Yolun Yolumuz OlsunAsırlar değişiyor, şehirler büyüyor, imkânlar çoğalıyor. Fakat insanın yaşadığı kırılmaların, ruhunda açılan boşlukların, kalbine çöken ağırlığın temel sebebi aynı kalıyor: Rehberini kaybetmek. Bugünün insanı teknolojiyle kuşatılmış olsa da, bilgiye bir tuşla ulaşsa da, iç dünyası giderek daha karmaşık hâle geliyor. Yalnızlık, yönsüzlük ve anlam kaybı modern çağın en görünmez fakat en derin yaraları hâline geldi. Bu yaraların altında ise çoğu zaman hakikatten uzaklaşmış bir hayat yatıyor.İşte bu yüzden Aralık 2025 ayı dosya konumuzu belirlerken tek bir cümle bütün başlıkların anahtarı oldu: Asrımızın problemlerinden kurtuluş, Nebevî hakikate dönmekle mümkündür.Zira Peygamberimizin (asm) rehberliği, herhangi bir dönemin şartlarına sıkışmış tarihî bir form değil; zaman aşımına uğramayan, her çağda yol gösteren bir hakikat pusulasıdır. İnsan değişir, şehirler değişir, çağın dili değişir; fakat insanın zaafları, ihtiyaçları ve arayışları değişmez. O’nun yolu, bu değişmeyen hakikatin en berrak anahtarıdır.Toplum düzeyinde de durum farklı değil. Sömürüye ve çıkar üzerine kurulu sistemler insanlığı tüketirken, Peygamber Efendimizin (asm) merhamete dayalı adalet sistemi insanlığın nefes alabileceği en insani modeli sunuyor. Savaşların, ekonomik krizlerin ve göç dalgalarının yıprattığı dünyada; Nebevî toplum tasavvuru insanı tekrar “eşref-i mahlûkat” olarak merkeze alıyor. Gücü adaletle sınırlandırıyor, zayıfı koruyor, zulmü engelliyor.Ve umut… Çağın karanlığını aşmanın kapısı. Dünya ne kadar sarsıcı görünürse görünsün, Peygamberimizin (asm) ümmetin önüne koyduğu iman, sabır ve direnç; yeniden ayağa kalkışın başlangıcıdır. Kardeşlik konusu ise dosyamızın en temel damarlarından biri. Irkın, sınıfın, coğrafyanın birbirinden ayırdığı insanları bir araya getiren Nebevî kardeşlik modeli, bugün insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu köprüleri yeniden kurabilir. Birlikte yaşamanın, birlikte var olmanın, birlikte dirilmenin hakikatini bize yeniden hatırlatır.Ve kul olmanın şerefi. Modern çağ insanı kendisini merkeze alırken, yüklerini de ağırlaştırdı. İnsan, kendisine ilahlık yakıştırdıkça yalnızlaştı, kırıldı, tükendi. Resulüllahın (asm) yolu ise insanı kendi gerçeğiyle buluşturur: Özgürlük, yalnızca Allah’a bağlılıkla mümkündür. Kul olduğunu bilen, dünyanın yükü altında ezilmez; çünkü dayanacağı bir Rab, sığınacağı bir kapı vardır.Bu ay, işte tüm bu hakikatleri yeniden hatırlamak; insanlığın ve bizlerin unuttuğu yolu tekrar görünür kılmak için uğraştık. Yolumuzu kaybettiğimiz bu çağda, yeniden yol bulmanın tek adresi O’nun izidir, hatırlatmak istedik.Ve bir seneyi daha geride bırakıyoruz. Sohbetlerimizle, yazılarımızla, katkılarınız ve ilginizle 2025’i anlamlı kılan siz okurlarımıza gönülden teşekkür ediyoruz. 2026’da yeni bir heyecanla, yeni projelerle, daha büyük bir kararlılıkla çalışmalarımıza devam edeceğiz. Sizleri de bu heyecana ortak olmaya, bizimle irtibatta kalmaya davet ediyoruz.
Tarihten SayfalarFilibe Hüdavendigâr CamiiSultan 1. Murad tarafından yaptırılan Hüdavendigar Camii, günümüzde Bulgaristan’ın sınırları içinde kalan Filibe şehrindedir. Cuma Camii veya Muradiye Camii diye de anılmaktadır. Evliyâ Çelebi, 1652 senesinde Filibe’ye gelmiş ve bu cami için: “Çarşı içinde cemâat-i kesîreye mâlik ulu cami, Edirne fâtihi Gazi Hüdavendigar Sultan Murâd Hân-ı Evvelindir.” ifadesini kullanmıştır. Talik hattıyla yazılmış dört beyitlik ve 2 Eylül 1785 tarihli bir tamir kitabesi bulunmaktadır. Bu tamir kitabesine göre büyük ölçüde bir tamirattan geçirilmiştir. Mimarîsi bakımından erken Osmanlı döneminin ulu camileri tipindedir. Evliyâ Çelebi’nin de işaret ettiği gibi bu çeşit camilerdeki usûle uygun olarak Filibe çarşısının ortasında inşa edilmiştir ve bir avlusu yoktur. İlk Osmanlı mimarisinde çok yaygın olan kesme taş ve tuğla ile karma teknikte inşa edilmiş olup her taş sırasının arasında iki sıra tuğla bulunmaktadır. Ayrıca bu dönem yapı sanatında sıkça kullanılan usûle göre taşların aralarına dikine birer tuğla konulmuştur. Cephelerde açılmış pencerelerin bir kısmında görülen nispetsizlikler ve iç mimarîyle olan uyumsuzluklar bunlardan çoğunun geç bir dönemde, büyük bir ihtimalle 1785 tamiri sırasında açılmış veya değiştirilmiş olduğunu gösterir. Etrafı silmelerle çerçevelenmiş cümle kapısı sivri bir kemer içindedir. Girişin iki yanındaki küçük oturma nişlerinin tepeleri mukarnaslıdır. Çok güzel bir örneği Bursa Ulu Camii’nde görülen eski kapalı avlu geleneğinin hâtırası olarak orta sahnda yer alan şadırvan havuzu Hüdavendigar Camii’nde de bulunmaktadır. Ancak burada tam merkezde olmayıp ana eksen üzerinde girişe yakındır.2 Aralık 1884Şair Yahya Kemal Beyatlı doğduYahya Kemal, 2 Aralık 1884’te Üsküp’te dünyaya gelmiştir. Üsküp, o yıllarda Osmanlı sınırları içindeydi. Babası Üsküp’te belediye reisliği yapmış olan İbrahim Naci Bey’dir. İlk eğitimini Üsküp’te aldı. Daha sonra Selanik İdadîsinde okudu. Yahya Kemal, 1903’ten sonra bir müddet Paris ve Londra’da yaşadı, ardından 1912’de İstanbul’a döndü. Muhtelif mekteplerde tarih, medeniyet tarihi, garp edebiyatı ve Türk edebiyatı dersleri verdi. Cumhuriyet döneminde milletvekilliği ve büyükelçilik yaptı. Cerrahpaşa Hastahanesi’nde 1 Kasım 1958’de vefat etti. Kabri, Rumelihisarı Kabristanı’ndadır. Sağlığında şiir ve yazıları dergi ve gazetelerde dağınık halde kalmış olan Yahya Kemal’in eserlerinin kitap haline gelişi, vefatından sonra İstanbul’da kurulan Yahya Kemal Enstitüsü tarafından gerçekleştirilmiştir. “Yahya Kemal Külliyatı” adını taşıyan seri, on üç kitabı ihtiva etmektedir. 11 Aralık 1606Kuyucu Murad Paşa sadrazam olduKoca lakabıyla da anılan Kuyucu Murad Paşa, 1522’de dünyaya gelmiştir. Devşirme usûlüyle saraya girmiştir. Sırasıyla Yemen, Trablusşam ve Karaman Beylerbeyi olarak görev yapmıştır. Tebriz Seferi sırasında 1585’te Safevîlere esir düştü ve Alamut Kalesine hapsedildi. Osmanlı-Safevî Antlaşması sonrası 1590’da serbest bırakıldı. Bundan sonra Kıbrıs, Trablusşam, Şam ve Diyarbekir Beylerbeyliği yaptı. Haçova Meydan Savaşı’nda büyük yararlılık gösterdi. 11 Aralık 1606’da sadrazamlığa getirildi. Celalî İsyanlarını bastırmak içi Temmuz 1607’de harekete geçti. Yaklaşık iki yıl içinde bütün isyanları bastırdı. Osmanlı ordusunun başında 1610’da İran üzerine sefere çıktı. O sene kışı, Diyarbekir’de geçirdi. İran’a sefer hazırlıkları yaparken 5 Ağustos 1611’de Cülek’te vefat etti. İstanbul Vezneciler semtinde yaptırdığı medresesi bitişiğindeki türbesinde defnedilmiştir.20 Aralık 1522Rodos’un fethiEge Denizinin güneydoğusunda yer alan Rodos Adası 1400 km2 yüzölçüme sahiptir. Kanûnî Sultan Süleyman, stratejik gerekçelerle 16 Haziran 1522’de Rodos’u fethetmek amacıyla sefere çıktı.Zorlu ve kanlı çarpışmalar neticesinde 20 Aralık 1522’de diğer adalarla birlikte Rodos’u fethetti. Antlaşma şartlarıyla Rodos’tan çıkan şövalyeler gemilerine binerek adadan ayrılmışlardır. Şövalyelerin büyük üstadı Philippe, 1 Ocak 1523’te adayı terk etti. Kanûnî Sultan Süleyman, yıkılan surları tamir ettirdi ve buraya güçlü bir askerî birlik yerleştirdi. Tahrir defterlerine göre 1592’de Rodos Kalesinde 5600 civarı Müslüman ve 2000 civarı Rum yaşıyordu. Adada 1711’de dört cami ve on sekiz mescid vardı.
Çocuklara Namaz Kılma Alışkanlığı Kazandırmanın YollarıÇocuklarımıza namaz kılma alışkanlığı kazandırmak anne-baba olarak hepimizin ortak arzusudur. Bu arzumuzu hayata geçirmek için zamanın şartlarına uygun, doğru usuller tatbik etmek durumundayız. Gelin, hep birlikte bu usulleri gözden geçirelim.Birincisi: Çocuklarımıza öncelikle Allah sevgisini aşılamalıyız. Onlarla bu hususta şöyle bazı hoş sohbetler yapabiliriz: “Rabbimiz bu kadar çok nimetler vermiş. Bize hayat verdiği gibi hayatımızı devam ettireceğimiz türlü türlü rızıklar vermiş. Demek bizi yaratan Allah, vermiş olduğu nimetlerle hem bizi yaşatıyor hem de bu suretle bizi ne kadar çok sevdiğini gösteriyor.”İkincisi: Çocuğumuza Allah’a ibadet etme şuurunu kazandırma gayreti içerisinde olmalıyız. Çünkü namaz kılmak İslam’ın esaslarından biridir. Allah’ın apaçık bir emridir. Zira Kur’ân-ı Kerim’de, “Hem namazı hakkıyla edâ edin, zekâtı verin ve rükû edenlerle beraber rükû edin!”1 diye buyurulur.Hem her gün yemek yiyoruz, su içiyoruz, havayı teneffüs ediyoruz. Bunlar bize usanç vermiyor. Çünkü ihtiyaç tekrar ediyor. Öyle de, kalbimizin gıdası, ruhumuzun âb-ı hayatı namazdır. Üçüncüsü: Çocuğumuza sevgiyle, şefkatle ve sabırla rehberlik etmektir. Çocuğumuzun yeri gelir oflayıp puflaması veya “istemeye istemeye kılıyorum” demesi, aslında namazın kendisinden değil, namazın ona takdim biçiminden kaynaklanıyor olabilir. Kimi zaman namaz, çocukların gözünde anne-babanın bir görevi gibidir. Hâlbuki namaz, kulun Rabbi ile kurduğu sevgi dolu bir bağdır. Amacımız, çocuğumuzun bu ulvî ve nuranî bağı kurmasına yardımcı olmaktır.Dördüncüsü: Namazlarımızı huşu içinde, büyük bir ciddiyetle kılmaya devam edelim. Çocuklarımıza fiilen örnek olalım. Çocuğumuzu namaza güzellikle davet edelim. Çünkü çocuklar sözlerden çok davranışları kopyalar. O zaman biz de ezan okunduğu vakit evdeki radyoyu veya televizyonu kapatalım. Elimizdeki telefonu veya tableti bırakalım. Sanal âlemden gerçek âleme geçelim. “Haydi bakalım, kâinatın sahibi bizi huzuruna çağırıyor” gibi sevgi dolu bir dil kullanarak abdest alıp namazımızı edâ edelim. Çocuğumuzun, namaz kılarken aldığımız manevî hazzı, yüzümüze akseden huzuru ve mutluluğu görmesini sağlayalım. Namaz sonrası içtenlikle yapacağımız sesli bir dua çocuğumuzun dikkatini çekecektir. Beşincisi: Çocuklar belli bir yaştan itibaren soyut kavramları anlamaya başlar ama hâlâ somut örneklere ihtiyaç duyarlar. Bu süreçte çocuklarımıza şu yaklaşımlar yerinde olacaktır:Çocuğumuza “Allah seni cehennemde yakar, cezalandırır” yerine, “Allah bizi çok seven, bize bu güzel gözleri, elleri, yediğimiz lezzetli meyveleri veren yaratıcımızdır” diye anlatmak daha doğru olacaktır.Bize bu kadar çok, güzel ve şirin nimetler veren Allah’a teşekkür etmenin en güzel yolu namazdır. Tıpkı bir arkadaşın sana hediye verdiğinde “teşekkür ederim” demen gibi.Peygamberimizin (sav) çocuklarla nasıl namaz kıldığına, namaz kılarken torunları Hasan ve Hüseyin’in sırtına çıkmasına izin verdiğine dâir tatlı hikâyeler anlatılabilir.Çocuğumuza özel seccade ve başörtüsü/takke almak çocuğumuzun kendisini özel ve değerli hissetmesini sağlar. Bu hediyeleri kendisinin seçmesine izin vermek daha güzel olur.Yatsı namazlarından sonra ailece 10-15 dakika sohbet etmek ve beraberinde bir şeyler yeme içme gibi namazla bağlantılı ama keyifli vakitler oluşturabiliriz. Bu, çocuğumuzun namaz vaktini iple çekmesini sağlayabilir.Çocuğumuzun kendi isteğiyle kıldığı bir vakit namazı gördüğümüzde, içtenlikle takdir etmeliyiz. “Bu şekilde Rabbine yönelmen beni o kadar mutlu etti ki...” gibi bir cümle, onu namaz kılmaya zorlamaktan çok daha etkilidir.Altıncısı: Peygamber Efendimiz (sav), “Çocuklarınıza yedi yaşına geldiklerinde namaz kılmalarını söyleyin. On yaşına geldiklerinde kılmazlarsa onları (hafifçe) cezalandırın ve yataklarını da ayırın.” 2 buyurmuştur. Bu hadis-i şerife göre yedi yaş dönemi, “hadi namaz kıl” demek değil, “namaz diye bir sorumluluk olduğunu öğretmeye başlayın” demektir. Bu, aslında çocuğa namazı sevdirme ve ibadete alıştırma dönemidir.On yaşındaki çocuklar için hadiste geçen “cezalandırma” ifadesini âlimler, caydırıcılığı olan fakat can acıtmayan, sadece ciddiyeti ifade eden sembolik bir hareket olarak açıklamışlardır. Bu asla çocuğa şiddet uygulama anlamına gelmez. Aslında bu, bazı ayrıcalıklardan mahrum bırakmak veya davranışın ciddiyetini kararlı bir şekilde belirtmek demektir.Sonuç olarak, çocuklarımıza Allah sevgisini aşılamak, Allah’a ibadet etme şuuru kazandırmak, sevgi, şefkat ve sabırla rehberlik etmek, bizzat yaparak ve yaşayarak fiilen örnek olmak en başta gelen vazifelerimiz olduğu gibi namaz kılmanın “nedenini/niçinini” ve Allah ile olan sevgi bağını çocuklarımıza anlatmalı ve sürekli onlara dua etmeliyiz.1- Bakara, 2/43.2- Ebû Dâvûd, Salât, 26.
