
Tarih Penceresinden 1 Mart 625 (15 Ramazan 3) Hz. Hasan'ın (r.a.) doğumu Peygamber Efendimiz'in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın oğlu ve Hz. Hüseyin'in büyük kardeşidir. Hz. Ali'den sonra 6 ay 5 gün halifelik yapmıştır. Halifeliği bıraktıktan sonra Medine'ye yerleşen Hz. Hasan, 2 Nisan 670 (5 Rebîülevvel 50) tarihinde zehirlenerek şehid edildi. Kabri Medîne'deki Cennet'ül Bâkî mezarlığındadır. Ehl-i Beyt'e muhabbetin sebebi ve Ehl-i Beyt'in siyasetten uzak kalışının hikmetleri 4. Lem'a'da izah edilmektedir. 2 Mart 1430 Emir Sultan'ın vefatı 1367'de Buhara'da doğmuştur. Emir Külal Hz.'nin oğludur. Hz. Hüseyin'in neslinden gelmesi sebebiyle Seyyid de olan Emir Sultan Hz., Yıldırım Bayezid Han'ın da damadıdır. İslâm'ın hükümlerini, Sultan'a karşı söylemekten hiç çekinmemiş, idaresinde adaletli davranmasını nasihat etmiştir. Anadolu Beylikleri arasında birlik ve beraberliğin sağlanmasında kendisini manen görevli hissetmiş ve talebeleriyle birlikte bunun için çalışmıştır. 1422'de İstanbul kuşatmasına 500'e yakın müridiyle katılmış, ordunun manevî desteği olmuştur. Türbesi Bursa'da Emir Sultan Camii yanındadır. 18 Mart 1915Çanakkale Zaferi 23 gün devam eden Çanakkale deniz savaşları neticesinde İtilaf devletleri ağır bir hezimete uğratıldı. Büyük kahramanlıkların gösterildiği Çanakkale Zaferi, imanlı bir milletin dünyanın en büyük ordularını dize getirişinin en bariz misâli olsa gerek. 23 Mart 1960 Bedîüzzamân Saîd Nursî Hz.'nin (r.a.) vefatı 17 Mart 1960: İki aydır Isparta'da ikâmet etmekte olan Bedîüzzamân Hz., Isparta'dan ayrılarak Emirdağ'a geçti. 18 Mart 1960: Bir gün Emirdağ'da kalan Bedîüzzamân Hz., Isparta'ya geri döndü. 20 Mart 1960: Bedîüzzamân Hz., Urfa'ya gitmek üzere arabasıyla Isparta'dan yola çıktı. 21 Mart 1960: Urfa'ya ulaşan Bedîüzzamân Hz., İpek Palas Oteline yerleşti. 23 Mart 1960: Urfa'ya geldiğinde zaten ağır hasta olan Bedîüzzamân Hz., İpek Palas Otelinde vefat etti. 24 Mart 1960: Bedîüzzaman Hz.'nin naaşı, Urfa Halîlürrahmân Câmiindeki kabrine defnedildi. (12 Temmuz 1960 tarihinde Üstad'ın naaşı, darbe hükumeti tarafından gece vakti kabrinden alınarak bilinmeyen bir yere defnedilmiştir.) 4 Mart 1656 Vak'a-i Vakvakiye (Çınar Vak'ası) Osmanlı tarihinde Vak'a-i Vakvakiye veya Çınar Vakası olarak anılan isyan başladı. İsyan 5 gün devam etti. İsyana katılanlar yakalanıp Sultanahmet Meydanı'ndaki çınar ağacında asıldılar. 6 Mart 1555 Pirî Reis'in vefatı 1475'de Geli-bolu'da doğan Pirî Reis, dünyanın en büyük coğrafya âlimlerinden biridir. 1547'de Kaptan-ı Deryalığa getirildi. Kitâb-ı Bahriye (1519) en önemli eseridir. 1513'te çizdiği haritada, Amerika Kıt'asını ve Atlas Okyanusunu hayret uyandıracak doğrulukta ve teferruatla göstermiştir. 8 Mart 571 (11 Rebî'ül Evvel) Peygamber Efendimiz (sav)'in dünyayı teşrifleri Peygamber Efendimiz (asm) milâdi 571 senesinin Rebi'ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü tanyeri ağarırken Mekke'de dünyayı teşrif ettiler. Efendimiz (asm) annesinden sünnetli ve göbeği kesik olarak doğmuştur. Doğarken çocukların yere düştükleri gibi düşmeyip ellerini yere dayamış, başını semâya kaldırmış bir vaziyette doğdu. Annesi Hz. Âmine validemiz onun dünyaya geldiği zaman "Ümmetî, ümmetî" diye Rabbine münâcatta bulunup yakardığını işitti.

