205. Sayı: "Ey Alem-i İslam Ayağa Kalk!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiAyağa Kalkmalıyız Ama Nasıl?
İnsan

İsa Aleyhisselam demiş ki “İkinci kez doğmayanlar, gerçek iman etmiş olmazlar!” İlk duyduğumda anlayamamıştım. Garip gelmişti. Sonra Rabbimizin Nisa Suresi 136. ayette bizi şöyle ikaz ettiğini gördüm. “Ey iman edenler! İman ediniz.” Tefsirciler tarafından “Maksat dışa karşı inanmış gibi görünen münafıklardır”, “İkinci iman çağrısı, imana devam çağrısıdır”, “İnananlar kâmil manada imana çağırılmaktadır” gibi çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Bu, bende farkındalık kavramını öne çıkaran bir ikaz oldu. Çünkü çoğu zaman ülfet bizi yakalıyor ve alışıyor, unutuyor, gaflet ediyoruz. Heyecan, dinamizm, odaklanma, sürdürülebilirlik gibi hallerimizi kaybedebiliyoruz. Bu ayki dergiye gelen bir yazıda da bunu yaşadım. “Ey Âlem-i İslam Ayağa Kalk!” diyordu. Yıllardır alıştırtıldığımız, kanıksadığımız, öylece kabul etmiş gibi durduğumuz halin, -hiç olmazsa Filistin’de şu son yaşananlar üzerinden- değişmesini, bütün dünyada uyanan vicdanlarla beraber, aynı dini paylaşanlar olarak bizlerin, İslam âleminin de ayağa kalkmasını haykırıyordu. Peki, ayağa nasıl kalkacağız? Ayağa kalkmak için ne yapacağız? Öncelikle dünyadan ve dünyevileşen yanlarımızdan kurtulmalıyız zannederim. Yukarıdaki ayetin baktığı yönlerden birisiyle söylersek, Müslüman olmalıyız. “Ey Müslümanlar Müslüman olun!” sözünü kalp ve baş kulağımızla en derinden işitmeliyiz. Dünyayı ebedi yurt gibi görmekten, kazandıklarımızın elimizden çıkma korkusundan, tul-i emelden de kurtulmalıyız. Dünya hayatının ge­çici ve bir imtihan meydanı olduğunu bilerek Cahit Zarifoğlu’nun ifadeleriyle “Filistin bir sı­nav kâğıdı her müminin önünde” cümlesini ken­di üzerimize alarak olanlara ve tavrımıza tekrar bakmalıyız… Boykot etmeliyiz evet, ama daha çok en iyisini ve yerlisini üretmenin de derdine düşmeliyiz. Zaten yapanlar var demeden, her birimiz zambak mı, papatya mı, gül mü vadisine gireriz bilemem, fakat çapası toprakta, aklı projesinde, eli amelinde ve işinde olmalıyız. Necip Fazıl’ın dediği gibi artık çelik çomak oynamaktan yorulmalıyız, büyümeliyiz, olmalıyız… Mevlana’nın yedi öğüdündeki gibi; cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi, şefkat ve merhamette güneş gibi, başkalarının kusurunu örtmede gece gibi, hiddet ve asabiyette ölü gibi, tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi, hoşgörülükte deniz gibi, hasılı ya olduğumuz gibi görünmeli ya göründüğümüz gibi olmalıyız. Kendimiz olmalıyız. Ve Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, himmetimiz âli, ona göre de gayretimiz çok olmalı. Ta ki her birimiz tek başımıza milletimiz olabilelim. Ve bilelim ki bizler, imanın ve İslam’ın güzelliklerini söz, fiil ve davranışlarımızda gösterirsek eski satvet ve haşmet dönemleri nasipten hariç değildir. Yeter ki ne olduğumuzun farkında olalım.  

Metin UÇAR 01 Aralık
Konu resmiTarihten Notlar
Tarih

Gazze Hz. Haşim Türbesi(Seyyidinâ Haşim Camii) Peygamber Efendimizin (asm) büyük dedesi Haşim’in asıl adı Amr idi. Bir sene Mekke’de kıtlık olmuştu. Amr, Suriye’den ekmek getirdi ve bu getirdiği ekmekleri kırıp ufalayarak et suyundan yaptırdığı çorbaya kattı. Bu şekilde hazırlattığı çorbaları Mekke’ye gelen hacılara dağıtıyordu. Bundan sonra kıran ve ufaltan anlamına gelen “Haşim” lakabıyla anılmıştır. Resûlullah (asm) ve akrabalarına Haşimoğulları denilmesinin sebebi de budur. Haşim, Kureyş kabilesinin başka ülkelerle ticaret yapabilmesi için antlaşmalar yapmıştır. Sâsânîler, Himyerîler, Habeşîler, Romalılar ve Gassanîler’le diplomatik ilişkiler kurdu ve ticaret yaptı. Ondan sonra Kureyş kabilesi mensupları yılda iki defa ticarî seyahat yapmaya başladılar. Kış mevsiminde Yemen’e ve Habeşistan’a gidilirken, yaz mevsiminde Suriye’ye ve Anadolu’ya ticaret için gidiliyordu. Hacıların ve Kureyş kabilesinin su ihtiyacını karşılamak üzere Mekke’de Bezr ve Sicille adlı iki büyük kuyu kazdırdı. Dedesi Kusayy’ın yaptığı gibi Hac mevsiminde Mekke’deki kuyulardan develerle su taşıtarak zemzemin çıktığı mevkide bulunan deriden yapılmış havuza doldurur ve hacıların su ihtiyacını karşılardı. Hâşim, ticarî bir seyahat için Suriye’ye giderken Medine’de Neccâroğulları’ndan Amr bin Zeyd’in misafiri oldu. Hem babasının hem de kendisinin dostu olan Amr’ın kızı Selmâ ile evlendi. Bu evlilikten Peygamber Efendimizin (asm) dedesi Şeybe (Abdülmuttalib) dünyaya geldi. Selmâ, hamile kaldığı takdirde doğumun kendi ailesinin yanında olmasını nikâh esnasında şart koştuğu için çocuğunu Medine’de dünyaya getirmişti. Hâşim, eşini Medine’de bırakıp ticaret maksadıyla Suriye’ye giderken Gazze’de vefat etti ve oraya defnedildi. Oğlu Abdülmuttalib sekiz yaşına kadar Medine’de kaldıktan sonra amcası Muttalib tarafından Mekke’ye getirildi. Haşim’in türbesi ve mescidi son olarak, 1855 senesinde Sultan Abdülmecid tarafından yeniden yaptırılmıştır. 7 Aralık 1063  Nizamü’l-Mülk,Alparslan’ın veziri oldu Büyük Selçuklu veziri Nizamü’l-Mülk, Çağrı Bey’in 1059 senesinde vefatından sonra Tuğrul Bey zamanında Horasan Valisi oldu. Alparslan’ın, kardeşi Süleyman ile giriştiği taht mücadelesi sırasında Alparslan’ın yanında yer aldı. İdarî ve siyasî kabiliyetleriyle onun dikkatini çekti. Alparslan tahta geçtikten bir ay sonra Kündürî’yi azledip yerine 7 Aralık 1063 tarihinde Nizamü’l-Mülk’ü tayin etti. Malazgirt Muharebesi hariç Alparslan’ın bütün seferlerine katılan Nizamü’l-Mülk, bu savaşların kazanılmasında ve Kutalmış’ın isyanının bastırılmasında önemli rol oynadı. Sultan Melikşah’ın rakiplerini bertaraf ederek tahta geçmesinde büyük hizmetleri oldu. Sultan Melikşah zamanında Büyük Selçuklu Devleti için ciddî bir tehlike teşkil eden Hasan Sabbâh ve adamlarıyla mücadeleyi bir devlet politikası haline getirdi. 21 Aralık 1506  Molla Cami’nin en yakın talebesiAbdülgafûr-ı Lârî vefat etti İran’daki Lâr Kasabasında dünyaya gelen Ab­dülgafûr-ı Lârî, Ashâb-ı Kirâm’dan Sa’d bin Ubâde’nin (ra) soyundan gelmektedir. Molla Câmî’nin en yakın talebesiydi ve birçok eserini bizzat kendisinden tahsil etti. Aklî ve naklî ilimlerde devrinin üstadı kabul ediliyordu. Şerh-i Fusûsü’l-hikem adlı kitabının mukabelesini Molla Câmî ile birlikte yapmış ve kitabı 1491 senesinde tamamlamışlardır. Nefehâtü’l-üns’e tekmile yazmıştır. Bu tekmilede 200’e yakın sûfînin tercüme-i hâli yazılıdır. 21 Aralık 1506 Pazar günü Herat’da vefat eden Abdülgafûr-ı Lârî, şeyhi Molla Câmî’nin kabri yakınında defnedilmiştir. 26 Aralık 1567Koca Sinan Paşa Mısır Beylerbeyi oldu Arnavut asıllı olan Koca Sinan Paşa, Arna­vut­luk’un Delvine Kasabasında 1520 senesi civarında dünyaya gelmiştir. Yemen ve Tunus fâtihi lakaplarıyla da anılır. Sultan III. Murad ve Sultan III. Mehmed dönemlerinde beş kere sadarette bulunmuştur. Kendine has kişiliği, adamları, serveti ve vakıfları ile şöhret kazanmıştır. Küçük yaşta devşirilerek kendisinden önce saraya alınan ağabeyi Ayas Paşa’nın yardımıyla Enderun’a girdi. Ağabeyinin sayesinde kısa sürede yükselerek Kanûnî Sultan Sü­ley­man’ın çaşnigîrbaşısı oldu. Daha sonra Malatya sancak beyliğiyle saraydan çıktı. Ardından Kastamonu, Gazze ve Nablus sancak beyliklerinde bulunduktan sonra Temmuz 1564’te Erzurum, Ekim 1565’de Halep ve 26 Aralık 1567’de Mısır beylerbeyi olmuştur.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiDeizm Eleştirisi:  Peygamber İhtiyaçtır
İtikad

