24. Sayı: "Kainatın Nurdan İşçileri"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBir Soru Bir Cevap
Risale-i Nur

www.sorusorcevapbul.com SORU: ALLAH'IN (cc) MELEKLERE İHTİYACI MI VAR? (hâşâ) HER ŞEYE GÜCÜ YETTİĞİ HALDE KÂİNATTAKİ İŞLERİ NİÇİN MELEKLERİNE YAPTIRIYOR? CEVAP: Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol' demektir; o da oluverir.  (Yasin, 82) Allah, Samed'dir (her şey her cihetle O'na muhtaç olduğu halde, O hiçbir şeye muhtaç olmayandır)! (İhlas, 2) ALLAH HİÇBİR ŞEYE MUHTAÇ DEĞİLDİR Yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan Allah, yarattığı hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi meleklerine de muhtaç değildir  Allah (c.c) sonsuz ilim ve kudret sahibidir. Sonsuz ilim ve kudreti ile tek başına her varlığı yaratır. Yarattıklarını istediği şekilde idare eder. MELEKLER ÇALIŞARAK ALLAH'A İBADET EDERLER Allah'ın (c.c) her an emrini dinleyen vazifeli memurlardır. Meleklerin yaptığı işler, Allah'a yardım değil O'na (c.c) olan ibâdetleridir. Meleklerin büyük bir kısmı sadece Allah'ı (c.c) tesbih etmek ile vazifelidir. Kâinattaki düzeni sağlamakla vazifeli olan amele melekleri ise hem tabiat kanunları (Âdetullah) ile ilgilenirler hem de Allah'ı zikretmeye devam ederler. Amele melekleri zerreden en büyük gezegenlere kadar her varlığın idaresindeki kanunların uygulanmasında bizzat bulunup, hizmet ederler. Meleklerin bu kanunları uygulamaları, onların ibâdetleri hükmündedir. Diledikleri gibi yönetme yetkileri yoktur. Meydana gelen her bir durum ve vaziyet Allah'ın (c.c) kontrolü altındadır. Her şey Allah'ın (c.c) yaratması ve düzenlemesi ile olur. Melekler ise Allah'ın her an her emrine itirazsız itaatle ibâdet eden, kâinattın nurdan işçileri hükmündedirler. ALLAH (C.C) MELEKLERİNDE KENDİ İSİM VE SIFATLARINI SEYREDER Melekler Allah'ın yardımcıları değil, kendisine ait olan mükemmel isim ve sanatlarını görmek için yarattığı hizmetkârlarıdır. Her güzel güzelliğini görmek ister. Mesela bir sanatkâr eşi benzeri olmayan bir sanat ortaya koyduğunda ondaki güzelliği ilk önce kendisi izlemek ister. Ve bundan lezzet alır. İşte Allah (c.c) hem hayret hem hayranlık uyandıran sanat harikası meleklerini öncelikle kendisi seyreder. Çünkü meleklerdeki yüksek kabiliyet, güzellik ve mükemmellik Allah'a (c.c) ait olup, Allah'ın (c.c) isimlerinden akseden parıltılardır. Allah'ın (c.c), meleklerini çalışırken izlemesi, sanatındaki kendi kudretini, rahmetini, idare ve egemenliğini izlemesi demektir. Allah (c.c), kendi isimlerinin muhteşem faaliyetlerini melekleri üzerinde seyreder. Allah'ın (c.c), meleklerini idare edip ihtiyaçlarını temin etmesi ve onlara lütuflarda bulunmasından gelen bu lezzetin eşi ve benzeri kesinlikle yoktur. Bu lezzet Allah'ın (c.c) kendi yüce zatına layık mukaddes bir lezzeti olup insan bunu tabirden ve idrakten acizdir. MELEKLER KENDİ İŞLERİNDE ALLAH'IN İSİM VE SIFATLARINI SEYREDERLER Allah'ın öyle kanunları vardır ki; bu kanunları meleklerine öğretmiştir. Meleklerine Allah (c.c) bu muhteşem kanunlarını işlettirerek kendi isim ve sıfatlarına hayran bıraktırmaktadır. Hem şu kâinat Allah'ın (c.c) hayret verici ve olağan üstü sanat eserleriyle dolu muhteşem bir sergisidir. Her bir sanatkâr sanatındaki incelik ve güzellikleri anlayacak ve takdir edecek seyircilerin bulunmasını ister. İnsanlar ve cinler bu mükemmel kâinat sergisindeki takdir edilmesi gereken pek çok sanatı görebilmek için yeterli gelmiyor. Bunun için Allah, bütün isim ve sıfatlarını seyredip takdir etmeleri için yerin merkezinden yedi kat semaya kadar her yerde bulunabilen meleklerini yaratmıştır. Melekler Allah'ın (c.c) kendilerine emrettiği işleri yapmakla birlikte bu işlerde Allah'ın isim ve sıfatlarını hayranlıkla izlerler. Ve Allah'ı (c.c) hamd ü sena ile tesbih edip, sanatını ve icraatını takdir ederler. Mesela, gök gürültüsü, Ra'd meleğinin Allah'ın (c.c) kudretini ilan eden bir tesbihi hükmündedir. Hem görevini hem de tesbihini yapar. MELEKLER ALLAH'IN (C.C) İZZET VE AZAMETİNİ GÖSTEREN PERDELERDİR İşlerinde akılların hayrette kaldığı O Zât her türlü kusurdan nihayet derecede münezzehtir. (Nevevi) Allah her işi bizzat kendisi yaptığı halde izzet ve azametine zarar gelmemesi için sebepleri kendisine perde yapmıştır. Çünkü insanların pek çoğu cahil olmakla beraber yüzeysel bir bakış ve dar bir düşünce içindedirler. Bu hal çok büyük ve kıymetli işlere küçük, basit ve abesmiş gibi bakılmasına sebep olur. Ve hâşâ: Allah neden böyle küçük işlerle meşgul oluyor düşüncesi ile insan Allah'ın o işteki büyüklüğünü idrak edemez. Hem çok hikmetleri olduğu halde, ilk bakışta çirkin gibi görünen hadiseler vardır. Allah (c.c) bu hadiselerde İzzetini muhafaza için kendisini gizler. Böylece Azametinin tenkit edilmesine ve sonsuz Merhametinin, merhametsizce eleştirilmesine ve suçlanmasına izin vermez. Hatta pek çok kimseler bu gibi hadiselerin iç yüzündeki güzelliği göremez ve gördükleri çirkinliği Allah'a (c.c) (hâşâ) yakıştıramayarak Allah'ın izzet ve azametini tenkit etmeye kalkarlar. Bundan dolayıdır ki Allah (c.c); İzzetine ve azametine dil uzatılmaması için melekleri ve sebepleri bu durumlarda araya perde olarak koymuş böylece insanları bu ağır mesuliyetten kurtarmayı dilemiştir. Şu da bilinmelidir ki; melekler Allah'ın (c.c) temiz ve pak perdeleridir.  Allah, haksız şikâyetlere maruz kalmamaları için meleklerine de perde olacak sebepler yaratmıştır. Bir rivayette vardır ki:  Azrail (as) Allah'a (c.c) yalvararak demiş ki: Ruhları teslim alma vazifesinde senin kulların bana küsecekler, benden şikâyet edecekler. Allah (c.c) ona cevaben demiş: Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım. Ta kullarımın şikâyetleri onlara gitsin sana gelmesin. İşte ölüm geldiğinde nasıl hastalıklar ve musibetler insanlar ile Azrail (as) arasında bir perdedir. Azrail (as) hiç akla gelmez.  Aynen bunun gibi Azrail'in (as)  kendisi de bir perdedir. Ta ki ölümdeki hikmetleri, güzellikleri, faydaları göremeyen insanların haksız isyan ve şikâyetleri Allah'a (c.c) gitmesin. Her kim Allah'a, Allah'ın meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ile Mikail'e düşman olursa iyi bilsin ki Allah da o kâfirlerin düşmanıdır. (Bakara, 98 )