Peygamberimizin Manevi Şahsiyetinin Farkında mıyız?Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın halleri, sıfatları, yaşayışı siyer ve tarih yönünden açıklanmıştır. Sıfatların ve hallerin çoğu onun beşeriyet yani insanlık yönüne aittir. Oysa insanlığın incisi ve varlıkların en birincisi olan o yüce zatın, manevi şahsiyeti o derece yüksek ve nuranidir ki, onun manevi şahsiyetini, ulvi mahiyetini siyer ve tarih tam olarak ifade edemiyor. Mesela, Peygamberimizin amel defterinin sayfalarına yazılan sevaplar yönünü bir düşünelim: Arapçada “Es-sebebü ke’l fâil” denilen “bir iyiliğe sebep ve vesile olan, o iyiliği yapan gibidir” kaidesince, Sevgili Peygamberimizin amel defterine bütün ümmetinin ibadetleri kadar büyük bir ibadet her gün hatta şu an bile yazılıyor. Çünkü bir Müslüman herhangi bir iyi ve güzel davranış yaptığında, bu davranışı başta ona öğreten ve gösteren Peygamberimize sevap yazılıyor. Yani kıyamete kadar miktarını tahmin bile edemeyeceğimiz muazzam bir sevap. Yine Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinin her niyazda, her namazda, her zamanda sayısız dualarına nail oluyor. Sayısız dualar, hayırlar, sevaplar, güzellikler, bereketler onun manevi makamına ve derecesine her an ekleniyor. Bu cihette de Resul-i Ekrem Efendimizin manevi makamına hiç kimse hiçbir şekilde yetişemez. Mesela Bedir Harbi’nde Rabbimiz onun sağ ve sol yanına Hz. Cebrail ve Hz. Mikâil gibi iki büyük meleği, koruyucu iki muhafız memur olarak vazifelendirmiştir. Şimdi biz böyle manen çok yüksek derecedeki bir zatı, aynı zamanda insani yönüyle değerlendirirken dikkatli olmalıyız. Her zaman Sevgili Peygamberimizin insani yönüne bakarken, O’nun manevi makamını ve kutsi şahsiyetini esas alarak bakmalıyız. Bu hakikati, Peygamberimizin başından geçmiş bir olay üzerinden size anlatmak istiyorum: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, bedevi bir adamdan bir at satın almıştı. Atın ücretini vermek için o bedevi adamı kendi evine doğru götürdü. Sevgili Peygamberimiz süratlice evine gidip adamın parasını vermek için acele ederken, bedevi daha yavaş yürüyüp geride kalmıştı. Peygamberimizin atı satın aldığını bilmeyen bazı kimseler, bedeviye atın satılık olup olmadığını sormuşlar. Satılıktır, cevabını alınca da bir fiyat vermişlerdi. Verilen fiyat Peygamber Efendimizin verdiğinden fazla olunca bedevi adam, zaten satılmış olan atı, fazla para verenlere satmaya kalktı. Peygamber Efendimiz, atı satın aldığını bedeviye söyleyince, bedevi inkâr edip Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan, atı satın aldığına dair şahitlik edecek iki kişi getirmesini istedi. Hâlbuki alışveriş sırasında yanlarında kimse yoktu. Sahabeler bir taraftan Peygamber Efendimizin tavrını merak ederken, diğer taraftan da bedevinin fazla ileri gitmesine sinirlendiler. Çünkü adam şahid gösterilmesinde ısrar etmekteydi. Bu esnada Hz. Huzeyme (ra) ortaya çıkıp şahidlik yapacağını söyledi. Peygamber Efendimiz, Hz. Huzeyme’ye, pazarlık sırasında yanlarında bulunmadığını hatırlatıp, buna rağmen nasıl şahidlik yapacağını, sorması üzerine, Hz. Huzeyme; “Ya Resulallah, Biz seni vahiy gibi daha önemli bir konuda tasdik ediyoruz, ben senin getirmiş olduğun hakikatlerden dolayı tasdik ediyorum. Çünkü kesin olarak biliyorum ki, sen, haktan başka bir şey söylemezsin.” dedi. Hz. Huzeyme’nin tavır ve sözlerinden çok memnun olan Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Huzeyme kimin için şahidlik yaparsa onun şehadeti iki kişi yerine geçer.” diyerek ona “şehâdeti iki şahid yerine geçen kimse” anlamında “Züş-Şehâdeteyn” lakabını vermiştir. Bu hadise, sahabenin Peygamber Efendimize olan sadakat ve bağlılığına güzel bir örnektir.1İşte bu örnekte olduğu gibi Peygamberimizin siyerde anlatılan insani yönlerini değerlendirirken yanlış gitmemek için, her vakit Sevgili Peygamberimizin insaniyet itibariyle işitilen hallerinden başımızı kaldırıp O’nun hakiki mahiyetine ve Peygamberlik makamındaki nurani, âlemlere rahmet olarak gönderilen şahsiyetine bakmamız lazımdır. Yoksa insan Allah muhafaza ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer.Değerli Arkadaşım, bu önemli hakikati bir örnek ile biraz daha açmak istiyorum: Mesela bir hurma çekirdeği düşünelim. Bu çekirdek toprağa atıldı, filizlendi, fide, fidan derken dalları meyvelerle dolu kocaman bir gövdesi ve devasa bir gölgesi olan harika bir hurma ağacı oldu. Şimdi şu iki mertebeye dikkat etmemiz gerekiyor. Birincisi, hurma ağacı daha çekirdek mertebesindeyken hurma ağacına aid bütün sıfatlar çekirdeğin içinde mükemmel bir plan ve program olarak mevcuttur. İkincisi ise çekirdekten ortaya çıkan koca hurma ağacının, o küçük çekirdeğe nispeten yüce sıfatları ve büyük özellikleri var. Şimdi o çekirdekten bahsederken o çekirdeğin vasıflarını ağacın vasıflarıyla ilişkilendirip bahsetmek lazımdır. Ta ki her vakit insan aklen, başını çekirdekten kaldırıp ağaca bakabilsin. Ağacın vasıflarını duyduğunda onu çekirdekle ilişkilendirip akıl bunu kabul edebilsin. Yoksa biri “Küçücük çekirdekten yüz kilo hurma elde ettim.” dese, başka biri de bu sözü çekirdek ve ağaçla ilişkilendirmeden değerlendirse inanmakta zorlanır.***Muhammed (sav) Efendimiz bir beşerdir, lakin diğer insanlar gibi değildir. Taşların arasında yakut ne ise Allah Rasulü’de (sav) insanlar arasında öyledir.İşte değerli Arkadaşım, aynı bunun gibi Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşeriyeti, insan olma özelliği de o çekirdeğe benzer. Lakin yüce peygamberlik vazifesinde parlayan mahiyeti ve manevi şahsiyeti ise cennetin tuba ağacı gibidir. Bu manevi mahiyet ve şahsiyet daima ilerlemekte ve yükselmektedir. Onun için bizler Hz. Muhammed (asm)’ın insaniyete ait bir yönünü düşündüğümüz vakit, onun Miraç mucizesindeki Cebrail’i arkada bırakıp, Kâb-ı Kavseyn’e koşup giden, Allah’ın en sevgilisi makamında olan nurani şahsiyetine gözümüzü kaldırıp bakmamız lazım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik ederiz veya nefsimiz bizi yanlış düşüncelere sevk edebilir. İnsan O’nun Getirdiği İman Nuru ile Hakiki İnsan OlurPeygamberimizin getirdiği iman ve hidayet, insanı gerçek bir insan mertebesine yükseltmiştir. İnsan, imanla kâinat ağacının en kıymetdar meyvesi, Cenab-ı Hakk’ın en değerli kulu makamına çıkar. İman, küçük bir mahlûk, zayıf bir canlı ve aciz bir varlık olan insanı o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, bütün canlı ve cansız varlıkların üstünde bir mertebeye çıkarır. Çünkü insanı hayvanlardan ayıran en önemli özellik imandır. Hayvanlar dünyaya, yapacakları işleri bilerek veya kısa bir sürede öğrenebilecek bir kabiliyette gelirler. Hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde eğitim almış gibi gelir. Ya iki saatte ya iki günde veya iki ayda bütün hayat şartlarını öğrenir ve beceri sahibi olur. İnsanın yirmi senede elde ettiği bilgi ve beceriyi, serçe veya arı gibi bir hayvan yirmi günde elde eder. Daha doğrusu Rabbimiz onlara lazım olan şeyleri ilham eder. Hayvanlarda gördüğümüz bu durum onların bu dünyaya Allah tarafından kendilerine verilmiş birtakım vazifeleri, fonksiyonları yerine getirmek için gönderildiklerini gösterir.İnsan ise hayvanlardan çok farklıdır. O dünyaya geldiğinde her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarını bilmez bir halde gelir. On beş, yirmi senede hayat şartlarını ancak öğrenir. Hatta ömrünün sonuna kadar birçok şeyleri öğrenmeye muhtaçtır. Aynı zamanda insan aciz ve zayıf bir şekilde dünyaya gelir. Bir, iki senede ancak ayağa kalkar. On beş senede zarar ve menfaatini fark eder. Diğer insanların yardımlarıyla faydaları temin edip, zararlardan korunabilir. İnsanın bu özellikleri gösteriyor ki, o bu dünyaya ilim öğrenerek mükemmelleşmek için gönderilmiştir. İnsanın ilk öğreneceği ilim de bütün ilimlerin şahı, padişahı olan iman ilmidir. Marifetullah denilen Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıma ilmidir. İnsan dünyaya, kendisini yaratan Allah’ı tanımak, O’na iman edip ibadet ve dua etmek için gönderilmiştir. Bu onun asıl yaradılış ve dünyaya gönderiliş vazifesidir. Yani “Ben bu kadar aciz, zayıf ve öğrenmeye muhtaçken; beni böyle merhametiyle idare eden, şefkatiyle terbiye eden, sayısız nimetleriyle beni besleyen; ilim, irade ve kudret sahibi biri var. O kimdir?” diyerek Allah’ı bulmaya ve tanımaya çalışmalıdır. İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz insanlara en başta iman ilmini, marifetullah ilmini öğretip Allah’ı bulmanın ve tanımanın, ona hakkıyla ibadet edip kul olabilmenin yolunu göstermiştir. Sevgili Peygamberimiz insanlara imanı sevdirmiş ve imanın güzellikleriyle insanların kalplerini süslemiştir. İnkârdan ve günahlardan nefret ettirecek derecede bir imanı insanlara tebliğ etmiştir.Peygamberimizin Getirdiği Hakikatler Akla Kapı Açar, İnsanın Özgür İradesini AlmazDünya hayatı bir imtihan ve sınav yeridir, Allah bizleri ve herkesi imtihan eder. Bu sebeple gösterilen mucizeler, insanları mecburen iman etmeye götürecek derecede olmazdı. Eğer öyle olsaydı herkes ister istemez iman etmek zorunda kalırdı. Bu da âdeta gökyüzündeki yıldızlarla “Lailaheillallah” yazmak gibi bir durum olur, herkes ister istemez tasdik eder, imtihan bozulurdu. Hâlbuki durum böyle değildi. Sevgili Peygamberimiz imtihanın gereği olarak anlatır, izah eder, ispat eder, ihtiyaç halinde ona mucize verilirdi. Neticede muhatabın aklına kapı açılır, lakin özgür iradesi elinden alınmazdı. Kişi isterse kabul edip iman eder, isterse inanmaz reddedebilirdi. Eğer herkes zorla iman etseydi imtihanın, sınavın bir anlamı ve kıymeti kalmazdı. Peygamberimiz getirdiği hakikatler, yüce ruhlu insanlarla, alçak ruhlu insanların şu imtihan meydanında birbirinden ayrılmasına vesile olmuştur. Nasıl ki bir maden ateşle ısıtıldığında elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılır. Öyle de bu imtihan yeri olan dünyada da Peygamberimizin getirdiği İslam dini bir imtihan vesilesidir. İslamiyet’in insanlara arz edilmesiyle insanlığın yetenek madeninde olan yüksek kıymetli cevher insanlarla, alçak maddeler gibi olan insanlar birbirinden ayrılır. Kömür gibi bir ruh taşıyan Ebu Cehillerle elmas gibi bir ruh taşıyan Ebubekirler birbirinden ayrılır.Diğer yönden Peygamberimiz, Allah’ın hidayet nurunu yansıtan bir güneş gibidir. Ebubekirler o hidayet güneşine yüzlerini dönüp istifade etmişler. Ebu Cehiller ise aynı güneşe gözlerini kapatıp karanlığa gömülmüşler, ilgisiz kalmışlar hatta gün gelmiş o nuru söndürmeye, öldürmeye çalışmışlardır. Neticede sonsuz adaleti ve hikmeti olan Rabbimiz dünya imtihanında her iki grup insanlara da müsaade etmiş, içlerindeki cevheri çıkarmalarına imkân vermiştir.O’nun Duası ve İbadeti Ahiretin Yaratılmasına Sebebiyet VerdiResul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın imana çağrısı şu dünya imtihanının açılmasına sebep olmuştur. Kâinatın anlamını, hayatın manasını, insanın dünyadaki amacını getirdiği iman ve hidayet nuruyla insanlığa anlatmıştır. Nasıl ki onun peygamber olarak getirdiği iman ve hidayet, insanların ebedi cennete kavuşmalarının vesilesidir. Öyle de onun duası, niyazı ve ibadeti de cennetin var edilmesinin, yaratılmasının bir sebebidir. Çünkü Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm öyle azametli, geniş, kuşatıcı dualar yapıyor ki, O’nun bu duasına Hz. Âdemden ta kıyamete kadar gelen bütün enbiyalar, evliyalar, asfiyalar ona tabi olarak “âmin” diyorlar. Çünkü o zat bütün varlıkların ihtiyacı olan en önemli şeyi istiyor. O, bütün varlıklar adına kâinatın sahibi olan Allah’tan beka istiyor, cennet istiyor, ebedi saadet istiyor, sonsuza kadar var olmak, yok olmamak, Cenab-ı Hakk’a kavuşmak istiyor. Onun bu duasına ve yakarışına değil sadece dünyadakiler bütün yerler ve gökler, tüm mevcudat, bütün mahlûkat “Âmin, evet, yâ Rabbenâ ver, biz de istiyoruz!” deyip, duasına iştirak ediyorlar. Resulullah Aleyhissalâtü Vesselâm, öyle bir hüzünle, öyle bir aşkla, öyle bir özleyişle, öyle bir ibadetle Rabbine yalvarıp dua ediyor ki bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına “Âmîn, Allâhümme âmîn” dedirtiyor. Hem Sevgili Peygamberimiz, öyle bir maksad ve öyle bir gaye için dua edip yalvarıyor ki, o duanın kabulü ile insanı ve bütün varlıkları aşağıların en aşağısına düşürten kıymetsizlikten, faydasızlıktan, anlamsızlıktan, yok olmaktan kurtarıp, yücelerin en yücesine yükselten kıymete, sonsuzluğa, anlamlılığa çıkarıyor.Hem O, öyle yüce bir Allah’tan istiyor ki, her dertlinin âhını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen ve yerine getiren sonsuz kudretli ve merhametli bir zattan istiyor. Hem Cenab-ı Hakk’ın bin bir tane güzel isimlerinin tümüyle istiyor. Hatta faraza, eğer cennetin yaratılmasının sebepleri olan rahmet, hikmet, adalet gibi hakikatler olmasaydı dahi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şu duası ve ibadeti cennetin ve ebedi saadetin yaratılmasına sebep olurdu. Netice olarak, Sevgili Peygamberimizin peygamberliğinin çağrısı, şu dünyanın ve imtihanın açılmasına sebebiyet verdiği gibi onun duası, ibadeti de öbür dünyanın ve cennetin açılmasına sebebiyet vermiştir.Peygamberimizin Getirdiği İman Nuru, Ebedi Cennetin AnahtarıdırYüce Allah’a iman, sonsuz cennetin nurlu bir anahtarı olup insanı dünyada da cennette gibi bir hayatta yaşatır. Allah’ı inkâr ise, ruhun dünyada da ahirette de cehennemidir. Mesela, bir adam düşünelim, o adam bir memlekette bulunuyor, görüyor ki, her şey ona düşman ve birbirine yabancı. Her taraf korkunç cenazelerle dolu, etrafta işitilen sesler, yetimlerin ağlayışları, mazlumların bağırışları. İnsan böyle bir ortamda ne kadar üzülür, ne kadar rahatsız olur, korkar. İşte o adam tam bu vaziyette iken, bir zat, o memleketin padişahından bir müjde, bir haber getirse; o müjde ve haberle o adama yabancı olanlar birden ona dost ve ahbap şekline girseler, düşman gördükleri, kardeş suretine dönseler ne kadar da sevinir. O adam, dehşetli cenazeler olarak gördüğü şeylerin Allah’a ibadet ve onu zikreden vazifeli memurlar olduğunu görse, meğer o yetim ağlayışları, o mazlum bağırışları heyecan ve sevinç çığlıklarıymış diye fark etse ne kadar da mutlu olur. İşte Peygamberimizin getirdiği iman nuruyla kâinattaki her şey birden insana dost olur, kardeş olur. Çünkü iman nuruyla bakan bir insan, her şeyin sahibinin Allah olduğunu anlar. Dünyadaki her şeyin yüce Allah’ın emirlerine göre hareket eden görevliler olduğunu bilir. Mesela geceleri insanı cenazeler gibi korkutan dağ, deniz gibi şeylerin Allah’ı tesbih eden memurlar olduğunu kavrar. Canlı, cansız her şeyin Cenab-ı Hakk’ın sanat eseri olup Allah’ı hatırlatıp O’nu zikrettiklerini fark eder. Hem iman nuruyla bakan bir insan ölümden korkmaz, kabirden ürkmez. Ölmenin ahirete doğmak olduğunu bilir. Etrafında gördüğü ölenlerin de sönmediklerini ve yok olmadıklarını, başka bir âleme göç ettiklerini çok iyi bilir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın öğrettiği bu bakış açısıyla bakan bir mümin, bu hayatın ebedi hayatı kazanmak için verilen bir fırsat olduğunun idrakindedir. Böyle bir bilinçle bakan bir insan, nurlu iman gözlüğü ile baktığından dünyadaki hiçbir şeyin başıboş olmadığını bilir. Kendisinin de büyük bir anlamı ve yüce bir gayesi olduğunu anlayıp dünyaya gönderiliş amacına uygun bir hayat yaşar. Bu sebeple Allah’ın kendisine emanet olarak verdiği kabiliyetlerin, sayılı nefeslerin boşa gitmesine müsaade etmez. Gayretle ve ciddiyetle ebedi cennete layık olmak için çalışır. Peygamberimizin Her Hali Doğruluğuna Delildir Lakin Her Hali Mucize DeğildirSevgili Peygamberimizin hayatını incelediğimizde O’nun da bizim gibi acıktığını, üzüldüğünü, hasta olduğunu, uykuya ihtiyaç hissettiğini görüyoruz. Bu durum bize onun her halinin, her tavrının olağanüstü, insanüstü bir mucize olmadığını gösteriyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın her hâli ve her tavrı, doğruluğuna ve peygamberliğine şâhiddir. Fakat her hâli, her tavrı harikuladeliklerle dolu mucize değildir. Bunun pek çok sebeplerinden biri, Rabbimiz Cenab-ı Hak onu beşer sûretinde göndermiş. Ta ki insanlara her yönden rehber ve örnek olabilsin. İnsanların dünyevi ve uhrevi mutluluklarını sağlayacak işleri, davranışları, amelleri, ibadetleri yapma hususunda önder bir imam olabilsin. İnsanlar ona bakarak, onu örnek alarak hayatlarını düzene koyabilsinler. Bize imam ve rehber olacak zatın bizim nevimizden olması gerekir. Şayet sevgili Peygamberimiz fiillerinde, davranışlarında beşeriyetten çıkıp adeta bir melek gibi olsaydı, insanlara imam ve rehber olamazdı. Hiç yorulmayan, hiç acıkmayan, hiç hasta olmayan biri olsaydı bizlere tam manasıyla rehber ve kılavuz olamazdı. Biz de ona tabi olamazdık. Bununla birlikte Hz. Muhammed (asm) Allah’ın gönderdiği peygamberi olduğunu ispat etmek için bazen harikulade işlere mazhar olurdu. Rabbimiz onun eliyle ihtiyaç halinde mucizeler gösterirdi. Bu gösterilen mucizeler Allah’ı ve peygamberini inkâr eden kâfirlerin inatlarını kırar, onlara yanlış yolda olduklarını gösterirdi. Mucizeler müminlerin de hak ve doğru yolda olduklarını ispat ederek onların imanlarını kuvvetlendirirdi.Peygamberimiz Herkesten Fazla Adetullah Kanunlarına Uyup İnsanlara Örnek OlurduRabbimiz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı, insanoğluna her yönüyle tabi olunacak bir imam ve rehber olarak göndermiştir. Ta ki, insanlar toplum hayatlarına, şahsi hayatlarına, ticaret hayatlarına, aile hayatlarına dair İslami ve Kur’âni usul ve yöntemleri ondan öğrensinler. Allah’ın dünya hayatında koyduğu âdetullah2 kanunlarına itaate alışsınlar. Rabbimizin Peygamberimiz üzerinden bize öğrettiği hakikatlere göre bir hayat yaşasınlar. Şayet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, toplum hayatında ve şahsi hayatında her zaman olağanüstü mucizelere mazhar olsa idi, o vakit tam manasıyla bir önder ve rehber olamazdı.Sevgili Peygamberimiz herkesten fazla Allah’ ın emir ve yasaklarına uyduğu gibi yine herkesten ziyade adetullâh kanunlarına, riayet ve itaat ederdi. Mesela, geçimini sağlamak ve başkasına yük olmamak için rızkını ticaretten kazanırdı. Hurma elde etmek için hurma ağacı dikerdi. Savaşta, bana bir şey olmaz demez, düşmana karşı zırh giyerdi. Askerlerine düşmana karşı tedbirli olmalarını emrederdi. Yapılacak savaşa göre farklı taktik ve stratejiler uygulardı. Her şeyi ben bilirim demez, sahabeleriyle istişare ederdi ve ashabının da birbirleriyle her konuda istişare içinde olmalarını emrederdi. O, hastalandığında şifa için ilaç kullanırdı. Çünkü şifayı verenin Allah olduğunu bilmekle beraber ilacın yine Allah’ın iradesiyle şifaya vesile olduğu gerçeğini göz ardı etmezdi. Peygamberimiz, insan hayatının korunmasını önemsemiş, sağlığın korunması için önleyici tedbirlere başvurulmasını emretmiştir. Öyle ki; 1400 yıl önce bugünkü tıp uygulamalarına benzer tavsiyelerde bulunmuştur. Mesela “Ey Allah’ın kulları! Tedavi olun, çünkü Allah, yarattığı her hastalık için mutlaka bir şifa yaratmıştır. Ancak bir dert müstesna; o da ihtiyarlıktır.” 