Risale-i Nur’da Üstad Bediüzzaman, “Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan (yasaklardan) ve günahlardan içtinap etmek (sakınmak); ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih (şerleri defetmek, hayır işlemekten öncelikli) olmakla beraber; bu tahribat (manevi yıkım) ve sefahet (günahlar) ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair (bozucu şeyleri def ve büyük günahları terk) üss-ül esas (ana temel) olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş (üstünlük kazanmış).”10 Cenab-ı Hak, Hucurât suresi 13. ayette, “Doğrusu Allah katında sizin en üstün olanınız, en takvâlı olanınızdır.” buyurmaktadır. Risale-i Nur’da takva sahiplerine güzel bir müjde vardır. “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri (büyük günahları) işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait (şartlar) içinde çok hükmündedir.”11 Kur’an başka ayetlerde konuyla ilgili şunları söyler: “Ve (onlara) nice zuhruf (altın ziynetler verirdik). Hâlbuki doğrusu bütün bunlar, dünya hayatının (geçici) menfaatinden başka bir şey değildir. Ahiret ise, Rabbinin katında takva sahipleri içindir.” (Zuhruf, 35). Şüphesiz ki takva sahipleri, Rablerinin kendilerine verdiğini almış kimseler olarak, Cennetlerde ve pınar başlarındadırlar. Çünkü onlar, bundan önce iyilik eden kimselerdi. Gecenin az bir kısmında uyurlardı. Seherlerde de onlar istiğfar ederler (mağfiret dilerler)di.” (Zariyat, 15-18) “Şüphesiz ki takva sahipleri, Cennetlerde ve nimetler içindedirler.” (Tur, 17) Nasıl Takva Ehli Olabiliriz? “Kişi kalbini huzursuz eden şeyleri terk etmedikçe takva makamına ulaşamaz.”12 Yüce Allah, Bakara suresinin ilk ayetlerinde, takva sahibi olan muttaki insanları övmüş ve onların çeşitli vasıflarını belirtmiştir. Buna göre takva sahibi olan insanlar, hiç tereddüt etmeden hidayet ve kurtuluş yolu olarak Kur’an’ı seçerler; gayba inanır, günde beş vakit namazlarını kılar ve helal yoldan elde ettikleri mallarını helal yolda, Allah’ın yolunda harcarlar. Bütün mukaddes kitaplara ve peygamberlere iman eder, özelikle ahiret inancı ve hazırlığı içinde olurlar. Bu şekilde hareket eden takva sahipleri, aynı zamanda Allah tarafından övülmüş, hak yolda bulunan ve felaha kavuşacak olan insanlar olarak haber verilmişlerdir. (Bakara, 1-5) Süfyan bin Uyeyne’nin “İnsan kendi ile haram arasında dağ gibi engeller görmedikçe takvaya ulaşamaz.” dediği rivayet edilir. Hadis-i Şerifte, “Kul, sakıncalı şeylere düşme endişesiyle sakıncası olmayan bazı şeyleri terk etmedikçe gerçek muttakilerin derecesine ulaşamaz” denilerek, takva sahibi olmanın yolu gösterilir.13 Konuyla ilgili olarak İmam Gazali (ra) Mükaşefetü’l-Kulub adlı eserinde, Ebu Leys es-Semerkandî’den rivayetle takva (Allah korkusu ile günahlardan sakınmak) hakkında şunları anlatır: “Allah korkusunun, yedi alâmeti vardır: Birinci alâmet dilde belirir: Allah korkusu taşıyan kul dilini yalandan, dedikodudan, koğuculuktan, iftiradan ve boş konuşmaktan alıkor, bunlar yerine onu zikirle, Kur’an okumakla ve ilmî konuşmalarla meşgul eder.İkinci alâmet kalpte belirir: Allah korkusu taşıyan kul başkalarına karşı kalbinde düşmanlık, iftira ve kıskançlık barındırmaz. Çünkü kıskançlık iyilikleri mahveder. Üçüncü alâmet gözde belirir: Allah korkusu taşıyan kul, haram olan hiç bir şeye bakmaz. Dünyaya aç ve muhteris gözlerle değil, ibret almak amacı ile bakar. Helâl olmayan şeylerden bakışlarını uzak tutar. Nitekim Peygamber’imiz (sav) şöyle buyurur: “Kim gözünü haramla doldurursa Allah da onun gözünü kıyamet günü ateşle doldurur.” Dördüncü alâmet karında belirir: Allah