İdare İdare 01 Kasım
Konu resmiKâinatın Nur dan İşçileri
İbadet

Semâvât âlemi, yeryüzüne ayak bastığı gün­den beri âdemoğlunun hep ilgisini çekmiştir. “Acaba orada yaşayanlar var mı? Varsa kim­lerdir? Yaşam biçimleri nasıldır? Onlarla irtibat kurmak mümkün müdür? Ne ile uğ­raşırlar?” gibi sorular insanoğlunu bugüne kadar hep meşgul etmiştir. Gerek semâvî dinlerde gerekse diğer inanış­lar­da, semâvât sakinlerine farklı isimler veri­le­­rek değişik anlamlar yüklenmiştir. Bu çalışmada sadece semâvâtta değil, vazife icabı kâinatın her yerinde bulunabilen semâvâtın bu nurlu sakinlerinin yani meleklerin varlıklarına dair aklî ve naklî deliller getirilerek onların sıfat ve özellikleri, bazılarınınsa hususî vazifeleri ele alınacaktır. Arapça’da melek kelimesi “göndermek” an­lamındaki “l’ek” kökünden olup “haberci, elçi, güçlü kuvvetli, tasarrufta bulunan, yöneten manalarına gelmektedir. Çoğulu melâikedir. İslâmiyet melâikenin varlığını hem aklî hem de naklî delillerle ispat etmiştir. Îmanın al­tı rüknünden biri de “melâikeye iman” olduğundan melâikenin varlığına iman et­mek farzdır ve onları inkâr etmekse küfür­dür. Duyularımızla müşahede edemediğimiz melekler, âlem-i gaybda Allah’ın mükerrem kullarıdır;  latîf ve nurani varlıklardır. MELÂİKENİN VARLIĞINA DÂİR AKLÎ DELİLLER: Melâikeye iman öyle bir meseledir ki, bir tek me­leğin varlığı ile melek taifesinin umumu­nun varlığı bilinir. Meleklerin varlığına dâir birçok aklî delil vardır. Bu delillerden bir kısmı aşağıda zikredilecektir: 1. Dünyadaki canlılar meleklerin varlığına delildir. Dünyadaki canlılar meleklerin varlığına de­­­lil­­dir; çünkü uzaya nispetle çöldeki bir kum tanesi mesabesinde olan dünyamızda milyonlarca canlı türünün yaşaması ve bir devridaim suretinde dünyanın sürekli canlı türleri ile doldurulup boşaltılması, uçsuz bucaksız semâvâtın boş bırakılmasını aklen kabul edilemez hale getirmektedir. Küçücük dünyayı bunca canlı ile doldurup kâinatın ge­ri kalan kısmını boş bırakmak, büyük bir israf gibi görünmektedir. Hâlbuki âlemin hiçbir yerinde ve hiçbir ferdinde zerre kadar israf ve abesiyete müsaade etmeyen, hadsiz hikmetle iş gören bir zat, böyle bir çirkinliğe asla razı olmaz. 2. Canlı varlıklar sadece gördüklerimizle sınırlı değildir. Kâinatın her tarafı hayat ve şuur sahibi canlılarla doldurulmuştur. İnsan, canlılardan sadece görüş alanına giren­lerini görebiliyor. Bunun dışındaki varlıkları görebilmek için ya üstün özelliklere ya da onları görmeyi sağlayacak aletlere sahip ol­mak gerekir. Mesela bakteriler ve bir kısım mikroskobik canlılar çıplak gözle görülmez. Onları görmek için ya gözün görme kabiliyeti geliştirilmeli ya da bir mikroskop kullanılmalı. Çıplak gözle görünmeyen canlıları yok farz etmek yalnızca cehaletin delili sayılır. Hâlbuki o varlıkları görememek onların olmadıklarına delil olamaz. Aynen bunun gibi şu nihayetsiz semâvâtın her köşesini görecek gözlere, âletle­­re sahip olunmadığı halde orada (oraya münasip) canlıların yaşamadıklarını iddia etmek delil­siz bir varsayımdan öteye gidemez. Balıkları suda, aslanları karada yaşayacak şekilde uy­gun cihazlarla donatan Allah’ın, melâikeyi de semâvâta münasip bir şekilde yaratmasına engel hiçbir aklî neden yoktur. Hayat, meleklerin varlığına delildir. Varlık, hayatla değer kazanır. Hayat, varlığın kemal mertebelerindendir. Hayatı olmayan bir varlığın varlığı ile yokluğu arasında pek fark yoktur. Mesela büyük bir dağ bir karıncaya nispet edildiğinde, küçük olmasına rağmen karınca dağdan daha değerli olur; çünkü karınca hayat sahibidir. Yaşadığı çevreyle irtibatı, alış verişi vardır. Hatta kâinatla bir şekilde münasebeti vardır. Dünyadaki canlılara bakıldığında onların çok basit ve ke­sif maddelerden yaratıldığı görülür. O basit ve şeffaf olmayan maddeler hayatla, şuurla nurlandırılmıştır. Toprak ve su basit ve kesif iki maddedir. Fakat bunlardan sayısız canlıları yaratmakla, bu iki unsur nurlandırılmıştır. Acaba pis bir sudan (meni) insanları ve hay­vanları yaratan, kuru topraktan had ve hesaba gelmez bitki türlerini var eden bir zat, toprak ve suya göre daha şeffaf ve latif olan ateş gibi, nur gibi unsurları hayatsız, şuursuz bırakır mı?  Kuru toprağa ve pis suya değer verip de ateşe, nûra ehemmiyet vermemek hikmetine yakışır mı? Elbette nihayetsiz hikmet sahibi olan o Zat-ı Hakîm, hikmetine bütün bütün zıt olan böyle bir abesiyete asla ve kat’a izin vermez. Basit unsurları hayatlı, şuurlu ve idrak sahibi canlılar yaratmak suretiyle değerlendirip de kıymetli olanları hayatsız ve şuursuz bırakarak israf etmez. Ateş gibi nur gibi latif ve şeffaf unsurlardan da latif ve nuranî varlıklar yaratması hikmetinin gereğidir. 4. Şuurun varlığı meleklerin varlığını gerektirir. Şuur kelimesi lügatte “bir şeyi anlama, tanıma ve kavrama gücü” ya da “kendi varlığından, benliğinden haberdar olma hissi” olarak tarif ediliyor. Hayat nasıl ki varlıkları kıymetli bir hale getirir; varlık, hayatla değer kazanır. Aynen öyle de hayat da şuur ve idrakle nurlanır. Şuur ve idrakin derecesi ne kadar yükselirse hayatın değeri de o nisbette artar. Şuur varlıkları anlayıp tanımamız ve tefekkür edip âlemdeki sırları, hakikatleri kavrayıp keşfetmemiz için verilmiştir. Kendi varlık ve benliğimizin farkına vararak yaratılışımızı ve yaratıcımızı idrak edelim diye ihsan edilmiştir. Demek ki her şuurlu varlığın vazifesi, “şuuru nispetinde tefekkür etmek; yani düşünmek suretiyle âlemin sırlarını, hakikatlerini anla­mak”tır. Âlemdeki bunca hikmet, san’at, nizam ve intizam bir mana için vardır. O da yaratıcıyı tanıtarak varlığından haberdar kılmak, büyük­lüğünü ve yüceliğini idrak ettirerek layık ol­duğu medh-ü senayı yaptırmaktır. Hikmet ve san’atı anlayıp kavrayacak varlıklar olmazsa Yaratanı kim tanıyacak; varlığından kim haberdar olacak? Demek ki hikmet, san’at, nizam ve intizam, şuur sahiplerinin varlığını za­ruruî kılar. Şuurlu mahlûkat olmazsa hikmet bilinmez. San’atın, nizam ve intizamın değeri anlaşılmaz. Eğer şuur sahibi varlıklar sadece dünyada yaşıyor olsaydı kâinatın geri kalan kısmında şuurlu mahlûkat olmasaydı oralardaki bütün icraat, san’at ve hikmet bilinmeyecek; bu işler temaşa ve medh ü sena edilemeyeceğinden hadsiz bir israf edilmiş olacaktı. Hâlbuki insan şuurlu olmasına rağmen âlemin her tarafına gidebilecek im­kâna sahip değildir. Hatta dünyadaki hikmet ve san’atı dahi tamamıyla anlayabilmiş değildir. Evet, o şuur sayesinde insanoğlu pek çok sırrı çözmüştür. Fakat daha çözül(e)memiş olan nice sırlar, hikmetler var. Mademki Allah ü tealâ dünyanın dışındaki âlemlerde de hadsiz hikmet ve san’atını sergiliyor, buraları nizam ve intizamı altında sevk ve idare ediyor. Nihayetsiz hikmet ve san’at, tefekkür edecek şuurlu mahlûkların varlığını gerekli kılar. Öyleyse o hikmeti, san’atı, nizam ve intizamı israf etmemek için oraya münasip şuurlu varlıkları da yaratacaktır. İşte o varlıklara İslâmiyet melâike adını vermiştir.              5. Allah’ın varlığı meleklerin varlığına delildir. Allah’ın varlığına ve birliğine dâir olan bütün aklî deliller dolayısıyla meleklerin varlığına da delildirler. Çünkü Cenab-ı Hak gönderdiği bütün ilâhî kitaplarda onlardan bahsetmiş, haklarında bizlere pek çok bilgi verip onlara iman etmemizi emretmiştir. Madem aklî deliller Allah’ın varlığını ve birliğini bizlere ispat ediyor. O’nun kâinatın yegâne yaratıcısı ve hâkimi olduğunu gösteriyor. Nihayetsiz ilim, irade, kudret ve hikmet sahibi olduğunu bildiriyor. Kâinatın yaratıcısının her türlü kusurdan, ayıptan, eksiklikten, âcizlikten mü­nezzeh olduğunu ifade ediyor. Öyle ise bütün bu vasıfların sahibi olan Zat’ın, yarattığını bildirdiği meleklerin varlığında hiçbir şüphe olmaması gerekir. 6. Peygamberler meleklerin hem şahidi, hem de delilidirler. Peygamberlerin hakkaniyetinin delilleri de me­leklerin varlığını ispat eder; çünkü peygamber­ler meleklerle bizzat görüşmüş, vahyin bü­yük bir kısmı Cebrail (a.s.) vasıtasıyla pey­gamberlere ulaştırılmıştır. Doğruluk sıfatıyla her dâim muttasıf olan peygamberlerin me­lâike hakkındaki ittifakları, meleklerin varlığını güneş gibi ispat eder. Peygamberler davalarını hem aklen ve mantıken hem de ahlakî kemâlâtlarıyla muhataplarına verdikle­ri güven hissi ile ispat ederler. Gösterdikleri mucizeler ise şüphe ve tereddütleri ortadan kaldırıp, inkârcıların inatlarını kırmak içindir. Madem peygamberler aklî ve mantıkî deliller­le, ahlakî faziletleriyle, gösterdikleri mucizele­riyle davalarını ispat etmişlerdir; öyle ise bütün peygamberler varlıklarını ittifakla ha­ber verdikleri meleklerin varlığına hem şahid hem de delildirler. Acaba yüz yirmi dört bin peygamberin mucizelerine ve müşahedelerine dayanarak varlıklarını ittifakla haber verdik­­le­ri melâikenin vücudunu kim inkâr edebilir? Bu kadar sadık şahidleri kim bulunan bir davayı yalanlayabilir? 7. Kur’ân, hakkaniyetinin delilleriyle melâi­ke­nin varlığını ispat eder. Kur’ân’ın hak kelamullah olduğunu göste­ren bütün deliller melâikenin vücudunu da ispat eder; zira melâikenin varlığı ve vasıfları hakkında en geniş izahat onda zikredilmiştir. Eğer Kur’ân gerçekten Allah’ın kelamı ise onda bahsi geçen her şey doğrudur, haktır. Bin dört yüz küsur seneden beri insanlığa yol gösteren Kuran’ın hakikatlerinin aksi ispat edilememiş; hiçbir davası çürütülememiştir. Öyle ise Kur’ân’ın beyanatına dayanılarak kat’i bir kanaatle denilebilir ki, melâike vardır ve Kur’ân’ın hak ve kelamullah olduğu hakikatini çürütemeyen hiç kimse melâikenin varlık delillerini de çürütemez ve onları inkâr da edemez. 8. Evliyalar keşif ve kerametlerinin şahit­liğiyle meleklerin varlığına delildirler. Evliyalar peygamberlerin getirdiği dinî haki­katleri baş ve gönül gözü ile ayne’l-yakîn veya hakka’l-yakîn suretinde, yani görüp yaşayarak, keşf ve zevk ederek ispat ederler. Evliyaların melekleri müşahedeleri de melâikenin varlı­ğı­na bir delildir. Meslek ve mezhepleri birbirinden farklı, zaman ve mekân itibariyle birbirinden uzak, keşif ve kerametleriyle davalarını ispat eden velilerin, ittifakla meleklerden haber vermeleri bu davaya kuvvetli bir delildir. 9. Avam-ı nâsın melâikeyle görüşüp konuş­maları meleklerin vücuduna delildir. Gerek Kur’ân’da ve gerekse diğer semâvî ki­tap­larda meleklerin insanlarla da zaman za­man muhatap oldukları anlatılır. Yeryüzündeki insanların neredeyse dörtte üçünün inandığı semâvî kaynaklı kitaplarda insanların bazı istisnai durumlarda meleklerle karşılaşıp konuştuklarına dair ittifak vardır. Kur’ân’da Hazreti İbrahim’in yanına gelen melekleri insan zan edip onlara yemek hazırlaması, (Hud 69–70)  Lut aleyhisselamın kavmine ya­kı­şıklı gençler suretinde görünmeleri ve onlarla aralarında geçen olaylar sadece peygamberlerin değil, sıradan insanların da melekleri gördüğüne delildir. (Hud 77–83)  Ayrıca Bedir harbinde müşriklerin melekleri görüp onların kimler olduğunu sahabilerden sorması gibi hadiseler sıradan insanların bile melekleri gördüğüne delildir. Lût kıssası, Tevrâtın Tekvin Kitâb'ının 13, 18 ve 19. bablarında anlatılır. “ iki melek akşamleyin Sodom’a vardılar. Lut kentin kapısında oturuyordu. Onları görür görmez karşılamak için ayağa kaltı. Yere kapanarak, “Efendilerim” dedi, “ Kulunuzun evine buyurun. Ayaklarınızı yıkayın, geceyi bizde geçirin. Sonra erkenden kalkıp yolunuza devam edersiniz.” Melekler,  “Olmaz” dediler, “Geceyi kent meydanında geçireceğiz.” (Tekvîn: 19/2.) Ama içerideki adamlar (Melekler) uzanıp Lut’u evin içine, yanlarına aldılar ve kapıyı kapadılar. Kapıya dayanan adamları, büyük küçük hepsini kör ettiler. Öyle ki, adamlar kapıyı bulamaz oldu. (Tekvîn: 19/10–11.)  Tevratın bu ifadeleri Kur’ân’ın ifadelerine çok cihetlerle benzemektedir. İncilde meleklerin insanlarla diyalog kur­dukları şöyle anlatılır: Melek kadınlara şöyle seslendi: “Korkmayın! Çarmıha gerilen İsa’yı aradığınızı biliyorum. (Matta 28/5) Melekler yanlarından ayrılıp göğe çekildikten sonra çobanlar birbirlerine, “Haydi, Beytehem’e gidelim, Rabb’in bize bildirdiği bu olayı görelim” dediler. (Luka 2/15) 10. Bütün inanışlarda melek inancının var olması meleklerin varlığını ispat eder. Gerek semâvî gerekse semâvî olmayan inanç­larda melek kavramının bir şekilde bulunuyor olması da meleklerin varlığına delildir. Me­lâikenin varlığına naklî deliller başlığı altında genişçe izah edileceği gibi hem ehl-i akıl hem ehl-i nakil meleklerin varlığında ittifak etmişlerdir. Bu kadar büyük bir çoğunluğun ittifak ettikleri bir meselede nasıl şüphe edilir? Bu kadar insanın iman ettiği bir hakikat nasıl akıldan uzak görülebilir? Meleklerin varlığını inkâr eden insan bütün semâvî dinleri ve kitapları, peygamberleri, evliyaları ve meleklerin varlığını kabul eden bütün inanışları inkâr etmiş olur. Acaba bu kadar kuvvetli bir delili inkâr edenin aklından şüphe etmek daha yerinde olmaz mı? Buraya kadar zikredilen delillere bakıldığın­da ortaya çıkan gerçek şudur ki; meleklerin varlığı naklen sabit, aklen câizdir. Bu mesele hakkındaki aklî deliller sadece saydıklarımızdan ibaret değildir. Bunlar denizden bir damla, dağdan bir zerre hükmündedir. MELÂİKENİN VARLIĞINA DÂİR NAK­LÎ DELİLLER: Melâikenin varlığını ispat eden nakli delillerin en büyüğü hiç şüphesiz semâvi kitapların verdiği haberlerdir. İlâhi kaynaklı bütün semâvî kitaplarda meleklerden bahsedilmiştir. Meleklerin sıfatlarında birtakım farklı inanışlar bulunmakla beraber varlıklarında ittifak edilmiştir. Bunların dışındaki inanışlarda da melek inancı vardır. Yahudilikte melekler: Bütün Yahudi mez­hepleri melekleri kabul etmektedir. Yahudi inancına göre melekler yaratılışın ikinci ve­ya beşinci gününde ateşten yaratılmış saf ruhlardır. Rabbinik literatüründe melekler insanlardan üstün görülmekte, ancak fazi­letli insanın meleklerden daha üstün olduğu belirtilmektedir. Melekler sınırlı iradeye ve ilahî bilgiye sahip olmakla beraber geleceği ve kıyamet saatini bilmezler. “Allah oğulları (melekler) insan kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar.” (Tekvin, 6/2) sö­züne dayanılarak meleklere bir cinsiyet atfedilmektedir. Meleklerin kanatlarından ve uçmalarından bahsedilmesi onların kuvvet ve süratlerine işaret içindir. Melekler yeryüzünden önce yaratılmıştır. (Eyub, 38/ 6,7) Onlar gökte ikamet etmektedirler. (Tekvin, 28/12) Ruhani tabiatlı görünmez varlıklardır. Yeryüzüne görev için geldiklerinde insan şekline girer ve insan gibi konuşurlar. (Tekvin, 18/8) Yahudilik’te meleklerin görevlerini Tanrı’nın yardımcıları olmaları, O’na ibadet etmeleri, vahyi ve şeriatı tebliğ etmeleri, insanları korumaları ve onlara yardım etmeleri, Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapmaları şeklinde özetlemek mümkündür. Hristiyanlıkta melekler: Hıristiyanlıktaki me­lek inancı Yahudilikteki melek inancı ile benzer nitelikler taşımaktadır. Yeni Ahid’de iyi ve kötü melek tabiri vardır. (Matta, 25/41; Vahiy, 12/7), iyi meleklerin semada ikamet edip Allah’ı tesbih ettikleri ve O’nun huzurunda bulundukları, O’nun ordusunu teşkil ettikleri, oradan yeryüzüne indikleri ifade edilmektedir. (Matta, 18/10; Luka, 1/19) Melekler sınırlı bilgi ve iradeye sahiptirler, (Matta, 24/36; Markos, 13/31–32)  İnsan suretinde görünmektedirler. Kendi aralarında sınıflandırılmışlardır. Duman ve ateşten yaratılmışlardır. İncillerde meleklerin sık sık belirli şekiller altıda görünmeleri onlara beden atfedilmesine sebep olmuştur. Hıristiyanlıkta meleklerin görevleri; genel olarak Tanrı’nın emirlerini insanlara iletmek, insanlara muhafızlık edip onların kurtuluşlarını istemek ve gerektiğinde cezalandırılmalarında aracı olmaktır. İslâmiyet’te melekler: İslâmiyet’te melekler farklı suretlere girebilen fakat duyularla algılanamayan nurani varlıklar olarak tarif edilir. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de (Bakara 2/85; Nisa 4/136) ve gerekse tevatür derecesine gelen hadislerde onlardan bahsedilmiş,(Buhari, “İman”, 37; Müslim, “İman”, 1) iman esasları arasına gösterilmiştir. Nurdan yaratıldıkları, (Müsned, V1, 168; Müslim, “Zühd”, 60) Hazreti Âdem’den önce mevcut bulundukları, Allah’ın hitabına mazhar olup O’nunla bizzat konuştukları, (Bakara 2/30–34; Hicr 15/28–29), hiçbir şey yiyip içmedikleri, (Hud 11/69–70; Zariyat 51/24–28) Kuvveleri şiddetli ve güçlü oldukları, (Necm 53/5; Nisa 4/136) ifade edilmiştir. Ayrıca müşriklerin “ melekler Allah’ın kızlarıdır” şeklindeki ifadeleri red edilmiştir. (Saffat 37/149–150; Zuhruf 43/19) Meleklerin görevleri arasında diğer mahlûkat gibi sürekli Allah’ı tesbih etme, (A’raf 7/206; Ra’d 13/13, Enbiya, 21/20), O’na secde etme, emirlerini yerine getirme, (Nahl 16/49–50; Tahrim 66/6), Peygambere salât-ü selam getirme, (Ahzab, 33/56), mü’minler için dua ve istiğfarda bulunma (Mü’min, 40/7–9) gibi davranışlar sayılmaktadır. Ayrıca türlerini ve sayılarını Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği ifade edilmiştir. (Müdessir, 74/31) Diğer inançlarda melekler: Babil dininde hem Melekler hem de Cinler vardır. Babil’de Asur’da tanrılarla insanlar arasında sürekli bir ilişki kurulduğuna inanılır. Her kişinin birisi önden, diğeri arkadan yürüyen veya biri sağında, biri solunda iki koruyucu meleği vardır. Şedu ve Lamassu denilen, kanatlı boğa şeklinde tasvir edilen, sarayların ve mâbedlerin girişlerinde bekçilik yapan cine benzer varlıklar mevcuttur. (Finet, s. 37–49) Sümerlerde Melekler yedi gruba ayrılır; bunlar da iyi ve kötü melekler olarak sınıflandırılırdı. İyi meleklerin insanlara iyilik yapıp onları koruduklarına, kötülerin insanlara kötülük yapıp zarar verdiklerine inanılırdı.(Dhorme, s. 46–47, 266–277) Hititlerde tanrılar derece itibariyle kendisinden daha aşağıda bulunan Sukkallu adı verilen bazı elçilere ve Guzallu adındaki taht taşıyıcılarına sahipti. Bir kısım Hitit metinlerine göre ana tanrıçanın emrinde elçilik yapan iyilik ve kötülük melekleri vardı. (IDB, I, 129–130) Zerdüştîlikte Zend Avesta metinlerinde Ahu­ra Mazda’nın yanında Ameşa Spenta (kutsal ölümsüzler) denilen altı baş meleğin bulundu­ğu belirtilmektedir. Meleklerin in­san­lara şefaatçi olup onları kötülüklerden koruduklarına inanılır. Ahura Mazda melek­lerden oluşan ordusuyla Angra Mainyu ve deva adı verilen şeytanlardan oluşan ordusuy­la sürekli savaş halindedir. Meleklerin temel görevleri tanrı ile insan arasındaki mesafeyi birleştirmek, ilâhî planı, irade ve kanunu bildirmektir. Avesta’da Angra Mainyu kötü, Spenta Mainyu ise iyi ruh olarak kabul edilir. (Christensen, s. 29; IDB, I, 134; ER, I, 283) Hinduizm, Budizm, Konfüçyüsçülük, Jai­nizm gibi dinlerde insana vahiy getiren melekleden ziyade kötülük simgesi varlıklara inanç vardır. Hint dinlerinde semada ikamet eden ve ölümlülere görünmeyen “deva”lar ve “asura” denilen kötü güçler vardır. Ayrıca “Biruni deva” denilen meleklerin bu­lunduğu bunların başkanının “Mahadeva” ol­duğu, “deva” isminin ondan geldiği, Hintli­lere göre 330 milyon melek bulunduğu ifade edilmektedir. Hintliler’in melekler için ye­me, içme, ölüm ve diğer beşeri halleri câiz gördükleri, onların bu dereceye ilimle değil ibadetle varmış olduklarına inandıkları dile getirilmektedir. (Tümer, s. 161) Taoizm’in oluşturduğu Çin dinlerinde genel­likle değişik nitelikteki ruhlardan oluşan görünmez bir dünya vardır. Melek inancı özellikle mistik Taoizm’de vardır. Shang-ch’ing denilen en yaygın mistik akıma göre Yang Hsi gökten gelen bir düzine varlık tarafından ziyaret edilmiş ve kendisine birçok kitap yazdırılmıştır. Kitapları yazdıran varlıklardan başka verilen­leri muhafaza edenler de vardır.(Lagerwey, s. 71–72) Yunan ve Mısır (İskenderiye) “Neoelenisme” felsefesinde meleklere “Ukul-i aşere” (on akıl) denirdi. Bunların ayrı ayrı, irade sahibi nefisleri vardır. Varlıklara gökten gelir, onları ikaz ederler. Gayr-i maddi yani mücerret vücutlara sahiptirler. Bunların en büyüğü “Logos” adı verilen “Akl-ı evvel”dir. Tanrı bütün kâinatı onun vasıtasıyla yaratmıştır. Yunan felsefesinde Akl-ı evvel ve Ukul-i aşere, bütün kâinatın yaratıcısı olarak kabul edilir. Her şeyin mercii, bütün işleri idare eden meleklerdir. Asıl Tanrı, atıl ve batıl, boş ve işsizdir. Melekler insanlardan efdal midir? Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, bütün peygam­berler, meleklerin rasulleri sayılan dört büyük melekten efdal, yani Allah katındaki dereceleri daha yüksek ve faziletlidirler. Meleklerin rasulleri ise bütün insanlardan daha faziletlidirler. Bu konuda icma’ vardır. İnsanlardan takva ve amel-i salih sahipleri de derecelerine göre meleklerin (rasulleri hariç) tamamından daha faziletli ve üstün olarak kabul edilmişlerdir.(Cürcanî, Şerhu’l Mevâkıf, III, 216-220, İstanbul 1311;  Taftazanî, Şerhu’l Makasıd, II,146-149, İstanbul 1277)