3 buyurarak tedavinin önemine dikkat çekmiştir “Bir yerde salgın hastalık çıktığını duyarsanız oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde salgın hastalık varsa o bölgeden de ayrılmayın.”4 buyurarak asırlar öncesinden karantina uygulamasına dikkat çekmiştir. Peygamberimiz, öncelikle bütün tedbirleri almamızı, üzerimize düşen bütün sorumlulukları yerine getirmemizi emreder, ondan sonra Allah’a tevekkül edip teslim olmaya davet ederdi. Nitekim bir adam Peygamber Efendimize gelerek, “Ya Resûlallah! Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim.” diye sorduğunda Allah Resulü (sav), “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et!”5 diyerek cevap vermiştir. Bu hadis, bugün bizlere de öncelikle gereken tedbirleri alınması gereken zaman, alınması gereken kalitede almamızı emretmektedir. Mesela, deprem, sel gibi afetlere karşı hazırlıklı olabilmek adına tedbir almamızı ve bu afetlerin yol açacağı tahribatı en aza indirmek için binaları sağlam zeminli yerlere, bilimsel kurallara uyarak yapmamızı öğretmektedir.Yine Sevgili Peygamberimiz, bir vazifeye rastgele bir adamı seçmez, o işe en uygun kişiyi bulmaya çalışırdı. O, ilahi hikmetin yasalarına ve kâinattaki yaradılış kanunlarına uygun hareket ederdi. Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, mağlup eden veya galip getirenin Allah olduğunu bilirdi. Zaferi verenin her şeyin sahibi Allah olduğuna inancı tamdı. O kendi vazifesine dâhil olan yapması gereken her türlü hazırlığı yapar ve alınması gereken her çeşit tedbiri en güzel şekilde alırdı. Böyle olmasına rağmen bazen yenilgiye uğradığı da olmuştur. O ve kahraman sahabeleri her zaman galip gelmemişlerdir. Uğranılan mağlubiyetlerin de pek çok hikmetleri vardır. Nitekim sevgili Peygamberimiz, Allah’ın en sevgilisi Habibullah olduğu halde, davası hak ve elindeki de hakikat olduğu halde Uhud Harbi’nin son kısmında, Huneyn Harbi’nin baş kısmında mağlup olmuştur. O mağlubiyetiyle bile, bizlere örnek olmuştur. Uhud Harbi’nde bir kısım askerimiz ganimet arzusuyla, Peygamberimizin “Yerinizi kesinlikle terk etmeyin!” emrine uymayarak okçular tepesini terk ederek galibiyete giden bir savaşın kaybedilmesine vesile olmuşlardı. Yine Huneyn Savaşı’nın baş kısmındaki mağlubiyette ashab-ı kiram efendilerimizin bir kısmı ilk defa çokluklarıyla övünerek zaferi kazanacaklarına inanmışlardı. İşte böyle zor zamanlarda bile Sevgili Peygamberimiz istikametini muhafaza etmiş, Allah’ın izniyle sahabelerini etrafında tutacak güzel ahlakı kuşanmış ve ümmetine bu konuda da numune-i misal olduğunu göstermiştir. Rabbimiz Yüce Allah bu konuda “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki: sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı.” 6 buyurmuştur.Yine bir gün Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz bir deve yarışması tertip edilmesini istemişti. Bu yarışlar, sahabeleri daha diri tutmak, hayvanları zor şartlara hazırlamak gibi sebeplerle yapılırdı. Peygamberimizin de Kasva isminde bir devesi vardı. Resûl-i Ekrem, bir kimseyi acele olarak bir yere göndermesi gerektiğinde devesini ona verirdi; çünkü Kasvâ çok hızlı koşan bir hayvandı. Peygamberimiz bu yarışlara Kasvâ’yı da sokardı. Daima birinci gelen Kasvâ’yı sonunda bir bedevînin genç devesi geçmişti. Bu durum Peygamberimizin her şeyini canı gönülden seven sahabelerin ağırına gitmiş, biraz şaşkınlığa uğratmıştı. Ashabının şaşkınlığına rağmen Allah Resulü (sav) bu durumu gayet normal karşılayıp bütün asırlara yol gösterecek şu hakikatı söyledi: “Allah’ın dünyada yükselttiği bir şeyi, aşağıya indirmesi onun bir kanunudur!” 7 Evet, Peygamber Efendimiz, yükselen bir şeyin her zaman öyle kalmayacağını, vakti gelince bir gün aşağıya ineceğini ders vermektedir. Şu imtihan dünyasında Allah’ın dışındaki zamana mahkûm her şey böyledir. İnsanlar, şehirler, devletler doğarlar, büyürler olgunlaşırlar. Ancak hep aynı durum ve makamda kalmazlar. Onları yükselten Rabbimiz, hastalık, musibet, yaşlılık gibi farklı vesilelerle yine onları alçaltabilir.O, Kendi Vazifesini Hakkıyla Yapar, Allah’ın İşine KarışmazdıBiz Müslümanların rehber ve örnek almamız gereken en birinci şahsiyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. O, tüm hareket ve işlerinde Allah'ın rızasını esas alırdı. Kendi üstüne düşen vazifeleri hakkıyla yapar. Allah’ın hikmetine itimat ederdi. Neticeyi vermenin veya vermemenin Allah’ın hikmetine ve kudretine ait olduğu şuuruyla hareket ederdi. Sevgili Peygamberimizin (asm) tebliğ konusundaki tutum ve davranışları buna güzel bir misaldir. Mesela peygamberimiz; insan ayırt etmeden herkese imanın güzelliklerini anlatmıştır. Öyle ki en yakın akrabalarına da İslam’a en uzak gözüken insanlara da İslam’ın güzelliklerini gayretle anlatmaya çalışmıştır. Çünkü O “(Habibim, ya Muhammed!) Eğer senden yüz çevirirlerse, artık sana düşen ancak apaçık bir tebliğdir.” 8 ilahi fermanını kendine rehber yapardı. İnsanların O’nun etrafından çekildikleri ve dinlemedikleri dönemlerde bile daha ziyade çalışarak gayretle, şevkle ve ciddiyetle tebliğine devam ederdi. Zira O, “Şübhesiz ki sen, sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin; fakat Allah, dilediği kimseyi hidayete erdirir. Çünki O, hidayete erecek olanları en iyi bilendir.” 9 ayetinin nuruyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk’ın işidir. İnsanın vazifesi ve sorumluluğu ise İslam’ı en güzel şekilde temsil edip yaşayıp anlatmaktır. Peygamberimiz bu şekilde kendi vazifesini en güzel bir tarzda yerine getirir, Cenab-ı Hakk’ın işine karışmazdı. O ihlas ve samimiyetle tebliğini yapar, neticeyi Allah’tan beklerdi. Bizler de Peygamberimizi örnek alarak etrafımızdaki insanların dünya ve ahiret mutlulukları için İslam’ın ve imanın güzelliklerini hem yaşayarak hem de anlatarak ulaştırabiliriz. O, Söylediklerini Önce Kendisi Yaşayan Bir ZattıSevgili Peygamberimiz, Rabbimizin emirlerini ilk önce ve en mükemmel şekilde yerine getirmiş, söylediği her sözü, tavsiye ettiği her davranışı ilk önce kendisi yaparak ümmetine örnek olmuştur. Resul-i Ekrem (sav) insanlara Allah’tan korkun derken, en çok Yüce Allah’tan korkan kendisi olmuş. Güzel ahlakı tavsiye ederken, ahlakın en güzelini kendisi yaşamıştı. Peygamberimiz insanlar içinde Allah’ı en iyi tanıyan, O’na en çok ibadet eden ve şükreden, emir ve yasaklarına en çok riayet eden kişiydi. “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir gazap sebebi oldu.”10 hakikati onun hayatının merkezinde yer alıyordu.O, kullukta herkesten daha ilerideydi. O, söylediklerini kendisi yapmadan başkasına tavsiye etmezdi. Geceleri mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet ediyor, namaz kılıyor ve Rabbine şükrediyordu. Peygamber Efendimiz (sav)’e Allahü Teâlâ sizi tamamen bağışladığını bildirdiği halde neden böylesine sürekli ibadet ediyorsunuz? dediklerinde Peygamber Efendimiz onlara kulluğun en önemli esaslarından olan şükrü hatırlatarak “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?”11 diye cevap vermiştir. Peygamberimizin hanımı Hz. Aişe validemiz anlatıyor: “Resûlullah bizimle konuşur, biz de onunla konuşurduk ama namaz vakti gelince sanki bizi tanımıyor gibi bir hâle gelir, bütün varlığıyla Allah’a yönelirdi.”Yine hicretten hemen sonra Medine’ye Mescid-i Nebevi yapılırken inşasında en çok çalışanlardan, malzeme taşıyanlardan biri O’ydu. Hendek Harbi’nde Medine’nin büyük bir kısmını çevreleyecek şekilde çok uzun ve geniş hendek kazılırken en çok gayret edip sahabelerine örnek bir şekilde canla başla çalışan yine O’ydu.İnsanların söylediklerinin gereğini yapma noktasında en hassas alanlardan biri de cesaret gerektiren hallerdir. İnsana tehlikeli veya zor bir işe girişme kuvvetini veren duygu cesurluk, korkusuzluk, şecaat duygusudur. Cesaret iman ile doğru orantılıdır. Çünkü her hakiki iyilik gibi, cesaretin de menbaı imandır, ibadettir. Her kötülük gibi, korkaklığın da kaynağı imansızlık ve inançsızlıktır. İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz cesarette de en önde ve en zirvede idi. Sahabelerin anlattığına göre Huneyn Muharebesi’nin en şiddetli, herkesin paniğe kapılıp dağıldığı anlarında Resulullah asla geri adım atmamıştır.12 Allah’ın aslanı ünvanına sahip Hz. Ali Efendimiz Peygamberimizin cesaretini şöyle anlatıyordu: “Savaşlarda onun kadar düşmana yaklaşan bir kimse bulunmazdı. Birçok defalar savaşın kızıştığı anlarda Resul-i Ekrem’e sığınırdık.” 131- Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 215-216.2- Ali Rıza Karabulut, Tıbb-ı Nebevi Ansiklopedisi, c. 2, s. 672.3- Buhârî, Tıbb 30; Müslim, Selâm 92-96.4- Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 60.5- Âl-i İmran Suresi, 159. Ayet.6- Buhari, Cihad, 59.7- Nahl Suresi, 182. Ayet.8- Kasas Suresi, 56. Ayet.9- Saff Suresi 2-3. Ayetler.10- Müslim, Sıfâtü’l-münâfikîn, 81; İbn Hıbban, Sahih, II, 36.11- Buharî, Kitabü’l-Cihad: 97; Müslim, Kitabü’l-Cihad ve’s-Siyer, 2812- Müslim, Cihâd, 79
Kul Olmanın Şerefi: Egoya Karşı Nebevî KullukKüçük yaşlarımızdan itibaren hep birilerini taklit ederiz. Bunu kimi zaman bilerek, kimi zaman da bilmeyerek yaparız. Bilmeyerek yapsak da bu durum bir hakikattir, bir gerçekliktir. Madem hayatımız bir taklit üzerinden şekilleniyor. O zaman taklide değer insanları ve taklide değer davranışları örnek almalıyız. Bir Müslüman için Allah’a kulluk ederken taklit mercii Peygamber Efendimizdir (asm). O (asm), Allah’a karşı nasıl bir kulluk sergilediyse, biz de kulluğumuzu yaparken buna göre hareket etmeliyiz. Tâbiîn devri Mekke fıkıh mektebinin tanınmış temsilcilerinden Atâ bin Ebû Rebâh ve Ubeyd bin Umeyr, Peygamber Efendimiz (asm) ile ilgili soru sormak için Hz. Aişe (ra) validemizin yanına geldiler. Ubeyd bin Umeyr; “Anneciğim! Resûl-i Ekrem’de (asm) gördüğün en hayret-âmiz davranışı bize anlatır mısın?” der. Hz. Aişe (ra) bir müddet sustuktan sonra şöyle cevap verir: “Bir gece bana; ‘Ey Aişe! İzin verirsen kalkıp bu gece Rabbime ibadet edeyim.’ dedi. Ben de: ‘Vallahi, ben sana yakın olmayı da seni sevindirecek şeyi de severim.’ dedim. Kalkıp abdest aldı. Sonra namaza başladı. Namazda ağladı ve gözyaşları göğsüne, sakalına ve secde ettiği yere damladı. Daha sonra Bilâl-i Habeşî (ra), sabah ezanını okumaya geldi. Resûlullah’ın (asm) ağladığını görünce; ‘Yâ Resûlallah! Allahü Teâlâ geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affettiği hâlde niçin ağlıyorsun?’ dedi. Resûlullah (asm) ona şu cevabı verdi: ‘Ben Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?’” (İbn Hıbban, Sahih, III, 386).Kâinat, Peygamber Efendimizin (asm) yüzü suyu hürmetine yaratıldığı halde, geçmiş ve gelecek bütün günahları affedildiği halde ve Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen, O’nun (asm) kendini yıpratırcasına ibadet ettiğini kaynaklardan öğreniyoruz. Allah’a yalvarırdı, tevbe istiğfarda bulunurdu. Anlattığı her şeyi noktasına, virgülüne kadar önce kendisi yaşardı. O yüzden yürüyen Kur’ân olarak da anılmaktaydı. Ne peygamberliğine, ne Allah’ın yanındaki kıymetine, ne de makamının büyüklüğüne güvenirdi. Allah’a kullukta, fedakârlıkta, İslâm için çalışmakta, herkesten öndeydi. Asrımızın bir takım egolu makam ve kısmî ilim sahiplerini görünce, Resûlullah Efendimizin (asm) kulluğu akla geliyor. Bilmediği, bildiğinden çok fazla olduğu halde egonun, kibrin zirvesini yaşayan, dünyevî geçici makamların verdiği özgüvenle başı havalarda gezen bu çeşit insanlar, yapmaları gereken kulluk vazifelerini eksik yapıyorlar. Ama buna karşın kibrin, kendini beğenmişliğin, diğer insanlardan kendini üstün ve faziletli görmenin timsalleri gibi aramızda dolaşıyorlar. Halbuki Peygamber Efendimizin (asm) uygulamalarıyla müşahede ettiğimiz Nebevî kulluk bize farklı şekilde yaşamamız ve davranmamız gerektiğini gösteriyor. Nebevî kullukta aslında bir zorlama yoktur. Kişi isteyerek ve severek Rabbine kulluk eder. Çünkü aslında ne olduğunu, nereden geldiğini, gücünün, aklının ve sağlığının kaynağını bilir. İlim tahsili her şeyin başında gelse de kişi ilmiyle gururlanacağı bir seviyeye hiçbir zaman çıkamaz. O ilmin de sahibi Allah’tır. İlim, faydalı işler için kullanılmak üzere, Allah’ın verdiği izinle tahsil edilir. Hatta meyveli ağacın dallarının eğilmesi gibi, hakiki ilim sahipleri, ilimleri arttıkça daha mütevazi olurlar. Bunu biz Resûlullah’ın (asm) uygulamalarında görürüz. Hem Allah’ın en sevgili kulu, hem son peygamber, hem de devlet başkanı olduğu halde yaşantısında ve insanlarla olan ilişkisinde bir değişiklik olmamıştır. Cahiliye döneminde gösteriş için ikramda bulunma âdeti vardı. Arap Yarımadası’nda o devirlerde yaşayan insanlar, sırf kendilerine cimri denilmesin diye, misafirlerine yedirirler, içirirler ve cömert davranırlardı. Buna karşın Nebevî kullukta misafirlere ikram, Allah rızası için yapılır. Şan, şöhret ve şeref kazanmak için yapılmaz. Bu örnekten yola çıkarak, her alanda gösterişten kaçınmak gerektiği dersini alabiliyoruz. Benzer şekilde ilim meclislerinde başkalarına üstünlük kurmak, karşısındakini susturmak ve ne kadar yüksek bir ilme sahip olduğunu herkese göstermek için tartışma yapılmaz. Bu konuda Huzeyfe’den (ra) rivayetle Resûlullah (asm) buyurmuştur: “İlmi, âlimlere karşı övünmek, cahillerle münakaşa etmek ve insanların teveccühünü kazanmak için öğrenmeyiniz. Kim böyle yaparsa o kimse ateştedir.” (İbn Abdülber, İstîâb, 138)İbadetler ve salih ameller gösterişten uzak bir şekilde sırf Allah için yapılmalı. Peygamber Efendimizin (asm) gazvelerine; kadınlar ne kadar cesur adam, desinler diye katılan birinin savaş sırasında hayatını kaybetmesiyle, şehadet makamını elde edememesi önemli bir örnek olarak karşımıza çıkar. Gazveye katılan Sahabeler gibi savaşıyor hatta sonunda hayatını feda ediyor. Ama niyeti farklı olduğu, gösteriş amacı güttüğü ve egosunu tatmin etmeye çalıştığı için azim bir sevap ve ebedî bir sadetten mahrum kalıyor. Aradaki fark sadece tarz-ı nazardır. Bugünkü ifadesiyle bakış açısı diyebiliriz. Yaptığımız işi bakış açısı ile değiştirip, egomuzu bir kenara atıp, Allah’a kul olmanın şerefine nail olabiliriz. Ego şişirmeyi insan sadece kendisine yapmaz. Başkalarının egosunu şişirmeyi iyi bilenler de mevcuttur. Bunlara karşı da ikaz var. Resûlullah (asm) buyurmuştur: “…Kim, görsünler ve duysunlar diye bir kişiyi yüceltirse Allah da kıyamet günü onun gösteriş ve insanlara duyurma niyetini ortaya çıkarır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35)
Eğil ki Kendine Gelesinİnsana doğuştan verilen benlik duygusu, aslında büyük bir nimet... ama aynı zamanda büyük bir sorumluluktur. Eğer bu duygu doğru terbiyeyle şekillenirse, insanı Rabbine götüren bir pusulaya dönüşür. Ama sahipsiz kalırsa, en büyük tuzaklardan biri hâline gelir.Bediüzzaman Hazretlerinin dikkat çektiği gibi, günümüzde İslam terbiyesinin zayıflaması ve ibadetin ihmali, benlik duygusuna haddinden fazla alan açtı. İnsan kendini merkeze koymaya, her şeyi kendi çıkarına göre değerlendirmeye başladı. Bu da onu zamanla hem kendine, hem topluma, hem de Rabbine karşı yabancılaştırdı.Oysa bu benlik, bize, Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamak için verilmiş bir ölçüydü. “Ben biliyorum” derken, aslında Allah’ın Alîm ismini tanımamız beklenirdi. “Güç bende” dediğimizde, Kadir ismini fark etmemiz gerekirdi. Ne var ki ibadetsiz hayat, bu dengeyi kaybettiriyor. İnsan, sahip olduğu şeyleri kendine mal ediyor; ilmiyle kibirleniyor, kudretiyle övünüyor. İşte tam bu anda şeytan devreye giriyor. Nefsi okşayan cümlelerle: “Senin doğrun özel, sen daha iyi bilirsin...” diyerek, kişiyi hakikatten uzaklaştırıyor.Bu noktada enaniyet, sadece bir karakter meselesi değil; toplumun birçok yarasının kaynağı olarak çıkıyor karşımıza. Çünkü ibadetten kopmuş bir benlik, ne sınır tanır ne de sorumluluk taşır. Ailede tahammülsüzlük, toplumda güvensizlik, ümmette çözülme... bunların hepsi, benliğin merkeze alındığı bir hayatın sonucudur.İşte bu yüzden İslam terbiyesi olmazsa olmazdır. Çünkü namaz, oruç, zekât gibi ibadetler sadece ritüel değildir. Bunlar insanın haddini bilmesini, kendi aczini fark etmesini sağlar. Her ibadet, benliği törpüler ve insanı kendine değil, Rabbine yöneltir. Bu yöneliş, sadece kişinin kalbinde değil, toplumun her köşesinde denge ve huzur getirir.Kulluk, insanı kendine mahkûm olmaktan kurtarır. Çünkü insan, sadece kendine kaldığında ya arzularına esir olur ya da nefsinin susmayan talepleriyle tükenir. Secde, insanın içindeki gizli ilah olma hevesini bastırır. Yani “her şeyi ben bilirim, ben yaparım” diyen nefsin elinden mikrofonu alır ve “Sen bilirsin Ya Rab” dedirtir. Bu, insanı küçültmez; aksine gerçek anlamda özgürleştirir.Bugün kimlik krizi yaşayan, anlam arayışında boğulan, hayatı neden yaşadığını bile tam bilmeyen yüzbinlerce insan var. Ruhlar yorgun, gönüller yaralı. Her şey var ama huzur yok. Kalabalıklar içindeyiz ama hep biraz eksik, hep biraz kırık gibiyiz. Çünkü insan, Rabbini unuttukça kendini de unutuyor. Allah’ı hatırlamayan bir kalp, ya nefsine kul olur ya da başkalarının yönlendirmelerine. Kimi kariyer peşinde tükenir, kimi görünür olma arzusunda kaybolur, kimi kendi doğrularında yalnızlaşır.Gerçek özgürlük, insanın kendini merkeze almaktan vazgeçip Allah’a yönelmesiyle başlar. Çünkü o zaman benlik susar, kulluk konuşur. O zaman kalp gerçek huzura açılır. Ve insan hem kendini hem hayatı asıl manasıyla kavramaya başlar. Huzur da işte tam burada doğar: İnsan, kendini tanıdığında Rabbini tanır, Rabbini tanıdığında da kendini bulur. Kendini bulduğunda ise, başkalarının da yolunu aydınlatır.