Her şeyi o mektup anlatıyordu… Evet muhterem üstadım, bu günlerde Risâlet-ün-Nur'un, fevkalâde faaliyeti içinde çok kerâmetlerini müşahede ediyoruz. Hattâ şöyle diyebilirim ki: Her bir talebeniz, başlı başına, birer birer, belki de kerratla böyle ikrama ve böyle in'âma mazhardırlar. diyen Husrev Efendi mektubuna şöyle devam etmişti: Milâslı Mehmed Efendi, ‘Bir karyede bin kalemle Nura sarılan kardeşlerimizin köyündeki faaliyeti biraz mübalâğalı görmüşler. Ben onun tahkiki için geldim' dedi. Risâlet-ün-Nurun bir kerameti idi ki, bu köyün kıymetli, fa'al bir talebesi Marangoz Ahmed yanımda idi. Ben dedim: ‘Vâkıa ben bu köye gitmedim, kardeşlerimden soruyorum, onlar da diyordu: ‘Kadın-erkek, çoluk-çocuk, Risâlet-ün-Nuru yazan bin kalem vardır.' Sonra Marangoz Ahmed dedi ki: ‘Bizim köyümüz, üç yüz elli hanedir. İki hoca, bir hacı, üç adamdan başka bütün evlerimize Risâlet-ün-Nur girmiştir. Kadınlara, kız çocuklarına varıncaya kadar yazıyorlar. Hattâ ümmîlerden -kırk yaşından yukarı- yazı yazan on kadar kardeşimiz vardır.' cevabında bulundu. Isparta'nın küçük bir karyesi olan bu köyün ismi SAV'dı. SAV'ın sakinleri, yani Üstadlarından gelen hakîkatleri kâğıda nakşeden nur işçileri, matbaaları kıskandıracak bir hummalı çalışma içerisindeydiler. Değil mi ki, Kur'ân'ın harflerini muhafaza edenleri alkışlayan ve onlara Eyyühe'l-İhvan diyen Hazret-i Ali (kv)'nin müjdesini ta kalblerinde hissediyorlardı… Değil mi ki, Kur'ân'ın Kalem'e ve yazmakta oldukları şeylere … diye başlayan yeminine eman verip iman ediyorlardı… Bir gece böceklerinin sesi, bir de kalem gıcırtılarının musikisi dalâletin kâbusunu dağıtmak ve ehl-i imanın iman tellerini ihtizaza getirmek için yazıyor, yazıyor, yazıyorlardı… KALEMİN GÜCÜ Bir mapus damı, bir de Said'den kalma üç-beş Saidler… Bir şiir dolaşıyordu ağızlarında mapusanenin kasavet duvarlarının yankısıyla bestelenmiş haliyle, Yeşil takke takacağız, beyaz sarık saracağız; mürekkebimiz tükense, kanımızla yazacağız… diye... Bir Hilmi'si vardı Tokat'ın. Elinde kalemi, nakşediyordu Risâlelerini nur'un. Öyle bir müjdeye mazhar olmuştu ki, Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir. cümlesinin tecessüm etmiş halini andırıyordu. Nur'un ikinci Üstadı Husrev Efendi, Hilmi komünizmin Tokat'a girmesine engel oldu. diyordu. O Husrev ki; Üstad Bediüzzaman, Evet kardeşim, sen bir bahçe-i ebedî olan Kur'ân-ı Hakîm'in cennetinden, gül-ü Muhammedî (sav) namında, hadsiz nuranî hakîkatlerin fabrikası hükmünde, tefsir-i hakaik-i Kur'âniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkeb olan bir cemaat-i mübareke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtib tayin edildiğine o rüya beşaret verdiği gibi, biz de beşaret ediyoruz. diyordu. Hem Risâle-i Nur, Kur'ânın bir mu'cize-i manevîsi olduğu gibi; Husrev'in kalemi de, Risâle-i Nur'un pek kuvvetli bir kerameti olduğunu buraca her gün tasdik ediyoruz da diyordu. BU UĞURSUZ GECENİN YOK MU SABAHI? Zaman öyle bir cendereye girmişti ki, yüzyıllardır peygamberler ümmetlerine onun tarifini yapa gelmişlerdi. Ahir zaman peygamberi, o zamanı İmanı muhafaza etmek, çıplak elde kor ateşi tutmaktan zor. diye tarif ediyordu. Rahmeti gazabını sebkat etmişti Rabbimizin. Her asra imdad ettiği gibi bu asra da imdadını Nur Risâleleri şeklinde göndermişti. Mehmet Akif'in: Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felâhı! Nur istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! ‘Yandık!' diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun! serzenişine bedel Hasan Feyzi (Rahmetullahi Aleyh), Geliyor şu karşıdan gerçi bir zulmet, Fakat sensin bugün atâ-yı rahmet... Boğacaksın onu nurunla elbet Ey bir rahmet-i âlem Risâlet-ün-Nur! diye Nur'u müjdeliyordu. KALEMLE NURLARA HİZMET VE SADAKATLA TALEBESİ OLMANIN İKİ MÜHİM NETİCESİ VARDIR Risâle-i Nur'un bir vazifesi de, huruf-u Kur'âniyeyi muhafaza idi. O harfleri muhafaza edenlerin imanlarını dahi muhafaza ediyordu. Kalemle Nurlara hizmet ve sadakatla talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır: 1- Âyât-ı Kur'âniyenin işaretiyle, imanla kabre girmektir. 