Zafer ZENGİN 01 Kasım
Konu resmiNüfusdaki Denge

İlmi araştırmalar dünyanın potansiyel olarak çok daha fazla nüfusu besleyebilecek tarım ve hayvancılık kapasitesine işaret etmektedirler. Birleşmiş Milletlerin düzenlediği 1974 Dünya Nüfus Konferansı'na sunulan bir raporda, dünyanın besin kaynakları tam olarak kullanılabilse 38-48 milyar insanı besleyecek kadar zengin olduğu belirtilmiştir. Üstad Bedîüzzaman Allah'ın Adl ismini şerh ettiği risâlesinde, zerrelerden güneşlere kadar bütün kâinatta Allah'ın Adl isminin tecelli ettiğini, her yerde denge ve muvazeneyi göstererek isbat eder. Canlılarla ilgili paragrafta şöyle der: Zeminin yüzünde nebatî ve hayvanî dörtyüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmane müvazeneleri; ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zat-ı Adl ve Rahîm'i gösteriyor. Bu yazımızda üstadın bu ifadelerini biraz daha açmak istiyoruz. NÜFUS MİKTARI VE RIZIK (İAŞE) MİKTARI DENGESİ De ki: Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir? De ki: Allah! (Sebe, 24) Allah size verdiği rızkı kesiverse, size rızık verebilecek olan kimdir? Hayır, onlar azgınlık ve nefrette direnip durmaktadırlar. (Mülk, 21) Yüzyıllardan beri nüfus artışı ve nüfus miktarı ile ilgili kaygılar belirtilmiş, bilim adamları nüfus meselesine dikkat çekmişlerdir. Nüfus artışına ilişkin teorileri biyolojik, kültürel ve ekonomik olarak üçe ayırmak mümkündür. Ekonomik teoriler olaya geçim kaynakları–insan sayısı açısından bakmaktadır. Ekonomik teorilerin en tanınmışı T. R. Malthus (1766-1834)  tarafından 1789 yılında ileri sürülen teoridir.  Teori iki esasa dayanmaktadır. 1. Herhangi bir kontrol olmazsa, nüfus potansiyel olarak geometrik oranda büyüyecektir. 2. En uygun şartlar altında bile araziden alınan üretim en çok aritmetik oranda artacaktır. Malthus'a göre, geçmişteki, savaşlar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar nüfus artışını gıda üretimi ile aynı çizgiye getiren tabii kontrollerdir. Eğer insanlık bu acı veren kontrollerden kurtulmak istiyorsa, olarak nüfus artış oranını yavaşlatmayı gönüllü uygulaması gerekmektedir. Malthus'un bu görüşü oldukça etkili olmuş ve ilim çevrelerinde büyük kabul görmüştür. Buna uygun görüşler ileri sürülmüş gelecek için felaket senaryoları yazılmıştır. Ancak korkulan olmamış aksine insanların beslenmesinde daha iyi durumlar ortaya çıkmıştır. Sanayi inkılâbı gelişip yaygınlaştıkça 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın başlarında Avrupa nüfus artışında düşme oldu, doğum oranlarında azalma nüfusun geometrik artışı görüşü ile ters düştüğü için Malthus'un fikirleri terk edildi. İnsanlık tarihi bazı küçük bölgeleri kapsayan münferit olaylar dışında toplu olarak açlık ve yoksulluktan bahsetmemektedir. Dünyada nüfusu giderek artmakla birlikte, insanların rızıkları azalmamış nüfus artışına paralel olarak artmış, hatta genel olarak giderek bollaştığı, insanların geçmişe göre daha iyi beslendiği, giyindiği, yaşadığı, daha çok tükettiği bir gerçektir.  İlmi araştırmalar dünyanın potansiyel olarak çok daha fazla nüfusu besleyebilecek tarım ve hayvancılık kapasitesine işaret etmektedirler. Birleşmiş Milletlerin düzenlediği 1974 Dünya Nüfus Konferansı'na sunulan bir raporda, dünyanın besin kaynakları tam olarak kullanılabilse 38-48 milyar insanı besleyecek kadar zengin olduğu belirtilmiştir. Dünya nüfusu: 1800 lü yılların başlarında 1 milyar 1930 da 2 milyar 1960 da 3 milyar 1976 da 4 milyar 1987 de 5 milyar 1994 de 5,7 milyar 2004 de 6,6 milyar olmuştur. Dünya nüfusu: saatte 10 bin, Günde 250 bin, Yılda ise 90 milyon artmaktadır. NÜFUS MİKTARI İLE BESLEME (RIZIK) KAPASİTESİ ARASINDA DENGE Bir yerdeki nüfus miktarı ile o yerin besleme (rızık) kapasitesi arasında bir denge vardır. Dünyada nüfus dağılışı oldukça farklılık gösterir. Dünya nüfusunun % 90'ı karaların % 20'sinde yerleşmiştir. Dünya karalarının yarıdan fazlasında km2 ye düşen insan sayısı 1'den azdır. Ancak km2 ye 10 binler düşen yerlerde vardır. Genelde ovalarda, akarsu boylarında, kıyılarda nüfus kalabalıktır. Çöller ve kutuplar gibi nüfustan yoksun alanlar yanında dağlık yüksek ve eğimli verimsiz alanlarda nüfus oldukça azdır. Malthus'un kehanetleri henüz gerçekleşmemiştir. Malthus bu görüşlerini yazdığında Avrupa yeni sanayileşmekte idi. Zenginlik az sayıda kimsenin elinde toplanmıştı, tarımda verimler yüksek değil, açlık ve yoksulluk yaygındı. Sanayileşme ile birlikte zenginlik artmıştır. Yeşil devrim olarak tanımlanan yüksek verimli hibrit tohumlarla verim çok artmıştır. Sulama imkânlarının gelişmesi ile verim artışı ve yılda birkaç kez ürün alma imkanı ortaya çıkmıştır. Birçok yarı kurak alanda Nadas kaldırılarak buralarda her yıl düzenli tarım yapılır hale gelmiştir. Dünyada şu anda herkesi besleyecek kadar yiyecek vardır. Dünyada üretilen tüm yiyecekler insanlar arasında eşit bir şekilde paylaştırılacak olsa, herkes günlük enerji ihtiyacını karşılayabilecek olup, bu da insanların sağlıklı ve üretken bir hayat sürmelerini sağlayacaktır. DOĞUM ORANLARINDAKİ DENGE Yapılan araştırmalar bütün dünyada kız erkek doğumlarında, muazzam bir oran ve denge olduğunu ortaya koymuştur. Doğumlarda 105 erkeğe karşılık, 100 kız çocuk doğmaktadır. 4 yaş civarında ise bu sayı dengelenmektedir. Yaşlı nüfusta ise kadın oranı biraz fazladır. Tüm yaş grupları dikkate alındığında kadın ve erkek oranı dengededir. Birçok ülkede kadın ve erkek oranları %50 civarındadır. Günümüzde Dünya nüfusu kabaca % 48 erkek; % 52 kadın şeklinde birbirine yakındır. Savaşlar, hastalıklar, göçler, şehirleşme ve doğumda cinsiyet oranının belirlenmesi gibi nedenlerle nüfusun yaş ve cinsiyet yapısı değişebilmektedir. Ancak kendi haline bırakılırsa zamanla yeniden dengeye gelmektedir. Türkiye'de 1940'a kadar kadın fazlalığı varken sonraki dönemlerde bu dengelenmiştir. Genelde normal şartlar altında bir ülke ya da bölgede doğumlar ölümlerden fazladır. Böylece nüfus belirli bir ölçüde artmaktadır. Bu ise neslin çoğalmasını temin eder. İnsanların karışmadığı durumda bunda ilahi bir denge olduğunu düşünmek gerekir. Doğumlar ile ölümler arasındaki fark kabaca nüfus artışını ortaya çıkarmaktadır. Nüfusun artması, insan neslinin yenilenmesi tazelenme demektir. İnsanlığın tekâmülüne sebeptir. Nüfus artması kaynakları harekete geçirir zenginlik bolluk getirir. Ham doğum oranı: bir yıl içindeki doğum sayısının, o yılki nüfus miktarına bölünmesiyle elde edilir. Bu hesaplamada üretici kadın nüfus 15-45 yada 15-49 yaşları arasındaki kadın nüfustur. Sanayi öncesi tarım toplumlarında yüksek doğum ve yüksek ölüm oranları vardır. Günümüzde gelişmiş sanayi toplumlarında düşük doğum ve düşük ölüm oranları vardır. Gelişmekte olan ülkelerde yüksek doğum devam etmekle birlikte sağlıktaki iyileşmelerle ölüm oranları düşmektedir. Dolayısıyla hızlı nüfus artışı görülmektedir. CİNSİYET ORANLARINDA ORTAYA ÇIKAN DENGESİZLİK VE SOSYAL PROBLEMLER Kız ve erkek doğumlarında belli bir oran ve denge vardır. Fakat beşerin müdahalesiyle bazen bu denge bozulabilmektedir. Özellikle doğumdan önce cinsiyet belirlemenin yapıldığı ülkelerde erkek oranı yüksektir. Hindistan'da 1000 erkeğe 870 kadın düşmektedir. Aileler erkek çocuk istemekte kız çocukları doğumdan önce ya da sonra öldürülmektedir. Bu da haliyle erkek kız arasındaki dengeyi bozmakta ve sosyal problemleri netice vermektedir. Çin'de tek çocuk siyasetinde bu uygulama ile 1970'de binde 2,4 olan nüfus artışı 1985'de binde 1,1 geriledi. BM Çin'e ilk aile planlaması ödülünü verdi. 1982 den sonra zorlamaya gidildi, ikinci çocuğa sahip olmak isteyen çiftlerden birisi kısırlaştırıldı. Çin'in güneydoğusunda 1980'li yıllarda yaklaşık 20 milyon insanın kısırlaştırıldığı belirtilmektedir. BELİRLİ BİR ZAMAN SONRA ARTIŞIN DURMASI HATTA NÜFUSUN AZALMASI Dünyada yaşlanmanın en fazla hissedildiği yer Avrupa'dır. Aynı zamanda en düşük doğumlar da buradadır. Bu ülkelerde harcamaların önemli bir kısmı yaşlıların bakımı ve diğer sorunlara gitmektedir. Bu ülkelerde emeklilere ödenen maaş ve harcamalar hızla artarken çalışanlardan kesilen oran giderek artmaktadır. Avrupa'da ve gelişmiş bazı ülkelerde nüfus çok yavaş artmakta, bazılarında da hiç artmamakta hatta azalmaktadır. Bu hal bu ülkeleri gelecek açısından kaygılandırmakta ve nüfuslarını artırmak için büyük çaba harcamaktadırlar. Nüfusun iki katına ulaşması için Afrika'da 24 yıl Kuzey Avrupa'da 443 yıl Batı Avrupa'da 741 yıl Güney Avrupa'da 516 yıl gerekmektedir.

Bera GÜNDOĞAR 01 Kasım
Konu resmiŞeytandan Allah'a sığınmanın hikmetleri (1)
İnsan

Lem'alar isimli eserin 13.cü Lem'a'sının kısa bir tahlilini sizlerle paylaşmak istiyorum. Eserin orijinal Osmanlıca metninde: Onüçüncü lem'a: 13 harf Hikmetül istiâze: 13 harf Bu risâle: 13 işarettir. Allah'a sığınmanın hikmetlerinden bahseden güzel bir risâledir. İnsanlarının zihinlerini bulandıran şeytanın önemli hilelerini ve bunlardan kurtulma çarelerini beyan eder. Biz en önemlilerini burada zikretmek istiyoruz. Bu risâlenin ıstılahlarını (kavramlarını) öncelikle okumanın ve anlamanın bu risâleyi zevk etmede büyük bir rolü olacağı kanaatini taşımaktayız. Şeytanların yaratacak hiçbir kudretleri yoktur. Çok zaman dalalette (hak yoldan sapmada) çok çirkinliklerin olduğunu bu yolda gidenlerden işitiyoruz. Allah rahmet ve yardımıyla hak yolda olanlara taraftardır. Hak ve hakîkatin güzellikleri Müslümanlar için bir teşvik ve destekçidir. Hal böyle iken nasıl oluyorda şeytanın taraftarları Müslümanlara galip gelir. Neden Müslümanlar her vakit şeytanların şerlerinden Allah'a sığınmak zorunda kalır? [Cevap]: Meslekleri karşılaştırmak suretiyle bu sorunun cevabını verebiliriz. Dalalet çoğunlukla: •    Menfidir. Yani bir şeyi varlıkta tutmaz. Onu sabit kılmaz.  •    Tahriptir. •    Ademîdir. Yani yokluğa aiddir. Var olan bir şeyin yokluğuna veya var olacak bir şeyin vücud bulmamasına hizmet eder. Varlığa hizmet etmez. •    Bozmaktır. Hidayet ve hak yol ise çoğunlukla: •    Müsbettir. Yani bir şeyi varlıkta sabit tutmakla hizmet eder. Eşyayı isbat eder yani sabit hale getirir. Eşyayı olduğu hal üzere koruyup yok olmasını engeller. •    Tamirdir. •    Vücudîdir. Bir şeyin vücuda çıkmasına, var olmasına hizmet eder. Varlık için çalışır. •    İmardır. Bunu iki örnekle açıklamak istiyorum. ï‚•    İnsanın yaşaması için gereken bütün şartların mevcut olması ile hayatta kalırken, ölmesi için onu hayatta tutan tek bir şartın olmaması kâfidir. ï‚•    Yirmi kişinin kısa bir sürede inşa ettiği bir evi bir kişi bir saatte yıkabilir. İşte insanın ölümüne sebeb olan birisi veya evin yıkılmasına çalışan bir kişi kuvvetlerinden, iktidarlarından dolayı değil belki yaptıkları işin iç yüzünün bozmak, yıkmak olmasından kaynaklanmaktadır. Tek bir şartı yerine getirmemek veya terk etmekten meydana gelmektedir. Demek bozmak, yıkmak, yok etmek bir iktidardan, kudretten veya kuvvetten kaynaklanmıyor. Öyle ise şer hesabına çalışanların kendi zatlarından dolayı değil, mesleklerinin kolay olmasından her vakit bunlara karşı dikkatli olmak Allah'a sığınmak gerekiyor. Ben iyiyim, kalbim temiz, bana bir şey olmaz diyerek içlerinde bulunmak doğru değildir. Çünkü iyi hali muhafaza için bütün şartlara uymak gerekirken, aldanmak için ise bir tanesini yapmamak veya bir an gafil olmak yetecektir. İşte bu sırdan dolayıdır ki şeytanın taraftarları, hakîkaten zayıf bir kuvvetle çok kuvvetli olan Müslümanlara galip gelirler. Eğer Müslümanlar İslâmiyeti ve bunun pratik uygulaması olan sünnet-i seniyyeye sığınsalar Allah'ın izniyle zarar görmezler. Eğer geçici olarak görseler bile ebedi bir sevap ve menfaatle o zarar telafi edilecektir.