İmanın altı rüknü var. Bunların içinden Allah’a iman, diğer beş iman rüknünü de içine alır. Yani Allahu Teâlâ varsa melekleri, kitapları, peygamberleri, ahiret hayatı ve kader de vardır. Onun için Allahu Teâlâ’nın varlığına inanmak, diğer iman rükünlerine de imanı netice verir. Bu bağlamda Cenab-ı Hakk’ın varlığı ve O’na iman, resulleri ve onlara imanı da gerektirir. Bu hakikati delilleriyle anlayabilmek için öncelikle “Niçin imtihan?” sorusuna cevap vermek yerinde olacaktır. İmtihan Sırrı Peygamberlerin Varlığını Gerektirir Yapılanın ne olduğunu ve neye hizmet ettiğini en iyi yapan bilir. Bir kitapla anlatılmak istenen şeyi en iyi yazarı ifade eder. Bir sanatın sırlarını, en iyi sanatkârı anlar. Dolayısıyla yapanın, yazanın ve sanatkârın iradesini dikkate almadan, sadece yapılanlara, yazılanlara ve sanata bakarak sonuç çıkarmaya çalışmak ya yanlış olur veya eksik kalır. Aynen öyle de kâinata, eşyaya ve olaylara ilâhî murâdı, isim ve sıfatlarının gereklerini gözardı ederek bakanların, olanların iç yüzünü, sırrını, hikmetini ve gayesini anlamaları mümkün değildir. Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları ezeli ve ebedi oldukları için ebediyyen tecelli edecekleri ahiret hayatını, yani ebedi cennet ve cehennemi isterler. Yani celâlî isimler, ebedi azap yeri olan cehennemi ve onu hak edenleri; cemalî isimler ise ebedi mükâfat yeri olan cenneti ve ona lâyık olanları gerekli kılar. Eğer Cenab-ı Hak bir kısım kul­­la­rını imtihan etmeden doğ­­ru­dan cehenneme ve cennete koysaydı, cehenneme giren­­le­rin “Bizim suçumuz ney­di ki ce­hen­nemde bize azap edi­yor­­sun?” diyerek ilâhî takdir, hik­met ve adaleti sorgulamaya ve şi­kâ­ye­te hakları olurdu. Hâl­bu­ki Ce­­­nab-ı Hakk’ın bir is­mi de Adl’ dir, adaleti sonsuz olan­dır. Allahu Teâlâ adaletsizlikten münezzehtir. Bunun için Adl isminin gereği olarak cehenneme kimlerin gireceğine adaletle hükmetmek için, dünya imtihanı gerekli oldu. Öyle bir imtihan olmalıydı ki amelce kimlerin daha üstün ve güzel olduğu ortaya çıksın ve herkes kendi hür iradesiyle, hiçbir iltimas ve kayırma olmaksızın ya o imtihandan geçsin veya yine kendi hür iradesiyle hiçbir baskı ve zorlama olmadan o imtihandan kalsın. İşte bu imtihan sırrı ise insanlar arasında Allah’ın elçisi, Allah katında da insanların elçisi olacak ve insanların arasından çıkarak beşerin kendisini rehber ve imam yapabileceği peygamberleri ve mukaddes kitapları gerekli kılmıştır. Çünkü imtihan, perdeler arkasından açılan kapılardan hakikatlerin akıllara gösterilmesini gerektirir. Yoksa imtihanda, ister istemez tasdik edecek derecede perdesiz olarak hakikatler gösterilmez. Yani akla kapılar açılır, ihtiyarlar elden alınmaz. Demek ki ulûhiyet, imtihan perdesini gerektiriyor; öyle ise aşağıda maddeler halinde gelecek hakikatleri okurken “imtihan gerçeğini” hatırdan çıkarmamak gerekmektedir. Güneş Işıksız Uluhiyet de Nübüvvetsiz Olmaz Bu hakikatin bazı nüktelerini maddeler halinde şöyle sıralayalım. - Mükemmelliğin zirvesindeki bir güzellik sahibi, kendini gösteren ve tarif eden bir vasıta ile beşere kendini ilân etmeseydi, beşer o eşsiz güzelliği hakkıyla bilebilecek miydi? - Güzelliğin zirvesindeki bir sanat sahibi, başkalarının beğe­ni­sini sanatı üzerine çeken bir ilan­cı ile teşhir edilmeseydi, in­­san­lık böyle bir zatı lâyıkıyla ta­nı­yabilecek miydi? - Allahu Teâlâ’nın bütün kâi­nat­­ta hükmeden muhteşem bir ter­biye edicilik (rububiyet) sal­ta­natı var. Acaba halk arasında vahdetini bir elçi ile ilân etmeseydi bu mükemmel rububiyet, ibadet ile karşılık bulur muydu? - Cenab-ı Hakk’ın acayip muci­zelerle, çok garip ve kıymetli cev­herlerle dolu nihayetsiz giz­­li hazineleri, yani gizli ke­mâ­­lâtı var. Böyle bir zatın, sar­raf bir tarif ve teşhir edici va­sı­ta­­sıyla bu giz­li hazinelerini halkın beğeni­sine arz edip, sergiler ve galeri­ler açarak teşhir ederek gizli ke­mâlâtını göstermek istemesi hik­metin ta kendisi değil midir? - Cenab-ı Hak bu kâinatı bütün isimlerinin mükemmelli­ği­­­ni gös­teren, garip ve ince sa­­nat­lar­la süslenmiş ve gezilip te­­ma­şa edi­­lecek muhteşem bir saray gi­bi ya­ratmıştır. Elbette onu tarif eden bir rehber tayin etmesi hik­­­metine son derece uygundur. - Âlemlerin rabbi olan Allah, şu kâinatı her an hayret verici bir faaliyetle muhteşem bir de­ğişim ve dönüşüm içinde çal­­kalamaktadır. Bütün akılların merak ettiği ve “kâinatın tıl­sımı” denilebilecek bu muhteşem faa­liyetlerin gayelerini ve sırları­nı bir elçisi vasıtasıyla be­şere ders vermesi O’nun hikmet ve rahmetinin gereğidir. - Allah’ın bütün varlıklar için so­rulan ve bütün akılların merak ettiği “Necisin? Nereden ge­li­yorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularının cevabını bir el­­­çisi vasıtasıyla vermemesi hiç müm­­­kün müdür? - Hem hiç mümkün olur mu ki bu güzel sanatlar ile kendi­ni akıllı ve şuurlu kullarına ta­nıt­tıran ve kıymetli nimetle­riyle sevdiren Cenab-ı Hak, bu­­nun karşılığında onlara razı ol­­du­ğu şeylerin neler olduğunu ve ar­zu­larının neler olduğunu bir ya­veri vasıtasıyla bildirmesin? - Yine hiç mümkün müdür ki Allahu Teâlâ insanı akıl ve şuur­ca her şeyle alâkalı ve kabi­li­yetçe kendine küllî ve geniş iba­detler yapabilecek bir donanımda yaratsın, sonra bir hoca/bir rehber vasıtasıyla insanın yüzünü çokluktan kendi zatına, yani tevhidine çevirmek istemesin? Bunlar gibi daha pek çok peygamberlik vazifelerinin her biri, beşerin risaletsiz olamayacağı­na dair kesin birer delildir. Güneş, ışıksız düşünülemediği gibi ulûhiyet de risaleti ister, gerekli kılar. Yapan Bilir, Bilen Konuşur Kâinatın sahibi ve idarecisi olan Allah, elbette bilerek ve hik­­­met­le icraatlar yapıyor. Her ta­­­ra­­fı gö­rerek ve bilerek idare ve ter­­bi­ye ediyor. Her şeyde gö­rü­nen hikmetleri, gayeleri ve fay­da­ları irade ederek yönetiyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem Cenab-ı Hak konuşacaktır; elbette akıllı, şuurlu ve konuşmasını bilenlerle konuşacaktır. Elbette akıllı ve şuurlu varlıklar içinde diğer varlıkların da özellikleri kendinde toplanan, küllî ve kuşatıcı bir şuuru olan insanla konuşacaktır. Madem insanla konuşacak; elbette insanlar içinde hitaba en lâyık ve en mükemmel olanlarla konuşacaktır. Madem en mükemmel, kabiliyetleri en yük­­­sek, ahlâkı en yüce ve diğer in­­sanlara rehber olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette bu zatlar peygamberlerdir. En başta da Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Ves­selâm’dır. Kâinatın Düzeni Nübüvveti Zaruri Kılar Kâinatın her tarafında gözlemlenen düzen, insan dünyasında dahi bir düzeni gerekli kılar. Bu da ancak peygamberlerle olur. Binbir türlü evhamlarla, vesve­selerle, şüphelerle ve bâtıl fikirlerle karışık insanların fikirleri­ne istikamet verecek, ancak ilâhî mürşitler olabilir ki onlar da muhakkak peygamberlerdir. Yine yaradılışça sınır getirilmeyip uçları açık bırakılan şehvet, akıl, öfke gibi duygularına mağlup olarak diğer insanların hak ve hukuklarına geçen ve zulümler yapan insanın, bu his­siyatına itidal verecek, ancak ilâ­hî terbiyeciler olabilir. Onlar da şüphesiz peygamberlerdir. Ke­za, insanın bütün manevi ka­biliyetlerini geliştirecek ve in­­sanlık madeninde bulunan bü­­­tün cevherleri işlettirip ça­lış­tı­­­­ra­cak, ancak ilâhi “kişisel gelişim” uzmanları olabilir ki onlar da peygamberlerdir. Esmâü’l-Hüsnâ Peygamberleri Lüzumlu Kılar Madem kâinat mevcuttur ve inkâr edilmez. Elbette kâinatta görünen hikmet, inâyet, rahmet, güzellik, düzen, ölçü, sanat, süs gibi hakikatler dahi hiçbir surette inkâr edilemez. Madem bu sıfatların ve fiillerin inkârı mümkün değil; elbette o sıfatlarla sıfatlanan ve o fiillerin fâili olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Hakem ve Adl isimleri dahi hiçbir şekilde inkâr edilemez. Elbette o fiillerin, isimlerin ve sıfatların en mükemmel tecellilerine mazhar, hatta onların tahakkuk etmesine vesile olan rehber, hoca ve ilancı olan peygamberler hiçbir şekilde inkâr edilemez. Kâinattaki hakikatler ve onların ışıkları gibi peygamberler dahi kâinatın en parlak birer ışıklarıdır. Hocası Olmayan Anlaşılmaz Bir Kitap Anlamsız Bir Kâğıt Yığınından İbarettir Cenab-ı Hak şu kâinatı, her say­fasında milyonlarca kitap ka­dar bilginin gizlendiği, her cüm­lesinde milyonlarca sayfa kadar sırların yazıldığı, her keli­me­sinde milyonlarca cümleler ka­dar hakikatlerin yerleştirildiği bir kitap gibi yaratmıştır. Nasıl ki anlaşılmaz bir kitabı ders verip anlatan bir hoca ol­mazsa, o kitap anlamsız bir kâ­ğıt yığınından ibaret kalır; aynen öyle de şu muhteşem kâinat kitabını da ders verip sırlarını ve hakikatlerini anlatan bir hoca olmazsa kâinatın da varlık gayeleri anlamsızlığa düşerdi. Her şey anlamını yitirirdi. İnsanın Fıtrî Özellikleri Risaleti Lüzumlu Kılar Şu kâinat gayet düzenli bir mem­­­leket, harika bir şehir ve ga­­yet süslü bir saray gibidir. El­bet­te bu kâinatın bir ustası, bir hâkimi ve bir sahibi vardır. Mademki bütün o âleme, o mem­­­­lekete, o şehre ve o saraya alâ­­ka gösteren; duyu, duygu ve ci­hazlarıyla bütün varlıkları me­­­rak edip irtibata geçen; aklı, fik­­­ri ve nazarı çok geniş, kuşatı­cı ve küllî olan bir insan türü vardır. Elbette o Muhteşem Ya­ra­tıcı’ nın, mahlûkâtının en seç­kini olan insan türü ile çok yüce ve pek yüksek bir münasebeti olacak, ona kudsî bir hitabı ve âli bir teveccühü bulunacaktır. Elbette bu yüksek münasebetin, kudsi hitabın ve âli teveccühün mazharları peygamberlerdir ve en başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Hazret-i Muhammed Aley­his­sa­lâtü Vesselâm’ın  Nübüvvet Delilleri Buradaki konumuz, “Allah’a imanın peygamberlere imanı ge­­rek­tirmesi” olduğundan bütün izahlarımız da bu çerçevede ol­du. Yani Resul-i Ekrem Aley­his­­­salâtü Vesselâm Efendimizin nü­­büv­vet delillerinden ziyade, Allah’a imanın peygamberliği gerektirmesi üzerinde durduk. Lâkin böyle bir konuda, Fahr-i Kâinat, Hayru’l-Beşer, Hâtem-i Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin nübüvvet delille­ri­­ne temas etmeden geçmek ol­mazdı. Burada, bu delillerin bazılarına çok kısaca ve maddeler halinde uzaktan işaret etmekle yetineceğiz. Şöyle ki: Resulullah Efendimizden (sav) önce gelen yüz binlerce en­biya ve sonra gelen milyonlar­ca evliyanın ittifakla onun nübüvvetine olan şahitlikleri. Efendimizin (sav) risaletini müj­­­deleyen ve haber veren Tevrat, Zebur, İncil ve diğer bütün su­­huf­larda geçen yüzlerce işa­ret­ler. “İrhâsât” denilen, nübüvvetten önce yaşanan binlerce olağan­üstü olaylar. Kendileri görülmeyip sadece sesleri işitilen ve adına “hâtif” denilen ruhânîlerin meşhur müjdeleri. Kâhinlerin, tevatür derecesinde O’nun (sav) risaletini haber vermeleri. Ayın yarılması gibi, gösterdiği binlerce mucizeleri. Ortaya koyduğu İslâm şeriatının hakkaniyeti. Kemâl noktadaki övülen ahlâkı. Risalet vazifesini en güzel bir şekilde icra ederken gösterdiği yüksek seciyeleri. Kimsenin yetişemediği yüksek takvası, herkesten fazla Rabbine ibadette ileri gitmesi, vazifesindeki fevkalâde ciddiyeti, hiçbir zorluktan yılmayan metaneti gibi yüzlerce kemâlâtını gösteren deliller. Daha bunlar gibi nice nübüvvet delilleri, Hazret-i Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Ves­­­selâm Efendimizin risaletini gü­­­neş gibi aşikâr bir surette ispat ediyor. Sonuç Allahu Teâlâ’nın, diğer kulları­na peygamberleri niçin elçi ola­­­rak gönderdiği meselesini doğ­­­ru anlayabilmek için önce­lik­­le ilâhî hikmetin “imtihanı” ge­rek­tirdiğinin kavranması “ki­lit taşı” gibidir. İmtihan sırrı bi­­­lin­­dikten sonra Cenab-ı Hak ile kulları arasında niçin bir elçi olması gerektiğine akıllar daha kolay intikal edebilmektedir. Bu temel esas üzerine, yukarıda izah edilen peygamberliğin lüzum hikmetlerini maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz: - Kemaldeki bir güzelliğin hakkıyla bilinmesi, resuller vasıtasıyla olur. - Kemalâtın zirvesindeki bir sa­natkârın lâyıkıyla tanınması elçiler sayesinde olur. - Allahu Teâlâ’nın kâinatta hükmeden muhteşem rububiyet sal­tanatı, ancak resuller vasıtasıyla ibadet ile karşılık bulur. - Cenab-ı Hakk’ın isimleri gizli birer hazinedir. Bu hazinelerin kapılarının açılması, tarif, talim ve teşhiri ancak o isimlere en çok mazhar olan seçilmiş elçiler vasıtasıyla olur. Yoksa o gizli kemâlat hakkıyla bilinemezdi. - Cenab-ı Hak bu kâinatı bütün isimlerinin mükemmelliğini gösteren, muhteşem bir saray gibi yaratmıştır. Elbette tarif eden bir rehber tayin etmesi hikmetine son derece uygundur. - Âlemlerin rabbi olan Allah, şu kâinatı her an hayret verici bir faaliyetle muhteşem bir değişim ve dönüşüm içinde çal­ka­lamaktadır. Bu muhteşem faali­yetlerin gayelerini ve sırlarını bir elçisi vasıtasıyla beşere ders vermesi O’nun hikmet ve rahmetinin gereğidir. - Kâinat ve içindeki bütün varlıkların neci olduklarını, nere­den geldiklerini ve nereye gittiklerini bir elçisi vasıtasıyla diğer insanlara bildirmemesi hiç mümkün müdür? - Cenab-ı Hakk’ın, akıllı ve şuur­lu kullarından varlıklarının gayesinin neler olduğunu, neler istediğini, onların hangi hallerinden razı olduğunu onların içinden bir elçisi vasıtasıyla bildirmesi ne kadar hikmetlidir. - Cenab-ı Hak insanı akıl ve şuurca her şeyle alâkalı ve kabiliyetçe kendine küllî ve geniş ibadetler yapabilecek bir donanımda yaratmıştır. Elbette bir hoca ve rehber vasıtasıyla insanın yüzünü çokluktan kendi zatına, yani tevhidine çevirmemesi mümkün değildir. - Yapan bilir, bilen konuşur. Allahu Teâlâ da şüphesiz konuşacaktır. O konuştukları ise şüphesiz insanların en mükemmelleri olan enbiya olacaktır. - Kâinatın her tarafında müşahede edilen düzen, kâinatın bir parçası olan insanın dünyasında dahi bir düzeni gerekli kılar. Bu da ancak peygamberlerle olur. - Varlıklar üzerinde tecelliyâtı müşahede edilen esmâü’l-hüs­nânın bilinmesi ve tahakkuk etmesi, ancak bu isimlere hem mazhar hem de tahakkuklarına vasıta olan resullerle olur. - Hocası olmayan anlaşılmaz bir kitap, anlamsız bir kâğıt yığınından ibaret kalır. Kâinat kitabındaki gizli manalar da re­sullerin okutup bildirmesi ol­maz­sa bilinemez ve kâinat da an­lamını kaybederdi. - İnsanın yaratılıştan gelen fıtrî özellikleri, risaleti lüzumlu kılar. Bütün bu delillerden sonra, net olarak şunu söyleyebiliriz: Işığın güneşi gösterdiği gibi, peygamberler de ulûhiyete delil olur.  

Mustafa TOPÖZ 01 Aralık
Konu resmiEy Alem-i İslam Ayağa Kalk
İnsan

Gözlerim yollarda bekler dururumNerde kardeşlerim diyordu bir sesİlk Kıblesi benim ulu Nebi’ninUnuttu mu bunu acaba herkes Mehmet Akif İnan Tarihler 19 Nisan 1946’yı gösterirken, İkinci Dünya Savaşında artık sona yaklaşılmış, ancak savaş henüz bitmemiş, savaşın bitmesine Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasına henüz 18 gün kaldığı hengamede alt yapısı üst yapısı tarumar olmuş, büyük bir yıkım yaşamış, işgal görmüş, insan kaynağının önemli bir kısmını kaybetmiş, hasılı dibe vurmuş bir Avrupa’da, Zürih Üniversitesi’ndeki bir kürsüden yükselen bir ses, tüm Avrupa’ya bir çağrıda bulunuyordu. “Avrupa ayağa kalk! Eğer bir gün Avrupa birleşirse ve ortak geçmişini paylaşırsa, mutluluğu ve zenginliği sınır tanımaz…” Churchill’in bu çağ­rısı Avrupa’da karşılık bulmuş, dediği gibi Avrupa ayağa kalkmış, Avrupa Birliği’ne yolculuğu başlamış, birleşmiş ve kendi ölçeğinde refaha erişmiştir. 1946’nın yıkılmış Avrupa’sında, bir imkânsıza ve ütopyaya mı çağırmıştır Churchill? İslam dünyasının dibe vurması, yıkım ve işgal görmesi, tarumar olması, ekonomik, siyasi ve ticari olarak darmadağınık olması Avrupa’dan neredeyse kabaca bir yarım asır önce vuku bulmaya başlamış, Birinci Dünya savaşıyla birlikte, imparatorluğun çöküşüyle beraber bir devir kapanmıştır. Ancak henüz imparatorluk çökmeden, hemen öncesinde imparatorluğu kur­tarmak için İttihad çağrıları baş­lamış, imparatorluk sonrası dö­nemde de kopan tespih ta­ne­leri gibi savrulan, dağılan ve kaybolan Âlem-i İslam’ın unsurlarını toparlamak için birlik olma, ayağa kaldırma çağrıları yapılmış ve yapıla gelmektedir. İttihad-ı İslam olarak kavram­sal­laşan bu çağrılar, yüz yıl ön­ce ve yüz yıl sonra, bugün bir imkânsıza ve ütopyaya mı çağrıdır? Kabaca yüzyıldır “Ey Alem-i İslam, ayağa kalk” çağrıları yapılmıyor mu? Bu çağrılar ziyadesiyle ve yeterince yapılmadı mı? Bu âlemin Avrupa kadar ortak geçmişi yok mu? İslam dünyasının mutluluğa ihtiyacı yok mu? İslam dünyasının zenginliği sınır tanıyamaz mı? -İslam dünyasının bir kısmının zenginliği zaten sınır tanımıyorken- İslam dünyasının bebek ve çocukları, çocukların kilosundan daha ağır, çocukların boylarından daha büyük bombalar altında can vermek zorunda mı? Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Gazze’de bebek ve çocuklar gözlerimizin içine baka baka katlediliyorken değilse ne zaman, bu hadise değilse hangi hadise ayağa kalkman için yeterli gerekçe ve sebep olacak? Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Artık yüzyıl önceki İslam dünyası değilsin! Artık doksan yıl önceki İslam dünyası değilsin! Artık seksen yıl önceki İslam dünyası değilsin! Artık yetmiş yıl önceki İslam dünyası değilsin! Artık atmış yıl önceki İslam dünyası değilsin! Artık elli yıl önceki İslam dünyası değilsin! Artık kırk yıl önceki İslam dünyası değilsin! Artık otuz yıl önceki İslam dünyası değilsin! Artık yirmi yıl önceki İslam dünyası değilsin! Artık on yıl önceki İslam dünyası değilsin! Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Her türlü imkâna sahipsin; paran var, petrolün var, doğalgazın var, silahın var, insan kaynağın var, elliden fazla devletin var. Sana bugünü yaşatanlara ve seni mutsuz edenlere hayatı zindan edebilecek, senin bebek ve çocuklarını hayattan koparanların if  lahını kesebile­cek, senin kutsal mescidini ku­şatan, işgal eden ve senin girmeni engelleyenlerin kolunu kanadını kırabilecek her türlü imkâna sahipsin. İçinde bulunduğumuz çağda imkansızlıktan, yokluktan, fakirlikten, yoksunluktan, güçsüzlükten kaynaklanan zaruri bir acziyetin arkasına sığınabileceğin bir mazerete sahip değilsin. Her şeyin ve her imkânın var. Bebek ve çocuk katilleri olan “insanımsı hayvanlara” karşı cesareti ve öfkesi olan, “Allah azizdir. İntikam sahibidir (İbrahim 47)” ayet-i kerimesini bilen, yerinde duramayan, heyecanla ittihada muntazır bekleyen, Allah için seven Allah için buğzeden dünyanın dört bir yanından yüz milyonlarca inanmış kalbe sahipsin. Ey Alem-i İslam ayağa kalk! “Milyonlar nerede? Arap milleti nerede? Arap kanı nerede? Arap şerefi nerede? Allah bizimledir, Siyon çocuklarından daha güçlü, daha büyüktür. Assın, öldürsün, gömsün, kabre koysun ama yurdum boyun eğmez. Kırmızı kanım limon tadında yeşilleri sular. Devrimlerin ışığı yanarsa kazanan biz olacağız…” diyen Lübnanlı bir kadın şarkıcı kadar cesur olabilmek, Lübnanlı bir kadın şarkıcı kadar “Neredeyiz?” diye kendimizi sor­gulayabilmek, Lübnanlı bir ka­dın şarkıcının sorusundan kaç­mayarak cevap verebilmek ve buradayız diyebilmek için ayağa kalk. Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Kudüs ve Mescid-i Aksa işgal edildi ayağa kalkamadın – belki imkânın yoktu. Nekbe ve Naksa yaşandı dur diyemedin – belki imkânın yoktu. Moro’da Müslümanlara el uzatamadın – belki imkânın yoktu. Afganistan kaç işgal gördü engelleyemedin – belki imkânın yoktu. Doğu Türkistan’da yaşarken öldüler hiç mevzu etmedin – belki imkânın yoktu. Irak ve Irak’ın yüzbinlerce çocuğu yabanların elinde perişan oldu bir çözüm üretemedin – belki imkânın yoktu. Karabağ’da soykırım yaşandı hiç gündemine almadın – belki imkânın yoktu. Bosna’da soykırım yaşandı bir köprü kuramadın – belki imkânın yoktu. Çeçenistan’ın mücadelesine bir omuz veremedin – belki imkânın yoktu. Halep harap oldu kör oldun da gör olamadın – belki imkânın yoktu. Aylan bebekler boğuldu bir sahili selamet olamadın – belki imkânın yoktu. Kerkük Türkmenleri mahzun oldu da “la tahzen” diyemedin – belki imkânın yoktu. Yemen, Libya, Sudan’da silahlar birbirine doğruldu “müminler ancak kardeştirler” diyemedin – belki imkânın yoktu. Kıbrıs 1983’te bağımsız devlet oldu, kırk yıldır hoş geldin diyemedin –belki imkânın yoktu. Filistin’in toprakları lime lime edildi, lokma lokma yutuldu, Akif İnan’ın ifadesiyle Mescid-i Aksa selam gönderdi, alamadın – belki imkânın yoktu. Ey Alem-i İslam ayağa kalk! 1987’den 1993’e altı yıl, ilk intifada da çocuklar tanklara taş atarak mücadele ettiler. Taş kesildin de çocukların elindeki taş olamadın – belki Filistin’de bir çocuk olacak cesaretin, bir çocuğun elindeki taş olacak imkânın yoktu. Tam altı sene Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa, Arafat’ın tanklara taş atan küçük çocuk generallerinin mücadelesiyle baş başa kaldı, taşlarla kolları kırılan çocuklara mahcup oldun da hiç olmazsa çocuklaşamadın – belki imkânın yoktu. Belki imkânın yoktu, Ey Alem-i İslam sahi gerçekten im­kâ­­­­nın yok muydu? Belki de... İm­kâ­nın yoktu... yok muydu... kim bilir... “İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir; göklerde olanları da yerde olanları da bilir (Al-i İmran -29)” Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Bu defa ayağa kalk! Bu defa zalime karşı gürle, bu defa kükre, bu defa şimşek ol çak, yağmur ol yağ, sel ol utanç duvarını yık, kar ol ayaza çek, boran ol demir kubbeyi tarumar et. Bu defa ayağa kalk!  Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Gazzeli bebekler için, Bosna’ya borcunu ödemek için, Kara­bağ’a kendini affettirmek için, Irak’ta istikrarı tesis etmek için, sırayı Doğu Türkistan’a getirmek için, Suriye ve Yemen’in iflahı için. Allah rızası için, bu defa Gazze’de ayağa kalk. Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Neredesin Mutasım diye feryad eden Filistinli kadına buradayız demek için, şehit olmuş annesinin sedyesinin elinden tutmuş çocuğun elinden tutmak için, kefene sarılmış evladına son sözü “Orada Müslümanları Rasulullah’a şikâyet et evladım” diyen babayı bulmak, ellerinden öpmek ve af dilemek için, “Bizi izlediği halde bir şey yapmayan Müslümanlara hakkımızı helal etmiyoruz” diyen Filistinliyle helalleşmek için bu defa olsun -  bir defa olsun ayağa kalk. Ey Alem-i İslam ayağa kalk! “Ben buraya Yahudi olarak geldim” diyenlere ilk kıblenin topraklarına geldiklerini hatırlatmak için ayağa kalk. “İsrail’e Gazze için kırmızı çizgiler koymadık” diyenlerin Alem-i İslam’ın kırmızı çizgisini geçtiklerini, ayağa kalk ve ihtar et. Ey Alem-i İslam! Ekranlardan bütün bir Arap dünyasını tehdit etme cüretini kendinde gören, “Çıkarınızı korumak istiyorsanız, sessiz kalın” diyebilecek kadar küstahlaşan katile diyecek bir sözün verecek bir cevabın yok mu? Ayağa kalk ve cevap ve cevabını ver. Biz “Bir elimize Güneş’i bir elimize Ay’ı verseniz de…” diyen Rasulullah’ın ümmetiyiz de, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır de, bizim çıkar tanımımız ancak “Fedâke Ebî Ve Ümmî ve Nefsî Yâ Rasûlallâh”dır de. Bizi tehdit ettiğin reel politiklerin canı cehenneme de. Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Ve bir şey de. Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Gazze için çırpınan, Gazzeli bebekler ve çocuklar için seni derleyip toparlamaya çalışan, sen birlik olursan beraber hareket edersen senin bu soykırımı engelleyecek gücün olduğunu sana hatırlatan, soykırımı yapanlardan hesap sorulmasını haykıran Türkiye’nin uzattığı eli tutmak için ayağa kalk. Türkiye yüzyılının Alem-i İslam’ın yüzyılı olması için ayağa kalk. Ey Alem-i İslam ayağa kalk! 29 Ekim’de çıkarılmış olan “siyah sancağın” altına toplanmak, icabında bir gece ansızın “siyah sancağın” ardından yürümek, artık kınından çıkmış kılıçlar hakkı için ayağa kalk. Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Göktürk Kitabelerine kulak ver “üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir.” Senin ilini töreni bozan, onlarca gündür göğü Filistinlilerin üstüne çökertenlerin, yağdırdıkları bombalarla onlarca gündür yeri delenlerin başına bir gece ansızın bir kıyamet koparmak için… “Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir (Bakara 249)” sırrına mazhar olmak için Ey Alem-i İslam ayağa kalk! Titre ve kendine gel. ……… Ey Alem-i İslam ayağa kalk! ve “Fitne ortadan kalkıncaya kadar……(Bakara 193)”

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Aralık
Konu resmiToplumun Sessizliği
İnsan

