Firavun, etrafındakilerin de katkısıyla kendinde hakiki bir güç vehmetmiş ve Rabbine isyankâr olmuştu. Kendini rab ilan etmiş, herkesten de buna riayet edilmesini istemişti. Derken, saltanatını yıkacak bir erkek çocuğun doğacağı kehaneti/vehmiyle o sene ve takip eden senelerde doğan bütün erkek çocukları öldürmüştü. Biri hariç.Allah’ın hükmü ve inayetiyle sarayında yetişen bu erkek çocuk, gün gelmiş, Firavun’un dediklerinin zıddına hareket etmiş, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah’a inancını açıklamıştı.Vehmin hakikatle karşılaştığında yapacağı şey ya teslim olmak ya da savaşmaktır; ki iktidar ve nefsi mücadelelerde genelde savaş tercih edilir. Firavun da savaşa kalkışmış ve peşindekilerle beraber o erkek çocuğu yani Musa (as)’ı Kızıldeniz kenarına kadar kovalamıştı.Zahiren bakıldığında güç Firavun’un elindeydi. Önü denizle kesilen Musa (as)’ı onun elinden kurtaracak hiçbir şey gözükmüyordu. Fakat hakikat öyle değildi. Zira gerçek güç sahibi olan Allah’tı. Olan şuydu: Vehmi güç sahibi ile hakiki güce boyun eğip onun himayesine giren ve onun adıyla hareket edenin karşı karşıya gelmişti.Nihayetinde Musa (as) Allah’ın emri ve ismiyle asasını denize vurmuş ve sular yükselerek denizde on iki yol açılmıştı. Musa (as)’a ve peşinden gelenlere kurtuluş kapısı olan deniz, Firavun ve askerlerinin sonu olmuş, gerçek güce karşı vehmi güç sahiplerinin nasıl bir hale düştüğünü oradaki herkes görmüştü.Hakeza Gavres isimli bir şahıs elinde kılıçla Efendimiz (sav)’in başına dikilmiş ve “Şimdi senin benim elimden kim kurtaracak?” demişti. Gücü elindeki kılıçta vehmetmiş, onu elinde tutmakla güçlü olduğunu zannetmişti. Halbuki gücün kaynağı ve tek sahibi Allah’tı. Bunu bilen ve öyle iman eden Efendimiz (sav) hiç tereddüt etmeden “Allah!” diye cevap vermiş, Allah’ın inayetiyle Gavres’in elinden düşen kılıcı alarak “Peki, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” demişti.Gerçek gücü gören Gavres, aczini izhar ederek iman etmiş, gerçek kudrete ram olmuş, kul olduğu farkındalığıyla kendine gelmişti.Peki, parası, makamı, teknik araç gereçlerini hasbelkader elinde tutan günümüz dünyasının vehmi kudretlilerinde durum nedir?Ya bizde? Bizlerin gerçek güç ve kudret sahibi olan Allah’a karşı durumumuz ve tutumumuz nedir? Farkında mıyız? Gerçek gücün, Allah’ın kudretine aczi ve fakrını bilerek ram olmakta olduğunun ayırdında mıyız?Yaşadığımız asırda, muhatap olduğumuz durumlar karşısında acze düşebiliyor, ümitsizliğe kapılabiliyoruz. Halbuki günde beş defa minarelerimizden “Allah En Büyüktür” kelimelerini duyanlar olarak, belki farkında olmayarak kendimizi yalanlayabiliyoruz. Ya da kişisel gelişimcilerin, güç bendecilerin, sen yaparsıncıların gazına gelip kendimizde bir güç ve kudret vehmine kapılıp tokat yiyebiliyoruz.Biz de bu sayıda bunlara değinmek ve şahsımıza ve dünyamıza dengenin gelmesi konusunda katkıda bulunmak istedik. Rabbim kabul buyursun…
ZonguldakZonguldak, kömür madeninin bulunması ve ardından işletilmeye başlanmasıyla gelişmiş bir şehirdir. Arşiv belgelerine göre kömür madenleri, Sultan II. Mahmud döneminde keşfedilmiştir. Kömür çıkarılmaya başlanması ise Sultan Abdülmecid döneminde gerçekleşmiştir. Hatta burada kömür madeninin çıkarıldığı, Cerîde-i Havâdis’de 30 Temmuz 1840 tarihli bir haber ile kamuoyuna duyurulmuştur. Madenlerin işletilmesi 1865 senesinde Bahriye Nezaretine bırakılmıştır. Bu arada Zonguldak gittikçe gelişmiş ve 1899’da kaza haline getirilmiştir. Böylece mülki idare amirliği kurulmuştur. Kastamonu Vilâyeti Salnamesine göre Zonguldak’ın merkezinde 1905 senesinde bir hükümet konağı, bir postane, 250 hane, bir cami, bir hastane, üç han, beş otel ve dört fabrika vardı. Ayrıca bu süreçte Zonguldak’a liman, rıhtım ve demiryolu hatları inşa edilmiştir. Kömür madenlerinin idare merkezi Ereğli’deydi. Önce 1908’de Kozlu’ya, daha sonra da 1910’da Zonguldak’a taşındı. I. Dünya Savaşı sırasında madenin yönetimi askeriyeye bağlandı. Zamanla tamamen devletleştirilen kömür madenleri için 1 Eylül 1957’de Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri kurulmuştur.5 Temmuz 1839Sultan II. Mahmud Türbesi’nin inşasına başlandıSultan II. Mahmud, 28 Haziran 1839 günü vefat etmiştir. Naaşı, Divanyolu’nda bulunan Esmâ Sultan Sarayının bahçesine defnedilmiştir. Tahta geçen oğlu Sultan Abdülmecid’in emriyle, 5 Temmuz 1839 günü mezar yerinin üstüne bir türbe yapılmasına başlanmıştır. İnşaat için ebniye-i hassa müdürü Seyyid Abdülhalim Efendi görevlendirilmiştir. Empire üslubunda yapılan türbe sekizgen planlı olup, sekizgen kasnaklı büyük bir kubbe ile örtülmüştür. Caddeden avluya geçit veren kapının üstündeki kitabe Yesârîzâde Mustafa İzzet tarafından yazılmıştır. Türbe sebil, odalar, çeşme ve hazîreden oluşan bir yapı manzumesi içinde düzenlenmiştir. Türbeye sonradan Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamid de defnedilmiştir. Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi, Bezmialem Valide Sultan gibi hanedan mensupları da türbede kabri bulunanlar arasındadır. Türbenin bahçesinde 140 civarında kabir bulunmaktadır.14 Temmuz 678Hz. Âişe (ra) vefat ettiHz. Âişe (ra), Hz. Ebû Bekir’in (ra) kızı olarak 614 senesinde Mekke’de dünyaya gelmiştir. Ağabeyi Abdullah ve Peygamber Efendimizin (asm) hanımı Hz. Sevde (ra) ile kızları Hz. Fatıma (ra) ve Hz. Ümmü Gülsüm (ra) ile birlikte Medine’ye hicret etmiştir. Hicretin ikinci senesinde Resûlullah (asm) ile evlendi. Uhud Gazvesi’nde sırtında su taşıma, haber toplama ve yaralılara bakma gibi geri hizmetlerde çalışmıştır. Hendek Savaşı’nda ise Benî Hârise kabilesinin kalesinde Hz. Sa‘d bin Muâz’ın (ra) annesiyle birlikte bulunmuştur. Hudeybiye Musâlahası’na da katılmıştır. Peygamber Efendimiz (asm), Hz. Âişe’nin odasında, başı onun kucağında iken vefat etmiştir. Rivayet ettiği hadislerin sayısı 2210’dur. Kuvvetli hâfızası sayesinde Peygamber Efendimizin (asm) hadis ve sünnetinin daha sonraki nesillere ulaştırılmasında emsalsiz hizmetler ifa etti.23 Temmuz 1843Mecidiye adlı yeni bir para türü tedavüle girdi Sultan Abdülmecid, tahta çıkışının altıncı yılı olan 1844’de altın ve gümüş paralar bastırmıştır. Bu paralara mecidiye denilmiştir. Mecidiye tabiri en çok da bu paralar içindeki 20 kuruş değerindeki gümüş sikkeler için kullanılmıştır. Mecidiyelerin piyasaya sürülmesi için eski paralar 23 Temmuz 1843’de tedavülden kaldırılarak, piyasadan toplanmıştır. İlk mecidiye 22 Nisan 1844’de, yarım mecidiye aynı sene 18 Mayıs’ta ve çeyrek mecidiye 19 Mayıs’ta basılmıştır. Mecidiyelerin bir tarafında Sultan Abdülmecid’in tuğrası ve tahta çıkışının kaçıncı yılında basıldığına dair bilgiler bulunuyordu. Paranın diğer tarafında Sultan Abdülmecid’in tahta çıkışının Hicrî tarihi olan 1255 yazılıdır. Mecidiye altınında tuğranın üstünde yedi yıldız, altında yıl, sağ ve sol taraflarında aşağıdan yay ve ok kesesiyle bağlı defne dalları vardır.
Soykırımcı İsrail Katil İsrailToplantılar, çağrılar, bildiriler, İsrail durdurulmalı, İsrail insanlık suçu işliyor, İsrail hesap verecek, İsrail çocukları öldürüyor, İsrail sivilleri vuruyor, İsrail gazetecileri vurdu… toplantılar, çağrılar, bildiriler, sloganlar, protestolar, gösteriler… İsrail saldırıları kaç on yılların kaçıncı gününde, İsrail soykırımcı, soykırım suçu işliyor, İsrail soykırımcı, İsrail Refah’ta çadır kenti vurdu onlarca ölü… Soykırımcı İsrail, İsrail okul bombaladı, İsrail hastane bombaladı, İsrail durdurulmalı, uluslararası toplum bir şeyler yapmalı… İsrail soykırımcı, İsrail bombaladı, ABD, İsrail’e desteğe devam ediyor, Netenyahu’ya Uluslararası Adalet Divanı tutuklama kararı verdi…İsrail’in Refah’ta çadır kent bombaladığı gün itibariyle; 7 Ekim’den bu yana Gazze Şeridi’ ne düzenlediği saldırılarda en az 15 bin 239’u çocuk, 10 bin 93’ü kadın olmak üzere 35 bin 984 Filistinli hayatını kaybetti, 80 bin 643 kişi yaralandı…Soykırımcı İsrail,Katil İsrail,İsrail soykırımcıdır.………… ………… …………7 Ekim’den bugüne yukarıdaki cümleler ve benzer ifadelerin milyonlarcası Dünya kamuoyu döngüsünde devam ediyor.İsrail’in ne kadar soykırımcı olduğuna şahit olduk, bu noktada artık Dünya kamuoyunun büyük bir kısmında tereddüt de kalmadı. İsrail’in soykırımcı olduğu bir kanaatin ötesinde bir hakikat. Evet, İsrail soykırımcıdır. Netenyahu katildir. İsrail insanlık suçu işlemektedir. Ve İsrail durdurulmalıdır.Bu hakikati tüm zerrelerimizle biliyoruz.Ancak, İslam Dünyası olarak ne kadar soykırımcı olduğunu bildiğimiz İsrail ile ilgili bu cümleleri kurmaktan öte bir adım atmıyoruz ya da atamıyoruz. Bu hal, şuurunu kaybetmiş kendinden geçmiş yarı baygın haldeki bir insanın gayriihtiyari tekrarlarına dönmüş durumda. Bu hal, adeta narkoz etkisiyle kendisinden geçirilmiş ve o halin neticesi olarak sürekli benzer şeyleri arka arka sıralayan bilincini yitirmiş bir insanın ahvaline dönmüş durumda. Bu hal, her bombardımandan sonra gayriihtiyari şekilde aynı tepkiyi veren bir reflekse dönmüş durumda. Tekrar tekrar söylenen bu ifadeler adeta İsrail karşısında sürekli tazelenen bir acziyet zikrine dönmüş durumda.………… ………… …………Kaç milyarlık, kaç yüz milyonluk İslam Âlemi olarak, her bombardımandan sonra İsrail’in ne kadar soykırımcı olduğunu ifade etmekten başka atacak bir adım bulunmamakta mıdır? İsrail bombardımanları sonrasında; muhatabı belli olmayan, uzayın boşluklarında kaybolup giden, kimse üstüne alınmasın olarak söylenen, kimsenin de üstüne alınmadığı, muhayyel bir uluslararası topluma yapılan “İsrail saldırıları durdurulmalıdır” çağrılarının icra mercii neresidir.İsrail’i durduracak olan, durdurması gereken Amerika Birleşik Devletleri midir yoksa Batı mıdır? Bu aktörlerin yakın- uzak tarihleri göz önüne alındığında mevcut tutumlarında, farklı veya yadırganacak bir husus bulunmamaktadır ki…Bugün Filistin’de takındıkları tavır; yakın-uzak tarihlerinde, dünyanın farklı coğrafyalarında faili oldukları çifte standart ve insanlık suçu içeren tavırlarından daha farklı değildir.Kaç milyarlık İslam Alemi olarak İsrail’in durdurulması için ABD’nin BM’nin ikna edilmesi çabası tek yol mudur?Sorunun sürekliliğini ve kaynağını, ABD ve Batının İsrail’e olan desteğine havale etmek, BM’de edilen vetoların arkasına sığınmak, İslam Dünyası açısından sorunla yüzleşmemek ve sorunu çözmemek için ucuz ve maliyetsiz bir kaçış yoludur. Batılı suç ortağı devletler Filistin meselesinde, daha önce pek çok meselede de tezahür etmiş olan; kendilerini var eden, mahiyetlerinde var olan ilke inanç ve medeniyetlerinin gereğini yerine getirmektedirler. İslam Dünyasının her bir ferdi, Dünyasının başına “İslam” eklenmesine neden olan, kendisini var eden “İslam’ın” ilke, inanç, mahiyet ve medeniyetinin gereklerini neden yerine getirmediği, getiremediğini, getirilemediğini sorgulamalıdır.………… ………… …………İslam Dünyası, söylem ve eylem tutumuyla sorunu adeta hiç üzerine alınmamaktadır. Sorunu küresel büyük aktörlere, daha olmadı muğlak ve muhayyel bir uluslararası topluma, daha olmadı uluslararası ceza mahkemesine, daha olmadı hiçbir anlam ifade etmeyen küresel vicdana havale etmektedir.İslam Dünyası, bizatihi kendisinin küresel bir aktör olduğunu, kendisinin bir uluslararası toplum olduğunu, İİT bünyesinde bir zamanlar bir ceza mahkemesi kurulması kararı alındığını, kendisinin bir kitlesel vicdanı olduğunu bilmek, görmek, duymak, hatırlamak istememektedir.İsrail’in elinden geleni yaptığı, Batı’nın elinden geleni yaparak İsrail’i alenen desteklediği bu ortamda, İslam Dünyası elinden geleni yapmayarak, elinden geleni yapmaya gayret etmeyerek, elinden ne gelebileceği noktasında hiçbir beyanat ve niyet emaresi göstermeyerek, İsrail soykırımcıdır ifadesini telaffuzdan öteye bir adım atmayarak, hatta İslam dünyasının önemli bir kısmı bu ifadeyi bile telaffuzdan kaçınarak, yeterince ve gerektiği gibi aleni desteğini Filistin yanında ortaya koymayarak, Filistin’deki soykırıma göz yumarak, zımni bir suç ortağına dönüşmüştür. Nitekim Filistinli mazlumların İslam dünyasına olan sitem, serzeniş ve şikayetleri de bu durumun bir göstergesidir.Kaç milyarlık İslam Alemi, İsrail’i kimin durduracağını mevzubahis etmeden İsrail’in durdurulmasını telaffuz etmektedir. İslam Alemi olarak bizzat kendilerinin İsrail’i nasıl durduracaklarını gündeme getirmekten imtina etmektedir.………………………………Filistin üzerine onlarca yıldır; her söz söylendi, her şiir yazıldı, her acı yaşandı, her şarkı bestelendiher slogan atıldı, her toplantı yapıldı, her bildiri yayınlandı, her karar alındıher küfür edildi, her öfke yüklenildi, her gözyaşı döküldü, her kahır dilendi,Bunca yapılan şey arasında İslam Âlemi; kendisinin bu mesele ile ilgili ne yapacağını, ne adım atacağını konuşmadı, elinde ne yol haritası olduğunu açıklamadı, ne yaptırım uygulayacağından söz etmedi, İsrail durdurulmazsa sonuçlarının ne olacağını ortaya koymadı, İsrail’e derhal durması için bir süre tayin etmedi, “İsrail’in soykırımcı olduğu- İsrail’in şiddetle kınandığı” türünden başka bir açıklaması olmadı. Dahası, İsrail’in küstah, tehditkâr, umursamaz ve aşağılayıcı söylemlerini duymazdan geldi.Koskoca İslam Alemi olarak, her gece yapılan bombardıman sonrası her sabah tüm kamuoyu olarak koro halde “İsrail’in ne kadar soykırımcı” olduğunu akşama kadar tekrar ediliyor. Sonra, gece İsrail Filistin’i tekrar bombalıyor. Sabah tekrar İsrail’in ne kadar soykırımcı olduğu ifade ediliyor. Yine akşam oluyor, yine İsrail bombalıyor, sabah oluyor Dünya barışının ne kadar tehlikede olduğu, İsrail’in soykırımcı olduğu, İsrail’in durdurulması gerektiğini tekrar ederek akşama ulaşılıyor. Aylardır bu döngü böyle cereyan ediyor.………… ………… …………İsrail Soykırımcıdır.Katil İsrail.“Artık söz bitsin, kelimeler tükensin, Ey Alem-i İslamArtık Eylem Zamanı Olsun”Yürüsün dağlar; set olsun “nehirden denize” ülkesine“İsrail soykırımı devam ediyor” haberleri o gün son olsunSoykırımın hesabını bizzat Alem-i İslam kendisi sorsun…Söz bitsin, eylem zamanı olsunSöz Bitti, Eylem Zamanı…