Nebevî Toplum Tasavvurunun Çağdaş İktisadi TemelleriBugünün dünyası; kontrolsüz kapitalizmin meydana getirmiş olduğu ekonomik krizler, servet eşitsizliğini zirveye taşıyan göç dalgaları ve kaynak savaşlarıyla tetiklenen çatışmalarla boğuşmaktadır. İnsanlık onurunu (eşref-i mahlûkat) bir meta, bir üretim aracı olarak gören mevcut sistemler iflas etmiş durumdadır. Bu küresel ekonomik kaosa karşı, Nebevî toplum tasavvuru, insaniyet merkezli ve ahlaki temelli bir alternatif sunar. Temelinde adalet, merhamet ve özgürlük yer alan bu tasavvurun iktisadi diriliş yolu, umut, sabır ve direniş ilkeleriyle birlikte, faiz sisteminden kaçmanın ehemmiyetinden geçer.1. Nebevî İktisadın Kalbi: Faizsiz Sistemin EhemmiyetiHz. Peygamber’in (sav) tesis ettiği iktisadi sistemde adalet (mizan), servetin sadece belli ellerde birikmesini önleyen mekanizmalar üzerine kurulmuştur. Bu mekanizmaların en radikal ve belirleyicisi ribanın (faiz) yasaklanmasıdır.Faiz, emeğe dayanmayan, paranın parayla kazanıldığı ve varlıklı olanı daha da zenginleştirip, borçluyu ise sömürerek servet eşitsizliğini kalıcı yapan bir sistemdir. Faiz, sermayenin riskli ancak üretken alanlara akmasını engeller; bunun yerine güvenli ancak ahlaki olmayan kazanç yollarını teşvik eder. Faizsiz finansın ehemmiyeti şuradadır:Risk Paylaşımına Dayalı Üretim: Faizsiz modeller (Örn: Mudaraba, Müşareke), sermayedar ile girişimcinin kârı ve zararı paylaşmasını esas alır. Bu, parayı pasif bir araç olmaktan çıkarıp, aktif olarak reel ekonomiye ve üretime yönlendirir.Sosyal Adalet ve İstikrar: Faizin kaldırılması, borç batağının ve spekülatif balonların oluşumunu minimize eder, böylece ekonomik krizlerin şiddetini azaltır. Bu, aynı zamanda toplumda merhamet ve dayanışma bağlarını güçlendirir.Mülkiyet Ahlakı: Nebevî iktisatta insan, malın gerçek sahibi değil, emanetçisidir. Faizsiz finans, mülkiyetin toplumsal sorumlulukla kullanılmasını gerektiren bu ahlakı destekler.2. Bediüzzaman’ın İktisadi Adalet VizyonuModern dönemin büyük mütefekkirlerinden Bediüzzaman Said Nursi, küresel kapitalizmin ürettiği sosyal ve ekonomik uçurumu tespit etmiş ve bu duruma karşı faizsiz bir çözüm önermiştir. O, toplumsal adaletsizliğin kaynağını “menfi meslek” olarak adlandırdığı faiz ve terk edilen zekât prensibinde görür.Faiz (Menfi Meslek): Bediüzzaman, faizi, “hayat-ı içtimaiyenin zehri” ve “insanların sermayelerini yiyen” bir canavar olarak niteler. Faiz, servet akışını sadece zenginlere yönlendirerek, toplumu sefalete sürükler ve “açlık ve sefalet” yüzünden ortaya çıkan komünizm gibi yıkıcı cereyanlara zemin hazırlar. Ona göre, faiz alınıp verilmeye devam ettikçe, toplumsal huzur ve istikrar mümkün değildir.Zekât (Müsbet Meslek): Faize karşı Bediüzzaman’ın sunduğu en güçlü çözüm ise zekât prensibinin ihyasıdır. Zekât, paranın fakirler lehine dolaşımını sağlayan, servet sahiplerini toplumsal sorumluluğa davet eden ve “fıtrî bir kanun” olan mali bir ibadettir. Zekâtın yaygınlaşması, açlığı ve yoksulluğu ortadan kaldırır; böylece zengin ile fakir arasındaki düşmanlık hissini ortadan kaldırarak toplumda merhamet ve barışı tesis eder. O, zekâtı “sermayenin bir nevi sigortası” olarak görür; çünkü fakirleri de gözeterek toplumda infiali önler.3. İktisadi Krizden ÇıkışDünya ne kadar karanlık görünürse görünsün, Hz. Peygamber’in (sav) ümmetine öğrettiği umut, sabır ve direniş ilkeleri, ekonomik buhran dönemlerinde de bir yol haritası çizer.Umut ve Eylem: İktisadi krizlerdeki umut, pasif bir bekleyiş değil, faizsiz finans araçlarını geliştirmeyi, adil ticaret pratiklerini benimsemeyi ve helal üretime odaklanmayı teşvik eden aktif bir eylemdi.Sabır ve Özgürlük: Sabır, kısa vadeli spekülatif kazanç hırsına karşı durarak, uzun vadeli, ahlaki ve etik değerlere dayalı iş modelleri kurma metanetini sağlar. Bu, ekonomik kararlarımızda vicdan özgürlüğümüzü ve adalet tercihimizi korumanın temelidir.İktisadi Direniş: Direniş (kıyâm), sadece askeri değil, aynı zamanda faizli borçlandırmaya, tekelciliğe ve emek sömürüsüne karşı durmaktır. Tüketici olarak şuurlu tercihler yapmak ve faizsiz finansal kurumları desteklemek, bu direnişin modern ve en etkili biçimleridir.Çare: Ahlaki İktisada Yeniden DönüşHz. Peygamber’in toplum tasavvurunu yeniden yorumlayan Üstad Bediüzzaman, çağımızdaki ekonomik krizlerin çözümünün yalnızca teknik düzenlemelerde değil, ahlaki ve manevi temelden sapmada yattığını hatırlatmaktadır. Ayrıca, adalet, merhamet ve özgürlük ilkeleriyle inşa edilecek bir iktisadi yapı; helal kazancı ve faizsizden kaçmayı temel alarak, israfı değil iktisadı, spekülasyonu değil üretimi, miskinliği değil gayreti, sömürüyü değil emeğin hakkını, adaletsiz birikimi değil, servetin adil dağıtımını merkeze alır. Umut, sabır ve direniş ruhu ise, bu idealin gerçekleşmesi için gereken azmi sağlar. Demek ki, modern insanlığın buhranından çıkış, ancak bu Nebevî vizyonla yeniden canlandırılan ahlaki iktisat modelini benimsemekle mümkündür diyebiliriz. Zira, hâl-i âlemin adaletsizliği ve perişaniyeti de bu davayı ispat eder.
Hayatın Konforu Güzel Ahlâktan GeçerBir toplumun gerçek refahı yalnızca ekonomik göstergelerle ölçülemez. Gerçek refah; sokakta tebessüm eden yüzlerde, evlerde sükûnet bulan gönüllerde, işini hakkıyla yapan insanlarda ve kalbinde Allah’ın rızasını taşıyan kullarda gösterir kendini. Bunun yolu eğitimden, siyasetten, ekonomiden önce güzel ahlâktan geçer. Güzel ahlâk ise Sünnet-i Seniyye’ye ittiba ile kendini bulur.Kriz: Konfor Büyürken Huzur KüçüldüBugün dünya, teknolojik ilerlemenin zirvesinde ama ruhî buhranların ortasında yaşıyor. Gökyüzüne uydular yerleştiren insan, kendi kalbine merhameti yerleştirmekte zorlanıyor. Maddî refah arttıkça, manevî mahrumiyet de derinleşiyor. Avrupa, yüzyıllar önce dini hayattan uzaklaştırarak “özgürlük” zannettiği bir serüvene atıldı. Fakat o özgürlük, kısa sürede sefahatin kapısını araladı. Şehvet ve çıkar üzerine kurulan medeniyet, insana zahiri bir refah getirdi ama huzuru da elinden aldı.Aslında bu gidişin temelinde medeniyetin günahları vardı ve faziletlerini bastırdı. Dış görünüşteki ihtişamın ardında, insanın iç dünyasında çöküş yaşandı. Sa’y, yani çalışmak, üretmek ve gayret etmek artık sefahati doyurmaya yetmez hâle geldi. Çünkü terakki, din ve fazileti rehber edinmek yerine, nefsin arzularını ve dünyevî zevkleri merkeze aldı. Dinin yerine hazzı koyan medeniyet, ne kadar büyürse büyüsün, içinde taşıdığı boşluğu dolduramadı.Evet, bu yozlaşmanın iki kök sebebi vardır: Birincisi; din ve fazileti medeniyetin esası yapmamakla sefahate izin vermek, nefsin şehvetine muvafakat etmektir. İnsan, sınırları kaldırdıkça özgürleşeceğini sandı; oysa ölçüsüzlük, insanı esir etti. İkincisi; hubbü’ş-şehevât, yani arzulara aşırı düşkünlük ve diyanetsizlik sebebiyle kalplerden merhamet çekildi. Bu da maişette, yani geçim düzeninde, dehşetli bir eşitsizlik doğurdu. Kimileri ihtiyaç fazlası bollukta yaşarken, kimileri en temel haklardan mahrum kaldı.Şimdi görünen şudur: Binalar yükseliyor, aileler yıkılıyor. İletişim hızlanıyor, kalpler uzaklaşıyor. İnsan, eşyaya hâkim olduğunu zannettikçe kendi duygularının kölesi hâline geliyor. Nihayetinde refahın zirvesine çıkan insanlık, ruhen çökmeye başladı. Çünkü kuvveti hakka tercih eden, menfaati faziletin önüne koyan bir düzen; sonunda adaleti değil, hıyaneti doğurur ve öyle de oldu.Ya biz? Biz, bir zamanlar ilmin, adaletin ve faziletin öncüsü bir millet idik. Medreselerimizde ilim yalnızca bilgi değil, hikmet ve irfan olarak öğretilir; vakıf müesseseleriyle şehirlerin dokusuna merhamet işlenirdi. Adalet, sultanın bile üstünde kabul edilen bir ölçüydü. Mimari, musiki, edebiyat ve toplum düzeni birbiriyle uyum içinde hareket ederdi. Hayatın merkezinde Allah rızası ve güzel ahlâk vardı.Ancak Osmanlı’nın son döneminde devlet zayıflayıp iç ve dış baskılar arttıkça, çözümü kendi değerlerimizi tahkim etmek yerine, Batı’yı taklit etmekte aramaya başladık. Batı’nın parıltılı vitrini gözümüzü aldı; fakat vitrinin arkasından gelecek manevî çöküşü fark edemedik. Medeniyetimizi yenilemek yerine, kendimize yabancılaştık. Modernleşmeyi özümüzü terk etmek zannettik.Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu yöneliş radikal bir kopuşa dönüştü. Harf inkılabı ile hafızamızın kapısı kapandı; geçmişimiz bize yabancı hâle geldi. İbadet dili değişti, dinin toplumdaki görünürlüğü daraltıldı. Dindarlık geri kalmışlık, ahlâk çağ dışılık gibi gösterildi. Kökü inkâr edilen bir toplum olarak, kendisiyle bağını kaybeden bir yapıya itildik. Neticede biz de Batı’nın yaşadığı aynı hastalığa yakalandık: Çok şeye sahip olup hiçbirinden tat alamamak. Evler büyüdü ama huzur küçüldü. İmkânlar arttı ancak memnuniyet azaldı. Konfor arttıkça kalpler daraldı.Bugün insanlık, görünüşte medenî ama hakikatte yorgun. Çünkü ruhun gıdası, ahlâktır; kalbin huzuru, adalettir; toplumun istikrarı, merhamettir. Bunlar kaybolduğunda, en ileri teknoloji bile karanlığı aydınlatamaz.Reçete: Kurtuluşun Adı Güzel Ahlâk“Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size çok düşkündür; müminlere karşı şefkat ve merhamet doludur.” (Tevbe, 128) Bu ayet, Peygamber Efendimizin (sav) ahlâkının merkezini işaret eder: şefkat. O’nun kalbi, insanlığın acısıyla atan bir kalpti. Taif’te taşlandığında bile beddua etmedi; “Belki içlerinden iman eden çıkar.” diye dua etti. Çünkü O, insanı bir yük değil, bir emanet olarak görüyordu.O’nun getirdiği ve hayatıyla tüm insanlığa rol model olarak sunduğu ahlâk bir döneme değil, tüm zamanlara hitap eder. Peygamber Efendimiz (sav), ne saltanata ne ordu gücüne ne de zenginliğe dayanarak değiştirdi insanlığı. O’nun mucizesi kalpleri fethetmesiydi. Kurduğu toplum, silahla değil; güvenle yükseldi. O güvenin kaynağı da imandan gelen ve O’nun şahsında tecelli eden dürüstlük, merhamet, adalet ve tevazuydu.O’nun terbiyesinde yetişen insanlar kısa zamanda çölün sertliğini merhametin iklimine çevirdiler. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen bir toplum, bir karıncanın incinmesinden korkar hâle geldi. Cahiliye karanlığı, Resulullah’ın ahlâkının nuruyla dağılmıştı.Bugün dünya yeni bir karanlık dönemden geçiyor. Şekiller değişti, fakat mesele değişmedi: İnsan, insanlığını kaybediyor. O zaman, bu zamanda da çare yine aynıdır: Resûlullah’ın ahlâkı. Çünkü O’nun ahlâkı; adaletle merhameti, güçle tevazuyu, akılla kalbi, hakla sevgiyi bir arada tutan bir denge dersidir. Modern dünyanın çarkları arasında sıkışıp daralan ruh, ancak O’nun ahlâkının gölgesinde nefes alabilir. Zamanın problemlerini tamir etmek, teknolojiyi artırmakla değil; kalbi terbiye etmekle başlar. Gerçek huzur, dışarıdan değil; içeriden doğar.Bu çağda izlenecek yol açıktır: Allah’a imanla kalbi genişletmek ve şefkat iklimine taşınmak, Resulullah’ın ahlakını hayatımıza taşımak, gücü adaletle kullanmak, tevazuyu karakter hâline getirmek ve merhameti hayatın dili yapmak. İnsan yeniden insan olmak istiyorsa, bunun yolu O’nun yolundan geçer. Çünkü hakiki medeniyet dışın süsü değil; kalbin dirilişinde başlar.Uygulama: Konforun Aslı Kalp HuzurudurModern dünyanın en büyük yanılgısı, konforu eşya ve imkân çokluğunda aramasıdır. Oysa gerçek konfor, teknolojide değil; kalbin huzurundadır. Nitekim Resûlullah (sav) “Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil; gönül tokluğudur.” buyurur. İnsan, sahip olduklarıyla değil; sahip olduklarından razı olmasıyla huzur bulur. Bugün yeryüzünde en çok tüketilen şey memnuniyettir; ancak memnuniyet satılan bir şey değil. Memnuniyet, kalbin terbiyesi ile kazanılan bir hâldir.Kalp huzurunun özü ise Allah’ın rızasını merkeze almaktır. Kul, her işinde rızâ-yı İlâhî’yi gözettiğinde; elde ettiğine razı, kaybettiğine teslim olduğunda kalbi genişler, dünya darlığından kurtulur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ve onlar ki, Rablerinin rızasını arzu ederek sabrederler, namazı hakkıyla kılarlar, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizlice ve açıkça (Allah yolunda) sarf ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar; işte onlar var ya, onlara (dünya) yurdun(un güzel) âkıbeti vardır.” buyrularak rızâ hâlinin sabır, ibadet, infak ve güzel ahlâk ile inşa edildiği bildirilmektedir. Bediüzzaman Hazretleri ise bu hakikati, “Hayatın lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız; ferâizle ziynetlendiriniz; günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”1 sözüyle özetler. Demek ki insanın huzuru, kalbini imarla; ibadetlerini titizlikle yerine getirerek; günaha götürebilecek her yoldan uzak durarak ve güzel ahlâkla kendini inşa ederek elde edilir.Bu güzelliklerin zirvesi, Resûlullah (sav)’in sünnetinde tecelli eder. Allah Teâlâ, “Andolsun ki sizin için Allah’ın Resulünde en güzel örnek vardır.” buyurur. Üstad Bediüzzaman da, Resûlullah’ın sünnetinin takip edilmesi gereken en sağlam rehber, en güvenilir yol ve en muhkem ölçü olduğunu ifade eder. Çünkü o, güzel ahlâkın en yüksek mertebesini temsil eder; insanlığı kemâle erdirir; kalbi huzura, ruhu sükûna davet eder. O’na uyanlar dünyada vakar ve izzete, ahirette ise saadete kavuşurlar.Bir toplumun gerçek refahı yalnızca ekonomik göstergelerle ölçülemez. Gerçek refah; sokakta tebessüm eden yüzlerde, evlerde sükûnet bulan gönüllerde, işini hakkıyla yapan insanlarda ve kalbinde Allah’ın rızasını taşıyan kullarda gösterir kendini. Bunun yolu eğitimden, siyasetten, ekonomiden önce güzel ahlâktan geçer. Güzel ahlâk ise Sünnet-i Seniyye’ye ittiba ile kendini bulur.Bu sebeple huzur, koltukta, arabada, evde, eşyada ve markada değildir. Huzur, kalpte, karakterde ve kullukta gizlidir. Çünkü gerçek konfor, eşyanın değil; imanın ve teslimiyetin meyvesidir.1- Kastamonu Lahikası, 205