2- Bütün şakirdlerin manevî kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i manevîye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır. Hatib Mehmed (Rahmetullahi Aleyh) namında ciddî bir ihtiyar talebe, İhtiyarlar Risâlesi'ni yazıyordu. Tâ Onbirinci Reca'nın âhirlerinde ve merhum Abdurrahman'ın vefatının tam mukabilinde, kalemi "Lâ ilahe illâ hu" yazıp ve lisanı dahi "Lâ ilahe illallah" diyerek hüsn-ü hâtimenin hâtemiyle sahife-i hayatını mühürleyip, Risâletü'n-Nur talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair olan işarî beşaret-i Kur'âniyeyi vefatıyla imza etmişti. Risâle-i Nur'un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali (Rahmetullahi Aleyh), hapiste Meyve Risâlesi'ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakîkatleri ile cevab vermişti. İnsanı bu asrın dehşetinden ancak şehid olmak kurtarabilirdi. Dâhilde mücahede ancak manevî mücahede suretinde olabilmesi sırrınca, şehidlik de ancak ilim talebesi olmakla mümkündü(r). Zira Vefat eden ve ilm-i Sarf ve Nahiv okuyan bir talebenin kabrinde, Münker Nekir'e nasıl cevab verecek diye murakabe etmiş ve müşahede edip işitmiş ki: Melek-i sual ondan sordu: ‘Men Rabbüke. Senin rabbin kimdir?' dediği zaman o Nahiv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: ‘Men mübtedadır, Rabbüke onun haberidir.' Nahiv ilmince cevab vermiş, kendini medresede zannetmiş. Hem sel gibi akan belalara karşı ferdi çalışmalar kifayet eder gözükmemektedir. Global dünyanın her alanında şirketleşmeler olduğu gibi, manevîyatın muhafazasında da çok ve günahsız dualara ihtiyaç bulunmaktadır. İşte Risâle-i Nur'un yazısını yazmakla o netice hasıl olmaktadır. "Bid'aların ve dalâletlerin istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyeye ve hakîkat-ı Kur'âniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir." Müjde-i peygamberîye bazı talebeler, Hadiste ‘âlim' tabiri var, bir kısmımız yalnız kâtibiz. diyecekler; cevaben, Bir sene bu Risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakîkatlı bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nur şakirdlerinin bir şahs-ı manevîsi var, şübhesiz o şahs-ı manevî bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı manevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyakatsız olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstadlık ve tebeiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmi ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır, hadîste gösterilen ecri alırsınız. denilecekti. MEVZU OSMANLICAYI KORUMAK DEĞİL, KUR'ÂN'IN HARFLERİNİ MUHAFAZA ETMEKTİR Risâle-i Nur bu asra hem bir sirac, hem bir lem'a, hem bir şua olmakla dalâlet karanlıklarını dağıttığı gibi; harflerinin yazılmasıyla hâsıl olan netice, manevî bir elmas kılıç hükmünde dalâletin şer neticelerini neticesiz bırakıyordu. Nurdan, ateşten şuurlu varlıklar yaratan Rabbimizin şe'nidir ki, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halkeder. Hatta bunlar gibi, havaya ekilen mukaddes kelimelerden dahi pek çok mahluku yaratır. Bu nokta-i nazardan, Kur'ân'dan süzülen iman hakîkatlerinin toplandığı bir hakîkat kitabı Risâle-i Nur'un Kur'ân'î olan harflerini yazanların yazma işini yapıyor olmaları ve yazdıkları o yazılar oldukça ehemmiyetlidir. Mevzu, Osmanlıcayı korumak değil, Kur'ân'ın harflerini muhafaza etmektir. Kur'ân'a âit ne varsa kıymettardır ve sevablıdır. Yazan kişi, hiç olmazsa sevabına binaen yazıya sahip çıkacaktır. Kaldı ki, lafız mânâyla kaimdir. O harfler Kur'ân adına hizmet eden manaları taşıyan Nur Risâleleri adına çalışır ve çalıştırılırsa mezkur neticeleri temin edecektir. GELİN HEP BERABER TEVBE EDELİM! Bedîüzzaman Hazretleri talebelerinden masumane üç aylarda sevab kazanmak niyetiyle yazıda tembellik edenleri ikaz ediyor ve onlara yukarıya aldığımız dersi, ders veriyor. Bizler biz olalım, masum değil de tembellikten ve nefsaniyetten gelen gevşeklikten yazıda kalemi çalıştırmaktan uzak kalmayalım ve şu cümlelere iyice kulak verelim: GELİN HEP BERABER TEVBE EDELİM! Herkesin bir vazifesi vardır; öyle vazifeler de vardır ki, herkesin vazifesini içine alır. Zaman, kalemi çalıştırmak zamanıdır. Zaman, gayret zamanıdır ve insan için ancak yaptığı vardır. Biz biz olalım, yaptığımız en iyi işi, şimdi daha iyi yapalım.

Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Rasulullah (asm) Benî İsrail'den bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetti. Benî İsrail'den borç talep ettiği kimse: Bana şâhidlerini getir, onların huzurunda vereyim, şahid olsunlar! dedi. İsteyen ise: Şâhid olarak Allah yeterdedi. Öbürü: Öyleyse bana kefil getir. dedi. Berikisi Kefil olarak Allah yeter dedi. Öbürü: Doğru söyledin! dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi. Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönebileceği bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı, sahibine hitap eden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da denize getirip:Ey Allah'ım, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şâhid istediğinde ben: ‘Şâhid olarak Allah yeter!' demiştim. O da şahid olarak sana razı oldu. Benden kefil isteyince de: ‘Kefil olarak Allah yeter !' demiştim. O da kefil olarak sana razı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim ama bulamadım. Şimdi bunu sana emanet ediyorum! dedi ve odun parçasını denize attı. Adam oradan ayrılıp, memleketine dönebileceği bir gemi aramaya başladı. Alacaklı da borç verdiği adamın geleceği gemiyi bekliyordu fakat beklediği gemi gelmedi. Adam evine dönerken içinde bin dinarın bulunduğu odun parçasını buldu, yakacak olarak kullanmak üzere evine götürdü. Odunu parçalayınca içindeki parayı ve mektubu buldu. Borç alan kişi bir müddet sonra memleketine döndü.. Bin dinarla adama uğradı ve: Malını getirmek için sürekli gemi aradım; ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadım dedi. Alacaklı: Sen bana bir şeyler göndermiş miydin? diye sordu. Öbürü: Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim dedi. Alacaklı: Allah Teâlâ Hazretleri, senin odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı sana bedel ödedi. Paranla geri dön dedi.  (Sahih-i Buhari, kefalet 39, Bab1,C.3,Sh.36/Tecrid Tercemesi, H.no: 745, C. 5, Sh. 307,) Yukarıda bahsi geçen kıssadan alınacak pek çok hisse vardır. Bu yazımızda başta nefsimiz için aldığımız hisselerin bir kaçına kısaca işaret edeceğiz. 1. Niyet-i hâlisanın (samimi niyetin) kerâmeti vardır. Samimi niyet bir işin sonunun hayırlı olmasına doğrudan doğruya etki eder. Çünkü hayırlar genellikle samimi niyetlerin neticesinde oluşur. Kıssada bahsi geçen kişiler, işlerin Allah'a havale edilmesi, borç alışverişi ve alanla veren arasındaki hukukun korunması hususunda samimi niyetin nasıl olması gerektiğini öğretiyor bizlere. İşte bu tam bir iman, tevekkül (Sebeblerine uyup neticeyi Allah'a bırakma) ve samimi niyetin kerâmetidir ki böyle harika bir olayın meydana gelmesine vesîle oluyor. 2. Borç vererek insanların sıkıntılarını gidermek fazilettir. İnsanı mutlu eden durumlardan biri de başkalarının ihtiyacını gidermektir. Muhtaç birine yardım etmenin, ihtiyacı olanın ihtiyacını gidermenin öylesine ulvî bir lezzeti vardır ki bu duyguyu bir kez tadan kimsenin aynı duyguyu yaşamadan etmesi neredeyse imkânsızdır. Bu hâl öyle bir noktaya gelir ki kişi artık kendini başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak için çırpınırken görür. Burada önemli olan ilk hareketi yapacak cesarete ve iyilik etme duygusuna sahip olmaktır. Gerisi kendiliğinden gelecektir. Kişi mü'min kardeşinin sıkıntısını giderince Allah da onun sıkıntısını giderecektir. İyilik eden, iyilik bulacaktır. 3. Ahde vefa ve vaadini yerine getirmek ilâhi yardıma da vesiledir. Verdiği söze sadık kalmak, borçlu ise borcunu zamanında ödemek, ticârî işlerinde doğruluk ve dürüstlük İslâmiyetin emri olduğu gibi insaniyetin de gereğidir. Bu hasletler kişiye itibar kazandırdığı gibi ihtiyaç anında da kişiyi yalnız ve yardımsız kalmaktan da kurtaran ve yitirilmesi durumunda da herhangi bir bedelle yeri doldurul(a)mayan değerlerdir. Sıdk ve ahde vefa en büyük hazinedir. Ne olursa olsun doğruluktan şaşmamak gerekir.

Eğitimciler, eğitimi şöyle tarif ederler: İnsanlara birşeyler öğreterek onların düşünce ve davranışlarını değiştirme faaliyetidir. Risâle-i Nur eğitimi de bu tarife göre şöyle yapılabilir: İnsanlara Risâle-i Nur'u öğreterek, onların düşünce ve davranışlarını Kur'ân ve Sünnet'in ölçülerine göre değiştirme faaliyetidir. RİSÂLE-İ NÛR'DA AKLIN EĞİTİLMESİ (TERBİYESİ) İnsan aklı, geniş ve soyut hakîkatleri kuşatıp anlayamıyor, çoğu yerde yetersiz kalıp evham ve vesveseye düşüyor. Özellikle de bu asırda, fen ve felsefeden gelen materyalist bir bakış açısıyla âdeta akıllar gözlere indiğinden en bariz ve şüphe götürmez hakîkatler bile sırf aklın darlığından ve fikrin sığlığından dolayı inkâra uğramış ve imânın temel esaslarına ilişilmiştir. Risâle-i Nur'da ise, Kur'ân'ın mucizevî özelliklerinden birisi olan temsil dürbünüyle, en uzak hakîkatler gâyet yakın gösterilmiş. En dağınık meseleler, temsilin toplayıcı özelliği sayesinde toplattırılmış. En yüksek hakîkatlere temsil merdiveniyle kolaylıkla yetiştirilmiş. Aklın rızkı ispat ve delildir. Risâle-i Nur, aklî ve mantıkî delillerle ikna ve ispat metodunu beyanına esas yaptığından, hangi imânî ve Kur'ânî meseleyi ele almışsa, iki kere iki dört eder katiyyetinde ve zaruret derecesinde bütün alternatifleri imkânsız göstererek son derece açık bir tarzda o meseleyi ispat etmiştir (Kastamonu Lâhikası, 11). Bir cisme bir yönden bakmakla, o cismin sadece o yüzü görünür. Diğer cepheleri görünemez. Farklı açılardan bakmakla, o cismi her açıdan görür ve anlarız. Risâle-i Nur da gâyet şumüllü ve geniş olan iman hakîkatlerine farklı Risâlelerde farklı yönlerden baktırarak her cihetten o meselenin akıl tarafından kolayca hazmedilmesini temin etmiştir. RİSÂLE-İ NÛR'DA HİSSİYATIN VE DAVRANIŞLARIN EĞİTİMİ (TERBİYESİ) Aklın tatmin olup ikna olması, yine de o hakîkati yaşamak için kâfi değildir. Bunun sebebi, akıbeti görmeyen ve bir dirhem peşin lezzeti, ilerideki tonlarca lezzetlere tercih eden hislerin, aklın ve fikrin önüne geçmesi ve onlara gâlip gelmesidir. İnandığı halde, hissiyatına mağlup olup, inandığı gibi yaşayamamak, bu asrın en dehşetli bir hâlidir. (Mektubât II, 157) Risâle-i Nur ise, bu dünyada bir manevî cehennemi, dalalette gösterdiği gibi; imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde, manevî elemleri gösterip iyilikler ve güzel hasletlerde ve şeriatın hakîkatlerini yaşamakta cennet lezzetleri gibi manevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenlerini o cihetle aklı başında olanlarını kurtarıyor. (Mektubât II, 157) Bedîüzzaman Hazretleri, 9. Mektub isimli risâlesinde, nasihat edenlerin nasihatlerinin bu zamanda tesirsiz kalmasının sebebinin ahlâksız insanlara Haset etme, hırs gösterme, düşmanlık yapma, inat etme, dünyayı sevme! yani, Fıtratını değiştir! gibi, görünüşte onlar tarafından boş bir teklif ve nasihatte bulunmaları olduğunu söyler. Ona göre eğer nasihatçiler deseler ki, Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz; hem nasihat tesir eder, hem iradeleri dâhilinde bir teklif olur. İşte, Risâle-i Nur, güzel ahlâk adına nasihat ettiğinde Cenâb-ı Hakk'ın verdiği ve imhası mümkün olmayan hislerimizi yok etmekten ziyade, nerelerde kullanmamız lâzım geldiğini yani, meşru zeminlerini gösterdiği için nasihati tesirli oluyor. Ne kadar süslü ve edebî bir üslup olursa olsun. Ne kadar belâğatli ve fesih bir ifâde tarzı kullanılırsa kullanılsın, eğer anlatılan hakîkati veya yapılan nasihati, bizzat anlatan şahıs yaşamıyorsa, o hakîkat ve nasihat muhatap üzerinde tesirini göstermez. Kulakta kalır, kalbe inmez. Kalbinde hâlâ vesvese ve evham barınmaya devam eder. Kendini ıslâh edemeyen başkalarını da ıslâh edemez. sözü bir hakîkatin ifâdesidir. İşte Risâle-i Nur, öncelikle müellifinin nefsini ıslâh etmiş ve kalbinin vesvese ve evhamını susturmuştur (Kastamonu Lâhikası 6). Hem hakîkatlerin tam tesirinin muhatap üstünde görünebilmesi için sadece ve sadece Allah rızası için bu iman ve Kur'ân hizmetinin yapıldığının, muhatap tarafından anlaşılması gereklidir. Ta ki muhatabın nefsi anlasın ki, ne dünyevî ne uhrevî ne maddî ne de manevî bir ücret talep ediliyor. Bu hizmet sadece Allah rızası için yapılıyor. Konuşan yalnız ve yalnız hakîkattir. Kur'ân hakîkatleridir. Nefsin vesvesesi kalmasın. İşte Risâle-i Nur'un büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği büyük tesirin sırrı budur. Bundan başka bir şey değildir. (Emirdağ Lâhikası II, 53) İmânî meseleler sadece ilim ile değildir. İmânda insandaki çok latîfe ve duyguların da hisseleri vardır. Nasıl ki, bir yemek mideye girdikten sonra, muhtelif sinirlere ve organlara muhtelif suretlerde dağıtılır. İlimle gelen imânî meseleler de, akıl midesine girdikten sonra, derecelere göre ruh, kalp, sır, nefs gibi bütün latîfeler ve hisler hisselerini alırlar ve emerler. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. (Mektubât I, 129) Risâle-i Nur, imânî meselelerden o kadar yoğun, ısrarlı ve tatmin edici bir tarzda bahseder ki, bütün his ve duygular ondan hissesini alır ve nurlanır. Böylece fiillerin kaynağı olan, kalp ve hislerin meyilleri (Mektubât II 192-193), haktan ve hayırdan yana olmaya başlar. RİSÂLE-İ NÛR'UN EĞİTİM (TERBİYE) SİSTEMİNDE CEMAATİN ÖNEMİ Sadece teoride kalan, uygulaması yapılmayan bilgi, kişi ya da kişilerin düşüncelerini etkileyip değiştirse de, onların davranış, hâl ve tavırlarını etkileyip değiştirmesi kâmil mânâda mümkün değildir. Risâle-i Nur'un eğitim (terbiye) sisteminde de, şahsî okuma, ders dinleme, beraberce grup şeklinde okuma, ezber yapma ve daha başka usüllerle öğrenilen imânî ve Kur'ânî hakîkatlerin, cisim giymiş numunelerinin görüneceği, pratikte uygulamasının yapılacağı bir cemaat ortamı vardır. Bedîüzzaman Hazretleri bu cemaate, Risâle-i Nur'un Şahs-ı Manevisi demektedir. (Lem'alar, 175) Bu cemaat ortamında kardeşlik, ihlâs ve tesânüd düsturlarıyla birbirlerine bağlanmış Nur Talebeleri, birbirlerinin güzel ahlâkından ve ihlâslarından tam istifâde edip, yani birbirlerine ayna olarak, öğrendikleri hakîkatlerle amel etme cihetine gidip, kâmil manâda Risâle-i Nur'un eğitiminden (terbiyesinden) istifâde etmektedirler. Böylece, her biri baki elmaslar kıymetinde olan imânî ve Kur'ânî hakîkatlerin, sadece akılda teorik olarak değil, bütün davranış, hâl ve tavırlarlarda da kendini maddeten göstermesi, yani eğitimin (terbiyenin) tamamlanması temin edilmiştir.