Cavid SARAÇOĞLU 01 Kasım
Konu resmiBazen Zehir Altın Tasta Verilir
İbadet

İlimsiz ibâdet ve unut(tur)ulan düşman şeytan Şeytan denilen varlık, insanlığın atası Hz. Adem'in yaratılmasından itibaren, her insanın, dünyevi ve uhrevi hayatını mahvetmeye çalışan en büyük ve en tehlikeli düşmanı olmuştur.  Ne var ki, dünyanın küçülüp meşgalelerin artması, benlik, gurur ve kibir gibi kötü hasletlerin revaç bulması, nazarların tamamen dünyaya dönmesi ve işlerin sebeplere verilir olmasıyla şeytan da unutulup gitmiştir. Artık birisi içki içiyorsa cevap, Bir sebebi var içiyorum!dur. Birisine kötü sözler sarf etmişse cevap, Az biledir. İçimden bir ses ‘şu adamı vur' diyor. sözleri, şeytandan çok şey öğrendiğimizi, fakat şeytanı çoktan unuttuğumuzu en güzel özetleyen cümlelerdir. Aşağıda anlatacağımız hikâye, Ne oldum deme, ne olacağım de! atasözü çerçevesinde, yaşadığımız asırda ilmin önemine vurgu yaparak, şeytan ve dostlarının düşman olduklarını, bu arada dost postu da giyebileceklerini, yeniden hatırla(t)ma gayretidir. Aralarda hikâyenin akışına göre bazı tahliller ve değerlendirmeler yapılacaktır. Cehennem, dikkatten kaç(ırıl)an şeylerdir. HEDEFİM HER ŞEYİM Bersisa isminde bir zat, ıssız bir yere kapanmış, gece-gündüz Allah'a(c.c) ibâdet ediyor ve hiçbir kötülükte bulunmuyordu. Şeytan uzun zamandır bu adama musallat olmuştu. Adamı kandırmak için türlü hilelere başvurmuş, fakat bir türlü kandıramamıştı. Bersisa çok ibâdet eden, muttaki, züht ve takva sahibi bir zattı; ama âlim değildi. Şeytan bir gün, derviş kıyafetinde olduğu halde Bersisa'nın kapısını çaldı ve: -Ben dünya nimetlerinden uzak, ömrünü Allah'a ibâdetle geçirmek isteyen bir kimseyim. Gayesi sadece Allah'ın rızasını kazanmak olduğunu duyduğum sizinle kalıp, beraber ibâdete devam etmek isterim, dedi. Bersisa onun arkadaşlığı kabul etti. Beraber ibâdete başladılar. Aradan zaman geçiyor, Bersisa ibâdet ediyor, yiyor-içiyor ve diğer insanlar gibi yaşıyor; lakin şeytan, yemiyor, içmiyor, yatıp uyumuyor ve bütün zamanını ibâdetle (!) geçiriyordu. Bersisa, yeni dostuna hayran kalmıştı. Aradan çok zaman geçmeden dayanamayarak: -Ey Allah'ın salih kulu, sen bu makama nasıl yetiştin. Ben senelerden beri ibâdet ederim, yiyip içmekten kurtulamadım. Sen ise bütün zamanını ibâdete ayırabiliyorsun. Ne olur bunun sırrını bana da öğret de, ben de senin gibi olayım, dedi. Senelerdir ibâdet eden bir insan portföyü1 var önümüzde ve karşılaşılan yeni bir durum. Sahip olunanlara yeni bir şeyler katılabilir mi? durumu. Olur ki insan kendisine yeni bir hedef çizer ve gereklerini araştırmaya başlar. Fakat hikâyede ince bir nokta var. Bu makama nasıl yetiştin? Hâlbuki makam istenilmez, verilir. Bersisa da karşılaştığı bu yeni makama talip durumunda. Şeytan ise, aradığını bulmuş görünüyor. Zira senelerdir kandıramadığı adamda, meğer manevi makam sevgisi varmış. Ah! Ne yazık ki, bazen zehir altın tasta verilir. Hepimizin zihninden Adam onun şeytan olabileceğini nereden bilsin? gibi bir soru geçiyor olabilir. Bunun, yaşanmış ve –değişik şekillerde- yaşanılabilir bir durum olması hasebiyle, kendimize ders çıkarabileceğimiz bir hal olduğunu, yazı boyunca aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. BENİM HİÇ GÜNAHIM YOK! Şeytan: -Ben eskiden günahkâr bir adamdım, diye söze başladı. Günahlarıma tövbe ederek bu makama ulaştım, dedi. Bersisa, iyi de benim hiç günahım yok ki, dedi. Şeytan, bir günah işlersin, sonra tövbe edersin, dedi. Bersisa, peki ne yapayım? dedi. Benim hiç günahım yok! Ne kadar yanlış bir cümle değil mi? İsmet sıfatlarına rağmen, peygamberlerin bile kullanmadıkları bir cümle. Buna benzer çok cümleleri, maalesef –sıklıkla- kullanmaktayız. Ben zaten biliyorum. Ben hiç hata yapmam. Elimi sallasam ellisi gibi. Bu nevi cümleler daha da çoğaltılabilir. Bu güya özgüven yüklü cümleler, yanlışa düşebileceğimizin en zahir alametleridir. Her türlü şeytanî ve insanî kandırmaya müsait olduğumuzun delilleridir. Hedefe kilitlenmek, bazen yıldızı tutmaya çalışmak gibidir. Baş hep yukarda olduğundan, ayak çukurdan hiç çıkamaz. Şeytanın harmanında buğday yok. Diyor ki: Harmanını boşalt; belki yaz gelir de sen de harman yaparsın? Şeytan: Şu adamı öldür! dedi. Lütfen dikkat! Yemeğe tuzla başlama, demiyor. Şu adamı öldür, diyor. Çıta ne kadar yüksek değil mi? İhale burada kalmayacak belki, fakat sıfırlanmayacak da. Zira arzuyla istenen bir hedef var önde. Bazen bu tür arzular ve beklentiler, insandaki aceleciliğin de sevkiyle Olsun da nasıl olursa olsun noktasına kadar gelebilir. Bazen hikmet illetin2 önüne geçip, bazı yanlışları netice verdirebilir.3 Bersisa, Mümkün değil, yapamam dedi. O zaman şu aşağıdaki kötü kadınlarla zina et dedi şeytan. Bersisa, Bu da olmaz dedi. Şeytan bu kez, O zaman tebdil-i kıyafet meyhaneye gidersin. Kimse seni tanımaz. Orada bir kadeh içki içersin. Sonra da tövbe edersin dedi. Tekrar dikkat lütfen! Kimseye tanınmama fikri, Allah'ın bizi her zaman görüyor ve biliyor olduğu hakikatini nasıl da unutturuverdi. Daha üçüncü adımdaki hile makul geldi. Akla –cerbezeyle4- kabul ettirilen bir mesele, bir anda bilinen çok doğrularından üzerine çıkıverdi. Evet ya, bunu hiç düşünmemiştim. dedirtti. Hedefe kilitlenmiş ve hadiseyi yaşıyorken gayet makul gelebilen (!) bu durum, dışarıdan bakıldığında nasıl da acı değil mi? Hani insanlar bazen film seyrederler. Seyredenler, kötü karakterin hamlesinden haberdar olduğu için, iyi karakteri yönlendirmeye çalışırlar. Arkana bak!, ileri kaç! gibi. Filimdeki adam onu duymaz ama o, Tüh! O kadar da söyledim. diye dövünür. Dövünür de; zaman şeridinde oynadığı kendi filmindeki kötü karakterin (şeytan ve türleri) hilelerini haber veren melek ilhamını duyar da, duymazdan gelir. SON PİŞMANLIK FAYDA VERMEZ Bersisa, tebdil-i kıyafet meyhaneye gitti ve bir kadeh içki istedi. Meyhanecinin kendisi olmadığından hanımı bakıyordu. İçkiyle sarhoş olan Bersisa, kadına sarkıntılık etti. Olayın üzerine kocası geldiğinden ve hadisenin duyulmasını istemediğinden kocasını da öldürdü. Fakat hadise duyulmakta gecikmedi. Bersisa'yı yakalayıp mahkemeye çıkardılar. Katil olduğu için, idam edilerek öldürülmesine karar verildi. Bersisa idam sehpasına çıkmış, artık ip boğazına geçirildikten sonra onu kurtaracak hiç kimse yoktu. Eğri cetvelden düz çizgi çıkmaz. Doğruya yanlışla gidilmez. Ateş, ucundan yakaladığı zaman bütün birikimi alıp gidebilir. İnsan bir kere tökezlemeye görsün, bundan sonra olaylar ardı ardına gelir. Şeytan karşıda göründü. Bersisa: -Ey Allah'ın sevgili kulu beni bu düştüğüm halden kurtar, diye şeytana yalvarmaya başladı. Şeytan: Seni ancak bana secde etmen şartıyla kurtarabilirim dedi.  Bersisa: -Görüyorsun ip boğazıma geçirilmiş, nasıl secde edebilirim deyince de: -İşaretle secde edebilirsin dedi. Bersisa başıyla işaret ederek secde etti ve imansız olarak öldü. İlim altyapısı olmadan çokça ibâdet ediyor olmak yeterli bir Müslümanlık olmadığını hep beraber gördük. Yanlış bir adım, bütün birikimi -insanı imansızlığa götürünceye kadar- elden alabilir. Son pişmanlıklar da fayda etmez. Bundan dolayıdır ki, ilmî bir alt yapıyla sağlamlaştırılmış ve ibâdetlerle takviye edilmiş Sünnet-i Seniye çerçevesinde bir hayatı fark etmeli ve hayatımızda yaşanılır kılmalıyız. Cenab-ı Hak cümlemizi muvaffak kılsın. Amin! NÜKTE: Abdülkadir Geylani (K.S.), bir gün mihrapta oturmuş zikir ve murakabe ile meşgulken gaipten bir ses gelir: Ey Abdülkadir kulum! Ben senden bütün amel yükümlülüklerini kaldırdım. Abdülkadir Geylani (K.S.) bu sözü duyar duymaz, sesin geldiği yöne elindeki tesbihi kurşun gibi fırlatarak, Defol lanetli şeytan! diye haykırır. Foyası ortaya çıkan şeytan, Ben bu şekilde nice abidleri, nice zahidleri yoldan çıkardım. Ama sen bir an olsun tereddüt edip tuzağa düşmedin. Nasıl anladın beni? diye sorar. Abdülkadir Geylani (K.S.), hepimizin ibret alması gereken şu sözlerle cevap verir şeytana: İki şeyle tanıdım seni. Birincisi akaid ilmi. Bu ilimle biliyorum ki, Allah bir yönden hitap etmez; O her yerdedir. Oysa senin sesin bir yönden geldi. İkincisi fıkıh ilmidir. Buna göre de, -peygamberler dahil- hiç kimseden amel mecburiyeti kaldırılmamıştır. 1. Sahip olunan şeylerin yatırım sonucu oluşturduğu toplam değeri. 2. Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki rek'at kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. (Sözler Mecmuası, 155) 3. Üniversite imtihanını kazanmış başörtülü bir hanım düşünelim. Durum o ki, okula örtüyle girmek yasak; örtüyü çıkarmak, dinen yasak. Birisi dese ki: Sen okula gitmezsen, doktor olmazsan bizim analarımızı, bacılarımızı kim tedavi edecek? Bu durumda bu örtülü bacımızın ne yapması gerekir? Lütfen cevaplarınızı e-posta adresimize gönderiniz. İlerleyen aylarda, hep beraber paylaşırız. 4. Kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabâvettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinap eder. (İşaratül İ'caz)  Senelerdir ibâdet eden bir insan portföyü var önümüzde ve karşılaşılan yeni bir durum. Sahip olunanlara yeni bir şeyler katılabilir mi? durumu. Olur ki insan kendisine yeni bir hedef çizer ve gereklerini araştırmaya başlar. Fakat hikâyede ince bir nokta var. Bu makama nasıl yetiştin? Hâlbuki makam istenilmez, verilir. Bersisa da karşılaştığı bu yeni makama talip durumunda. Şeytan ise, aradığını bulmuş görünüyor. Zira senelerdir kandıramadığı adamda, meğer manevi makam sevgisi varmış. Ah! Ne yazık ki, bazen zehir altın tasta verilir. 

İdare İdare 01 Kasım
Konu resmiKim yarattı?

Amerikada fizik sahasında doktora çalışması yapan bir yakınımızla konuşuyoruz. Asistanı olarak çalıştığı ve bağlı bulunduğu enstitünün de başkanı olan profesörün bir iddiasını nakletti.   Diyormuş ki: Şu dünyanın kendi kendine var olduğunu düşünmüyorum. Elbette birisi var etmiştir. Hem o yaratıcı ilim ve kudret sahibi, hikmet ve sanat sahibi olmalıdır. Siz müslümanlar o yaratıcıya Allah dersiniz, ben ise ona tabiat diyorum. Yani, O sizin düşünceniz, bu da benim demeye getirmiş. Öncelikle ifade edelim ki inanmak, öyle yoğu var farzedip kabul etmek değil, olanı aynen kabul ve tasdiktir. Kendi inanışları hayali ve vehmi olanlar bizleri de öyle zannediyorlar. Hâlbuki biz Kur'an şakirdleri olan Müslümanlar bürhana tabi oluyoruz, akıl fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Bir zamanlar müşrikler kendi elleriyle yaptıkları putları ilah addedip ona ibadet etmeleri gibi onların bu asırdaki temsilcileri de hayallerinde bir yaratıcı vehmedip, adına tabiat deyip onu yaratıcı addediyorlar, bütün hayranlıklarını ona tevcih ediyorlar. Aralarında bir fark yoktur. Sadede gelelim. YAPAN BİLİR, BİLEN KONUŞUR! Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ... Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan neviyle konuşacaktır. Madem insan neviyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlakı en ulvî ve nev-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta … olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak  ve yapmıştır. Şimdi o adama deriz: Madem yapan bilir, bilen konuşur. O halde senin o tabiat dediğin şey neyi yapmış, kiminle konuşmuş? Kimi peygamber yapmış? Nemrudu mu, yoksa Firavunu mu? Hem daha kendisi konuşmayı bilir mi ki? Yaratsa bilirdi, bilse konuşurdu. Konuşşa en evvel insanlarla konuşurdu. Konuşmamış ve konuşamıyor. Demek senin tabiatın yaratıcı olduğunu iddia etmen kuru bir vehimden ibarettir. Hâlbuki Allah Adem (as)'dan beri yüzyirmidört bin peygamber göndermiş, ellerine mucizeler vermek suretiyle de onların kendi peygamberi olduğunu teyid etmiştir. Onlara vahiy yoluyla yaratmaktaki maksad ve gayesi ne olduğunu bildirmiştir. Demek herşeyi Allah yaratmış ve niçin yarattığını da tüm insanlığa beyan etmiştir. Böylelikle  uluhiyetini ilan ve isbat etmiştir. Hem basit bir insan bile ne yaparsa hep bir maslahata bir hikmete binaen yapıyor. Şu muhteşem kainatı yaratanın elbette kainatın büyüklüğü nisbetinde hikmetleri ve daima gözettiği maslahatları vardır. Bütün bu varlıkları hangi hikmet ve maslahata binaen yarattığını, hem insanlardan neler beklediğini birinci derecedeki muhatabı olan insana bildirmesi lazımdır ki yaratmaktaki maksadı yerine gelsin. O güzel hikmetler ortaya çıksın. Kainat ve insan manasızlıktan, israf ve abesiyetten kurtulsun, insandan beklenen güzel neticeler ortaya çıkabilsin. Şu halde senin yaratıcı zannettiğin şey şu kainatı yaratmadığı gibi kainatın niçin yaratıldığını da izah etmemiş, edememiştir. O kunuşamadığı için senin gibi bazı tabiatperestler, masa başında hayali senaryo yazmak kabilinden bazı felsefi ve hayali fikirler geliştirse de onlar şu kainatın hikmetli kitabının bir tek kelimesinin dahi hakiki manasını açıklamaktan pek uzak kalmıştır. Hikmet, kim neyi niçin yaptı ise o gayesini açıklamasını gerektirir. Açıklamamak, bir gaye olsa bile o gayeyi dahi heder etmek olur ki hikmetsizliğe delalet eder. Demek senin tabiatın hikmetten mahrumdur. Her bir eşyanın yaratılışındaki hikmet, onun hikmet sahibi bir Zat tarafından yaratıldığına şehadet ve delalet ediyor. Demek senin şu vehmine kainatta hiçbir şahid ve delil yoktur. Hem kainatın mânâsının ve vazifesinin ne olduğu, hususan insanın nereden geldiği bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu hem sonra nereye gideceğini tabiat bilemez ve açıklayamaz. Kim yarattı ve bu dünyaya kim gönderdi ise, hangi vazife ile gönderdi ise elbette O bilir, O açıklar. Bundan sonra nereye götüreceğini de yine O bilir, O bildirir. Senin tabiatın ise değil bunları bilmek veya açıklamak, açıklandığında işitmekten, işitse anlamaktan dahi acizdir. Kör, sağır ve akılsız olarak yaratılmış bir tabiatın şu derece muhteşem kainatı yarattığını vehmetmek sivrisineğin güneşi yarattığını iddia etmekten daha hurafedir. Evet, Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin alem-i İslamdan nefiy ve ihracına Risâle-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir İnşallah pek yakın bir zamanda İsa (as)'ın da tasarruflarıyla alem-i insaniyetten dahi ihrac edilecektir. KAYNAKLAR: Zerre Risalesi, Mesnevi-i Nuriye Hutbe-i Şamiye, Mektubat Mu'cizat-ı Ahmediye, Zülfikar Zerre Risalesi, Mesnevi-i Nuriye

Tevfik AKSOY 01 Kasım
Konu resmiMelâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur

LEMAAT TAHLİLLERİ-10 Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur 1- Nasıl ki Müslümanlar bir ümmettir ve İslâm şeriatını yaşamak ile emir olunmuşlardır; öyle de melekler de fıtri şeriatı, yani yaratılış kanunlarını uygulamakla vazifelendirilmişlerdir. 2- Şeriat-ı İlahî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş, iki insan muhatab, hem de mükellef olmuş. 2- Çünkü Allah'ın iki çeşit şeriatı yani kanun düzeni vadır. Bu iki şeriatın kaynağı ise Allah'ın sübutî sıfatlarından iki farklı sıfatıdır. Biri büyük biri küçük iki insan, bu iki şeriatın muhatap ve sorumlusudur. 3- Sıfat-ı iradeden gelen şer'-i tekvinî, insan-ı ekber olan âlemin ahvalini, hem de harekâtını ki ihtiyarî değil, tanzim eden şer'dir o meşiet-i Rabbanî. (Allah'ın dilemesi) 3- O sıfatlardan birincisi Allah'ın irade, yani dileme sıfatıdır. Onun tecellisi olan şeriata, şer'-i tekvini ya da şeriat-i fıtriye yani yaratılış kanunları denir. Allahu Teala âlemin ve varlıkların yaratılışının bir düzen üzere olmasını dilemiştir. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi fen bilimlerinin tespit ettikleri kanunlar, Yüce Allah'ın yaradılışa düzen vermek için irade ettiği ve uyguladığı kanunlardır. Her şeyi yaratan Allah'tır. O kanunlar sadece Rabbimizin nasıl bir yaratma tarzı takip ettiğini ifade ederler. Şu koca kâinat adeta büyük bir insan hükmünde yaratılmıştır. İnsanda bulunan bütün özelliklerin asılları âlemde vardır. İşte bu büyük insan olan âlemin de tâbi olduğu bir şeriat vardır. Fakat bu şeriat âlemde muhakkak surette uygulanır. Yaratılmışların halleri ve hareketleri ona göre düzene girer. Bu kanunlara uymakta varlıkların bir seçme şansı yoktur. Mesela her doğan ölür. Bu bir yaratılış kanunudur. Bu konuda hiçbir kimsenin bir tercih şansı yoktur. Ya da su yüz derecede kaynar. Kimse ben elli derecede kaynamasını istiyorum deme hakkına sahip değildir. Çünkü bu kadar geniş bir âlemde ve bu kadar hassas ölçülerle kurulan bir düzende Allah'tan başkasının yaratılışa parmak karıştırması mümkün olsa idi düzen alt üst olurdu. Semada ve arzda Allah'tan başka bir ilah olsaydı ikisi de muhakkak bozulurdu (Enbiyâ, 22) mealindeki ayet-i kerime düzene ikinci bir parmağın karışmadığına işaret eder. 4- Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. 4- Aslında bütün âlemde kurulu bu ilâhî düzenin adının şeriat-i fıtriye, yani yaratılış şeriatı olması daha doğrudur. Ama maalesef yanlış olarak pek çok insanın dilinde tabiat kanunları tabiri yerleşmiştir. Hâlbuki bu tabir, bu düzenin sanki tabii olarak, yani kendiliğinden ortaya çıktığı gibi bir anlama gelmektedir. Bir odanın düzeni bile kendiliğinden ortaya çıkmazken bütün kâinatın sonsuz düzenleri hiç kendiliğinden ortaya çıkar mı? 5- Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise, âlem-i asgar (küçük âlem) olan insanın ef'âlini (fiillerini), ki ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer'dir. İki şer' bir yerde bazan eder içtima'. 5- İkinci şeriatin kaynağı ise Allah'ın kelâm, yani konuşma sıfatıdır. Allah kelâm sıfatının bir tecellisi olarak semavî kitaplar indirmiş ve insanlara hitâb etmiştir. Büyük âlemde olan şeyler küçültülmüş mikdarlarda insanda bulunur. Adeta insan âlemden süzülmüş bir özdür. Bu yönden insan küçük bir âlem gibidir. İşte büyük âlemin tâbi kılındığı kurallar olduğu gibi küçük bir âlem olan insanın da tâbi olması gereken kurallar vardır. Allah'ın kelâm sıfatından gelen ve insanların yaşayışlarını düzenleyen bu kanun ve kurallara İslâm şeriatı diyoruz. Yalnız insan bu dünyada imtihan olunduğu için ona bir seçme hakkı tanınmıştır. Yani dilerse bu düzene uyar, dilemezse uymaz. Uyanlar kazanın. Uymayanlar kaybeder. Yaratılış şeriatında ise böle bir tercih şansı yoktur. Bazen bu iki şeriatın kanunları birleşir. Yani İslâm şeriatının emir ve yasakları kâinatta cârî olan bu kanunlara uygun bir şekilde gelmiştir. Mesela Allah şeriat-i fıtriyesi ile yaratırken tertemiz ve ölçülü ve israfsız yarattığı gibi İslâm şeriatiyla da insanların temiz, ölçülü ve iktisadlı olmasını emr eder. Bu iki şeriatin birbirine uyumunu Üstad Bediüzzaman 30. Lem'ada şu satırlarla izah eder. Evet hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık (ölçüsüzlük) yoktur. Ve İsm-i Kuddüs'ün cilve-i a'zamından gelen tanzif ve nezafet (temizlik), bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor. İşte hakaik-i Kur'âniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan adalet, iktisad, nezafet hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur'âniye (Kur'ân'ın hükümleri) ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil. 6- Melâike-i İlahî, bir ümmet-i azîme, hem bir cünd-ü Sübhanî (dir). Birinci şer'a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. 6- Allah'ın melekleri ise büyük bir ümmet ve ilâhî bir ordudur. İnsanlar bahsi geçen ikinci şeriatın uygulayıcıları oldukları gibi melekler de kâinatta câri olan kanunların uygulayıcılarıdırlar. O şeriatin ameleleri hükmündedirler. Mesela Peygamber Efendimiz (sav) Her bir yağmur tanesini yeryüzüne bir melek indirir buyurmakla meleklerin yağmur yağmasında ve yağmurun bağlı olduğu kanunların uygulanmasında vazifelerine işaret etmiştir. Yalnız burada şuna dikkat etmek gerekir: Melekler de kâinattaki diğer sebepler gibi Allah'ın yaratmasında rol almış zâhirî birer sebeptirler. Hakiki manada yaratmak Allah'a mahsustur. 7- Hem onlardan bir kısmı ibad-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni. 7- Meleklerin diğer bir kısmı ise Allah'ı zikir ve tesbih eden kullardır. Yaptıkları iş sadece ibadet etmektir. Mukarrebun denilen diğer bir kısım makamca yüksek ve Arşa yakın olan melekler ise Allah'tan gelen çok yüce feyizlere dalmış ve âdeta kendilerinden geçmiş durumdadırlar. Lemaat Tahilleri Yazı Dizisi (Lemaat Tahlilleri-1) Lemaat eseri nasıl mütalaa edilmeli? (Lemaat Tahlilleri-2) Kudretin Âyineleri Çoktur (Lemaat Tahlilleri -3) Temessülün Aksâmı Muhtelifedir (Lemaat Tahlilleri-4) Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise (Lemaat Tahlilleri-5) Kur'ân âyine ister, vekil istemez (Lemaat Tahlilleri-6) Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın; tâ Neşvünema Bulsun! (Lemaat Tahlilleri-7) İslâm, Evliyâlara ve Hıristiyan Azizlere Nasıl Bakar? (Lemaat Tahlilleri-8) Tebeî Nazar, Muhali Mümkün Görür (Lemaat Tahlilleri-9) Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak (Lemaat Tahlilleri-10) Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur(Lemaat Tahlilleri-11) İslâm Medeniyeti Zuhur Edecek!