korkusu taşıyan kul, karnına haram lokma sokmaz, çünkü haram lokma yemek ağır günahlardan biridir. Beşinci alâmet ellerde belirir: Allah korkusu taşıyan kimse, ellerini harama değil. Allah’ın rızasına uygun şeylere doğru uzatır. Nitekim Kâ’bu’l-Ahbar’ ın (ra) şöyle dediği rivayet edilir: “Allahu Teala, her bir bölümü yetmiş bin gözlü yetmiş bin bölümü olan yakuttan yapılma bir köşk yaratmıştır. Kıyamet günü bu köşke ancak önlerine çıkan haram şeylerden Allah korkusu ile uzak duranlar girebileceklerdir.” Altıncı alâmet ayaklarda belirir: Allah korkusu taşıyan kimse, günah işlemeye değil, Allah’ın emrine uygun ve O’nun rızasını kazandıracak işlere doğru yürür, alimlerle ve iyi amel işleyenlerle buluşmak gayesi ile adım atar. Yedinci alâmet amelde belirir: Allah korkusu taşıyan kimse ibadetini sırf Allah rızası için yapar, riyadan ve münafıklıktan kaçınır. Sonuç “Nasıl ki bir insan, bir iş için bir adamı teçhiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümit eder. Kezalik (bila teşbih) Cenab-ı Hak, insanlara, kemal için bir istidat, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla, Cenab-ı Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir denilebilir. Bu teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır.”14 Takvaya ulaşmak için, başta haramları terk etmek ve farzları ifa etmek gerekir. Namaz, zekât, cihad, faize bulaşmamak... Sonra, nafilelere devam etmek gerekir. Namazların sünnetleri başta olmak üzere nafile namazlar, özellikle teheccüd namazı, zikir, tefekkür, sünnetlere sarılmak gibi şeylerle takva sağlanabilir. İnsan takvaya bürünmeli ki günahlar onu istila edemesin. Mümkün olduğunca her amelde takva esas olmalıdır. “İstidad ve kabiliyetinizde ekilen veya vazife ve hilkatinizden kastedilen takvanın kuvveden fiile çıkarılması lazımdır.”15 Kaynakça: 1- Râzî, I, 202- Buhari, İman, 39; Müslim, Müsâkat, 1073- Sefinetü’l-Bihar, c. 2, s. 6784- El-Beydâvî, Envaru’t-Tenzîl ve Esrânu’t-Te’vîl, Mısır, 1955, 1, 65- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1971, III, 18076- Muhammed b. Allan es-Sıddîkî, Delilu’l-Falihin li turuki Riyazi’s-Salihin, Mısır 1971, I, 2527- Ebu Davûd, Sünen, 5; Tirmiz, İlim, 16; Ahmed b. Hanbel, II, 3258- Ahmed b. Hanbel, II, 392, 4429- Müslim, Zikir, 7210- Kastamonu Lahikası, 19311- Age.12- Buhârî, Îmân, 113- Tirmizî, Kıyâme, 19; İbn Mâce, Zühd, 2414- İşaratü’l-İ’caz, 14815- Age

Sabah namaz için veya işe gitme hazırlığı ya da sırf uykudan uyanma için eskiden horozlu saat şimdilerde telefon sesi duyuyoruz… Bir alışveriş merkezine gittiğimizde, dükkân içlerinde hatta lavabolarda bile en baskın şeyin müzik olduğunu görüyoruz… Şu trafik falan dinelemeyip etrafındakileri riske sokan minibüslerde, şehirler arası otobüslerde hasılı hemen bütün ulaşım araçlarında, dinlenme tesislerinde, yapılacak anonsun önünde ve arkasında da müzik olmazsa olmaz olarak hayatımızda yer kaplıyor… Arayana göre ayarlanmış telefon sesleri/müzikleri, hayatın bize seslenişinin ve ahvalimizin/ uyarılma isteğinin dışa vurumu olarak kendini aşikâr ediyor… Lokantalarda, evlerde temizlik yapan/bulaşık yıkayan/ütü yapan hanımların etrafında, ders çalışan çocukların kulaklarında, iş yerlerinde çalışanların kulaklarında hep müzik var… En uyarıldığımız, uyanık kalmamıza vesile kıldığımız anları/zamanları müzik meşgul ediyor… Müzik, bir kısmımız için diğer dış uyarıcılara karşı kalkanımız, bir kısmımız için kaçış noktamız, bir kısmımız için uğraştığımız şeye odaklanma aracımız, bir kısmımıza göre içimizden geçenleri haykıran/söylemek isteyip de söyleyemediklerimizi dillendiren seslenicimiz, bir