Mecelle; Osmanlı Devletinde, Ahmed Cevdet Paşa Başkanlığındaki ilmî bir heyet tarafından, islâm hukukuna bağlı kalınarak hazırlanan ve asıl ismi Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye olan meşhur bir kânunnâmedir yani bir kanun kitabıdır. Mecelle, lügatte; risale, mecmua, kitap manâlarına gelir. Mecelle, Osmanlı Devletinin resmî kânunnâmelerinden biri olup, bu hukuk abidesi olan bu kanunnâme ilk defa 1877 yılında Sultan Abdülhamid Han zamanında tatbik edilmeye başlanmış, 1926'da yürürlükten kaldırılmıştır. Bu arada başka İslâm devletlerinde de uygulanmış ve bugünkü manâsıyla medenî hukukun ve hukuk usulünün birçok bölümünü ihtivâ etmektedir. Osmanlının her bakımdan yara aldığı, tanzimât döneminde islâm dinine yabancı kalan ve kurtuluşu batılılaşmakta gören başta Mustafa Reşid Paşa olmak üzere, Fuad ve Ali Paşalar Avrupaî tarzda birtakım yenilik hareketlerine giriştiler. O dönemde kanunlarda da yenilik yapmak için bilhassa Ali Paşa gibi idareciler, Fransız Medenî Kanunu'nun aynen tercüme edilerek, Osmanlı'da tatbik edilmesi fikrini ileri sürüyorlardı. Buna mukâbil Ahmed Cevdet Paşa ve bazı önde gelen ilim adamları, İslâm hukukunun zengin ve işlenmiş bir dalı olan Hanefî fıkhının kanunlaştırılması fikrini savunuyorlardı. Sonuçta bu fikir gâlip geldi ve gerçekleşmesi için, Ahmed Cevdet Paşa'nın reisliğinde, memleketin en kıymetli âlimlerinden oluşan Mecelle Cemiyet-i Osmaniyesi adıyla ilmî bir heyet kuruldu. Bu cemiyet, Osmanlı Devletinin tanzimât devrinde en mühim, sosyal hâdiselerinden birini teşkil eden ve Osmanlı fikir hayatının ölmez ve muhteşem bir âbidesi olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye'yi ortaya koydu. Mecelle, giriş kısmı olan mukaddime ile birlikte 16 kitaptan ibarettir. Bu muhteşem hukuk abidesi, 1851 maddeden meydana gelmiş olup, evvela kitaplara, kitaplarda ayrı bir mukaddime ile bablara, bablar da fasıllara ayrılmıştır. Başlangıç kısmındaki Mukaddime 100 maddelik, vecize üslubu ile yazılmış ve çoğu dilimizde hala kullanılan, atasözü haline gelmiş, umumi hükümlerden, hukuk kaidelerinden oluşur. Zaten Mecelle'ye asıl şeref ve şöhretini temin eden de bu harika mukaddime kısmıdır. Son olarak; Bedîüzzaman Hazretlerinin de Risâle-i Nurda çoklukla kullandığı bu mükemmel hukuk kaidelerinden birkaç örnek verelim: MECELLE HUKUK KAİDELERİNDEN ÖRNEKLER Def-i mefâsid celb-i menâfi'den evlâdır. Bir şeyde zarar ve bozuklukların def edilmesi, uzaklaştırılması, menfaatlerin elde edilmesinden önce gelir. Hayır ve sevaplı bir işi yaparken harama girme tehlikesi varsa harâmı terk etmek helâli işlemekten önce gelmelidir. Mevlânâ'nın ifadesiyle, Ambarda buğday toplamadan önce fare deliklerini kapamak daha iyidir. Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur. Yani, iki kötü şeyle karşı karşıya kalındığında daha hafif, daha az kötü olanı seçilir. Mesela tedavi imkânı olmayan gangren olmuş bir parmağın kesilmesiyle el kurtulacaksa, parmağın kesilmesi tercih olunur. Tevehhüme i'tibâr yoktur. Yani, delile dayanmayan vehim ve kuruntulara hukukta i'tibâr edilmez, kıymet verilmez. Hukuk vehimlerle değil delillerle ilgilenir. Â Şekk ile yakîn zâil olmaz. Şekk; şüphe, zan anlamındadır. Yakîn ise, doğruluğu kesin olan bilgi demektir. Bu kaide şüpheli bir şey yüzünden doğruluğu kesin olan bir şey terk edilmez, manasına gelmektedir. Berâet-i zimmet asıldır. Yani, zimmetinde bir şey olmama, aksi isbât edilinceye kadar borçsuz, suçsuz sayılma hukukta esastır. Suç veya hata iddia ediliyorsa, ispatlanmalıdır. İspatlanıncaya kadar, her insan ma'sumdur. Kaynak: Hukuk tarihi ve tefekkürü bakımından Mecelle, Dr. A.Refik GÜR, Sebil Yayınevi, İstanbul 1993 Mektubât, Bedîüzzaman Said Nursi Kastamonu Lahikası, Bedîüzzaman Said Nursi

Ağzı varsa sözü yok ki küçük dilinde Ahuzarı yas bürünmüş inler kalbinde Zulme rıza gösteren de zulmün içinde Gök yarılsın perde kalksın azap yerinde Zir-ü zeber etsin Allah, en yakın günde  Bir sabidir gördüğüm… Gördüğüm, günahsız bir çocuk… Çocuğun gözlerinde ye's… Ümitsizlik harmanında, kördüğüm olmuş çocuk… İştahsızlığım bu yüzden Bu yüzden damarlarımdaki burukluk Neyi varmışta almamışlar ki ellerinden? Neyi kalmış ki minicik ellerinde? Ciğerlerinde fosfor yükü pıhtılı nefes Kan kokusuna alışkın minicik burun Hangi organını koparmadılar ki körpecik bedeninden? Ağlamaya çalışmış, Hıçkırığa karışmış, Boğulmuş bir ses… Hayatın kocaman yükü boğazında ilmek ilmek Düğümlenmişti o çocuğun…  Mazlum çocuk, Ayağın neden çıplak? Korkmuş bakışlarını çek! Ne olursun, çek üzerimden… Rahatsızlandığım işte bu yüzden Bu yüzden benzimdeki solukluk Annesini bile ayırmışlar ondan Nereye sığınsın ki çocuk Güneşini de almışlar gökyüzünden Araya dumandan perdeler çekmişler Her yer zindan ona, her yer karanlık Sahip çıkmaya da kimsesi yok artık Orta yerde bırakmışlar… Yitmişler… Çocuk gördüm, boynunu bükmüş, Üstü, başı, kirli, yırtık… Masum yüzüne de karalar hiç yakışmamış İşte, tüm