İslam dünyası çok uzun yıllardır, zulüm karşısında kalben buğzetmenin ötesine geçemiyor. Zulme karşı kalben buğzetmek Peygamber Efendimizin (asm) ihtarıyla imanın en zayıf halidir. Bunun bir üst aşaması olan dil ile zulme karşı çıkmak çok önemlidir. Ama yeter mi? Sadece kınayarak, sosyal medyadan paylaşımlar yaparak veya Siyonizm’i destekleyen firmaları ve markaları boykot ederek, elimizden geleni yapmış oluyor muyuz? Buna cevap; yetmez ama şimdilik elimizden bu kadarı geliyor olacaktır. Şunu çok açık bir şekilde anlamamız gerekir ki; Filistin’de veya dünyanın diğer herhangi bir yerinde bir Müslümana zulmediliyorsa ve biz buna sessiz kalıyorsak, yarın yevm-i mahşerde bunun hesabını vereceğiz. Ecdâdımız boşuna Topkapı Sa­ra­yı­nın girişine “Yâ vâliyete küllü mazlum” (tüm mazlum­ların sığınağı) yazmamıştır. On­lar dün­­yanın neresinde bir Müslü­man sıkıntı çekerse, onun derdine derman olmayı ken­di­leri­ne vazife biliyorlardı. Öy­le ki; Tay­land’da bir medre­se­­deki ta­le­belerin Kur’ân-ı Ke­­rîm ihti­ya­cını dahî bizzat Sul­­tan II. Ab­dülhamid karşılı­yor­­­du. Aynı za­­man­da Hol­lan­da’nın zulmün­den kaçan En­do­­nez­ya­lılara Os­manlı Devleti topraklarını aç­mıştı. Doğu Tür­­kis­tan’da kuru­lan Kaşgar Dev­­­leti’ni dünyada ilk tanıyan Osmanlı Devleti ol­duğu gibi, kuru­cusu Yakub Han’a Os­man­lı nişanı vererek desteği­ni açık­ça belirten de Sultan Abdülaziz olmuştu. Portekiz saldırılarına karşı Açe’ye asker ve mühimmat gönderen Sultan II. Selim, Avusturyalılara karşı Macarları destekleyen Sultan Abdülmecid, Ruslara kar­şı İsveçlileri destekleyen Sul­tan III. Ahmed, zalimlerin karşısında, mazlumların yanında olmanın örneklerini açıkça ortaya koymuşlardı. Bir Müslümanın sorumluluk alanı sadece kendi hanesi değildir. O, bilgisinin, yetkisinin ve maddî-manevî gücünün yettiği yere kadar mazlumlara destek, muhtaçlara yardım ve maddî-manevî tamirle mesuldür. Eğer sadece kendi derdimize düşer de ümmet-i Muhammed’den bana ne dersek manevî tokatları yeme ihtimalimizi göz ardı etmeyelim. Bedîüzzaman Hazretleri Lem’a­lar adlı eserinin 10. Lem’asında; “Her ne vakit hizmete fütûr verir, ‘Neme lâzım’ deyip, nefsime âit hususî işlerimle meşgul olurum, o zaman tokat yemişim.” diyerek bizleri ihtar ediyor. Neme lâzım diyen, iflah olmaz. Üstelik gün gelir, neme lâzım diyen de diğer Müslümanlara muhtaç olabilir. Üstad Bedîüzzaman Haz­retleri, burada tevazu olarak neme lâzım dediğinde tokat yediğini ifade ediyor. Ama onun hayatının her anının Üm­met-i Muhammed’in derdiyle dertlenmekle dolu oldu­ğunu çok açık bir şekilde bili­yoruz. İnsanlar cehenneme git­mesinler diye tüm hayatını fe­da etmiştir. Telif ettiği eserler sa­dece Türkiye’de değil, tüm dünyada insanların imana gelmelerine veya imanlarını kurtarmalarına yardımcı olmuştur ve hala da olmaktadır. Onun hayatını iman davası uğrunda feda etmesi, bana ne dememesi bu kadar hayrı beraberinde getirmiştir. Ashâb-ı Kirâm’ın hayatlarına bak­­tığımızda da benzer hikâ­­ye­ler­le karşılaşıyoruz. Onlar da­ha Re­sûlullah’ın (asm) sağlığında tüm Arab Yarımadasına İslâm’ı yaymışlardı. Hz. Ömer (ra) döneminde Kudüs ve İran dahil çok büyük fetihlere imza atılmıştı. Hz. Osman (ra) döneminde Mısır ve Kıbrıs’a ulaşılmıştı. Onlar yerlerinde durmamışlar, hem maneviyatta hem de maddiyatta dünyaya hükmetmişlerdir. Dört Halife döneminde neredeyse dünyanın büyük kısmına davetin ulaştığını, yapılan araştırmalar ortaya koyuyor. Demek ki Müslüman, neme lâzım demez, bana ne demez. Ashâb-ı Kirâm, mevcut fetihlerle yetinir, keyif ve zenginlik içinde hayatlarını devam ettirebilirlerdi. Ama onlar durmadılar. Bir yeri fethettikten sonra, kendilerine yeni hedefler belirlediler. Bir yere İslâm’ın davetini ulaştırdıktan sonra, yeni yerlere ulaşmayı amaçladılar. Onların izinden gidenler de durmazlar, durmadılar da. Selahaddin Eyyûbî, Kudüs’ü geri almak için ne kadar uğraştı? Kudüs, haçlı işgali altındayken o gülmeyi kendine haram kıldıysa, bizim de Kudüs Yahudi işgali altındayken gülmeyi kendimize haram kılmamız gerekmez mi? Mevcut halimizi ve geldiğimiz noktayı yeterli görüp, daha ileriye gitmeyi hedeflemezsek köreliriz. Dünya rahat yeri değildir. Rahat bizi manen öldürür, bitirir. Ayasofya Camii’ni açtıysak, hedefimize Kudüs’ü Yahudi zulmünden kurtarmayı koymalıyız. Yani fetihler bitmez. Her yeni fetih, bir sonraki fethin habercisi olmalıdır. Sessiz, umursamaz, miskin, uyuyan bir Ümmet değil, uyanık, hareketli, çalışkan, mücadeleci bir Ümmet olmak zorundayız.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiAhirete İmanın Toplum Huzuruna Katkısı
İtikad

Ahirete iman hem dünya hem de ahiret saadetinin anahtarıdır. Bu fani hayattan sonra ebedi bir hayatın geleceğine iman etmek kişiye daimî saadetin kapısını aralar. Toplumda huzur iklimi de ancak sağlam bir ahiret inancı ile kendini gösterir. Bu yazıda, ahiret imanın uhrevi faydalarından ziyade dünyevi faydasını ele alacağız, toplum huzuruna olan katkısını inceleyeceğiz. Ahirete imanın toplumun her katmanı üzerinde nasıl yansımaları olduğunu gös­termeye çalışacağız. İlk olarak şunu ifade etmekte fayda var: dünya ve ahiret hayatı birbiriyle sıkı bir bağ içerisindedir. Ahirete inanan insanlar dünya hayatlarını ıslah etmekle birlikte, ahireti için hazırlık yaparak dünyada ahiretini kazanmaktadır. Bu itibarla, dünya ahiretin tarlası, ahirete iman da bu dünyanın huzur ve düzenini sağlayan bir iman rüknüdür. Ahirete, öldükten sonra tekrar dirilip dünyada işlenen amellerden hesaba çekileceğine, cennet ve cehenneme inanmanın bu dünya hayatında pek çok faydalarından biri de toplum huzurunun teminidir. Ahirete iman, insan hayatının her safhasında -çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık, aile, cemiyet, millet ve devlet hayatında- kendini hissettirir. Mesela toplumun dörtte birini teşkil eden çocuklar, ahirete imanla insanca yaşayabilirler. Ancak bu inançla insaniyetin istidatlarını yüklenebilirler. Yok­sa elim endişeler içinde kendi­ni unutturmak ve uyutturmak için, oyuncaklarıyla haylaz bir hayat geçirirler. Çünkü her vakit çevrelerinde kendileri gibi çocukların ölmesi, onların nazik dimağında büyük yaralar açar. Arzular taşıyan zayıf kalplerinde ve mukavemetsiz ruhlarında öyle bir tesir yapar ki, hayat ve akıl o biçare yavrulara adeta işkence aleti olur. Ahirete iman dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında sakladığı o endişeler yerine, bir sevinç ve genişlik hissederler. Ölen kardeşlerini veya arkadaşlarını daha güzel bir aleme göç etmiş olarak düşünmeye başlarlar. Onları cennetin bir kuşu olarak görürler. Ölen anneleri hakkında ise “yine beni cennette kucağına alıp sevecek” diye teselli bulurlar. Sosyal hayatın üçte birini oluş­turan ihtiyarlar ise yakın­da hayatlarının sönmesine, top­­rağa girmelerine ve güzel, se­­vim­li dünyalarının kapanması­na karşı teselliyi, ancak ve ancak ahirete imanda bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar, öyle bir ruhi feryat ve öyle bir kalbî sıkıntı çekerler ki, dünya onlara bir ümitsizlik zindanı ve hayat, bir işkence yeri olur. Fakat ahirete iman fikri onlara huzur verir. Meraklarını giderir. Ebedî bir gençliğin geleceğini hissettirir. Zayi ettikleri evlat ve/veya akrabalarıyla, sevinçler­le görüşeceklerini bildirir. Yaptıkları bütün iyiliklerin muhafaza edilmiş, mükâfatlarının on­­ları beklediğini hissettirir. Top­luma tecrübe ve ümit veren fert­ler olurlar. Hem toplumun üçte biri temsil eden, hevesleri galeyanda ve hissiyatlarına çabuk mağlup olan gençler ahirete imanı kaybetseler ve cehennem azabını hatırlamasalar, sosyal hayatta ehl-i namusun malı, ırzı tehlikeye düşer. Zayıfların ve ihtiyarların rahatı, haysiyeti zarara uğrar. Her vakit aklını başına alamayan böyle gençler bazen bir dakika lezzet için, bir mesut hanenin saadetini mahveder. Belki hapiste dört beş sene azap çeker. Canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer ahirete iman o gencin imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükûmetin hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâl’in melâikeleri beni görüyorlar. Tüm fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim. Vazifeli bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” der. Birden zulmederek tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Böylelikle topluma faydalı birey haline gelip toplumsal huzurun can damarı olur. Toplumun ehemmiyetli bir kısmı olan hastalar, mazlumlar, musibetzedeler, fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar için de ahirete iman pek mühimdir. Eğer ahirete iman o hastaların kalplerinde kuvvet bulmazsa, her vakit hastalığın ihtarıyla gözü önüne gelen ölüm onları perişan eder. Mazlumlar intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zalimin mağrurane ihaneti yüzünden azap içinde kalır. Musibetzedeler büyük musibetlerde boş boşuna malını ve evlâdını kaybetmekle gelen elim ümitsizlik ile ıstırap içinde kalır. Mahpuslar bir-iki dakika veya bir-iki saat keyif yüzünden, beş on senelik bir hapis cezasını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o biçarelere dünyayı zindan ve hayatı işkenceli azaba çevirir. Eğer ahirete iman dersi onlarda kuvvetli olsa, birden onlar nefes alır ve huzura ererler. Sıkıntıları, ümitsizlikleri, endişeleri ve intikam hiddetleri, derece-i imanına göre kısmen ve bazen tamamen zail olur. Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti de kendi evi/ailesidir. Eğer ahirete iman o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradının her biri şefkat, muhabbet ve alakadarlığı derecesine göre elim endişeler ve azaplar çeker. O cennet, cehenneme döner. Eğer ahirete iman o haneye girse, birden ışıklandırır. Ortalarındaki ilgi, şefkat, yakınlık ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle yürümez. Belki ahiret yurdunda ve ebedi saadette dahi o ilişkilerin devamı ölçüsüyle yürür. Birbirlerini hürmetle sever, şefkat eder ve sadâkat eder bir hale girer. Birbirlerinin iyi taraflarını görürler. Böylece ahlak yükselir. Hakiki saadet ve huzur, o evde görünmeye başlar. Bununla beraber, her bir şehir, kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer ahiret inancı o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, sevab-ı uhrevî, rıza-yı İlâhî yerine; garaz, menfaat, sahtekârlık, hodkâmlık, ta­sannu, riya, rüşvet, aldatmak gi­bi hâller meydan alır. Zahirî asa­yiş ve insaniyet altında, anar­şi ve vahşet manaları hükme­der. O şehir hayatı zehirlenir. Ço­cuklar haylazlığa, gençler sar­hoş­luğa, güçlüler zulme, ihti­yar­­lar ağlamaya başlar. Rabbimiz muhafaza eylesin! Memleket dahi bir hanedir. Vatan dahi bir millî ailenin evidir. Eğer ahirete iman bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimi hürmet, ciddî merhamet, rüşvetsiz muhabbet ve muavenet, hilesiz hizmet ve muaşeret, riyasız ihsan ve fazilet, enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta işlemeye başlar. Hülasa, ahirete iman çocuklara der: “Cennet var. Haylazlığı bırak.” Kur’an dersiyle temkin verir. Gençlere der: “Cehennem var. Sarhoşluğu bırak.” Akıllarını başlarına getirir. Zalime der: “Şiddetli azap var. Tokat yiye­cek­sin.” Adâlete başını eğdirir. İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze bâkî bir gençlik, seni bekliyor. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir. Bu suretle toplum huzur içinde hayatını devam ettirir.