Biz Müslümanların acizliğimizi bilerek ya da acze düştüğümüzde söyleyip teselli bulduğu önemli ve kudretli bir cümledir “Allah Büyüktür”. Aynı zamanda değişmez bir hakikatin de ifadesidir. Bundan dolayı doğduğumuzda kulağımıza her şeyden önce bu hakikat okunur. Nereye geldiğimiz ve neyin karşısında nasıl durmamız gereği ilk andan itibaren telkin edilir.Hem günde beş defa okunan ezanda ve beş vakit kılınan namazdaki tekbir meydan okuyuşun, garantinin ve basamakları çıkmanın beyanıdır. Yani her okunan ezanla denir ki “Buraların ve her şeyin hâkimi sadece ve sadece Allah’tır. Burası da İslam yurdudur.” Ey Müslüman! Bil ki senin arkanda yüce bir kudret var. Hiçbir şeyden ne bir korkun ne de bir endişen olmasın. Çünkü sen, gücü her şeye yeten bir Rabbe kul olmuşsun denilmektedir.Namaza daha başlarken alınan iftitah tekbiri; “Ey her şeyin halikı ve yaratıcısı olan Rabbin huzuruna çıkan insan, ne varsa geride bırak. Zira Allah, her şeyin üstünde ve muhatap alınacak en önemli makamdır” denilen “geride ne varsa bırak/ıyorum” cümlesinin resmidir. Namaz müminin miracıdır, demiştir Efendimiz (sav). Bu yolculukta basamaklar Allahu Ekber anahtarıyla aşılır. İnsan, “Allah en büyüktür” demekle secdeye giderken kendi aczini ortaya koyar, küçüldükçe büyür; zira kudreti her şeye şamil olan zatın huzurunda el bağlamış, adını anmış, himayesine girmiştir.Yani Allah büyüktür demek, bizim garantimiz, güvencemiz, her şeyimizdir. İhtiyaçlar onunla giderilir, düşmandan onunla emin olunur. Onun himayesine girene kimse “öte git” diyemez…Ehadden EkbereBugün müezzinlerin piri olarak tanıdığımız Bilal-i Habeşi (ra), hicretten kırk yıl kadar önce Mekke’de dünyaya gelmiş, köle olmakla beraber Müslüman olan ilk yedi kişi içinde yer almıştır. Müslüman olmanın ilk bedelini işkence olarak görmüş, kendisine reva görülen işkencelere “Allah” ve “Ehad” kelimeleriyle mukabele etmiştir.Müşriklerin ezdiklerini zannettikleri Bilal-i Habeşi, her “Allah” ve “Ehad” deyişinde ruhu özgürleşmiş, canı bahasına sahip çıktığı imanı, gün gelmiş onu Kâbe damına çıkarıp bütün aleme “Allah En Büyüktür” kelamını söyletmiştir.Evet, öyledir!Zira müşriklerin bütün şatafat ve kibirleriyle ezmeye çalıştıkları Habeşli bir köle, yeryüzünün ilk mescidinin damından bütün zulüm ve inkarları reddederek, zalimlerin kibirlerini kırarak asıl güç ve söz sahibinin ismini haykırırken, hayatıyla da bunu resmetmiştir.Allah, ayağı baş yapmış, kibirli başları ayak yaparak hor gördükleri “zenci bir köle”nin sesi ve nefesi altında ezmiştir. Bu olay, buradan o güne kadar herkesin baktığında gördüğü ve güç aldığı bir hadise olarak tarihte yerini almıştır.İşte bugün, günde beş defa, Bilal-i gayr-i Habeşi olan müezzinler bu hadiseyi de hatırlatarak, ruhu yaralanmış, psikolojisi bozulmuş, gaflete düşmüş bizleri ikaz ediyor ve diyorlar ki; üzülmeyin, gevşemeyin, korkmayın, ümitsiz olmayın; çünkü “Allah En Büyüktür”. Hiçbir şey moralinizi bozmasın, canınızı sıkmasın, tenbelliğe sevk etmesin; çünkü “Allah En Büyüktür”.Telkin DünyasıTelkinlerle yönetilen/yönlendirilen bir dünyada yaşıyoruz. Haddizatında insan münfaildir, dünyaya gözlerini ilk açtığından mezara girdiği ana kadar telkinle muhataptır, telkinle karşılanıp telkinle uğurlanır.İnsanın bu fıtri özelliğini bilen, fakat bunu yanlış yönlendiren zındıklar, kafirler, reklamcılar, nefis-perestler vb. her daim bu aralığı kullanmışlardır ve kullanmaya devam etmektedirler. Zira bu zamanda bu telkinleri yapmak daha kolay ve herkese rahat ulaşılabilir olmuştur.Evlerimize giren radyolarla başlayan süreç, televizyon, internet, cep telefonu ve uygulamalarla bambaşka bir boyut kazanmıştır. Facebook uygulamasının geliştiricilerinden birisi diyor ki “biz filtreyi artırdığımızda kişiyi kendisinden daha iyi tanıyabiliriz”. Yani bu şeylerle muhatap olan herkes savunmasız durumdadır.Onun için Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Her zaman def-i şer celb-i nef’a racih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahat ve cazibedar hevesat zamanında, bu takva olan def‘-i mefâsid ve terk-i kebâir üssülesâs olup büyük bir rüchâniyet kesb etmiş.” Yani iyi bir şey yapmadan önce kötü olanları terk etmek daha önemlidir. “Koruyucu hekimlik”Bunun yanında bu telkinlere açık olup bir şekilde etkilenen ve sıkıntı çeken ehl-i imanı bu durumdan koruyacak ve selamete çıkaracak olan şey, doğru olanı telkindir; ki bu da başta ezan-ı Muhammedi’dir. Onda geçen kelimat-ı mukaddesedir. Hakikat olan sözlerdir.Onun içindir ki ezandan rahatsız olan ruhlar vardır. Her duyduklarında yenilişlerini, Bilal’e yenildikleri anları hatırlayarak azap çekmektedirler.Anadolu’da…Anadolu irfanı ve imanı olabildiğince içselleştirmiştir “Allah büyük” cümlesini. Başa gelen musibetten elinin ulaşamayacağı her meselede gerçek sözün ve gücün kimde olduğunun hakikatini en samimi haliyle ifade edebilmiştir. Onun içindir ki Anadolu irfanının aşamayacağı mesele olmamış, iman varsa imkân vardır cümlesiyle devleşmiştir.“La havle vela kuvvete” cümlesi dilinde pelesenk olarak aczini bilmekle “İlla billahi’l-azim” diyerek gerçek güce ulaşmış, Allah’ın inayetini her daim yanında bulmuştur. Ve bunu, gerçek istiklalini kazandığı marşına yerleştirerek bütün dünyaya şöyle haykırmıştır:“Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli/Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli”18 Yıllık HüzünTarihler 1932’yi gösterdiğinde olmaz denilen olmuş, Anadolu’nun gür sesi on sekiz sene kesintiye uğramıştır. “Allah en büyüktür” demek suç olmuştur. Kendinde güç vehmeden cüzi iradeler, külli iradeye karşı durmuştur. Anadolu’nun güç kaynağını kesmeye yeltenmiştir.Bu ilahi sırrın ve iksirin yeni doğan bebeklerin kulaklarına fısıldanması takibat konusu yapılmış, güç bende kavgası başlamıştır. Bilal-i Habeşi’nin sesiyle ilk kez müminlerin kulaklarına ulaşan bu ilahi ferman ve beyan, ilk defa böylesine bir aymazlıkla karşı karşıya kalmıştır. Yürekleri ihtizaza getiren hakikatin kulaklardan girmesine engel olunmuştur.Tam on sekiz sene…Onun için…Ezanı duyduğumuzda ne manaya geldiğini bilerek muhatap olmalı, ezan okunduğunda bir Müslümanın alması gerektiği vaziyeti alabilmeliyiz. “Allah en büyüktür” cümlesini bütün zerratımızla söyleyebilmeli, her “Allahu Ekber” deyişimizde Rabbimize olan itaat ve irtibatımızı tazelemeliyiz. Her namaza duruşumuzda aldığımız iftitah tekbiri ile, fani olan ne varsa elimizin tersiyle itebilmeliyiz. Kıldığımız namazların her rekatında söylediğimiz tekbirlerle evc-i alaya olan miraç yolculuğumuzun bir adımını attığımızı bilerek mütezellilane kemerbeste-i ubudiyet tavrını takınabilmeli, yalnızca Allah’a kul olduğumuzun pratiğini ve anlamını idrak edebilmeliyiz. Ki dünyevi nefsani bütün telkinleri kapatıp, ilahi telkinin ikliminde kulluğumuzu tazeleyebilelim. Duruşumuzu gösterebilelim.
İmana sahip olduğu halde imkansızlıklar karşısında yenik düşen biz müminler, her gün Gazze’deki zulüm karşısında duaya sığınmaya, Rabbimizden yardım dilenmeye, kahrolmaya ve kahretmeye devam ediyoruz. Biliyoruz ki varlığına ve birliğine kalpten iman ettiğimiz Rabbimiz mutlak galip olduğu gibi emrinde de galiptir. O dilemeden kimse bir şey dileyemez. Bizler bütün bu yaşananlardan dolayı hüzünlüyüz, öfkeliyiz. Ancak bununla birlikte hadisatın ve ona ait neticelerin yalnız dünyevî olmadığının şuurunda olarak İbrahim Hakkı hazretleri gibi diyoruz: Mevla görelim neyler neylerse güzel eyler…“İlla ölmem gerekiyorsa, sen yaşamalısın…Hikayemi anlatmak için…Eşyalarımı satıp bir parça kumaş ile uzun kuyruklu ve beyaz teller satın almak için…Gazze’de, bir yerde bir çocuk, cennetin gözlerinin içine bakarken,Kendi bedenine bile veda etmeden giden babasını beklerken,Uçurtmayı görür…Senin yaptığın uçurtmayı,Ve bir an için bir meleğin ona sevgiyi geri getirmek için orada olduğunu düşünür.Eğer ölmem gerekiyorsa, umut getirsin,Bir masal olsun bu uçurtma…” Bu dizelerin şairi ve ailesi artık aramızda değil. İnanıyoruz ki Rabbimizin katında diğer tüm şehitlerle birlikte nimetlendiriliyorlar. Bu şiirin yazıldığı şehirde artık taş taş üstünde de değil. Çocuklar korku dolu bakışlarla gökten yağan ölümü seyrediyor. Ürperiyor, gözyaşı döküyor ve ölüyor… Hangi suçtan dolayı öldürüldüğünün sorulacağı günü bekliyor. Bu şiirin yazıldığı kentin semalarında artık uçurtmalar yerine savaş uçakları, bombalar ve füzeler uçuyor. Ha evet bir de yardım niyetine balonların ucuna takılan koliler… Ne gökyüzü ne Akdeniz eskisi gibi mavi değil. Kırmızı… Kan kırmızısı…Bu şiir kâğıda değil kahra yazılmıştır. Yarım kalan düşlere, yarım bırakılmış umutlara, geleceği karartılmış çocukların kollarına yazılmıştır. Onlar bu dünyanın çocukları değil zira. Yaşamak için değil ölmek için doğmuşlar adeta. Şairin dediği gibi “kaçan, gizlenen susan ve ebedi yaşamak için ölen çocuklar…”“İlla ölmem gerekiyorsa…” diye haykıran şair Gazzeli Prof. Refaat Alareer soykırım başladığı günden itibaren sayılardan ibaret olmadıklarını anlatıyordu her vesile ile. Haber metinlerinin satır aralarında geçen her bir sayı bir hayattı çünkü. İsrailli soykırımcılar tarafından katledilen o “bir”, birinin annesi, birinin ablası, birinin kardeşi, birinin eşiydi. Birler, binler, on binler…Bomba seslerinin eşliğinde katıldığı canlı yayında yaşadıklarını ve duygularını şöyle açıklıyordu Prof. Alareer:“Holokost kurbanlarının torunları olduklarını iddia eden İsrailli bilim insanları, benzer bir felaketi Filistinlilere karşı uyguluyor. Bunun çok kasvetli olduğunu biliyoruz. Çok karanlık. Hiçbir çıkış yolu yok. Gazze’den çıkış yok. Ne yapmalıyız... boğulmalı mıyız? Toplu intihar mı edelim? İsrail’in istediği bu mu? Biz bunu yapmayacağız. Geçen gün orada birilerine, bazı arkadaşlarıma anlatıyordum. Ben bir akademisyenim. Muhtemelen evimde sahip olduğum en sert şey bir tahta kalemi. Ama İsrailliler bizi işgal ederse, üzerimize çullanırlarsa, kapı kapı dolaşıp bizi katlederlerse, yapabileceğim son şey bu olsa bile o kalemi kullanıp İsrail askerlerine fırlatacağım. Ve bu Filistin’deki herkesin hissettiği şey. Çaresiziz ve kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. Ben sadece biraz ilaç için eczaneye gittim ve arabam neredeyse 5 kez bombalandı, sadece sadece 5 dakika araba sürdüm...”Bunun gibi acı dolu bir dünya hadise…Yüce Mevla’mız Furkan-ı Hakim’de şöyle buyuruyor: “Eğer (Uhud’da) size bir yara dokunduysa, doğrusu (size düşman olan) o kavme de (Bedir’de) onun misli olan bir yara dokunmuştu. İşte bu günler (öyle günlerdir) ki onları insanlar arasında evirir çeviririz. Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve içinizden (bu uğurda can veren) şehitler (ve yaptıklarınıza şâhitler) edinsin! Çünkü Allah, zalimleri sevmez.”1Evet, bugün kahrolası “konjonktür” zalimlerden yana görünüyor. Hülagu’ya rahmet okutan bu çetin zulümde Gazze yerle bir oluyor. Bizi kardeşliğe kabul ederler mi bilmiyorum ama kardeşlerimiz insanlık dışı her türlü muameleye maruz kalıyorlar. Ancak şu unutulmamalıdır ki arz da Allah’ındır sema da… Karalar da denizler de onun mülküdür. Tüm bedenler ve canlar ona aittir. Kadîr-i Mutlak olan Allah her türlü mağlubiyetten münezzeh ve beridir. Öyleyse Endülüslü Müslümanların El-Hamra’nın duvarlarına kazıdıkları hakikati bir kez daha hatırlamak mecburiyetindeyiz:لَا غَالِبَ اِلَّا الّٰلُه 2Bu hep böyle olmuştur, zira kudret-i mutlaka bunun böyle olmasını iktiza eder. Bu söz kuru bir slogandan öte, tevhidden saadet-i dareyne giden yolda bir pusuladır. Allah’ın mutlak galibiyeti ve bizim için menfi görülen işlerin arkasında kader planında çok daha farklı bir tasarrufun olabileceği itikadı… Tıpkı Hz. Musa’nın Firavun’un zulmünden kaçışı, tıpkı Nemrut’un Hz. İbrahim’i ateşe atması, tıpkı Hudeybiye Antlaşması gibi… Esasında bu sözün menşei de yine vahye dayanır. Hz. Yusuf’u Kenan ilinden alıp çöllerden, kuyulardan, köle pazarlarından ve zindanlardan geçirerek Mısır’a sultan yapan Allah (cc), elbette ve elbette emrinde galiptir. Belki Hz. Yusuf’un başına gelenler en başta onun için bir musibet olarak görünüyordu. Ancak kader hükmünü icra ettiğinde Cenab-ı Hakk’ın muradı tahakkuk etti. Bu hakikat kerim kitabımız Kur’an’da şöyle ifade edilmiş: “Onu satın alan Mısırlı (vezir) ise karısına: ‘Onun makamını şerefli tut (ona iyi bak)! Olur ki bize faydası dokunur veya onu evlat ediniriz’ dedi. Böylece Yusuf’u o yerde (Mısır’da) yerleştirdik (ki adâletle hükmetsin), bir de ona rüyaların tabirini öğretelim (diye böyle yaptık). Allah ise emrinde galiptir (dilediği her şeyi yapar) fakat insanların çoğu bilmezler.”3İmana sahip olduğu halde imkansızlıklar karşısında yenik düşen biz müminler, her gün Gazze’deki zulüm karşısında duaya sığınmaya, Rabbimizden yardım dilenmeye, kahrolmaya ve kahretmeye devam ediyoruz. Biliyoruz ki varlığına ve birliğine kalpten iman ettiğimiz Rabbimiz mutlak galip olduğu gibi emrinde de galiptir. O dilemeden kimse bir şey dileyemez. Bizler bütün bu yaşananlardan dolayı hüzünlüyüz, öfkeliyiz. Ancak bununla birlikte hadisatın ve ona ait neticelerin yalnız dünyevî olmadığının şuurunda olarak İbrahim Hakkı hazretleri gibi diyoruz: Mevla görelim neyler neylerse güzel eyler…1- Al-i İmran / 1402- Allah’tan başka gerçek galip yoktur3- Yusuf / 21
Eğitim hakkındadır. Program çerçevesine bakan bir değer tespitidir.Program mı?Evet program…Şu an bu sahifeye göz gezdiren zihinlerimize ilk gelen şey normal olarak planlanmış bir etkinliktir. Biraz daha öteye gidelim, Risale-i Nur’a olan aşina gözlerde koca bir ağacın programının yüklü olduğu tohum canlanır. Bu program, ağacın çekirdekten meyveye tüm sergüzeşt-i hayatının bir diske (çok eskilerde tohum için bu benzetme yapılırdı) yazılmasıdır.Lakin, bizim serd-i kelam ettiğimiz mesele ucu eğitim ve öğretime, nam-ı diğer talim ve terbiyeye değen programa dair bir meseledir. Öncelikle?Evet öncelikle, günümüz eğitim ve öğretim programlarını incelediğimizde, ötesinden berisinden farklı nazarlarla tahlil ettiğimizde iç açıcı olmayan bir manzarayı görürüz. Evvela bir kaynak var; beslenilen, lakin bizden değil: Felsefi gözeler… 20’li yılların sonlarından itibaren kimi pragmatik kimi romantik… Kimi realist kimi idealist… Varoluşçu ve daha bilmem ne kadar felsefe debisi varsa Osmanlı’nın mirası olan talim ve terbiyemizi sarmalamış. Menfi felsefeyi eğitime tatbik etmek isteyen akıl hocaları yine aynı yıllardan itibaren, hususen müfredat değişikliği zamanlarında davetiye ile vatanımıza girip cetvel-kalem kuşanmışlardır. Mevzu-bahis felsefi yaklaşımların temele/nüveye dinamit gibi yerleştirilmesinden kaynaklanan birçok pürüz ve telaşe koca tedrisatın her yanına öylece sinmiştir. Burada keskin bir kırmızı hat çizelim. Programlarımızın nüvesi, Kur’ânî ve imani hakikatler ve bu hakikatlerin kazandırdığı nazar (tekrar vurgulayalım yaklaşım değil nazar) olmasıdır gayemiz diyelim. Materyalist felsefi yaklaşımlar değil!O vakit, nüve etrafında oluşturulan program çerçevesi (muhteviyatlar, gayeler, ıstılahlar, değerler, beceriklikler filan filanıyla beraber cümlesinden müteşekkil alan) ve program çerçevesi etrafında oluşturulan ve çerçevenin şablon olarak oturtulmasıyla tecessüm eden ders kitapları bu baki hakikatler üzerine teşkil edilmelidir. Aksi takdirde çerçeve duvarlık, kitap hamallık olacaktır. O nüve nerede?Tabi ki Risale-i Nur gibi Kur’ân ve iman hakikatlerinden ibaret olan asrımızın en güzide eserinde… Kur’ân’ın meded-yâb manevi tefsirinde. Hani uydurukça bir eğitim tarifi yapılır ya, “Eğitim, bireyde istendik davranış oluşturma sürecidir.” Bundandır ki program nüvesine ta baştan, eğitimin nihai hedefi olan öğrenci söz ve davranışlarındaki meydana getirdiği değişiklik yerleştirilmektedir. Felsefi yaklaşımları yansıtır mahiyette olursa eyvah ki eyvah! Kendine faydası olmayan, bir gözü kör-kulağı sağır, bahtsız felsefe; Kur’ân ve imanın nuruyla tenvir olmuş güzide ruhlara, kalplere, akıllara ve bedenlere sahip ecdadın torunlarına ne verebilir ki?