25. Sayı: "Hacc İle Yeniden Doğuş"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiEsir'in Mâhiyeti

Einstein'ın önce arıtıp sonra tahta çıkardığı esir kavramı: Onun temel fizikteki rolü yirminci yüzyıl ilerledikçe daha çok genişledi. O şimdi yeniden isimlendirilerek ve  zayıfça gizlenerek, kabul edilen temel fizik kanunlarını ihata etmektedir. Ve çok ciddi sebeplerden dolayı o son kelime olacağı da şüpheli. Mevzuya bugünkü en otorite ilim adamının esir için yazdığıyla başladım. Diğer yazıları bunun ışığında irdelersek iyi olur. Mevzu ile ilgili, rahmetli Prof. Ahmed Yüksel Özemre hocanın incelemesi var; bu zamanda esir hakkında genel olarak fizikçilerin kanaatını belirtmektedir. Hocanın kısmî mütalası şöyle: SAİD NURSÎ'DE ESÎR KAVRAMI Said Nursî'nin eserlerinde Esîr kavramı önemli bir yer tutmaktadır   Aslında Esîr kavramı 1866 yılında James Clark Maxwell (1831-1879) tarafından müellifi olduğu Elektromagnetizma Teorisi münasebetiyle ortaya atılmıştır. Maxwell'in bu teorisi elektromagnetik dalgaların uzayda ışık hızıyle yayıldıklarını öngörmekteydi. Nasıl ki ses dalgaları (hava, su ya da demir gibi) elâstik ortamlarda yayılıyorlarsa, elektromagnetik dalgaların da uzayda yayılmaları için mutlaka- elâstik bir ortama ihtiyaç duyacakları varsayımından hareketle bütün uzayın her noktasına nüfuz eden elâstik bir ortamın var olması gerektiği iddia edilmiş; ve böyle bir farazî ortama da Esîr adı verilmişti. Esîr'in: 1) kütlesinin olmadığı, 2) tamamen saydam olduğu, 3) sürtünmesiz olduğu, 4) kimyasal olarak tesbit edilmesinin mümkün olmadığı, 5) içindeki cisimlerin hareketine de asla- engel olmadığı kabul edilmekteydi. Fakat bu niteliklere sahip elâstik ortamın, içinde elektromagnetik dalgaların saniyede 299.776 km'lik ışık hızıyla yayılabilmesi için, geçerli fizik kanunlarına göre: 1) hem son derece katı, ve hem de 2) sonsuz kütlesi olması gerektiği gösterilince bu çelişkili durum Esîr kavramının fizikî realitesi olmayan isabetsiz bir kavram olduğunu ortaya koymuştu. Ayrıca, 1881 yılından 1920'li yıllara kadar, Güneş'in etrafında ortalama 27 km/sn'lik bir hızla yol alan Arz'ın Esîr içindeki hızını ölçmeye yönelik müteaddid deneyler ve ölçümler yapılmıştır (Michelson ve Morley Deneyleri). Fakat Esîr faraziyesi üzerine inşa edilen bu deneyler ve ölçümler sonuç olarak Esîr diye bir ortamın mevcut olmadığını teyid etmiştir. Albert Einstein'ın (1879-1955) 1905 senesinde yayınladığı Özel Rölâtivite Teorisi'nin fizikçilerin nezdinde kabul görmesinden itibaren de Esîr fikri: 1) fiziksel realiteye aykırı, ve 2) kendi içinde çelişkili olduğundan tamâmen terkedilmiştir. Said Nursî'nin Esîr diye bir ortamın bütün Fezâ'yı doldurmakta olduğuna dair 1866 tarihli iddiadan haberi vardır ama Esîr faraziyesinin o tarihten sonraki dönemde geçirmiş olduğu istihâlelerden de bu kavramın, bilimsel kanıtlara dayanılarak, terk edilmiş olduğundan da haberi yoktur. Said Nursî, Esîr'den ne anlamakta olduğunu On İkinci Lem'a ile İşâretü-l İ'câz'da açıklamıştır. Bugün birçok vasat fizikçinin nazarında mevzu böyledir. Fakat son paragraftaki Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin haberinin olmadığını belirtmesi, kendisi için de geçerlidir.  Otuz kırk senedir aktif ilmi çalışmalardan uzak kaldığı için bu görüşleri, biraz da mevzuyu uzaktan takip eden fizikçilerin kanaatiyle ortak gözükmektedir.  Ayrıca Einstein'in son çalışmaları, Dirac ve yakında nobel mükafatı alan Frank Wilzcek gibi fizikte önemli bilginler esir hakkında ısrarlarını sürdürmekteler. Son yıllarda atomaltı parçacıklar için yapılan deneyler ve teoriler, mesela Higgs alanları (CERN de, yakın zamanda yapılan deney); everensel çekim kanunun gerektirdiği uzay zaman, uzayın yapısı (uzayın kendisi, dalgalanması), kosmolijide bulunanlar ve kozmik arka plan radyasyonu (bu her yeri doldurmakta): bunların tamamına baktığınızda sanki esir gibi özellikleri var.  Bilim adamları bunları esir diye tarif etmemeleri, esire ait bazı tenakuzlerin (Ahmed hocanın yazısına bakınız) olmasından dolayı.  Bugün hiçbir bilim adamı artık esir elektrik ve manyetik alanı, ışığı yayan bir ortam olarak esire bakmamaktadır. Physics Today dergisi referans çerçevesi yazıları yazan Nobelli Frank Wilzcek, Einstein'ın esiri fizikten silmek şöyle dursun bilakis esiri yüceltip fizikçilerin araştırma ve çalışmalarında çok mühim bir konuma yükselttiğinden söz etmiştir. Physics Today Ocak 1999 da esir için yazdığı makalenin bir paragrafı:  Einstein önce arıtıp sonra tahta çıkardığı esir kavramı:  onun temel fizikteki rolü yirminci yüzyıl ilerledikçe daha çok genişledi.  O şimdi yeniden isimlendirilerek ve zayıfça gizlenerek,  kabul edilen temel fizik kanunlarını ihata etmektedir. Ve çok ciddi sebeplerden dolayı o son kelime olacağı da şüpheli. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, nâkile zeminidir diyor, fakat fizik bunu kabul etmiyor.  Bu Ahmed hocanın dediği gibi o günkü mevcut fiziki anlayışı mı söylüyordu, yoksa başka hakîkatlerden dolayı mı söyledi, bunu Allah bilir. Bana göre Üstad elbette boş konuşmuyor.  Bu söylediklerinin belki hakîkatleri çok farklı şekilde ilerde zuhur edebilir.  Mesela mevcudatın esirden yaradılışını anlatan mevzu bana göre modern fiziğin ele alış tarzıyla aynı (yanlış anlaşılmasın modern fizik direk Risâle-i Nur'daki hakîkatleri ele almış demiyorum; farklı açılardan ele alınan mevzular var fakat fikir ortak).  Bu sene Prof Namumbo bu alanda çalışmasından ötürü Nobel almıştır. Lemalar'da geçen mevzu: Esîr'i oluşturan madde tıpkı suyun buhar ve buz kılığına girebilmesi gibi, aslı değişmeksizin, farklı şekillere bürünebilir. Esîr maddesinden yedi katmanın var olması akla mâni' de değildir, bu hususta bir îtirâza da sebeb olmaz . (12 Lem'a) Burda Üstad Hazretleri Esir gibi latif bir unsurdan nasıl madde ve maddî cisimler yapılmıştır? sualine, suyun hal geçişlerini örnek veriyor.  Bunun teknik adı faz/hal geçişi olarak biliniyor.  Fizikte sırf katı sıvı gaz şeklinde hal geçişleri yok, manyetik durumlar, süper iletkenlik gibi durumlar da hal geçişiyle alakalıdır. Bilim adamlarıda ışık gibi latif şeylerin nasıl kütle kazanıp diğer parçaçıklara dönüştükleri sualiyle uğraştılar.  Bu uğraşları aslında esir demedikleri alanların (Higgs gibi) nasıl kütleli atomaltı parçacıkları oluşturacağı suali önemliydi.  Onlarda aynen kütle oluşumunun bir hal değişimi tarzında olacağını öne sürerek bunu izah ettiler.  Pakistanlı Prof. Abdussalam bu konuda çalışıp Nobel alanlardan biriydi.  Esasında bu problemi ele alış tarzı öyle ilginç ki kaderdeki bazı mevzular burda var, fakat konumuz şu an bu değil. Benim kendi kanaatım Üstad Hazretleri boş konuşmaz ve onun dedikleri bugün yarın çıkabilir.  Fizik gibi bilimler uzun tartışmalar ve deneylerle bazı sonuçlara ulaşırlar, fakat bu nihaî nokta değildir.  Üstadın dediği çıkmasa bile biz maddeye, kainata Allah'ın nizamının zenbereği gibi bakıyoruz, mânâ-yı ismiyle bakmıyoruz; dolayısıyla esirin hakîkati ne olursa olsun, orda verilen mana-yı harfi bizim için önemli olandır.   Fakat bugünkü bilimin anlayışını bilmek, kendi çerçevesi içinde onu anlamak ta bize ufuk açacağı kanaatındayım.  Kritik ve sabırla okumaya devam. 1- Esîr'i oluşturan madde tıpkı suyun buhar ve buz kılığına girebilmesi gibi, aslı değişmeksizin, farklı şekillere bürünebilir. Esîr maddesinden yedi katmanın var olması akla mâni' de değildir, bu hususta bir îtirâza da sebeb olmaz . (12 Lem'a)

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Aralık
Konu resmiAşurea
Risale-i Nur

Başarılı Olanlar Doğruyla yanlışı ayırt edebilen Zaman geldiğinde akıntının tersine gidebilen İnsanlarla iyi iletişim kurabilen Sosyal yönü güçlü olan, araştırmayı seven Kendini geliştirmeye hevesli olan Olaylara geniş açıdan bakabilen Yaşadıkları olaydan ders alabilen Sürekli araştırma yapıp bilgi arayan İNSANLAR AMACINA ULAŞABİLİYOR. HESAP Bir hac ibadeti sırasında Harun Reşid ve Behlül yüksekçe bir yere oturup oradan ibadet ve dua eden ve bu arada ağlayıp gözyaşı döken insan selini seyrediyorlardı. Behlül Dana halifeyi uyarmak için yeni bir fırsat yakalamıştı. Dedi ki: Ey Müslümanların halifesi! Bütün bu ağlayıp sızlayanlar kendi nefislerinin günahlarının hesabını verip veremeyeceklerini bilmedikleri için ağlaşıyorlar. Hâlbuki sen kendi nefsinin hesabı yanında bütün bu insanların da hesabını vereceksin! KIŞIN NASIL BESLENMELİYİZ? Proteini artırın, yağlı besinleri azaltın. Protein bağışıklık sisteminin dostudur. Yağlar bağışıklık sistemini bastırır. Hastalıklara karşı bol bol A vitamini alın. Havuç, ıspanak, pırasa, ihtiyacınız olan A vitamini ihtiva eder. D, E ve B6 vitaminleri bağışıklığı güçlendirdiği için ihmal edilmemelidir. Ceviz, fındık, ayçiçeği çekirdeğinde ve diğer tohumlarda E vitamini, süt, peynir ve balık da D vitamini, fıstık, tavuk ve balık da ise B6 vitamini bol miktarda bulunur. Vazgeçilmeziniz salata olsun. Öğle ve akşam yemekleriniz de ihmal edilmemelidir. Bol bol C vitamini alın. Kuşburnu kırmızı ve yeşil sivri biber, kivi, maydanoz ve roka da bulunan c vitamininin portakal, mandalina ve limonda bulunan C vitamininden fazla olduğunu unutmayın. Haftada en az 1 gün baklagil tüketin. Kuru fasulye, nohut ve yeşil mercimek gibi kuru baklagiller protein yönünden zengin oldukları için lezzetini ve besleyiciliğini artırmak için et eklemeyin. Eti fakir sebzelerde kullanın. Günde en az 5 porsiyon sebze ve meyve tüketin. Kırmızılâhana, Marul, havuç gibi kış sebzeleriyle hazırlanan salatalar öğünlerde yer almalıdır. Kış mevsiminde güneşten olabildiğince fazla faydalanın. Güneşli günlerde bol bol yürüyüşe çıkmalı ve balık tüketilmeli. Kemik ve diş sağlığımız için gerekli D vitamini ihtiyacımızı bu şekilde ihtiva edebiliriz. YALANCI KİMSELER İmam-ı Gazali İhyau Ulumi'd-Din isimli eserinde şöyle der: Şu 4 şeyi yapmadan 4 şeyi iddia eden, yalancıdır.1. Kim cenneti sevdiğini iddia eder de ibadetlerini yerine getirmeze, o kişi yalancıdır.2. Kim Hz. Peygamber'i sevdiğini iddia eder; fakat âlimleri ve fakirleri sevmeze, o kişi yalancıdır. 3.Kim cehennemden korktuğunu iddia eder; fakat günahlarını terk etmezse, o kişi yalancıdır. 4. Kim Allah'ı sevdiğini iddia eder; fakat başına gelen belalardan şikâyetçi olursa, o kişi yalancıdır. YAŞAMIN SÖYLETTİKLERİ Gücünü artırmak istiyorsan, güçsüzlere el uzat. Karşılık umularak yapılan iyilik ve yardım, hamallıktan başka bir şey değildir. Allah'ın dar zamanlarda imdadına yetişmesini istiyorsan, geniş zamanlarında ona şükür ve niyazda bulun. Kısmetine razı ol ki rahat edesin. Boğazından geçene haram karıştıysa, asla ağız tadıyla yiyemezsin; boğazından geçen günün birinde boğazında kalır. Gücünü artırmak istiyorsan güçsüzlere el uzat. Senden beklenilenden fazlasını yapmazsan, sana beklenilenden azını verirler. Madem bir şey başına gelmiş, emin ol ki boşuna gelmemiş. KARINCAYA DAVRANIŞ BİÇİMİNİZ Fıçının içine bir karınca düşmüş. Biri gelmiş fıçının başına. Karıncayı görmüş. Ne işin var senin burada? demiş, karıncayı ezip yok etmiş. Başkası gelmiş fıçının başına. Karıncayı görmüş. Kimseye zararın yok sevimli hayvan, haydi fıçıda yaşa! demiş. Diğeri gelmiş fıçının başına. Karıncayı görmüş. Bir kaşık şeker serpmiş fıçının içine, yesin diye… Bu üç insan kim mi? Birincinin adı: Bencil. İkinciyi hoşgörü diye çağırıyorlar, üçüncü mü? O sevgi işte!   POZİTİF DÜŞÜNME Ne kadar yetenekli, zeki eğilimli olursak olalım; pozitif düşünme becerimiz yoksa hiçbir yere varamayız. İşin çilesini çekerek, çekirdekten yetişerek başaranlar daha olumlu düşünürler. Olumsuz düşünce kişinin yetersizliğinin ispatıdır. Bardağın dolu tarafını görmek, yoldaki köpek leşi için bile Ne kadar beyaz dişleri var! diyebilmek için sadece kafayı değil; kalbi de doyurmak gerekir.