Celal AKAR 01 Aralık
Konu resmiİnsana Ancak Yaptıkları Vardır”
İnsan

“İnsan tercihlerinden ibarettir.” “Kader, gayrete aşıktır.” İslamiyet’e göre insan hem dünya hem ahiret için vardır. Her iki hayat için de kendisine çalışması ve gayretinin neticesinden başka bir şey kalmaz. Bu mevzudan, çalışmadan, emek sarf etmeden, kuru beklen­tilerle bir şey elde edeme­yeceği manasını çıkarmak gerek; yoksa, miras vb. şekilde sahip olunanlar mevzuun haricinde tutulmalıdır. Nerdeyse her mevzuda olduğu gibi burada da en güzel misâl, Peygamber Efendimiz (sav)’den gelmektedir. Kendisi, Makam-ı Mahmud (yani bir yaratılmışın ulaşabileceği en yüksek manevi mevki) va’d edilmiş bir kimse olduğunu buraya not edelim. Yetim doğmuş ve öksüz büyümüştür. Önce dedesi, sonra amcası himaye etmiş. Çobanlık yapmış. Büyüdüğünde, kavmi tarafından dışlanmış, hakaretlere uğramış, hatta taşlanmış, boykot edilmiş ve büyük eziyetler çektirilmiş; arkadaşlarından işkence görenler ve şehit edilenler olmuştur. Sonra topraklarından koparılmış. Bütün bunlar esnasında ne ümidini kaybetmiş ne de davasından geri adım atmış. Kendisine inanmış olanları da asla sükût-u hayale uğratmamıştır. Varlıklı olan hanımından ne kaldıysa insanların hidayeti için sarf etmiş. Kıtlık ve salgınların olduğu dönemlerde, ümmeti ile aynı meşakkatleri yaşamış. Onlarla savaşlara katılmış ve ön saflarda çarpışmış. 6 çocuğundan 5’i, henüz kendisi hayatta iken vefat etmiştir. Bütün bunları yaşarken, nebevî vazife verilmesinden itibaren asla tebliğ ve eğitim vazifelerine ara vermemiş ve 23 sene gibi kısa bir zaman içerisinde bütün Arap Yarımadası, İslamiyet’le şereflenmiştir. Yani, her türlü zorluk ve meşakkatlere rağmen vazifesini hakkıyla yerine getirmiştir. Yani, o Makam-ı Mahmud, ön­­ce­den kendisine vadedilmiş ol­masına rağmen, bedava ve­ril­­memiş âdeta hak etmesi için her türlü imtihandan geçirilmiş dersek, inşaAllah hata etmiş olmayız. Öbür taraftan, kaybetmiş olduğu bir savaşta yani Uhud’da, “İnsan tercihlerinden ibarettir” sözü kendisini bir defa daha göstermiştir. Bilindiği üzere, 50 kişilik okçu birliğinin çoğu, “Benden haber gelmedikçe yerinizden asla ay­rıl­mayın” tembihine değil de ganimet toplamak hevesine ka­pılınca, o malum mağlubiyet or­taya çıkmıştır. Yine kendisinin kurdurduğu Me­­dine Çarşısı’nın 4 sene gi­bi kısa zamanda, yıllardan be­ri orada yerleşik bulunan ve çok meşhur olan Yahudilere ait 3 çarşının kapanmasına se­bep olacak kadar muvaffak ol­­ma­sı­nın sırlarını hatırdan çıkar­ma­mak gerekir: Adaletten sap­mamak, dürüstlükten taviz ver­memek, fırsatçılık yapmamak, kimseyi aldatmamak, zayıf durumdakilerin daha güçlü olanlar tarafından ezilmesine müsaade etmemek ve bütün bu kaideleri, azimle ve manevi mesuliyet duygusuyla uygulamak. Maddi ve dünyevi kazanç mevzuuna bakacak olursak, günümüzde varlıklı kimseleri görüp de “Ne kadar talihli bir insan!” diye iç geçiren, imrenen ve belki de kıskanan nice insanlar mevcuttur. Fakat, o seviyeye nasıl geldiğini, uykusunu, rahatını ve daha neleri feda ettiğini, ne çeşit mücadeleler vermiş olduğunu düşünmek daha mantıklı olacaktır. Çok sayıda yazılı ve görsel kaynağa ulaşabileceğimiz zamanımızda, o insanların sergüzeştlerini bulup okumak da çok fayda verecektir. (Gayr-i meşru kazançlar, mevzumuzun haricindedir.) Yukardaki paragrafta bahsettiğimiz fikirlerin sebebi, herhalde herkesin kendi penceresinden bakıyor olmasıdır. Yani insan, “birisi çıksın elimden tutsun” veya “ayağımın takıldığı taşın altından hazine fışkırsın” gibi ham hayallere sahip olduğundan, diğer insanların da ancak -avam tabiriyle- “dayısı” olduğu için bir yerlere gelmiş veya mucizevi bir şekilde bir şeylere sahip olmuş olabildiklerini düşünür. İşte bu tarz düşünceler, gayreti kırar, karamsarlık verir ve tembelliğe itip, hayat enerjisini söndürür. Hayata şevkle sarılanlar, maddi-manevi gayret ve inanç sahipleridir. Bir adamın hazıra alışmış, çalışmayı sevmeyen dört tane oğlu varmış. Babalarını sürekli çalışır gördükleri için hep ona güvenir, ondan beklerlermiş. Bir zaman sonra yaşlanıp yatağa düşen adam, son günlerini yaşadığının farkına varmış ve evlatlarını yanına toplamış. Bazı vasiyetlerde bulunduktan sonra, “Kaç senedir ekemediğim tarlamıza sizin için çok kıymetli bir şeyler saklamıştım fakat, şu an hastalığımdan ve uzun zaman geçtiğinden yerini hatırlayamıyorum. Vefatımdan sonra siz bulursunuz” demiş. Kısa zaman sonra da son nefesini vermiş. Hepsi genç olan çocukları, birkaç gün sonra, yolunu bile unuttukları tarlalarına gidip he­yecanla kazmaya başlamışlar. Öncelikle ağaçların altını, sonra başka şüphelendikleri yerleri ve derken tarlanın kazılmadık yerini bırakmadıkları halde, her­hangi bir define falan bulamamışlar. Babalarının kendilerine yalan söylemiş olduğuna da hiç ihtimal vermiyorlarmış. Fakat niye böyle bir şey söylemiş olabileceğini düşünürlerken, nihayet ihtiyar adamın kendilerine bir ders vermek istediğini anlamışlar ve tembel tembel yaşamanın yanlış bir tercih olduğunun farkına varmışlar. Ne zamandır boş olan tarlanın ekilmesiyle de o sene çok güzel mahsul elde etmişler. Ve bu işten çok da zevk almışlar. Sahip oldukları gerçek hazinenin ne olduğunu da böylece idrak etmişler. Tembel insan kıymetli olan zamanını, yani ömür sermayesini nasıl geçireceğini bilemez. Belki de can sıkıntısından boş veya zararlı işlerle uğraşırken, bir taraftan da ihtiyaçlarını karşılamak için hep birilerine muhtaç olacaktır. Milli şairimiz M. Akif Ersoy’un ifadesiyle, “Şu dünyada kazanmayan bir ekmek parası, dostunun yüz karası, düşmanının maskarası”. En büyük hazine, bir yerlerden(!) emeksiz gelecek olan değil, kendi emeği ve alın teriyle elde edilendir ve devamı olacak olan da odur. Nitekim günümüzde, talih(!) oyunlarından büyük(!) ikramiyeler kazanan(!) çoğu insan, belki kısa zaman sonra eski halinden daha kötü duruma gelmiş, hatta başkalarına muhtaç olmuşlardır. Bu da aslen kendisine ait olma­yan, çoğu insanın gözünün ol­duğu bir parayı sahiplendikleri için olabilir. Aynı zamanda, kendi emeğiyle elde edilmeyen bir kazanç, geldiği gibi de gidecektir. Hatta, öncekinden daha fazla harcamaya alıştırmış olacaktır. Aynı şekilde, nice eserler meydana getirmiş olan ilim adamları, sanat erbabı hep rahatından fedakârlık eden kimselerdir. Allah yolunda yükselmiş, ikramlara, iltifatlara mazhar ol­muş nice büyüklerimiz hem maddi hem manevi fedakarlıkları, samimi gayretleri sayesinde o seviyeyi elde etmişlerdir. Haksız, zalim, cani, gaddar in­sanlar da dünya cihetinde başarılı olabilir. Mesela Yahudiler. Dünya cihetiyle en kadar hırslı ve görece başarılı oldukları or­tada. Oysa, dünya nüfusuna gö­re sayıları pek azdır. Bu muvaffakiyetin (arızalarını bir tarafa bırakırsak) sebebini tek cümleyle şöyle ifade edebiliriz: Aralarındaki sıkı ticari dayanışma, prensiplerine bağlılık, maksatta birlik. Burada akla, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin, şu tesbiti ak­­la geliyor: “Haksızlar dahi, hak­­sızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.” (21. Lem’a, İhlas Risalesi). Yani dava sahipleri, haksız dahi olsalar davalarında göstermiş ol­dukları samimiyet, onları mak­satlarına ulaştırıyor. Ya da şöyle söyleyebiliriz: Batıl davanın bile muvaffak ol­ması, içindeki gayretli ve fe­da­kâr kimselerden dolayıdır. Yani her davadaki samimi gayret, muvaffakiyet için manevi bir duadır. Özetle, kendi vadettiği Ma­kam-ı Mahmudu bile en sevgili habibine bedava vermeyen Ganiyy-i Mutlak, sayısı iki milyarı bulan Müslümanlara muvaffakiyet verir mi? Rabbim, hak davamızda samimi gayret ve fedakârlık göstermeyi biz Müslümanlara nasip eylesin. Âmin!

İsmail ERDOĞAN 01 Aralık
Konu resmiBilmek Kolay, Yapmak Zor, Olmak Çilelidir
İnsan

“Asr’a yemin olsun ki; ancak iman edenler ve salih amel işleyenler ve birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler dışında insan öyle bir hüsrandadır ki, (zarar ve ziyandadır).” Alemin maliki ve Rabbi olan Allah (azze ve celle), kendine muhatap kıldığı ve halife-i arz mevkiine layık gördüğü insanın tâbi kılındığı imtihan sürecinde kurtuluş reçetesini Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyanda çok defalar tekrar etmiş ve insanın nazarını belli başlı kavramlara çekmiştir. Bunların en temayüz etmiş ve öne çıkmış olanı ise iman ve salih ameldir. Öyle ki, “ancak iman edenler ve salih amel işleyenler” ifadesine Kur’an’da onlarca kez rastlamışızdır. Bu yazımızda kurtuluş reçetesinin belki de en mecmu’ ve en mu’ ciz ifadesi sayılabilecek Asr suresi üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. “Asr’a yemin olsun ki; ancak iman edenler ve salih amel işleyenler ve birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler dışında insan öyle bir hüsrandadır ki, (zarar ve ziyandadır).” (Asr Suresi) Bu sure insanın içinde bulunduğu imtihan sürecini zaman ve amel formları bağlamında izah etmiştir. İnsanın, eğer iman etmez, salih amel işlemez, hakkı tavsiye etmez ve sabrı tavsiye etmezse emsalsiz bir zararda olacağına işaret etmiştir. Burada dikkat etmemiz gereken birkaç husus vardır. Zarardan emin olmanın ilk gerekli şartı imandır. Fakat bu yeterli değildir. Zira gerek şartlar “ve” bağlacı ile devam etmektedir. Onlar da sırasıyla, salih amel işlemek ve hakkı ve sabrı tavsiye etmektir. Buradaki dört tutum ve duruşun her birisinin arasında “ve” bağlacının olması bunlardan bi­risinin olmamasının, zarar ha­linin tam olarak geçmediğine/geçmeyeceğine işarettir. İman etmek, Allah azze ve cellenin emir ve yasaklarına pazarlıksız ve noksansız teslim olmayı, salih amel işlemek, o emir ve yasakların gereği olan eylemlerde sadakat göstermeyi ve disiplinli bir şekilde o eylem ve amellerde berdevam olmayı, hakkı tavsiye etmek, iman ve amel bütünlüğü içinde yaşayan bir Müslümanın bu halini insanlara tebliğ ve irşad makamında sunmasını (kavli ve hâli bir surette), sabrı tavsiye etmek de buraya kadarki üç tutum ve davranışın istikrarlı bir şekilde sürmesi için, çevresindeki insanlar için hem bir sabır abidesi olması hem de sabrı tavsiye edebilecek bir dirayet gösterebilmesidir. Önemli bir nokta da hakkın ve sabrın tavsiyesi için kullanılan kelime olan tavsiyenin aynı zamanda “vasiyet” kelimesi ile aynı kökten gelmesidir. Hal böyle olunca, tavsiye kısmındaki ruh halimizin her an zamanı ve ömrü bitmek üzere olan bir insanın son sözlerinin bir vasiyet kıvamında ve dozunda olması gerektiğidir. Ölümün gölgesinde yaşadığını bilmesi, bir mümin için çok karlı bir farkındalıktır. Zira, ölüm şerbetini ne zaman içeceğimizi asla bilemeyiz. Buradaki bilememe halimizi güncel bir şuur ile yaşamak, kuvvetli bir iman ve itikat ile mümkündür. Fahreddin er-Râzî (rh) der ki: “Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu: Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!” Onun bu sözünü duyunca, “İşte bu söz Asr suresinin manasını izah etmektedir” dedim. Aslında insana verilen ömür, güneşin altında bir buz gibi hızla erimektedir. Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına sebep olur.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXXII, 81) Sermayenin yani ömrün eriyen bir buza benzetilmesi bu konuda hiçbir kontrol imkânımız olmamasından dolayıdır. Hayat bizden gidecek, bu durum mukadderdir; bu gidişin bir hasar ve ziyan ile neticelenmesi de muhtemeldir. Alınacak en güzel tedbir, hayat elimizden çıkmadan onu ibka etmek yani kalıcı kılmanın diğer bir ifade ile sonsuz bir hayra dönüşmesinin çaresine bakmaktır. Ömür dakikaları bizim tercihlerimiz ile bir mahiyet, değer ve renk kazanır. O anda yapmaya niyet ettiğiniz ve yaptığınız şey her ne ise ömür dakikalarının bizim lehimize ya da aleyhimize bir pozisyon almasına neden olacaktır. Tercihler aslında bizim karakter ve ruhumuzun mahiyet ve şuur seviyesinin de işaretleridir. İnsan, her terci­hi­nin bir karşılığı olduğunu bil­melidir. Zira bu dünyaya salıverilmiş değiliz. Öylesine, anlamsız, gayesiz ve abes bir geliş değil bizimkisi. Bilakis hikmeti, alemin her zerresine nüfuz eden, kudreti ve ilmi mutlak, her şeyi ve her yeri muhit bir zatın en büyük organizasyonunun şeref misafirleriyiz. Çünkü “herkes kendi kazandığı karşılığı (serbest kalmak ve sonsuz huzura kavuşmak üzere) rehin alınmış (bir tutsak)tır. (Ancak hesabını doğru vermekle ve ahiret için ciddi hazırlık görmekle kendisini kurtaracaktır.)” Müddesir Suresi 38 Asr suresindeki dört tutum ve duruşun arasında “ve” bağlacı yerine “veya” olsaydı, onlardan birisini yapmak bizim için kurtulmaya kâfi gelecekti. Lakin bu dört eylem birbirlerine sıkı sıkıya bağlanmış bir “birleşik eylemler bütününü” ifade edi­yor. İmanınız varsa bunun bir çıktısı olarak amel edersiniz. İmanınız az ise az amel, çoksa çok amel. İmanınız kaliteli ise kaliteli amel, kalitesiz ise kalitesiz amelde bulunursunuz. İmanınız size haz ve coşku veren bir iman ise onun çıktısı olan ameller de aynı nispette coşku ve haz ile yerine getireceğiniz ameller olacaktır. Salih ameller, eğer sahiplendiğiniz, önem verdiğiniz ve hayatınızın anlamı­­na yapıştırdığınız ve yakıştırdığınız türden ise, bunun sizi harekete geçirmesi gerekir. Bu hareketlilik, fark ettiğiniz hakikatleri herkesin fark etmesi için canhıraşane bir gayret olarak tezahür edecektir. Bıkmadan, usanmadan, gaflet ve ülfet dalgalarına yenilmeden hep hareket üzere olmak. Bu hareketlilik ise, beraber yaşadığınız ya da birlikte bir dava ve hizmet için seferber olduğunuz herkese manevi olarak moral ve motivasyon desteğini sağlayarak, yere düşenleri kaldırmak, dalgınlık ve yorgunluk içinde bir usanç içine düşenlere tekrar umut olmak gibi son derece asil ve aziz bir duruşu sergilemek yani insanlara sabrı tavsiye etmektir. İnsanı anlamanın, tanımanın ve hatta sevmenin belki de en te­sirli yolu o insanın eylemleri, ha­reket ve davranışlarıdır. İnsan, hareket ettiğinde bir manaya hizmet edebilen, eyleme geçtiğinde bir değer ifade edebilen ve kendisindeki erdem ve güzellikleri yaşadığında/ paylaştığında sevilebilen bir varlıktır. Bilmenin kolay, yapmanın zor ve olmanın disiplin gerektirdiği bu asırda Asr suresi bize rehberlik edebilecek bir kılavuzdur. Satırlarımızı Yunus Emre’ye ait şu dizelerle nihayete erdirelim. “İlim elde bir çıra, yak da Mev­la’yı ara, Bilmek, olmak değildir, olmaya bak olmaya.” Es’selam Men’ittebea’l Hûda  