İşte nur deryası! Elinin yetiştiği yer neresi ise oradan al! Her katresinde kelam ve fiillere nur ve kuvvet olan, insanın yaratılışındaki kabiliyetleri bil-kuvveden bil-fiile çıkaracak iman hakikatleri ve dersleri giz’li. Tevhid, nübüvvet, haşir, ubudiyet dört sütun olmak üzere bu dersleri talep eden talebelerini bekliyor. Sadece dini ilimlere değil fenni ilimlere dahi pencereler açıyor. Akıl ve kalbi mezc ediyor.Daha dünyadayken kalblerinde manevi bir Cennet’i yaşayan Risale-i Nur Talebeleri kadar musaddık şahit!Bir de şu usul!Unutmadan!..Eldeki hakikatleri tatbik etmek için usul de nüveye münasip olmalıdır. Hoş, teli kırık gıcırtılı felsefenin sadası/metotları da ahenkli olmayacaktır.Evet, Rabbimize binler defa şükür ki, iki büyük emanet nimetini ihsan buyurmuş. Üzerine getirilen salavatlarla dillerin sertliğinin giderildiği Resulüne, binler selam ve salat olsun! Kur’ân ve iman hakikatlerinin ilk hocası Muallim-i Ekber, Muallim-i Ekmel (sav) Efendimizdir. Onun eğitirken, öğretirken sarf ettiği ve kayıt altına alınan söz ve fiilleri ve tavırları en güzel talim terbiye usulleridir. Üstelik güzel bir niyetle, ibka olmuş, sürur taşıyan uhrevi kazançlardır.Bir saatlik nebevi dersi alıp zamanının en medeni milletlerine muallim olan ashab kadar musaddık şahit!Peki bu uzun girizgâh neye bakar?Başta italik olarak belirttiğimiz gibi elbette ki bir değer tespitine bakar. Hani tahlil için okyanusun neresinden alırsan al, bir bardak su aynı neticeyi verecektir ya! Nur deryası Risale-i Nur da öyle. Neresini açarsan aç, iman dersiyle kuvvetli bir imanı netice verecektir. Tevhid, nübüvvet, haşir, ubudiyet sütunları altında bağdaş kurmuş insan, söz ve davranışlarında nur ve kuvvet bulacaktır. Talim terbiyeden beklenen de bu değil midir? Söylenmiyor mu insan için “niçin bilmez, niçin yapmaz” diye? İşte nur, işte kuvvet!Okumaya başladığımızda, ezber yapmaya başladığımızda, ilk kez bir yerde ders yapmaya başladığımızda hep ayaklarımızı 1. Söz’e sabitledik. Her zaman olduğu gibi program çerçevesinde de aynısını yapalım.Pencereler isimli risalede Hazret-i Üstad, “Nasıl esmada bir İsm-i A‘zam var. Öyle de o esmanın nukûşunda dahi bir nakş-ı a’zam var ki, o da insandır. Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku …” der. Bu ifadenin merceğinde 1. Söze bakalım. Öncelikle temsili hikayecikten hareketle, insanı kendisinde bulunan “acz ve fakr” cihetiyle okuruz. Acz ile insanın, Hâkim ve Kadîr isimlerine rabt olarak esmaya nasıl ayinedarlık yaptığını öğreniriz. Ardından kâinat kitabını okumaya başlarız. Zerrecikler gibi tohumların, çekirdeklerin başlarında koca ağaçları taşımaları, dağ gibi yükleri kaldırmaları başta olmak üzere Allah’ın kudretine istinad etmenin misallerini ve neticelerini görürüz. Biz de bu nur ve kuvvetle istinad ederiz.Hulasa başlıkta değer olarak ifade ettiğimiz, besmelede kendini bulan Kadir-i Zül-celalin hadsiz kudrete dayanmak bir imani dersle ortaya çıkar. Ardındaki insan ve kâinat burcundan verilen bir tevhid dersiyle, bir ubudiyet dersiyle. Eğer başlıktaki değeri tespit etmeye iman dersinden değil de mesela muhteviyattan (Bismillah’tan) başlansa program çerçevesinin içerisinden hareket edilmiş olunur. Eğer “acz, kudret” gibi ıstılahları ele alarak başlansa etraflıca bir malumatla başlanmış olsa da yine çerçevede kalınır. “Bismillah’ın büyük tükenmez bir kuvvet ve bitmez bir bereket olduğunu anlar.” gibi bir hedef belirleyerek ilerlenmek istense yine çerçeve dışına çıkılamaz. Çerçeve içerisinde hangi nokta olursa olsun ciddi mesafe ve tesirli netice alınamaz. Hep yatay olarak ilerlenir. Aslolan, hakikat nazarıyla çıkış yapmaktır.Sır Katre’deki kelimelerde giz’li!NeticeŞu an her programla gerçekleştirilmek istenen insanın kendisidir. Lakin, nazar imani olmayınca, nüve iman hakikati olmayınca ahlaki değerler hakikatsiz kalıyor. Felsefik yaklaşımlarla Yaratıcı ile bağı kesik, Rehber-i Mutlak olan Muhammed Mustafa (sav) ile bağı kesik nesiller yetiştirmek: Müslüman mahallesinde salyangoz satmak… Büyük cüret doğrusu, fakat bu teşebbüs hiçbir netice ver/e/meyecektir. Serzenişler, şikayetlerle çırpınıp duran anne babalar, çocuklarının imani uyanışını görecekler inşallah! E, altın çamura düşmekle değerinden bir şey kaybetmezmiş. Şöyle bir el vurulup temizleniversin.İşte o el vurma işi; asrımızın ihtiyaçlarını karşılayan, tüm değerlerimizin de madeni olan imanı kuvvetlice kalplere yerleştiren Risale-i Nurların vazifesidir. Bu iman menbaına bugün, her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.Gelin sadece şu misali (cesaret değerini) düşünelim: Kendisindeki aczi idrak etmiş, Cenab-ı Hakkı Kâdir ismiyle hakkıyla tanımış ve baki olan Rabbinin kudretine istinad etmiş bir gencimizin Çanakkale ruhuna sahip, Bedir Ashabını hatıra getiren cesareti nerede? Aczinin farkında olmayan kuvvet ve kudretin aslî kaynağını bilmeyen, “cahil cesareti” misali fanilere ve fenaya sırt dayayan bir gencin sözde cesareti nerede?Yâ İlâhenâ!Peygamberin Hazret-i Muhammed (sav) Efendimizin senden istemiş olduğu bilcümle hayırları biz de isteriz, bize de ihsân eyle! Peygamberin Hazret-i Muhammed (sav) Efendimizin senden istiâze etmiş olduğu bilcümle şerlerden biz de sana sığınırız, biz de istemiyoruz, bize de verme!Yardım ancak senden istenir. Bizi isteklerimize ancak sen ulaştırırsın. Güç ve kuvvet yalnız Allah’ındır.
Yaşadığımız hadiselere baktığımızda hep bir sebep sonuç ilişkisi görürüz. Mesela “bu sene çok güzel yağmur yağdı, mahsulat bereketli olacak” gibi. Her sonucu bir sebeple açıklamaya çalışırız. Lakin bu sebeplerin icad noktasında gerçekten hakiki bir tesiri var mıdır? Birlikte görelim.Bir şeyin vücuda gelmesi için birçok sebebin bir arada olması gerekir. Örneğin mısır ve buğday gibi bitkilerin hayat bulması için hava, su, toprak, güneş ışığı ve tohum gibi sebeplerin bir araya gelmesi lazım. Fakat varlığın ortaya çıkması için gerekli olan bu sebepler o işi asıl yapan değil; sadece o işe bir vesiledir. Çünkü bu sebeplerde o işi yapacak akıl, şuur, ilim, irade ve kudret gibi lazım olan özellikler yoktur.Şimdi, içerisinde ilaç yapılan bir laboratuvar düşünelim. O laboratuvarda ilaç yapımında kullanılan, çeşitli maddelerle dolu yüzlerce kavanoz bulunmaktadır. Bu kavanozlardaki maddelerden şifalı bir ilaç yapılması isteniyor. Bu ilacı incelediğimizde görüyoruz ki, o kavanozların her birinden, çok hassas bir ölçü ile bir iki miligram birinden, üç dört miligram ötekinden, altı yedi miligram başkasından ve daha bunun gibi çeşitli miktarlarda maddeler alınması gerekiyor. Eğer birinden bir miligram ya noksan veya fazla alınsa o maddeler ilaç olma özelliğini kaybeder. Belki de zehir olur.Acaba hiç mümkün müdür ki, laboratuvardaki bir pencereden giren rüzgârın çarpmasıyla raflarda bulunan yüzlerce kavanozdan yalnızca istenilen 50 kavanoz devrilsin. O kavanozlardan tam istenilen miktarda maddeler aksın. Toplanıp bir araya gelerek o hassas ölçüdeki ilaçları oluştursunlar. Yani o maddeler, kavanozların devrilmesiyle tesadüfen bir araya gelip şifalı bir ilaç meydana getirsinler. Elbette sebeplerin bir araya gelmesiyle ilaçların bu şekilde oluşması mümkün değildir. Hatta işiten, gören, akıl ve şuur sahibi insanlar bile o işin eğitimini almadan bu ilaçları yapmaları mümkün değildir. Aynen bunun gibi; her bir bitki, hayvan ve insan hassas ölçülerle yapılan bir ilaç gibidir. Çok çeşitli ve gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden meydana gelmiştir. Eğer insan, hayvan ve bitkilerin yaratılışı sebeplere verilse elbette bu durum yüz derece akıldan uzak düşer.Esasen sebepler denilince dört temel unsur olan hava, su, toprak ve güneş akla gelmektedir. Çünkü varlıkların vücuda gelmesi için bunların olması zorunludur. Fakat bu unsurların işitmesi, görmesi, aklı ve şuuru olmadığı halde bunların birleşmesiyle şu harika varlıklar nasıl meydana gelmektedir? Çok açıktır ki; sebeplerin bir araya gelerek bu varlıkları yaratmaları mümkün değildir. Sebepleri ve sebeplerle vücuda gelen varlıkları da yaratan Cenâb-ı Hak’tır.Her şey Allah’ın eseridir; bütün bitkiler, ağaçlar, meyveler… Özellikle hurma ve üzüm çok dikkat çekicidir. Çünkü susuz bir kumda yetişen hurma ağacından o bal gibi tatlı hurmalar nasıl meydana gelir? Kuru bir toprakta dikili, kuru asma dalında yetişen o salkım salkım üzümler nasıl olur da tatlı şerbetlere dönüşür? Aklı başında bir adam: “Bunları böyle yapan, elbette her şeyi yaratan Allah’tır” demeye mecburdur. Sonuç olarak ifade edebiliriz ki, kâinattaki sanatlı, ölçülü, hikmetli varlıkları yaratabilmek için hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve her şeye şâmil bir irade lazımdır. İşte bu sıfatlarla muttasıf, her şeye gücü yeten, sebeplerin de sebebi ve yaratıcısı Cenâb-ı Hak’tan başkası olamaz.
Cenab-ı Hakk’ın güzel sıfatlarından biri de “Kudret” sıfatıdır. Allah’ın kudreti sınırsızdır. O’nun gücü her şeyi yapmaya ve yaratmaya yeter. Kur’an-ı Kerim’de “Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”1 buyrulmuştur.Bizde de bir kudret görünmektedir. Fakat bu kudret, Allah tarafından verilmiş olup, sınırlıdır. Sınırlı olduğu için, bir kalemi kaldırmak kolay; bir sırayı kaldırmak zordur. Büyük bir masayı kaldırmak daha zordur. Bir binayı kaldırmak ise bizim için imkânsızdır.Halbuki, Allah’ın kudretine nispetle az ile çok, küçük ile büyük arasında fark yoktur. Hiçbir şey ona ağır gelmez. Bir baharı yaratmak bir çiçek kadar ona kolaydır. Cenneti yaratmak bir bahar kadar ona rahattır. Çünkü, Allah’ın kudretinin kaynağı kendisidir. Yani başkası tarafından verilmemiştir. Kudretin zıddı olan acizlik Allah’ta bulunmadığından, onun kudretinde dereceler de bulunmaz.Nasıl ki Güneşin ışığı bir damla suya kolaylıkla yansıdığı gibi bir okyanusa da aynı kolaylıkla yansır. Güneş, ışığını bir damlaya kolay verirken, okyanusa zor verir diyemeyiz.Hem nasıl bir komutan “Arş! İleri!” emriyle bir askeri harekete geçirdiği gibi, büyük bir orduyu da harekete geçirir. Bu konuda bir askerle bir ordu arasında fark yoktur. Dikkat edilirse aynı emirle, bir asker de bir ordu da harekete geçiyor. Allah da “Kün” yani “Ol!” emriyle bir atomu da yaratır, bir yıldızı da. İkisi de Allah’ın kudretine nispetle aynıdır. Şimşek gibi bir süratle var eder. Kur’an-ı Kerim’de “Bir şeyi(n olmasını) dilediği zaman, O’nun emri, ona sâdece `Ol!’ demektir, (o da) hemen oluverir.”2 buyrulmaktadır.Cenab-ı Hak aynı anda sayısız işleri yapar. Fakat, insanın birçok işi aynı anda yapması mümkün değildir. Meselâ bir insan hem kitap okumayı, hem yüzmeyi, hem yemek yemeyi, hem yazı yazmayı, hem oyun oynamayı aynı anda yapamaz.Allah ise, bir anda sayısız işleri şaşırmadan ve birbirine karıştırmadan yapar. Allah’ın bir şeyi yapması diğer bir şeyi yapmasına engel değildir.Mesela nasıl ki güneş, aynı anda her bir şeffaf ve parlak şeyde ısısıyla, ışığıyla ve yedi rengiyle görünür. Bir şeyde görünmesi diğer şeylerde görünmesine engel değildir. Bir cam parçasında göründüğü gibi, okyanusun yüzeyinde de görünür. Aynen öyle de Allah nihayetsiz kudretiyle bir tek balığa rızkını verdiği gibi, bütün denizlerdeki canlılara da rızıklarını verir. Bir çiçeği yarattığı gibi, baharda sayısız bitkileri de yaratır. Bir sineği yarattığı gibi, bütün hayvanları da aynı anda yaratır. Aynı anda dünyayı idare ettiği gibi, bütün yıldızları da idare eder.Bütün bunlar gösteriyor ki Allah’ın her şeye gücü yeter. Ona hiçbir şey ağır gelmez. Bir iş, bir işe mâni olmaz. Hem Cenab-ı Hak her şeyi çok kolay ve süratle yapar. Kudretinde hiçbir cihetle noksanlık yoktur. Küçük bir bahçeyi yarattığı gibi, cenneti dahi bizim için yaratabilir.1- Âl-i İmran, 1892- Yasin, 82
Kâinatın şu muhteşem ve mükemmel nizamında, Deistlerce etkili olduğu düşünülen tabiat kanunlarının ne olduğunu anlamak için Tabiat Risalesinde geçen şu misale bakalım…Cahil bir şahıs büyük bir askerî kışlaya gider. Bakar ve görür ki bir komutanın emriyle yüzlerce askerler gayet nizamî bir şekilde toplu hareket ediyorlar. Bir komutanın bir emriyle yürüdüklerini, bir emirle oturduklarını, bir emirle ellerine silahlarını aldıklarını, bir emirle ateş ettiklerini müşahede eder. Devlet ve ordu nizamından gelen kanunların verdiği yetki ile o komutanın askerlere emirler verdiğini ve askerlerin de tam bir itaatle o komutana itaat ettiklerini ve bunun sonucunda askerlerin nizamî hareketlerinin ortaya çıktığını anlayamayan cahil ve kaba aklıyla şöyle düşünür: “Askerleri birbirine bağlayan ve gözle görülmeyen ama acayip maddî ipler var. O ipler sebebiyle askerler nizamî bir şekilde toplu hareket ediyorlar. O ipler ne kadar mükemmel ipler olsa gerek.”İşte aynen bu misalde olduğu gibi, fen bilimlerinin keşfettiği bütün kanunlar, Cenab-ı Hakk’ın irade sıfatından gelen kanunlardır. Yani Rabbimiz, eşya arasında mükemmel bir intizam kurmak için bazı kurallar ve kanunlar koymak irade etmiştir. Bu kanunları da kudretiyle eşyada tatbik etmektedir. Bu kanunların, ilâhî kudret tarafından yaratılmış vücutları yoktur. Bu kanunlar, irade sıfatından gelen ve kudret tarafından tatbik edilen ilmî düsturlardır. Bunlara “kavânîn-i âdetullah” veya “şeriat-i fıtriye” denilir.Meselâ, suya bırakılan bir cismin özgül ağırlığı, suyun özgül ağırlığından azsa, o cisim suda batmaz. O cismi, suda batırmayıp suyun yüzeyinde tutan ve adına “suyun kaldırma kuvveti” denilen bir kuvveti ve bu kuvvetin belli kurallar çerçevesinde etkisini görürüz. Burada “suyun kaldırma kuvveti” denerek suya dayandırılan kuvvet, ilâhî kudretin tecellisinden başka bir şey değildir. Bu kuvvetin tecellisinde formüle edilebilen kurallar ise ilâhî iradeden gelen kanunlardır. Bu kanunlar, ilmî düsturlar olup maddî vücutları yoktur.Anayasa da buna güzel bir misaldir. Anayasa, isminden de anlaşılacağı gibi etkili ve yetkili kişilerin irade (isteme) sıfatlarıyla koydukları kurallardır. İlmî düsturlardır. Anayasa (kanunlar), bir devleti idare edemez. Devletin idaresi, anayasayı uygulayacak bir güçle, bir icra organı ile yani hükümetle ancak mümkündür.Hadd-i zatında bütün kurallar, kaideler ve kanunlar da böyledir. Küçük bir işyerinin işleyişinde riayet edilen kurallar ve kaideler de işyeri sahibi tarafından konulmuştur ve bir güçle de uygulanmaktadır.Demek ki “tabiat kanunları” diyerek yanlış olarak isimlendirilen, eşyanın vücudunda ve intizamında tesirli olduğu zannedilen düsturlar, hakikatte ilâhî iradeden gelen ilmî kurallardan ve kaidelerden ibarettir. Bu ilmî kural ve kaideleri tatbik edip uygulayan da ilâhî kudrettir. Bu kanunlar, tesir gücüne sahip müstakil birer güç değil; maddî vücutları olmayan ve ilâhî iradeden gelen ilmî düsturlardır. Yaratıcı olamazlar.