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Aralık
Konu resmiHacc İle Yeniden Doğuş

Cennet ucuz değildir. Cefasız sefa olmamaktadır. Sabırla aşılmalıdır her engel. Bunlar başarıldığı takdirde ise işte yüce Nebi'nin müjdeli haberi: Makbul bir hacc, dünya ve dünyadaki her şeyden daha iyidir. Ona cennetten başka karşılık verilmez. (Buhari, Müslim) Makbul bir hacc farîzasıyla insanın geçmiş günahları bağışlanmıştır. Daha sonrası için de daha çok itina ve gayret ile bu nimetin hakkını vermek gerekmektedir. Belki de daha büyük bir mesuliyyet hissiyle. Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Buyur Allah'ım! Emret.. Davetine icabet etmeye hazırız.. DÜNYANIN EN HAYIRLI ON GÜNÜ GELDİ! Geldi yine Zilhicce ayı ve bu ayın mübarek ilk on günü. Ahiret ticareti için ebedi yatırımın çok kârlı günleridir bu günler. Allah Resulü'nün (asm) tabiriyle ‘'Bu on gün dünyanın en hayırlı on günüdür.'' Hz. Aişe'den rivâyet edilen bir Hadis-i Şerif'te Zilhicce'nin ilk on gününün gecelerinden birini ihya etmesi, o kimsenin bir seneyi hacc ve umre ibadetiyle ihya etmesi gibidir. Bu dokuz günlerden bir gün oruç tutması, senenin diğer vakitlerinde ibadetle meşgul olması gibidir, o kadar sevap alır buyruluyor. Ne büyük ikram … İşte bu mübarek günler kutsal yolculuğun, yani hacc farîzasının da vaktidir. Mukaddes bir yolculukla yeniden doğuşa, kurtuluşa, arınmaya ve felaha erme zamanıdır. Çünkü Allah'tan kullarına davet var bu vakitte; ihsanlar, ikramlar, mağfiretler var! İLK DURAK, ARAFAT Âyet-i Kerime'de mealen buyruluyor: Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır (Âl-i İmran 97) İşte gücü yeten Müslümanlar, bu yeniden doğuşa ilk adımı Zilhicce'nin 8. günü atar ve tevriye günü Arafat'a doğru yola koyulurlar. Hepsi beraber aynı istikamete doğru harekete geçen hacı adayları bembeyaz ihramları içinde bu kutsal mekâna doğru akmaya başlarlar. Kefen misali kıyafetleriyle ölüme değil, yeniden dirilmeye koşmaktadırlar. Burada mevki, makam, para, şöhret bir kıymet ifade etmez. Rengi, dili, ırkı ne olursa olsun herkes eşittir. Mahşer misalidir.. Sadece kalplerdeki imandır, ameldeki ihlastır, samimiyettir geçerli olan meziyet. Evet, Arafat meydanında adeta mahşerin küçük bir numunesi sergilenmektedir. Milyonlarca insan hamd ü sena ederek heyecanla koşarlar Arafat meydanına. Yer gök Lebbeyk sadalarıyla inler, sarsılır, cezbeye gelir. Çünkü Efendimiz (asm) buyurmuşlardır ki: Telbiye (Lebbeyk duâsı) eden hiç bir Müslüman yoktur ki, yerin her tarafı parça parça olup, sağından solundan taş, ağaç ve kuru toprak parçaları da onunla birlikte Telbiye etmesin. Hz. Adem'le, Hz. Havva'nın buluştukları mübarek yerdir Arafat.. Cennetten çıkarıldıktan sonra uzun bir ayrılığın ardından duâlarının kabulüyle bu kutsal topraklarda buluşmuşlardır. Hz. İbrahim (as)'ın Hz. Cebrail (as)'dan aldığı hacc dersinin tamamlandığı mukaddes mekandır Arafat.. Gösterdiğim hacc amellerini öğrendin mi? diye üç kez tekrarlamıştır Cebrail (as). Kâbeyi inşa ettikten sonra bütün insanlığı hacca davet edip kendisi de Hz. Cebrail'den ders almış, hacc vazifesini bu mukaddes beldelerde bizzat Hz. Cebrail ile birlikte ifa etmiştir. Hz. Muhammed'in (asm) veda hutbesini okuduğu mükerrem yerdir Arafat.. Peygamber Efendimiz (asm) Veda Haccı'nda kıyamete kadar istifade edilecek son mesajı olan Veda Hutbesi'yle insanlığa buradan seslenmiştir. İşte bu mübarek insanları misafir eden bu mübarek tepe ve geniş ova asırlardır ümmet-i Muhammed'i ağırlamaktadır. Arafat'ta toplanan müminler, öğle ezanının okunmasıyla öğle ve ikindi namazlarını beraber cem' ederek eda etmekle başlarlar kutsi vazifelerine. Ardından ister ferdî ister cemaatle olsun bütün müminler uzatırlar ellerini semaya. Gözyaşları sel sel olur bu mağfiret anında. Yürekler uhrevi hislerin en yücesiyle dolar. Affedilmesi Arafat dağında vakfeye durmaktan başka bir şey olmayan çok günahlar vardır Hadis-i Şerif'ince ümitvârdır herkes.. Çünkü burada tereddüde yer yoktur, istemenin sınırı yoktur. Bana duâ edin size cevap vereyim. (Mü'min, 60) Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var (Furkan,77)  ilahi fermanlarınca istenir, yalvarılır, af dilenir. Hüsn ü zan ile yaratıcıya duâ edilir. Zaten Resulullah'tan (asm) bu konuda kesin ikaz gelmektedir: Arafat dağında vakfeye durup da günahlarının affedilmeyeceğini sanmaktan daha büyük günah yoktur.  (Deylemî) Arafat vakfesiyle haccın en mühim rüknü tamamlanmış olur. Çünkü Hacc Arafat'tır buyuruyor yüce Nebi. İKİNCİ DURAK; MÜZDELİFE Haccın diğer bir rüknü Müzdelife vakfesi için akşam namazının girmesiyle tekrar yolculuk başlar. Müzdelife vakfesi hakkında bir rivâyette kul hakkının dahi affedileceği müjdesi vardır. Burada da akşam namazı tehir edilerek yatsı namazı ile beraber eda edilir. Sabah namazını müteakip eller yine semaya doğru Rahman'ın dergâhına açılır. Duâlar ayyuka çıkar. Böylelikle iki vakfe de eda edilmiş olur. Haccın diğer bir rüknü olan şeytan taşlamak için kullanılacak taşlar da Müzdelife'den toplanır. ŞEYTANIN ÇATLADIĞI YER; MİNA Müzdelife vakfesinin ardından seher vaktiyle cemre günleri başlar. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in lanetlenmiş şeytanı taşladıkları yerlerde biz de aynı öfkeyle atarız taşlarımızı. Çünkü işlediğimiz hata ve günahların en büyük müsebbibidir şeytan. Hacc farîzasının en feyizli günlerindendir bu günler. Atılan her taşla zerrelerinize kadar büyük bir heyecan içinde şeytanı ve nefsinizi mağlup etme hazzıyla dolarsınız. Şeytan sanki elimize düşmüştür. İşlediğimiz günahların intikamını alırcasına sıralarız mermi misal taşlarımızı. Fakat bu atışlar sünnet adabı üzere kimseyi incitmeden ibadet şuuru içinde olması gerektiği unutulmamalıdır şüphesiz. Atılan taşların çıkardığı sesler ve koşuşturmalar içinde sanki harp meydanında gibi hissedersiniz kendinizi.  Şeytana ve nefse bir daha kanmamak, mağlup olmamak için söz verirsiniz. Şerrinden yüce mağfiret sahibi Gafur'ur-Rahim'e sığınırsınız. Şeytan perişandır bu mübarek günlerde, çünkü Resulullah (sav) onun hakkında: Şeytan arefe gününden başka hiç bir gün bu kadar zelil, hakir ve benzi solgun görünmez. Çünkü arafe günü Allah Teâlâ rahmetini kullarına saçar. Ve birçok büyük günahı affeder buyurmaktadır. ŞİMDİ VED ZAMANI Atılan taşların ardından kurbanı kesilen hacılar ihramlarından çıkarak farz olan ziyaret tavaflarını yapabilmek için bu sefer Beytullah'a koşarlar. Mağfiret olunmuş kullar olarak bu kadar ikram ve nimet için mübarek beytin sahibine hamd ü senada bulunurlar. Beytullah'ı kalplerinden tarafa alarak şevk ve cezbe içinde tavaflarını eda ederler. Tavaf esnasında yaratılmışların en şereflisi ünvanına sahip olan insan, zerreden şemse mevcudatın haliyle hallenir. Ayın Dünya'nın etrafında, Dünya'nın da Güneş etrafında seyeran edip, dönmesi gibi… Hem lisan-ı haliyle, hem de lisan-ı kâliyle çok geniş bir ubudiyette bulunurlar. Tavaf'ın ardından Safa ve Merve arasındaki Sa'y vazifesi başlar. Yine Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve annesi Hz. Hacer'i hatırlarız. Ne yüce, ne mübarek peygamberler ki; hem soylarından Habibullah (asm) gibi âlemlerin sultanı gelmiştir, hem de onların yaşadığı kutsi anlar, yeniden doğuşumuza vesile olacak olan hacc ibadetinin en mühim rükünleri içinde yerini almıştır. MAKBUL HACC; MEŞAKKATLİ OLAN HACDIR Evet üç günlük şeytan taşlama vazifesi de sona erdikten sonra Cenab-ı Hak'kın kabul etmesi ümidiyle hacc farîzası tamamlanmıştır artık. Hikmet-i İlahî gereğince haccın her bir rüknünde ayrı bir meşakkat de yaşanmıştır. Bu teknoloji asrının bile üstesinden gelemediği zorluklarla edâ edilmiştir bu ilahî emir. Çünkü hac meşakkattir hadisi bu zamanda da yerini bulacaktır. Cennet ucuz değildir. Cefasız sefa olmamaktadır. Sabırla aşılmalıdır her engel. Bunlar başarıldığı taktirde ise işte yüce Nebi'nin müjdeli haberi: Makbul bir hacc, dünya ve dünyadaki herşeyden daha iyidir. Ona cennetten başka karşılık verilmez. (Buhari, Müslim) Makbul bir hac farîzasıyla insanın geçmiş günahları bağışlanmıştır. Daha sonrası için de daha çok itina ve gayret ile bu nimetin hakkını vermek gerekmektedir. Belki de daha büyük bir mesuliyet hissiyle. Cenâb-ı Hakk bütün ibadetlerimizi, hacc ve duâlarımızı dergah-ı izzetinde makbul eylesin. AMİN. 1- Telbiye (Lebbeyk duâsı) eden hiç bir Müslüman yoktur ki, yerin her tarafı parça parça olup, sağından solundan taş, ağaç ve kuru toprak parçaları da onunla birlikte Telbiye etmesin. HADİS-İ ŞERİF 2- Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var (Furkan,77)

İdare İdare 01 Aralık
Konu resmiVeda Haccı

Ya Resulallah! Sana yalın ayak şu hicret yollarını aşıp gelmek isterdim lakin takat yok. Seni şu dünya gözüyle görmek isterdim ama imkân yok. Tesellim Ravzana gelmek, huzurumsa seni düşünmek Ey! Gönül bahçemin seher kuşu Senin bir teveccühün için ömrüm sana fedadır; zaten bülbülsüz bahçe neye yarar Ravzandaki cennet bahçende bir salâvatımı sana gönderirken, sen de beni yanına al! diyordu, Beni mahşere kadar misafir et! Zira senin misafirlerin eza görmezler. diye dualar ediyordu. O yıl hac mevsimi kış aylarına denk gelmiş, hafiften kar serpiştiriyordu. Hayri Bey bir yandan valizini hazırlarken bir yandan da karın yağışını seyrediyordu. Şimdi şu kara nisbet, hasreti Mekke sahraları gibi sıcak yüreği, ihtiyarlık sonbaharında ilkbaharını yaşıyordu. Gerçi bir yandan gönlü mahzundu. Çünkü hanımı geçen yıl vefat etmiş, evlatları da pek arayıp sormaz olmuştu. Hatta hac için Hastasın oralarda ölür kalırsın, gitme! diyerek destek vermemiş ve onu üzmüşlerdi. Nerdeee! diyordu, Beni Medine'de Resulullah Efendimiz (asm) mahşere kadar misafir etse.. Ne zamandır beni gönül sıcaklığıyla misafir eden olmadı Rabbim. Ama asırlar öncesinden Hz. İbrahim gibi bir zatın davetiyle beni evine çağırdın. Ey Rabbim! Şu karın her şeyi arıttığı gibi sen de beni arındır diye hem hazırlanıyor hem dualar ediyordu. Nihayet o kutlu yolculuk günü gelmiş evlatlarıyla helalleşip son kez vatanının havasını soluyup ona da veda etmişti. Uçakla Zulhuleyfe üzerinden geçerken Lebbeyk sadalarıyla yüreği titriyordu.. Sen lutfettin çağırdın, ben de geldim Ya Rabbi! Beni acizliğimden istemezlerken sen kabul ettin, beni işe yaramaz görürken insanlar, sen benden ibadet istedin, haccı nasip ettin.. diye geçirdi içinden. Şimdi Mekke'nin kavruk dağlarından geçiyor, yılların hasretini zevcesinin selamını getiriyordu. Çocuklarım selam da göndermediler, ah! dedi, Hayatımla onlara bir şeyler anlatamadım, belki bir gün ölümüm ders olur Nihayet yolculuk bitmiş Lebbeyk sadalarıyla Beytullah'a giriyorlardı. Hocalar anlatıyordu. Cenâb- ı Hakk Beytullah'a giren kulun yüreğinden melekleri çekermiş. Kulları her hallerini ona rahat arz etmeleri için. Onların kimseden çekinmeden istiğfar etmeleri için. Ya Rabbi! dedi, Sen kulunu hiçbir yerde mahcup etmiyorsun. Mahşerde de mahcup etme! Zira burası oradan bir numune gibi On dört asır önce Resulullah Efedimiz (asm) yüz binden fazla Müslüman'la bu topraklara hac için ihtişamla gelmiş ama tevazuyla eğilerek girmişti. Ya Rabbi! Şu muazzam mabedin azamet, şeref ve keramet ve mehabetini artır diye dua etmiş ve aynı öyle olmuştu. İşte milyonlarca insan burada yüce arşta meleklerin tavaf ettikleri O kutsal mekânda, yıldızlar ve galaksiler gibi önce kendi kalpleri sonrada kâinatın kalbi etrafında dönüyorlardı. Safa ile Merve arasında sa'y ederken de tefekkür ediyordu Hayri Bey. Ya Rabbi! Senelerce gafletle yaşadım. Sonra uyandım ama kervan göçmüş azık yok. Sen Hz. Hacer Annemize rahmetinle, sebepler dairesinden hariç o muazzam zemzemi nasıl ihsan ettinse, benim de çorak gönlüme pınarlar ihsan eyle ki o da benim ab-ı hayatım olsun! Hayri Bey Arafat Dağı'na çıkacakları gün hayli yorgundu ama yüreğinin saadeti ve heyecanı onu her yere taşıyordu. Aaah Arafat! diye iç çekti. Hz. Âdem'le Havva Annemiz sende visal buldu lakin Peygamber Efendimiz (asm) ise veda haccıyla ashabına ayrılık haberini buradan vermişti. Şimdi o sözleri dinlemek istiyordu. Elinde Veda Hutbesinin olduğu bir sayfayı kafile hocalarından birine verdi ve sesli okumasını rica etti. Hoca besmeleyle başlarken kimse ne okuduğunu bilmiyordu Ey insanlar sözümü iyi dinleyiniz belki bu seneden sonra sizinle bir daha buluşamayacağım diye devam ederken bunun Veda Hutbesi olduğu anlaşılmış yavaş yavaş hocanın etrafı kalabalıklaşmıştı. Sanki on dört asır önce bu mukaddes topraklardaydılar. Ve Veda Hutbesini Kâinatın Efendisinden (asm) dinliyorlardı. Herkes içinden haksız yere kan dökmeyeceğine, faiz alıp-vermeyeceğine, kan davası gütmeyeceğine, zulmetmeyeceğine, zina etmeyeceğine, kadınların hakkını gözeteceklerine, Kur'ân-ı Kerim ve onun sünnetine uymaya söz veriyorlardı. Artık sadece kendi milletini, ırkını değil, burada ve dünyadaki tüm Müslümanları milletlerinden bileceklerdi. Kimse kimseden üstün değil üstünlük ancak takvayladır diyordu o Kutlu Nebi!. Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz diyordu Resulallah (asm). O sırada bütün cemaat aynı sahabe-i kiram gibi Asırlar ötesine tebliğin ulaştı, hakkıyla vazifeni ifa ettin, bize rehber oldun ya Resulallah! dediler. Manevi bir ses dalga dalga onları kuşatmıştı sanki. Hocanın diliyle O Aziz Nebi (asm) cevap veriyordu: Şahid ol, ya Rab! Şahid ol, ya Rab! Şahid ol, ya Rab! İnsanlar bu ulvi atmosferle kim bilir hayatları için ne hayırlı kararlar alırken, Hayri bey de bu kutsi mekânda hayatının anlamını bulduğunu sanki onun da Veda Haccı olduğunu hissediyordu. Mekke'de vazifeler bitmiş, Medine yolculuğu başlamıştı. Ya Resulallah! Sana yalın ayak şu hicret yollarını aşıp gelmek isterdim lakin takat yok. Seni şu dünya gözüyle görmek isterdim ama imkân yok. Tesellim Ravzana gelmek huzurumsa seni düşünmek, Ey! Gönül bahçemin seher kuşu senin bir teveccühün için ömrüm sana fedadır; zaten bülbülsüz bahçe neye yarar, Ravzandaki cennet bahçende bir salâvatımı sana gönderirken sen de beni yanına al! diyordu, Beni mahşere kadar misafir et! Zira senin misafirlerin eza görmezler. Diye dualar ediyordu. Mescid-i Nebevi'de bir telaş vardı. Türk hacılarından biri yeşil direk arasında namaz kılarken secdeye gitmiş ve ebediyet âlemine göç etmişti. Kafile başkanları teşhis için oraya gidiyordu. Veda Hutbesini okuyan hoca Hayri Bey'i tanımıştı. Benim kafilemden dedi. Kimsesi yok mu? denildi. Hoca elindeki Veda Hutbesini göstererek onun kimsesi bu mektubun sahibidir, bu hutbenin sahibidir inşallah. Visalin mübarek olsun Hayri Bey dedi, Visalin mübarek olsun!