Ahmet EFENDİ 01 Aralık
Konu resmiNiyâzî-i Mısrî’de İnsan Tasavvuru
İnsan

17. yüzyılın önemli mutasavvıflarından olan Niyâzî-i Mısrî Anadolu’nun yetiştirdiği önemli şahsiyetlerdendir. Genç yaşlarından itibaren gönlünde Allah’tan gayrı ne varsa uzaklaştırma ve Allah’tan gayrı ne varsa uzaklaşarak O’na yaklaşma arzusu git gide kuvvetlendi. Bu arzu en nihayetinde onu Halvetî şeyhi Hüseyin Efendi’ye mürid yaptı. İnsan-ı kâmil olma serüveninde bu intisap önemli bir dönüm noktasıdır. Sonrasında ilim tahsili için bir süre Mısır’da el-Ezher medreselerinde bulundu. Bu sebeple Mısrî namıyla da tanınmaya başladı. Abdülkadir-i Geylânî rüyasında zuhur ederek zâhir ilmini öğrenip onunla amel etmesini, tarikat ilmini ise bir mürşide ulaşarak elde edebileceğini, ancak kendisini irşad edecek kişinin bu şehirde olmadığını söylemesi üzerine üç yıldır ikamet etmekte olduğu Kahire’den şeyhinin izniyle ayrıldı (1053/1643). Mısır, Suriye ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerini dolaşıp 1056’da (1646) İstanbul’a gitti. Küçükayasofya civarında Sokullu Mehmed Paşa Camii Medresesi’nin bir hücresinde halvete girdi, daha sonra bir süre Kasımpaşa’da Uşşâkî Âsitânesi’nde misafir kaldı. Aynı yıl İstanbul’dan ayrılıp Anadolu şehirlerini dolaşmaya başladı. Uşak’ta Ümmî Sinan’ın halifelerinden Şeyh Mehmed Efendi’nin zâviyesinde iken Elmalı’dan Uşak’a gelen Ümmî Sinan’a intisap etti (1057/1647) ve onunla birlikte dergâhının bulunduğu Elmalı’ya gitti. Dokuz yıl burada şeyhine hizmet edip seyr ü sülûkunu tamamlayan Niyâzî 1066’da (1656) halife tayin edilmesinin ardından Uşak, Çal ve Kütahya’da irşad faaliyetinde bulundu.1 Mısrî, alp ve eren vasıflarını üzerinde taşıyan bir şahsiyettir. II. Ahmed döneminde (1693) Türk ordusunun Avusturya üzerine sefer için hareket edeceğini duyunca: “Bu sene-i mübârekede Allah için gaza ve cihada memur olunduk!” diyerek orduya talebeleriyle birlikte kuvvet vermek için hazırlıklara başlar. Bursa’nın dışında çadırını kurarak iki yüz civarında talebesini burada toplar. Bu durum padişaha bildirildiğinde Bursa’daki bu hareketlilikten tedirgin olan Sultan II. Ahmed bir ferman göndererek onun ilimle meşgul olmasının daha faziletli ve münasip olduğunu, bu hususta zahmet etmemesi gerektiğini rica eder. Niyâzî-i Mısrî bu fermana cevaben yazdığı mektupta oldukça manidar bir cevap verir: “Padişahım, muhale ferman vermek akıl işi değildir. Bir yıldıza doğmasın diye ferman vermeniz veya doğum yapmakta olan bir kadına doğurma diye ferman vermeniz nasıl mümkün değilse bizi Allah için seferden alıkoymayı murad etmeniz de öyledir.” Eşref-i mahluk ve yaratılmışların gözbebeği olan insanın onu yaratana layık bir çizgiye gelmesi içindi cehd ve gayreti. Bunun da sadece oruç tutmak, zekât vermek ve namaz kılmakla gerçekleşemeyeceğini gazellerinde nazara veriyordu. “Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işinİnsân‐ı kâmil olmaya lâzım olan irfân imişKanden gelir yolun senin ya kande varır menzilin Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş” Nereden gelip nereye gittiğini bilmek belki de en önemli olandı. Bütün ibadetlerin ruhu, mayası… Kişinin Rabbini tanımasının yolu da dünyada ne için var olduğunu bilmesinden geçiyordu. Bu bilinçte olmayan bir can, hayvandan öte gidemezdi. “Nâdanı terk etmedin yârânı arzularsın, Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû” Nefsini sen bilmedin Subhân’ı arzularsın.” Niyâzî-i Mısrî, Allah’ın isim ve sıfatlarının insanda tecelli etmesini ayna metaforu kullanarak açıklamıştır. Allah, isimlerini kainattaki varlıklar içerisinden insanda aksettirmiştir. Bundan ötürü tasavvufta insan, Yüce Allah’ın cemal sıfatını taşıyabilen yegâne varlık konumundadır. Bir tarikat piri olan şair, tasavvufun gerekli kıldığı halleri hayat düsturu edinmiş, ona göre yaşamış ve bu yaşantı neticesinde dünyanın ruhun zindanı olduğu kanısına varmıştır. Hakiki mutluluğa ise nefsini fena ederek maddi âlemden uzaklaşmak suretiyle kavuşabileceğini savunmuştur. Ve bunun için nefsin mertebelerinin, manevi yolculuğa çıkılarak geçilmesi gerektiğini ifade etmiştir.2 Mısrî’ye göre Allah, varlığını ispat etmek için yaratmıştır insanı. Ona kendi nurundan vermiştir. Bu yüzden Allah’a ulaşmak isteyen de yüzünü insana dönmelidir: “Hüsnünü izhâr eder bunca sıfatZâtına insanı bürhân eylemişHakk’ı istersen yürü insana bakŞems-i zât yüzünde rahşân eylemiş” Anlattığı hakikatlerin ancak “insan” olan insanlar tarafından anlaşılacağını düşünmektedir. Cahiller ve irfan sahibi olmayan nadanlar tarafından anlaşılmaması bir eksiklik de değildir. Allah sevgisiyle sarhoş olmuşlar ve mana denizinde bir katre de olsa varlık gösterenlerin anlaması kafidir: “Vakıf-ı esrar olup hayran olan anlar biziAnlamaz hayvan olan insan olan anlar bizi” Bir gazelinde insanı cami bir şekilde tasvir ederken bir taraftan da nasihatler verir. Kendini ıslah edemeyenin başkasını da ıslah edemeyeceği düşüncesiyle muhatabı öncelikle kendi nefsidir:  Gel ey gurbet diyârında esîr olup kalan insânGel ey dünyâ harâbında yatup gâfil olan insânGözün aç perdeyi kaldır duracak yer mi gör dünyâKatı mecnûn-dürür buna gönül verüp duran insânKafesde tûtîye sükker verirler hiç karâr etmez'Aceb niçün karâr eder bu zindâna giren insânNe müşkil hâl olur gafletde yatup hiç uyanmayupÖlüm vaktinde Azrâil gelince uyanan insânKararmış kalbin ey gâfil nasîhat neylesin sanaHacerden katıdır kalbi öğüt kâr etmeyen insânBu derdin çâresin bul sen elinde vâr iken fırsatNe ıssı sonra âh ü zâr edüp hayfâ diyen insânNiyâzî bu öğüdü sen ver evvel kendi nefsineDeğil gayriye andan kim tuta her işiten insân 1- Mustafa Aşkar, “Niyâzî-i Mısrî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/niyazi-i-misri2- Urkaç, Rumeysa; Cançelik, Ali. “Niyâzî-i Mısrî Dîvânında İnsan Tasavvuru”. İlahiyat Akademi / 17 (Haziran 2023)

Tarık ÇELİK 01 Aralık
Konu resmiİnsan Amelinden Sorumludur
İnsan

İnsan, amellerinde hür ve serbesttir.Dileyen hayır işler, dileyen şer. Hayır veya şer, iyi veya kötü işlediği her amelinden kişi sorumludur. Peki, hayrı da şerri deAllah yarattığına göre bu sorumluluk niçin insana aittir? Gelin cevabı birlikte arayalım. Hayırlar Allah’a, şerler ise nef­­se nispet edilir. Cenab-ı Hak, “Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır; sa­na isa­bet eden her kötülük ise nef­sin­dendir”   1 buyurmuştur. Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan seyyiâtından tamamen me­sul­dür. Çünkü seyyiâtı iste­yen odur. Seyyiât, tahrîbât nev’in­den olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahrîbât yapabilir. Dehşetli cezaya hak kazanır. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenâtta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenâtı isteyen rahmet-i İlâhiye ve îcâd eden (yaratan) kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevap, dâî ve sebep, iki­si de Hak’tandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rızâ ile onlara sahip olur. Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir.2 Şerri yaratmak şer değil; şerri işlemek şerdir. Mesela yağmur rahmettir, adeta rahmetin cisimleşmiş halidir. Hayatın devamı için gerekli olan suyun kaynağıdır. Pek çok faydaları vardır. Hâl böyleyken, çiftçilerin gözü harman za­manı gökyüzündedir. Hava bu­lut­lanacak olsa yağmur yağabilir endişesiyle hemen harman toplanır, üstü örtülür, zarar görmeyecek şekilde gerekli tedbirler alınır. Tembelliğinden ve ihmalkârlığından dolayı yağ­murdan zarar gören bir adam, yağmur zararlıdır, rahmet de­ğil­­dir diyemez. Çünkü Allah’ ın yaratmasında şer ve çirkinlik yoktur. Allah, her şeyi hayır mu­rad ederek yaratır. İnsanın elinde gayet zayıf fakat kötülükte ve tahrîbâtta eli gayet uzun ve iyilikte eli gayet kısa, cüz’i ihtiyârî namında bir irade var. O iradenin bir eline duayı ver(meli) ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan cennete/saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline de istiğfârı ver(meli) ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o lanetli ağacın bir meyvesi olan zakkum-u cehenneme yetişmesin! İnsanın cüz’i ihtiyârîsi gerçi za­yıftır fakat Cenâb-ı Hak, o za­yıf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdî yapmıştır. Yani manen der: “Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise, mesuliyet sana aittir!” Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna al­san, onu muhayyer bıraksan, “Ne­re­ye istersen seni oraya gö­tü­­re­­ceğim” desen, o çocuk yük­sek bir dağı istese, sen de gö­tür­sen, çocuk üşüse veyahut düş­­­se, elbette “Sen istedin” diye­rek itâb edeceksin. Ve onun yüzüne bir tokat vuracaksın!3 İnsan, iradesini hayra sarf eder ve hayrın meydana gelmesine vesile olursa (yüz kişinin çalıştığı bir ticaret gemisinin dümencisi gibi) irade-i cüz’iyesiyle bu hayrın meydana gelmesindeki hissesi ancak yüzde birdir diyebiliriz. Bu hayrın ortaya çıkmasında dümencinin hissesi çok az olduğu için gururlanmaya hakkı yoktur. Diğer bütün iyilikleri, güzellikleri buna kıyas edebiliriz. Eğer insan iradesini şerre sarf eder ve şerrin meydana gelmesine sebep olursa (adeta görevini yapmayıp gemiyi batıran dümenci gibi) bütün sorumluluk ona ait olur. İnsan hayatında bazı olaylar insan iradesinin dışındadır. Mesela, ne zaman ve nerede doğacağımız, hangi anne ve babanın çocuğu olacağımız, erkek veya kız olacağımız, zekâ seviyemiz, duygularımız gibi konular bizim irademizi bütünüyle aşar. Bu konularda hükmeden yalnızca Allah’ın iradesidir. İnsan iradesinin bu konularda hiçbir fonksiyonu yoktur. Bu konularda zaten insan sorumlu da değildir.4 Hâsılı, insan iradesini kullandıktan sonra fiilini Allah yaratır. Bütün iyilikler Allah’a, kötülükler ise nefse nispet edilir. Her hayır gibi şer olan fiiller de Allah tarafından yaratılıyor ise de, bu yaratma insanın isteğine (iradesine) bağlı olduğu için mesuliyet de insana aittir. Bu yönüyle şer olan bir şeyi yaratmak şer değil; şerri kesbetmek yani onu istemek ve işlemek şerdir. Bu yüzden bütün mesuliyet nefse, bizzat insanın kendisine ait olur. 1- Nisâ suresi, 4/79.2- Tılsımlar, 26. Söz, s. 81.3- Tılsımlar, 26. Söz, s. 86.4- İdris Tüzün, Delilleriyle İman Esasları, Süeda yayınları, s. 146.