İdare İdare 01 Kasım
Konu resmiRüyâ meselesi -(3)
Risale-i Nur

VAZİFEYE BİNAEN DERS VEREN, IŞIK ALINAN RÜYÂLAR Rüyâlarda hakîkatlerin bir kısmı ders verici mahiyettedir. Bir meseleyi teyid, hatırlatma, ikaz mahiyetinde olabilirler. Özellikle vazifedar insanlara bu konuda Cenâb-ı Hakkın ihsanları çoktur ve çok olmuştur. Yavuz Sultan Selim Han Biz ışık almadan hiçbir sefere çıkmadık buyuruyor. İşte Sultan Selim Han'ın Mısır seferine çıkmasına ışık olan rüyâda kapı ağası Hasan Ağa Bu gece rüyâmda, bu eşiğinde oturduğunuz kapıyı hızlı hızlı çaldılar.  Ne haber vardır deyip kapıya koştum. Baktım ki, kapı biraz aralanmış dı­şarısı görü­nüyor, fakat bir adam sığacak kadar değildir. Bu aralıktan baktığımda gördüm ki, Harem dâiresi, başlarında sarık bulunan Arab si­mâsında nur yüzlü kimselerle dolu. Ellerinde bayraklar, silâhlar ve başka âletler ile hazır vaziyette duruyor­lardı. Kapı dibinde ise nur yüzlü dört kişi duruyordu. Onların ellerinde de birer sancak vardı. Pâdişâhımızın san­cağı, kapıyı çalanın elindeydi. O zât, bana dedi ki: Biz neye geldik, bilir misiniz? Ben de Buyurun. dedim. Dedi ki: O gör­düğün kişiler, Resulullah Efendimizin ashâbıdır. Bizi dahi Resul-i Ekrem efen­dimiz gön­derip, Sultan Selîm Hâna selâm söyledi ve buyurdu ki: Haremeyn'in (Mekke ve Medîne'nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin. Gördüğün bu dört kimsenin birisi Ebu Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömer-ül Fâruk ve bir di­ğeri de Osmân-ı Zinnureyn'dir. Seninle konuşan ben de, Ali bin Ebî Tâlib'im. Bunu he­men varıp Selîm Hâna söyle! dedi ve gözümün önün­den yok olup gittiler. Bu rüyâyı gören Hasan ağayı Sultan Selim Han'ın sırdaşı ve veziri Hasan Can Gerçekten de o, az konuşur, sâkin, iyi huylu ve geceleri teheccüd namazına kalkan kişilerden biriydi diye anlatıyor. Evet o büyük sefere çıkmadan o büyük sultana işaret, ehl-i teheccüd salih bir adamla gönderilmiş ve Ol Habib-i Ekrem Efendimizin (a.s.v) mübarek emanetleri onun eliyle bizlere nasip olmuştur. Hazret-i Bâyezîd-ı Bistami, vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rü­yâda görüp sordu. Münker ve Nekir sana nasıl muâmele eyledi? Ce­vâbında; O iki mübârek melek gelip; Rabbin kimdir? diye sorunca, onlara dedim ki: Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O'nu soracağınıza, beni O'na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabul ederse ne âlâ. Mâzallah O, beni kulu olarak kabul etmezse, ben, yüz defâ; O, benim Rabbimdir. desem ne fay­dası olur? buyurdu. Rıza-ı İlahi'nin ehemmiyyetini fevkalade ders veren bu rüyâ gibi… Müslümanların hak davalarını destekleyici, onlara esenlik düşmanlarına korku veren rüyâlarda olmuştur ve olmaktadır. Resulullah efendimizin Halası Atike binti Abdulmuttalib Bedir harbinden evvel gördüğü rüyâda Deveye binmiş bir adam gelip Ebtah'ta (Muhassab ile Mekke arasında) durdu ve yüksek sesle: «Ey vefâsız cemaat! Üç güne kadar muhârebe mahalline, vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!» diye üç kere bağırdı. Onu gören insanlar başına toplandılar. Sonra o adam Mescid-i Harâm'a girdi. Halk da kendisini tâkip ediyordu. İnsanlar etrâfını sarmış olduğu hâlde Kâbe'nin arkasında yine aynı şekilde üç kere bağırdı. Sonra Ebu Kubeys Dağı'nın üstüne çıkıp orada da aynı şeyi yaptı. Sonra da bir kayayı tutup yuvarladı. Kaya yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanarak dağın dibinde parçalandı. Mekke evlerinden o parçaların isâbet etmediği ne bir ev ne de bir mahal kaldı! dedi. Bu sadık rüyâ bedir harbinde tahakkuk etmiş, Mekke reislerinin çok büyük bir kısmı öldürülmüş ve ağır bir yenilgiye uğratılmışlardır. Hatta merhum Mustafa Asım KÖKSAL hocaefendi ki Allahın rahmeti üzerine olsun, İslâm tarihinde Hayber savaşı babında Hz. Ali (r.a) ile Merhab'ın karşılaşmalarını anlatırken; Merhab Hayber halkı iyi bilir ki, ben, gelip çatan harplerin tutuştuğu, kızıştığı zamanlarda tepeden tımağa kadar silahlanmış, cesaret ve kahramanlığı denenmiş Merhab'ımdır! Ben, kükreyerek geldikleri zaman, arslanları bile kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere sermişimdir! diyerek recez (kaside) söylüyor ve övünüyordu. Hz. Ali de, Ben oyum ki, anam bana Haydar (yiğit, cesur) adını takmıştır. Ben, ormanların heybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir! Sizi geniş ölçüde ve çarçabuk tepeleyici bir er kişiyimdir! diye recez söyleyerek Merhab'ın karşısı­na dikildi. Merhab; o gece, rüyâsında, kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü. Dedikten sonra Belki de, Yüce Allah, Merhab'a düşünü hatırlatmak ve kendisinin kalbine korku düşürmek için, Hz. Ali'ye recezini böyle söyletmişti diye altına eklemektedir. Yine, Sultan I. Ahmed Han, Peygamber Efendimizin mübârek Kadem-i şerîfi­nin (ayak izinin) bulunduğu bir taşı Mısır'da Kayıtbay Türbesinden İstanbul'a ge­tirtmiş ve Eyyub Câmiine koydurmuştu. Sultanahmed Câmii tamamla­nınca da Nakş-ı Kadem oradan alınarak buraya nakledildi. Nakil işinin yapıldığı günün gecesinde Sultan Ahmed şöyle bir rüyâ gördü: Bütün pâdişâhların toplandığı yüce bir dîvanda Peygamber efendi­miz (a.s.v) kâdılık yapmaktadır. Osmanlıdan önce Müslümanlara abilik yapan Sultan Kayıtbay, türbesini ziyârete vesîle olan Ka­dem-i şerîf'i kendi câmiine nakleden Sultan Ahmed'den dâvâcı­dır. Peygamber efendimiz dâvâcıyı dinledikten sonra, Kadem-i şerîfin alındığı yere geri verilmesi istikâmetinde karar verir. Suçlu mevkıinde oturan Ahmed Han, kan ter içerisinde uyanır ve derhal şeyhi Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerine giderek rüyâsını anlatır. Hüdai hazretleri, rüyâyı; Emânetin derhâl yerine gönderilmesi. şeklinde yorumlar ve Ka­dem-i şerîf taşı Kayıtbay Türbesine iâde edilir. İşte rüyâlarda ehli için böyle güzel dersler, işaretler ve hakîkatler vardır. RESÜLULLAH (a.s.v) KİMİN RÜYÂSINA GELİR? Son günlerde Eşref-i Mahlukat Habib-i Ekrem Efendimizin (a.s.m) bir çok rüyâya konu edildiğini gerek halk arasında ve de gerekse basında bazı köşe yazarlarının yazılarında rastlamaktayız. Şunun bilinmesi gerekmektedir ki; Resul-ü Ekrem kimsenin kaşı, gözü, malı, sesi, mülkü vs için rüyâsına gelmez. Zira kim beni görmüş ise gerçekten görmüş gibidir ve kim beni görmüş ise o benim, şeytan benim kılığıma giremez 1 ve en ehemiyetli bir ikazı ise görmediği bir rüyâyı gördüm demek yalanların en büyüğüdür2 diye buyurmaktadır. Hadisi şeriflerden anlaşılan şudur ki; Resul-ü Mücteba Efendimizi (a.s.v) rüyâda görmek öyle sıradan, bir iş, her kula ve beşere nasip olan bir izzet değildir. Zira Habib-i Zişan Efendimiz ancak Kur'ân'a imtisal edip onun sünnetine ittiba edenlerin rüyâlarına gelir. Ümmeti için çektiği bunca sıkıntılara rağmen onu şu sıkıntılı asırda hayatının ve yaşantısının en önemli yerine koyan ve onunla yaşamaya gayret edenlerin rüyâsına gelir. Hayatında bile onu görenlerin yeri ve makamı bu kadar farklı ise âhirete irtihalinden sonra görülmesi de o derece kıymetli olacaktır. Ümmet-i Muhammed bu hakîkati çok iyi bildiği için; Nice âşıkların var yoluna canlar feda Canım çıksın razıyım seni görsem rüyâda, demektedir. Son söz olarak En doğru rüyâ seherlerde görülen rüyâdır3 hadisince seherlerinizin rüyây-ı sadıkalarla şereflenmesi duâsıyla Muhabbetle kalınız… İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Rüyâ Tabiri Bölümü [Buharî, Tabir 2, 10; Müslim, Rüyâ 10; (2266); Muvatta, Rüyâ 1, (2, 956)] Büyük hadis Külliyatı, Cem-ul Fevaid, Rüdani, 3. Cilt, Rüyâ tabiri bahsi, 7456 Büyük hadis Külliyatı, Cem-ul Fevaid, Rüdani, 3. Cilt, Rüyâ tabiri bahsi, 7454.

Ayhan Mirza İNAK 01 Kasım
Konu resmiÇanakkale'nin Ölmez Hâtıralarından

 Ahmed Nedİm "Allah Allah, bu, bu ne yüksek bir îmandır yâ Rabbi! Bir Müslüman ne büyük bir kahramandır yâ Rabbi!" NAMAZ İngiliz'in, vakit vakit gemilerden, siperden... Yine bolca gülle, bomba savurduğu bir gündü. Hızlı hızlı geçiyordum, tehlikeli bir yerden Birden bire gözlerime büyük bir şey göründü. Böyle büyük görünen şey küçücük bir insandı Fakat bana çok dokundu, ayaklarım bağlandı. Ateşlerin yaladığı bu düzlükten geçenler Güllelerin cehennemlik yağmurundan kaçarken.. Yolun biraz kenarında, tek başına bir nefer, Pervasızca bombalardan, ateşlerden, her şeyden.. Kendisine, süngüsünden bir mihrapcık kurmuştu, Sonra onun karşısında namazına durmuştu. Ne havada ıslık çalan.. Ve düştüğü yerlere Kızgın çelik dahmelerle ölüm saçan gülleler... Ne, semada ifrit gibi, vızıldayan tayyâre... Ne dünyalık bir düşünce, ne bir korku, ne bir keder Onun demir yüreğini oynatmaktan âcizdi, Sanki toplar, şarapneller tehlikesiz, sessizdi! Potinleri yanındaydı... Onun büyük saygısı, Kunduralı ibadeti görmüyordu muvâfık. Böyle bir yüreğin bütün işi, kaygısı, Elbet Hakk'ın rızâsına olmalıydı mutâbık Kuru toprak üzerinde, kundurasız kılınan Bu namazın pek uygun bir kubbesiydi âsmân! Bir çam, onun gölgesinde yapmış idi seccade. Sanki tekbir alıyordu vakit vakit top sesi... Gözlerinin sade akı beyaz kalan yüzünde Parlıyordu o sarsılmaz imanın gölgesi Bir Müslüman nasıl olur bu levhadan anladım, Hürmetlerle –yavaş yavaş- sokuldum beş on adım Başındaki kabalağın gölgesine gömülen Süzük gözler, dikilmişti o süngüden mihrâba Hakkın büyük divânında, eli bağlı dururken Artık o can kaygısını almıyordu hesaba Allah Allah, bu, bu ne yüksek bir îmandır yâ Rabbi! Bir Müslüman ne büyük bir kahramandır yâ Rabbi! Kahramandır, çünkü toplar etrafında patlarken Zerre kadar titremedi, namazını bozmadı Dört yanına ateş saçan türlü türlü âfetten Sanki onu koruyordu bir meleğin kanadı Onun böyle tevekkülü bana çok dokundu Yüreğimi bir şey ezdi... İki gözüm sulandı Ey medenî İngilizler daha varsa getirin İnsanları göme göme öldürecek şeyleri: Getirin de şu cenneti, cehenneme çevirin Bakın onlar korkutur mu bir Müslüman neferi Bunu, hala anlamıyor ne (Hamilton) ne Garey Müslümanı korkutamaz Allah'tan başka şey Böyle dalgın düşünerek geçerken ben yanından Sağa sola selam verdi, namazını bitirdi Sonra, biraz kımıldandı.. ellerini –Yaradan Tâ gerisine duâ için- gök yüzüne çevirdi. Şimdi artık Allah'ına döküyordu derdini Gözlerini kapamıştı, unutmuştu kendini Tâ gerisine karşı boynu bükük duran bir nefer Korku bilmez bir yiğitti.. hürmetle eğildim! Duâsına mutlak âmin diyorlardı melekler Kendimi pek fazla gördüm.. usul usul çekildim Ben giderken kulağıma değdi onun sadâsı.. Allâhümme salli alâ seyyidinâ duâsı Şimdi, hâlâ nerede bir kabalaklı askeri, Görse gözüm, hatırlarım o kahraman neferi! Teşrİn-İ sÂnî 331 (Kasım 1915) Kaynak: Harb Mecmuası, sayı: 4, s. 56-57