Osman AKTAŞ 01 Aralık
Konu resmiHUZUR-I SAÂDETTE

Rabbimizin hikmeti bu kışta yaz yaşadık Huzur-ı saâdette binlerce haz yaşadık Siyahıyla beyazıyla sarısıyla cem olduk Rabb-i Rahîm'imize el açtık niyaz yaşadık Diller takatsiz kaldı, kelimeler mecalsiz Gönüllerden seslendik, avaz avaz yaşadık Tam sekiz gün, kırk vakit Mescid-i Nebevî'de Huzur ile saf tuttuk namaz namaz yaşadık Sana komşu olmak rü'yâ mıydı sultânım Münevver Medine'nde ne kadar az yaşadık

İdare İdare 01 Aralık
Konu resmiİslâm Medeniyeti Zuhur Edecek!

LEMAAT TAHLİLLERİ-11 Şu İslâm milletinin geçmişte yaşadığı felâket ve mağlubiyetler, hususen 1. Dünya Savaşı'ndaki mağlubiyet, sonrasında gelen felaketler ve İslâm birliğinin dağılması hadiseleri, gelecekte İslâm âlemine bir saadet ve bağımsızlık getirecek. Bu felaketler, âyet ve hadislerde âhirzamanda geleceği vaat olunan saadet günlerine vesile olacak. Hem öyle bir saadet getirecek ki, geçmişte yaşanan felaketler üç ise, saadet onun yüz katı olarak üç yüz olacak İnşaallah. Bire yüz... Ne büyük müjde! Birinci Harbin) Mütareke başında, bir Cuma gecesinde bir rü'ya-yı sadıkada, misalî âleminde (rüya âleminde), bir meclis-i azîmde (büyük bir mecliste), benden sual ettiler: Mağlubiyet sonunda İslâm'ın âleminde ne hal peyda olacak? Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Sünuhat isimli eski bir eserinde, bu rüyanın görüldüğü tarihi ve çağrıldığı meclisin mahiyetini Rüyada Bir Hitabe başlığı altında şöyle anlatır: 1335 (1919) senesi Eylül'ünde, dehrin hâdisatının (Osmanlı'nın mağlub olup dağılmasından kaynaklanan o zamanın hadiselerinin) verdiği yeis (ümitsizlik) ile şiddetle muzdarip idim. Şu kesif zulmet (koyu karanlık) içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada (uyanıklıkta) bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya (ışık) gördüm. Tafsilâtı terk ile, bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki: Bir Cuma gecesinde, nevm (uyku) ile âlem-i misâle girdim. Biri geldi, dedi: Mukadderat-ı İslâm (İslâm'ın geleceği) için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor. Gittim... Gördüm ki: Münevver (çok nurlu), emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Sâlihîn'den (evvelki büyük İslâm âlimlerinden) ve a'sârın mebuslarından (asırların temsilcilerinden) her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip (utanıp) kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki: - Ey felâket - helâket asrının adamı! (Âhirzamanın temsilcisi) Senin de reyin (görüşün) var, fikrini beyan et. Asr-ı hazır meb'usu (bu asrın temsilcisi) sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler: (...) Hazret-i Üstad, bu rüyasını Birinci Dünya Savaşı'nın bitişinde Osmanlı'nın mağlubiyeti kabul ederek 30 Ekim 1918 tarihinde imzaladığı Mondros Mütarekesi sonrasında görmüştür. Bu savaşın ardından Osmanlı Hilafeti çatısı altında toplanmış olan İslâm birliği dağılmış, bütün İslâm ülkeleri Avrupa'nın sömürgesi hâline gelmiştir. İşte böyle acı bir dönemde Hz. Üstadın gördüğü bu rüya ve 1- İslâm Dünyası'nın geleceği için toplanan bir meclise çağrılması, 2- O mecliste her asrın temsilcilerinin bulunması, 3- Kendisinin de asrının temsilcisi olarak çağrılması çok açık bir şekilde Üstad Bedîüzzaman'ın felaketler asrı olan bu âhirzamanın vazifeli imamı, yani müceddidi olduğunu gösteriyor. Rüyada ona söyletilen sözler ise bütün Müslümanların gönlüne ferahlık ve huzur veriyor. Aynı rüyayı anlattığı Sünuhattaki kısımda, o nuranî zatlar Üstad'a cevaben şöyle diyorlar: Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti. Dediler: -Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ (ses), İslâm'ın sadâsı olacaktır!.. Şu millet-i İslâm'ın felâket-i mazisi (geçmişteki felâketi), getirecek de elbet İslâm'ın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet, İstikbalde telafi. Üçü veren, üçyüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasaret (zarar). (...) Şu İslâm milletinin geçmişte yaşadığı felâket ve mağlubiyetler, hususen 1. Dünya Savaşı'ndaki mağlubiyet, sonrasında gelen felaketler ve İslâm birliğinin dağılması hadiseleri, gelecekte İslâm âlemine bir saadet ve bağımsızlık getirecek. Bu felaketler, âyet ve hadislerde âhirzamanda geleceği vaat olunan saadet günlerine vesile olacak. Hem öyle bir saadet getirecek ki, geçmişte yaşanan felaketler üç ise, saadet onun yüz katı olarak üç yüz olacak İnşaallah. Bire yüz... Ne büyük müjde! Deniyet-i hâzıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit, İslâmî medeniyet. Müslümanlar bil'ihtiyar (isteyerek) elbet evvel girecek (o medeniyete)(...) Hazret-i Üstad medeniyetin fenalıkları, iyiliklerine fazlasıyla galip geldiği için mimsiz medeniyet tabirini kullanır. Kur'ân harfleri ile yazılan Osmanlıca yazıda medeniyetin başındaki mim harfi kaldırılırsa geriye deniyet kalır. Deniyet-i hazıra, yani asrımızın alçak medeniyeti demektir. Bu alçak medeniyet ve onun sistemi çok geçmeden bozulup yıkılacak. Onun bıraktığı boşluğun yerini İslâm'ın hakiki medeniyeti dolduracak. Bu manayı Sünuhatta şu cümleyle anlatır: Şeriat-ı Ahmediye'nin (asm) tazammun ettiği (içine aldığı) ve emrettiği medeniyet (...) medeniyet-i hâzıranın inkişaından (dağılmasından) inkişaf edecektir (ortaya çıkacaktır). Hutbe-i Şâmiye'de de aynı manayı şöyle müjde verir: Evet Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda (hidayet) üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm (baskı) üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına (kötülükleri iyiliklerine) galebe edip, ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar (sebep), bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir. Böyle bir İslâmî medeniyet herhangi bir memlekette ortaya çıktığında, bütün dünya Müslümanları ve İslâm ülkeleri elbette diğer milletlerden önce koşarak girecekler ve tâbî olacaklardır. Şu medenîlerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır. Sîreti olur suret. (Ahlâkı simasında görünür.) (...) Günümüz medeniyetinin insanlara gerçek bir olgunluk verdiği zannedilmesin. Görünüşündeki yalancı parlaklığa ve pek çok iyi taraflarına rağmen insanların ahlakını dehşetli bir şekilde bozmuştur. Nev'-i beşere (insanlığa) rahmet nâzil olan şu Kur'ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet; Umuma, ya eksere verirse bir saadet. (...) Tüm insanlara rahmet olmak üzere indirilen Kur'ân, ancak bütün insanlara yada çoğunluğuna saadet verecek bir medeniyeti kabul eder. Bu günkü medeniyet, insanların yüzde yirmisine yalancı bir saadet verirken yüzde seksenini sefalete atmıştır. Kur'ân ise böyle bir medeniyeti ve onun düsturlarını kabul etmez, reddeder. Bu meclis-i âlî-i misalî (rüyadaki bu yüce meclis), bu sözü tahsin etti (beğendi). Ben de birden uyandım. Belki yakaza ile (uyanarak) yeni yattım. Bence yakaza rü'yadır. Rü'ya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili (asrın imamı), burada Said-i Nursî. Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm'ın sadâsı olacaktır! Not: Lemaat Tahlilleri'nin on birinci sayısı ile bu yazı dizimize son veriyoruz. Bu on bir sayının ve ilk sayıda yazdığımız esasların, Lemaatın üslubuna aşina olmak isteyen mütalaa ehline yardım etmek için kâfi olacağını ümit ediyoruz. Başka mütalaalarda buluşmak ümidiyle hepinizi Yüce Rabbimiz'in İnayet ve Rahmetine emanet ediyoruz... (*) Bu başlık şiirin başlığı olmayıp yazının özünü daha kısaca vermek üzere ve sadece bu yazıya bir başlık olmak üzere konulmuştur. Lemaattaki başlık ise Bir Meclis-i Misalî'de Şeriatla medeniyet-i hâzıra, deha-i fennî ile hüda-yı şer'î müvazeneleri dir. 1- Şeriat-ı Ahmediye'nin (asm) tazammun ettiği (içine aldığı) ve emrettiği medeniyet (...) medeniyet-i hâzıranın inkişaından (dağılmasından) inkişaf edecektir (ortaya çıkacaktır). Lemaat Tahilleri Yazı Dizisi (Lemaat Tahlilleri-1) Lemaat eseri nasıl mütalaa edilmeli? (Lemaat Tahlilleri-2) Kudretin Âyineleri Çoktur (Lemaat Tahlilleri -3) Temessülün Aksâmı Muhtelifedir (Lemaat Tahlilleri-4) Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise (Lemaat Tahlilleri-5) Kur'ân âyine ister, vekil istemez (Lemaat Tahlilleri-6) Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın; tâ Neşvünema Bulsun! (Lemaat Tahlilleri-7) İslâm, Evliyâlara ve Hıristiyan Azizlere Nasıl Bakar? (Lemaat Tahlilleri-8) Tebeî Nazar, Muhali Mümkün Görür (Lemaat Tahlilleri-9) Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak (Lemaat Tahlilleri-10) Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur(Lemaat Tahlilleri-11) İslâm Medeniyeti Zuhur Edecek!

İdare İdare 01 Aralık
Konu resmiHaccın önemi nedir, Müslümanlar niçin hac yapar?