Ali CİRİT 01 Aralık
Konu resmi“Değer”li Kaide: Es-sebebü ke’l-fâil
İnsan

Hep sükûnettir sebeb bu âlemin ber-badınaBais-i ucb u gurur-ı ehl-i tuğyandır sükût[Dünyanın berbat olmasının sebebi hep sessizlik, hareketsizliktir.Azgınların, tuğyan ehlinin kibir ve gurur nedeni işte bu susmaklıktır.] Hersekli Arif Hikmet yukarıdaki beytiyle adeta içinde bulunduğumuz sıkıntılı demlerin nabzını tutmuş. Yakından uzaktan Kudüs denilen emaneti yüreğinde ve omuzlarında taşıyanların hissiyatına ta ötelerden tercüman olmuş. Sıkıntılı demler… Gönüllerin aha düştüğü, sırtlara dağ konulduğu demler. Sızlanma nafile… Uzak çetin yılların yolların nihayetine gelinen demler. Beklenen fecrin ilk göz kırpması… Candan geçilen lakin cayılmayan demler. Ahde vefa dilde değil tüm uzuvlarda… Yanmanın şifa görülüp ah demekten sakınılan demler. Çığlık denilen sadâ yürek çağıltısında… Cananın olunan demler. Aşkın mirası uğruna sitem edilmeden hilalle sarmaş dolaş… Öyle bir nabız ki… Bugünün tasviri bir kelimede gizli: sükûnet. Nam-ı diğer “zulme rıza göstermek”… Bir başka makamı “Haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmak.” Mendeburların azgınlık katsayısını yükselten, dünyayı fitne ve fesada salan işte bu: Susmaması gerekenlerin susması. Kaskatı olmuşlar. Rüzgâr kımıldamıyor. El kalkmıyor. Nerede vahdet, nerede “tevhidi kıble etmek”. Kulağa gelen sessizlik notasının bütününün derdinde olmadık, olmayız. Peki, bizim olan bestelere ne oldu? Kudüs mahzun ve serin bakmakta, yaşlarını silme vakti… derin yaralarını sarma vakti… müminlerin cem olma vakti… sükûneti bozma vakti değil midir? Öyle bir emanet ki Mescid-i Aksa ile şereflenmiş aziz belde olmaklığa sahip emanet. Temel taşları küffar tarafından aşırılan, yağma edilen emanet. Fil görünümlü karıncaların elinde tutsak emanet. Sadece bugün değil dün de yarın da mukaddes nefesi ruhumuzu okşayacak emanet. Garibin kalbindeki dinmeyen sızı. Coşkun derelerde bitmeyen çağrı. Her baharı intifa olan sevgili. Taşıyanlar Tasası olanlar… Derdi olanlar… Sessiz kalmayanlar, emanete sahip çıkanlar. Her zamanki coşku ile içleri kıpır kıpır. Uzakları özlemekte, sonsuzluğu düşünmekteler. Tülü aralamaktalar. Ulaşmak istemekteler sonsuzluğun sahibine omuzlarındaki veya bedenlerindeki emanetlerle. Onlar kutlu davanın kahramanları: şahitleri ve şehitleri. Sevdasına gönül veren, canı feda makamındakiler. Ya hissiyat? Mirac’daki hissiyat ne ise o. İlk fatih Ömer (ra) ve Eyyübi’nin ödün vermez hissiyatı ne ise o. İsyandan eser yok. Cennet çiçeklerinden koku taşıyan hissiyat. Baş gözlerinin değil sadece, gönül gözlerinin de odaklandığı; yevmi değil uhrevi hissiyat. Gönülleri ateşe düşenlerin ve düşmeyi bekleyen nesillerin hissiyatı. Zulmette sabrı azık eden zaferde tahmide duran hissiyat. Asr-ı saadeti, zulmün karanlığını yırtarak Kudüs denilen meclise taşıyan / taşıyacak hissiyat. Tercüman… Kara perdeyi Filistin denilen hüznün yüzüne çekmenin vakti gelmedi mi? Gündüz gözüne yitirilen maddemize ve manamıza ardımızı dönüp bakmanın vakti gelmedi mi? Olur dost: Yeter ki günümüzün / geçmişimizin / yarınımızın tercümanlarına kulak verelim. Önce gönüllerde tevhidi sağlayalım. Tevhidî esasları bitemamiha sağlam bir sütun gibi kalblerimize yerleştirelim. O zaman göreceğiz ki her bir ferd ,her bir ağız iman denen menba’dan gelen ortak sesi haykırıyor. O zaman göreceğiz ki nabızlar hep birden kendi diliyle lafzatullahı okuyor, vuruyor. Ve… Emanet “ittihad-ı İslam” isimli kocaman bir yürekte taşındı / taşınıyor. لَا غَالِبَ ا ِلَّا اللّٰهَ Allah’ım! İman ettik, itaat ettik. Yalnız bize bu dünyada bu zalimlerin sonunu göster. Mazlum kardeşlerimizin intikamını almakla bize kuvvet ver. Ve bize zafer nasib eyle.

İbrahim SARITAŞ 01 Aralık
Konu resmiHiç Bilenle Bilmeyen Bir Olur mu?
İtikad

“…kulları içinde Allah’tanen çok âlimler korkar. …”(Fatır, 27) ABD eski başkanlarından Richard Nixon’un Beyaz Sarayda danışmanlığını yapan ve Harvard Uluslararası Hukuk Cemiyetinin ilk başkanı olan Robert Dickson Crane, Beyaz Sarayda ulusal güvenlik danışmanı olarak görev yaparken görevi gereği İslamiyet’i araştırır. Araştırmaları neticesinde Müslüman olur ve “Faruk Abdulhak” ismini alır. Son derece akıllı olan ve kaliteli eğitim alan, yetenekli ve gelecek vadeden üst düzey bir bürokratın her şeye rağmen İslam’ı seçmesi ABD’de tartışmalara sebep olur. Onun Müslüman olmasına şaşıran Yahudi kökenli bir hukuk profesörü, “Hukuk ve insan hak­larında en ileri, bilim ve tek­nolojide en üstün, medeniyet ve kültürde en önde olan biziz. Bilgisayarları, otomobil­leri, uçakları biz yapıyoruz. Tüm bunlara rağmen niçin bizi yücelten bu batılı değerlerimizi terk edip fakir, cahil ve geri kalmış bir toplumun inanç esaslarını tasdik ettin, Müslüman oldun?” diye sorar. Crane cevap olarak, “Sen hukuk profesörüsün değil mi? diye sorar. “Evet.” cevabını alır. Ardından ikinci soruyu sorar: “Miras hukukuna dair bana malumat verir misin?” Profesör birkaç kitabı önüne koyup, “İşte bunlar miras hukukunu açıklar.” diyebilir.  Crone da Kur’an’dan miras hukukunu açıklayan ve sayısı iki elin parmaklarını geçmeyen miras ayetlerini gösterir. Profesör uzman olduğu alana dair ayetleri inceler. Okuyunca hayrette kalır. Çünkü ayetler orijinal, hayatın ve toplumun gerçeklerine tam uygun, kanuni boşluk ve suiistimale mahal vermeden her hak sahibine hakkını veren tam ve mükemmel hukuk formülleridir. Alanında uzman olduğu için ayetlerin kıymet ve hakkaniyetini takdir edip o da Müslüman olur. Açıkçası ben de Kur’ân-ı Ke­rim’i mealinden ve Arapçasından birçok kez okudum, hatmettim. Elbette okurken miras ayetlerini de okudum. Ancak bu ayetler beni o hukuk profesörü gibi, çarpmadı. Beni hayret ve hayranlıkla hidayet secdesine götürmedi? Çünkü ben hukuk alanında uzman değildim. Ayetlerin derinliğine inip onların ruhundaki hidayet ve rahmeti tam manasıyla anlayıp idrak edecek durumda değildim, hazır bulunurluğum yoktu. İsra Suresi 44. ayetin ifadesiyle “لَا تَفْقَهُونَ” muhatabıydım.  Bu hükümlerle amel edildiğinde toplumda adalet, maslahat, saadet vesilesi olacağını doğrudan yakinî (yakîn; tecrübe ve delile dayalı, hidayet vesilesi olan doğru ve kesin bilgi) bir ilim ve yaşanmış bir tecrübe ile kavrayamamıştım. Eğer tecrübe ve uzmanlık sahibi olsaydım, toplumun bu hidayet nurlarına olan ihtiyacını hissetseydim ben de o profesör gibi bu ayetleri okuduğumda imanımı tazelemiş, itikadımı sağlamlaş­tırmış, imanın lezzetini bir kez daha tatmış olurdum. Şura Suresi 52. ayetinin beyan ettiği; “İşte böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Kitap nedir, iman nedir bilmezdin; fakat onu kullarımızdan dile­di­ği­mizi hidayete erdirdiğimiz bir nur kıldık. Ve şüphesiz ki sen, elbette dos­doğru bir yola rehberlik edi­yorsun.” hakikatine mazhar olurdum. Kıssa-yı Musa bu hususta bize ders vermektedir. Hazret-i Mu­sa’nın Firavun ve Kıptilerin ile­ri gelenlerine karşı gösterdiği mu­cizeler sihir telakki edilmişti. Sonra ülkedeki mahir ve bilgili sihirbazlar toplandı. Halka haber salındı. Büyük bir meydanda Firavun, ileri gelenler ve halkın huzurunda sihirbazlar ve Musa (as) mücadeleye tutuştu. Sihirbazların attıkları ip ve değnekler yılan gibi görünüp, hareket edince halk dehşette kaldı. Musa (as) halkın surete aldanıp hakikat ile taklidi, mucize ile sihri ayırt edemeyeceğini bildiğinden onlar namına korktu, hile ve göz boyamaya kanacaklar diye endişe etti. Sonra Musa Aleyhisselam asasını yere attı, asa bir ejderha olup sihirbazların bütün ip ve değneklerini yuttu. Tekrar eline alınca asaya dönüştü. Buna şahit olan sihirbazlar uzmanlık bilgisi ile bunun ancak bir mucize olduğunu yakinen bildiler. Hemen orada Hazret-i Musa’yı tasdik edip, iman ettiler. Firavunun işkence ve idamlarına boyun eğmeyerek şehit oldular. Fakat aynı hadiseye şahit olan halk niçin sihirbazlarla aynı tepkiyi vermedi? İmanda tereddüt etti? Çünkü uzman ve âlim değillerdi. Hileye aldanıp, göz boyama ve mucizenin farkını idrak edemediler. Bu hususta şu ayet çok manidardır “Eğer işitir ve akıl eder olsaydık, bu alevli ateş ashabı arasında bulunmazdık.” (Mülk, 10) 0,99999999999… Sonsuza dev­reden bu sayının değeri tam olarak birdir. İşlem yaparken bu devirli ondalık sayının ye­rine bir hariç hangi değeri verirsek verelim sonuç yanlış çıkacaktır.  Ancak bir matematikçi bunun bire eşit olduğunu bilir. Surete aldanmaz. Hakikati görür. Bu misalden yola çıkarak hakiki bilim adamları ve uzmanlar selim bir akıl, insaflı bir muhakeme, gerçeği arayan bir gözlemle varlıkların ve olayların hakikatini anlarlar. Doğa olaylarında, sebep-sonuç ilişkisi veya bilim yasaları perdesi arkasındaki, hikmet-i İlahiyi gözlemlerler. Yaradılışa dair hadiselerde murad-ı İlahiyi hakkıyla ve layıkıyla anlar, ibret alır, ders çıkarırlar. Akıl yürüte­rek bilimsel keşifte bulunur, ona göre kendine ve insanlığa istikamet verirler. Kur’ân’ın ifadesiyle ulu’l-elbab (işin özünü kavrayan, hakikati olduğu gibi gören, hakkı teslim eden, selim akıl sahipleri) olduklarından Fur­kan nasip olup Faruk olurlar. Teslim edilmiş bir gerçektir ki hakiki iman yakîn (tecrübe ve delile dayanan kesin bilgi) ve tasdikten (kabul etmek, bağlanmak) sonra gelir. Yakîn ise aklını çalıştırmak, şuurunu istihdam etmek ile elde edilir. O halde meslek ve meşrebleri gereği hakikati bulmak, kâinattaki varlıkların dillerini anlamak, hakkı teslim etmek için akıl, şuur ve ilimle yürüyen bilim adamları Allah’ın büyüklük ve yüceliğini en iyi kavrayan, kelamından en çok nasiplenen, nuruyla nurlanan, O’ndan en çok korkanlardır. Aya ulaşana kadar Ay’ı müstakil ışık kaynağı zanneden, fakat Ay’a ulaşınca asıl kaynak olan Güneş’i müşahede eden bir astronom gibi; ilim adamları da işin özünü kavrayıp gerçekleri olduğu gibi fark edince aydınlanıp bu kâinatta varlıklar üzerinde tasarruf eden yüce, kuşatıcı ve nüfuz edici, sonsuz ilim, irade, kudret, adalet, hayat, hikmet sahibi yaratıcıyı tasdik ve takrir etmişlerdir. Uzmanlık ve gözlemleri gerçek bilim insanlarına varlıklara hayat verme, mükemmel ve pek çok alt disipline şubelenmiş teknolojinin senkronizasyonu ile onları yaratma, harika bir sanat ve estetikle basit maddelerden vücuda getirme, ummadığı ve eli yetişmediği yerden rızıklandırma gibi gerçekleri anlayıp, müşahede etmelerini sağlamış.  Onları uzmanlık alanları ile alakalı Allah’ın isimlerinin nuruna ulaştırıp onlara “Marifetullah” kazandırmıştır. Önceleri evrime inanırken DNA sarmal modelini bulunca, var­lıkları mükemmel ve kendi ken­dini güncelleyebilen yazılımlarla programlayan bir yaratıcının mutlaka olması gerektiğini ifade eden James Watson ve Fransis Crick, Din-Bilim ilişkisine ışık tutarak bilimin dini tasdik ettiğini gösteren “Kutsal Kitabın Yorumu” eserinin müellifi İsaac Newton, yazdığı mektup­ta “Bize his, mantık ve zekâ bah­şetmiş Tanrının planının on­ları kullanmamız ve bunlar aracılığıyla keşfetmemiz. Hem İncil’i hem de bilimi güzel bir şekilde anlamamızdır.” diyen Galileo, yaptığı kuğu boyunlu cam balon deneyiyle yaratıcının varlığının gerekliliğini ispat edip biyogenez ve evrimi çürüten Pastör gibi pek çok bilim adamı varlıklar üzerindeki derin ve şuurlu araştırmalar, uzun ve gayretli tecrübeler sonucunda -“Madde mana ile kaim­dir.” O mana ise “Allah’ın isim­lerinin yansıması ve sıfatla­rının etkisidir.”- gerçeğini idrak edip, aydınlanmışlardır. Bilimsel çalışmaları medeniyetin ve teknolojinin ilerlemesine büyük katkılar sağladığı gibi, buluş ve aydınlanmaları neticesinde hakikati açık bir şekilde ifade etmişler, zihinleri, fikirleri şüphe ve ihtilaftan, çelişkilerden kurtulmuş ve bu aydınlan­ma onları Tevhid inancına sarsılmaz bir bağla bağlamıştır. Bu gerçeğe dair Bediüzzaman Hazretleri, “لَا  يَعْلَمُونَ (bilmiyor­lar) gibi, ayetlerin sonunda zik­­re­dilen اَ   فَلاَ يَعْقِلُونَ (Akletmez mi­si­­niz?), اَ   فَلَا يَتَدَبَّرُونَ   (İbret almaz mı­sınız?), اَ   فَلَا تَتَذَكَّرُونَ (Düşün­mez misiniz?) gibi cümleleriyle, İslâmiyet’in akıl, hikmet ve mantık üzerine müesses ol­duğuna işaret etmiştir ki, İs­lâ­miyet’i her bir akl-ı selimin ka­bul etmesi, İslâmiyet’in şanındandır.” tespitinde bulunmuştur. Netice olarak, gerçek bilim İs­lâ­­miyet’in esaslarını ve Kur’ân’ ın ayetlerini tasdik ve ispat eder. Ve bilmemiz, idrak etmemiz gerekir ki İslam âlimleri ve mu­tasavvıflar, “Allah her şeye kadirdir, her şeyi görür ve bilir, adalet ve merhameti sonsuz ve kuşatıcıdır, Sünnet-i Seniyye dünya ve ahiret saadetinin temel taşlarıdır.” derken PR çalışması, reklam ya da avukatlık yapmıyorlar. Dogma ve kabulleri tekrarlamıyorlar. Aksine varlıkların ve gerçeklerin şahitliğiyle, takatleri ölçüsünde yaratıcının hakkını teslim ediyorlar. Yeri gelmişken yanlış anlaşılabilen bir Hadis-i Kudsiyi takatimiz ölçüsünde izah edelim; “Ben kulumun zannı üzereyim.” kudsi hadisinde ifade edi­len zan “şüpheli, belli belir­siz beklenti, temenni, tereddüt­lü ümit etme” manasında değildir. “Bir şeyin tam olarak bilinememesi ya çok gizli ya da çok büyük olması”ndandır. Kuantum parçacıklarının tam olarak gözlemlenememesi ve evrenin sınırlarının keşfedilememesi gibi. İşte hadiste geçen zan “ta’zim” manasında “akıl ka­pasite­mizin üstünde, fikirleri­mizin, beklenti ve ümitlerimizin çok çok ilerisinde” demektir. Evet; “Ezel ve ebed sultanı, bütün mahlukatın yegane Hak Ma’ bu­du, Rabbi, Maliki, İlahı bü­­tün güzel isimlerin (Esmaül Hüsna) ve Kudsi Sıfatların (Sı­fat-ı Subhaniyye) sahibi, Hayr-ı  Mutlak olup illa hayır gelen, Cemil-i Mutlak olup illa güzellik gelen, Rahim-i Mutlak olup mağfiret ve rahmeti masivanın umumundan geniş ve büyük olan, Adil-i Mutlak olup hiçbir kuluna zulmetmediği gibi hiçbir kulunun hakkını da zayi etmeyen, Hakim-i Mutlak olup kulunun istek ve dualarına, tercih ve taleplerine en maslahatlı bir şekilde icabet edip en hayırlısını veren Zat-ı Vacibü’l-Vücud hakkında ne kadar marifet sahibi olsak yine de O’nun sonsuz muhabbete layık cemal, kemal ve ihsanının hakikatini idrak edemeyiz, yüceliğini kavrayamayız. Evet, rahmetinin bir aynası olan cenneti bile idrak ve hayalden acizken O’nun cemalini idrak takat-ı beşer fevkindedir.” Mümin hidayet-i İlahiyye bu­ra­ğına binip tarik-i müsta­kim­de arş-ı kemalata yürüdük­çe, Ma­rifetullah’ta derece ka­zan­dık­­­ça, Peygamber Efendimizin, “Ya İla­hi! gazabından rızana, azabın­dan affına, Senden yi­ne Sana sığınırım. Seni layıkıyla sena edemem. Sen kendini nasıl sena etti isen öylesin.” duası dilinden dökülür.