Kimlik ve Kişilik İnşasında Sünnet-i Seniyyenin RolüHuzur uzaklarda değil, modern dünyanın yorucu yollarında hiç değil. Geçmişte yaşayanlar gibi bugün de insan, gerçek rahatlığı ve kalıcı huzuru ancak Allah’ta buluyor. Sünnet ise bu huzura açılan en sade, en fıtrî ve en güvenli kapı olarak insanın önünde duruyor.Modern insan, hayat kalitesini artırmak için birçok yol deniyor. Nefes teknikleriyle nefesini düzeltmeye çalışıyor, ertesi gün küçük alışkanlıklar kitabına sarılıyor. Zaman zaman motivasyon videolarından güç almaya, bazen de mindfulness uygulamalarıyla zihnini toparlamaya uğraşıyor. Fakat bütün bunların ortasında bir eksiklik var: anlam arayışı. İnsan, yaptığı şeylerin içini dolduracak bir anlam arıyor. Çünkü anlamı olmayan hiçbir davranış huzur üretmiyor. Psikolojinin “anlam inşası” dediği mesele, aslında ruhun çok daha eskiden beri bildiği bir hakikati fısıldıyor: Niyet ve değer bir davranışa ruh kazandırdığında, o davranış insana şifa oluyor.Tam da burada sünnet-i seniyye devreye giriyor. Çünkü modern insanın aradığı o derin anlamı, sünnete uymanın insanın ruhunda açtığı kapı taşıyor. Besmeleyle başlanan bir lokma, yüze yerleşen bir tebessüm, selâm vermek, sağına yatmak ve yatmadan önce dua etmek, yemeğe tuzla başlamak, evden sol ayakla çıkmak, mescide sağ ayakla girmek vb.… Bunlar hayatın sıradan parçaları gibi görünür; fakat bu hareketi “Bunu Sevgili Peygamberim böyle yapardı” düşüncesiyle yaptığında, kalpte sessiz ama güçlü bir aidiyet hissi doğuyor: “Hayatım boş değil. Attığım adımların bir yönü, bir değeri var. Ben sahipsiz bir yolun yolcusu değilim.”Bu yaklaşım insanın iç dünyasında güçlü bir temel oluşturuyor. Çünkü insan, ne kadar büyük hedefler kursa da aslında kimliğini küçük ve tekrar eden davranışlarla kuruyor. Karakter dediğimiz şey; bir anda ortaya çıkan büyük bir irade patlaması değil, her gün atılan o küçük adımların birikirken insanda bıraktığı izdir. Bugünün psikolojisi de bunu net bir dille ifade ediyor: İnsanı değiştiren şey büyük kararlar değil, sıradan anlarda yapılan anlamlı küçük tercihlerdir.Bir insan gün içinde defalarca “Ben böyle yaşamayı seçiyorum” diyorsa, bu tekrarlar zamanla onun kimliğine dönüşüyor. Çünkü modern psikolojinin ortaya koyduğu net bir gerçek var: Küçük davranışlar, kimliğin temel taşıdır. İnsan büyük kararlarla değil, tekrar eden anlamlı küçük tercihlerle şekillenir. Nörobilim bu duruma “nöral yolların güçlenmesi” der; her tekrar, beyinde yeni bir iz açar ve zamanla o iz kişiliğin bir parçası olur. Yani insan aslında attığı adımlarla kendi iç dünyasına “kim olacağını” yazar.Sünnete riayet eden biri de her küçük davranışla kendi içinde yeni bir benlik inşa ediyor. Çünkü sünnet sadece bir davranış biçimi değil; insan ruhunu terbiye eden, karakteri dönüştüren bir ilâhî programdır. O programın her adımı, insanın fıtratına uygun bir ölçü taşır. Bu yüzden her sünnet uygulaması, insanın yaratılışındaki güzelliği açığa çıkaran ince bir dokunuş gibidir. Her ölçülü adım; kişinin iç dünyasına şu mesajı yüklüyor: “Ben böyle bir insan olmak istiyorum.” Bu cümle modern psikolojinin yıllar sonra keşfettiği “identity based habits” teorisinin tam karşılığıdır: İnsan ne yapıyorsa ona dönüşür.Bu tekrar eden davranışlar bir süre sonra kişinin aynası hâline geliyor. İnsan kendini daha derli toplu hissediyor; çünkü hayatında bir ölçü ve düzen beliriyor. Daha huzurlu hissediyor; çünkü davranışlarının bir anlamı, bir yönü ve bir değeri olduğunu görüyor. Daha değerli hissediyor; çünkü küçük bir hareketle bile Allah’ın rızasına yöneldiğini biliyor.Risale-i Nur da aynı hakikati daha geniş bir pencereden şöyle ifade eder: Sünnete ittibaı kendine adet edinen, âdetlerini bile ibadete çevirir; ömrü semeredar ve sevaplı hâle gelir. Yani insanın hayatı küçücük dokunuşlarla daha derli toplu, daha huzurlu ve daha değerli bir çizgiye oturuyor.Sünnet sadece anlam kazandırmıyor; insana farkındalık da öğretiyor. Mindfulness’ın iddia ettiği “anı bilinçle yaşama” hâli, sünnetin asırlardır gösterdiği bir denge biçimidir. Yemeğe besmeleyle başlamak, suyu yavaş ve üç defada içmek, karşıdakini dikkatle dinlemek… Bunların hepsi insanı otomatik hayattan çıkarıp bilinçli bir hayata taşır. Huzur da zaten tam burada, o farkındalık eşiğinde doğuyor. Ayrıca sünnet insanın fıtratına en uygun ölçüleri sunuyor. Çünkü Peygamber Efendimizin hayatı, insanın yaratılışına en uygun ritim ve hikmetle örülmüştür. Bu yüzden sünnet, modern dünyanın karmaşasında yorulan insana rahatlık veren bir düzen, bir nefes, bir merkez kazandırıyor.Sonunda insan şunu fark ediyor: Aradığı dinginlik, huzur, umut ve denge aslında hep yanı başındaymış. Modern psikolojinin farklı başlıklar altında yeniden keşfettiği pek çok şey, sünnetin ince çizgisinde zaten mevcutmuş. Küçük taşlar yerine konunca insanın iç mimarisi tamamlanıyor; hayatın sıradan anları bile anlam kazanıyor. Ve kişi günün sonunda “Ben değerli bir yolun içindeyim; hayatım küçük adımlarla büyük bir manaya bağlanıyor” duygusunu taşıyor.Çünkü insan, “Bunu Peygamberim böyle yapardı” diye düşünerek attığı her adımda kalbini doğru yöne çeviriyor. Bu yöneliş, onu farkında olmadan Rabbine yaklaştırıyor. Huzur-u daimî dediğimiz hâl de işte bu küçük hatırlayışların birleşmesinden doğuyor. Kalp neye dönerse onunla şekillenir; yön her defasında Allah’a döndükçe insanın içi toparlanıyor, zihni berraklaşıyor, ruhu sakinleşiyor. Sünnet, insanı gün boyunca defalarca bu yönelişe davet ederek kalbe sessiz bir huzur yerleştiriyor.Ve sonunda insan şunu anlıyor: Huzur uzaklarda değil, modern dünyanın yorucu yollarında hiç değil. Geçmişte yaşayanlar gibi bugün de insan, gerçek rahatlığı ve kalıcı huzuru ancak Allah’ta buluyor. Sünnet ise bu huzura açılan en sade, en fıtrî ve en güvenli kapı olarak insanın önünde duruyor.Sünnet böyle bir şey işte: Sesi yüksek olmayan ama ruhu derinden toparlayan bir yol… İnsan yürüdükçe hayatı sadeleştiren, berraklaştıran, güzelleştiren bir rehber. Modern arayışların gürültüsü içinde kaybolan ruhu, kendi evine döndüren bir hatırlatıcı.
Sıdk: Kurtuluşun Tek Yoluİnsanlığının önünde iki yol var: Sıdk ve kizb. Biri nura çıkarır, diğeri nara. Biz doğruluğu yeniden dirilttiğimizde, yalnız kendi iç dünyamızı değil; medeniyeti de ayağa kaldırmış oluruz. Çünkü sıdk, sadece bir kelime değil; bir ahittir. Bu ahde sadık kalanlar, çağların yalanını aşacak ve hakikatle buluşan yeni bir insanlık inşa edecektir.Bediüzzaman Hazretleri, hayatı boyunca yaptığı ilmî araştırmalar, şahit olduğu ictimaî buhranlar ve hayatın bitmek bilmeyen çalkantıları neticesinde bir hakikate dayanarak şöyle der: “Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır.” Yani doğruluk, İslâm’ın yalnızca ahlâkî bir tavsiyesi değil; bizzat medeniyetinin temeli, ruhunun özü ve toplumun omurgasıdır. Kendi ifadesi ile “ulvî seciyelerinin râbıtasıdır ve hissiyât-ı ulviyesinin mizâcıdır.”Bugün bilgi her yerde, ama hakikat neredeyse yok gibi. Görüntüler, sözler ve algılar gerçeğin üzerini bir sis gibi kaplıyor. İşte bu çağda Üstad’ın sıdkı ihya çağrısı, cemiyetin yeniden dirilişini hedefleyen bir inkılaptır. Çünkü onun nazarında doğruluk, yalnız dille söylenen bir hakikat değil; niyetin, aklın, kalbin ve ictimaî düzenin temelidir.Bediüzzaman Hazretleri devamla der ki: “Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak.” Zira iman, hakikate teslim olmaktır; yalan ise hakikati çarpıtmaktır. Her yalan, kâinatta kurulmuş ilahî düzene karşı “hayır, öyle değil” demektir. Bu yüzden yalan, sadece insanı değil, varlığın hakikatini de yaralar.Küfür, kizbin en yoğun hâlidir; hakikati örtmektir. İman ise sıdkın en parlak zirvesidir; hakikati kabul ve itiraf etmektir. Bu yüzden sıdk, aynı zamanda insanın varlıkla uyumlu yaşamasının da manevi anahtarıdır.Tarihte doğruluğun en temiz ve en muazzam örneği Asr-ı Saâdet’tir. Resûlullah (sav) “el-Emîn” sıfatıyla doğruluğu yaşayan/yaşanan bir şahsiyete dönüştürmüş, hakikat hazinelerinin kapısını sıdkla açmıştır. Sahâbe-i Kiram da bu sıdkın müşterisi olmuş, yalanı yalnızca günah değil; izzetine dokunan bir kir olarak görmüştür. Müseylimetü’l-Kezzâb gibi yalancılar, tarihin karanlığına gömülürken; doğruluğun temsilcileri medeniyet inşa etmişlerdir. Çünkü o çağda en kıymetli sermaye, insanın sözünün doğruluğuydu.Ne yazık ki, zaman ilerledikçe sıdk ile kizb iç içe geçti. Siyaset, menfaat ve propaganda çağında yalan çoğu zaman gerçeğin yerini aldı. “Maslahat için yalan” gibi tehlikeli fetvalar üretildi. Fakat Bediüzzaman Hazretleri buna net bir set çekti ve “Ya sıdk, ya sükût. Üçüncü bir yol yoktur.” dedi. Maslahat yaklaşımının artık geçerliliğinin kalmadığını, suistimallere kapı araladığını vurguladı. Çünkü yalan, hangi iyi niyete sarılırsa sarılsın, meşruiyet kazandığında sınır tanımaz. Doğru söylemek erdemdir, susmak hikmettir; fakat yalan, hakikate ihanettir. Bugün yalan sadece sözle söylenmiyor; imajlarla, rakamlarla, grafiklerle ve sosyal medya akışlarıyla da üretiliyor. Hakikat olmayan ama “gerçekmiş gibi görünen” bir dünya oluşturuluyor. Böyle bir zamanda Üstad’ın sesi yeniden duyulmalı ve kurduğu cümle hayatın içine katılmalı: “Necât yalnız sıdk ile olur.”Evet, dijital çağın sahte parıltıları arasında boğulan insanlığı hakikate yeniden bağlayacak şey, doğruluk ve sadakatten başka bir şey değildir. Çünkü sıdk, sadece doğru konuşmak değil; Allah’a, kendine ve topluma karşı dürüst yaşamayı göze almaktır.“Her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” Bu ölçü, sıdkın hikmetle birleştiği yerdir. Doğruluk; nezaket, zamanlama ve edep ister. Hak, doğru zamanda söylenmezse haksızlığa dönüşebilir. İşte bu nazik denge, doğruluğu ahlaki bir kemale ulaştırır.“Doğruluk, İslam medeniyetinin ruhudur.” Bu ruh kaybolduğunda toplum dış görünüşte Müslüman kalsa bile içten içe çözülmeye başlar. Çünkü sıdk olmadan iman sarsılır, güven çöker, adalet yaşayamaz.Hasılı, insanlığının önünde iki yol var: Sıdk ve kizb. Biri nura çıkarır, diğeri nara. Biz doğruluğu yeniden dirilttiğimizde, yalnız kendi iç dünyamızı değil; medeniyeti de ayağa kaldırmış oluruz. Çünkü sıdk, sadece bir kelime değil; bir ahittir. Bu ahde sadık kalanlar, çağların yalanını aşacak ve hakikatle buluşan yeni bir insanlık inşa edecektir.