www.sorusorcevapbul.com Hac, lügatte mübârek makamları isteyerek ziyarette bulunmak demektir. Dindeki manâsı ise ihrama girerek belli günde Arafat'ta bulunmak ve Kâbe'yi usulüne uygun olarak ziyaret etmektir. Hac, Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye hicret etmesinden 9 yıl sonra farz kılınmıştır. HAC İBÂDETİ; GÜCÜ YETEN HER MÜSLÜMAN'A FARZDIR Haccı ve umreyi de Allah için tamam yapın. (Bakara 196) Ey insanlar! Allah hac ibâdetini sizin üzerinize farz kılmıştır. Hac yapmakta acele ediniz. (Müslim) Hac ibâdeti İslam'ın şartlarındandır. Yani Allah'ın emri olup, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzdır. İbni Ömer'den (ra) rivayet edildiğine göre Resulullah (asm) şöyle buyurdu: İslâm dini beş esas üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî ) HAC İBÂDETİ; ALLAH'IN İNSANLAR ÜZERİNDEKİ BİR HAKKIDIR Ayet-i Kerime'de Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: Onda apaçık alametler, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren ise emniyette olur (ona dokunulmaz). Hem ona (oraya girmek için) bir yola gücü yeten kimsenin o evi ( Kâbe'yi ) hac etmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim de inkâr ederse, artık şüphe yok ki Allah, âlemlerden müstağnidir (hiç bir şeye muhtaç değildir.) (Al-i İmran-97) Nasıl ki; Ana-babanın evladı, devletin de halkı üzerinde hakkı vardır cümlesinden terk edilmez ve yerine getirilmesi gereken bir hak anlaşılır. Bu hukuktan kaçılamaz, borç hükmündedir. Hac ibâdeti de Allah'ın kulları üzerindeki hakkıdır. Muaz b. Cebel (ra) şöyle anlatıyor: Ben Hz. Peygamber'in terkisinde idim. Aramızda semerin arka kaşından başka bir şey yoktu. Hz. Peygamber (asm), Ey Muaz! diye seslendi. Ben, Ey Allah'ın Resulü! Buyurunuz, emrinizdeyim. dedim. Hz. Peygamber (asm) konuşmadan bir süre yola devam etti. Sonra tekrar, Ey Muaz! diye seslendi. Ben de aynı şekilde Ey Allah'ın Resulü! Buyurunuz, emrinizdeyim. diye cevap verdim. Bu defa Hz. Peygamber (asm)  Allah'ın, kulları üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun? diye sordu. Ben, Allah ve O'nun Resulü daha iyi bilir. dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm), Allah'ın, kulları üzerindeki hakkı; hiçbir şeyi O'na şirk koşmadıkları hâlde O'na ibâdet etmeleridir. buyurdu. Sonra bir süre daha yola devam etti. Sonra tekrar, Ey Muaz b. Cebel! diye seslendi. Ben yine, Ey Allah'ın Resulü! Buyurunuz, emrinizdeyim. diye cevap verdim. Bu kez Hz. Peygamber (asm), Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun? diye sordu. Ben yine, Allah ve O'nun Resulü daha iyi bilir. dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm), Kulların Allah üzerindeki hakkı; O'nun onlara azap etmemesidir. buyurdu. (Buhari, Müslim) HAC İBÂDETİ; MÜSLÜMANLARI, HIRİSTİYAN VE YAHUDİLERDEN AYIRAN ALAMETLERDENDİR Kim yiyecek ve Allah'ın evine ulaştıracak bir bineğe sahip olur da hac görevini yerine getirmezse, Yahudi veya Hıristiyan olarak ölmüş fark etmez. Çünkü Hıristiyan ve Yahudiler namaz kılarlar asla hac yapmazlar. (Müslim) Müslümanların yapmakla mükellef olduğu işleri işlemeyenler onlardan değildir. (Taberâni) HAC İBÂDETİ; EN ÜSTÜN İBÂDETLERDEN BİRİDİR Hz. Ebu Hüreyre (ra) şöyle dedi: Resulullah'a (asm) – En üstün amel hangisidir? diye soruldu, – Allah ve Resulü'ne iman etmektir buyurdu, – Sonra hangisidir? denildi. – Allah yolunda cihad etmektir buyurdu. – Sonra hangisidir? denildi. – Makbul olan hacdır buyurdu (Buhârî , Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbni Mâce) HAC İBÂDETİ;  BÜTÜN GÜNAHLARA KEFARETTİR Hz. Ebu Hüreyre (ra) dedi ki; ben Resulullah'ın (asm) şöyle buyurduğunu işittim: Kötü söz söylemeden ve büyük günah işlemeden hacceden kimse, annesinden doğduğu gündeki gibi günahsız olarak (evine) döner. (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbni Mâce) Yine bir başka Hadis-i Şerif'te: Bir kimse Allah için hacceder de kötü sözlerden ve fenalıklardan sakınırsa, anasından doğduğu günkü gibi temiz ve günahsız olur (Buhari, Müslim) buyrulmuştur. HAC İBÂDETİ; MÜKÂFATI SADECE CENNET OLAN BİR İBÂDETTİR Ebu Hüreyre (ra) den rivayet edildiğine göre Resulullah (asm) şöyle buyurdu: Umre ibâdeti daha sonraki bir umreye kadar işlenecek günahlara kefarettir. Mebrur  haccın (kabul edilmiş haccın) karşılığı ise ancak cennettir (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbni Mâce) HAC İBÂDETİ; HANIMLARA CİHAD SEVABINI KAZANDIRIR Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki: – Ey Allah'ın Resulü! En üstün amel olarak cihadı görüyoruz. Biz hanımlar cihad etmeyelim mi? dedim.  Peygamber (asm): – Fakat (sizin için) cihadın en üstünü hac-ı mebrurdur buyurdu. (Buhari) Bugünkü şartlar altında hiçbir günaha girmeden ihlâslı ve samimi olarak bir kadın, haccını tamamlarsa en büyük cihadını yapmış olur. Hac kadınlar için ne güzel cihaddır (Buhari) buyrulmakla da bu gerçek pekiştirilmiş oluyor. Son derece hareketlilik isteyen bir ibâdette hiçbir canlıya zarar vermemek pek kolay değildir. HAC MEVSİMİ, ALLAH'IN CEHENNEMDEN EN ÇOK KUL AZAT ETTİĞİ GÜNLERDİR Ebu Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre Resulullah (asm) şöyle buyurdu: Allah'ın  cehennemden en çok kul azat ettiği gün, Arefe günüdür (Müslim, Nesâî,, İbni Mâce) Haccın temel direği olan rükn-ü Arefe günü öğleden sonra gün batıncaya kadarki zaman içinde yapılır, bunu kaçıran kimsenin haccı olmaz. Tüm dünya Müslümanlarının aynı gün aynı yerde yani Arafat'ta Allah'a yalvarmaları ve bağışlanma dilemeleri gerçekleşir. Allah da o gün başka günlere oranla daha fazla kişiyi cehennemden uzaklaştırmış oluyor. Yıl içinde en faziletli gün Arefe,  hafta içerisinde en faziletli gün de Cuma günüdür (Müslim) HAC İBÂDETİ;  SEVAP BAKIMINDAN BEŞİKTEKİ ÇOCUĞUN BİLE İSTİFADE ETTİĞİ BİR İBÂDETTİR Beşikteki bir bebek bile hac ibâdetine iştirak ettiğinde istifadesi çok büyüktür. İbni Abbâs'dan (ra) rivayet edildiğine göre Resulullah (asm) Ravhâ denilen yerde bir grupla karşılaştı: – Siz kimlersiniz? diye sordu Onlar: – Biz Müslümanlarız peki sen kimsin? dediler. Hz Peygamber: – Ben Allah'ın Resulüyüm buyurdu. Bunun üzerine içlerinden bir kadın  (kucağındaki) küçük bir çocuğu Peygamber'e doğru havaya kaldırarak: – Bunun için de hac var mı? diye sordu Rasul–i Ekrem: – Evet, ona hac,  sana da sevap vardır buyurdu. HAC İBÂDETİ; MADDİ OLARAK DA ALLAH'IN LÜTUF VE KEREMİNDEN İSTİFADE EDEBİLDİĞİMİZ BİR İBÂDETTİR İbni Abbâs (ra) şöyle dedi: Ukâz, Mecinne (Micenne) ve Zülmecâz, İslâm öncesi dönemde meşhur panayır yerleri idi. Bu sebeple İslâm döneminde (bazı Müslümanlar) bu pazarlarda alış-veriş yapmayı günah sandılar. Bunun üzerine hac mevsiminde Alış-veriş yaparak Rabbinizin fazl ve kereminden istifade etmenizde sizin için bir günah yoktur (Bakara, 198) âyeti indi. (Buhârî) Hac günleri bütün dünya Müslümanlarının senede bir kez bir araya gelip siyasi, ekonomik ve her türlü münasebetlerinin en yoğun olduğu günlerdir. Bu mübarek günlerde,  ibâdet ve manevi feyizden alıkoymayacak şekilde meşru olan her türlü ticaret yapılabilir. Bunun bir sakıncası olmadığı ayetle bildirilmiştir. Alışveriş ve ticaret yasağı yalnızca Cuma saatine mahsustur. HAC İBÂDETİ; MAHŞER MEYDANININ BİR NEVİ PROVASIDIR Hac ibâdeti mahşerin bir numunesidir. Ölümü ve dünyanın faniliğini hatırlatıp hakiki bir kulluğa sebebiyet verir. Hem de ihlâsı kazandırır. Hac mevsiminde Kâbe; mahşer yerini, Hacca yolculuk; dünya zindanından çıkıp âhiret âlemlerine yolculuğu, İhram; kefene bürünmeyi, Vakfe; Arafat ve Müzdelife'de kıyameti, mahşer meydanını, Telbiye; Allah u Teâlâ'nın emrinde olduğumuzu dile getirmeyi, Tavaf; Meleklerin Arş'ın etrafında tavafını ve kalbin Rububiyet mertebesini tavafını, Hacerül Esved'e dokunup öpmek ya da selamlamak; ezelde verdiğimiz söze bağlılığı, Safa ve Merve arasındaki sa'y; sevap ve günahlarını; kalbin, nefis ile ruh arasında gidip gelmesini, Kurban kesmek; Kurbanın uzuvları karşılığı nefsinin bütün uzuvlarının cehennemden kurtuluşunu, nefsini hevesattan menetmekle ve ubudiyete sarılmakla nefsimizi kurban ettiğimizi anlatır. Bütün hacı adaylarının renk, ırk, dil ve statü ayrımı gözetilmeden bembeyaz ve aynı tip ihram içinde bulunmaları ve ihramın kefene benzetilmesiyle ve birçok kimsenin kefeni andıran ihramı giymesiyle Her nefis ölümü tadıcıdır (Al-i İmran-185) gerçeği fiili olarak da hissedilmiş oluyor ki; bu hal ihlâsı kazanmanın en te'sirli sebeplerinden biri olarak tavsif edilen ölümü hatırlatır. Hem insanı gurur ve kibirden kurtarır, bu cihetle de ihlası kazanmaya vesiledir. HAC İBÂDETİ;  HAKİKATİNE ERMEKTİR Hac ibâdeti; Allah'ın tüm kâinatı kuşatmış geniş kudret ve büyüklüğüne karşı pek çok Müslümanın aynı anda ve geniş bir şekilde yaptığı bir ibâdettir. Bu geniş ubudiyet  sesleriyle bütün kâinata ilan edilir. Çünkü  Allah'ın büyüklüğünü, kâinattaki bütün büyük maksatların O'na ait olduğunu idrak ve ilan etmektir. Ve her bir  bir basamak hükmüne geçerek ruhun manevi makamlarda yükselişine sebep olur. İşte hacda pek kesretli   denilmesi bu sırdandır. Çünkü hac-ı şerif bil'asale (bizzat) herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubudiyettir. Hacca giden bir Müslüman'ın hali, çok özel bir günde komutanının huzuruna çıkmış bir askerin haline benzer. O asker o özel günde, o güzel bayramda komutanın iltifat ve hediyelerine mazhar olur. Bir hacı cahil ve avam da olsa hac ibâdetiyle çok mertebeleri aşmış ve rabbinin bir nevi huzuruna çıkmıştır. Çok özel bir ibâdetle çok özel bir yakınlıkla şereflenmiştir. Ve o hacının o mübarek hal ve heyecanını ancak  sesleri teskin edebilir. HAC İBÂDETİ; BU ÜMMETİN SAADET VE ŞEFAATİNE SEBEP OLAN RESÛL-İ EKREM'İN (ASM) ŞAHS-I MANEVÎSİNİ YAKÎNEN BİLMEK DEMEKTİR Peygamber Efendimizin (asm) şahs-ı manevîsinden anlaşılması gereken; Peygamberimizin davası ve geçmiş ve geleceğin dahi peygamberi olmasıdır.      Dünya; imamı Peygamber Efendimiz (asm) olan bir mescid (cami) hükmündedir. Mekke ise; bir mihraptır. İslam'ın ilk olarak ortaya çıktığı ve Peygamber Efendimiz'in (asm) imâni hakikatlerin bildirilmesinde imamlık ettiği mekân. Medine ise; Peygamberimizin bir minberi hükmüne geçmiştir. İslamiyet'in fiili olarak yaşanmaya başlandığı güzel ahlakın temellerinin atılıp, ders verildiği yer. Hac ibâdeti, Efendimizin (asm) ve sahabelerinin vazifelerini yaptıkları yerlerde yapılması münasebetiyle derin tefekkürlere sebep olur. HAC İBÂDETİ; BİR TÜR KİŞİLİK EĞİTİMİDİR Hac ibâdeti, insana hem maddi bir hazırlık hem de sağlığını kontrol ettiren bir ibâdettir. Çünkü sağlıklı olan kimse ibâdetini daha huzurlu yapabilecektir. Hac ibâdetini yerine getirebilmek için gerekli belli bir miktar parayı veya imkânı hazırlaması, bunun için birikim yapması kişiyi tasarrufa yöneltiyor. Hac insana meşakkati lezzete çevirmeyi öğretiyor. Allah için yaptığı bu yolculukla kişi meşakkatlere dayanma gücünü artırmış oluyor ve manen terbiye ediliyor. Hac bir medeniyet dersidir. İnsana birlikte yaşamayı, başkalarıyla uyumu ve bunlarla beraber düzen ve disiplinle yaşamayı öğretiyor. Hac hem bireysel, hem sosyal hem de kültürel açıdan gelişmek, tanışmak, kaynaşmak için adeta uluslararası bir konferans niteliğindedir. Çünkü hacılar başka hiçbir yerde görülemeyecek kadar çeşitli, farklı dilleri, ırkları, davranışları olan kişileri görme ve gözleme imkânı bulurlar. HAC İBÂDETİ; KARDEŞLİK DUYGULARINI PEKİŞTİRİR, İSLAM'IN BİRLİK VE BERABERLİK DİNİ OLDUĞUNU ANLATIR Hac, çeşitli Müslüman ülke insanları arasında kardeşlik kurulmasına yardımcı olur. İslâm dininin birlik ve beraberlik dini olduğu, hacda daha kolay anlaşılır. Bütün insanların eşit ve kardeş olduğu idrak edilir.

İdare İdare 01 Aralık
Konu resmiMâ-i Zemzem

İbn-i Abbas dedi ki: Ben Resulullah'a (sav) içmesi için Zemzem suyu verdim, o da Zemzemi ayakta içti. (Sahîh-i Buharî, 1232, 5617) Eğer bunun Hac farizasından bir parça olmasından çekinmeseydim, size kuyudan iple su çekmek için  yardım ederdim. (Sahih-i Buharî, 1234; İbni Huzeyme, 29426) İnsanlar için en iyi kuyu Zemzem, en iyi vadi Mekke Vadisi ve Hindistan'da Âdem'in gömülü olduğu vadidir. (Sa'd İbn-i Mansur, Kitâb-ı Sünen) Zemzem suyu ne için içilirse ona yarar. (Sünen-i İbn-i Mâce) İbn-i Abbas ne zaman kendisini zayıf hissetti ise kendisini Zemzem içerek kuvvetlendirmeye bakardı ve asla misafirlerine Zemzem ikram etmeden yiyecek vermezdi. Hepimizin ya doğrudan kaynağına giderek, ya da tanıdıklarımızın Hacc veya Umre dönüşünde, ziyâretlerine gittiğimizde içmek şerefine nâil olduğumuz Kur'ân Tilâveti gibi lezzetli bu mâ-i Zemzem, İslâm'ın her mukaddesinde olduğu gibi, birçok hârikalar ve ikrâmlarla dolu. Gerek ortaya çıkışı, gerek dünyanın en kurak mahallerinden birinde bu kadar mükemmel bir suyun hiç kesilmeden ve her sene artarak milyonlarca insanın içme suyu ihtiyâcını karşılaması ve gerekse de aç olanın açlığını gidermesi gibi hârikalarıyla bizlere ne kadar büyük bir ikrâm-ı İlâhî olduğunu gösteriyor. Zemzem, yaklaşık 4000 sene önce Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Hacer ve İsmâil Aleyhisselâm'a bir lütfu olarak ortaya çıkmıştır. Ve günümüzde de hâlâ ehl-i îmânı maddî ve manevî olarak doyurmaya devam etmektedir. ZEMZEMİN ORTAYA ÇIKIŞI Cenâb-ı Hakk, İbrâhim Aleyhisselâm'a Hz. Hacer'le İsmâil Aleyhisselâm'ı, Mekke-i Mükerreme'ye götürmesini vahyettiğinde, İbrâhim Aleyhisselâm, emri yerine getirmek için binek olarak gönderilen Burak'a biner. İsmâil Aleyhisselâm'ı önüne, Hz. Hacer'i de terkisine bindirir. Bu seyâhatte, Cebrâil Aleyhisselâm da yanlarında bulunuyor, İbrâhim Aleyhisselâm'a Beytullâh'ın yerini ve Harem'in sınırlarını gösteriyordur. Nihâyet Mekke'nin bulunduğu yere gelirler. Cebrâil Aleyhisselâm: İn yâ İbrâhim! der. Mekke o zaman küçüklü büyüklü dikenli ağaçların bulunduğu çalılık bir yerdir. Mekke'de hiçbir kimse hattâ içecek su bile yoktur.  Kâbe'nin yeri de kırmızı topraklı, kesekli, yerden yüksekçe tümseğimsi bir yerdir. İbrâhim Aleyhisselâm, Hz. Hacer'le İsmâil Aleyhisselâm'ı Mescid-i Haram'ın bulunduğu yerin yukarısındaki büyük bir ağacın yanına bırakır. Yanlarına içi hurma dolu meşin bir dağarcıkla, içi su dolu bir kırba bırakır. Şam'a gitmek üzere oradan izi sıra geri döner. Hz. Hacer, İbrâhim Aleyhisselâm'ın arkasından seslenir: Ey İbrâhim bizi bu ıssız vâdide bırakıp da nereye gidiyorsun? Hz. Hacer sözünü tekrârlar ise de İbrâhim Aleyhisselâm ona dönüp bakmaz. Bunun üzerine Hz. Hacer: Yoksa bizi buraya bırakıp gitmeni sana Allâh mı emretti? diye sorar. İbrâhim Aleyhisselâm: Evet Allâh emretti. diye cevap verir. Hz. Hacer: Öyle ise Allah bize yeter. O, bizi zâyi etmez, himâyesiz bırakmaz. dedikten sonra döner. İbrâhim Aleyhisselâm, Mekke'nin üst tarafındaki Seniye mevkiine kadar ilerledikten sonra, onlar tarafından görülmeyecek bir yerde durup yüzünü, bugün Kâbe'nin bulunduğu tarafa döndürür ve ellerini kaldırır: Rabbimiz! Doğrusu ben zürriyetimden bir kısmını (oğlum İsmail ile annesi Hacer'i), senin Beyt-i Haram'ının (Kâbe'nin) yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim; Rabbimiz! Namazı hakkıyla edâ etsinler (sana hakkıyla kulluk etsinler) diye (emrin üzere, böyle yaptım)! Artık (sen) insanlardan bir kısım gönülleri onlara meylettir ve onları mahsullerden rızıklandır! Umulur ki şükrederler. (İbrâhîm Suresi 37. Âyet) diyerek duâ eder. Sonra da Şam taraflarındaki âilesinin yanına döner. Hz. Hâcer, İsmâîl Aleyhisselâm'ı getirip ağacın gölgesi altına yatırır. Su kırbasını da ağaca asar. İsmail Aleyhisselâm'ı bir yandan emziriyor, bir yandan da kırbadaki sudan içiriyordur. Kırbadaki su tükenince hem kendisi hem de İsmail Aleyhisselâm susarlar. Vakit geçtikçe İsmail Aleyhisselâm acıkmağa da başlar. Bir müddet sonra Hz. Hacer oğlunun açlıktan ve susuzluktan dolayı kıvranmasından şüphelenip, onu ölüyor zanneder ve kendi kendine: Bâri uzaklaşayım da, çocuğumun ölümünü görmeyeyim. der. İsmâîl Aleyhisselâm'ın elemli hâline daha fazla dayanamayarak Safâ tepeciğine doğru gider. Tepenin üzerinden vadiye doğru bakar. Bir ses işitmek veya bir kimse görmek ümidiyle etrafına bakınır. Fakat ne bir ses işitebilir, ne de bir kimse görebilir. Safâ tepesinden hızla inip vadide entarisinin eteğini topladıktan sonra, müşkül bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koşar ve vadiyi geçerek Merve tepesine gelir. Orada da biraz durur, fakat yine kimseyi göremez. Bu şekilde iki tepe arasında yedi defa gidip gelir. İki defa da İsmail Aleyhisselâm'ın yanına uğrar. Son defa Merve tepesinin üzerinde iken Cebrâil Aleyhisselâm görünür ve Hz. Hacer'e: Sen kimsin? der. Hz. Hacer: Ben İbrâhîm'in buraya bıraktığı zevcesiyim, oradaki ise oğlumdur. der. Cebrâil Aleyhisselâm: İbrâhim sizi kime ısmarladı? diye sorar. Hz. Hâcer: Bizi Allâhü Teâlâ'ya ısmarladı. der. Cebrâil Aleyhisselâm: O, sizi en şerefli, en keremli ve yeterli Rabb'e ısmarlamış! der ve ayağının ökçesiyle yeri eşince, su kaynamaya başlar. Hz. Hâcer bu sudan içer ve sütü gelip çocuğunu emzirir. Zemzem Kuyusu Dünyanın yaratılışından itibaren hak din ehli için hep en mukaddes yer olan Mekke-i Mükerreme şehri, Arap Yarımadası'nın güneybatısında, İbrahim Vadisi'nin en düşük yükseltili orta yerinde tepeler arasında kurulmuştur. İbrahim Vadisi'nin Mescid-i Haram'ın kuzeyinde bulunan kısmına yüksek yer manasında muallâ, güneyindeki kısmına da alçak yer manasında mesfele denir. Bu vadideki yeraltı suyu muallâdan mesfeleye doğru yerçekimi tesiri ile akarken, ortada bulunan Zemzem kuyusuna uğrayarak Zemzem suyunu meydana getirir. Zemzem kuyusunun ağzı, Ka'be-i Muazzama'nın köşesinde bulunan Hacer-i Esved taşından yaklaşık 8-10 metre ötede, Makâm-ı İbrahim'den Kâbe'ye bakarken de sol tarafta, döşemenin 1,57 metre altında yer almaktadır. Kuyunun taşlarla örülmüş kısmı yaklaşık 13 metre derinliğe kadar inmektedir. Kuyunun örülmemiş dibi ise yaklaşık 17,20 metre kadar çok az çatlağı olan temel bir kayada biraz meyilli olarak kazılmıştır. Örülmüş ve örülmemiş kuyu kısımları arasına sıkışmış ve takriben 0,50 metre kalınlığında olan bir taşlık kısım vardır ki, bunun kuyu etrafındaki uzantısında Zemzem kuyusuna yeraltı suyunu taşıyan çatlaklar bulunur. Bütün bu hesaplamalardan Zemzem kuyusunun derinliğinin 30 metre civârında olduğu ortaya çıkar. Zemzem kuyusunu besleyen üç adet ana kaynak vardır: 1.    Hacer-i Esved taşının bulunduğu Kâ'be'nin kuzeydoğu köşesi hizasından gelen sular: Bu diğer kaynaklar arasında en bol su verendir. Bu kaynağın Zemzem kuyusu civârındaki derinliği, yani Hacer-i Esved tarafına doğru uzantısı 45 cm civârında, yüksekliği ise 30 cm'dir. Çatlağın bu boyutlara ulaşmasında insan eli ile genişletilmiş olması ihtimâli yatmaktadır. Bu derinliğin arkasında daha uzaklara uzanan tabi çatlaklar vardır. 2.    Ebu Kubeys Dağı ve Safâ Tepesi hizasına uzanan çatlakların getirdiği sular: Bunun derinliği 7 cm, yüksekliği ise 30 cm kadardır. 3.    Merve tepesi hizasından gelen çatlakların getirdiği sulardır. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki; Zemzem kuyusu suyu, aslında sadece bir kaynak değil, birbirinden farklı kaynakların bu kuyuya sularını vermesi netîcesinde ortaya çıkan bir karışımdır. İşte bu sebeple, Zemzem suyunun keyfiyeti, ona yakın olan bütün kuyuların keyfiyetinden farklılık arz eder. Bunun ana sebebi değişik yönlerden gelen suların Zemzem kuyusunda karışmasıdır. ZEMZEMDEKİ FARKLILIK Değişik yönlerdeki çatlaklı kayalardan gelen suların Zemzem kuyusunda karışmaları ile Zemzem suyu ortaya çıkar. Zemzem kuyusu, ortaya çıkışından bir müddet sonra ortadan kaybolmasından, Peygamber Efendimiz'in (sav) büyükbabası Abdülmuttalib tarafından tekrâr bulununcaya kadarki zaman diliminde gizli kalmıştır. Peygamber Efendimiz'in (sav) büyükbabası Abdülmuttalib'e rüyâsında yeri ta'rîf edilmiştir. Yoksa rasdgele kazılması hâlinde bu üç değişik yönden gelen çatlakların kesişim noktasındaki Zemzem kuyusunun konumunu bulmak hiç de kolay değildir. Hattâ Mekke-i Mükerreme gibi çöl ikliminin hâkim olduğu bir yerde imkânsız gibidir. Meselâ, Mescid-i Haram'da Zemzem kuyusuna en yakın olan Davudiye kuyusunda böyle bir özellik yoktur. ZEMZEM SUYUNUN İÇMEYE HAZIR HÂLE GETİRİLMESİ Zemzem suyunun olabilecek her türlü mikroplardan arındırılarak Hac ve Umreye gelenlere içirilmesi için Hicrî 1400 (1980) senesinde teferruatlı çalışmalar yapılmıştır. Bunun için ultraviyole ışınlarının kullanılması yoluna gidilmiştir. Bu ışınlar alçak basınç altında çok özel camlardan yapılmış lambalar vasıtası ile sağlanır. Zemzem suyunun arılaştırılması kimyevî terkibi hiç değiştirilmeden sadece mor ötesi güneş ışınlarından geçirilerek yapılmaktadır. Işınlar özel bir cam muhâfaza içinde bulunan cıva lambası vasıtası ile üretilmektedir. Böylece Zemzem suyunda bulunması ihtimâl dâhilinde olan mikroplar giderilmiş olur. Bu işlem Zemzem suyu tadında veya yukarıda sayılan diğer özelliklerinde hiçbir değişiklik ortaya çıkarmaz. ZEMZEMLE ALÂKALI HADÎS-İ ŞERİFLER VE RİVAYETLER İbn-i Abbas dedi ki: Ben Resulullah'a (sav) içmesi için Zemzem suyu verdim, O da Zemzemi ayakta içti. (Sahîh-i Buharî, 1232, 5617) Eğer bunun Hac farizasından bir parça olmasından çekinmeseydim, size kuyudan iple su çekmek için yardım ederdim. (Sahih-i Buharî, 1234; İbni Huzeyme, 29426) İnsanlar için en iyi kuyu Zemzem, en iyi vadi Mekke Vadisi ve Hindistan'da Âdem'in gömülü olduğu vadidir. (Sa'd İbn-i Mansur, Kitâb-ı Sünen) Zemzem suyu ne için içilirse ona yarar. (Sünen-i İbn-i Mâce) Abbas bin Abdülmuttalib: Zemzem suyunun faydalarından birisi onun mideye ilaç olması ve aç olanın açlığını, susuz olanın da susuzluğunu tatmin etmesidir. Kimse Zemzemi midesini dolduruncaya kadar içmemektedir. Ama Allah (cc) onu içenin midesinde bir ilaç kıldı. Kim ki onu susuzluğunda içer, susuzluğu gider, kim ki onu açlığında içerse doymuş gibi tatmin olur. İbn-i Abbas ne zaman kendisini zayıf hissetti ise kendisini Zemzem içerek kuvvetlendirmeye bakardı ve asla misafirlerine Zemzem ikram etmeden yiyecek vermezdi. Kur'ân-ı Kerîm ve Muhtasar Meâli, Hayrât Neşriyât Peygamberler Tarihi, Mustafa Asım Köksal TDV Yayınları Manevî ve Bilimsel Açıdan Zemzem Suyu, Zekai Şen, Su Vakfı Yayınları Kısâs-ı Enbiyâ, Ahmed Cevdet Paşa, Kültür Bakanlığı Yayınları Tıbb'un-Nebevî, İbn-i Kayyim El-Cevziyye, Hikmet Neşriyât Zemzemin Hususiyetleri     1. Saftır ve renksizdir.     2. Kokusuzdur.     3. Kendisine hâs bir tadı vardır.     4. Az tuzludur.     5. İçindeki bütün kimyevî iyon konsantrasyonları Dünya Sağlık Teşkilâtının öngördüğü sınırların altındadır.     6. Bütün mikroplardan arîdir.     7. Tadının değişmesi için tabiî hâdiselerin dışında özel bir sebep yoktur.     8. Bakteri ihtiva etmemektedir.     9. Sıhhate zararlı bütün unsurlardan ârîdir.     10. Bulanıklık değildir.