İdare İdare 01 Kasım
Konu resmiDuâ Habbeleri: Tesbih
İbadet

Arapça sebeha kökünden gelen tesbihin çoğulu tesbihâttır. Allah'ı ta'zim etme manasınadır. Sübhânallah Allah'ı (c.c.) her türlü ârızlardan, kusur, ayıp ve noksanlıklardan tenzih ederim manasındadır. Kur'ân-ı Kerim'de tesbih ve kökü çeşitli şekillerde 92 âyette kullanılmış ve bu kavramla meleklerin, insanların ve diğer varlıkların tesbihleri söz konusu edilmiştir. Sen Rabb'ini hamd ile tesbih et (O'nu övecek sözlerle an, subhânellâhi velhamdulillâhi de) ve secde edenlerden ol (el-Hicr, 15/98). Melekleri görürsün ki, arşın etrafını çevirmiş olarak Rabb'lerini övgü ile tesbih ederler, anarlar. (O gün) aralarında hak ile hükmedilmiş ve Hamd âlemlerin Rabb'ine mahsustur denmiştir (ez-Zümer, 39/75). Hz. Peygamber (sav)'in dilinde tesbih ; Dile hafif, mizanda ağır ve Rahman'a sevimli iki cümle (vardır): Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ve hamd ile tesbih ederim. Büyük olan Allah'ı tesbîh ederim, O'nun şânı ne yücedir! (Muhammed b. Allan Delilü'l-Fâlihîn, Mısır 1971, IV, 210). Allahu Teâlâ'nın indinde sözlerin en sevimlisini sana haber vereyim mi? Allahu Teâlâ'nın indinde sözlerin en sevimlisi, şüphesiz ki: Sübhânellâhi ve bihamdihi cümlesidir (Muhammed b. Allan, a.g.e. IV, 214). Tesbih, ağaçtan, kemikten, sedef, kehribar, inci, mercan, zümrüt, akik gibi güzel ve kıymetli taşlardan yapılmış ortası delik, toparlak taneciklerin bir ipliğe dizilip uçlarının birleştirilmesi ile elde edilen âlettir. Tesbihi bugünkü kullandığımız mana ve şeklin dışında, bir ipe dizilmiş boncuk taneleri olarak düşünürsek tarihini çok eskilere dayandırabiliriz. İslâm kültürü dışındaki din ve kültürlerde de tesbihe rastlanır. Budizm'de tesbih kutsaldır. Yahudiler arasında tesbih kullanılmış fakat dînî olarak değil psikolojik açıdan tercih edilmiştir. Hıristiyanlar arasında ise daha önceden kullanıldığı ileri sürülmesine rağmen, Haçlı Seferleri sırasında Müslümanlardan yayıldığı belirtilir. Tesbih, asıl hüviyetini ve sanatlı yapısını İslâm kültüründe kazanmıştır. Diğer klâsik Türk-İslâm sanatlarında olduğu gibi tesbih de İstanbul'un fethinden sonra yeni bir kıymet kazanmış ve sanat seviyesine yükselmiştir. Şark'tan Garb'a her yere Türk yapımı tesbihler gönderilmiştir. Hediyelerin önem arzeden eşyalardan seçilmesine daima itina gösterilmiştir. Kur'ân-ı Kerim, kılıç, at, kaftan, mücevherat gibi hediyelerin yanında tesbih de mühim bir yer tutar. Osmanlı idaresinde yer almış kişilerin hediye kayıtlarında yahut miras kayıtlarında çok ilginç tesbihler karşımıza çıkmaktadır. I. Ahmed, Camii şerifini yaptırıp da ilk cuma namazı kılınacağı zaman, bu caminin kaç kişi alacağını merak ederek giren herkese bir ödağacı tesbih hediye edilmesini emretmiş ve bu suretle 86000 küsur tesbih gittiği anlaşılmış. Cami boşalırken de çıkana bir kalenbeki tesbih hediye edilerek yine aynı sayı bulunmuştur. Tesbih gerek işlenişi gerekse maddesi yönünden, Türk el sanatları arasında diğer sanatlarımız kadar değer taşır. Evrâd ve ezkârın birer İlâhî şifre hükmünde olan sayılarını şaşırmamak ve unutmamak için kullanılan tesbih, belli sayıdaki danelerin kolayca kayabilen dayanıklı bir ip veya ibrişim üzerine dizilmesiyle elde edilir. En küçük tesbih 33 daneli, en çok kullanılanı ve normali 99 danelidir. 500'lük ve 1000'lik tesbihler de vardır. Tesbihin yapımında kullanılan maddeler oldukça çeşitlidir. Cam parçasından zeytin çekirdeğine, maden ve tahta cinslerine kadar çok çeşitten imâl edilebilen tesbih dâneleri için önemli olan, maddenin çok yumuşak ve de çok kolay kırılabilecek kadar sert olmamasıdır. Tesbih yapımı el sanatları arasında yer alır. Bakır oymacılık, tahta işleri, halı-kilim dokuma, seramik ürünleri gibi sayısız sanatlar içinde tesbihçilik sanatı da bulunur. Günümüzde ihtiyacı karşılayacak tesbihler, bakalit cinsinden fabrikasyona dayalı olarak üretilir. Bunlar pahada değersizdir. Fakat özel taş ve ağaçlardan yapılan tesbihler birer sanat eseridir. Bunlar maddelerinin kıymeti kadar da imâl ediliş şeklinden dolayı değer kazanırlar. Ecdadımız Kur'ân-ı Kerim'i en güzel yazıyla yazdıkları, en kıymetli maddelerle tezyîn ettikleri, en dayanıklı deriyle ciltledikleri gibi Allah-u Teâlâ'yı zikrederken de en san'atlı ve kıymetli tesbihleri kullanmışlardır. Nasıl bir pul, para, levha koleksiyonları oluşturuluyorsa, sanat değeri taşıyan tesbihler de pek çok kişinin koleksiyonlarında yer almaktadır. Gerçekten de tesbihi san'atlı olarak işlemek pek kolay değildir. Her ne maddeden olursa olsun bunları el ile aynı büyüklük ve şekilde yapabilmek göründüğü kadar kolay değildir. Bir tesbihçi çırağının ancak yedi seneden sonra kalfalığa geçebilmesi bu mesleğin güçlüğünün ispatına yeter.  İbrişim gibi devamlı sürtünmeye dayanıklı çabuk kopmayan iplere dizilen tesbihin her bir toparlağına tesbih dânesi/habbesi denir. Tesbih iplerinin iki ucunun birleştiği yere çekme ve süslü uzunca bir sap ve buna bağlı bir püskül konur. Ağaç, değerli taş veya madenden yapılan bu sapa imâme denir. İmâmenin üzerine takılan püskül tire, ipek, gümüş veya altından olabilir. Buna da kamçı denir. Bazı tesbihlerde imâmeden itibaren 11. danelerden sonra daha yatsı biçimde pul adı verilen daneler bulunur. 33'lük tesbihlerde de pul kullanılabilir. Ayrıca imâmenin ucundaki tesbih ipini toparlayan ve nişâneye benzeyen bir parça daha takılır ki, buna da tepelik adı verilir.  Tesbih imalinde kullanılan pek çok âlet ve bir de tesbih tezgâhı vardır. Her tesbih ustasının bir tesbih tezgâhına ihtiyacı vardır. Bu tezgâhın yanlarında tay denilen iki ayağını tutan kısma alt ağaç, ortasında ayar delikleri bulunan ağaç kısmına delikli peşme,dönen yuvarlak kısmına kubbe, kubbeyi tutan kısmına kelebek, teşbihçinin çalışırken ayağını dayadığı ağaçtan kısmına tezgâh takozu adları verilir. Gene tesbihçilerin mecburen kullandığı el tornaları vardır. 0.50x1.00 ebadında ağaçtan yapılmış bir tablo üzerinde birisi hareket etmeyen rende diğerine arda denir. Taneler bu torna ile işlenir. Bu âletlerden sonra tesbih ustaları kullanacakları maddeleri önce uzun çubuklar halinde özel testerelerle keserler. Bu testerelerin özelliği de kesilen maddelerin az talaş çıkartmaları için kesen kenarlarının az çaprazlı olmasıdır. Bu çubuklar daha sonra istenilen büyüklükte parçalara bölünür. Bu parçalar da gene özel bir mille ortalarından hassasiyetle delinir. Bu deliklerin tam ortalarından düzgün bir şekilde açılabilmesi tesbihin değeri açısından önemlidir. Delinen taneler daha sonra teker teker kalıpta işlem görür. Rende ve arda dediğimiz kesiciler biley taşı üzerinde az miktar yağlanır. Kalıp ucuna takılan taneler döndürülmeye başladıktan sonra arda ve rende ile şekillendirilmeye başlanır. Bu işlemlerden sonra hepsinin aynı boyda olup olmadığını anlamak için üzerinde delik bulunan bir kemik parçasına geçirilir. Bu son işleme hadde denir. Erzurum toprağı adı verilen oldukça yumuşak bir cins taş ovalanarak toz haline getirilir. Bu toza asitsiz zeytinyağı ve gliserin karıştırılarak bir bulamaç elde edilir. Hadde'de boy kontrolünden çıkan taneler bu bulamacın içinde ovularak cilâlanır Tesbih için yapılan aşınmaya dayanaklı ipler de çeşitli isimler alır. Bunlardan en önemlisi tahril adı verilendir. İmâme, nişâne ve pul gibi kısımlar ise sanatçının özel zevkine göre yapılır. Bunlarda da özellik ince, zarif ve göz alıcı olmasıdır. Kamçı adını verdiğimiz, gümüş, altın, ipek ve tireden yapılan püsküller de yine zevke dayalı olarak yapılır. Tesbih daneleri aynı boyda, şekilde ve büyüklükte olmalı, danelerin üzeri pürüzsüz olmalı, bir danenin deliğinden ancak tek ibrişim geçmeli ve deliklerin her iki tarafının da aynı olması çok önemlidir. İmâmenin boyu 99'luklarda 6 dane boyu olmalıdır. San'atkârâne yapılmış tesbihler çekildikçe güzelleşir ve daha çok parlar. Kullanılmayan tesbihler üzerinde biriken toz tabakaları sebebiyle matlaşır. Hatta tesbihi cinsine göre yaz tesbihi, kış tesbihi diye ayıranlar da vardır. Yaz sıcağında elde kolayca dolanabilmesi için daha çok kristal, yeşim, akik gibi tesbihler tercih edilir. Hanımlar genellikle küçük dâneli tesbihleri tercih ederler ki, küçük dâneli tesbihleri zenne yahut hanım tesbihi diye tabir ederler.  Tesbih merkezi olarak Erzurum, Kütahya, Eskişehir, Konya, Ankara, Diyarbakır gibi pek çok yöremiz varsa da İstanbul bu sanatın merkezidir. İmâl edildiği maddenin cinsine göre bazı tesbih çeşitleri: Akik: Muhtelif renklerde yuvarlak ve ince renkli tabakalar halinde teşekkül eden bir kalsedondur. Tabiatta büyük parçalar halinde bulunur. Sırmanî cinsi makbuldür. Anber: Ada balığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu maddedir. Ak ve siyah nevileri vardır. Görünüş olarak güzel olmamalarına rağmen kokularından dolayı tercih edilir. Bağa: Takriben bir metre boyunda olan, derin ve sıcak denizlerde yaşayan kaplumbağaların kabuğudur. Kalın ve siyaha yakın olanı makbuldür. Cam: Genellikle saydam ya da yarı saydam, sert bir maddedir. Eskişehir taşı: Eskişehir'de çıkan ve güzelce cilalanabilen bir taştır. Lüle taşı da denir. Beyaz renklidir, ama kullanıldıkca sararır. Aynıhür: Krizoberil sınıfına dâhil bir taştır. Kedigözü de denir. Sebebi tabaka halinde renkli olup aralarında beyaz çizgilerin bulunmasındandır. Fildişi: Pek çok yerde kullanıldığı gibi tesbihte de kullanılır. İnci: Sıcak ve cereyanlı denizlerde yetişen istiridyelerde bulunur. Kantaşı: Koyu zeytunî içinde kırmızılıdır. İçinden kiremit rengi damarlar geçer. Kehribar: Üçüncü zamanda yaşamış çam ağaçlarının fosilleşmiş reçinelerine verilen isimdir. Kırılabilen bir madde olup oldukça şeffaftır. Bir yere sürüldüğü zaman elektriklenerek kendinden hafif maddeleri çeker. Kedi gözü,  limoni, sarı, ateşî, buzlu, siyah nevileri vardır. Almanya'nın kuzeyinde Baltık sahillerinde ve Birmanya'da çıkarılmaktadır. Mercan: Ilık denizlerde yetişir, ağaç şeklinde ve beyaz renktedir. Hava ile temas edince mercan rengi dediğimiz tatlı kırmızılığı alır. Cilalanmaya elverişli olduğu için pek çok yerlerde kullanılmış ve bu arada gayet güzel tesbihler de yapılmıştır. Naka: Fildişine çok benzeyip deve dişinden yapılan tesbihlere verilen isimdir. Narçın: Hindistan cevizinden yapılır. Samur rengi makbuldür. Terden çatlar. Necef: Yani tabii kristaldir. (Kaya billuru da denilir.) Kuartz grubuna dâhildir. Şeffaf ve renksiz olarak teşekkül eder. Umumiyetle fasetalı yapılır. Sedef: Sıcak ve cereyanlı denizlerde yetişen midye ve istiridye gibi kabuklu deniz hayvanlarının kabuklarının içindeki renkli ve parlak kalkerli maddeden yapılır. Som yeşil renktedir. Fildişi bakır mahlülü içinde bırakılarak elde edilir. Oltu taşı: Merkezi Erzurum Oltu'dur. Siyah kehribar olarak da adlandırılır. Yumuşak bir linyit çeşididir. Şahmaksud: Sarı ve filizi renklerde bir taştır. Yeşil rengi makbuldür. Yeşim: Jad denilen tirşe rengindeki taştır. Dayanaklılığı ve kendine has bir sertliği olmasına rağmen kırılması da o kadar güç olmayan bir taştır. Sathı cilalanınca yağlı bir yumuşaklık ve parlaklık gösterir. Ana vatanı Hotan (Orta Asya) olan yeşim doğuda mukaddes sayılır. Yağmur taşı adı da verilir. Beyazdan koyu yeşile kadar bir renk serisi gösteren bu taştan pek çok tesbih yapılmıştır. Yıldız: Kedigözü ve aşk taşı diye de adlandırılır. Yüzsürü (Yüsürü): Bağa'ya benzer renkte salyangoz kabuğu gibi tabaka üzerine sarılmış bir görünüşü vardır, oldukça serttir. Zergerdan: Gergedan ve buna benzer hayvan boynuzlarından yapılır. Yarı saydamdır.  Kahverengi ve siyah renklidir. Abanoz: Tropikal bölgelerde yetişen bir grup ağacın odunudur. Rengi siyahtır. Sert bir ağaç cinsidir. Demirhindi: Koyu kahverengi renktedir. Baklagiller familyasından yaprak dökmeyen bir ağaçtır. Anayurdu Afrika'nın tropik kesimleri olmakla birlikte çeşitli bölgelerde (özellikle Hindistan ve Mısır'da) süs amacıyla ya da yenebilen meyveleri için yaygın olarak yatiştirilir. Düveydari: Çok hoş kokulu olduğu için tesbih yapımında tercih edilir. Gül ağacı: Hind ve Mısır gül ağaçları makbuldür. Kerestesinin rengi ve kokusu güle benzediğinden gül ağacı denmiştir. Kalenbek: Anavatanı Endo-nezya'dır. Hoş kokulu bir sandal ağacı cinsidir. Kan ağacı: Koyu borda renktedir. Kuka: Narçıl kökünden yapılan bir mamulâttır. Tesbihi makbuldür. Ayrıca fincan, zarf, kâse yapılmaktadır. Maverd: Çok güzel kokuludur. Bu yüzden tesbih yapımında kullanılan bir madde olmuştur. Nebik: Sakız ağacı. Öd ağacı: Zambak türünden, uzun süreli bir bitki olup, yüzden fazla çeşidi vardır. Afrika'nın tropikal bölgelerinde ve Asya'da yetişmektedir. Tahtasının hoş bir kokusu olduğu için hem muhtelif cins eşyalar yapılış hem de dini törenlerde yakılması adet halini almıştır. Pelesenk: Tropik bir ağaçtan elde edilen siyah renkli sert bir ahşaptır. İnce marangozluk ve mobilyacılıkta kullanılırdı. Tesbih'te de çokca kullanılmıştır. Sandal: Kerestesi sert ve kokulu olan Sandal ağacı, Endonezya, Malezya ve Güney Hindistan ormanlarında yetişir. Rengi genellikle sarımtraktır ve keskin bir kokusu vardır. Sırçalı Kuka: Hindistan veya Malaya'nın yerli ağacı zannedilmekle beraber daha ziyade tropik bölgelerin mahsülüdür. Çok sert olan kabuğundan tesbih, küçük taşlar ve fincan zarfları yapılmıştır. Siyaha yakın renkleri de vardır. Ağaç tesbihler arasında en değerlilerinden biridir. Bu nedenle bu cins birçok tesbih yapılmıştır. Yılan ağacı: Adını yılan derisi biçimindeki deseninden alır. Güney Afrika, Fransız Guyanası ve Amazon ormanlarında yetişir. İlk kesildiğinde kırmızımsı bir renkte olan dokusu havayla temas ettikçe kahverengiye dönüşür. Oldukça sert olan yapısından dolayı çalışması çok zor bir ağaç türüdür. Zeytin ağacı: Zeytin veren açıkça sarı renkte bir ağaçtır. İnce marangozlukta mobilya yapmak için kullanılan güzel cilalanabilen bir ağaçtır. Murat-Nuhoğlu, Muallâ. Türk-İslâm Kültüründe Tesbih ve Tesbih Sanatı, Ankara, 1995. Parlak, Tahsin. Erzurum'da Oltu Taşı ve Kuyumculuk Sanatı, Oltu, 2001. Arvas, Ahmet Sırrı. Mucebince Amel Oluna, İstanbul, 2004. Yazıcı, Nesimi. Din ve Sanat Açısından Tesbih, Diyanet Dergisi, c. 18, s. 3 1979.