kısmımız için ruhumuzdaki hissiyatı ihtizaza getirip coşkunluk yaşatan bir uyarıcı olarak dolanıyor dünyalarımızda… Siyasi bir partinin seçim çalışmalarının olmazsa olmazı, en devrimci yanlarımızın meydana okunuşu, en manevi atmosferimizin terennümü, en efkârlı dünyalarımızın isyankâr seslenişi olarak her yerimize nüfuz etmiş bir ikaz edici olarak yine müzikle karşılaşıyoruz… Yaz gecelerinden Ramazan gecelerine, sahillerden dağ başlarına, ocak başlarından kamp ateşlerine sessiz yığınların gürültülü yanlarını temsil ediyor… Müziği sadece çalgı aletleri olarak anlamamak lazım. Şiirin düz yazıya nispeti ne ise, belagatli sözlerin nesirden ayrılmış hali ve her tınılı seslenişin varlığı çerçevesinde görmek daha fikir verici olacaktır… Diğer taraftan müzik/ritim/tını/es’li okunuşlar hayatımızdan çıktığında büyük bir sessizliğe bürünecek ve neredeyse iletişimlerimiz kaybolacakmış bir hava/algı var alemimizde Müzik ruhun gıdası mıdır? Müzik insan ilişkisi hep var olagelmiş. Duygu durumunun rengini belli eden, aynı duygu durumunda olanların bir araya geliş şekillerinde bile kendini göstermiş. Halktan sanata, klasikten moderne, hafiften popa kadar uzanan nice suretlerde boy vermiş. Çoğu insan tercih ettiği müzik çeşidine göre kendine yer bulmuş mekanlarda/alanlarda. En geniş kalabalıklar müzik ile bir araya getirilmiş… Belediye konserlerinden en ciddi oturumların arkasına konulan müzik organizasyonları, hep kitleselliği hedeflemiş ve hedeflemektedir. Yani insanların müzik olan yöne tercih ve meyil gösterdikleri vakıadır. Ayırım noktası Burada bir ayırım noktasına geldik ki önemli bir an/yer burası. O da şu: İnsan, ruhu barındıran bir bedene sahip kılınmıştır. Kulak vasıtasıyla gelen her ses, kişinin alt yapısına/eğitimine/inancına göre ruhta karşılık veya tepkiyle karşılaşır. İnsan için iki ayırıcı ve iki ayrı yöne sevk edici olarak vicdan ve nefis bulunmaktadır. Dış uyarıcılar da buna göre karşılık bulur. Dışarıdan gelenler, nefse ait olarak nefsani veya kalp/vicdana aitlikle Rabbani olarak sınıflandırılır.1 Dikkat edilmesi gereken Burada dikkat edilmesi gereken şey, müziğin insanda kahramanlık duyguları/ulvi hüzünleri ve Rabbani aşkları mı uyandırıyor yoksa yetimane hüzünler ve nefsani/şehevi duyguları mı uyandırıyor olduğudur. Kur’an şiir değildir fakat kendine mahsus davetkar bir okunuşu/seslenişi vardır. Ezan huzura çağıran önemli bir uyarıcı/davet edicidir. Zikir, aynı duyguları paylaşmanın sesi/müziği/okunuşudur. Müzik, hayatımızda olmaya devam edecektir. Önemli olan imtihan için bulunduğumuz şu dünyada, yukarıda ayrımını söylediğimiz Rabbani aşklar, kahramanlık duyguları ve ulvi hisleri ihtizaza getirici olmasına dikkat edilmesidir… Var olan kâinatın fıtri melodisine mutabık hareket edebilmektir... Kaynakça: 1- İşaratü’l-İ’caz Mecmuası, 64

“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Resulüne iman ederler, sonra şüpheye düşmezler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ederler. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir.” Müminlerin üzerine farz olan amellerden birisi de cihattır. Allah yolunda cihat iki şekilde olur. Biri maddi cihattır ki din düşmanlarına karşı zamanın silahlarıyla muharebe etmektir. Diğeri manevi cihattır ki nefis, şeytan ve ehl-i küfre karşı ilim, marifet ve takva gibi faziletlerle mukabele ve mukavemet etmektir. Kur’an-ı Azîmüşşanda cihadı emreden pek çok ayet vardır. Onlardan birisinde Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Resulüne iman ederler, sonra şüpheye düşmezler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ederler. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir.”1 Maddi cihat müminler için farz-ı kifâye iken manevi cihad farz-ı ayn hükmündedir. Manevi cihadın maddi cihattan faziletine dair İmam Suyutî Hazretleri Enes b. Malik (ra)’dan şöyle bir hadis naklediyor: “Din-i Mübin-i İslâm’a hizmet maksadıyla ilmi talep ve tahsil edenler Allah katında mücahidin-i fî sebîlillahtan (Allah yolunda cihad eden mücahidlerden) efdaldir.”2 Sevgili Üstadımız da cihat hususunda bu zamanın hükmünü şöyle ifade etmektedir: “Cihad, farz-ı kifâye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzâaf (kat kat fazla) bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir.”3 Üstad Bediüzzaman hazretleri bunun sebebi olarak bu zamanda dehşetli bir halin hükmettiğini şöyle açıklıyor: “Bu zamanda ehl-i İslam’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi, nurdur. Nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.”4 Şimdi bu açıklamalar çerçevesinde bazı ölçüleri not edelim. Ölçü: Bu zamanda en büyük cihat, manevi cihattır. Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurları yazmanın ehl-i dalalete karşı manevi bir cihat ve müminlere iman cihetinde bir hizmet olduğunu ifade ediyor.5 Hadis-i şerifte ilim ile meşguliyetin manen cihat olduğu şöyle açıklanıyor: “Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki: “İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır.”6 Nur talebeleri bu zamandaki müthiş dinsizlik cereyanına karşı Risale-i Nurdaki iman hakikatleriyle meşgul olup imanlarını muhafazaya çalıştıkları gibi, başkalarının imanlarını da tehlikeden kurtarmaya çalışmaktadırlar. Bu hizmetin Nur talebelerinin asli vazifesi olduğu Risale-i Nurda şöyle açıklanıyor: “Her şakirdin her bir talebenin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil, belki başkasının imanlarını muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddi devam ile olur.”7 Madem iman, saadet-i ebediyenin yegâne vesilesidir. Öyle de imanı kurtarmak da cihadın en büyüğüdür. Ölçü: Risale-i Nur, küfrün taarruzatını yok eden manevi bir atom bombasıdır. Risale-i Nur, küfr-ü mutlakı kökünden kurutup tesirini yok eden manevi bir nurdur. Adeta manevi bir atom bombası gibi küfrü yerle birediyor. Hazret-i Üstad Risale-i Nurun küfre karşı galebe-i mutlakasını bazı risalelerde şöyle açıklıyor: “Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taşını zîr u zeber ediyor.”8 “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslam’ dan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir.”9 “Eğer haşrin geleceğini, gelecek baharın geleceği gibi kat‘î bir surette anlamak istersen, haşre dair Onuncu Sözle Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkatle bak, gör. Eğer haşrin geleceğine, baharın geleceği gibi inanmazsan, gel, parmağını gözüme sok.”10 “Risale-i Nur, söndürmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Onu mağlup edebilmek için kâinatı elinde tutacak bir kuvvet lazımdır.”11 Kaynakça: 1- Hucûrat, 152- Suyutî, Camiu’s-Sağîr, 52333- Mektubat 2, 513. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha4- Lemalar, 105. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha5- Lemalar, 175. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha6- Tirmizi, İlim 2, (2649); İbnu Mace, Mukaddime 17, (227).7- Kastamonu Lahikası, 258. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha8- Lemalar, 185. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha9- Mesnevî-iNuriye, 172. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha10- Zülfikar, 74. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha11- Emirdağ Lahikası 3, 366. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Beyaz kefen altında arınıyor dünya. Kirlerini akıtıyor toprağa. En derinlere gömüyor kar sularıyla. Temizlik yapılıyor kutlu bir tören için. Buzlar yok ederken mikropları, kar temizliyor toprakları. Rüzgarlar havayı süpürürken bulutlar çeşme kuruyor göklerden… Hummalı bir çalışma, azami gayret, son sürat çırpınış, telaş… derken kutlu günü müjdeleyen ilk cemre, ilk kor, ilk ateş, ilk kıvılcım yükseliyor göklere. Isınıyor hava kutlu doğum için. Sonra düşüyor buz tutmuş suların üzerine korlar; berrak, tertemiz suları hazırlıyor kutlu misafire. Ve akıyor sulardan toprağa hararet ısınıyor yeryüzü… Hava, su, toprak yanıyor artık. Cemrelerden yayılan hararet kaplıyor yeri göğü. İşte güzel dost gel gör nevruz-u sultaniyi. Şimdi Âlem halden hale girecek, acayip işler çıkacak. Bak şu bahar mevsiminin en güzel gününde yeşil sahraya bir bak. Adeta bir sihir bir mucize var. Harab olan binalar başka şekil aldılar, birden ayağa kalktılar. Bitmiş tükenmiş, yer ile yeksan olmuş şu şehir ayağa kalkıyor. Kutlu doğuma şehadet ediyor. Sinema perdeleri gibi kareler sürekli rengarenk değişiyor. Ölmüş kurumuş koca zemin yeniden yeşerip rengarenk kıyafetlerle törenler yapıyor. Yüce sultanın marifetlerini sergiliyor. O kadar karışıklık içinde mükemmel bir ahenk ve uyumla seyircilere doyumsuz anlar sunuyor. Sihirbazlara adeta dilini yutturuyor, sanaristlere adeta kalem kırdırtıyor. İnsan aklını aciz bırakan manzaralar meydan alıyor. Adeta gaybi, gizemli bir zat meydan okuyarak insanlara “benim eserlerime bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyorum. Şüphesiz sizi de böyle dirilteceğim. Benim gücüm her şeye hakkıyla yeter” diyor. “Nasıl bu koca memleket tahrib edilip, başka yere kurulacak?” diyenlere adeta görsel bir şölen sunarak kudretini gösteriyor. Her an meydana getirdiği değişim ve dönüşümlerle akıl sahiplerine ebedi daimi dönüşümün provasını, benzerlerini izletiyor. Böylece nazarları ebedi dirilişe çeviriyor. Baharla ebediyet müjdeleniyor. Yeniden dirilişin ışıltıları yayılıyor. Ebedi varoluşun numuneleri sergileniyor. Rengaren çiçeklerle, uçuşan kelebeklerle, hayat bulan böceklerle ötelerden muştular yükleniyor. Nevbahardır sultanım âlemde bugün yineVaroluşun üstüne varoluşlar var yineİbret al şu bahardan, böcekten şu topraktanEbedi dirilişin muştusu bunlar yine Alemlerin Rabbidir; terbiye eder dururBunu idrak edenler akışa ortak olur“fenzuru” sedasıyla gözler sanatı bulurEbedi varoluşun eseri bunlar yine Gülpınarı düşme sen tabiat batağınaSebeplerden sıyrılda kurul has otağına“Kün” aşkıyla vecde gel bahar açsın bağınaEbedi kurtuluşun zuhuru bunlar yine Kaynak: Bediüzzaman Said Nursi (ra), Haşır Risalesi Onuncu Suretten mülhem

Âsâr-ı Atika Müzesi Maarif Nâzırı Cevdet Paşa’nın teklifiyle Topkapı Sarayı’nın Çinili Köşk’ü bazı değişiklikler yapılarak müzeye dönüştürülmüştür. Buraya taşınan Mecma-ı Âsâr-ı Atîka koleksiyonu ile yeni Müze-i Hümâyun (bugünkü Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Türk Çini ve Seramikleri Müzesi’nden oluşan İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü) 3 Ağustos 1881’de törenle açılmıştır. Müzenin müdürü Alman asıllı doktor Philipp Anton Dethier idi. Müzenin açılışından çok kısa bir süre sonra Dethier ölünce, yerine Sadrazam İbrahim Edhem Paşa’nın oğlu Ressam Osman Hamdi Bey getirilmiştir. Osman Hamdi Bey, ölümüne kadar yaklaşık otuz yıl başında kaldığı müzenin bütün koleksiyonlarını ilmî yöntemlerle sınıflandırmış, A. Joubin ile G. Mendel’e eserlerin kataloglarını hazırlatmıştır. Çinili Köşk