İdare İdare 01 Aralık
Konu resmiFıtrat Yalan Söylemez, Hakikat Değişmez!

Kendi hayatlarımıza bakalım. Üzerimizde, evlerimizde, etrafımızda ve kafalarımızda ihtiyacımız olanın dışında ne kadar çok şey olduğunu hayretle göreceğiz. Hatta hayatımıza öyle şeyler girmiştir ki, onların bizden ayrılmasıyla yaşayamayacağımızı, o şeylerin kaybolmasıyla hayatımızın kararacağı gibi çok vesveselerin kulağımızda çınladığını duyacağız. Neden? (Ya da aynı sıkıntı ve üzüntüyü bir sabah namazını kaçırdığımızda da hissedebiliyor muyuz, ne dersiniz?) Mesela bakınız, ozon tabakası delinmiş. Sebep: Kozmetik ürünler. Satışlar durmuş mu, hayır! Ormanlar memleketin akciğer depolarıdır ve cayır cayır yanmaktadır. Sebep: İhmal, kasıt. Çözüm: Bilinçlendirme kampanyası, ciddi okul eğitimi, Allah korkusu. Netice: Vahim. Sevgili dostlar! Problem olabildiğince çok gözükmektedir. Fakat alınacak tedbirler maalesef hadiseleri şova dönüştüren televizyonlara tuhaf haber olmaktan öteye geçememektedir. Neden? Çünkü problemin temeline inilmemektedir. Yani insanın gerçek eğitimi olan iman, takvâ ve amel-i salih konusu ihmal edilmektedir. Yaratılışıyla melekleri taaccübe sevk eden insan, çok önemli bir keyfiyete sahiptir. Meleklerin taaccübünü giderecek ve onları acz ile Rabbin huzurunda secdeye getirecek ise, insana verilen bilgi olmuştur. İnsan, kâinatta çok ehemmiyetli bir keyfiyete sahip olmakla beraber, maddi anlamda diğer hiçbir mahluka benzememektedir. Zira diğer mahlukattan hangisi -İlahi tedbirin haricinde, dışarıdan müdahale babında- kâinattan çıkarılsa, dengenin bozulmasına sebep olmaktadır. Bir solucan dünyadaki hayatın yaşanılmaz hale gelmesine sebep olabilmektedir. Fakat insanı dünyadan çekip alsanız, düzen ve denge anlamında pek bir şeyin değişmediği görülecektir. Hatta etrafımızdaki çok şeyin güzelliği ve keyfiyeti, insansız anılmakla övülmektedir: Balta girmemiş ormanlar, el değmemiş sular vs. vs. Mesela, suyun ehemmiyet kazandığı, ekonomik krizlerin yaşandığı şu son seneler, insanlara bazı tedbirler aldırmaya devam ediyor. Bir şeyin yokluğu, varlığının ne kadar lüzumlu olduğunu haber verir. Hem onu bize verenin varlığını daha kuvvetli ihsas ettirmektedir. Hem insanın kendi su-i ihtiyarından kaynaklanan yanlışlara dikkati çekmekte ve etrafa düzen vermeye çalışan insanın, kendisinden başlaması gereğini şiddetle ihtar etmektedir. Çevre ve Kültür Kuruluşları Dayanışma Derneği (ÇEKÜD)'nin 14.07.2008 tarihli basın bildirisinde bu hususlara dikkat çekilmiş ve özetle şunlar söylenmişti: Aşırı tüketim alışkanlıklarının birçok çevre sorununun temelini teşkil ettiği günümüzde; kaybedilen insan sağlığının parayla geri kazanılamadığı gibi, kaybedilen çevre sağlığının da parayla satın alınamayacağı herkesçe bilinmesi gereken bir gerçektir. Tasarrufu ön plana almadan yapılacak bütün çözümler ile ancak günü kurtarmak mümkün olabilir. Unutulmamalı ki koruyucu hekimlik, tedaviden önce gelir. (bkz. www.cekud.org ) AŞIRI TÜKETİM ALIŞKANLIKLARI Bir mes'ele daha var. O da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur'ân'a göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin (yani deniyetin, alçaklığın) îcâbatından (gereğinden) olarak hâcât-ı zaruriye (gerekli olan ihtiyaçlar) dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla hâcât-ı gayr-ı zaruriye (zaruri ihtiyaçların haricinde olan şeyler), hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş.1 der Bedîüzzaman Hazretleri. Dikkatimizi zamana ve zamanı şekillendiren efkâra çeker. Hatta tehlikenin büyüklüğünü şu cümlelerle pekiştirir. Âhirete iman ettiği halde, zaruret var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor. Kendi hayatlarımıza bakalım. Üzerimizde, evlerimizde, etrafımızda ve kafalarımızda ihtiyacımız olanın dışında ne kadar çok şey olduğunu hayretle göreceğiz. Hatta hayatımıza öyle şeyler girmiştir ki, onların bizden ayrılmasıyla yaşayamayacağımızı, o şeylerin kaybolmasıyla hayatımızın kararacağı gibi çok vesveselerin kulağımızda çınladığını duyacağız. Neden? (Ya da aynı sıkıntı ve üzüntüyü bir sabah namazını kaçırdığımızda da hissedebiliyor muyuz, ne dersiniz?) Moda, kozmetik ürünler, her gün yenilenen modeller, tamam bir hakikatin göstergesi olmakla beraber, niye hayatta ısrarla yer ediyor acaba? Bunun temelinde gerçekten insanların ihtiyaçlarının karşılanması mı var, yoksa insanlara suni ihtiyaçlar gösterilip tiryaki edilmek, neticesinde sırtlarından para kazanmak mı? TASARRUF VE İSLAMİYET'İN ÖĞRETTİKLERİ Nüfusun artışı ve -bugün insanının kullanımıyla- doğal kaynakların -güya- azalması, tasarruf söylemlerini de beraberinde getirmektedir. Tasarruf, iktisat fıtri bir ihtiyaçtır. Hiçbir şey yoktur ki, kararında olmasın da zarar vermesin. Ne var ki insanlık, unuttuğu bir gerçeği, musibetle öğrenmeyi tercih etmiştir. Kendisini üstün kılan bilgiyi unuttuğundan beri de musibetler başından eksik olmamaktadır. Hem alışkanlık denilen hastalığın kendisini terbiye olmaya mecbur kıldığı insan, kendini insaniyet-i kübra denilen İslamiyet ile terbiye etmek yerine, kendisine, çevreye ve sair insanlara zarar verecek eylemler geliştirmenin peşine düşmüştür. Hastalık, hastalığı getirir. Aldığı zararlı tedbirler, dalâlet kokan ümitsiz anlayışları da beraberinde getirmiştir: Dünyanın nimetleri bu insan nüfusuna az(!) Hâlbuki Rızık ikidir: Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. O rızık, taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin su-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir. İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki, su-i istimalât ile (kötüye kullanmakla) hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup, terk edemiyor.2 Diğer taraftan dünya nüfusunun beşte birini teşkil eden Müslüman nüfus, İslamiyet'in emri olan, mesela oruç gibi ibadetle aldığı ders itibariyle, insan tekinin psikolojisini ve sosyal yapının bütün derecelerini anlayabilecek bir organizasyon ferdi olarak, bütün dünya insanlığına bir ders vermektedir. Dünya spor olimpiyatlarında kucaklaşan insanların ülkeleri, birbirini topa tutmaktan geri durmadılar malum. Anlaşılan o ki, sevgi ve kardeşlik, olimpiyat sahalarından öte, insan tekinin nefsî terbiyesinden geçmektedir. Harcanan milyonlarca dolarlar, ancak sahte bir perestiş kazandırmaktan ileri gidemez. Tasarruf mu, iktisat mı, çare mi istiyorsunuz? Buyurun mâide-i İslam'a. Buyurun anlayışın, her nefsi tırtıklayaraktan anlattığı manaya. Söyleme değil, eyleme buyurun ey dünya! ÖNEMLİ NOT: Hiçbir spor dalı şampiyonu, sahasında uzman bir hayvandan daha iyi derece yapamaz. Hiçbir hayvan da, insana yüklenen vazifenin ve ona verilen emanetin altından kalkamaz. Unutmayalım ki, asıl kurtuluş ve kardeşlik, yaratılış gayemize uygun hareket etmekle mümkündür. KORUYUCU HEKİMLİK: TAKVÂ Okul yıllarında aşı olmayanınız yoktur herhalde. Hala da sol kolunuzun üst tarafında izlerini taşırsınız. Bir kısım hastalığa geçit vermemenin imzasıdır adeta o izler. Ne var ki aynı hassasiyetleri hayatın her cephesinde aynı kalitede yaşayamamaktayız. Okul bitti, iş bitti. Geriye ne kaldı? Küçük bir iz. Hayır, hayır. Geriye çok izler kaldı. Çok uhdeler kaldı çocukluğumuzun hayal dünyalarında. Umutlar beklemiştik gelecek zamana dair, temiz bir dünya, sağlıklı bir hayat, gökyüzünde uçurtmalar istemiştik büyüklerimizden. İşte şimdi büyüdük. Dilimizde aynı türkü: Koruyucu hekimlik. Hasta olmak için adeta yarış ettiğimiz dünyamızda söylediğimiz şu nakarat ne kadar da acîp değil mi? Mesela bakınız, ozon tabakası delinmiş. Sebep: Kozmetik ürünler. Satışlar durmuş mu, hayır! Ormanlar memleketin akciğer depolarıdır ve cayır cayır yanmaktadır. Sebep: İhmal, kasıt. Çözüm: Bilinçlendirme kampanyası, ciddi okul eğitimi, Allah korkusu. Netice: Vahim. Sevgili dostlar! Problem olabildiğince çok gözükmektedir. Fakat alınacak tedbirler maalesef hadiseleri şova dönüştüren televizyonlara tuhaf haber olmaktan öteye geçememektedir. Neden? Çünkü problemin temeline inilmemektedir. Yani insanın gerçek eğitimi olan iman, takvâ ve amel-i salih konusu ihmal edilmektedir. Bilim, dünyanın var olalı beri muazzam bir uyum içerisinde devam ede gelmekte olduğunu haber veriyor. Sıkıntı nerede? Elbette insanın terbiyesindedir. İnsanın terbiyesi de, İslamiyet'tedir. Çağdaşlarımız ne der? Yandaşlarımız ne söyler? Bu laflar artık çok demode olmuştur. Biz, insanın fıtratı ne der, ona bakmalıyız. Gözümüzün önünde bir dünya, bir gençlik kaybediyoruz, sonrada kalkıp beylik sözler irad ediyoruz. İlerleyen zamanlarda ÇEKÜD'ün bildirisinden daha çok işiteceğiz. Bilimin her sahası bize İslamiyet'in hükümlerini kendi dilleriyle açıklamaya hızla devam edecektir. Zira fıtrat yalan söylemez. Hakikat değişmez. Said Nursi, Emirdağ Lahikası II, 242 Said Nursi, Lemalar Risalesi, 149 1-Âhirete iman ettiği halde, zaruret var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.  2-Hiçbir spor dalı şampiyonu, sahasında uzman bir hayvandan daha iyi derece yapamaz. Hiçbir hayvan da, insana yüklenen vazifenin ve ona verilen emanetin altından kalkamaz. Unutmayalım ki, asıl kurtuluş ve kardeşlik, yaratılış gayemize uygun hareket etmekle mümkündür.