Fıtrata Dönüş ve Sünnet-i Seniyye“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”Kanuni Sultan Süleyman’ın bu meşhur beytini hemen hepimiz duymuşuzdur. Dünya saltanatının zirvesindeki bir hükümdarın dilinden dökülen bu söz, aslında bütün insanlığın ortak bir hakikatini ifade eder: Sağlık, insanın sahip olabileceği en kıymetli nimetlerdendir.Hastalıklar, tarih boyunca her zaman insanlık için bir tehdit unsuru olmuş. Günümüzde de en mühim ve güncel meselelerden birisidir. Devletler büyük bütçeler ayırıp yatırımlar yapmakta, insanlar hasta olmamak için türlü tedbirler almakta, sağlık sektörü hastaları iyileştirmek için teknolojik yollar geliştirmekte, hükümetler ise bu meseleyle baş edebilmek için koca koca hastaneler inşa etmektedir. Allah dert verip de derman aratmasın, demiş atalar. Hepimizin yürekten âmin diyeceği bir duadır bu. İnsan içinde bulunduğu haline şükretmek için acil servisleri, yoğun bakım bölümlerinin kapılarını, hastane odalarını dolaşması ibret için yeterlidir. Allah tüm hastalarımıza acil şifalar ihsan eylesin. Izdırarî lisanla yapılan dualar, umutlu bekleyişler, hüzünlü göz yaşları veyahut hastalıktan şifa bulmaktan gelen sürur…Hastalık da sağlık da elbette ilahî takdirle gelir; kimine imtihan, kimine ikaz, kimine de gizli bir rahmet olur. Fakat kulun vazifesi afiyete talip olmak, dualarından onu istemek ve Rabbimizin fıtrata uygun kıldığı hayat ölçülerine sarılmaktır.Fıtri Bir Hayatın Nebevi YoluPeygamber Efendimiz (sav) sadece ibadetin değil, hayatın her alanında örnekti. O, tıp eğitimi almış bir hekim değildi elbette; Kur’ an da bir tıp kitabı değil. Ancak insanoğlu için en isabetli hayat tarzı Efendimizin (sav) hayatının her safhasında gözler önüne serildi. İşte bu yönüyle tıbb-ı Nebevî, modern tıbbın alternatifi olmamakla birlikte fıtrata uygun, ölçülü ve hikmetli bir hayat rehberidir. Siyer kitaplarında geçen bir olay bunu çok güzel açıklar:Mukavkıs’ın Efendimize gönderdiği hekim, Medine’de günlerce beklediği hâlde bir türlü hastaya rastlamayınca şaşırır ve sebebini sorar. Efendimiz (sav) tebessüm ederek şöyle buyurur:“Ashabım acıkmadıkça yemez, doyduklarında da sofradan kalkarlar.”Ardından hacamatı, ölçülü beslenmeyi ve midenin üçte birinin boş bırakılmasını tavsiye eder. Bugün sağlıklı hayat adına söylenen birçok tavsiyenin asırlar önce böylesine sade ve hikmetli bir şekilde ifade edilmiş olması, sünnetin ne kadar fıtrî olduğunun işaretidir.Oruç hem ruhi kemalat için bir vesile hem beden sağlığı için bir rahmettir. İnsana nefsiyle yüzleşmeyi öğretirken aynı zamanda bedenin yükünü azaltır, sindirimi dinlendirir, bir anlamda vücudu “fıtrat ayarlarına” döndürür. Oruç ibadetinin pek çok hikmetinden birisi de mideyi dinlendirmektir ki uzmanlar uzun açlık sürelerinin faydalarından söz etmektedirler. Bugün dünyanın dört bir yanında, Müslüman olmayan insanların bile sadece sağlıklı olduğu için oruç tuttuğu bilinen bir gerçek.Meseleye şöyle bakmak gerekir: İbadetler dünyevi faydalar gözetilerek yapılmaz. Bu, işin ruhuna ve ihlasa zıttır. İbadetler fıtri olduğu için sağlığa da faydalıdır. Bu da onlardaki hikmetlerden sadece birisidir. Her biri yalnız maddi değil manevi bir arınmanın da kapısıdır.Abdest, dış temizlik kadar iç huzura da kapı aralar.Namaz, beden için düzenli bir hareket ve denge hâlidir.Zekât ve sadaka, ruhu ferahlatır, kalbi genişletir.Misvak, ağız sağlığı için asırlardır tavsiye edilen sünnettir.Bundan dört beş yıl önce dünya koronavirüs isminde büyük bir virüsle tanıştı. Bütün dünya “hijyen” ve “karantina” kavramlarını gündemine aldı. Oysa Efendimiz (sav), asırlar önce “Veba olan yere girmeyiniz; oradan kaçıp başka yere gitmeyiniz.” buyurarak bugün salgın biliminin temel ilkelerinden birini açıkça ortaya koymuştu. Bu da yine sünnet-i seniyyenin çağları aşan bir hikmete sahip olduğunu gösterir.Hurmanın, çörek otunun, balın, mantarın, zeytinyağının, hacamatın ve daha nice tabii nimetlerin Efendimiz tarafından tavsiye edilmesi aslında insanın yaratılışına uygun bir hayatın nasıl olması gerektiğine dair ikazları da içinde taşımaktadır. Bu tavsiyeler birer mucizevi tedavi değil ölçülü, sade, dengeli bir hayat sürmenin yollarıdır.Son Söz: Saadet Yolunun AnahtarıPeygamber Efendimiz (sav), ümmetine karşı derin bir şefkat sahibiydi. Bugün bile onun sünnetinde, insanın hem dünyasını hem ahiretini imar eden bir rehberlik buluyoruz. Fıtrata uygun yaşamak, temizliği öncelemek, israftan kaçınmak, ölçülü beslenmek, oruçla arınmak, sadaka ile kalbi genişletmek…Bütün bunlar bize şunu hatırlatır: İnsana yakışır bir hayatın yolu Kur’an ve sünnetten geçer. İki dünyada saadetin anahtarı da işte buradadır.
Şiirlerin Dilinden Resûlullah (sav)Her çağın karanlığı vardır. Ve her karanlık, kalbi üşütür. İnsan üşüyünce, sözler yetmez. İnsanın ruhu üşüyünce, akıl teselli bulmaz. İşte böyle zamanlarda insan, bir isme sığınır: Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem).Adını anınca içimiz aydınlanır. Göz kapaklarımızın ardında bir nur yanar. Sanki birisi, “Korkma” der kalbimize. Sanki birisi, “Yalnız değilsin.” der. Bu, kelimenin değil; sevginin dilidir. Ve bu sevginin dili en çok şiire yakışmıştır.Eski şairler, O’nun adını dudaklarında taşırken önce kalplerini yıkarlardı. Çünkü bilirlerdi ki, her kelime O’nun huzuruna çıkamaz. Nâbî’nin Ravza kapısında secdeye kapanışını hatırla:“Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dur bu. Nazargâh-ı İlâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.”O, bize şunu öğretmişti: Resûlullah’ın ismi bile edep ister. O’ndan bahsetmek, O’nun huzuruna çıkmak gibidir. Kelimelerin de abdest alması gerekir.Yunus Emre O’na seslendiğinde, kelime ile ruh arasındaki perde ortadan kalkar:“Adı güzel kendi güzel Muhammed.”Bu mısra, şiir değil; bir iç çekiştir. Bir arayıştır. Bir kavuşamamışlığın sızısıdır. Çünkü Yunus bilir:Biz O’na hep geç kalmışız. Biz O’na hep uzak kalmışız. Fakat O bize hiç geç kalmadı. O bize hiç uzak olmadı. Biz O’nu özleriz; O ise bizi hiç bırakmadı.Ve Mevlânâ…Onun aşkı, kelimelerden taşar; artık şiir de yetmez, ses yetmez, nefes yetmez. Çünkü Mevlânâ’nın içinde şu cümle yankılanır:“Ben O’nsuz nefes alamam.”O’nu sevmek, bir tercih değildir; bir ihtiyaçtır.Aynı ihtiyaç, bugün de içimizde. Teknoloji arttı, şehirler büyüdü, imkânlar çoğaldı; fakat insan kendi iç çölünde yapayalnız kaldı. Bu çağın çölü, sıcak kumdan değil; soğuk kalplerden oluşuyor.Ve biz yine bekliyoruz: Bir nur insin diye. Bir ses duyalım diye. Bir gölgelik açılıversin diye.Necip Fazıl’ın sarsıcı hayranlığı tam da buraya dokunur:“Çöle inen nur!”Çöle… Yani en kurak yere. İnsanın en kurumuş yanına. Kalbin susuzluktan çatladığı yere.Biz de bir çöl taşıyoruz içimizde. Ve o çöl, Resûlullah’sız yeşermez.Peygamber Efendimizin şemailini anlatan rivayetlerde, önce güzelliği tasvir edilir; çünkü ahlâkın da yüzü vardır. O’nun yüzü huzurdu. Bakan sükûnet bulurdu, kaçmak değil, yaklaşmak isterdi.Hz. Hüseyin (ra) şöyle demişti: “Peygamber (sav) dilini tutardı; ancak insanları birbirine sevdirecek şeyleri konuşurdu.” Bu söz, şiirin ve edebin nihai dersidir: Peygamber, gönülleri incitmeden eğiten insandır.Biz O’na neden muhtacız?Çünkü kırıyoruz. Çünkü incitiyoruz. Çünkü inciniyoruz.Kalplerimiz yoruldu.Biz O’nun merhametine muhtacız. Biz O’nun tebessümüne muhtacız. Biz O’nun adımlarının sesine muhtacız.Şairlerin Resûlullah’a yazdığı her naat, aslında bir yakarıştır:“Bizi bırakma.”Biz biliyoruz: Ne kadar uzaklaşsak da, O bizim kalbimizin ilk ve son nurudur.Ve kalp ne zaman kararsa, O’nun adı yeniden güneş olur.Şiirler O’nu anlatmaz aslında. Şiirler O’na olan özlemi anlatır.Ve bu özlem hiç bitmez.Çünkü:İnsan O’nunla tamamdır; O’nsuz insan hiç...
Dünya ve Ahiret Saadeti, Güzel Ahlâkla; Güzel Ahlâk ise Sünnet-i Seniyyeye Uymakla Kazanılırİnsanın iki dünyası vardır: yaşadığı bu fanî dünya ve önünde açılacak olan ebediyet âlemi. Her insan bu iki dünyanın da huzurlu olmasını ister. Ne var ki bu huzur -bugünün dünyasının dayattığı gibi- malda, makamda, imkânda, görünüşte veya dış şartlarda değildir. Huzur, insanın fıtratına konulmuş güzel ahlâkın yaşanmasının bir sonucudur. Dünya da ahiret de ancak güzel ahlâkla güzelleşir.Güzel ahlâk sahibi olan kimse, insanlar arasında sevilir, güven duyulan birisi olur. Sevilmek ve güvenilmek, dünyada insana verilmiş en büyük nimetlerdendir. Allah katında kıymetli olmak ise ahiretin sermayesidir. Bu sebeple güzel ahlâk, hem dünyada huzuru hem ahirette kurtuluşu beraberinde getirir. Üstad Bediüzzaman bu hakikate şöyle bir pencereden bakar:“Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adâletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir ceza yerleştirmiştir. İyiliklerin içinde, ahiretin sevabını andıracak manevi lezzetler, kötülüklerin içinde, ahiretin azabını hissettirecek manevi cezalar yerleştirilmiştir.”İyilik, daha yapılırken kalpte bir ferahlık bırakır. Kötülük ise daha işlenirken ruhu daraltır. Bu, Allah’ın dünyayı bir terbiye meydanı kıldığını gösterir. Kalp neye niyet eder, dil neye yönelir, el kim için uzanırsa, insan onun meyvesini önce burada tadar.Fakat güzel ahlâk kendiliğinden kazanılmaz. Onun da bir öğretmeni, bir kaynağı ve bir ölçüsü vardır. O kaynak da Resulullah (sav)’dir. Kur’ân, O’nun ahlâkını şöyle tarif eder:“Şüphe yok ki sen büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem, 4)Hz. Âişe (r.anha) da O’nun ahlâkını soranlara kısa ve net bir cevap verir:“O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.”Ve Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav) kendisinin gönderiliş gayesini şu cümleyle özetler:“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”Demek ki güzel ahlâkın yolu sünnet-i seniyyeden geçer. Sünnet, ibadetin şekli olduğu kadar ahlâkın da hayat hâline dönüşmüş hâlidir.Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüma)’ın naklettikleri şemail rivayeti, Peygamber Efendimizin sadece dış görünüşünü değil, insanlara karşı olan inceliğini de gösterir bize. Rivayette: O’nun yürüyüşündeki vakur denge, tebessümündeki huzur, konuşmasındaki ölçü, sessizliğindeki tefekkür ve insanlarla ilişkisindeki merhamet birer birer anlatılır. Son bölümde ise O’nun ahlâk eğitimindeki en temel ilke şöyle ifade edilir:“Peygamber (sav) dilini tutardı, ancak insanları birbirine sevdirecek, birbirleriyle kaynaştıracak şeyleri konuşurdu. Onları ürkütmez, kaçırmazdı… Güzel ahlakıyla ahlaklanmalarını tavsiye ederdi.”İşte ahlak budur:Kimseyi incitmemek, gönül kırmamak.İnciteni affedebilmek.Öfkelendiğinde kendini tutabilmek.Gücü adaletle, merhameti vakar ile dengeleyebilmek.Sünnetle ahlâkını güzelleştiren kimse, dünyada kalplerin gönlünde yer bulur; ahirette mizanı ağır gelir. Çünkü: “Kıyamet gününde müminin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey olmayacaktır.”Kalpleri huzura erdiren ancak ve ancak Resûlullah’ın ahlâkıdır. Bu yüzden dünya ve ahiret saadeti arayan kişi, önce kalbini sünnetin terbiyesine teslim eder. Çünkü sünnete yönelen, aslında insanlığını hatırlar.Ve insan gerçekten insan olduğunda, dünya da ahiret de güzelleşir.
Cennet Hükmünde Olan Aile HayatımızAile, kişinin huzur bulduğu bir ortam; hem neslin devamı için bir vesile, hem de kişiyi din yönünden günah sayılan çeşitli kötülüklerden koruyan bir kurumdur. İslâmî esaslara uygun bir evlilik hayatının, ahlâkın güzelleştirilmesi, nefsin haramlardan korunması, her türlü fitnenin defedilmesi, çocukların İslâmî yönden terbiyesi ve Müslüman neslin çoğalması gibi birçok faydası bulunmaktadır.Her şeyden önce, Allah’ın emrini yerine getirmekle rızasını aramak, sünnete uymakla Allah’ın muhabbetini kazanmaktır.Her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hânesidir; evidir, âilesidir.1 Bu cennet misal aile ortamının kurulabilmesi ancak Allah ve âhiret inancından güç alan şefkat, hürmet, muhabbet, samimiyet, fedakârlık gibi manevi esaslarla mümkün olabilir. Evet, küçük bir cennet gibi olan aile hayatını eş ve çocuklarımızla beraber tatmak ve yaşamak bizim elimizde olduğu gibi; o küçük cennet hayatını elimizden kaçırmak, cehenneme çevirmek de yine bizim elimizdedir.İnsanın eşi o küçük dünyasındaki yoldaşı, sırdaşı, dayanağıdır. Bazen aynası, bazen de pusulasıdır. Eşler arasındaki muhabbet o küçük dünyayı bir cennet hâline getirerek huzur ve mutluluğu netice verir.Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de: “O'nun delillerinden biri de, kendilerine (meyledip) ülfet edesiniz diye kendi (cinsi)nizden size eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir şefkat kılmasıdır...” (Rum, 30/21) buyurarak aileye işaret etmektedir. Bu sebeple insan, eşini rahmet-i İlâhiyeden gelen bir ihsan, hediye ve emanet olarak görmelidir.Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretleri de Sözler Mecmuasında: “Refîka-i hayâtını, rahmet-i İlâhiyenin mûnis (cana yakın), latîf (şirin) bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et.” (s. 302) diyerek bu hakikate işaret etmektedir. Dolayısıyla insan eşini Allah’ın ihsanı ve hediyesi olarak görmelidir. Evlilik de bu mukaddes mana üzerine inşa edilmelidir.Rabbimiz, ayetin devamında eşler arasındaki ülfet ve muhabbet için sevgi ve şefkate vurgu yapmaktadır. Kurulacak bir ailenin temelinde sevgi ve şefkat olmalıdır ki muhabbet daimî olsun.Aile İçi İletişimin ÖnemiAile, insanın ilk mektebi; sevgi ve huzurun beşiğidir. İnsan, ilk sevgiyi, şefkati ve paylaşmayı ailede öğrenir. İletişim sadece konuşmak değil; anlamak, empati kurmak ve kalpten bağ kurmak demektir. Eşler, ebeveynler ve çocuklar arasındaki sevgi bağı, sağlıklı iletişimle güçlenir. Aile, sevgi dilinin öğrenildiği yerdir.Eşlerin, ebeveynlerin ve çocukların birbiriyle samimi bağ kurması, aile saadetinin temelidir. Hz. Âişe'nin naklettiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en iyi olanınızdır. Ben de aileme karşı en iyi olanınızım.”2Fakat bazen insanlar, en çok sevdiklerine en az vakti ayırır. Bu durum iletişim eksikliğine sebep olur. İletişim eksikliği ise kalplerin arasına duvar örer; sevgiyi zayıflatır, anlaşmazlıkları büyütür. Allah Teâlâ bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun! Onun üzerinde sert, şiddetli, Allah'ın kendilerine emrettiğine isyan etmeyen ve ne emrolunurlarsa yapan melekler (zebâniler) vardır.” (Tahrîm, 66/6)Aileyi korumak demek, sadece maddî olarak nafaka ile sınırlı değil; kalpleri de doyurmak demektir. Bu ayet bize aynı zamanda, aileyi korumanın ilk şartının manevi ve ahlâkî iletişimi diri tutmak olduğunu hatırlatır.Bütün bu güzel ifadelerin ve izahların yanında, aile içinde zaman zaman problemler, sıkıntılar, kırgınlıklar da ortaya çıkabilir. Belki de çok küçük sebeplerden çıkan bu problemlerin çözümü aslında son derece basit ve kolaydır.Aile İçi İletişim Eksikliğinin Çözüm YollarıAile içi iletişim eksikliğinin çözümünde ilk adım, sevgi ve şefkati açıkça ifade etmektir. “Zaten biliyor” düşüncesi, sevgiyi zayıflatır. Oysa küçük bir teşekkür, içten bir iltifat, tebessümle söylenen bir söz bile kırgınlıkları eritir. Bir sarılma, bir iltifat, bazen uzun konuşmalardan daha tesirlidir. Sevgi dile geldiğinde derinleşir; gizlendiğinde silikleşir.Bir diğer adım, dinlemeyi ibadet gibi görmektir. Göz göze, yürek yüreğe dinlemek, “sen benim için değerlisin” demektir. İnsan, gerçekten dinlendiğini hissettiğinde yüreğindeki yükün büyük kısmı hafifler. Sadece duymak değil, kalpten anlamaya çalışmak gerekir. Eşini ya da çocuğunu sözünü kesmeden, eleştirmeden, empatiyle dinlemek güven duygusunu artırır. Gerçek dinleme, merhametin sessiz hâlidir.Aile içinde iletişimi güçlendiren bir diğer esas, affetmeyi öğrenmektir. Hataları büyütmek kalpleri karartır; affetmek ise aydınlatır. Affetmek büyüklüktür, intikam almak küçüklüktür. “Neden böyle yaptın?” yerine “Böyle hissetmene ne sebep oldu?” diyebilmek kalbi yumuşatır, öfkeyi söndürür. Empati kurmak, peşin hüküm yerine merhameti koyar.Ailede huzurun kalıcı olması için ortak manevi bir zemin de gereklidir. Birlikte Kur’an okumak, dua etmek, sohbet etmek evdeki manevi atmosferi güçlendirir. Cemaatle kılınan namaz, yapılan tesbihat, aile içi istişare gibi küçük ama bereketli uygulamalar, kalpleri aynı yöne çevirir. Peygamber Efendimiz (sav), aile hayatında da bu manevi bağın nasıl kurulacağını bize göstermiştir. Hz. Fâtıma (r.anhâ) ve Hz. Ali (ra) ile kurduğu iletişimde, sevgi, saygı ve Allah rızası merkezdedir. Tâhâ Sûresi’nin “Ailene namazı emret ve kendin de sabırla devam et” (20/132) ayeti indikten sonra Resûlullah (sav), sabah namazına giderken Hz. Fâtıma’nın evinin önünde durur, “Kızım Fâtıma, namaza kalkın!” diyerek bu ilahi uyarıyı bizzat yaşardı. Bu örnek, aile içi iletişimin yalnızca duygusal değil, manevi bir bağla da beslenmesi gerektiğini gösterir.Aile huzurunun devamı için sabır ve şükür dili geliştirmek de önemlidir. Sabır, hataları büyütmeden çözme gücüdür; şükür ise eşin ve çocukların iyiliklerini fark etme eğitimidir. Aile, küçük bir cemaat-i İslâmiye gibidir; bu cemaatin devamı ancak ihlas, sabır ve muhabbetle mümkündür. Sabır sevgiyi korur, şükür sevgiyi çoğaltır.Neticede, aile içi iletişim eksikliğinin temelinde genellikle duygusal kopukluk, empati eksikliği ve manevi boşluk vardır. Bunun yanında, teknolojik meşguliyetler, zamansızlık ve önyargılar da iletişimi zayıflatır. Bu problemleri gidermek için açık ve dürüst iletişim kurmak, birbirini yargılamadan dinlemek, sevgi diliyle konuşmak ve kalpleri doyuran bir ilgi göstermek gerekir. Teknolojiyle geçirilen vakti azaltmak, yüz yüze temasın sıcaklığını korumak da iletişimin gücünü artırır.Unutmamak gerekir ki, aile içi güzel iletişim gönül ibadetidir. Dinlemek sadaka, anlamak dua, affetmek ibadet, güler yüz ise rahmettir. İletişimin özü, sevgiyle konuşmak, sabırla dinlemek ve dua ile bağ kurmaktır.1- Saîd Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s.1902- Tirmizî, Menâkıb, 63