“İnsanın potansiyelinin sınırları nerelere kadar uzanır, ne durumda potansiyelini kullanmış olur ve nerede istihdam edilmelidir, kendisini hangi alanlara vermelidir, ömrünü nerede harcamalıdır…” gibi sorular çok sorulmakta ve cevabı insanlık tarihi başladığından beri aranmaktadır. Yani, “nereden geldim, nereye gidiyorum ve ben kimim?” gibi sorular, tarih boyunca adeta insanın zihnini ateşlemiştir.Özellikle “İnsanın gerçek potansiyelinin sınırları nerelere kadardır?” gibi bir soru, oldukça enteresan olabilir.Belki de bu sınırları maddi ve manevi hudutlar olarak ikiye ayırmak daha isabetli olacaktır. İlk önce manevi hudutlara şöyle bir göz atalım.İlk insanın cennette yaratıldığını ve neslinin eşref-i mahlukat sıfatına layık görüldüğünü, Kâb-ı Kavseyn’e kadar yükselebilen ve Makam-ı Mahmud sahibi bir kul olduğunu düşünecek olursak genel çerçevenin üst sınırlarını çizmiş oluruz herhalde.Bu sınırlara ancak Peygamberler (Aleyhimüsselam) ulaşmıştır, fakat bize de hedef göstermişlerdir.Tamam, çalışarak peygamber olunmaz, fakat pekâlâ çizdikleri üst sınır hedefinde yolculuk gayreti içinde olunabilir.Bununla beraber, a’la-yı illiyyin insan için olduğu gibi, esfel-i safilin de aynı insanoğlu içindir.Alt ve üst sınırlar son derece geniştir. Yani Yaratıcı, kulunu özgür bırakmış. Doğruyu ve yanlışı göstermiş, akıl ve vicdan verdikten sonra da sınırları geniş bu alanda “Yürü ya kulum!” buyurmuş. Meleklerin çıkamadığı makamlara çıkanlar olduğu gibi, yalpalayıp şeytandan daha aşağıları hak edenler de çıkmış. Oyun Küçükleri Oldurur, Büyükleri ÖldürürÖyle bir zamanda yaşıyoruz ki, “Oyun” büyük bir sektör halini almış ve o kadar da teşvik görüyor. Çocuklar için olan kısımdan bahsetmiyorum elbet; büyükler de yoğun bir şekilde ya oyun oynuyor ya da çok ciddi bir şekilde takip ederken, uğrunda parasını, enerjisini ve daha mühimi ömrünü harcayıp bitiriyor. Onun için sevincinden havalara uçuyor; onun için keder tutuyor.Bu yazıyı yazdığım an itibariyle bir futbol şampiyonluk müsabakası biteli iki buçuk saat olduğu halde, cadde ve sokaklarda kutlama(!) sesleri bitmek bilmedi; araba sesleri, çeşitli kornalar, insan naraları, havai fişekler, vs. gece yarısından sonra bile sürdü.Yine bugün İkindi namazından hemen sonra cami çıkışında başlayan Filistin için özgürlük yürüyüşü, bunun yüzde biri kadar heyecan görmemiştir. Ne yüzde biri, bütün Türkiye genelindeki kutlamaları dikkate alacak olursak, binde bir bile rağbet görüyor diyemem.Bu durum, gaf letin çokluğundan mı, ulvi gayenin yokluğundan mı varın yorumunu siz yapın.Sorulduğunda, “ne yapayım, vakit geçiriyorum” gibi yapılan açıklamalar, yukardaki cümlemizi tasdike yetiyor.Daha faydalı ve mühim işler yapılması gerektiği hatırlatıldığında ise insan, kolaycılığa kapılıp, yeterince imkân sahibi olmadığını, olsaydı diğerleri gibi başarılı olabileceğini savunur çoğu zaman. Hatta, belki asar, keser, kahvehane muhabbetlerinde hükümet yıkar, hükümet kurar da “hadi sen de şunu yap” denildiğinde, “ben deve değilim, kuşum” gibi, oyunlar oynamaya kalkışır. “Kuşsan uç!” denildiğinde, “yok ben deveyim” der ve yine işten kaçıp, kahvehane arkadaşlarına sığınır. Kahvehane dediğimize takılmayın, matbaanın icadından sonra Avrupa’da meydana gelmiş ayaklanmaların çoğu kahvehanelerden başlamıştır. Yani bazı liderlerin ve büyük hadiselerin çıkmasına zemin teşkil etmiştir. Ancak -espriyle karışık- bunlar, kahvehanede oyun oynamanın icat edilmesinden önceydi. Buradan bir tez ortaya atacağım: “Oyun, küçükleri oldurur; büyükleri öldürür.”Zaman zaman yapılacak katılımlardan veya spor mahiyetinde sağlığa fayda verecek faaliyetlerden elbette ki bahsetmiyorum; oyun işini(!) çok ciddiye alıp, asıl vazifelerin unutulması meselesidir kastım.Yani günümüzde, spor, sanat vb. adı altında çok fazla oyunlar döndürülmektedir. Müslümana asli vazifelerini unutturacak bütün oyun ve eğlenceler, boşa masraf ve uyuşturucu hükmünde değerlendirilse yanlış olmaz kanaatindeyim.Çünkü hadiste, “Kişinin dünya veya ahiretine fayda vermeyecek işleri terk etmesi, iyi Müslüman oluşundandır” denilmektedir.Ayrıca ayet-i kerimede, “Biz yeri, göğü ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık” buyrulmuştur (Enbiya Suresi: 21/16).Mevzumuza dönecek olursak, birçok insan, “öncü” veya “başarılı” olarak görülen kimselerin, çok zeki ve kabiliyetli olduklarını düşünür; halbuki zekâ da, deha da, kader de gayrete aşıktır. Evet, “kabiliyetler, zorlayarak inkişaf eder”.Yani, sınırları anlayabilmek için zorlamak, değişik usullerde ve zamanlarda yeniden denemek gerektiğini, bu zirve olmuş insanlardan anlayabiliyoruz. Onların hayat ve başarı hikâyelerini iyi dinlemek gerekir.Ortalama insan ömrünü 70 sene saysak, daha kısa ömre bile nice eserler sığdıranlar varken, hiçbir şeye vakit bulamadığını ileri sürenler de azımsanmayacak sayıdadır. Bunun sebebi, planlı yaşamak ile rastgele bir hayat sürmeyi alışkanlık haline getirmenin farkı olsa gerektir. Herhangi bir işi bitirmek için bir süre tayin edilmediyse, o iş uzar. Yine, yarım saatte hallolabilecek bir iş için, üç saatin sonunda bitirmiş olmak hedefi konulmuşsa, o işin üç saatin sonuna kadar sarkacağı, tecrübelerle sabittir. Yani, çok iş yapanlar, hayatlarındaki bütün işlerini kısa aralıklara böldükleri ömürlerine sığıştıranlardır. Küçük işleri için program yapmayanlar, ömürlerini de yeterince değerlendiremezler.Uykuya ve istirahate, gezintilere ayrılan vakit, haddinden fazladır. Halbuki, daha fazla iş ve hizmete vakit ayırabilmek için “Elimden gelse, şu uykuyu karşıma alıp silahla vururum” diyen kahraman büyüklerimiz olmuştur. Oysaki, günlük uykusu bir saat civarındaydı.1Mimar Sinan mimarlığa 49 yaşında başlamıştır. 99 sene ömür yaşayan Koca Sinan, elli senede arkasında tam 375 harika eser bırakmıştır. Yani, mimarlık yaptığı her seneye ortalama 7 buçuk proje sığdırmış. Günümüz iş adamlarının hayatlarına baktığımızda da şunlara şahit oluyoruz:Günlük programı olmayanlar, işyerlerine gayet rahat bir şekilde ve rastgele saatlerde ulaşıp, herhangi bir ziyaretçilerini randevusuz olarak kabul edebilirken; her gün planlı olarak çalışanlar ise, erken saatte işlerine veya toplantılarına başlar, sürekli bir yerlere yetişme telaşesi içinde olurlar. Ziyaret etmek isteyenler de kendilerine uymak ve randevu almak mecburiyetindedir. Sürekli kafalarında yeni projeleri vardır ve heyecanlarını asla kaybetmezler. Her ilgili kişiye de projelerinden bahsetmekten geri durmaz, adeta onları da bu şekilde teşvik ederler.Yabancı meşhur bir CEO’nun 50’den fazla büyük şirkete danışmanlık verdiğini biliyorum. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an’da geçen peygamber kıssalarından bahsederken, onlar bize tarih öğretmek için değil, almamız gereken hikmet, ders ve ibretler için vurgulandığını anlatır.Peygamberler (as), sadece uhrevi yönde değil, dünyevi hayat için dahi bizlere numune-i imtisal ve insanlığın gidebileceği en uç ilmî seviyeleri göstermiş ve teşvik etmişlerdir.“İşte, enbiyaların manevi kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hatta denilebilir ki, manevi kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mucize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mucizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mucizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, sanatkârların ekseri, her bir sanatta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)...Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor...” Meselâ, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden (وَلِسُلَيْمٰنَ الرّٖيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ)2 âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.…“(قَالَ الَّذٖي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا۬ اٰتٖيكَ بِهٖ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ)3 ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazreti Süleyman Aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.” 4Özetle:1. Peygamberler (as), hem dünya hem ahiret rehberlerimiz olup, kendileri bizzat her konuda zirve olarak bizlere öncülük etmişlerdir. 2. Her alanda sınırlarını öğrenmek isteyen, zorlamadan o sınırları keşfedemez ve anlayamaz.1- Ahmed Hüsrev Altınbaşak2- Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” (Sebe Sûresi, 12)3- “Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” (Neml Sûresi, 40)4- Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam
Üstadımız Bediüzzaman Hz.lerinin (ks), “Şu istikbal inkılabâtı içinde en yüksek gür seda İslam’ın olacaktır” müjdesinin yapay zekâyı ıskalayacağını düşünmek de safdillik olacaktır.Bilgisayar, bilişim teknolojileri, internet, artırılmış gerçeklik derken yapay zekâ. Sanal âlemin son aktörü olarak yapay zekâ artık tüm dünyanın gündeminde. Sadece bilişim teknolojileriyle ilgili kişileri değil, aktif ya da pasif hemen herkesi bir şekilde etkisi altına alan/alacak sırlı bir düğüm. Neden sırlı bir düğüm dediğimi ilerleyen satırlarda anlatmaya çalışacağım. Neresinden bakarsanız bakın, insan zekâsının bir son-ucu olarak ortaya çıkan yapay zekâ, öyle inanıyorum ki bu kulvarın son ürünü de olmayacak. Ama yapılan tartışmalara bakılacak olursa yapay zekânın hangi noktalara ulaşacağı, nelere kâdir olacağı ve en önemlisi insandan daha önemli olup olmayacağı ya da insanı geçersiz kılıp kılmayacağı gibi konular insanı az da olsa tedirgin etmiyor değil.Yapay Zekâ Nedir?“Yapay zekâ, en basit şekilde, belirli görevleri yerine getirmek için insan zekâsını taklit eden ve topladıkları bilgileri yineleyerek kendilerini geliştirebilen sistemler olarak tanımlanır. Yapay zekâyı günümüz teknoloji sistemlerinden ayıran en önemli özellik, insan zekâsını taklit edebilmesidir. Bu sistem, var olan durumları gözlemleyerek daha önceden belirlenen parametreler doğrultusunda ilgili durumu işler ve buna yönelik bir tepki verir. Bu süreçte, yapay zekâ duruma ilişkin verileri hızlı, yinelemeli ve akıllı algoritmalarla birleştirilerek işler.” (gtech.com.tr)Anlaşılacağı üzere temelde insan zekâsını kopyalayan, hız ve mukayese gibi avantajlara bir de inanılmaz büyüklükteki veri havuzunu kullanma imkânı kazandırılan ucu açık yapay bir sistemdir. Tabi aslında insana karşı bir üstünlük potansiyeli olarak gözüken özellikleri, nihayetinde bir makine olması ve objektif (duygusuz) olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan, içinde bulunduğu her fiili süreçte az ya da çok duyguları da olan bir özne olarak iş görmekte, bu da onu bazen ayrıcalıklı bir dokunulmaz, bazen de işine amatörlüğü karıştıran bir acemi kılmaktadır. Mesela, çözünürlüğü çok yüksek bir kameranın kadrajındaki görüntüye çıplak gözle bakan insanın kamera kadar detaylı bir görüş elde edememesi görünüşte makinenin üstünlüğü olarak gözükse de aslında insanın duygusallığı ile ilgili bir ayrıcalığı ifade etmektedir. Çünkü o görüntüdeki hiçbir detay kamerada bir etkiye yol açmaz ama insan o görüntü ile destansı bir hikâyenin kahramanı olabilir. Yapay zekâ dediğimiz sistem, verileri işler, hesap yapar, kıyaslama yapar, bazı öngörülerde bulunur ama hiçbir şey hissetmez. Bunları yapay zekâ için bir eksiklik olarak anlatmaya çalıştığımı düşünenler yanılıyor. Bilakis bunlar, insanlar tarafından farklı seviyelerde yüksek amaçlar için kullanılabilir avantajlardır. Aslında insan ile yapay zekâ bir mukayesenin iki ögesi olamayacak muhteviyata sahiptir. Zira kefenin birinde insan, diğerinde ise insan işi bir araç vardır.Ahir zaman ile ilgili ihbarat-ı gaybiye, esas olarak Mehdi (as) ve deccal merkezinde teksif olunmuş, o noktada yoğunlaşmıştır. Bu gaybî haberler, Mehdi (as)’ın özelinde, İslamiyet’in galibiyet ve hükümferma olması gibi neticelerle neticelenecektir. Hal bu iken, yapay zekânın da ne kadar manipüle edilse de son kertede imana hizmet edeceğine ya da imana hizmetkâr kılınacağına kuvvetli bir ümidim var. Neden?Yapay zekâ, her ne kadar data havuzundan ve veri tabanından edindiği birtakım verilerle iş yapıyor olsa da işletim ve algoritma sürecine egemen olması gereken bir takım sanal erdemler vardır. Aksi takdirde insanların nazarında muteber olabilme ya da inanılır olma gibi kredileri elde edemeyecektir. Mesela adil ve objektif olması, bir ideolojinin borazanı olmaması, rasyonel yani akılcı olması gibi erdemlerden söz ediyorum. Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna iman etmiş müminler olarak biliyor ve itikat ediyoruz ki; O’nun bir benzeri getirilemez. “Ve eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur’an)dan şübhe içindeyseniz, haydi onun benzerinden bir sure getirin; eğer (iddianızda) doğru kimseler iseniz, Allah’tan başka şâhidlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın!” (Bakara, 23)Bu daveti ya da meydan okumayı insanlara ve cinlere yapan Rabbimizin bu çağrısı, on beş asırdır bir mukabele ile karşılaşmamıştır. Şimdi düşünün, bu çağrıya muhatap olan insanların bir üretimi olan yapay zekâdan böyle bir şey istediklerinde yani Kur’an’ın bir benzerini veya birkaç ayetine misil olabilecek beyanları oluşturması istendiğinde ne olacak?Gayba olan imanımız, Allah’a olan itimat ve itikadımız, şüphesiz ki yapay zekânın da bu talebe bir karşılık veremeyip aciz kalacağı yönündedir. Yani yapay zekâ da Kur’an’ın taklit edilemezliğini ikrar edip bu kitap bir insan işi değildir, bir yapay zekâ işi değildir, bu kitap insanüstü bir kudretin işidir şahitliğini yapacaktır. Dolayısıyla ahir zamanda Mehdi (as) ile birlikte yükselecek olan İslam’ın güneşi, yapay zekânın da iman etmesiyle çok ciddi sosyal tezahürlere vesile olacaktır biiznillah.Ayrıca, mesela Hüccetü’l-İslam İmam Gazali (ks)’nin veya Bediüzzaman Said Nursi (ks) Hz.lerinin tüm eserlerinin yüklü olduğu bir veri tabanına erişim imkânı olan bir yapay zekâ marifetiyle oluşturulacak olan avatarlar, sanal bir kahraman gibi şirk ve inkarın çıkmazlarını, mugalatalarını ve divaneliklerini ortaya koyacak ve tevhidi çok güçlü bir metot ile tekrar ve yeni bir surette belki de insanların bu kadar pratik ve şümullü bir şekilde yapamayacakları hizmetleri yapmış olacaklardır.Elbette ki, bu alanda şeytanlar da boş durmayacaktır. Lâkin, hak ve hakikatin hiçbir şeytani entrika ile cerh edilemeyeceği gerçeği ile onlar da yerle yeksan olup kendi batıl fikirlerinin zir ü zeber oluşuna şahitlik edeceklerdir.İşte tüm bunlardan dolayı, biz Müslümanlar da bu alanı asla boş bırakmamalı, yapay zekâ ile ilgili evham ve vesveselere kapılmak yerine onun da -her ne kadar mükellef olmasa da- iman ve hidayetine vesile olabilecek çalışmalar içinde bulunmalıyız. Çünkü yapay zekâyı çok ululayarak onu insanüstü bir yüceliğe konumlandıran insanlar, yapay zekânın iman etmesinden ve hakikati ikrar edip teslim-i silah etmesinden elbette ki etkileneceklerdir.Son olarak Üstadımız Bediüzzaman Hz.lerinin (ks), “Şu istikbal inkılabâtı içinde en yüksek gür seda İslam’ın olacaktır” müjdesinin yapay zekâyı ıskalayacağını düşünmek de safdillik olacaktır.Es’selam Men’ittebea’l Hüda