Metin UÇAR 01 Aralık
Konu resmiBüyük Cihad

İnsan için en önemli olan gayelerden birisi de mânen olgunlaşmaktır. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim. fermanıyla bu gayenin önemine işaret etmiştir. Allah'a vasıl olan bütün tarikatlerin en önemli gayelerinden birisi de insanı, ‘insan-ı kâmil' yani manen mükemmel bir insan haline getirip nefis, hevâ ve şehvetlerinin şerrinden kurtarmaktır. On dokuzuncu Lem'a olan İktisad Risalesi'nde Şeyh-i Geylânî'nin (ra) bir kerâmeti vesilesi ile manevî yetişkinliğin de tarifi ve ölçüsü verilir aynı zamanda: Ruhun cisme, kalbin nefse, aklın mideye hâkimiyeti. Evet, manevî olgunluk ruhun cisme, kalbin nefse, aklın da mideye hakimiyeti ile tahakkuk edebilir. Bir başka ifade ile; Akıl, kalp ve ruhun mide, nefis ve cisme hâkim olmasıyla… Çünki ruhu cismine, kalbi nefsine, aklı da midesine hâkim olmayan insanlar, karar kavşaklarında rıza-i İlâhî'nin ve hakîkatin gerektirdiği yolu tercih edemezler. O karar kavşağında irade, direksiyonu nefis, cisim ve mide üçlüsünün isteğine göre çevirir. Nefis ve heva, his ve vehim aklın, ruhun  ve kalbin rağmına olarak hükümlerini icra ederler. İnandığı halde inandığı gibi yaşayamayanların hallerini zannedersem bu mesele izah ediyor. Evet, kalpte nur-u iman var, fakat bu iman o kadar zayıf ki, cisme ve mideye ve nefse sözünü geçiremiyor ve mağlup oluyor. Yani cihadı kaybeden taraf akıl, kalp, ruh üçlüsü. Kazanan taraf ise mide, nefis ve cisim üçlüsü oluyor. Meselâ çok lezzetli fakat haram bir yiyeceğe rast gelindiğinde, hâkim taraf nefis-mide-cisim ise lezzet rüşvetini tatmak için o haram yiyeceğin haram oluşu ve ona terettüb eden âhiret azâbı arka planda kalabiliyor. Akıl-kalp-ruh, hakîkati bile bile mağlup olup kaybediyor. Veya bir caddenin bir başından diğer ucuna kadar pek çok haram manzaralarla karşılaşıyoruz. İşte pek çok karar kavşağı aynı caddede… Eğer akıl-kalp-ruh üçlüsü hâkim ise böyle geçici ve haram manzaraların sonu elem ve günahtan başka bir şey olmadığından tenezzül edip bakmıyorum diyerek izzet ve vakarla geçer gider. Bir haramı işlememek vâcib, bir vâcib de pek çok sünnetlere bedel olduğundan yüzlerce vâcib, binlerce sünneti işlemiş gibi amel defterine sevap kaydettirir. Daha misaller çoğaltılabilir. Nasıl ki iki düşman kuvvetin çarpışmasında güçlü olan ekseriyetle kazanır, kuvvetli zayıf üstünde hâkimiyet kurar. Aynen öyle de akıl-kalp-ruh üçlüsü ile mide-nefis-cisim üçlüsü birbirine düşman iki ordudur. Hangisi güçlü kuvvetli ise cihadı da o taraf kazanacaktır. Yani bizim irademizin tercihleri, bu iki düşman kuvvetten birisini diğerine üstün yapacaktır. Biz irademizle hangi tarafa daha çok yatırım yaparsak, o taraf güçlenir ve diğer tarafı mağlup etmeye başlar. Vücut gemimiz de o tarafa meyleder. Peki ama nasıl? İnsanın gıdaya ihtiyacı olduğu gibi zevke de bir ihtiyacı vardır. Eğer insan, nefis ve hevâ cihetinde tatmin edilmezse, ruh ve Hüdâ cânibinde zevkini arayacaktır. İşte mükemmel bir formül, harika bir reçete. Demek ki, nefis ve heva tarafından alınacak haram zevkler terk edilse, insan ruh ve Hüdâ cihetinden Rahmânî zevk ve lezzetler alacaktır. Kıldığı namazdan, çektiği zikirden, öğrendiği ilimden, dinlediği sohbetten, yaptığı hizmetten ve diğer bütün ibâdetlerinden öyle lezzetler ve zevkler alır ki, nefis ve hevâ tarafından gelecek ve neticesi elem, azap ve pişmanlık olacak lezzet ve zevklerden büyük bir kuvvetle kaçınmaya başlar. Bu elemsiz ve Rahmânî lezzetleri tadan akıl, kalp ve ruh inkişaf edip kuvvet bulmaya başlar. Öyle aşağı, zararlı, süfli lezzetlere tenezzül etmez. Bu inkişaf ve kuvvet bulma hali, akıl-kalp-ruh üçlüsünü mide-nefis-cisim üçlüsü karşısında hâkim durumuna getirir ve karar kavşaklarında hak ve hakîkatin iktiza ettiği yola o şahıs meyletmeye başlar. Mü'minin elinde duâ gibi bir silahı var. Duâmız olmazsa, hiçbir ehemmiyetimizin olmadığını Furkân-ı Hakîm ilân ediyor. Elimizde iktidar ve güç adına hiçbir şey yokken ve tek sermayemiz cüzî bir irade iken duâ vasıtasıyla, kudret ve rahmeti nihayetsiz bir Zat'a bağlanıp, bütün ihtiyaçlarımızı karşılayacak ve bütün düşmanlarımızı def edecek bir kudreti ve hazineyi elde edebiliriz. Ve nefis-cisim-mide üçlüsüne açılan savaşta, akıl-kalp-ruh üçlüsü tarafına nihayetsiz bir gücü imdada gönderebiliriz. İman, hem nurdur hem de kuvvet. Hakiki imanı elde eden bir şahıs kâinata dahi meydan okuyabilir. Diyor mealen Nur'un müellifi. Evet, bütün kötü hasletlerin menbaı imansızlık ve dalâlet olduğu gibi, bütün güzel hasletlerin de menbaı imandır. Demek ki imanı artıracak bir ilmî cihada Bismillâh demek lazım. Çünki iman, eğer beslenirse bir fidan gibi kuvvetlenir, meyve verir. Fakat beslenmezse, ihmal edilirse azalır, küçülür hatta kalpten çıkabilir de. İnsan günahı, kalp ve vicdandaki imanın sesini kısarak ve hafife alarak ancak işleyebilir. Bu imanın sesi ne kadar gür ve kuvvetli olursa, o insanı o günahtan men eden bir ‘yasakçı' gibi vazife görür. Günaha meylettiği zaman ‘yasaktır' der. Yani imanın derecesine göre akıl-kalp-ruh üçlüsü kuvvet kazanır ve hâkimiyeti ele almaya başlar. Artık irade, nefis-cisim-mide üçlüsüne mağlup olmaz.

Enes ÇALIK 01 Aralık
Konu resmiDavetine İcâbet Edenlerden Kıl Bizi

Şimşekten hızlı geçer sayılı günlerimiz, Davetine icâbet edenlerden kıl bizi! Sanki matem kesildi şenlik, düğünlerimiz Davetine icâbet edenlerden kıl bizi Çağımız ayırt etmez oldu helal, haramı, Sofilerin birçoğu hatırlatır bel'amı, Unutturuldu şu genç kuşağa Rabbin namı! Davetine icâbet edenlerden kıl bizi Ya Rab! Dinsiz ve zalim güruha fırsat verme! İşledikleri zulmü bir kez daha gösterme! Barıştır şu kalpleri bundan sonra küstürme! Davetine icâbet edenlerden kıl bizi En yüksek makamına arz ettik ricamızı! Sen ancak bağışlarsın noksan ve hatamızı, Ya Mücîbed deavât, Kabul et duamızı! Davetine icâbet edenlerden kıl bizi Vamık sığmaz adede beşerin cinnetleri Modernizmin adına malum ihanetleri! Unuttuk Kur'ân'daki o mev'ud nimetleri, Davetine icâbet edenlerden kıl bizi!

Zafer ENGİNSOY 01 Aralık
Konu resmiŞeytandan Allah'a Sığınmanın Hikmetleri (2)

İnsanlık âlemi nefis ve şeytanla yapılan mücadele sonucunda yüz bini aşkın peygamberleri, milyonlarca evliyayı, âlimleri, sâlih kulları kazandı. Âdeta yerde yürüyen insan elbisesine bürünmüş melekleri kazandı. Şeytana uyup küfre girerek manevi olarak iflâs eden, kabiliyetlerini Allah'ın istediği tarzda, insana lâyık bir şekilde geliştirmeyen insanların insanlık âlemine verdiği zararı hiçe indirir. Soru: Allah eserleriyle, fiilleriyle, sıfatlarıyla kısacası her şeyiyle güzeldir. Sonsuz şefkat sahibi, hakkıyla kullarına merhamet edicidir. Bununla beraber sâfi şer olan şeytanı yaratmış ve insanlara musallat etmiştir. Bunun sonucunda birçok insan cehenneme gitmiştir/gidecektir. Bu hal Allah'ın merhameti, şefkati, sonsuz güzellikleri ile nasıl bağdaşır? Cevap: Şeytanın vücudunda (varlığında) küçük şerlerle beraber herkesi ilgilendiren hayırlı maksatlar vardır. Sanıldığı gibi, şeytanın yaratılması tamamen şer değildir. Onun yaratılması, insanların tehlikelere düşüp zarara uğraması için değildir. İnsanların aleyhine olan bir icraat değildir. Tam aksine insanlığın lehinde olan bir hadisedir. Şeytanın varlığında insanoğlunun değerlerini ortaya çıkararak kemâlini temin edecek güzellikler vardır.  İnsanlardaki kabiliyetlerin gelişmesi bir faaliyet, bir hareket ve muamele ile mümkün olacaktır. Bu gelişimi sağlamak için insanın gayreti önemli bir adımdır. Bu gayreti tetikleyen şey ise şeytan ve zararlı şeylerin varlığıdır. Yani zıtların, zıtlıkların varlığıdır. İnsanlar bu zıtlıklarla mücadele ederek mesafe alır. Hayatta verdiğimiz mücadeleler, karşılaştığımız zorluklar işlerin üstesinden nasıl geleceğimizi bize öğretmiştir. Bunlardan mahrum insanların olumsuz olaylar karşısında ne kadar sıkıntılar çektiği hepimizin malumudur. Bu noktada zorlukların ve mücadelelerin adeta hayata karşı bize yapılan birer şırınga veya bizim için birer idman olduğu söylenebilir. Aslında şeytanın ve musibetlerin veya zararlı şeylerin varlığı mücadele için bir zemin hazırlığıdır. Bu da insandaki gizli cevherleri, kabiliyetleri ortaya çıkarmak için bir fırsattır. Yani bu mücadele ve sıkıntılar bizim aleyhimize değil lehimizedir. Eğer şeytan ve zararlı şeyler olmasaydı gayreti tahrik eden bir şey olmayacaktı. İnsan bunlar sayesinde gayrete gelmeseydi istidatlarını kamçılamayacak ve çalışmayacaktı. Kabiliyetleri bir çekirdek gibi gelişmemiş olarak kalacaktı. Yani melekler ve hayvanlar gibi sabit bir istidada ve sabit bir makama sahip olacaktı. Bugünkü meslek gurupları ve birbirinden farklı insanlar olmayacaktı. Âlemdeki güzellikleri fark eden duygularımız gelişmemiş olacaktı. Bu vaziyetteki bir varlığa (insana) ise gerek olmayıp yaratılmayacaktı. Varlık sahasına gelmemek ise daha büyük bir şer olacaktı. Demek şeytanların icat edilmesi;     İnsanlığın cevherindeki kabiliyetleri ortaya çıkarmak     Kabiliyetlerin gelişimi için bir mücadele ortamını sağlamak     Âlemdeki hayırların, güzelliklerin çeşitlenmesi ve değerlerinin zıtları sebebiyle anlaşılabilmesi     İnsanlar için olaylara karşı bir idman ve bir şırınga     İnsanları sabit bir makama sahip kılmamak     İnsanların sınırlandırılmamış bir kabiliyete sahip olmalarını temin etmek gibi gayelere mâtuftur. Bir kısım insanların şeytanlardan dolayı cehenneme gitme meselesi bir örnekle şöyle açıklanabilir: Elinde 1000 mısır tanesi bulunan çiftçi düşünün. Bunları eksin. 900 tanesi çürüsün. 100 tanesi 2-3 koçan versin. Her mısır koçanında yaklaşık 1000 tane olduğunu düşünecek olursak çiftçinin elde ettiği mısır tanelerinin sayısı ilk andaki tohum sayısının kaç katı olacağını tahmin edebilirsiniz. İşte 900'ü kaybedip binlerle mısır tanesi kazanan bir çiftçi zarar etti denilmez. Bu mısır tohumlarını toprağa atması kötü oldu, şer oldu denilmez. Çünkü elde ettiği kâr çok fazladır. Çürüyen mısır tanelerinin çekirdek fiyatları çok düşüktür. Eğer 900 tane çekirdek çürüyecek diye elindeki bütün mısırları saklasaydı çekirdek fiyatı olarak az bir para değerindeki çekirdeklere sahip olacaktı. Hâlbuki toprağa atmakla kazandığı mısır taneleri binlerle mısır cinsinin devamına sebep oldu. Elde ettiği menfaat kaybettiği çekirdeklerin zararından binler kat fazladır. İşte insanlık âlemi nefis ve şeytanla yapılan mücadele sonucunda yüz bini aşkın peygamberleri, milyonlarca evliyayı, âlimleri, sâlih kulları kazandı.  Âdeta yerde yürüyen insan elbisesine bürünmüş melekleri kazandı. Şeytana uyup küfre girerek manevi olarak iflâs eden, kabiliyetlerini Allah'ın istediği tarzda, insana lâyık bir şekilde geliştirmeyen insanların insanlık âlemine verdiği zararı hiçe indirir. Bir şeyin çok olması onun değerli olduğunu göstermez. Çünkü kıymet ve ehemmiyet kemiyyete, adet çokluğuna ve niceliğe bakmaz veya az bakar. Asıl kıymet keyfiyettedir. Kalitededir. Niteliktedir.  Bundan dolayı rahmet, adalet ve ilâhi hikmet şeytanların vücuduna izin vermiştir.