İdare İdare 01 Kasım
Konu resmiBeşinci Asrın Güneşi Hüccet-ül-İslâm
Risale-i Nur

İmam-ı Gazâlî İslâmiyet'in en meşhur ve parlak bir hücceti olan İmam-ı Gazâlî Hüccet-ül-İslâm, İran'ın Tus şehrinin Gazal kasabasında 1058 (H.450)de doğdu. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Ahmed'dir. Künyesi Ebu Hâmid, lakabı Huccet-ül-İslâm ve Zeynüddîn'dir. İlmî derinliğinden dolayı, ‘İslâm'ın delili, İslâm'ın hak olduğunun ispatı' anlamına gelen Hüccetü'l-İslâm ve Zeynü'd-din sıfatlarıyla anılmıştır. Samimi bir ilim aşığı ve fakir bir Müslüman olan babası, hayatını yün eğirerek kazanan sâlih bir zâttı. Âlimleri çok sever ve onların sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder ve hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasihatlerini dinleyince ağlar ve Allah'tan kendisine âlim olacak bir evlat vermesini yalvararak isterdi. Cenâb-ı Hak onun bu samimi duasını kabul, İslâm dünyasının en güzide şahsiyetlerinden biri olan İmam-ı Gazâlî Hazretleri gibi bir zatı ona nasip etmiştir. Hz. Ali Efendimizin Üveysî bir şakirdi olan İmam-ı Gazâlî Hazretleri, ilk tahsiline memleketi Tus'da, Şeyh Ahmed el-Râzikânî'den Şafiî fıkhını öğrenerek başladı. Sonra Cürcan'da Imam Ebu Nasr Ismaîlî'den bir müddet ders aldı. Daha sonra zamanın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişabur'a gitti. Zamanın en büyük âlimlerinden olan İmam-ül-Harameyn Ebu'l-Meâli el-Cüveyni'nin öğrencisi oldu. Üstün zekasını ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın bir ilgi gösterdi. Burada usul-i hadis, usul-i fıkıh, kelam, mantık, hukuk ve münazara ilimlerini öğrendi. Kısa bir süre içinde dört yüz'ü bulan talebe arkadaşları arasında temayüz ederek ünlü hocasına yardımcı oldu. İlimlerin kutbu olan İmam-ı Gazâlî Hazretleri, elde ettiği ilim sayesinde henüz 28 yaşında iken Nizamiye medresesinde Eş'arî ekolüne göre dersler vermiş, bir müddet sonra da burada baş müderris olmuştur. Bu üniversitenin başına geçen İmam-ı Gazâlî, üç yüz seçkin talebeye lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Ebu Mansur Muhammed, Muhammed bin Esad et-Tusi, Ebu'l-Hasan el-Belensi, Ebu Abdullah Cümert el-Hüseyni talebelerinin meşhurlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan İmam-ı Gazâlî Hazretleri, ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Dönemin halifesi tarafından kendisine Batıniler hakkında reddiyeler yazdırılmış, bu da onun şöhretini daha da artırmıştı. Vezirleri, melikleri ve emirleri gölgede bırakacak bir şöhrete sahip olmuştu; bir dediği iki edilmiyordu. Bunca teveccühe rağmen İmam-ı Gazâlî Hazretleri, dünyevi şan ve şöhretin zirvesinde iken her şeyi bırakıp nefis terbiyesi için uzlete çekildi. Bu zamandan itibaren on sene tedris hayatini bırakmış; Suriye'de, Hicaz'da, Kudüs'te bulunmuş, kendini ibadete vermiştir. Fakat hayatinin bu inziva safhasında da, zaman zaman eser yazmaktan geri kalmamıştır. İmam-ı Gazâlî Hazretleri hayatı boyunca birçok kitap yazmıştır. Avrupalı bir araştırmacı al-Gazâlî adlı eserinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri'nin 404 kitabının ismini vermiştir. Eserlerinde, İslâm dini ve ahlakının hemen her alanı ile ilgili bilgiler olduğu gibi, her yaş ve her seviyedeki insanın kolaylıkla anlayabileceği bir üslup hâkimdir. 1959'da, dört Alman ordinaryüs Profesör, İmam-ı Gazâlî Hazretleri'nin kitaplarını okuyarak, İslâm dinine hayran olmuşlar ve kitaplarını Almancaya tercüme ederek Müslüman olmuşlardır. Meşhur eserlerinden bazıları şunlardır: İhyâu-Ulumiddin, Kimyâ-ı Seâdet, Cevahir-ül-Kur'ân, Kavâid-ül-Akâid, Kitab-ül-İktisâd fil İtikad, İlcâm-ül-Avâm an İlm il-Kelam, Mizân-ül-Amel, Kıstâs ül-Müstekim, Tehâfet-ül-Felâsife, Mekâsıd-ül-Felâsife, El-Munkızu Aniddalâl, El-Fetâvâ, Hülâsât-üt-Tasnif fit-Tesavvuf, Eyyüh-el-Veled, Durret-ül-Fahire. İmam-ı Gazâlî Hazretleri, hicri beşinci asrın müceddididir. Onun yaşadığı dönemde İslâm âleminde siyasi ve fikri bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu. İslâm âlemindeki bu siyasi karışıklık ve otorite boşluğunun neticesinde Müslümanlar arasında itikad birliği sarsılmış, düşünce ve fikirlerde ayrılıklar meydana gelmişti. Mesela, o dönemde Yunan felsefesi bütün İslâm âlemini etkilemeye başlamış, her zeki ve meraklı genç Yunan felsefesine hayranlıkla, saygı duymaya başlamıştı. Eski Yunan felsefesiyle ilgili pek çok kitap, özellikle Aristo'nun eserleri Süryaniceden, Yunancadan, Farsçadan Arapçaya çevrilmişti. Ayrıca, Bağdat'ta,  İhvan-ı Safa namında, Yunan felsefesini ölçü ve kıstas kabul eden gizli bir cemiyet kurulmuştu. Bu cemiyet:  İslâm şeriati cehalet ve dalâletlerin karışması ile kirlenmiştir. Onu felsefe ile yıkayıp temizlemekten başka çare yoktur. fikrini savunuyordu. Diğer taraftan Ya'kub Kindî, Fârâbî ve İbni Sînâ gibi İslâm bilginleri, Yunan Felsefesinin avukatlığını yapıyorlar, Aristo'yu da kutsileştiriyorlardı. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri 30. Sözde bunlardan şöyle bahseder: İslâm hükemâsından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, felsefenin şaşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; adi bir mümin derecesini ancak kazanabilmişler. Hatta İmam-ı Gazâlî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş. Onları bu derekeye indiren ve dine muhalif olan görüşleri şunlardı: Bedenlerin dirilmesini, cennette lezzetlerin cismani olarak alınmasını, cehennemde azabın cismani olarak çekilmesini, ve cennet ile cehennemin Kuran'ın anlattığı şekilde vücudunu inkar etmişler. Ayrıca eşyayı ezeli kabul ederek vesaite icat ve tesir vermişlerdir. Yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül vücüd'un marifetine ulaşılacağını savunmuşlardır. Onlara göre her şey saf aklın prensipleriyle ölçülür ve her şey saf akılla halledilir. Saf aklın prensiplerine uymayanlar kabul edilemez. Felsefe ile birlikte ve onun da etkisi ile yeni bir fitne doğmuştu. Bu fitne, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin manasını farklı şekillerde yorumlayan ve felsefeden daha tehlikeli olan Batınilik fitnesiydi. Felsefe ve Batıniliğin bu, İslâm'ı mahvetmek isteyen etkileri karşısında, aklî ve naklî ilimleri tam olarak bilen, onların en ince problemlerini çözen, yetkili ve etkili büyük bir kimseye, yani bir müceddid'e ihtiyaç vardı. İşte, hicri beşinci asrın karanlıklarını izale etmek için, Cenâb-ı Hak Kemal-i kereminden İmam-ı Gazâlî Hazretlerini bir müceddid olarak bütün Müslümanların imdadına yetiştirmiştir. İmam-ı Gazâlî Hazretleri, başta felsefe olmak üzere bütün batıl fikirlerin karşısında Seddi Zülkarneyn gibi durmuş, telif etti yüzlerce kitabıyla, yetiştirdiği binlerce talebesiyle, Kuran'a uygun olmayan bütün inanç ve fikir yollarının önünü kapamıştır. Mesela, İslâm âlemindeki dört büyük cereyanı, Kelam âlimlerini, Batınileri, Filozofları ve Mutasavvıfları derinden tetkik etmiş. Kelamcıların kuru ve yetersiz olduklarını, Batınilerin sapıttıklarını, Filozofların ise birçok itikadı meselede şeriata aykırı olduklarını tespit edip, hayatı boyunca bunlara karşı mücadele etmiştir. Fakat bunlardan tasavvufun hak olduğunu bilip, tasavvuf ehlini beğenip, zamanın silsile-ı sadat'in kutbu, Ebu Ali Farmedi (ks) Hazretlerine bağlanmıştı. Elli küsur senelik hayatı dolu dolu geçen İmam-ı Gazâlî Hazretleri 1111 yılının Cemaziyülevvel ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını Kur'ân-ı Kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: Ey benim Rabbim, Mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, ruhunu teslim ettiğini gördüler. Okyanusu bir bardağa sığdırmak mümkün olmadığı gibi, bir derya olan İmam-ı Gazali Hazretlerinin hayatını ve mücadelelerini iki sayfalık bir yazıya sığdırmak mümkün değil. Bunun için bu kadarıyla iktifa ediyor hepinizi saygıyla selamlıyorum.

İdare İdare 01 Kasım
Konu resmiÇocuğunuzun öğrenme yöntemi hangisi (2)