Ruhu Kıskacına Alan Kötü Ahlaka Karşı Gerçek Bir “Değer” Söyle!“(Nefsinin) arzusunu kendisine ilâh edinen kimse”ayetinin tokadını yemekten kurtul!Belki de bu başlığımız bir cümle-i med alarak şu tarz olmalı idi:Âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşeri bir karabasan gibi kıskacına alan kötü ahlak hastalığına karşı; sanal ve terapik olmayıp hakiki güne aksedici, hakikat madeni, üst-değer harmanı: “Nebevi Ahlak”Yahut kasr ile:Ruhun Hürriyet “Değer”i: Nebevi Ahlak Hakikati…Her ne ise…Kullandığımız bazı kavramlar var ki “bize ait olmayandan” izler taşırlar. İşte ikisi: Empati ve terapi…Birincisi yerine her hâlükârda “hem-hâl olmak” gibi biz’den olan kelimeyi isti’mal edebiliriz. Hem gerçekle/hakikatle arasına perde girmeyecek biçimde. Mesela, oruç tutmakla aç olanın halini anlayıp fakrına karşı sadaka ve zekâtla yardım edebiliyorsak fakirle hem-hâl olmuşuz demektir. Mazlum coğrafyalara insani/imani yardımlar ulaştırıp yalnızlık rıhtımına demirleyebiliyorsak kimsesizlerle hem-hâl olmuşuzdur demektir. Daha nice kökünde hakikat suyu bulunan ibadet eksenli yönelim (meyl), akıl ve kalbi hakikat potasında eritmiyor mu? İmanı kuvveden-fiile çıkarmıyor mu?Ya empatiye ne demeli? Sanal... Soğuk… Akîm… Egoist rahatlama âleti… “Kendini yerine koy!”: tamam. Her şey o kadar basit mi yani? Bazılarınca basit ki, ürettikleri çözümler dahi gerçekten kopuk sen’al faaliyetler dışına çıkamıyor. Aç mı gördün: tiyatro düzenle, film çek, dinleti yap. Daha başka, kendi egonu okşayacak bir şeyler yap. Yardım geceleri falan düzenleyerek bol sıfırlı koca küpürlerle yardım-severlik pozları ver mesela.Birincisi ibadet şuuru neticesi Allah’ı razı etme niyetiyle hayat yaşamanın köşe taşı, ikincisi etkinlik saikasıyla nefsi besleme hevesiyle gün geçirme motivasyonu…Terapi de ilk kavramdan farklı değil. Biz, zaman mefhumundaki “hakikat”i te’yid eden “İnsanın hakiki ömrü yaşadığı gündür.” sözüyle vakit sepetimizi sürekli yanımızda taşırız. Müslümanca… Ertelemek ve helak olmak arasındaki yakınlıktan ve cazibeden ürperir de vakit “değer”lendirmeleri yaparız. Hayat çizgisindeki kederden ve şımarıklıktan mütevellid kırılmalara fırsat vermez, an’daki gidişatımızı sırat-ı müstakimde tutarız. Binlerce hamd olsun! Lakin bilerek veya bilmeyerek aşağıya yukarıya keskin gidiş olsa istiğfara yönelip “sabır” ve “şükür” merhemlerini isti’mal ederiz. “Sen’al!” yapay çözümleri üreten, etkinlik faaliyeti olmaktan öteye gitmeyen “terapi”ye yönelmeyiz.Ya‘ni?...Yani dememiz o ki, sadece bu ikisi değil daha birçok kavram var ki zikrettiğimiz “yardımseverlik-sabır-şükür” benzeri ahlaki değerleri bir yandan menfaat gözetmekle diğer yandan da hayatın hakikatinden koparmakla itibarsızlaştırıyorlar. Farkında olunarak veya olunmayarak birileri tarafından felsefi yaklaşımla tasarlanan eğitim, ahlaki vasıflardan müteşekkil değer sahasında da problemler üretiyor.Zira, bazıları daimici kafa ile “Eğitim hayata hazırlar”, bazıları da ilerlemeci kafa ile “Okul hayatın kendisi olmalıdır” ilkeleriyle “geçmiş zamanın acılarını ve geleceğin endişe ve korkularını başlarına yükleyen bir aleti” işletmektedir. Ömrün ve hayatın kıymetini sükût ettirmektedir. Hangi hayata hazırlanıyorsun? Hayatın kendisi ebedi hayata hazırlık değil mi? Her anı hayatı verene nispetle rızası doğrultusunda son nefes şuuruyla yaşanmamalı mıdır? Hem hayatı okula çevirmek, empatik yapay etkinliklerle doldurmak haddine mi? O hayat ki her bir varlığında her bir hadisesinde Rabbimizin rububiyetine şehadetle, avunulan terapik seanslarda değil, ubudiyet şuuruyla secdeye gidilen dünya mescidinde, ilahi bir terbiyeyi dem ve damarlara hissettirmiyor mu, mezc etmiyor mu? Gerçekleştirmiyor mu?Siz…Niçin fazileti, güzel ahlakı yerleştiren nübüvvete kulak tıkıyorsunuz? Nübüvvet, tevhid rabıtasıyla Allah’ın rızasını tahsil etmeyi gaye edinmiş, nebevi ahlakla donanmış milyonlar kâmil insanları yetiştirmedi mi?Cevap malum:Feylesofane..Siz ki en zengin kabiliyetlerle donatılmış olan insanın imtihan edildiğini unuttunuz. Tabiat-perestlik saikasıyla “insan doğası” sarmalına düştünüz. Nefsani heveslerin önüne set çekmediniz, alçalmaktan ve değersizleşmekten çekinmediniz. Ulvi hisleri ötelediniz ve istidatlarınızı ortaya çıkaracak kabiliyet anahtarlarınızı kullanmadınız. Süflî hislerin esiri olup şahsî menfaatlerinizi temin ettiniz. Siz ki nefsani hevesleri tatmin etmeyi, her şeyden haz almayı hayatta hedef olarak gösterdiniz. Haz alma ve nefsani heveslerini tatmin etmeyi hayatın bir amacı olarak görmekle, her türlü çirkinliği ve rezilliği yapmayı özgürlük olarak nitelendirmekle insanı nefsin esaretine, heveslerin zindanına düşen bir köle derekesine indirdiniz. Yüksek gayeler için gayret göstermek ve fedakârlık yapmak perdesi altında kendi şahsî menfaatlerini kazanmakla hırs ve gururunu yatıştırmaya çalışan bir insan modeli yetiştirdiniz.Siz, varlıkların yalnız dış görünüşlerine ve kendi aralarındaki ilişkilerine dalıp sersemleştiniz. Hakikatin yolunu şaşırdınız. Şu kâinat kitabının harfleri hükmünde olan mahluklara “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken öyle yapmayıp “mana-yı ismî” ile, yani kendileri hesabına baktınız. “Ne güzel yapılmış.” yerine, “Ne güzeldir.” deyip çirkinleştirdiniz. Bununla kâinatı Allah’ın sanatı olmaktan gelen yüksek mertebelerinden indirip tahkir ettiniz. Evet, sizin bu yaptığınız hakikatsiz bir safsata ve kâinatı tahkir.Şimdi de ortaya atılıp hayattan, eğitimden, ahlaktan dem vuruyorsunuz ya!.. Hem de yaklaşık 200 yıldır, batıl efkârınızdan devşirdiğiniz ahlaksız nüktedanlığınızla. “Rab ismine” alternatif akımlarınızla, tefekkür tarikiyle marifet nüktelerine zemin olacak akıllara ve imanın cereyan edeceği kalplere yapay “akım”lar veriyorsunuz.Bin yazık! “Hasbünallahü vekil!”Hani şair diyor ya: “Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim.” Evet bizim de yaşadığımız hayattır. Bu büyük nimet elbette şükür gerektirir. Mevzubahis olan “ahlaki vasıflarla” hayata “değer” katmaksa esas olan, felsefenin talebeleri değil Kur’ân’ın tilmizleri Nebevi ahlakı sahiplenmekle şükürlerini kavlen ve fiilen en güzel biçimde icra ediyorlar. Asırlardır olduğu üzere. Âdem babamızdan bu yana…“Rabbimiz! Eğer unutursak veya hata edersek, bizi mesul tutma! Rabbimiz! Bizden öncekilere onu yüklediğin gibi, bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Kendisine (dayanabilmek için) takatimiz olmayan şeyi de bize yükleme! Hem bizi affeyle! Ve bizi bağışla! Hem bize merhamet buyur! Sen bizim Mevlâmızsın; artık kâfirler topluluğuna karşı bize yardım eyle!”
KKTC Bir Türk İslam Ülkesidir“Bütün Kur’an’ları yaksak. Bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam….” Türk, İslam’ın içinde erimiştir.Merhum mütefekkir Ergun Göze Türk ve İslam arasındaki ilişkiyi, “Müslüman Türk; bu bir karışım, bu bir birleşim, bu bir sentez değildir.. Bu bir eriyik’tir.. Hiçbir kimyanın sökemeyeceği bir eriyik.. Bir aşk eriyiği... Türk, İslam’ın içinde erimiştir. Çözülmez, bozulmaz, bereketi bitmez bir “eriyik…” şeklinde tarif eder ve devam eder: “Türk, İslam aşkı ile erimiştir. Dünya medeniyet tarihi, bu aşkın kahramanlık, fedakarlık, şiir ve zafer dolu destanıdır.. Türk, bu aşk ile kendi adını bile unutmuştur. O kadar sevgilisi olmuştur ki….” Yine benzer şekilde merhum mütefekkir, şeyhülmuharririn Ahmet Kabaklı da; “İslâmiyet ve Türklük tarihte benzerine az rastlanır bir terkiptir” der.Merhum Prof. Dr. Osman Turan Türk ve Müslüman ilişkisini anlatırken, “Bin yıl zarfında tarih, edebiyat, dil, sanat, kültür ahlak, an’ane, folklorumuz öyle bir İslam hamuru ile yoğrulmuştur ki Türkleri ondan mahrum etmeğe uğraşmak hem beyhudedir, hem de bu milleti yıkmak ve ona hıyanet etmektir...” der ve sonra şöyle devam eder: “Hiç sakınmadan kalbimiz Kabe’dedir tabirini kullanabiliriz…Türk milleti Müslümandır ve Müslüman kalacaktır düsturunu tekrarlamak lüzumunu ilan ediyor…” Bu ayrılmazlığı merhum Cemil Meriç, “Bütün Kur’an’ları yaksak. Bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam….” olarak özetler. Nurettin Topçu da bin yıllık bir serüvene dikkati çeker. “Tarih, kendisiyle bize intikal eden bütün hadiseleriyle, her birimizin bin yıllık ömrünü, bin yıllık yaşamını hatırlatmak suretiyle her birimizi bir milletin ferdi yapmıştır” ifadelerinden sonra Malazgirt der, Hayber’i anar, Nizamülmülk’ten Yıldırım’dan, Yavuz’dan bahseder. Topçu’nun Türk kültürü tarifinde, “Hazreti Ebubekir gibi Allah’a teslimiyet sevgisi, Hazreti Ömer gibi mesuliyet ihtirası yaşatan hükümdarlar, veliler, halk sınıfları ve devlet adamları vardır. Tarihin bütün kültürüyle meydana gelmiş bulunan kültürümüz bizim gerçek ruhumuzdur” sözleri yer alır.Üstad Necip Fazıl “Türk vecd ve aşkını İslam’dan aldıktan sonra ……. dünyanın hakkını verdi, ahiretin hakkıyla beraber…” diyerek aşk ve vecd davasında yeni bir çığır açtığını belirtir.Bediüzzaman Hazretleri de; “Dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Mektubat)” sözleriyle İslam’ın Türk milleti için nasıl bir belirleyici olduğuna dikkat çekmiştir. 1992-1995 arasında Bosna’da soykırım uygulayan Sırp General Ratko Mladiç’in Srebrenitsa soykırımından hemen önce kameralar karşısına geçerek, “Bu bölgede Türklerden intikam almanın zamanı nihayet geldi” sözleri de Türk ve İslam’ın ne kadar bütünleşmiş olduğunun tezahürüdür.Bir diğer çarpıcı ve dikkat çekici örnek ise Kıbrıs’tır. Kıbrıs’ta Türklere yönelik şiddet ve tedhiş hareketlerinin başladığı 1950’li yıllarda, Kıbrıs’taki Kilise, papazlar ve Başpiskopos süreci yönetmişlerdir. Kıbrıslı papazlar Müslüman Türkü hedef almışlardır.1954 yılında Kıbrıs Başpiskoposu Makarios tarafından Trodos bölgesindeki bir Kilisede “Kahraman Yunan milleti! Zafer çanlarının sesleri kulaklarımızda çınlıyor. İstanbul’daki Ayasofya kubbelerine kuvvetli ellerinizle kuracağınız çanlar sizi bekliyor. İzmir gözlerini bize dikmiş, götüreceğimiz medeniyet ve insanlığın sabırsızlığı içindedir. Hele Kıbrıs Ada bayrağımızın gölgesinde mesut ve müreffeh günlere kavuşmak için çırpınıp duruyor. Biz bu adada, Türk diye unsur tanımıyoruz. Hepinizi mücadeleye davet ediyorum.” Sözleri meselenin özünü açıkça ortaya koymaktadır. Kıbrıs Türklerinin ilk liderlerinden Dr. Fazıl Küçük 15 Eylül 1949 tarihli bir yazısında “üç asırdan fazla bir zaman bu ada üzerinde hükümran olan ve yine bu adayı sayısız şehitlerin kanı ile kazanan bir devletin torunları” ifadesine yer vermekte yazısını “bu adada bizim de Rum vatandaşlarımızdan fazla haklarımız vardır. Bu adada sayısız eserlerimiz mevcuttur. Bizlere emanet edilen mukaddesatımız hiç de küçümsenecek kadar az değildir.” Cümlesiyle bitirmektedir. 6 Mart 1956 tarihli başka bir yazısında “Kasaba papazları olsun, Köy papazları olsun, kışkırtıcı, sulh ve sükûnu bozacak ne kadar nasihat ve öğüt varsa bunların hepsini hatta fazlasını yapmaktadır” demiştir. Fazıl Küçük 10 Nisan 1957 tarihli bir diğer yazısında da Başpiskopos Makarios’tan bahisle “papazın katilliğini ve Kıbrıs’taki huzursuzluğun amili” olduğunu belirtmektedir.Bu hakikatlerin tespit ve telaffuz edilmesini netice veren yüzlerce yıllık tarihi hakikatler ortada iken, son dönemlerde KKTC’de başörtüsü üzerinden oluşturulmaya çalışılan iklim dikkat çekicidir.Başörtüsü meselesinden hareketle düzenlenen protesto gösterilerindeki slogan ve söylemlerde, açılan pankartlarda hem Türkiye’nin hem de Kıbrıs’ın Türk İslam kimliğinin, Türk-İslam medeniyetinin hedef alınması, meselenin mecrasının daha külli olduğunu da göstermektedir.KKTC Bir Türk İslam ÜlkesidirProtestoların adreslerinden birisi de KKTC Milli Eğitim Bakanlığı’nın önü olmuştur. Oysaki protestocuların gösterilerini düzenledikleri sokak, ismini Şehit Mehmet Hasan Tuna’nın hatırasından almaktadır. Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’nın web sayfasından da kabrinin fotoğrafına ulaşılabilen Şehit Tuna’nın kabir taşında “mücahit” yazmaktadır. Dahası Türk Mukavemet Teşkilatı’nın 1 sıra numarası ile kayıtlı “mücahidi” de KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’tır. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bulunduğu sokak bir başka şehidin hatırasını yaşatan caddeye, Şehit Ecvet Yusuf Caddesi’ne komşuluk etmektedir. Tarih hocası, 55. Bölük komutanı Şehit Ecvet Yusuf 1974’ün ilk şehididir. Bu caddenin üzerinden MEB’e kuş uçuşu 120 metre mesafede Şehit Necdet Altınok Sokağı bulunmaktadır. MEB’in 140 metre arkasında Şehit İ. Yorgancı sokak bulunmaktadır. MEB’in 200 metre ilerisinde Şehit Arif Salih Sokak, Bu sokağın paralelinde Şehit İbrahim Ramazan ve Şehit Mehmet Vural Ahmet sokakları bulunmaktadır. Velhasıl adımınızı nereye atsanız bir “mücahid” hatırası, başınızı nereye çevirseniz bir şehit mirası bulunmaktadır. KKTC, Mücahidlerle, şehitlerle müşerref bir Türk İslam ÜlkesidirMEB’e kuş uçuşu 500 metre mesafede Kıbrıs’a ilk çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri 50. Piyade Alayı’nın komutanı, 1974 harekâtının ikinci gününde şehit olan Denizlili Şehit Albay İbrahim Karaoğlanoğlu Caddesi bulunmaktadır. Albay Karaoğlanoğlu adı Konya Karatay’da bir İmam Hatip Ortaokulunun, Muğla Menteşe’de bir başka ortaokulun kapısında, Karabük’ün Ergenekon mahallesinde yürürken bir caddenin tabelasında karşımıza çıkmaktadır. Lefkoşa; Denizli’den, Muğla’dan, Karabük’ten, Konya’dan ayrısı gayrısı olmayan bir Türk İslam Şehridir.MEB’e kuş uçuşu 685 metre mesafede bulunan sokağın tabelasında yer alan “Uluğ Bey” ismi Lefkoşa’yı Semerkand’a, KKTC’yi Özbekistan’a, 2025 yılını 1400’lere bağlamaktadır. Semerkand ile Lefkoşa’yı aynı medeniyet havzasında buluşturmaktadır. KKTC Uluğ Bey’e hürmet eden bir Türk İslam Medeniyeti ülkesidir.Önünde protesto gösterilerinin yapıldığı MEB’den kuş uçuşu 1 km mesafede Arabahmet Camisi bulunmaktadır. Adını, Lefkoşa’nın Osmanlı ordusu tarafından fethine komuta eden Arap Ahmet Paşa’dan alan bu Caminin haziresinde yer alan kabirler arasında Osmanlı Sadrazamlarından Kıbrıslı Türk Mehmet Kâmil Paşa’nın da kabri bulunmaktadır. Yüzlerce yıllık camiler ve kabirlerin yanı sıra Kıbrıs’ta 15 Osmanlı Medresesi bulunmaktadır. Bu medreselerden dokuzu KKTC’de yer almaktadır. KKTC Osmanlı mütebakisi bir Türk İslam Medeniyeti ülkesidir.Kıbrıs, Resulullah’ın (sav) sütannesi Hala Sultan’ın beldesidir. Resulullah (sav) Kıbrıs’ın fethedileceğini Hala Sultan’a müjdelemiştir. Bu müjdeye nail olmak için 86 yaşında Kıbrıs seferine katılan ve Larnaka’da bulunan Hala Sultan, suni sınırlarla mukayyed olmayan KKTC’nin manevi Sultanıdır. KKTC, Resulullah’ın (sav) müjdesiyle İslam beldesi olmuş bir Türk İslam Medeniyeti ülkesidir.MEB önünde toplanarak “Geçit Yok” sloganlarını atanların, bolca harflerin yan yana geldiği sendika yetkilileri tarafından “Muhafazakarlaştırma dayatmasına geçit yok, ilkeli ve onurlu direnişimizden vazgeçmeyeceğiz.” Açıklamalarını yapanların, KKTC içinden ya da dışından farklı hesaplar içinde olanların, KKTC sokaklarında dolaşırken tabelalara bakarak gezmeleri, en hafif tabirle cehaletlerini izale etmek için zaruret arz etmektedir. Eğer bu tarz eylemler ve söylemler cehalet içermeyen bir bilinç taşıyorsa bu defa Türk İslam kimliğine ve tarihsel mirasa bir ihanete yol veriyor olarak değerlendirilmesi ihtimalini ortaya çıkarabilecektir.Adları unutulmamış ve unutulmayacak olanların yer aldığı tabelalar, bir gerçeği unutanlara, cehalet içinde bulunanlara, cehalet içinde bulunmuyorsa ihaneti yol tutanlara, dâhilde ve hariçte KKTC üzerinde farklı hesaplar yapanlara bir hatırlatmada bulunacaktır. Kıbrıs bir Türk İslam Medeniyeti ülkesidir.Kıbrıs Bir Türk İslam Ülkesidir.