Cavid SARAÇOĞLU 01 Aralık
Konu resmiRabbü'l Âlemîn

Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükumetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim (eğitim), cihad gibi dini ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükumetin vazifesi ise, askerin erzakını, libasını, silâhını vermektir. Binaenaleyh (buna göre) erzakını temin etmek için askerliğe aid vazifesini terk edip ticaretle iştigal eden bir asker, şakî ve hâin olur. Bu itibarla insanın Allah'a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair(büyük günahlar terk etmek) takvadır.Nefis ve şeytanla uğraşmak, cihaddır. Allah, küçük bir âlem olan hücreden tut, ta her biri birer âlem olan bütün nevlerin; belki sayısız âlemleri içinde bulunduran, nihayetsiz kudret ve hikmet-i ilâhiye ile genişliğini düşünmekten aciz olduğumuz kâinat denilen, varlık âleminin rabbidir. Evet, kâinatta iki daire ve iki faaliyet vardır. Birisi, rububiyet dairesidir ki, Allah'ın, bütün isim ve sıfatlarıyla varlıkları birçok fayda ve neticeler verecek şekilde yaratıp, besleyip, büyütüp, yetiştirmesidir. Mesela Allah, kendi nurundan maddî ve manevî olarak nur-u Muhammedî'yi öyle yaratıp terbiye etmiştir ki,  O nur bir çekirdek nevinden, manevi âlemleri netice verdiği gibi maddi olarak da esiri netice vermiştir. Hatta bugün big bang denilen büyük patlamanın, o nur-u Muhammedî denilen çekirdeğin patlaması olduğu anlaşılıyor. Maddi cihet olarak esire de baktığımızda öylesine halk ve icad edilerek terbiye edilmiştir ki, bütün atomların temel taş olarak vücuda gelmesini netice verebilecek bir durumdadır. Atomların ise, madenlerin teşekkülünü netice verecek şekilde, rububiyet-i ilâhiye ile terbiye edildiklerini görüyoruz. Hem madenler ise öyle bir rububiyet ve hikmetle terbiye edilmiştir ki, her çeşit ağaç ve bitkinin vücuda gelmesine vesile oluyor. Ağaç ve bitkiler ise, öyle bir rububiyetle beslenerek büyütülmüş ve terbiye edilmiş ki, hayvanlara gıda suretinde hizmet edip faydalı olabiliyorlar. Hayvanlar da gıda ve hizmet noktasında insanlara faydalı olabilecek şekilde terbiye edilmişlerdir. Hem eşref-i mahlukat olan insanlar da kudret-i ilâhiyenin bir mucizesi olarak hâlık-ı kâinatı tanıyacak, sonsuz cemal, kemal ve ihsanına karşı, sonsuz bir muhabbetle onu sevecek ve bütün varlıklar arasında bir kumandan olarak dünya ve ahiret saadetini kazanacak şekilde yaratılmış ve terbiye edilmiştir. Evet, bütün bu devir ve mertebelerin en ince ve en küçük icraat ve teferruatından tut, ta varlık âleminin en büyük icraatlarına kadar hepsi rububiyet-i ilâhiyenin tecellisi ile tahakkuk edip gerçekleşiyor. Bu geniş dairedeki ağır olan rububiyet vazifesi ancak Cenâb-ı Hakk'a aittir. İşte bütün bu âlemlere ve içinde olup bitenlere rububiyet ve faaliyet dairesi denir. Demek rububiyet-i ilâhiye dairesi her şeyi kuşatmıştır. O dairenin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Öyleyse mülk-ü ilâhinin dışına çıkmak mümkün değildir. Ancak kurtuluş O'nu tanımak ve O'na abd olmakla olur. Rabbim bizleri O'nu hakkıyla tanıyan ve O'na kulluk edenlerden eylesin.(âmin) İkincisi ise, ubudiyet dairesi ve faaliyetidir. Bu daire ise, rububiyetin o sonsuz ihsan, cemal ve kemaline mukabil sonsuz bir muhabbetle, ona ibâdet, emir ve yasaklarına uymak ile şükür etmektir. Birinci olan rububiyet vazifesi büyük ve ağır olduğundan ancak onu nihayetsiz bir kudret, rahmet ve hikmet sahibi olan rabbimiz yapar. İkinci olan hafif, lezzetli ve şerefli ubudiyet vazifesi ise insanlara aittir. Bu hususta Risâle-i Nur'da geçen bir açıklamayı buraya aynen alıyoruz. İ'lem Eyyühel-Aziz!(bil ey azizim) Gafil olan insan, kendi vazifesini terk eder, Allah'ın vazifesiyle meşgul olur. Evet, insan gafletten dolayı iktidarı dâhilindeki kolay olan ubudiyet vazifesini terk edip, zaîf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesi(ağır vazife)nin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatını kaybetmekle beraber âsi, şakî(eşkıya) ve hâin âdemlerin zümresine(grubuna) dâhil olur. Evet insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükumetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim(eğitim), cihad gibi dini ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükumetin vazifesi ise, askerin erzakını, libasını, silâhını vermektir. Binaenaleyh(buna göre)erzakını temin etmek için askerliğe aid vazifesini terk edip ticaretle iştigal eden bir asker, şakî ve hâin olur. Bu itibarla insanın Allah'a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair(büyük günahlar terk etmek) takvadır. Nefis ve şeytanla uğraşmak, cihaddır. Amma gerek nefsine, gerek evlâd ve taallukatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah'ın vazifesidir. Evet, madem hayat veren odur. Ve o hayatı koruyacak levazımatı( hayata lazım olan şeyleri) da o verecektir. Yalnız, hükumetin asker için erzak depolarında cem'ettiği(topladığı) erzakı askerlere taşıttırdığı, temizletip, öğüttürdüğü ve pişirttiği gibi, Cenâb-ı Hakk da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz tarlasında yaratıp cem'ettikten(bir araya getirdikten) sonra, o erzakın toplamasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet ve bir eğlence olsun ve insan atalet ve betalet(boş durmak) azabından kurtulsun. Ey insan! Rahm-ı maderde(anne karnında) iken, tıfl(çocuk) iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklarla besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça senin o rızkını verecektir. Baksana! Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva'-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına getirip sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan güzel yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah sana insaf versin! Hülâsa: Allah'ı ittiham etmekle (rızkımı vermez düşüncesiyle)işini terk edip Allah'ın işine karışma ki nankör ve âsiler defterine kaydolmayasın. (Mesnevi-i Nuriye,201) Bir zaman namaz kılmayan bir arkadaşa:     Kardeşim namaz kılmak farzdır. Hem işimize de engel değildir. Hem namaz kılmak gibi farz ibâdetlerimizi yaparsak, bütün helal dairesindeki dünyevi çalışmalarımız dahi ibâdet olur. Onun için sana yazık oluyor, namazını ihmal etme!dedim. O da hiddetle:     Sen ne diyorsun? Evde altı yaşındaki çocuğum benden karpuz istedi. Pekâlâ, namaz mı kılacağım yoksa çocuğumun rızkını mı temin edeceğim?diye söyledi. Cevaben:     Namaz çoluk çocuğumuzun rızkını kazanmaya engel değildir. Fakat sen namazını kıl, Allah o çocuğun rızkını gönderir. Göndermediği takdirde gel hesabını benden sor! dedim. Hayret ederek:     Bu nasıl olur? dedi. Ben de ona:     Kardeşim, sen o kadar canavarlaşmışsın ki, seni yaratan, besleyip büyüten Rabbine karşı geliyorsun. Onun emir ve yasaklarına uymuyorsun. Namaz kılmıyorsun. Buna rağmen o çocuğun rızkını düşünebiliyorsun. Bu senden kaynaklanan bir durum değildir.  Bu ancak Cenâb-ı Hakk'ın merhamet ve şefkatidir ki senin gibi bir canavarın kalbine o çocuğa karşı acımak hissini vermiş. O acımak hissiyle merhamete muhtaç olan o çocuğa seni hizmetkâr yapıyor. Eğer bu acıma hissini Allah sana vermeseydi, sen o çocuğa hizmet etmek değil belki onu parçalar yerdin. Demek o çocuğa senin vesilen ile rızkı gönderen Allah'tır.  diye bu manada bir şeyler anlattım. O da dinledi, bir şey diyemedi. Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri(idarecisi) var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız(karşılıksız) kalmayacaktır. Hem madem sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur (gücümüzün yetmediği bir şeyin yapılması emredilmez). Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır(tercih edilir). Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni(gereksiz) şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. (14. Şuâ) Netice olarak yapabileceğimiz hafif gelen ubudiyet vazifesini bırakıp sonsuz bir kudreti gerektiren, Cenâb-ı Hakk'a ait ve ezilmemize sebep olan rububiyetin ağır vazifesi altına girmemek gerektir. Rabbimiz bizi haddine tecavüz etmeyen ve vazifesini bilip hakkıyla ifa eden kullarından eylesin. (Âmin)