Muhammed Said ARPACI 01 Aralık
Konu resmiBu Zamanda En Büyük Hizmet İmanı Kurtarmaktır
Risale-i Nur

 “Bence bu zamanda en büyük bir ihsân, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkalarının imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır.” Son zamanlarda toplum içinde özellikle de gençler arasında iman esasları noktasında vesvese, şüphe, vehim ve tereddütlerin çoğaldığını müşahede ediyoruz. Adeta dipsiz bir kuyu sahilsiz bir umman olan sosyal medyada bu cihette müthiş tahribat yap(tır)ılıyor. İlgili ilgisiz herkesin, her kesimden insanın cirit attığı bu mecralarda, maksatlı ve kurnazlıkla hazırlanan içerikler, dini ilimler hakkında yeterli bilgisi olmayanları kolaylıkla şüphelere, vesveselere düşürüp inançlı insanlar hakkında itikadi açıdan ciddi bir tehdide dönüşüyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri asrımızın münkirat (inkarcıla­rın ve inkarcılığın çoğalma) as­rı olduğunu ve bunun etkilerin­den kurtulmak için imanın el­de edilmesi ve muhafazasının en büyük gaye olduğunu şu ifadelerle dile getiriyor: “Bence bu zamanda en büyük bir ihsân, bir vazife, imanını kur­tarmaktır, başkalarının ima­nına kuvvet verecek bir su­rette çalışmaktır.”1 Hazret-i Üstad inkarcılığın küresel bir hastalık haline geldiği, ehl-i imanın da bu hastalıktan etkilenip itikadî şüphe, vesvese ve tereddütler içine düştüğünü ve bu durumun dinde lakaytlık şeklinde gözüken marazlarının çaresi olarak şunları söylemektedir: “Hristiyan dinini mağ­lûb eden ve anarşiliği yetiştiren ve şimâlde çıkan dehşetli dinsiz­lik cereyanının bu vatanı manevi istila etmek istemesine karşı, Risâle-i Nûr Sedd-i Zülkarneyn gibi bir Sedd-i Kur’ânî vazifesini görebilir.”2  Risale-i Nurların telif edildiği tarihten günümüze kadar bu vazifeyi hakkıyla yerine getirdiğini ve bunun neticesinde İslam aleminde inkarcılık esasına dayanan akımların yer bulamayacağını ise şöyle ifade ediyor: “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesâd şebekesinin âlem-i İslam’dan nefiy ve ihracına Risâle-i Nûr’ca verilen karar infaz edilmiştir.”3 Risale-i Nurlar iman ve İslâmi­yet’in esaslarını delilleriyle güneş gibi gösterdiğinden sevgili Üstadımız her bir nur talebesine düşen vazifeyi de şu şekilde beyan ediyor: “Her şâkirdin va­zifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil, belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur.”4  Şimdi bu izahlar ışığında bazı hizmet ölçülerini tespite çalışalım. Ölçü: Ahir Zamanın Yangınından İlk Kurtarılacak Şey İmandır. Risale-i Nurların telif edildiği günden bu günümüze kadar olan süreçte dinsizliği yaymak için ülkemiz ve dünya genelinde yapılan organize faaliyetler gittikçe çoğaldı. İletişim teknolojilerinin gelişimiyle meydana gelen tahribat, küresel ölçekte çok büyük noktalara ulaştı. İman ve İslamiyet aleyhindeki tahripçiler ve tahribatlar çoğaldı. Buna karşı tamirciler ve tamir faaliyetleri ise maalesef çok az kaldı. Tahrip kolay, tamir ona nisbeten zor olması sebebiyle toplumda dine muhalif olanlar çoğunlukta görünüyor. Dine yönelişin gençlik arasında az olduğu, dine muhalif veya dinde lakaytlığın had safhaya geldiği bu ahir zaman yangınında imanı kurtarmak her Müslüman için en birinci vazifedir. Çünkü iman kurtulursa ahlak da düzelir, amel de işlenir, takva da elde edilir. İmanı kaybeden bunların hepsini kaybeder. Kendisinde fazilet ve kemalât namına hiçbir şey kalmaz. İşte böyle bir ortamda en büyük hizmet iman kurtarmaktır. Hem kendi imanını hem de muhtaç insanların imanını kurtaracak şekilde çalışmak en büyük bir vazifedir ve bir ihsan-ı ilahidir. Bu vazifeyi yaparken de son derece ciddiyetle, ihmalkarlık, lakaytlık göstermeden şevk ve gayretle çalışmak gerekir. Bu hususta Sevgili üstadımız şöyle buyuruyor: “Madem Cenâb-ı Hak bu zamanda Nûr­culara iman kurtarması hiz­metini ihsan etmiş, elbette bu nimet-i azîmeye karşı daima şükür ve şevk ve gayretle fütursuz (gevşeklik göstermeden) çalışmak vazifeleridir. Bir tek adamın îmânını kurtarmak, sahra dolusu kırmızı koyundan daha hayırlı olduğunu hadis müjde veriyor.”5  Vazife büyük olduğu kadar ücret ve mükafatı da o nispette büyüktür. (Devam edecek) 1- Emirdağ Lahikası 1, 100. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Emirdağ Lahikası 1, 201. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Mesnevi-i Nuriye, 172. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha4- Kastamonu Lahikası, 258. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha5- Emirdağ Lahikası 2, 260. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Aralık
Konu resmiMescid-i Aksa (Kıble Mescidi)
Kültür ve Medeniyet

Üç ilâhi dinde de önemli bir yere sahip olan ve kutsal kabul edilen Kudüs şehrinde bulunan Mescid-i Aksa, biz Müslümanlarca mukaddes sayılan, Müslümanların ilk kıblesi olarak kabul edilen alandır. Yapı, Kudüs’ün doğusundaki Kadîm şehir bölgesindeki tepede bulunmakta olup bu alanın yüzölçümü yaklaşık 144 dönümdür. Kubbetü’s-Sahrâ’nın da üzerine kurulduğu kutsal kaya (Hacerü’l-Muallak) bu tepenin en yüksek noktası olarak kabul edilir. Müslümanlar Kudüs’ü almadan önce Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.av) Mescid-i Aksâ için şu sözleri buyurmuşlar­dır: “Yolculuk ancak şu üç Mes­cid’den birine olur: Benim şu mescidime (Mescid-i Nebevî), Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Aksâ’ya. Halife Hz. Ömer (r.a.) zamanında (M. 638) diploma­tik yollarla sulh ile bu şehrin hâ­kimi olunmuş ve “Ömer Eman­nâmesi” adı ve­ri­len ahidname imzalanarak şehir teslim alınmıştır. Bu eman­nâme gereği cizye ve haraç karşılığında şehirdeki müslüman olmayan insanlara can, mal, din, ibadet, çalışma ve seyahat hürriyeti tanınıyordu. Patrik Sophronios eşliğinde Kıyamet Kilisesi’ne gelen Hz. Ömer (r.a.), buradan Kur’ân’da, İsrâ âyetiyle mü­bâ­rek kılınan Mescid-i Aksâ’ya geçti. Mescid-i Aksâ’ya girdi­ğin­de; “Allahu Ekber!  Hz. Peygamber’in (s.a.v) miraç olayında bize tarif ettiği mescittir dedi.” Bu sırada Mescid-i Aksâ metruk bir tepe hâlindeydi. Kudüs’ün anahtarını teslim aldığında kendisi de bizzat çalışarak Mescid-i Aksâ’nın Hıristiyanlık döneminde molozlar altında kalmış olan yerini temizletip Sahrâ’nın (Hacer’ül Muallak) güneyindeki düzlükte cemaate namaz kıldırmış, daha sonra da buraya bir mescid yaptırmıştır.   Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ, bölgede inşa edilen ilk yapılardan birisidir. Yapının şu anki hâli ise Emevî Halifesi Abdülmelik bin Mervan tarafından 706-714 yılları arasında inşa edilmiştir. Arapça ismi Beytülmakdis olup “Mukaddes Ev” demektir; İslâm âlimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de el-Mescidü’l-aksâ adıyla anılan ve çevresinin mübârek kılındığı be­lirtilen yerin; Müslümanların on yedi ay süreyle ilk kıblesi de olan Mescid-i Aksâ olduğu İsrâ suresinin ilk âyetinde açıkça belirtilmektedir. Arapça, aksâ “uzak” anlamındadır ve mâbedin Mekke-i Mü­ker­­reme’ye uzaklığından do­layı bu ad verilmiştir. Peygamber efendimizin (s.a.v) bir hadisine göre burası, Mes­cid-i Haram’dan sonra içinde insanların Allah’a ibâdet et­me­leri amacıyla yapılan en es­ki ikinci mâbeddir. Bugün Kabe’ye çevresiyle birlikte Mescid-i Harâm denildi­ği gibi Mescid-i Aksâ’ya da çev­resiyle birlikte “Harem-i Şe­rif” denilmektedir.  Kuzeyi 321 metre, güneyi 283 metre, doğusu 474 metre ve batısı 490 metre uzunlukta olan ve yer yer 40 metre yüksekliğe ulaşan surlarla çevrili bulunan, içinde Kubbetü’s-Sahrâ ile değişik İslâmî dönemlere ait iki yüzü aşkın yapı topluluklarının da yer aldığı kutsal mekândır. Mescid-i Aksa mihrap tarafın­daki kubbenin altına kadar doğ­rudan ulaşan büyük bir mer­kezi nefin ortaladığı, bu mer­kezi nefin doğusunda 3 nefin, batısında da 3 nefin sıra­lan­dığı, kuzeyden güneye 80 metre uzunluğu, doğudan batıya 55 metre genişliği olan dikdörtgen şeklinde bir binadır. Mescid-i Aksâ’nın 9 adet girişi vardır. Bunlardan 7’si mescidin kuzey cephesini merkeze ala­rak sıralanmaktadır. Kuzey cep­hesinde sıralanan her bir kapı, mescidin içindeki 7 nefe ba­kacak şekilde dizilmiştir. Mes­cidin doğusunda bir kapı ve batısında da bir kapı vardır. Kuzey cephesinde ortadaki giriş kapısı, ana giriş kapısı olarak kabul edilir. Neflerin arasında caminin yükünü taşıyan taş ve mermerden yapılmış büyük sütunlar bulunmaktadır. Hz. Adem’le başlayan Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Da­vud, Hz. Süleyman, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’e kadar devam eden tevhid inancının hüküm sürdüğü bu bölgede huzur ve barış sadece Müslümanlar ta­rafından yönetildiği dönemlerde olmuştur. Tarih buna şâhittir. İslâm hakimiyeti dışında kaldığı Hristiyan ve Musevî dönemlerindeyse kan ve göz yaşı hiç eksik olmamıştır. Müslümanların hâkimiyetinde bulunduğu zamanlarda yaşanılan huzur ve barışın tekrar tesis edilmesi temennisiyle.  

Mustafa YILMAZ 01 Aralık