Ayet, Hadis ve Hikmetli Sözler Işığında Hayat Ölçüleri“Ne yeryüzünde ne kendi canlarınız konusunda bir bela, bir musibet başa gelmez ki; gerçekleşme alanına çıkmazdan önce bir kitapta yazılı bulunmuş olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır. Bu (kaderde yazılı olma hali ve bu gerçeğin size bu şekilde bildirilmesi) şu neticeyi vermesi içindir ki; kaybettiğiniz şeylere fazla üzülmeyesiniz ve elde ettiklerinize de fazla sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allah, övüngen ve kasılgan olan hiç kimseyi sevmez.” (Hadîd Suresi, 22–23)Yüce Allah bu âyet-i kerimede, sevinçte de üzüntüde de ölçülü olmaya, yani itidal çizgisini korumaya davet ediyor. Bunun yolunu da bize gösteriyor: Olmuş bitmiş şeyleri kadere vermek. “Kaderde varmış” diyerek yoluna devam etmek.Üzüntüde de sevincinde de aşırılığa kaçmak, hem Allah Teâlâ’nın razı olduğu kulluk dengesini bozar hem de insanın beden sağlığına zarar verir. Stresin temel kaynağı çoğu zaman üzüntüdür; aşırı sevinç ise tansiyonu olumsuz etkiler. O hâlde, bu âyet-i kerimenin mesajını hayatımıza taşımak, hem ruhun itidalini korumada hem de beden sağlığını muhafaza etmede bize büyük bir denge kazandırır.“İnsanlar helak oldu; âlimler müstesna. Âlimler helak oldu; amel edenler (öğrendiklerini uygulayanlar) müstesna. Amel edenler helak oldu; ihlâs ile amel edenler (yani her yaptığını sırf Allah rızası için yapanlar) müstesna. Onlar da her an bir tehlikeyle karşı karşıya bulunurlar.”Bu hadîs-i şerif, insanın hayatına yön verecek son derece önemli bir ölçü sunar. Şöyle ki: Hadis, bilgi birikiminin ulaşması gereken nihai hedefi gösterir. O hedefe yönelmeyen her bilgi yolda kalır; yolda kalan bilgi de sahibini maksadına ulaştırmaz.Peki, nihai hedef nedir? Öğrendiklerini hayata taşımak ve her ne yaparsa yalnız Allah için yapmaktır. Allah rızasının dışında hiçbir gayeye geçit vermemek, bununla birlikte kendini asla güvende görmemek… Korku ile ümit arasındaki o ince, istikametli çizgiyi daima korumaktır.Kişi, kendini düşündükçe ucûbdan (yaptıklarında kendine pay çıkarmaktan), başkalarını düşündükçe de riyadan (gösteriş hastalığından) tam manasıyla kurtulamaz. Bu söz, ihlâsı kazanmanın zirve noktalarına işaret eder. “Yıldızlara çıkmayı hedefleyen, ağaca kolayca çıkar.” denildiği gibi, biz de hedefimizi yüksek tutarsak, gücümüz nispetinde mutlaka önemli mesafeler kat ederiz. Bu hakikat en güzel biçimde şu ifadede özetlenmiştir: “Sen çık aradan, kalsın Yaradan.”“Kişi işlerinde son derece titiz, tel üzerinde yürüyen cambazdan daha dikkatli olmadıkça riya çukuruna düşmekten tam olarak kurtulamaz.” (Fudayl bin İyaz)“Kişi, süt emer çocuğun ahlâkına sahip olmadıkça; yani beşerî övgü ve yergilere hiç aldırış etmez bir hâle gelmedikçe, tam ihlâsı elde edemez.” (Yahya bin Muaz)Rabbim, lütfundan ve fazlından tam ihlâsa mazhar eylesin. Gayret bizden, inayet Allah’tan.Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, “Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez” sözünde olduğu gibi, kişi, nefsini ıslaha yönelik bir gayret içine girdiğinde aynı zamanda başkalarını ıslah etmeye yönelik bir adım atmış olur. Çünkü yaşanarak özümsenmiş bir söz, tam hedefine ulaşır ve hakikate açık, müstait gönüllerde mutlaka ma’kes bulur.“Tasavvuf, Hakk’ın sendeki seni öldürüp kendisiyle yaşatmasıdır.” (Cüneyd-i Bağdâdî) Yani hakikatte fânî olmak, Hak söz konusu olunca nefsani düşünce ve mülahazalara kapıyı göstermektir.“Hayat, terzi dükkânı gibidir. Boyunun ölçüsünü veren gidiyor.” Bu sebeple “İki günü eşit olan ziyandadır.” hadîs-i şerifini hayatımızın hiç değişmeyen ölçüleri arasına dahil etmeliyiz. Aksi hâlde yaşamımızı kendi elimizle anlamsız hâle getirme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.“Adaletin ayağı topaldır. Ağır ağır ilerler ama neticede mutlaka hedefine ulaşır.” Bu sözü, zulmü meslek edinmiş katil İsrail devletine karşı, adaleti ilke edinmiş Hamas ve Gazze halkı için de bir müjde olarak düşünemez miyiz?Hikmetli Sözler“İnsanın hayırda eli kısadır; dua ile hayırda kısa olan elini uzatmalıdır. Şer ve kötülükte ise eli uzundur; tövbe ve istiğfar ile kötülükte uzun olan elini kısaltmalıdır.” (Bediüzzaman Said Nursî)“Fânî varlıklara Allah’tan bağımsız olarak gönül bağlamak, güneş ışığı vurmuş taş duvarlara âşık olmak gibidir.” (Mevlânâ)“İnsanın bazı isteklerine kavuşamaması da mutluluğun bir parçasını teşkil eder.” (Zira maddî ve dünyevî olan nice hedeflerin verdiği mutluluk, kavuşma ile birlikte sona erer. Mecazî aşkların evlenme veya herhangi bir şekilde gerçekleşen vuslatla son bulması gibi.)“Mümin zindanda da olsa mes’ûd ve bahtiyardır; kâfir sarayda bile olsa bedbaht ve muzdariptir.” “Olmuş bitmiş şeylere kader gözüyle, gelecek şeylere de teklif gözüyle bakmalıdır.” (Bediüzzaman Said Nursî) Kader inancımızı yaşadığımız pratik hayata en doğru şekilde yansıtmanın mükemmel ölçüsünü bu sözde görebiliyoruz.“Sebepler, hükümetin kalem dairesi mesabesindedir.” (Bediüzzaman Said Nursî) Kalem dairesinin, hükümetten gelen talimatı neşretmenin ötesinde bir payesi olmadığı gibi, sebeplerin de mukadderatta olan şeyleri ilan ve i‘lâm etmiş olmaktan öte bir payeleri yoktur.“Sana laf taşıyana yüz verme; zira sana laf getiren, senden de başkasına laf götürür.” (İmam Şâfiî)“Eğer gıybet edecek olsaydım, ana babamın gıybetini yapardım. Zira sevaplarımı bağışlamaya onlar, başkalarından daha çok layıktırlar.” (Abdullah bin Mübarek)“Bana göre gıybeti terk etmek, altından bir dağı sadaka vermekten efdaldir.” (Veki bin Elverd)“Geçen geçmiştir, geri gelmez. Gelecek nedir bilinmez. Dem bu demdir, zaman bu zamandır.”“Hakikî ömrünü bulunduğun gün bil. ‘Vakit nakittir’ derler; ben bu sözü yeterli bulmam. Zira vakit, nakitten çok kıymetlidir. Çünkü vakit, nakit kazandırır; amma nakit, vakit kazandırmaz.” (Hasan el-Bennâ)Beş Esas“İslâm toplumunun sağlam ve samimi bir üyesi olabilmek için şu beş esası muhafaza etmek gerekir:”Çok okumak. “İnsanları iki şey harekete geçirir: korku ve alaka. Korku ve alaka duygularını oluşturmak için her şeyden önce çok okumak gerekir.”Güzel ahlâk düsturlarını pratiğe dökmek. “Güzel ahlâk, Allah’a isyan olmayan yerde insanlara muhalefet etmemek; onlarla uyum içinde olmaktır.” (Hz. Ali kv.)Salih amel. “Kişi, güzel amellere yoğunlaştığı nisbette zamanın fitnelerinden emin olabilir.” (İmam Şa‘bî)Sade yaşamak. “Sadelik ve sade yaşamak imandandır.” (Hadis-i şerif)İtaat. “Allah’ın emirleri karşısında, kumandanın komutları karşısındaki asker gibi olmak.” (Hasan el-Bennâ)“Başkasını ayıplayan, ancak kendisindeki ayıpların fazlasıyla onu ayıplamış olur. Başkasının bir ayıbına muttali olduğun zaman sakın kendini unutma. Aksine, başkasının ayıplarını kendi ayıplarını hatırlamaya bir vesile yap.”Bu ölçüler, insanın hem iç dünyasını hem de sosyal ilişkilerini dengeye çağıran birer pusuladır. Hayatın terzisi, ölçüyü eline değil, hakikate bırakabilendir.
EdirnekârîXIV-XIX. yüzyıllar arasında Osmanlı ahşap işlerinde, “Edirnekârî” veya “Edirne işi” diye adlandırılan gelişmiş bir bezeme tekniği görülmektedir. İlk defa Edirne’de, Edirneli sanatçılar tarafından kullanılan bu tekniğin en önemli özelliklerinden biri de doğal malzemelerden yapılmasıdır. Edirneden İstanbul ve Anadolu’ya yayılan bu sanatın kökeni Türk üslubuna, motifleriyle saray nakkaşlığı ve tezhip işçiliğine dayanmaktadır. Özellikle Edirne ve İstanbul’da atölyeler kurulmuş ve sanatçılar bu atölyelerde ekipler halinde çalışmışlardır. Eserlerin çoğunda sanatçı imzası bulunmaz. Bunun sebebi de, eserlerin bu ekiplerin ortak çalışmalarının ürünü olmalarındandır.Edirnekârî özellikle ahşap eserlerde, dolap kapaklarında, çekmecelerde, çeyiz sandıklarında, tavanlarda, lambalıklarda, kavukluklarda, ahşap şamdan altlıklarında, duvar saati kutularında, hokkalarda, rubu’ tahtalarında, menşur mahfazalarında, yazı takımlarında uygulanmış, mukavva ve deri eşya üzerinde, cilt kapaklarında kullanılmıştır. Edirnekârî bezemeler, ahşap işlerinde oymalarla süslenmiş veya düz bırakılmış zeminler üzerine tatbik edilmiştir. Usta tarafından hazırlanan eser, kaba perdahı yapıldıktan sonra süslenecek yüzeylere üstübeç ve nişadır karışımı astar çekilir, daha sonra yeşil, açık mavi, kahverengi, kirli sarı renkli fon atılır. Desen geçildikten sonra motiflerin tahrirleri çekilerek içi boyanır. Nakışlar kuruduktan sonra “lak” denen bir tür vernikle parlatılır. Geometrik motiflere çok az yer verilmiş, özellikle bu tekniğin revaçta olduğu geç devirlerde rûmî gibi klasik motiflerin yanı sıra Avrupa’nın etkisiyle biçimlenen Barok ve Rokoko üslûplarında lâle, sümbül, karanfil, çiçek buketi ve çeşitli meyve motifleri tercih edilmiştir. Yer yer gölge veren renklerle çiçeklere boyut da kazandırılmıştır.Bunun yanı sıra Edirne Müzesi’nde pek çok örneği görülen divanlar, pencere pervazları, yüklükler ve köşe dolapları da açık yeşil, kirli sarı, mavi renklerde bitkisel motiflerle bezenmiştir. Ahşap eserlerde daha çok altın yaldız, yeşil, susam yeşili, mor, sarı, safran, kahverengi ve kırmızı renkler değişik tonlarda bitkisel bezeme üzerinde kullanılmıştır. Edirnekârî yazı çekmeceleri de XVIII-XIX. yüzyıllarda çok meşhur olmuştur. Bu çekmecelerin yapılışlarındaki incelik, boyalarındaki parlaklık ve uyum dikkat çekmektedir. Bazılarının kapaklarına madenî parçalar yerleştirilmiş, böylece ahşap ve maden birleştirilerek güzel bir görünüm sağlanmıştır. Kökeni Osmanlı saray nakkaşlığı ve tezhipçiliğine dayanan bu bezeme tekniğinin Edirne’de yapılanları nispeten daha sade, ancak İstanbul’da yapılanlar ise daha sanatlı ve itinalı oldukları görülmektedir. Genellikle lâleler, karanfiller, gelin çiçekleri, meyve tabakları veyahut meyve sepetleri, daire, kemer ve yıldızlara yer verilmiştir. Edirnekârî’nin en güzel örnekleri Edirne Arkeoloji ve Edirne Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde, Topkapı Sarayı Müzesi’nde mevcuttur. Özellikle Topkapı Sarayı’ndaki III. Ahmed’in Yemiş Odası görülmeye değer eserler arasındadır. Selimiye Camii müezzin mahfili Edirnekârî’nin klasik desenlerle uygulanmış en güzel örneğidir. Gazi Ahmet Paşa Camii, Kadırga Sokullu Mehmed Paşa Camii, Küçük Ayasofya Camii klasik desenli müezzin mahfil tavanlarının yanı sıra Takkeci İbrahim Ağa Camii’ndeki klasik bezemeler ve Büyük Piyale Paşa Camii hünkâr mahfilindeki kafes süslemeleri dikkate değerdir. Ahşabın yanı sıra cilt kapaklarında da Edirnekârî kullanılmış ve bezemeler vernikle parlatılarak ortaya daha gösterişli eserler çıkarılmıştır. Ciltlerdeki Edirnekârî çiçek ve buketler ilk bakışta kaba görünürlerse de terkip ve renk hususlarında büyük bir olgunluğa erişmişlerdir. XVIII. yüzyıldan itibaren dinî ve tasavvufî eserlerin baş ve sonralarındaki sayfaların Edirnekârî üslûpta çiçek ve buketlerle bezenmesi de âdet haline gelmiştir.Yûsuf-i Mısrî, Ali Üsküdarî, Seyyid Ahmed, Mustafa Edirnevî, Mustafa Nakşî, Seyyid Mustafa, Seyyid Hâfız isimleri bilinen Edirnekârî cilt ve tezhip ustalarıdır. Hacı Ömer adlı ustanın XVIII. yüzyılın sonlarına ve XIX. yüzyılın başlarına ait rokoko çekmeceleri de Edirnekârî üslûbun en güzel örnekleri arasındadır. Bunların yanı sıra Hâşim Dede, Bendi-er Rahim, Hacı Dede, Hacı İbrâhim, Mehmed Şükrü, Mehmed Şerif, Edirnevî Mustafa, Derviş Ali, Şahsuvarzâde Derviş, Mehmed Vehbi, Derviş Safâyî, Nasuhzâde Kalenderoğlu, Zihnizâde tanınmış sanatçılardır. Edirnekârî sanatına gönül vermiş, bir birinden güzel eserler üretmiş tüm sanatkârların ruhları şad, mekânları cennet olsun.