Zamanın hızla akıp gidiyor olduğunu o akşam bir kez daha anlamıştım, zira belki yirmi beş senedir görmediğim bazı arkadaşları iftar vesilesiyle görmüş oldum. Sağ olsun bir dostumuz, “Eskimez Dostlar İftarı” başlığıyla, bir kez daha uzun zamandır görmediğimiz fakat hatıralarımız olan arkadaşları bir araya getirdi, hafızalarımızı tazeledi.Vesileyle hatırlar dillendirildi ve bunun yanında söz sözü açtı, daha pek çok şeyler konuşuldu. Teravihin arkasından bir arkadaşımız ezan okunurken susmadığımızı, konuşmaya devam ettiğimizi hatırlattı. Zihnimi zorladım, ezanın okunduğunu bile hatırlayamadım. Senede bir yeni arkadaşların eklenerek çeyrek asra uzanan hatıraların tazelendiği böyle bir akşamda muhabbetin iştiyakıyla fark etmemişiz.Bu küçük ihtar ve ikaz, devam eden konuşmalarla birlikte, birer Müslüman ve mümin olarak duruşumuza ve inancımıza dair meselelerde hürmetli olmamız gereğine taşıdı bizleri. Okunan ezandı ve bizleri vakti gelen ve kılınacak olan namaza davet ediyordu. Ve bu konuda Efendimiz (sav), “Ezanı işittiğiniz zaman siz de müezzinin söylediklerini söyleyiniz.” buyuruyordu.1Mevzu buradan Kur’an dinlemeye ve Kur’an okunurken dünya kelamı etmeme meselelerine geldi. Zaten bu konuda hüküm de açıktı. Rabbimiz Araf Suresi 204. ayette “Hem Kur’an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız!” buyurmaktaydı. İstanbul trafiğinde radyodan Kur’an dinlemenin güzelliği, fakat yanında birisi varken hem onunla konuşulup hem de radyoda Kur’an tilavetinin açık olmasının doğru olmadığı, zira bunun Allah kelamı olan Kur’an’a hürmetsizlik olduğu meseleleri üzerinden sohbet ilerledi. O sırada noktayı koyacak bir nakil yapıldı. Şöyle ki: Abdurrahman Gürses Hocanın da olduğu bir toplantı ortamında açılışın Kur’an tilavetiyle yapılması için Hocaya söz verilir. Hocaefendi Euzüyü çeker, tam bu esnada birisi kulağına eğilerek “Hocam aşr-ı şerifi biraz kısa okusanız, üstat Necip Fazıl konuşma yapacak” der. Hocaefendi de “Sadakallahülazim” diyerek tilaveti keser. Etraftakilerin şaşkın bakışları içinde, “Beşer kelamının ilahi kelama tercih edildiği bir mecliste Kur’an-ı Kerim okumak caiz değildir” diyerek meclisten kalkıp gider.Duruş önemli. Neye nasıl baktığımız ve nasıl tepki verdiğimiz de önemli. Hassasiyetlerimiz ve neye karşı oldukları da ehemmiyetli.Bu tip meselelerde ortaya konuşulan sözler birer ayna olur ve herkesi kendisini o aynada görür. Ben de kendime baktım, mümin ve Müslüman birisi olarak Allah’ın emir ve nehiyleri konusundaki hassasiyetlerim ve hürmet noktasındaki duruşum nasıl diye…Arada bahsediyorum, askerde esas duruş vardı; “askerin olgunluk derecesini gösterir” derlerdi. Esas duruş, kul olarak Allah’a karşı olan duruşumuz değil midir? Allah’ın emirleri ve nehiyleri konusunda hassas oluşumuz, hürmetli davranmamız ve onları beşerî ve dünyevi olan şeyler karşısında önde tutup Abdurrahman Hocaefendi gibi davranmak değil midir?Hürmet ve itaat önemli. Mukaddesatımıza, atamıza, ana babamıza, büyüklerimize, hocalarımıza ve hakeza… Eğer bu ikisi kaybolursa Gregorius’un Rus Çarına yazdığı mektuptaki gibi milli ve manevi ananelerimize uymayan harici fikirler ve davranışlara alışır ve kaybolur gideriz.Basit görünen, lakayt davranılan bazı meselelerin ucu büyük sıkıntılara taşıyabilir bizleri. Bundan dolayı hürmeti, ciddiyeti hem kendimizde hem de çoluk çocuğumuzda yerleştirmek önemli cümlesi akşamın diş kirası olarak kaldı bende…1- Buhari, Ezan 7; Müslim, Salât 10-11
On Birinci Beyit: Bir başka söyleyeni “Lâ”… Âyinedir bu âlem her şey Hak ile kâimMir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim (Lâ)Kâim: Ayakta(Bu âlem bir ayinedir, bu ayineye baktığımızda her şeyin Hak ile ayakta duruşunu seyrederiz. Bu tevhidi ders veren, âlemde Allah’ın icraatını gösteren ise ancak Hazret-i Muhammed’in (sav) aynasıdır.) Genç Kardeşler! Bütün mevcudatı ayakta tutan Rabbimiz Kayyum’dur. Bir nizam bir intizam üzere zerrelerle insan bedenini, kazık misali çakmış olduğu koca koca dağlarla şu dünyayı, çizdiği yörüngelerde yüzdürdüğü yıldızlarla gök kubbeyi ayakta tutan O’dur. Bu tevhidi iman dersiyle baş ve kalb gözlerimize gösterip Rabbimizi tarif eden Muallim-i Ekmel (sav) “Ben, bir muallim olarak gönderildim.” buyurmaktadır. Biz her şeyden evvel onun (sav) nurani dersiyle kendimizi ve kâinat kitabını okumalıyız, böylelikle Yaratıcımızı tanımalıyız. Elbette, “Lebbeyk ya Resulallah! Biz senin bu asırdaki rahlen başında, Ashab-ı Suffa misali diz çökmüş genç talebeleriniz. Şu kâinat kitabının her bir harfini, her bir kelimesini, her bir satırını, her bir sahifesini senin taliminle okuyoruz, mütalaa ediyoruz. Kâinat sarayını nihayetsiz ilim, hikmet ve kudretiyle ayak tutan Rabbimiz, aklımızı ve kalbimizi Sen’in kazandırdığın nur ile tenvir ediyor, ayakta tutuyor. Rabbimizi tanıtacak ilmin şevkini Allah’tan niyaz ediyoruz.” demeliyiz. İlmin Şehrinden (sav) marifetullahın sırlarına vakıf olmak için Üstad’ca o kapıyı çalmalıyız. Yerin göğün binasını marifetle okurumHoca-i kâinat ile El-Kayyum’u bulurum On İkinci Beyit: Kara Şems, aslı Horasan olup Zilelidir. Allah gani gani rahmet eylesin, Sivas Meydan Camisinde medfundur. Ömrü cihad-ı ekberle geçen, talebeleri ve eserleri bereketli olan Şeyh, ihtiyarlığında Eğri seferine katılmıştır. İstanbul’a geldiğinde elini öpen Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerine cihad-ı asgara katılmak ile Peygamber sünnetine ittiba etmek gayesinde olduğunu ifade etmiştir. Sür çıkar gayri gönülden tâ tecellî ide HakPadişah konmaz saraya hane mamur olmadan (Şemseddin Sivasi)(Gönül sarayından, Allah’tan gayrı ne varsa hepsini sürüp çıkar ki Hak tecelli etsin. Zira güzel, bakımlı ve temiz olmayan bir saraya padişah nasıl teşrif etsin?)Gayretli kardeşim, sakın unutma! Allah zatında ve sıfatlarında eşsizdir, misilsizdir, Bedi’dir. Şunu da kendine sor: O’nu bulan neyi kaybeder, O’nu kaybeden neyi kazanır? Lakin insan, nisyana mübteladır. Rabbini unutarak bir kez gönül sarayına yabanları almayadursun. Ayrık otları gibi fani muhabbetler gönül bahçesini öyle bir kaplar ki. Başına gelmeyen kalmaz. İnsanın sahip olduğu acz ve fakr lisanı der ki: Kâdir-i Rahim’e rabt olmayan insan kimlere el açmaz, kimler karşısında titremez ki? Kalblerin Mahbubu (sav) buyurmaktadır: “Kalb bozuk olunca, bedenin işleri de hep bozuk olur.” Elbette, genç kardeşim şu sözlerin manen alkışa layıktır: “Sadakte, Ey Sevgili (sav)! Kalbimiz nedir, ayarı nasıl olmalı seninle öğrendik. Ayarını fenaya değil bekaya kurduk. Cenab-ı Hakk’ın (cc) rızası ve sevgisinden gayrısını kalbimizden ırak ettik. Senin öğrettiğin Dâvud Aleyhisselam’ın duasıyla Rabbimize yöneldik: Allah’ım, senden seni sevmeyi, seni seven kişiyi sevmeyi, senin sevgine ulaştıran ameli isterim. Allah’ım, senin sevgini bana kendimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.” Âmin, binler âmin.Bağlandığımız mahbub benzersizdir, Bedi’dir Bes O var, gayrı her şeyden kalbimiz beridirOn Üçüncü Beyit: Keçecizâde, Hazret-i Mevlânâ ve Şems’e büyük hayranlık duyan nüktedan bir şairdir. Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihân harâbEyler ânı müdâhane-i âlîmân harâb (Keçecizade İzzet Molla)Müdâhâne: Menfaat sağlama veya hoş görünme gayesiyle söz söylemek ve davranışta bulunmak, dalkavukluk / Âlimân: Âlimler(Şu dünyanın günahlarla harab olmayacağı herkesçe bilinir. Zira dalkavuk âlimler dururken günahlar böyle bir fiilin sebebi olamaz.)Güzel genç kardeş! “İlim farzdır.” Bu bize mesuliyet yükler. İlim peşinde koşarız. Nasibimiz varsa kısa sürede hakikati gözümüzle müşahede ederiz ve anlarız ki “Rabbimiz Alîm’dir. Evet, fennî ve dinî her ne var ki ilmi Allah’a ait olmasın. Her amelde olduğu gibi ilim sahasında da rıza-yı ilahi esas maksad yapılmalıdır. Allah’ın rızası gözetilmelidir. Aksi halde ilim manasız kalır. Malumattan öteye geçemez. Hele maddi ve manevi menfaatler de gevezelik yapmayadursun iş merkeplere doğru uzanır. İlim ve dua ile tekemmül etmek için gelen insan, en ednalara doğru düşer. Düşmekle kalmaz elinden ve dilinden harabiyet saçılır. Allah muhafaza!” Rabbimizin “Alîm” isminin en parlak tecelli ettiği ayine Medinetü’l İlm (asm), “Şerlilerin en şerlisi kötü âlimlerdir.” buyurmuş, dünyayı ateşe veren ve ahirete ateş taşıyan âlimlerin şerri hususunda ümmetini ikaz etmiştir. Elbette, “Sadakte ya Nebi! Sana uğramamış, senden nasibi olmayan malumat sahiplerinden uzağız. İman dersinden habersiz, Rabbimizin rızasından bigâne ders halkalarından ne faide!” deriz. İnsanı ve dünyayı imar edecek nebevi bir ilmin niyazıyla Rabbimize el açarız. Şerli âlim şerrinden sana sığınırız yâ Rab!İlimin şehrinde bin feyizler alırız yâ Rab! On Dördüncü beyit: Bağdad’da doğan şair, müşahedelerini ve tecrübelerini şiire aktarmakta ustadır.Bu âlem-i fânîde ne mîr ü ne gedâyızA’lâlara a’lâlanırız pest ile pestiz (Ruhi-i Bağdadi)Mîr: Emir, bey / Gedâ: Dilenci, fakir, köle / A’lâ: Yüce / Pest: Aşağı(Fani dünyada bey de değil köle de değiliz. Lakin büyüklük yapana büyükleniriz, zayıf olanla da biriz.)Genç arkadaşım, tekebbür ve tevazu’ iki ucu keskin iki önemli haslet! Mütekebbir olan Rabbimiz kibirlenenleri sevmez. İnsan, nasıl Cenab-ı Hakkın sevgisini sünnet-i seniye ile kazanmak istiyorsa her şey gibi bu hassas hususta da dikkat etmelidir. Hayat denizin dalgaları arasında gark olup gitmemelidir. Vesile-i Saadet Habibullah Efendimizin (asm) buyurduğu şu iki hadis-i şerif dengeyi arayan insan için kıble-nameli birer pusula olacaktır: “Kibirliye karşı kibir, sadakadır.” ve “Fakirleri kollayıp gözetiniz. Aranızdaki zayıflar sayesinde Allah’tan yardım görüp ve rızıklandığınızdan şübheniz olmasın.” Bu nasihatleri gözünün nuru bilen genç, asr-ı saadete bakarak seslenir: “Hak edenlere karşı hak ettikleri yerde yıldızın Ebu Dücane (ra) gibi yürümek şiarımız olsun. Rabbimizin ve Resulünün düşmanlarına tekebbür, yetime ve zayıfa tevazu!” Rabbimiz rızasıyla müşerref eylesin!Eğilmek yoktur semtimizde kibirliye karşıİncitip hor görme zayıfı titretirsin arşıOn Beşinci Beyit: “Din nasihattir.” hadisini emir telakki eden, pendnamesi Hayriye’yi yazan hikmet sahibi şairden bir başka beyit… Bu âlem bir kitâb-ı hikmet-endûz-ı hakâyıktırMeâlin her kim istihrâc iderse âferin bâdâ (Nabi)Endûz: Cem edici, kazanıcı / Hakâyık: Hakikatler / Bâdâ: Olsun, ola(Kâinat, hakikatlerin hikmet dolu kitabıdır. Elbette kâinattaki varlık ve hadiseleri okuyup manasını çıkarabilen aferini hak eder.)Şu tefekkür, çok önemli mütefekkir kardeşim! Gel Nur Müellifinin satırlarından kâinat kitabını kısa bir tefekkür edelim. Bir çiçekten, meyveden istihraç eden hakikatin yüzüne bakalım: “Her bir çiçekte, her bir meyvede bir mizan (ölçü) var. Ve o mizan, bir intizam (düzen, tertib) içinde; ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin (ölçülü kılma) içinde; ve o tevzin ve tanzim, bir ziynet (süs) ve san‘at içinde; ve o ziynet ve san‘at, ma‘nidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan, her bir çiçek o ağacın çiçekleri adedince Hakîm-i Zülcelâl’e işaretler ediyor. Ve bu bir kelime olan bu ağaçta ve bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün o ağacın fihristini ve programını taşıyan küçük bir sandukçadır. Ve hakeza, buna kıyasen kâinat kitabının bütün satırları ve sahifeleri, böyle İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilvesiyle, yalnız her bir sahifesi değil, belki her bir satırı ve her bir kelimesi ve her bir harfi ve her bir noktası, birer mu‘cize hükmüne getirilmiştir ki, bütün esbab toplansalar, bir noktasının nazirini getiremezler, muaraza edemezler.” Hakikatın En Parlak Siracı (asm) buyuruyor: “Tefekkür gibi ibadet yoktur.” Elbette her genç ağzındaki ve göğsündeki dilini yumuşatan salavatlarla, “Sadakte ya Nebi! İmanımı kuvvetlendiren tefekkürü meslek yapmayı bundan sonra vazife biliyorum. ‘Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku’ diye seslenen Üstadımın eserleriyle hem kendimi hem kâinat kitabını göz ve kalb pencerelerimden okuyacağım.” demelidir. Tefekkür balları derlemeye sarf-ı nazar eden gençlere selamlar olsun!Gezme başıboş sen hakikate bir nazar eyle!Mesire değil kâinat, tefekkürle seyreyle!On Altıncı Beyit: Bizim Yûnus!...Tevhîd imiş cümle âlem tevhîdi bilendür âdem,Bu tevhîdi inkâr iden öz cânına düşmânımış (Yûnus Emre)(Şu âlem Rabbimizin birliğini gösteren bir tevhid manzumesidir. Bunu böyle bilmekle insan hakiki manada insan olur. Yoksa kendine en büyük düşman yine kendi olur.)Genç kardeşim! Muhbir-i Sadık (asm) bak ne buyuruyor? “Her kim Allah’a bir şeyi ortak koşarak ölürse cehenneme girer.” Şu şirk, öyle şerli büyük bir günah, öyle affa kabiliyeti olmayan bir kabahattir ki nebevi üslupla insan defalarca ikaz edilmiştir. Yakıcı, kül edici nârdan tevhidin selametli nuruna davet edilmiştir. Neticede imtihan bu ya! Eğer bu kadar nimete karşılık, isyanın en kara tonu olan şirkle mukabele ederse ins, tecelli eden tüm şiddetiyle el-Muntakim ismi olur. Hesabın en çetini müşrik kafanın kör gözüne sokulur. Şirkî tozların en hafifinden dahi ürperen bir kalble Rabbimize sığınırız. Suffa’da tevhid dersini talim eden ashab misali Peygamberimize (asm) bütün teslimiyetimizle sesleniriz: “Tatlı canlarımız yoluna feda olsun ya Nebi! Üstadımızın asr-ı saadet kokusu taşıyan iman derslerinden kalblerine tevhid balları derlerleyen biz ahirzaman gençlerini, imanın selameti yolunda birer Ebu Bekir-misal (ra) kardeş kabul eder misin?” Kardeşlerim, gaybi müjdesini ihsan buyuran Rabbimize şükürler olsun!Tevhid etsin dilimiz ballar derlesin gözümüzŞirk nârına perde olsun iman dolu özümüzOn Yedinci Beyit: Bir başka “Lâ”… Nâ-ümîd olma sakın düştün ise bahr-ı gamaSeyr-i emvâc-ı felâket geçer inşâallah (Lâ)Emvâc: Dalgalar(Gam denizine düştünse ümidsizliğe düşmeye ne hacet! Ardı sıra gelen şu felaket dalgaları geçer inşallah!)Kardeşim, ümidsizlik bizden ırak olsun! Her türlü meşakkatten, müşkülden kurtaran ve bizi feraha çıkaran Fettah olan Rabbimiz var. Madem O var her şey var. Hazret-i Ebu Bekir es-Sıddık (ra) şahsında tüm ümmete “Üzülme, Allah Bizimle!” seslenişiyle hitap eden Rahmet-i İlahiyenin Timsali (asm): “Havf ve reca (korku ile ümid) arasında bulunan mümin umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.” buyurmaktadır. Bu müjdeyle hayatının baharında olan her gencin titremeyen ümid dolu kalbi coşkun biatini yeniler: “Sadakte ya Nebiyallah! (asm)” der, “En karanlık ve tehlikeli mağara-benzer köşelerde dahi ellerimiz senin elin üzerindedir. ‘La Tahzen’ emri başımızın ve kalbimizin sertacıdır.” Rabbimiz rahmet pınarlarından kana kana içmeklikle, ümidsizlik hatarından muhafaza buyursun! Selam olsun, her paslı kilidi açacak olan iman anahtarına sahip fatihlere! Ak da kara da görürüz ölüm kalım dünyasındaSeyyah olur yürürüz korku ve ümid arasında On Sekizinci Beyit: Şair Sırrı Paşa’nın, devlet adamlığı beraberinde titiz ve sinirli mizacı vardır. Zâlimlere mehl olmasa matlûb-ı ilâhîBir demde yıkar âlemi mazlûmların âhı (Giridî Sırrı Paşa) Mehl: Mühlet, vakit(Bir anda şu gökkubbeyi zalimlerin başına geçirirdi mazlumların ahı. Lakin Allah’ın zalime belirli bir vakte kadar verdiği mühlet var.)Güzel Kardeş, Yüce Rabbimiz Âdil’dir. Zalimin hasmıdır. Boynuzlu koçtan dahi hesap sordurur, şu dünyayı zulmün kara rengine boyayan zalimlerden bunun hesabını nasıl soracak denilir mi hiç? Kıssa-yı enbiyanın şehadetiyle kalben ve fikren müşahede ederiz ki zulüm ile abad olunmaz. Bu fani dünyada, -zulmüne bedel az kalacak bir karşılık ile cezasını görse de görmezse de- mahkeme-i kübrada büyük bir ceza yaptığı zulmün karşılığı olarak zalimi beklemektedir. Cahiliyenin simsiyah zulüm karanlıklarını getirdiği nur ile 23 senede aydınlığa çeviren Sahibü’s-Seyf Efendimiz (asm), “Zulüm, zalim için kıyamet gününde zifiri karanlıktır.” buyurmaktadır. Cihad-ı ekber ve cihad-ı asgar ile zulüm karşısında manevi ve maddi cihadını şu iman asrında an be an tazeleyen gençler, asr-ı saadetin nura inkılab eden semasına 15 asır mesafeden seslenir: “Sadakte ve natakte ya Resulullah! (asm) Hamd vesilesi imanımızın kuvvetiyle senin cesaretinden feyiz alan yüreklerimizi zulme sessiz kalmakla siyahlandırmayacağız. ‘Kul zulmeder, kader adalet eder.’, ‘Zulme rıza, zulümdür.’ hakikatleriyle zulme ve zalime rıza göstermeyecek, merhamet etmeyeceğiz. İnşallahu Teâlâ!” Rabbimiz bizi, dünya ve ukbada Peygamber Efendimizin (asm) sancağı altında “bir” etsin! Zulmün ve zalimin başına inen yumruk kılsın! Kalır mı sandın dünyada zalime zulmü kârSarar din günü vücudunu karanlık ve nârOn Dokuzuncu Beyit: Selimiye Camii, Mekke ve Medine revnakları gibi birçok eserin sahibü’l-hayratı olan Kanuni Sultan Süleyman oğlu Sultan Selim-i Sâni, aynı zamanda iyi bir şairdir. Divanı olup, “Selimî” ve “Talibî” mahlasıyla şiirlerini yazmıştır. Âşık-ı sâdıkta dil birdir olur mu yâr ikiHiçbir taht üstünde mümkün müdür hünkâr iki (Sultan Selim-i Sâni)(Hiçbir taht üstünde padişah iki değilken şu sadık aşığın tek gönlünde yâr nasıl iki olsun?)Değerli genç arkadaşım! Rabbimiz Mahbûb-ı Bakî’dir. İnsan için yaratılan şu kâinatın Hâlık’ı olarak sevilmeye layık yegâne Zat’tır. Bu muhabbet insanın fıtratında vardır. Çünkü cemale karşı bir muhabbet, kemale karşı perestiş etmek, ihsana karşı sevmek vardır. Derecesine göre o muhabbet artar. Aşkın en ucuna kadar gider. Küçücük insanın küçük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Bir yanda kütübhane hükmünde binler kitap kadar yazı içinde yazılı kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, diğer yanda kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilen küçük kalb… Nuranî Bürhan-ı Tevhid (sav) buyurmakta: “İmanın yetmiş küsur şubesi vardır. Bunların en üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’ (Allah’tan başka ilâh yoktur.) sözüdür.” Elbette imanında tevhidi kıble edinen gençlik baharındaki imanlı kalbler, “Sadakte ya Nebi! (asm) Halik’ımıza karşı hadsiz bir muhabbet istidadımız var. O dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsanına karşı, hadsiz bir mahbubiyete müstahaktır. Türlü türlü tüm muhabbetlerimiz de ona karşı olan muhabbetin reşhalarıdır.” diyecek bu muhabbetinde de tevhidi kıble edinecektir. Muhabbetinin lazımı olan sünnet-i seniyye ile rıza-yı ilahiyi kazanacaktır. Sırf “lillah” için sırrıyla ya Rabbe’l-Âlemin!Tevhid eden dilde söz hakikattir Allah’ım“Sensiz gönülde muhabbet mecazdır” Allah’ım!Yirminci Beyit: Süleyman Çelebi: Kudema-yı “Mevlid-i Şerif”in en birincisi… Medh-i Resûl ile bahtiyar şair…Her ne denlü çok yaşarsa bir kişiÂkıbet ölmekdürür ânın işi (Süleyman Çelebi)(Ne kadar yaşarsan yaşa! Eni sonu giy/r/eceğin beyaz kefen ile kara toprak değil midir?)Kahraman gençler! Rabbimiz Mümît’dir. Mümît: Mevti veren… Mümît: Hayat vazifesinden terhis eden… Mümît: Fani dünyadan yerini tebdil eden… Mümît: Külfet-i hizmetten azad eden, yani hayat-ı faniyeden hayat-ı bakiyeye alan. Ya mevta olacak insan? Mevte uğramış kimse… Terhis edilmiş, fani âlemden beka âlemine yerini tebdil eylemiş olan? Son durak kara toprak derler ya -ansızından Allah muhafaza- mevt Allah’ın emri. Öyleyse ne yapmalı? Evet, sır ölmeden önce ölebilmekte saklıdır. O da kendini misafir telakki edebilmekle mümkün değil midir? Sultan-ı Levlak (sav) dünya seyahati için bak ne ders veriyor: “Dünyada tıpkı bir garib hatta bir yolcu gibi davran!” İmanın lisanı ve aldığı müjdenin şevkiyle genç dimağ ikrarını yineliyor: “Sadakte, ey âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı kutlu Nebî! (asm) Biz sadece hayatın manasını değil ölümün manasını da senin tedrisinden talim eyledik! Ölüm nasihatine can u gönülden kulak veriyor; manasıyla beraber altın harflerle ta’lik edilecek, ‘Zevkleri bıçak gibi keseni, ölümü, çok hatırlayın!’ nasihatini, gençlik simamızın alnına serlevha yapıyoruz.” Cenab-ı Hak iman selameti ihsan eylesin! Fenadan bekaya kapıdır mevtin soğuk yüzüBir sayhalık sahrada şahsın seyyah bildinse
Veys El-Karanî Hazretlerinin MüncaatıRahmân, Rahîm olan Allah’ın ismiyle 1- İlâhî! Sen benim Rabbimsin, ben ise senin kulunum. 2- Sen her şeyi yaratan Hâlik’sın, ben ise senin tarafından yaratılmış olan mahlûkum. 3- Sen herkese rızık veren Rezzâk’sın, ben ise rızkına muhtaç olan merzûkum. 4- Sen mülkün gerçek sâhibi olan Mâlik’sin, ben ise kulun, kölen olan memlûküm. 5- Sen kudreti daima üstün gelen Azîz’sin, ben ise sana karşı daima zillet içinde olan zelilim. 6- Sen hiçbir şeye muhtaç olmayan Ganî’sin, ben ise her zaman sana muhtaç olan fakirim. 7- Sen hayatı ezelî ve ebedî olan Hayy’sın, ben ise ecel vakti gelince ölecek olan kimseyim. 8- Sen hiç ölmeyecek olan Bâkî’sin, ben ise ölüp bu dünyadan gidecek olan fâniyim. 9- Sen kullarına çok ikram eden Kerîm’sin, ben ise basit ve hakir olan cimriyim. 10- Sen hudûdsuz iyilik eden Muhsin’sin, ben ise kötülük eden kimseyim. 11- Sen çok bağışlayıcı olan Gafûr’sun, ben ise senin günahkâr kulunum. 12- Sen azamet ve heybeti nihâyet derecede olan Azîm’sin, ben ise sıradan, zavallı biriyim. 13- Sen çok kuvvetli olan Kavî’sin, ben ise çok çaresiz zaîfim. 14- Sen bol nimetler lütfeden Mu‘tî’sin, ben ise senin kapında bana ihsanda bulunmanı isteyen dilencinim. 15- Sen korkup kendisinden yardım isteyenleri muhafaza eden ve korktuklarından güvenli kılan Emîn’sin, ben ise daima korku ve endişe içinde olan kimseyim. 16- Sen çok cömerd olan Cevâd’sın, ben ise merhamet ve yardımına muhtaç olan zavallı miskinim. 17- Sen dualara icabet eden Mücîb’sin, ben ise sana yalvarıp dua eden kulum. 18- Sen maddî ve manevi bütün hastalıklara deva ve şifa ihsan eden Şâfî’sin, ben ise senin şifana muhtaç hastayım.
Bir sanatın ustası olmak için, o sanata müteallik bilgileri elde etmek ve o bilgileri özenle uygulamak gerektiği gibi, İslam’ı yaşamak için de gerekli bilgilerle donanmak ve bunları dikkatle uygulamak gerekir.Allah Teala: “Allah, kalplerin taşıdığı en gizli niyet ve düşünceleri de bilir” buyuruyor. Allah Resulü (sav) ise “Vücutta bir et parçası var; o bozulursa bütün beden bozulur, o düzelirse bütün beden düzelir ki o kalptir.” buyuruyor. Şöyle bir söz var: “İnsan önce iç dünyasında galip veya mağlup olur; sonra bu galibiyet veya mağlubiyet kişinin dış dünyasında tezahür eder. Bediüzzaman Hazretleri de “En küçük dairede en mühim işler cereyan eder.” diyor.Bütün bu ayet, hadis ve hikemi sözlerden, ıslah ve imar için öncelikle el atılması gereken mevzie dikkat çekilmekte olduğunu anlıyoruz. Demek ki öncelikle ıslah edilmesi gereken yer kalptir. Tasavvufta “Az ye, az uyu, az konuş” düsturu meşhurdur. Buradan yola çıkarak şöyle diyebiliriz. İslam’ı yaşamada, atılması gereken ilk adım, bedeni helal lokma ile buluşturmaktır. Bunun için kazanca dikkat etmeli, haram ve şüpheli bir karışıklık varsa onu ayıklamalı ve kazancı arındırmalıdır. Zekât ve öşür yükümlülüğü varsa, kazancı fakir fukaranın hakkından mutlaka temizlemelidir. Helal olan kazancın bedene haram olarak girmesi de söz konusu olabilir. Acıkmadan yemek ve doyduktan sonra yemeğe devam etmek israf olduğundan kaynaklarımızda küçük günahlar arasında zikredilir. Yeme içme eylemini, Kur’an ve Sünnet dairesinde bir ölçüye kavuşturarak gelişigüzellikten kurtarmalıdır. Bu hususta menkıbe kitaplarında çok farklı uygulamalardan bahsedilir. Onlar manevi makam ve mertebelerle ilgili olduğundan biz, günümüz şartlarında herkes tarafından uygulanabilirlik özelliğine sahip bir ölçüyü tavsiye etmek istiyoruz. İbni Sina: “Yiyin, için, fakat israf etmeyin” ayet-i kerimesini şöyle tefsir ediyor: “Tıbbı iki cümle ile özetliyorum: yediğin zaman kolaylıkla hazmedebileceğin miktarda ye, çünkü şifa hazımdadır. Yedikten sonra 4-5 saat kadar hiçbir şey yeme. Zira yemek üzerine yemek göndermek kadar sağlığa zarar veren bir şey yoktur.”Uyku miktarını da zapt-ı rabt altına almak çok önemli. Çünkü çok uykunun da manevi hayatı olumsuz etkilediği bir gerçek. Bu konudaki tavsiyelerin ideal ortalamasını şöyle netleştirmek ve neticelendirmek mümkün: Gece dört saat uyku, ilaveten gündüz bir saat kaylûle.Az konuşmaya gelince; Aleyhissalatü Vesselam şöyle özetlemiş: “Allah’a ve ahiret gününe inanan ya hayır söylesin veya sussun.” Bu hususta şu sözler de çok manidar:- Söz, ok gibidir; yaydan çıktı mı daha geri dönmez. - Sözün doğru olsun ama, her doğruyu her yerde söyleme! Çünkü her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir. - Söylenmemiş sözü telafi etmek, söylenmiş yanlış sözü telafi etmekten daha kolaydır. - Nefsin konuşmak istediği yerde sus, konuşmak istemediği yerde konuş. - Konuşmadan önce bak; konuşmadığın zaman pişman olacaksan konuş, yoksa konuşmamayı tercih et! Büyüklerden bazıları, gün boyu yaptığı konuşmaları not eder, akşam olunca onları gözden geçirir; yanlış ve lüzumsuz sözler sarf etmişse, kendilerini kendi yöntemleriyle cezalandırırlardı. Böylece “ya hayır söyle ya da sus” tavsiyesinin güzel bir numunesini de ortaya koymuş oluyorlardı. Bu şekilde bedeni koruma altına aldıktan sonra kalb ve gönül dünyasını imar ve ihya çalışmasına yönelmeli. Bunun için de 1) Mümkün mertebe mana ve hakikatlerini anlamaya çalışarak Kur’an’dan hiç olmazsa günde bir cüz okumalı, 2) mana ve mesajlarını düşünerek zikrullaha devam etmeli, 3) seher vakitlerini ibadetle ihya etmeli, 4) salih insanlarla sohbet etmeli; bu mümkün olmazsa İslam büyüklerinin hayat hikayelerini ve menkıbelerini okumaya ve dinlemeye vakit ayırmalı. Bu hususlara devam ettiğimiz zaman kalp ve gönül dünyası katılıktan ve kasavetten kurtulacak, hassas, uyanık ve İslami yaşayışa yatkın bir halete girmiş olacaktır. Bu durumda beyin dağarcığına giren bilgiler, kuru bilgiler olarak orada kalmayacak, kalbe ilim nuru olarak intikal edecek; oradan da insanın bütün varlığına icabettiği şekilde dağılarak pratize olacaktır. Hatta daha önce kuru bilgi olarak zihnin kıyısında köşesinde eğreti gibi duran bilgiler ortaya çıkacak, hayat bulacaktır. Üstelik bu şekilde bilgiler uygulandıkça kişi, “Kim bildikleriyle amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir” hadis-i şerifine masadak olarak oturduğu yerden ilmini artıracak bir sürece de girmiş olacaktır. İslam’ı Yaşamada Beş EsasHasan el-Benna (Müslüman’ın Rehberi) ismiyle tercüme edilen risalesinde diyor ki: şu beş esası yerine getiren kimse kâmil bir mümin ve olgun bir Müslüman olma yoluna girmiş olur: 1) Çok okumak 2) Çokça salih amellere mülazemet etmek, 3) Güzel ahlak kurallarına riayet etmek, 4) Sade yaşamak, 5) Allah’ın emir ve yasakları karşısında, kumandanın emri karşısındaki mücahid nefer gibi olmak.Çok Okumak“Hikmet müminin yitiğidir; nerede bulursa alır” hadis-i şerifi uyarınca Napolyon’a izafe edilen bir sözle başlamak istiyoruz. Demiş ki “İnsanları iki şey harekete geçirir; korku ve alaka.” Buradan anlıyoruz ki aksiyoner bir ruh yapısına sahip olabilmek için insanın mahiyetinde zaten var olan korku ve alaka gibi duyguların uyandırılarak harekete geçirilmesi gerekiyor. Bu duyguların harekete geçirilmesi de en çok okumak yoluyla temin edilir. Çünkü insanın her zaman en kolay şekilde başvurabileceği yöntem, okumaktır. Kelam ve Akaidle, Fıkıhla, Tasavvuf ve içtimaî konularla ilgili muteber kitapları dengeli bir şekilde okumak, insanı olgunlaşma yolunda emin adımlarla ilerletecektir inşallah. Tek yönlü okumaların sakıncalı sonuçlara götürebileceğini; mesela sadece tasavvufi kitaplarla yetinmenin kişiyi bidat’çı yapabileceğini alimlerimiz ifade ediyorlar. Bir de daha çok, yakın zamanda kaleme alınmış kitapların tavsiyeye göre veya bizzat dikkatli bir şekilde seçilerek okunmasını söz sahibi büyüklerimiz tavsiye ediyorlar. Salih AmelAllah Teala’nın razı olup tavsiye ettiği her davranış salih amel kavramının kapsamı içine girer. Salih amel kavramını iyi bir şeyi yapma niyet ve düşüncesinden, din kardeşine karşı bir tebessüm ve tatlı bir muameleye, nefsin ve şeytanın yönlendirip teşvik ettiği bir günahtan elini çekmekten tut, güzel ve tatlı bir söz söylemeye ve kendini başkasına zarar vermekten alıkoymaya kadar çok geniş bir sahada düşünmek lazım. Salih amel kavramını bu şekilde en geniş boyutlarıyla ele alıp değerlendirdiğimiz zaman, her anımızı salih amellerden biriyle değerlendirme ve nurlandırma kapısı da açılmış olur. Nitekim Tabiin’in ileri gelenlerinden İmam-ı Şa’bi şöyle diyor: “Kişi Salih amellerle hayatını doldurup değerlendirdiği nisbette, zamanın fitnelerinden masun ve mahfuz kalır (korunmuş olur).” Demek ki insan, ne kadar güzel iş ve iyi davranışlarla iç içe olursa o nispette, hem ahiretteki pişmanlığını minimuma indirgeyecek bir yola girmiş, hem de kötülüklere açılan kapıları kapatmış olur. Güzel Ahlakİmanın meyvesi amel ve ibadet, amel ve ibadetin meyvesi de güzel ahlaktır. Güzel ahlakın önemini belirten ayet ve hadisler malum: Kendisi için istediğini din kardeşi için de istemek, açıkta yapamayacağı şeyleri gizlide de yapmamak, kalbin rahatsız olduğu şeylerden sakınmak, sabırlı olmak, cömert olmak, affedici ve hoşgörülü olmak, Allah’a isyan olmayan yerde insanlarla uyum içinde olmak, yumuşak huylu ve mütevazi olmak… Bu gibi güzel ahlak esaslarına riayet etmek, insanı gerçek Müslümanlık yolunda dev adımlarla ilerletecektir inşallah. Sade Yaşamak Hadisi şerifte: “Sadelik ve sade yaşamak imandandır” buyurulur. Harcamada mümkün mertebe zorunlu ihtiyaçların dışına çıkmamak, İslam’ı yaşama adına insana çok yönlü avantajlar sağlayacaktır. Bir kere hayır hasenata daha fazla pay ayrılabilecektir. Hadis-i şerifte, “İktisat (tutumluluk) iki kazanıcıdan biridir.” buyuruluyor. Yani harcamada, cimriliğe kaçmadan tutumlu davranan kişi, kazancını adeta ikiye katlandırmışçasına bereketlendirmiş olur. Dolayısıyla hayır hasenat yolu genişlemiş olur. Aynı zamanda vakit tasarrufu açısından da sade yaşamak kişiye büyük avantajlar sağlar. Bu suretle kişi, alışverişe ayıracağı zamanın önemli bir kısmını ibadet için, Ahiret kazancına medar olacak güzel davranışlar için boşaltmış olur. Yahudi protokolleri arasında şöyle bir madde olduğunu bir zamanlar okumuştuk: “İnsanları lüks ve israfa alıştıracaksınız.” İnsanlık düşmanı siyonizmin, insanları nizami ve idealist cemiyetler vaziyetinden çıkarıp, istedikleri gibi sevk ve idare edebilecekleri sürüler haline getirmek için belirledikleri maddelerden biri ve belki de birincisi, insanları lüks ve israfa dadandırmak. Başka söze ne hacet. Allah’ın Emir ve Yasakları Karşısında Kumandanın Emri Karşısındaki Mücahit Nefer Gibi OlmakTıpkı Sahabe-i Kiram gibi. İçki yasağı geldiği zaman, onlar hiç beklemeden bu yasağın gereğini yerine getirmişler; bugün kalsın yarın bırakayım dememişler. Hatta içki kadehini ağzına götürmekte iken yasağı duyan sahabe, kadehi ağzından ayırıp yere çalmıştır. Rabbim onların örnekliklerinden nasibimizi ziyade eylesin, âmin.