gittikçe çoğalan eserlerin tamamını barındıracak durumda olmadığından karşısına Mimar P. Vallaury’nin projesine göre yeni bir müze binasının yapımına başlanmıştır. Yeni müzenin birinci bölümü 1891’de, diğerleri ise 1902 ve 1908’de tamamlanmıştır. Osman Hamdi Bey, bir yandan müzeyi geliştirmeye çalışırken bir yandan da 1973 yılına kadar işlevini sürdüren yeni Âsâr-ı Atîka Nizamnamesini hazırlamış ve Sultan 2. Abdülhamid’in izniyle 1884’te yürürlüğe koydurmuştur. Böylece kazılardan çıkan eserlerin yurt dışına götürülmesi engellenmiştir. Osman Hamdi Bey’in ölümünden sonra yerine kardeşi Halil Ethem (Eldem) Bey getirilmiş ve bu görevde yirmi iki yıl kalmıştır. 1917’de müzenin yakınındaki Sanayi-i Nefise Mektebi’nin Cağaloğlu’na taşınması üzerine onun binasında Eski Şark Eserleri Müzesi açılmıştır. 9 Mayıs 1920Fatih’in Türbedarı Ahmed Amiş Efendivefat etti Ahmed Amiş Efendi, 1807 senesinde Tuna vilayetine bağlı Tırnova’da dünyaya gelmiştir. Tırnova’da medrese tahsili gördü. Aynı yerde sıbyan mektebi muallimliği yaptı. Kuşadalı İbrahim Efendi’nin Tırnova’ya nâib olarak gönderdiği Ömer Halvetî’ye intisap eden Amiş Efendi, 1846’da irşada mezun oldu. 1877’de Fâtih türbedarı Bekir Efendi türbedarlık görevini Ahmed Amiş Efendi’ye devretti. Amiş Efendi bundan sonra “Fâtih türbedarı” unvanıyla tanındı. Amiş Efendi aslen Şâbâniyye tarikatına mensuptu. Kırk yılı aşan irşad faaliyeti süresince taliplere Halvetî, nadir olarak da Nakşibendî icazetnamesi verdi. Yaklaşık 113 yaşında, damadı Ahmed Naim Bey’in Şehzadebaşı’ndaki evinde 9 Mayıs 1920 tarihinde vefat etti. 19 Mayıs 1798 Depremden zarar gören Eyüp Sultan Camiiyeniden yapılmak üzere yıkılmaya başlandı Eyüp Sultan Camii’nin 1766 zelzelesinde büyük ölçüde zarar gördüğü ve 1776’da Sadrazam Derviş Mehmed Paşa tarafından tamir edildiği bilinmekteyse de bunun yapıyı kurtarmaya yeterli olmadığı anlaşılmaktadır. Evvelce caminin içinde muhafaza edilirken 1956 yılındaki tamir sırasında ortadan kaybolan ve Ekrem Hakkı Ayverdi’de bir sureti bulunan Rûznâme’de bildirildiğine göre, caminin büyük ölçüde tamir edilmesi kararlaştırılmıştır. Bunun üzerine Mart 1798’de ilk hazırlıklara girişilerek dört gün sonra tamire başlanmışken binanın tamir kabul etmez durumda olduğu anlaşıldığından çalışmalar durdurulmuş ve kırk üç gün boyunca öylece bırakılmıştır. Mimarların bu arada yaptıkları keşiflere göre caminin temeline kadar yıkılıp yeniden inşasından başka çare görülmediği için 19 Mayıs 1798 tarihinde yıkıma başlanmış, 10 Temmuz 1798’de temele kadar inilmiştir. Rûznâme, bütün inşaat safhalarını çok ayrıntılı olarak günleriyle bildirir. Yeniden yapılan cami, 7 Temmuz 1800 tarihinde tamamlanmıştır. 31 Mayıs 1742 Sultan 1. Mahmud, Fatih Külliyesinekütüphane yaptırdı Sultan 1. Mahmud, Fâtih Camii’nin kıble duvarı bitişiğine müstakil bir kütüphane binası yaptırmıştır. Cami içindeki kitaplar kütüphaneye nakledildiği gibi, teşkilatlanması yeniden yapılmış ve yeni bir çalışma düzeni getirilmiştir. Yeni düzenleme ile kütüphanedeki hâfız-ı kütüb sayısı altıya çıkarılmış ve ayrıca bir kâtib-i kütüb tayin edilmiştir. Kütüphanenin korunması ve temizliği için iki bevvâb ile iki ferrâş görevlendirilmiştir. Tarihçi İzzî, 31 Mayıs 1742 tarihinde kütüphanenin büyük bir merasimle açıldığını nakleder. Padişahın, devlet adamlarının ve önde gelen ulemanın katıldığı açılış merasimi, öğle namazının kılınmasının ardından Sahih-i Buhari hatmiyle başlamış ve dualar, hadis dersi ve vaazla sona ermiştir. Merasimin ardından kütüphane görevlilerine, ulemaya samur kürkler giydirilmiş ve fakirlere ihsanlarda bulunulmuştur.