Fatih KIRAR 01 Aralık
Konu resmiÇatışma ve Çözüm Yolları

ÇATIŞMA İnsanlar arası çatışmayı Farklı düşünceleri, duyguları, ihtiyaç ve arzuları olan insanların birbiriyle uyuşamaması, anlaşamaması, ters düşmesi olarak tarif edebiliriz. Aile hayatında olsun, toplum hayatında olsun çoğunlukla çatışmalara maruz kalırız. Bu çatışmalar bizi de muhataplarımızı da gerginleştirir, aramızdaki ilişki ve iletişimleri zedeler veya bitirir. Bazen bu çatışmalar her iki tarafa da, maddi manevi zarar vererek, hayatımızı mahvedecek duruma gelebilir. Rahat ve huzurlu olabilmemiz bu çatışmalardan kurtulmakla mümkündür. Ama çatışmaları hayatımızdan tamamen kaldırmamız da mümkün değildir. Farklı duygu ve düşüncelere sahip olan insanların tabiatı, ister istemez çatışmaları da netice verecektir. Bununla beraber çatışmaları tamamen yok edemesek de, en aza indirmemiz mümkündür. Sağlıklı aile veya sağlıklı toplum, hiç çatışmayan aile veya toplum değildir. Sağlıklı aile veya sağlıklı toplum, çatışmalarını en aza indirebilen toplumlardır. Çatışmaları en aza indirmek için: Çatışmaya sebep olan halleri eğitimle izale etmek, iletişim kopukluğunu gidermek, çatışmayı uzlaşmaya dönüştürmek ve başkalarından yardım almayı sayabiliriz. Bunları kısaca ele alalım: 1. ÇATIŞMAYA SEBEP OLAN HALLERİ EĞİTİMLE İZALE ETMEK Çatışmaları azaltmanın birinci şartı eğitimdir. Eğitim insanların düşünce ve davranışlarını değiştirmek olduğuna göre, eğitim sayesinde insanlar arası çatışmaya sebep olan kötü ahlakları izale eder (veya azaltır), insanların birbirlerini sevmelerine ve kaynaşmalarına vesile olan güzel hasletleri de yerleştirebiliriz. İnsan ruhu, içinde hem kötü, hem de iyi tohumların olduğu tarla gibidir. Kibir, gurur, kendini beğenmişlik, menfaatperestlik, haset, suizan, gıybet, iftira gibi kötü hasletler kötü tohumlar, güler yüz, tevazu, muhabbet, şefkat, büyüklere saygı, cömertlik ise iyi tohumlar gibidir. Kötü tohumlar insanlar arasını bozar, iyi tohumlar ise birlik ve beraberliği netice verir. Siz hangi tohumları sularsanız onlar yeşerir ve büyürler. Eğitimle kötü tohum ve bitkileri yok etmek, iyi olanları da ortaya çıkarmak, beslemek, yetiştirmek mümkündür. İslâm kültüründeki nefis terbiyesinin amacı da budur. Hulâsa; Kaliteli bir eğitimle insanlar arası çatışmaları izale edebilir veya azaltabiliriz. 2. İLETİŞİM KOPUKLUĞU Önyargılar, olayları iyice anlamadan, insanları dinlemeden onlar hakkında hüküm vermek çoğunlukla bizi yanlışlıklara götürür. Kocası ölmüş hamile bir kadın, kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu gelinciği evinde beslemeye başlamış. Gelincik her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da oldukça uysallaşmış ve kadının yanından ayrılmaz olmuş. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğmuş. Günler geçmiş, kadın bir gün bir kaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalmış. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlar. Aradan biraz zaman geçtikten sonra anne eve gelmiş. Ve gelinciğin ağzının yüzünün kan içerisinde olduğunu görmüş. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırıp oracıkta öldürmüş hayvanı. Ardından içerdeki odadan bir bebek sesi duymuş anne. Odaya girdiğinde beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görmüş. Kıssadan hisse; bir şeyin aslını, hakikatini öğrenmeden, hüküm vermek bizi yanlışlıklara götürebilir. Önyargılı insanlar, her şeyi bilenler, muhatap konuşmadan onun ne demek istediğini anlayanlar çok şey bilirler. Bu yüzden muhatabı dinlemek zahmetine katlanmazlar. Çoğu zaman bu yüzden çatışmalar çıkar. Çatışmaları azaltmanın en mühim yolu, muhataba saygı göstermektir. Ve bu saygıyla beraber muhatabı -önyargısız- dinlemek, anlamak ve anlamanın ışığında çatışmayı uzlaşmaya dönüştürmektir. 3. ALGILAMA FARKLILIKLARI Resimde ne görüyorsunuz? Ördek mi, yoksa tavşan mı? Eğer siz ördek, muhatabınız ise tavşan diyorsa, onu yanlışlıkla itham eder ve onu resmin ördek olduğuna inandırmaya çalışır mısınız? Resme ördek demek ne kadar doğruysa, tavşan demek de o kadar doğrudur. Ördek, Tavşan örneğinde olduğu gibi, sosyal hayatta bazen bir hakikatin, farklı şekillerde algılanması fertler arası çatışmalara sebep olabilmektedir. İkisinin de doğru olduğu bir hakikati, farklı algılayan taraflardan her biri, kendi algısını esas yapıp, gerçeği kendisi gibi algılamayanları yanlışlıkla itham ederek, onlara kendi algısını kabul ettirmeye uğraşırsa bu yüzden münakaşalar, çatışmalar ortaya çıkar. Bu konularda yapılan tartışmalar yersiz, lüzumsuz ve tehlikelidir. Şafi mezhebiyle Hanefi mezhebi arasındaki farklılıkları araştırdığımız zaman, bu tür algılamaların oldukça çok olduğunu görürüz. (Mesela imamla namaz kılarken, cemaat fatiha okumalı mı, okumamalı mı? Bu konuda iki tarafın da kendine göre delilleri vardır ve ikisi de doğrudur) Bu farklılıklar günümüzde mezhepler arası hiçbir tartışma ve düşmanlığı doğurmuyor. Mezhepler arası bu güzel hoşgörü anlayışını, fertler arasında da yerleştirmemiz pek çok çatışmaların önüne geçilmesine vesile olacaktır. 4. ÇATIŞMAYA VERİLEN TEPKİLER İnsanların çatışmayla baş edebilmek için üç yol izledikleri bilinmektedir. a. Çatışmadan kaçınmak b. Saldırgan bir tepki vermek c. Problemi yapıcı bir şekilde çözmek Bunları sırayla ele alalım:     a. Çatışmadan Kaçınmak Aynı ortamı paylaşan, fakat farklı düşünce ve duygulara sahip olan insanlar, çatışmaya sebep olacak bir olay olduğunda, var olan ilişkinin daha kötü hale gelmesinden korktukları için çatışmaya girmekten kaçınırlar. Rahatsızlıklarını içlerine atar, birbirlerine mesafeli durarak, resmi bir tavırla iletişimlerini devam ettirirler. Çatışmaya sebep olan hal, üzerinde durulmadığında bazen zamanla unutulabilir, yok olabilir. Fakat bazen de çatışmaya sebep olan haller birikerek, ileride daha kötü bir hali netice verebilirler. Bu yönüyle çatışmaya girmemek bazen iyi olabilirken, bazen de durumu daha kötü bir hale dönüştürmektedir.     b. Saldırgan bir tepki vermek Saldırgan tepki verilen çatışmalarda, her iki taraf kendisinin haklı, muhatabın haksız olduğunu savunur. Deliller genellikle benim haklı olduğuma ve senin haksız olduğuna dairdir. Her iki taraf da objektif olmaktan, insaflı olmaktan uzaktırlar. Her iki taraf da kendi hatalarını veya muhatabın haklı olduğu yönleri görmez veya görmemezlikten gelirler. Çünkü bu tarz çatışmalarda muhataba üstün gelmek ve çatışmayı kazanmak bir amaç haline gelmiştir. Saldırgan tepki verilen çatışmalarda her iki taraf eşitse, çatışmaya çözüm bulunamayacaktır. (Yalnızca problem daha da büyüyecektir). Eğer taraflardan biri güç ve otorite sahibi ise, onlar güç ve otoritelerine dayanarak çatışmayı kazanacak, astlar ise -her zaman olduğu gibi- kaybedeceklerdir. Bu tür çatışmalarda, sonuç ne olursa olsun, hiçbir zaman problem çözülmeyecek, belki daha da büyüyecektir. Çatışma her iki tarafın ilişkilerini bozacak, daha çok kızdıracak, kinlendirecektir. Çatışmayı bir taraf kazansa bile, neticede her iki taraf da çatışmadan zararlı çıkacaktır. Çünkü bu çatışmanın neticesinde aralarındaki ilişki ve iletişim, hiçbir zaman önceki gibi olmayacaktır. Problem yapıcı bir şekilde çözüldüğünde, her iki taraf da kazançlı çıkar ve iletişim daha zengin bir hale dönüştürülebilir     c. Problemi yapıcı bir şekilde çözmek Bu tür çatışmalarda önemli olan, kimin haklı veya haksız olduğu değildir. Önemli olan iki tarafı da kırmadan, çözüm bulabilmektir. Bir önceki çatışmada şahıslar kimin haklı olduğuna odaklanmışlardı. Hâlbuki bu üçüncü çatışma kısmında asıl olan problem değil, çözümdür. Probleme odaklanan insanlar öfkelenirler, şikâyet ve tenkit ederler, fakat problemi çözemezler. Problemi, probleme değil de çözüme odaklanan insanlar çözerler. Problemi yapıcı bir şekilde çözmek için, her iki tarafın da karşı tarafa saygılı, anlayışlı olması ve her iki tarafın da çözüme istekli olması gerekir. Şöyle ki: Çatışma her iki tarafın da farklı ihtiyaç ve isteklerinden kaynaklanmaktadır. A'nın dediği olursa B'nin, B'nin dediği olursa, A'nın istediği olmuyor. Fakat konuya her iki tarafın da kabul edeceği bir şekilde yaklaşmak mümkündür. A şöyle diyebilir: Benim bir ihtiyacım/isteğim var, senin de bir ihtiyacın/isteğin var. Benim dediğim olursa sen, senin dediğin olursa ben zararlı çıkacağım. Ben seni kırmak, üzmek istemiyorum. Fakat ben de kırılmak ve üzülmek istemiyorum. Senden istediğim, beraberce hem senin kabul edeceğin, hem de benim kabul edeceğim bir çözüm yolu bulabilmektir. Öyle bir çözüm yolu olsun ki, neticede ikimiz de kazançlı çıkalım, aramızdaki iletişim bozulmasın, birbirimizi kırmayalım. Bu formülle, her iki taraf birbirine anlayışla yaklaşırsa pek çok çatışmalar çözülebilir, iletişim zedelenmez, dostluklar daha çok pekişir. İki taraf da uzlaşarak ortak çözüm bulmak için şunlara dikkat etmelidir: 1. Problem nedir? 2. Her iki tarafın da kabul edeceği muhtemel çözüm yolları nelerdir? 3. En iyisi hangisidir? Buraya kadar anlattıklarımızla bütün çatışmaları çözmemiz mümkündür demiyoruz. Fakat bu yolla bazı çatışmaların önüne geçmek veya çözmek mümkündür diyoruz. 5. İNSANLAR ARASINI DÜZELTMEK (ISLAHI ZATIL BEYN) Araları bozuk şahıslar uzlaşmaya var(a)madıkları takdirde, devreye üçüncü şahıs veya şahıslar girerek, anlaşmazlığı gidermelidirler. Kur'ân'da Müminler ancak kardeştirler; öyle ise (arası bozulan) iki kardeşinizin arasını düzeltin (Hucurat, 10) ayetinde olduğu gibi pek çok ayet ve hadiste müminler arası anlaşmazlıkların düzeltilmesi emredilmiştir. Araları bozuk olanları ıslah etmek isteyen şahıslar, şunlara dikkat etmelidir: 1. Uzlaştırıcı şahıslar, her iki tarafça sevilen ve saygı duyulan, sözü dinlenilen kimseler olmalıdır. 2. Uzlaştırıcı şahıslar, uzlaştırma konusunda ciddi ve istekli olmalı, konuyu gevşek, laubali tutmamalıdır. Kur'ân'da şöyle buyrulur: Karı kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin aile­sinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; bunlar düzelt­mek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur. Nisa: 35. Dikkat edilirse ayette hakemler için düzelt­mek isterlerse Allahın da barışmayı gerçekleştireceği vaat ediliyor.   Hz. Ömer bir adamı, arası bozulmuş bir karı kocayı barıştırmak için gönderdi. Adam bir müddet sonra aralarını düzeltemeden döndü. Hz. Ömer ona kızdı ve: Allah kitabında hakemler düzelt­mek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur buyuruyor. (yani sen onların arasını düzeltmek istemedin) dedi. Adam tekrar döndü niyetini düzeltti, onlara yumuşak muamele etti ve onların arasını düzeltti. (Bkz. İhya. C.2) 3. Peygamberimiz İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittirler Kızım Fatıma da hırsızlık yapsa, onun da elini keserim buyurmuştur. Bu hadisler mucibince aralarında anlaşmazlık olan şahıslara eşit davranılmalı, bir tarafa meyl edilmemelidir. Bir tarafa muhabbet gösterip, diğer tarafa kızmak, suçlamak, baskı yapmak, arayı daha beter bozar. 4. Aralarında anlaşmazlık olan her iki taraf da dinlenilmeli, taraflar dinlenilmeden acelece hüküm verilmemelidir. Peygamberimiz Hz. Aliye hitaben Davalı iki şahıs önüne oturduğunda birinciyi dinlediğin gibi, ikinciyi de dinlemeden aralarında sakın hüküm verme! Bu (vereceğin) hük­mün ortaya çıkması için daha uygundur. buyurmuştur. 5. Uzlaştırıcı şahıslar, tarafları dinledikten sonra ortaya çıkan gerçekle, algılama ve yorum hatalarını, suizan, abartma veya küçültmeleri birbirinden ayırmalıdırlar. 6. Anlaşmazlık askıda bırakılmamalı ve sonuçlandırılmalıdır. Her iki tarafa da Üstad Bedîüzzaman'ın Uhuvvet risâlesinde bahsettiği üzere nasihat yapılmalıdır. Şöyle ki: Üstad Hazretleri mü'min kardeşine dargın olan hayali şahsa Mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip, onu mahkum edemezsin diyor ve aralarındaki anlaşmazlığı bırakması için dört madde sıralıyor: Kader, muhatabın pişman olmasını beklemek, kendi kusurunu görmek ve affetmek. Sırasıyla ele alalım: a. KADER Bedîüzzaman Hazretleri risâlelerin müteaddid yerlerinde Beşer zulmeder, kader adalet eder der. Başımıza gelen her hâdisede hem kaderin hem de beşerin müdahalesi ve payı vardır. Mesela diyelim ki, hırsızlık yapmayan bir adam hırsızlıkla itham edildi (O adam daha önce kimsenin bilmediği bir cinayet işlemiş olsun) ve hâkim de onu hırsızlıkla mahkum etti. Bu yönüyle hâkim ona yapmadığı bir işi nispet ettiği için zulüm etmiştir. Kader ise o şahsın işlediği cinayetten dolayı, bu mahkumiyeti başına getirmiş ve kader adalet etmiştir. Bu yönüyle adamın başına gelen mahkumiyet adalettir. Üstad Hazretleri, kaderin adaletini nazara vererek şöyle diyor: [Başına gelen hâdisede] kaderin bir hissesi var. Onu çıkarıp o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Yani senin bir hatandan dolayı, adeta o adam kaderin bir memuru olarak sana musallat olmuştur. Sen beşerin zulmünü değil, kaderin adaletini gör. Onu sana musallat eden senin bir hatandan dolayı Allah'tır. Bu yönden o adama kızmaya hakkın yok. b. MUHATABIN PİŞMAN OLMASINI BEKLEME Nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlup olduğundan acımak ve nedamet etmesini beklemek. c. KENDİ HATASINI GÖRME Bu olayda senin hiç mi suçun yok? İnsanoğlu kendi şahsına muhabbet nazarıyla baktığı için kendi kusur ve hatalarını görmez veya görmek istemez. Görse de bin tevil ile kendini mazur göstermeye çalışır. Herhangi bir anlaşmazlıkta nefsanî ve hissi olarak konuya bakmadığımız zaman kendi hatamızı da görebilmemiz mümkündür. Üstad şöyle diyor: Sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör; bir hisse de ona ver. Bütün suçu muhataba verme! d. AF Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlub edecek afv ve safh ile ve ulüvvü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye; güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırs ile ve daimî bir kin ile mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile bir zalumiyettir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi dîvaneliktir. AFFETMEK SÜNNET MİDİR? Bu zamanda Peygamberimiz (asm)'ın sünnetine uyduğumuzda 100 şehit sevabını kazanabiliriz. Nasıl?     Yemek yerken tuzla başlamak, suyu oturup içmek, misvak kullanmak bütün bunlar sünnettir. Bunları yapalım. Amenna! Fakat dikkat edilirse bunlar, kolay olan sünnetlerdir. 100 şehit sevabını bunları yapınca kazanır mıyız? Elbette bu tür –kolay sünnetleri- işlemekle sevap kazanırız, ama biz sünneti bir bütün olarak görmek ve kabul etmek zorundayız. Sünneti kolay ve zor iki kısma ayırıp işimize geleni işlemekle 100 şehit sevabını kazanamayız. Zor sünnet derken neyi kastediyoruz? Zor sünnet nefsimize ağır gelen sünnetlerdir. Örnek olarak öfkelendiğimiz zaman öfkemizi yutmak zordur ama sünnettir. Bir kardeşimizi affetmek de sünnettir. Bunları yapabiliyor muyuz? Peygamberimiz (asm) Mekke'nin fethinde, yıllarca kendisine düşmanlık etmiş, ordular tertip edip İslâm'ı ortadan kaldırmak için savaşan ve müşrik olan insanlara ne yaptı? Affetti. Sünnete uyup sevap kazanmak istiyorsak işte sünnet… Peygamberimiz müşrikleri affetmiş. Biz Müslüman kardeşlerimizi affedebiliyor muyuz? Yok, affedemiyorsak kolay olan sünnetleri yaparak kendimizi kandırmaya çalışmayalım. Nefsimizin bu eksiğini gördükten sonra nefsimizi ıslah ederek samimi bir şekilde sünnete yönelmenin çarelerine bakalım. Her insan yalnızca anladığı şeyi duyar. Goethe. Şair İsmet Özel İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır. der. Mü'minin mü'mine 3 günden fazla dargın durması helal değildir Şeytan Arap yarımadasında namaz kılanların kendine ibadet etmelerinden ümidini kesti. Fakat aralarına kin atarak onları birbirine düşürmekten (ümidini kesmedi) MÜSLİM Aranızdaki irtibatı kesip, koparmayın, birbirinize sırtınızı dönmeyin, kinleşmeyin, hasetleşmeyin! Ey Allah'ın kulları kardeş olun! Bir müslümanın kardeşine 3 günden fazla dargın durması helal değildir. MALİK, BUHARİ, EBU DAVUD, TİRMİZİ, NESEİ Dargın olan iki kişi karşılaşırlar, birbirlerinden hemen uzaklaşırlar. Onların hayırlısı ilk selam verendir. İlk selam veren cennete girmekte (arkadaşını) geçer.  TABERANİ'NİN RİVAYETİNDE ŞU EK DE VARDIR BAZI RİVAYETLERDE ŞÖYLE BUYRULMUŞTUR Üç günden fazla kardeşine küsen, o durumda ölse cehenneme girer buyrulmuştur. Bir başka rivayette Eğer birbirleriyle konuşmazlarsa Allah onlardan i'raz eder. (onlara merhamet etmez) Her pazartesi ve Perşembe günleri ameller Allaha arz edilir. Bu iki günde Allah şirk koşmayanları affeder. Ancak kardeşiyle kendi arasında kin bulunan kişiler müstesna. Allah (meleklere hitaben) bunları barışıncaya kadar bırakın, terk edin! der. MALİK, MÜSLİM, EBU DAVUD, TİRMİZİ, İBN MACE Kim kardeşine bir sene küs ve dargın durursa, o şahıs onun kanını dökmüş (öldürmüş) gibi olur. (Yani onu öldürmüş gibi günaha girer.) EBU DAVUD, BEYHAKİ İnsanların arasını ıslah etmek: Resulullah (asm): Dikkat ediniz! Derecesi, oruçtan, namazdan ve sadakadan daha üstün bir şeyi size haber vereyim mi? dedi. Orada bulunanlar Evet Ya Resulallah! dediler. Resulullah (asm) da şöyle buyurdu: İnsanların arasını ıslah etmek, düzeltmektir. İnsanların arasının fesada uğraması, bozulması, işte o tıraş edicidir. Ben size demiyorum ki, saçı tıraş edicidir. O dini tıraş edicidir. AHMED, EBU DAVUD, TİRMİZİ, BEYHAKİ En üstün sadaka insanların arasını ıslah etmek, düzeltmektir. BEYHAKİ Kim insanların arasını ıslah ederse, Allah da onun iş(ler)ini düzeltir. Ve ona insanların arasını düzeltmek için söylediği her bir kelime için bir köle azad etmiş gibi sevap verir. Oradan döndüğünde işlemiş olduğu bütün günahları bağışlanmış olarak döner. İSBEHANİ Tabiinden Muhammed b. Münkedir şöyle demiştir: İki adam mescidin bir köşesinde birbiriyle münakaşa etti. Ben de onların yanına gittim, onları barıştırıncaya kadar ayrılmadım. Ebu Hureyre -benim yaptıklarımı görüyordu- şöyle dedi: 'Resulullah asm'ı şöyle derken işittim Kim iki kişinin arasını ıslah ederse ona bir şehit sevabı vacip olur' TEFSİRİ KURTUBİ. C.5.S.363 Tabiinden Abdullah b. Habib şöyle demiştir: (Sahabeden) Muhammed b. Ka'b El-Kurazinin meclisinde oturuyordum. Meclise bir adam geldi. Orada bulunanlar Nerede idin? dedi. Gelen şahıs Bir topluluğun arasını düzelttim dedi. Muhammed b. Ka'b ona: Mücahidlerin sevabı kadar sevap kazandın dedi. Sonra şu ayeti okudu: Onların gizli toplantılarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten kimseler müstesna, Bunları, Allah'ın rızasını kazanmak için yapana büyük ecir vereceğiz. NİSA: 114 / İBN MÜNZİR, İBN EBİ HATİM Tabiinin büyük alimlerinden Evzai şöyle der: Allah Azze ve Celle'ye hiçbir adım, iki kişinin arasını ıslah etmek için atılan adımdan daha sevgili değildir. Kim iki kişinin arasını ıslah eder, düzeltirse, Allah onun için cehennemden berat fermanı yazar. KURTUBİ. C.5.S.363 Yalan ancak 3 yerde caiz olur: harpte –çünkü harp hiledir-. Bir de adamın karısını razı etmek için söylediği söz. Bir adamın iki kişinin arasını ıslah etmesi için söylediği söz. BEYHAKİ, İBN ADİY Öfkeyi yutmak Öfkelendiği zaman, halim olan (yumuşak davranan) kimseye Allah'ın muhabbeti vacib oldu. KENZÜL UMMAL.C.3.S.131 Cenâb-ı Hakk'ın öfkelerini yutanlar ayeti hakkında Peygamberimiz (asv) şöyle buyurdu: Kim öfkelendiği zaman, (muhatabına bir şey yapmaya) gücü yettiği halde, öfkesini yutarsa, Allah onun kalbini emniyet ve imanla doldurur. İBN MÜNZİR, İBN CERİR İbni Ömer, Peygamberimizden Allah'ın gazabından beni ne uzaklaştırır diye sordu. Resulü Ekrem O'na Öfkelenme dedi. AHMED. Kim öfkelendiği zaman, (muhatabına bir şey yapmaya) gücü yettiği halde, öfkesini yutarsa, Allah onu (mahşer gününde) bütün yaratılmışların önünde çağırır ve dilediği huriyi seçmekte serbest bırakır. AHMED, EBU DAVUD, TİRMİZİ Bir adam Peygamberimize (yaptığım takdirde) Cennete girmeme vesile olacak bir ameli gösterir misiniz dedi. Peygamberimiz ona  Öfkelenme, senin için cennet var. buyurdu. TABERANİ

Kudret UĞUR 01 Aralık
Konu resmi25. Sayı Fihristi

İdare İdare 01 Aralık