Osmanlı döneminde ilk medresenin Orhan Gazi tarafından İznik’te kurulduğu kabul edilir. İznik Orhaniyesi de denilen bu medrese, 1331 senesinde eğitime başlamıştır. Ondan sonra hem Orhan Gazi hem de ondan sonra gelen her padişah yeni medreseler açmıştır. Orhan Gazi, medresesinde hocalık yapmaları için seçkin müderrisleri İznik’e getirtmiştir. Bunlar arasında Dâvûd-i Kayserî, Tâceddin-i Kürdî ve Alâeddin Ali Esved sayılabilir. Orhan Gazi’den sonra tahta çıkan padişahlar da Bursa’ya medrese açmaya devam etmişlerdir. Öyle ki; zamanla Bursa’daki medrese sayısı 21’e yükselmiştir. Edirne’nin fethinden sonra Sultan Çelebi Mehmed iki medrese açmıştır. Sultan II. Murad’ın Edirne’de kurduğu medrese sayısı ise dokuzdur. Bu açılan medreselerle birlikte Fatih Sultan Mehmed tahta çıkana kadar Osmanlı Devleti’nde 84 medresenin açıldığını kayıtlar bize gösteriyor. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya Camii’nde ve Zeyrek’te ilk medreseleri açmıştır. Ardından 1459’da Eyüp Medresesi faaliyete başlamıştır. Daha sonra da Fatih Külliyesine bağlı olarak sekiz medreseden oluşan Sahn-ı Seman Medreseleri kurulmuştur. Sultan II. Bayezid ise kendi adıyla anılagelen üç ayrı medreseyi Amasya, Edirne ve İstanbul’da inşa ettirdiği külliyelerde faaliyete geçirmiştir. Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul’daki külliyesinde dört medrese, bir tıp medresesi ve Dârü’l-Hadîs kurmuştur. Osmanlı Devletince sadece Türklerin çoğunlukta olduğu topraklarda değil, yeni fethedilen topraklarda da medreseler ve sıbyan mektepleri açılıyordu. Meselâ Osmanlı hakimiyetinde kaldığı müddet boyunca Bulgaristan’a 142 medrese ve 273 mektep tesis edilmiştir. Bu sayılara Yunanistan, Arnavutluk, Sırbistan, Bosna Hersek, Kosova, Makedonya, Karadağ, Hırvatistan gibi Balkan ülkelerinde kurulanları dahil edince, Balkanlar’da toplamda 575 medrese ve 1843 mektebin açıldığı anlaşılmaktadır. Medreseler kapatılmadan önce Suriçi İstanbul’da 185 medrese vardı. Osmanlı Devleti’ne özerk olarak bağlı hanlık ve prenslikler hariç, toplamda 30 binin üzerinde sıbyan mektebi olduğu düşünülmektedir. Hal böyle iken Osmanlı’da örgün eğitim yoktu, okuma-yazma oranı çok düşüktü demek yanlış olacaktır. O devirlerde okuma-yazma oranını belirleyecek elde bir veri yokken, bence böyledir, şöyledir şeklinde tahminlerde bulunarak ecdadımızı cahillikle suçlamak büyük haksızlıktır. Beş yaşında iken her çocuk mahallenin sıbyan mektebinde eğitime başlıyordu. Köylerde bile camilerde eğitim veriliyordu. Camiler sadece namaz kılma mekânları değildi. Aynı zamanda birer eğitim kurumu işlevi görüyorlardı. Osmanlı medreselerinde dinî konuların yanı sıra, felsefî konular, matematik, mühendislik, tıp gibi teknik dersler de okutuluyordu. Bu arada Enderun Mektebinde kabiliyetli devşirme çocuklar her alanda eğitim alıyorlardı. Hassa Mimarları Ocağında, en kaliteli mimarlar yetişiyordu. Tophane’de topçular, silah imalatçıları, tersanede gemi inşaatçıları bizzat işin başında eğitimlerini alırlardı. Ancak zamanla, özellikle XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti, eski gücünü yitirdiğini hissetmeye başladı. Bunda muhtemelen 1774’te Kırım’ın elden çıkmasının büyük etkisi vardı. Çünkü o zamana kadar Osmanlı Devleti, Müslümanların yaşadığı bir toprak parçasını kaybetmemişti. Özellikle batıda coğrafî keşifler, İslam dünyasından alınan bilim ve teknolojinin özümsenmesi ve sömürgelerden gelen hammadde ve parasal kaynaklarla bir gelişme yaşanıyordu. İş işten geçmeden zamanında önlem almak maksadıyla, batıdaki ilmî gelişmeleri takip ederek 1775’te Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun, 1795’te Mühendishane-i Berrî-i Hümayun kurulmuştur. Zamanla bu tarz mektepler çoğalmış, bir anlamda hem dinî hem de fennî ilimlerin bir arada doyurucu bir şekilde verildiği okullar azalmıştır. Böyle olunca medrese ve mektep ayrımı ortaya çıkmıştır. Yani bir anlamda sanki medrese dinî eğitimin alındığı, mektep fennî eğitimin alındığı okullar haline gelmişlerdir. Halbuki İslâm dünyasını, batıya üstün hale getiren, her iki eğitimin bir arada okutulmasıydı. İşte bu noktada Bediüzzaman Hazretlerinin “Medresetüzzehra” projesi ortaya çıkmıştır.Medresetüzzehra projesi, Bediüzzaman Hazretlerinin uzun yıllar boyunca kurmaya ve geliştirmeye çalıştığı bir projeydi. Bunun için önce, Sultan II. Abdülhamid döneminde girişimlerde bulundu. Ancak o dönemdeki idareciler, Üstad Hazretlerini anlayamadılar. II. Meşrutiyet’ten sonra Üstad Hazretleri, Mısır’daki El-Ezher Üniversitesinin kardeşi olarak nitelendirdiği Medresetüzzehra projesini hayata geçirebilmek için girişimlerine devam etti. Medresetüzzehra’yı şu şekilde anlatıyordu:“İslâmiyet hâriçte temessül etse, bir menzili mektebe, bir hücresi medrese, bir köşesi zâviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı müşeyyed-i nurani timsalinde arz-ı dîdâr edecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.” (Mektûbât, 426) Açıkçası Üstad Hazretleri, burada Medresetüzzehra’nın İslâmiyetin tüm değerlerini temsil eden ve kapsayan bir yapısı olacağını ifade etmiştir. Yani, mektep, medrese ve zaviyenin birleşmiş hali olacaktır. Sadece fennî ilimler değil, aynı zamanda İslamî ilimler de ders olarak okutulacaktır. Medresetüzzehra’da dinini, imanını iyi bilen doktorlar, mühendisler yetişecekti. Bidatlar uzaklaştırılarak, Sünnet-i Seniyye yeniden canlandırılacaktı.Bedîüzzaman Hazretleri, kuracağı üniversite düzeyindeki eğitim kurumunda, fennî ve dinî ilimleri bir arada okutacaktı. Ancak bu ikisinin birlikte tahsil edilmesiyle hakikatin ortaya çıkacağını ifade ederek şunları söylemekteydi: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nûru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenâh ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder. (Münâzarât)” Dinî ilimlerle vicdan, fennî ilimlerle akıl aydınlanır, nurlanır. İkisini birden tahsil eden talebelerin kabiliyetleri ortaya çıkar, manevî güçleri uçuşa geçer ve taassuptan ve şüphelerden kurtulurlar. Üstad Hazretleri, Medresetüzzehra’nın Van’da kurulmasını arzuluyordu. Diyarbakır, Bitlis ve Siirt gibi civar şehirlerde de şubeleri bulunacaktı. Şam’da 1911’de irad ettiği meşhur hutbesinin ardından İstanbul’a dönen Bedîüzzaman Hazretleri, o dönemin padişahı Sultan V. Mehmed Reşad’la birlikte, Rumeli seyahatine katılır. Bu seyahat sırasında padişaha ve devlet erkânına Van’da kurmayı düşündüğü üniversite projesini anlatır. Başta padişah olmak üzere o dönemin yöneticileri, Üstad’ın projesine olumlu yaklaşırlar. O yıllarda Balkan Savaşları çıktığı için Kosova’da yapılması düşünülen İslâm Dârülfünûnu projesi akim kalmıştı. Üstâd’ın teklifiyle Kosova’daki projeye aktarılan yirmi bin altının Medresetüzzehra’nın inşası için tahsis edilmesi kararlaştırılır. Hatta inşaatın başlaması için bin lira Van Valiliği emrine gönderilir. Van Gölü kenarındaki Edremit’te Medresetüzzehra’nın temeli atılır. Ancak o sıralarda I. Dünya Savaşı başlayınca inşaat ve dolayısıyla proje geri kalır. Aslında Bedîüzzaman Hazretleri, İslâm ülkelerinin dünyanın süper gücü oldukları, dünyaya hükmettikleri, ilmî keşiflere ve bilime yön verdikleri dönemlerdeki eğitim metodunu tekrardan canlandırmayı amaçlıyordu. İslâm dünyasında ve Osmanlı’da teknolojide geri kalındığı düşüncesiyle Avrupaî mektepler açılıp, dinî ve fennî ilimlerin ayrı ayrı okutulmaya başlanmasıyla düşülen hatayı düzeltmeye gayret ediyordu. Bu da Üstâd Hazretlerinin müceddidlik yönünün bir gereğidir. Çünkü asrın müceddidi, bozulan kısımları tamir eder, aslına döndürür. Medresetüzzehra projesi, bir aslına dönüş projesidir.