NLP Eğtimenigokhankaracivi@degisimrehberi.com Ekim sayımız da yayınlanan ilk bölüm için dergimize yapmış olduğunuz geri bildirimler için ve www.degisimrehberi.com adresine göstermiş olduğunuz yoğun ilgiye çok teşekkür ediyorum. Çok meşhur bir ebeveyn ifadesidir Ceketimi satar yine size okuturum. Yavruları için fedakarlıktan çekinmeyen biz ebeveynler çocuklarımızın öğrenmesi ve başarılı olması için madden bir çok fedakarlıktan çekinmiyoruz. Son yılların moda deyimi Kaliteli Eğitim için Kaliteli Okul, Kaliteli Kurs, Kaliteli Öğretmen sorgulamalarımız ve kontrollerimiz aralıksız devam ediyor. Kaliteye odaklı olarak çocuğumuz için en iyi tercihleri yaptığımızı, maddi külfetinden de kaçınmadığımızı farzedersek, başarılı sonuç alamadığımızda suç çocuğumuzun zekâ seviyisinde mi olacak? Çocuklarımızın zekâ seviyesinin ne olduğundan çok  zekâsını nasıl kullandığını bilmek, öğrenme ve ifade etme tarzına uygun eğitim almasını sağlamak biz ebeyenlerin ve eğitimcilerimizin görevlileri arasında olmalıdır. Çocuğunuzun öğrenme ve ifade etme modelinin en doğru tespiti için, NLP uzmanlarının tecrübeleriyle çerçeveledikleri altı adet öğrenme ve en belirgin özelliklerini  bu ayki sayımızdan okumaya devam edebilirsiniz. Çocuğunuz hakkında tespitlerine en uygun modeli bulmaya çalışın. Öğrenme modeline ait özellikleri tespit ettikten sonra başta ebeveynler olarak hangi yaklaşımlarımızın değişmesi gerektiğini iyice düşünün. Okulda öğretmenleriyle genel özelliklerini paylaşınız. Lütfen şu âyet meâlini hatırlayalım: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şimdi öğrenme ve ifade etme tarzı hakkında altı değişik model tanıyacağız, okuyun ve düşünün bakalım, sizin çocuklarınızın modeli hangisi? >>> GRUP LİDERLERİ En Kolay Öğrenme Yolu: Duymak/Denemek/Görmek En Kolay İfade Etme Yolu: Söylemek/Yapmak/Göstermek  Konuşurken enerji dolu çocuklardır. Önderlik etmeyi, ilgi göstermeyi herkese ne yapmaları gerektiğini anlatmayı çok severler. Anlaşılır bir şekilde ve neredeyse hiç durmaksızın konuşurlar. Onlar için dinlenmek pek de kolay değildir. Özellikle heyecanlı olduklarında başkalarının sözünü sıklıkla kesebilirler. Bu çocuklar bir şeyler toplamaktan, küçük hazineler biriktirmekten zevk alırlar. Göz teması kurma konusunda çekingendirler, uzun sureyle göz teması kuramazlar. Genellikle, pek çok büyük fikir sahibidirler. Fakat rüyalarını gerçekleştiremediklerinde ya da nasıl gerçekleştireceklerini bilemediklerinde hayal kırıklığına uğrarlar. DİLSEL ÖZELLİKLER Karşısındakilerle konuşarak iletişim kurması kolaydır. Kelime dağarcığı geniştir. Hissederek, ahenkli bir şekilde  konuşur. Başkalarına ne yapmaları gerektiğini anlatmaktan hoşlanır (doğal liderdir). GÖRSEL ÖZELLİKLER Göz teması kurma konusunda çekingendir. Resmin tamamını görür. Basit resimler çizer. Kendine has bir tarzı olan, karmaşık bir el yazısı vardır. FİZİKSEL ÖZELLİKLER Yüzeyin hemen altında birikmiş yoğun bir enerjisi vardır. Spordan hoşlanır (iyi bir koç ya da atlet olabilir) Dokunma konusunda ilk başlarda çekingen olabilir. ÖĞRENME BECERİLERİ VE ZORLANMALAR Tartışarak ya da dinleyerek kolayca öğrenir. Ellerini kullanarak da öğrenir. Okuma, yazma ve imla konulannda güçlük çeker. Dinleyerek yabancı bir dili konuşmayı öğrenebilir. DİKKATİNİ DAĞITAN FAKTÖRLER Bakması gereken çok fazla şey olduğu zaman ya da fazla soru sorulduğu zaman dikkati dağılır. EN BELİRGİN SORUNU Başkalarının sözünü keser. İmalı, alaycı sözleriyle etrafındakileri rahatsız edebilir. SIKINTI ÇEKTİĞİ KONULAR Görsel imgeleri gerçekleştirmek istediğinde yeterince tatmin olmaz. DOĞAL YETENEKLERİ Büyük fikirlere sahiptir. Başkalarına ilham vermek ister. SÖZ MÜHENDİSLERİ En Kolay Öğrenme Yolu: Duymak/Görmek/Denemek En Kolay İfade Etme Yolu: Söylemek/Göstermek/Denemek Bu grubun üyelerini belirlemek pek de kolay değildir, çünkü pek çok yetişkini susturabilirler. Hatta bu gruba giren çocuklar  zekidirler, çünkü düşündüklerini kelimelere dökmek onlar için kolaydır. Sözleri her zaman için mantıklı bir sırayla, terddütsüz bir biçimde ağızlarından dökülür. Duydukları yabancı dilden etkilenmeye yatkındırlar, bunları kolaylıkla öğrenebilirler. Müzik, hikaye anlatma, kafiye, mizah ve kelime oyunları da, bu çocukların büyük zevk aldıkları konular arasındadır. Bu çocuklar, okumaktan büyük bir haz duyarlar, akademik konularla yakından ilgilenirler. Fakat el becerisi gerektiren işler, fiziki beceriler edinmek ya da sportif faaliyetlere katılma, onlar için can sıkıcı hatta ürkütücü olabilir. DİLSEL ÖZELLİKLER Karşısındakilerle konuşarak iletişim kurması kolaydır. Kelime dağarcığı geniştir. Düşünceler, gerçekler ve kavramlar hakkında mantıklı konuşmalar yapabilir. Yetişkinlerle, ve öteki çocuklarla konuşmayı sever. GÖRSEL ÖZELLİKLER Gözünü kırpıp oynatsa da, sürekli göz teması kurabilir. Aynı anda resmin hem tamamına, hem de ayrıntılarına dikkat edebilir. Zihninde görüntüleri evirip çevirebilir. Zor okunan bir el yazısı vardır. FİZİKSEL ÖZELLİKLER Bedeni hakkında kabataslak bir fikri vardır.  Fiziksel faaliyetleri öğrenirken kolayca sakarlaşabilir, morali bozulabilir. Yüzme, koşma gibi serbest faaliyetleri rekabetçi sporlara tercih eder. Dokunma duyusu ve duyguları onun için çok özeldir. ÖĞRENME BECERİLERİ VE ZORLANMALAR Tartışarak ya da dinleyerek kolayca öğrenir. Okuyarak iyi öğrenir. Ellerini kullanmada, spor yapmada zorluk çeker. Yabancı dili dinleyerek ve okuyarak kolayca öğrenebilir. DİKKATİNİ DAĞITAN FAKTÖRLER Dokunulduğu zaman ya da neler hissettiği sorulduğu zaman dikkati dağılır. EN BELİRGİN SORUNU Başkalannın sözünü keser. Konuşmaları tekeline alıp, yönlendirir. Sürekli Neden? diye başlayan sorular sorar. SIKINTI ÇEKTİĞİ KONULAR Duygularını kelimelere dökmekte zorluk çeker. Takip edeceği sözlü ya da görsel talimatlar olmadığında, fiziksel faaliyetleri öğrenmekte güçlük çeker. DOĞAL YETENEKLERİ Fikir alışverişinde bulunmaktan çok hoşlanır. İnsanlara yardım etmek ister. MERAKLI GEZGİNLER En Kolay Öğrenme Yolu: Denemek/Görmek/Duymak En Kolay İfade Etme Yolu: Yapmak/Göstermek/Söylemek Bu çocuklar, güçlü fizîki yapılarının yanı sıra sessizlikle çevrelenmiş, hassas ve sessiz birer tabiat aşığıdırlar. Yeni fikirlere açık bir enerjileri vardır. Bedenleri narindir, hareket ettiklerinde canlanırlar. Kontrollü hareket edebilen bu çocuklar, sözlü talimat gerekmeksizin fizîki hareketleri öğrenebilirler. Genellikle başkalarının hareketlerini gözlemleyip izleyen sessiz sakin çocuklardır. Hissettiklerini konuşmakta zorlanabilirler. Üzun süre dinlemek zorunda kalırlarsa sıkılabilirler. Bu çocuklar, kendi başlarına ya da yakın arakadaşları ile oynamaktan veya çalışmaktan hoşlanırlar. Bu çocuklar, futbolu da sanatı da; dikiş dikmeyi de kimyayı da sevebilirler. Bunların hepsini bir araya getirecek iştiyakları vardır. DİLSEL ÖZELLİKLER Sakince ve kısa cümlelerle konuşur. Topluluk içinde nadiren söz alır. Söyleyeceklerini bulması uzun zaman alabilir, konuşurken duraksayabilir. Söyleyeceklerini bulmak için sessizliğe ihtiyaç duyar. GÖRSEL ÖZELLİKLER Göz teması kurabilir, fakat zaman zaman gözünü kırpıp, uzağa bakabilir. Aynı anda resmin ya da görüntünün hem bütününe hem de ayrıntılarına dikkat edebilir. İmgeleri zihninin içinde çevirebilir, onları farklı açılardan görebilir. El yazısını okumak zordur. FİZİKSEL ÖZELLİKLER Başkalarıyla iletişim kurmasının en kolay yolu, beraber bir şeyler yapmak, ya da fiziksel temas kurmaktır. Faal olmayı, bir şeyler yapmayı, denemeyi çok sever. Sakin, rahatsızlık vermeyen bir enerjisi vardır. Bedenini iyi kontrol eder, doğal bir atlettir. Spor müsabakalarından hoşlanır. Dokunmayı ve dokunulmayı sever. Fiziksel becerileri edinmesi kolaydır. ÖĞRENME BECERİLERİ VE ZORLANMALAR Bir işi elleriyle deneyerek, uygulayarak öğrenmesi kolaydır. Heceleri öğreterek değil de deneyerek öğrenirse, okumayı uygulayarak kolayca öğrenebilir. Yazıları, raporları sesli bir şekilde okuyarak sunmada güçlük çeker.  Anlatılan derse konsantre olmakta, tartışmalara katılmakta güçlük çeker. DİKKATİNİ DAĞITAN FAKTÖRLER Uzun, sözlü açıklamalar, düşünceleri faktörler ya da duyduklarına ilişkin sorular dikkatini dağıtır. EN BELİRGİN SORUNU Suratını asıp, geri çekilebilir. SIKINTI ÇEKTİĞİ KONULAR Duygularını kelimelere dökmekte büyük sıkıntı çeker. DOĞAL YETENEKLERİ Doğayı, özellikle de hayvanları çok sever.Futboldan resim çizmeye kadar çok farklı ilgi alanları vardır. Farklı bileşenleri bir araya getirmek ister. SEVİMLİ MAHİRLER En Kolay Öğrenme Yolu: Denemek/Duymak/Görmek En Kolay İfade Etme Yolu: Yapmak/Söylemek/Göstermek Bu çocukları güçlü, aktif bedenlerinden ve hassas bakışlarından tanıyabilirsiniz. Hemen hemen her an hareket halindedirler. Dokunarak, tadarak, koklayarak ya da elleri veya tüm bedenleriyle onlar için yeni olanı deneyerek dış dünyayı tanımaya, onu mücerret hale getirmeye çalışırlar.  El yazıları genellikle düzensiz ve okunaksızdır. Okuyup yazmaya ilgileri yoktur. Okulda ders dinlerken sakince oturup görsel olarak odaklanmaları gerektiğinde ise, ya hayal kurarlar ya da dikkatleri tamamen dağılır . Bu çocuklar sevecen, oldukça cana yakındırlar. Dokunmak ve dokunulmaktan hoşlanırlar. DİLSEL ÖZELLİKLER Kişisel deneyimleri hakkında konuşmaktan hoşlanır. Başkalarına bir şeyler öğretmede, açıklama yapmada başarılıdır. Hikaye anlatmayı sever. Söyleyeceklerini bulmak için el hareketlerinden yararlanır. GÖRSEL ÖZELLİKLER Göz teması kuramaz, bu konuda çok çekingendir. Bir bakışta bir nesnenin bütününü algılayabilir. Eşyalarını yığınlar halinde toplar. Görsel imgelerin farkına nadiren varabilir. Kendine has, karmaşık bir el yazısı vardır. FİZİKSEL ÖZELLİKLER Başkalarıyla iletişim kurmasının en kolay yolu, beraber bir şeyler yapmak, ya da fiziksel temas kurmaktır. Sürekli hareket halindedir. Yoğun bir enerjisi vardır. Bedenini iyi kontrol eder, doğal bir adettir. Spor müsabakalarından hoşlanır.Dokunmayı ve dokunulmayı sever. ÖĞRENME BECERİLERİ VE ZORLANMALAR Fiziksel becerileri edinmesi kolaydır. Bir işi elleriyle deneyerek kolayca öğrenir. Tartışma yaparak öğrenebilir. Okuma, yazma ve imla konularında güçlük çekebilir. DİKKATİNİ DAĞITAN FAKTÖRLER Çok fazla nesneye bakması gerektiğinde, ya da gördükleriyle ilgili sorular sorulduğunda dikkati dağılır. EN BELİRGİN SORUNU Hiperaktif olabilir. Sessiz sakin oturmakta güçlük çekebilir, sürekli sallanır. SIKINTI ÇEKTİĞİ KONULAR Enerjisini dışa vurabileceği olumlu çıkış yolları bulmakta güçlük çeker. DOĞAL YETENEKLERİ İş yapmaktan, hareket etmekten, çok hoşlanır. Yaptığı işlerin başkalanna da faydası olsun ister. GÖSTERİŞLİ HİKAYECİLER En Kolay Öğrenme Yolu: Görmek/Duymak/Denemek En Kolay İfade Etme Yolu: Söylemek/Dinlemek/Yapmak Bu çocukların pek çoğu kıyafetlerinin nasıl göründüğüne büyük önem verirler, genellikle iyi görünmek için renkli, uyumlu kıyafetler seçerler. Okunaklı yazılarıyla listeler yapmayı severler. Hikaye anlatmayı çok severler, anlattıklarında hayli inandırıcıdırlar. Her konu hakkında sizi ikna etmeye çalışırlar. Yüz ifadelerinden ne hissettiklerini anlayabilirsiniz. Fiziksel bir faaliyeti öğrenmek için onu tekrar tekrar yapmaları gerekebilir. Başkaları ile rekabet içinde olacakları spor müsabakalarına katılmaktan kaçınırlar. Bu çocuklar için dokunmak sıradan bir iş değildir. Bu yüzden fiziksel temas kurmaktan çekinirler. DİLSEL ÖZELLİKLER Hissederek, vurgulayarak konuşur. Hikaye anlatmayı, açıklama yapmayı, karşısındakini ikna etmeyi çok sever. Düşüncelerine yön verebilmek için sesli bir şekilde düşünür. Konuşurken eee, ..gibi yani gibi sözlerle boşluklan doldurur. İnsanları sözleriyle ikna etmeyi çok sever. GÖRSEL ÖZELLİKLER insanlarla iletişim kurmasının en iyi yolu göz teması kurmaktır. Hissettikleri suratından okunur. Yapacaklarını düzenlerken notlar tutar, listeler hazırlar. Görsel düzenlilikten hoşlanır. El yazısı okunaklı, düzgündür. FİZİKSEL ÖZELLİKLER Uzun süre hiç kıpırdamadan oturabilir. Fiziksel faaliyetlerde bulunurken sakarlaşabilir, morali kolaylıkla bozula­bilir. Bedenini çok yüzeysel bir biçimde algılar, ne hissettiğini anlamak için gözlerini kapamak isteyebilir. Dokunma konusunda çok çekingendir. Duyguları onun için çok özeldir. Serbest yapısı olan faaliyetleri (koşma, yüzme gibi) spor müsabakalanna tercih eder. ÖĞRENME BECERİLERİ VE ZORLANMALAR Okumayı çok sever, okuyarak kolayca öğrenebilir. Konuşarak ya da başkalarına konuyu öğreterek de öğrenebilir. Yazı yazmada, imla işaretlerini kullanmada, yanlışlarını düzeltmede başarılıdır. Ellerini kullanarak öğrenmesi gerektiğinde güçlük çeker. Kendine has yapısı olan fiziksel faaliyetleri de zor öğrenir. DİKKATİNİ DAĞITAN FAKTÖRLER Dokunulduğunda, ne istediği ya da neler hissettiği sorulduğunda dikkati dağılır. EN BELİRGİN SORUNU Gösterişi sever. İyi bir izlenim bırakmak için aşırı derecede yardımseverleşir. SIKINTI ÇEKTİĞİ KONULAR Bir işin ne kadar zaman alacağını tahmin etmede güçlük çeker. DOĞAL YETENEKLERİ Çok iyi bir öğretmendir. Göstermekten, anlatmaktan büyük keyif alır. EMPATİK İŞBİRLİKÇİLER En Kolay Öğrenme Yolu: Görmek/Denemek/Dinlemek En Kolay İfade Etme Yolu: Göstermek/Yapmak/Söylemek Bu çocukların empatik enerjileri (karşısındakinin duygularını anlayabilme, kendini karşısındakinin yerine koyabilme yeteneği) karşısında şaşırıp kalabilirsiniz. Olup bitenleri gözleriyle içerler. Gördüklerini de hissederler sanki. Grup içinde sessizce otururken, birdenbire konuşmaya başlayıp, başlarından geçen bir olayı uzun uzun anlatmaya başlarlar. Anlattıklarını takip etmekte zorlanabilirsiniz. Bazen kendi adlarına karar almakta zorlanırlar; bu yüzden, içinde bulundukları grubun onlara hükmetmesi çok kolaydır. Olaylar umdukları gibi gitmediğinde, sızlanmaya başlayabilirler. Bu çocukların elleriyle gözleri arasında çok iyi bir uyum vardır. Bir işin nasıl yapıldığını, sadece izleyerek öğrenebilir, sonar da kendi kendilerine yapabilirler. Bağımsız çalışmaktansa, grup içinde çalışmayı severler; işbirliği yapmaktan, dayanışma içinde çalışmaktan hoşlanırlar. DİLSEL ÖZELLİKLER Genellikle kişisel deneyimleri hakkında dolambaçlı bir şekilde konuşur. Konuşurken ellerini kullanma, ya da hareket etme ihtiyacı duyar. Uygun sözcükleri bulabilmek için konuşurken uzun süre duraksayabilir. Kalabalık içinde nadiren konuşur. GÖRSEL ÖZELLİKLER İnsanlarla iletişim kurmasının en iyi yolu göz teması kurmaktır. Gördüklerini kendi içinde hissedebilir. Yapacaklarını düzenlerken notlar tutar, listeler hazırlar. Rahatça düşünebilmek için görsel düzene ihtiyacı vardır. El yazısı okunaklı, düzenlidir. FİZİKSEL ÖZELLİKLER Yüzeyin hemen altında birikmiş bir enerjisi vardır. Sportif faaliyetleri kolayca öğrenir, iyi bir atlet olabilir. Gözleri açıkken, neler hissettiğini, bedeninde olup bitenleri kolayca anlatabilir. Belli kuralları olan sporları ve spor müsabakalarını sever.Dokunma konusunda çekingen olabilir. Başkalarının  duygularını, kendisininkiyle karıştırabilir. ÖĞRENME BECERİLERİ VE ZORLANMALAR Heceleri öğretmek yerine görüntülerle okuma öğretilirse, iyi bir okuyucu olabilir. Önce izleyip, ardından uygulayarak öğrenmesi daha kolaydır. Not almaya ya da açıklamaya ihtiyaç duymaz. Yazı yazmada, imla işaretlerini kullanmada, hatalarını düzeltmede başarılıdır. Yazıları sesli bir şekilde okuyarak sunmada, dersi dinlerken konsantre olmada, tartışmalara katılmada güçlük çeker. DİKKATİNİ DAĞITAN FAKTÖRLER Uzun sözlü açıklamalar yapıldığında, düşündüklerine ya da duyduklarına dair soru sorulduğunda dikkati dağılır. EN BELİRGİN SORUNU Sızlanıp, şikayet edebilir. İçinde bulunduğu grubun görüşlerinden fazlasıyla etkilenebilir. SIKINTI ÇEKTİĞİ KONULAR Kendi adına karar almakta güçlük çeker. DOĞAL YETENEKLERİ Başkalanyla çok iyi ortaklıklar kurabilir. İnsanlann birbirleriyle iletişim kurmalanna yardım etmek ister.

Ahmed Nuri EREN 01 Kasım
Konu resmiAşure

ÖLÜMLE KALIM ARASI BİR KARIŞ II. Murat, devlet işlerinden bunalmış, öfkelenmiş; sinirleri tepesine çıkmış bir halde, Üsküdar'a geçmek üzere veziriyle birlikte kayığa binmiş. Vezir, Sultan'ı neşelendirsin diye kayığa zevzeğin birini almış; ancak iyice de tembihlemiş: Bak efendi, Sultan bugün çok kızgın. Sinirleri tepesinde. Ya sen onu güldürürsün ya da o seni öldürür ona göre demiş. Adam kendine o kadar güveniyormuş ki, bu teklifi kabul etmiş. Yol boyunca olmadık zevzeklikler yapmış, en bilinmedik hikâyeleri anlatmış. Bin bir türlü komiklik etmiş; ama Sultan Murat, gülmek şöyle dursun tebessüm bile etmemiş. Kayık Üsküdar'a yaklaştıkça zevzeğin telaşı da o kadar artıyormuş. Yan gözle öfkeden sakalını yolan vezire bakıp içten içe: Karaya varınca kelle gitti! Ne yapsam, şu deryaya kendimi atsam mı? diye düşünüyormuş. Kayık ile kara arası bir karış ya kalmış ya kalmamış, bizim zevzek: Sultanım! Sultanım, demiş, Ben nasıl olsa ayvayı yedim. Ölümle kalım arası bir karış. Benim kelle gittikten sonra, sen ipime gül, kuşağıma gülme… Deyince, Sultan Murat kahkahayı koyuvermiş!  İNSANLARI KENDİNİZ GİBİ DÜŞÜNDÜRMENİN YOLU Münakaşa etmemek en büyük münakaşayı kazanmaktır. Başkalarının düşüncelerine saygı gösteriniz ve kimseye yanıldığını söylemeyiniz. Yanlışınızı derhal kabul ediniz ve bunu süratle yapmaya çalışınız. Herhangi bir söze dostça bir dil ile girişiniz. Sözün çoğunu muhatabına bırakınız. Bir meseleyi başkasının gözü ile de görmeye alışınız ve bunu samimiyetle yapınız. Başkalarının düşünce ve arzularına sempati gösteriniz. İnsanların asil duygularına hitap ediniz. Düşüncelerinizi canlı bir şekilde ortaya koyunuz. İnsanları, meziyetlerini ortaya koyduracak şekilde teşvik ediniz. KUR'ÂN-I KERÎM Ey dirlik düzen arayan adam! Kur'ân kalesine gir ve her türlü tehlikeden korun. İki cihanın da saadet baharını elde et. Abı hayat Kur'ân'dır. Devasız dertlerin yegâne çaresi yine Kur'ân'dır. Kur'ân: Mucize sahilleriyle çevrilmiş bir tecelli denizidir ki; gönül gemilerine Saadet rıhtımını va'd eder. Muhammedi hikmetlerin yelkenlerine açarak Tevfik ve inayet rüzgârıyla sonsuza doğru akıp gitmektir. İmanın nur dudaklarıyla Kur'ân pınarından yudumlayan gönüller, içinde inciler dolu denizlere benzer. Kur'ân'ın feyzine er, Kur'ân'ın aşkına yan, Bil ki onun uğruna şehit olmuştu baban! M.NECATİ BURSALI BAHTİYAR VE BEDBAHT EDEN 5 SEY Hz. Âdem (a.s) 5 şeyiyle bahtiyar olmuştur: Hatasını itiraf etmek Pişmanlık duymak Nefsini kötülemek Tövbeye devam etmek Rahmetten ümidini kesmemek. İblis'de 5 şeyden bedbaht olmuştur: Günahını ikrar (saklamadan söylemek) etmemek. Pişmanlık duymamak. Kendini kötülememek. Kibir Rahmetten ümidini kesmek. İLİM                     MUAZ İBNİ CEBEL(r.a) İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin. İlim aramak ibâdettir. İlimden konuşma, Allah yolunda cihaddır. Bilmeyene ilim öğretmek sadakadır. Bir mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek Allah'a yakınlıktır. İlim haram ile helalin terazisidir. Cennet ehlinin minaresi, gurbette insanın arkadaşıdır. HAYAT Hayat havaya attığımız 5 topa benzer. Bu toplar: İşimiz, ailemiz, sağlığımız, dostluklarımız, kişiliğimizdir. Bu 5 top içinde bir tek işimiz lastik toptur, düşürürsek zıplatabiliriz. Ancak diğer 4 top camdan yapılmıştır, düşerse kırılır. Bunu fark etmeli ve hayatımızı bu dengeye göre kurmalıyız. Maalesef çoğumuz o ilk lastik topu tutabilmek uğruna diğerlerini kırıp dökmüyor muyuz? CESARETİN DELİSİ Delice cesaretin 3 şifresi     1. Kesin kararı vermek ve asla geri dönüşü düşünmemek.     2. İstişare için sadece işin ehli birkaç kişiye sormak. Bilen bilmeyeni işin içine karıştırmamak.     3. Her işin çok az bilinen bir fırsat tarafı olduğunu görmek ve o işin sonuna kadar gitmek.

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Kasım
Konu resmi24. Sayı Fihristi

İdare İdare 01 Kasım