Batı medeniyetinin hedefi ve gayesi menfaattir. Bu uğurda her yol mubahtır. Mesela, petrol uğruna dünyayı kan gölüne çevirmek onlar için çok sıradan bir hadisedir. Kara altını ele geçirmek için yapılan kanlı tezgâhlar herkesin malumu: Petrol yatağı bulunan ülkeler arasına önce fitne verilir. Birbirine düşürüldükten sonra kendi kurdukları ve donattıkları diktatörleri veya terör örgütlerini devreye sokarlar. Hedef, petrol zengini olan topraklarda yaşayan milletleri hizaya sokmaktır. Önce Batı Medeniyeti…Batı medeniyetinin hayat felsefesi, sosyal hayatta var olma mücadelesinde kuvveti esas kabul eder. Der ki “Kuvvetli olan haklıdır.” Hâlbuki kuvvetin özelliği, başkasının hakkını gasp etmektir. Acizlerin, fakirlerin ve çaresizlerin hakkını yemektir. Kendi menfaati için her yolu mübah görmektir. Mesela, Batılı ülkeler kuvvetlerine dayanarak dünyanın zayıf ülkelerinde kargaşa çıkartır, ardından kurdukları “IMF”le yüksek faizli krediler verir. Sonra da hazırladıkları bu altyapıyla milletleri yıllarca köle yapmayı kendinde bir hak olarak görür. Adeta çığlık atarlar: “Biz güçlüyüüüz, siz zayıııf!” Sözüm ona demokrasi havarisi kesilirler, yetmez, bir de “Sömürgeler Bakanlığı” kurarlar. Hedef, adı üstünde: Sömürü düzeni kurmak… Bunu da tamah edip göz diktikleri vatanlarda yaşayanlar içindeki karaktersiz insanları satın alarak, kendi milletleri ve vatanları aleyhinde ihanet şebekesi gibi kullanıp atarak yaparlar. Masum görünüşlü “Dünya Sağlık Örgütü”nü işe koşar, ismiyle zıt faaliyetler yaparlar. Organları, gelişmiş Batılı ülkelerdeki zenginlere peşkeş çekilen göçmenlerin tek suçu zayıf ve güçsüz olmaktır. Bu göçmenlere, sağlık taraması adı altında uygun gördükleri organ taramasını yaparlar. Sonra da kendi ülkelerinde tedavi edilmeleri gerektiğini söyleyerek götürürler. Organlar alındıktan sonra cenazeleri bile teslim edilmez. Hem yapılan bu zulmü, kendi dindaşı olmadıkları için bir sorun, bir zulüm, bir haksızlık olarak dahi görmezler. Bu sadece üç misal. Onlar, özellikle kurdukları ve güçlerini yansıttıkları kurumlar üzerinden her türlü zulmü yapmada, manevi değerleri gasp etmede bir beis görmezler. Üstelik, “İnsan Hakları Mahkemesi” kurar, kara çalınmış yüzlerini aklamaya çalışırlar. Batı medeniyetinin hedefi ve gayesi menfaattir. Bu uğurda her yol mubahtır. Mesela, petrol uğruna dünyayı kan gölüne çevirmek onlar için çok sıradan bir hadisedir. Kara altını ele geçirmek için yapılan kanlı tezgâhlar herkesin malumu: Petrol yatağı bulunan ülkeler arasına önce fitne verilir. Birbirine düşürüldükten sonra kendi kurdukları ve donattıkları diktatörleri veya terör örgütlerini devreye sokarlar. Hedef, petrol zengini olan topraklarda yaşayan milletleri hizaya sokmaktır. İşler istedikleri kıvama gelince de terör örgütlerinden veya diktatörden kurtarırmış gibi yaparlar. Kendi menfaatlerine hizmet edecek, böylelikle uşaklık payesi alacak zayıf karakterli insanları, iktidara bir kahraman olarak getirirler. Sonra da ettikleri masrafları onlarca yıl tazminat adı altında sömürürler.Yaratıcımızın Afrika topraklarına bahsettiği pırlanta, elmas ve altın gibi madenleri gasp etmek için de aynı tezgâh işletilir. İşin en acı tarafı ise menfaate dayalı bu sömürü düzeninde hedefe koydukları Afrikalıların içerisinden de menfaate çarpılan taşeronlar devşirmeleridir. Bir pay sömürü milletine, yüzlerce pay sömürenlere olmak üzere adi/lce yapılan taksim ise sömürünün boğazlara dizilen zehirli meyvesidir.Bu menfaat/çıkarcılık her arzuya yetmez. Üstünde boğuşurlar. Yüz binlerce, milyonlarca insan ölür. Avrupa ve Amerika’da kaldırımlarda gezen birisi, medeni dediğimiz modern ülkelerin arka planında kan, ihanet ve sömürü olduğunu rahatlıkla bilir. Her binasındaki çimentoya karılan masum insanların kanlarını görebilir. O ihtişamlı görünen medeniyetin iğrenç ve alçak kaynağını vicdanında gizleyemez.Batı medeniyetin hayat düsturu cidal/mücadeledir. Mücadelede kim güçlü ise o kazanır. Adaleti güçle tesis etmeye çalışır. Gelişmekte olan ülkeler üzerinde ekonomik, sosyal, siyasal dayatmalar yapar. Mücadelenin özelliği, çarpışmaktır. Çarpışırken olan, arada kalana olur. En güzel misal, her iki dünya savaşı ve ardından oluşturulan dünya düzenidir. Kuzu görünümüne bürünen bu medeniyet, menfaat devşirdiği yetmez gibi mülteci kurumu kurar, mülteci günü ilan eder. Egosunu tatmin edecek gösteriş amaçlı sözde yardımlar yapar. Ezdiklerinin ezilmişliği yetmez gibi onları celladına aşıklar haline getirir.Batı medeniyeti, toplumların bağını unsuriyet/ırkçılık ve menfi milliyet bilir. İlk olarak, bu sapkın ideolojisini toplumlara dayatır. Birbirini tanımaları için milletler halinde yaratılan insanlar1 arasına bölücülük fitnesi eker. Milletler ve kabileleri küçük küçük lokmalar gibi böler. “Ben onları yutayım, sömüreyim.” der. Kendi ise tam zıt hareket eder: Bu, isimlere dahi yansır. Mesela Amerika Birleşik Devletleri… Malum, devletlerin ve milletlerin birleşerek oluşturduğu bir devlet değil midir?” Mesela Avrupa Birliği… Farklı ırklarla bir arada olmak kötü bir şey olsaydı böyle bir birliği kurmaya kalkar mıydı? Biliyor ki bir olmakla güç kazanacak. Aksi halde parçalanıp yok olacak; hatta dağılan milletleri, birbirlerinin kuyusunu kazacak. Birbirinin sonunu getirecek. Hele ırkçılık/milliyetçilik illetini habis bir ur gibi dünya milletlerine saçan baş aktör Fransa, “farklılıklar/çeşitli milletlerin bir arada olması” kötü bir şey olsaydı bu birliğin kurucularından olur muydu? Niye G-20, Şanghay Beşlisi, Nato, D-8 gibi teşkilatlar var. Elbette bir olmayan, iri olamıyor. İri olamayan hep lokma haline geliyor. Milliyetçiliği bizim gibi İslam ülkelerine pompalayan Batı’nın kurduğu bu değişik birlikler, aklı başında olan insanların uyanmasına vesile olmalıdır.İkinci olarak, üstün ırk psikolojisi; diğer insanları köleleştirmeye zemin hazırlar. Bu psikolojinin tavan yaptığı toplum ise Yahudilerdir. Onlar, kendilerini Allah’ın seçilmiş kavmi olarak görürler. Diğer insanlar, canlılar ve madenler kendileri için yaratılmışmış. Her şey onların kölesi ve malıymış da. Kendileri dışında her insanın canı, malı kendilerine helalmiş de. Ne senaryo… Böyle bir senaryoyu yazanlar, Tevrat’ı tahrif edenler. Şimdiki Yahudiler bir bayrak devralır gibi aynı oyuna devam etmekteler. İşlerine geliyor. Irkçılık damarıyla, hakkını gasp ettikleri milletleri yutarak besleniyorlar. Dünyanın tertemiz nimetlerini kirleterek aralarında pay ediyorlar. İsraf artıklarını harama bulayarak etrafa savuruyorlar. Kör zihniyet aşılıyorlar: Irktaşının kusurunu görmez, başkasının en ufak kusurunda fırtınalar koparır.Modern(!) Batı medeniyetinin insanoğlunu ulaştırmak istediği hedef, insanı nefsi arzuların, hazların bağımlısı haline getirmektir. Bunu, Allah’a kul olması gereken insan nefsini kamçılamakla yapar. Nasıl ki deniz suyuna düşen bir insan susadıkça içer, içtikçe susuzluğu artar. Nefsanî arzularda da aynı hakikat vardır. Tatmin olmaz bir nefis, altın vuruşa götüren bir yol sanki… Zavallı “modern!” Batı medeniyeti! “Eğlenceler” üretir, üretmekle kalmaz ihtiyaç haline getirir. Yeme, içme, cinsellik, konfor ve tüketim üzerinden toplumları köleleştirdiği bir sektör kurar. Makyaj: Kadınların kaprisi, eşlerinin maskelenmiş bir eşi tercih etmesi ile o sektörü besler. Tüketim alışverişleri: Reklamlar vasıtasıyla insanları adeta hipnoz ederek ihtiyaçlarını kamçılar, muhtaç olmadığı şeyler için çalıştırır, durdurur. O sektörü besler. Krediler: “Sudan ucuz!” yaftasıyla pazarlanır, insanları faiz müptelası asalaklara çalıştırır hale getirir. O sektörü besler. Kozmetik: Her yaşın fıtri güzelliğinden uzaklaştırır. Kel olmayı dahi insana yakıştırmaz. Saç ekimini telkin eder. Neymiş, “Sprey saç reklamları ile kellikten kurtulun!” Bana çalışın, demenin farklı üslubu. O sektörü besler. Estetik: Hayatın latif çizgileri, bulunduğu yaşın izleri ve hayat tecrübesinin resmi olan kırışıklar üzerinden pazar oluşturur. Ameliyat oltası ile şükür mahrumu zavallıları kendisine çalıştırır. O sektörü besler. Moda: Nefsi hipnotize eden kurutucu rüzgârıyla insanları adeta esir eder, çevreye israf saçar. O sektörü besler. Haz merkezleri: Barlar, pavyonlar, gazinolar, kumarhaneler, tatiller ve yılbaşı kutlamalarında tertip ettikleri oyun-eğlencelerle emeği ve yemeği sömürür. O sektöre hizmet eder. Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, bitmedi kumar illetiyle sarmalanmış, fanatiklik ayrılık ve aykırılık sebebi spor müsabakaları gibi çeşitli tezgâhlar… Batı medeniyetinin bırakın diğer milletleri, kendi içindeki zayıfları dahi sömürdüğü, uyuşturduğu/uyuttuğu ve kendine çalıştırdığı bu sektör, insanı gerçek değerine ulaştıracak hakiki iman ve kulluğa ulaştıracak Kur’ân medeniyetini kendisine düşman görmektedir. Yazık, haz odaklı ve hormonların esiri zavallılara! İşte Batı medeniyetinin bu düsturlarındandır ki görünüşündeki bütün cazibesiyle beraber, insanların ancak yüzde yirmisine bir çeşit mutluluk vermiştir. O da zengin, güçlü, genç, sağlıklı ve güzel olursa… Ona da hakiki mutluluk denmez. Bir anlık lezzet, alınan fani ve acılı bir sözde mutluluk. Zehirli bir bal! “Hayat bana güzel!” avuntusuyla gezdirerek yedirdiği dünya zakkumu! Yaşlılar huzur evlerinde, çocuklar çocuk bakım evlerinde, köprü altı çocukları uyuşturucu esaretinde/hapishanelerde/hastanelerde. Yüzde seksen, rahatsız/aç/çaresiz/sefil!Lakin Kur’ân Medeniyeti Öyle mi?Kur’ân’ın hikmeti, kuvvet yerine hakkı hayatın esası kabul eder. Kur’ân talebesi için ölçü, haktır. Kim haklı ise o güçlüdür. Zengin-fakir, nüfuzlu-nüfuzsuz fark etmez. Hiçbir sınıf ayrımı yok! Yüce Allah’ın el-Adil ve el-Hak isimlerinin tecellisiyle adaleti, hak ve hukuku tesis eder. Peygamber sünnetinde hayata koyar. İslam tarihinde yetişen Hz. Ömer (ra) başta olmak üzere yetişen nice adil emirleri ve hak-hukuka riayet edilen nice adalet aynası hadiseleri netice verir. Bir yanda kuvvetliyi haklı gören zalimlerin zulmü, diğer tarafta haklıyı kuvvetli olarak gören adillerin adaleti.Kur’ân’ın hikmeti, gayede ve hedefte, menfaat yerine fazilet ve rıza-yı İlahiyi kabul eder. Talebesi gerektiğinde canından, malından ve makamından kolaylıkla feragat edebilir. Bu, kendindeki kuvvetli ahiret inancından kaynaklanır. Tüm davranışlarında, sözlerinde tavırlarında geçici dünyanın menfaatlerini değil ahiret meyvelerini arar. İnsanların iltifatlarını değil Allah’ın hoşnutluğunu bakar. “O (cc) bir an razı olsa yeter!” der. Bu şuuru, hayat rehberi Peygamberimizin (sav) dersiyle kalbine yerleştirir. Asr-ı saadeti saadet vakti yapan “Allah rızasını kazanma” hedefini kendi zamanına taşır.Kur’ân’ın hikmeti, mücadele/çarpışma yerine, yardımlaşmayı hayatın düsturu yapar. Allah rızası kendisi için birinci öncelik olan Kur’ân talebesi, sadaka ve zekât gibi ibadetlerle Allah’ın rızasını tahsile çalışır. Peygamberimizin tüm komşuluk emaneti olan, “Komşusu açken kendisi tok yatmaz.” hakikatini hürmetle gönlünde taşır. Bugün globalleşen/köyleşen dünyanın ihmal ettiği fakir İslam diyarlarına açtığı su kuyuları, kurban organizasyonları, yiyecek paketleri, giyecek yardımları ile gönül coğrafyasının engin genişliğini gösterir. Allah’ın Rahman isminin kalbindeki tecellisi olan şefkat iman nuruyla tecessüm ederek toplum hayatında yardımlaşma/teavün olur, yardımseverlik olur.Kur’ân’ın hikmeti toplumların bağlarını, ırkçılık ve milliyet yerine, din bağı, sınıfı ve vatanı kabul eder. Irkçılık yapana yönelik “… bizden değil!” nebevi hitabıyla kalbi titreyen her Kur’ân talebesi için bayrak, ezan ve vatan bölünmez bir bütündür. Onlar, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi milletten olursa olsun her Müslüman’ın derdi ile dertlenirler. Çözüm yolu ararlar. “Kromozomlarım seninkinden daha değerlidir.” cümlesiyle ayyuka çıkan ırkçılık saçmalığına düşmezler. Bilirler ki dünyada safi bir ırk yoktur: Onca göçler olmuş, onca savaşlarla topraklar el değiştirmiş/milletler kız alıp vererek nesil sahibi olmuşlardır. Farklı bölge ve kıtalarda yaşamayı ırkçılık olarak öne süren ırkçıların sahte davalarına kanmazlar.Kur’ân’ın, insanı ulaştırmak istediği hedef, nefsanî arzulara helal dairesi ile sınırları çizilmiş bir hayat yaşamaktır. Talebelerine, helal ve haram sınırları ile üstünlük vesilesi olarak ifade ettiği takvayı kazandırır. Ahiret inancıyla her işinin bir hesabı olduğunu, her şeyden hesaba çekileceğini onlara hatırlatır, kendilerini sorgulatır. Her yoldan her nimete ulaşmayı/elde etmeyi arzu eden nefsin dizginini iman ile talebelerinin ellerine verir. Helal dairesinde hareket ettirerek başkasının canına, malına, ırzına ve mürüvvetine göz diktirmez. Gerekirse vatan, millet, bayrak ve ezan için hatta Müslüman kardeşi için canından geçirir. İslam tarihi, ölümü hayattan ziyade seven sevdalı şehitlerin vatan, din ve namusun ayakta kalması için yazdığı hakiki destanlarla doludur. Yakın şahit: On Beş Temmuz. Demek…Hakka sahip olmak, ittifakı/birliği sağlar. Bu birlikten ahlak ve fazilet güç alarak güzelleşir, sağlamlaşır. Ahlak ve fazilet, yardımlaşmaya kayıtsız kalmaz, kardeşçe insanları birbirinin imdadına yetiştirir. Din ise uhuvvet/kardeşlik demektir. Müminlerin kardeşliğini ilan eden, “Müminler ancak kardeştirler; öyle ise o iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’tan sakının ki merhamet olunasınız!” (Hucurat, 10) ayetidir. Allah’ın kardeş yaptığına, ancak inancını kaybedenler karşı çıkar. Eğer bu ayetteki hakikate seviniyorsa ve razı oluyorsa kardeşine karşı ne yapması ve nasıl davranması gerektiği gayet net ve açıktır. Kötülüğü isteyen nefsini gemlemek, ruhu mükemmel insan olmak için kamçılamak… Kur’ân’ın dünya ve ahiret saadetini netice veren düsturlarına tabi olmak! Bunun yolu ise Kur’ân’a talebe olmaktan geçmektedir. Elbette Kur’ân ve sünnet gibi iki büyük emaneti vakarla omuzlarında taşıyan Kur’ân talebesi, iman ve ibadet mertebelerinin en üstündeki “İnsan-ı Kâmil”in ta kendisidir. Hakiki bir kul, mükemmel bir insandır.1- “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan)yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık. …” (Hucurat, 13)
Rahle, yekpâre masif tahtadan birbirinin içine geçme olarak yapılmış iki kanadı “X” harfini andırır bir şekil oluşturacak biçimde mafsallı, çapraz olarak açılıp kapanabilen ve üzerinde Kur’ân veya kitap okunan özel bir sıradır. Kur’ân veya kitap okumak isteyen, diz çözerek veya bağdaş kurarak önüne oturur. Bunlara “geçme rahle” denildiği gibi “kırma rahle” de denir. Kırma rahleler, kullanılacağı zaman açılır, işi bittiğinde kapatılır. Kanatların kapanabilmesi hem taşıma kolaylığı hem de kullanılmadığı zaman rahlenin yer işgal etmemesini sağlar.Parşömen denilen, üzerine yazı yazmak için kullanılan özel hazırlanmış hayvan derisi veya eski kağıtların kalın olması, başlangıçta Mushafların büyük boy parşömen veya kağıtlara yazılması zorunluluğunu doğurmuş ve bu ağır Kur’ân’ları okurken uzun süre elde tutmanın zorluğu, bunları zeminden yüksekçe bir yerde tutma hassasiyetini ortaya çıkarmıştır. Bu hassassiyetin, Kur’ân’a duyulan engin saygı nedeniyle, okurken onu göğüs hizasında tutma arzusundan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Mushaf’ın 110 derece kadar açılmasını ve iki kapağının da yatayla aynı açı yapacak şekilde durmasını sağlayacak bir araç arayışı, rahleleri ortaya çıkarmıştır. Günümüzde de cami ve mescidlerde Mushaflar rahle üzerinde okunur. Mushafların boylarına göre sınıflandırılmasında, yaklaşık 30X21 cm boyutlarında olanlar “Rahle Kur’ân’ı” denilmektedir. Boyutları 45X30 cm dolaylarında olan en büyük boy “Cami Mushafları” da rahle üstünde okunur. Rahle boyları genellikle 60 ila 110 cm arasındadır. Ama 30 cm boyunda rahleler olabildiği gibi, boyları 140 cm’ye ulaşan çok büyük rahlelere de rastlanabilmektedir. Rahlenin eni yaklaşık olarak boyunun üçte biri dolayındadır.İlk rahlelerin üçüncü halife Hz. Osman (r.a) zamanında kullanılmaya başlandığı söylenir. Eski rahleler ayaklı büyük sandık şeklinde sonraları okuyacak kişi için oturma yeri de bulunan bir tür vaaz kürsüsü biçimindedir. Açılır kapanır tarzda yapılmış rahlelerin XII. yüzyılda kullanıldığı bilinmektedir. Türk rahlelerinin bilinen ilk örnekleri XIII. yüzyıla aittir. Selçuklu Sultanı II. Keykavus (1257-61) dönemine ait bir rahle, günümüzde İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bulunmaktadır. Rahle tahtası olarak çoklukla ceviz ağacı kullanılmıştır. Az miktarda meşe, servi, sedir, ardıç ve nadiren abanoz ağacı kullanıldığı görülür. Osmanlı döneminde rahleler oyma ve kafes işi (ajur) teknikleri yanında sedef, fildişi, mors dişi, bağa, kemik, kıymetli maden veya farklı renkte ahşap gibi malzemelerle yapılan kakma ve mozaik şeklinde sedef ve bağa kaplamalarla da süslenmiştir. Osmanlı dönemi açılır kapanır rahleleri içinde kaplama tekniğinde geometrik motiflerle süslenmiş rahleler daha çok XVIII. yüzyıl ve sonrasına aittir.Camilere ve türbelere, ölen yakınları ya da kendileri için Mushaf ve rahle vakfedilmesi, saray çevrelerinde ve halktan hâli vakti iyi olan kişiler arasında gelenek hâlini almıştır. Rahlenin cami ve türbelerdeki geleneksel kullanımı dışında Osmanlı dönemi öğrenim hayatında özel bir yeri vardır. Eskiden usulüne göre Kur’ân okumayı ve ezberlemeyi öğrenmek isteyenler için, hayır sahipleri tarafından yaptırılmış dâr-ül kurrâ (Kıraat İlimleri okulu) denilen yerler vardı. Buralarda her çocuk için ufak bir rahle ve küçük bir minder bulunur. Hoca Efendi için de minderli bir sedir ve önünde sedef kakma büyükçe bir rahle vardır. Eskilerin anlattığına göre, Osmanlı döneminde çocukların okula başlamaları özel bir törenle gerçekleşir. Bunun için öncelikle sanatlı ve bezemeli bir rahle ile yüzü şalla kaplanmış bir minder hazırlanır ve bu minder başka renk bir şalla rahlenin üstüne bağlanır. Önceden belirlenen günde, okulun hocası ve öğrencileri, aile bireyleri, davetliler ve mahalle halkının saflar halinde katıldığı “âmin alayı”, en önde hoca, arkasında, başında şal minderli rahleyi taşıyan biri, onun arkasında atlı veya yaya olarak çocuk ve arkada diğerleri bulunmak üzere, ilâhiler okuyarak ve önceden kararlaştırılmış güzergâhı izleyerek mahalleyi dolaşır. Tekrar eve dönüldüğünde, alayda çocuğun önünde giden rahle hocanın önüne, üzerine bağlanan minder çocuğun altına konur. Çocuk hocanın karşısına oturtulur. Elifba cüzü kesesinden çıkartılarak rahlenin üstüne açılır ve Hoca efendiyle birlikte ilk derse başlarlardı.