suratsızlığım bu yüzden Bu yüzden üzerimdeki durukluk Utanma! Kirin, şerefindir, ey şanlı çocuk! Evin, baban, kardeşin, Mahallede arkadaşında mı kalmamış? Peki ya hoşça vakit geçirdiğin oyuncakların… En çok neyini geri versinler istersin? Seni ne ile avutabiliriz ki, Ne dersin? Ne istemişlerdi İsrail'in barbarları senden, Niçin yağdırdılar üzerine fosforlu boncuk? Gazze'de yaşamak ne de zormuş değil mi? Gazze'de olmak çocuk…  Görüyorum, sendeliyor, garip, delirmiş Beratsızlığım bu yüzden Bu yüzdendir geceleri uykusuzluğum Sıcacık çayları önüme getirseler de Yudumlayamam En güzel yemekleri pişirseler de Lokmayı ağzıma koyamam Gazze'de aklını yitirmiş çocuklar varken, ben Asla ve kat'a hayatımdan lezzet duyamam  Acıya mı açtın gözünü? Zulmete mi boğuldun? Zulme uğramak zor mu? Yetim kalışın kalbinde ateş mi?...Kor mu? Küçücük yaşta yara mı aldın? Canını çok yakıyor mu? Bu koşullardayken ey çocuk! Senin karnın hiç acıkıyor mu? Bilemiyorum, Kimsesizlik yüreğini acıtıyor mu? Dünyada ki akranların asude büyüyorken Sevilip, koklanıp, kollanıyorken Kısacası, mutlu iken el âlem Nasıl desem, Ey çocuk! Gazze'de… Bir av gibi… İnsan değilmiş gibi yaşamak… Sana da ağır geliyor mu? Â

Eddâî1 Yıkılmış bir mezarım* ki, yığılmıştır içinde Said'den yetmiş dokuz** emvat2 bâ-âsam3 âlâma4. Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş, Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm'a5. Mezar taşımla pür-emvat6 enindar7 o mezarımla, Revânım8 sâha-i ukba-yı ferdâma9. Yakînim10 var ki: İstikbal semavatı11, zemin-i Asya12, Bâhem13 olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm'a14. Zira yemin15 yümn-i imandır16. Verir emni17 eman18 ile enama19...  1    Dua eden, davet eden 2   Ölüler 3   Günahlarla 4    Elemlere 5    İslamın zararına 6    Ölü dolu 7    İnleyen 8    Gidiyorum 9   Yarınki ahiret sahama 10    Kat'î inancım 11    Gelecek göğü 12    Asya yeri 13    Birlikte 14    İslamın mucizeli beyaz eline 15    Sağ el 16    İmanın bereket ve uğurudur 17   Emniyet ve barışı 18    Emin ve korkusuz kılma 19    Halka  Vefâtının 49. yıldönümünde aziz üstadı rahmetle ve minnetle yâd ediyoruz. * Üstad Bediüzzaman'ın bu bir kıt'alık bu şiiri, Lemaat Risalesi'nin başında yer almaktadır. Rumî 1337, hicrî 1339, miladî 1921 yılında İstanbul'da tab ettirdiği şiirin haşiyesinde Bu kıta onun imzasıdır diye not düşmüştür. Çünkü vefatından kırk sene evvel, 1921 yılında yazdığı bu şiiriyle ileride mezarının yıkılacağına, işaret etmektedir. ** 79 emvat ifadesiyle, vefatının 1379 hicri yılında olacağına işaret ediyor. Çünkü Hazret-i Üstad, 79 değil 83 yaşında vefat etti. Yani şiirdeki 79'la yaşına değil, vefat tarihine işaret ediyor. Hakikaten 25 Ramazan 1379'da, yani 23 Mart 1960 da ahirete göç etmiştir. Elbette bu iki harika kerâmet, o yüksek şahsiyete yakışır mükemmel bir imzadır. Üçüncü kerâmeti de inşaallah İslâmın yed-i beyzasının âleme emniyet ve huzuru hâkim kılmasıyla görünecektir. Â

ÇOCUKLUK YILLARI Bitlis vilâyetine tâbi Nurs köyünde doğan ben, dokuz yaşından beri şefkatli vâlidemi görmediğimden sohbetinde bulunamadım. O hürmetli muhabbetten mahrum kaldığım ve üç hemşiremi de onbeş yaşımdan sonra göremedim. Ömrümde mücerred kaldığımdan dünyada çocuklarım olmamasından, çocuklara karşı şefkatkârane zevklerinden, memnuniyetlerinden de mahrum kaldığım ile beraber bu noksaniyeti hissetmiyordum. *** Eski zamanda, dağdağalı hayatımda hakkımda acib havadisler peder ve vâlideme ihbar ediliyordu. Sizin oğlunuz öldü veya vuruldu veya hapse girdi gibi fena haberleri babam işittikçe, keyifleniyordu, gülüyordu. Derdi: Mâşâallah, oğlum yine bir ehemmiyetli iş, bir kahramanlık göstermiştir ki, herkes ondan bahsediyor. Vâlidem ise, onun süruruna karşı şiddetle ağlıyordu. Sonra zaman, babamın haklı olduğunu çok defa gösteriyordu. *** Ben on yaşında iken, büyük bir iftihar, hattâ bazan temeddüh suretinde bir haletim vardı; istemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime der idim: Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârane hususan cesarette çok fazla gösterişin ne içindir? Bilmiyordum, hayret içinde idim. Bir-iki aydır o hayrete cevab verildi ki; Risâle-i Nur, kabl-el vuku' kendini ihsas ediyordu. Sen âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken, o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kabl-el vuku' ile hissedip hodfüruşluk ederdin. Bizim Nurs köyümüz ise; hem eski talebelerim, hem hemşehrilerim biliyorlar ki; bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler, güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben hem kendime, hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakikî bir ihtar ile bildim ki: O masum Nurslu insanlar, Nurs Karyesi Risâle-i Nur'un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilâyetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs Köyü'nü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kabl-el vuku' ile o nimet-i İlahiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler. EN ESASLI DERSİ ANNESİNDEN ALMASI Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerim o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum. MEVLÂNA HÂLİD BAĞDADİ HAZRETLERİNDEN MANEN İCAZET ALMASI Eski zamanda, ondört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmadığı... O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakib veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azîmeden dört-beş zâtın vefat etmeleri cihetinde, ellialtı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakk'a yüzbinler şükrediyorum. İLK İSTANBULA GELİŞİ Talebe hayatımda rastgelen âlimlerle mücadele ederek ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inâyet-i İlahiye ile mağlub ede ede İstanbul'a kadar geldim. İstanbul'da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederek nihâyet rakiblerimin ifsadatıyla merhum Sultan Abdülhamid'in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilânıyla ve 31 Mart Vak'asındaki hizmetlerimle İttihad ve Terakki hükumetinin nazar-ı dikkatini celbettim. Câmi-ül Ezher gibi Medreset-üz Zehra namında bir İslâm üniversitesinin Van'da açılması teklifi ile karşılaştım. Hattâ temelini attım… ŞAM'A GİDİŞİ Kırk sene evvel Şam'daki Câmi-i Emevî'de Şam ülemasının ısrarıyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin âdeme yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders Risâlesindeki hakikatları bir hiss-i kabl-el vuku' ile Eski Said hissetmiş, kemal-i kat'iyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatlar görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmibeş sene devam eden bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kabl-el vukuun kırk elli sene te'hirine sebeb olmuş ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyette başlamış. Bu Hutbe-i Şamiye; İslâm Âleminin içinde bulunduğu maddî manevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esarete hangi sebeblerden dolayı mâruz kaldıklarını bildiren; ve buna karşı çare-i halâs gösteren; ve bundan sonra, İslâmiyetin zemin yüzünde maddî-manevî en yüksek terakkiyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizliyeceğini delâil-i akliye ile isbat eden, müjde veren çok kıymetdar, bütün müslümanlara, hattâ insanlığa şamil bir dersdir, bir hutbedir. MEDRESET-ÜZ ZEHRA PROJESİ Câmi-ül Ezher'in kızkardeşi olan, Medreset-üz Zehra namıyla dâr-ül fünunu mutazammın pek âlî bir medresenin, Kürdistan'ın merkezi hükmünde olan Bitlis'te ve iki refikasıyla Bitlis'in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir'de tesisini isteriz. Emin olunuz biz Kürdler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş'et eder. MİLİS KUMANDANI OLARAK BİRİNCİ CİHAN HARBİNDE CİHAD ETMESİ Eski Harb-i Umumî'de Pasinler Cephesinde şehid merhum Molla Habib'le beraber Rusya'ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir-iki dakika fasıla ile bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstünden geçip, arkada dere içine saklanan askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim: Molla Habib ne dersin, ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim. O da dedi: Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim. İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı İlahî bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib'e dedim: Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz. dedim. Hem Bitlis muhasarasında ve avcı hattında Rus'un üç güllesi öldürecek yerime isabet etti. Biri de şalvarımı delip iki ayağımın arasından geçip o tehlikeli vaziyette sipere oturmaya tenezzül etmemek bir halet-i ruhiye taşıdığımdan, arkadan Kumandan Kel Ali, Vali Memduh Bey işittiler. Aman çekilsin veya sipere otursun! dedikleri halde; Bu gâvurun gülleleri bizi öldürmeyecek dediğim ve hiçbir ihtiyat ve tedbire ehemmiyet vermeyerek o gençlik zamanında o zevkli hayatımın muhafazasına çalışmadığım halde… HARP ESNASINDA İŞARATÜ'L-İ'CAZ ADLI ARAPÇA ESERİNİ YAZMASI "(Bir şey tamamıyla elde edilemediği takdirde o şeyi tamamıyla terketmek caiz değildir" kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber; Kur'ânın bazı hakikatlarıyla, nazmındaki i'cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat Birinci Harb-i Umumî'nin patlamasıyla Erzurum'un Pasinler'in dağlarına ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağlar ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsirlerin, kitabların bulunması mümkün olmadığından; yazdıklarım yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun alâ nur; şâyet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir. Evet tashihe muhtaç yerleri vardır, fakat hatt-ı harbde büyük bir ihlâs ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir, çünki o zamandaki ihlâs ve hulusu şimdi bulamıyorum. ESARET YILLARI Rusya'da Kosturma'da doksan esir zabitlerimizle beraber bir koğuşta idik. Ben o zabitlerimize arasıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi. Gördü dedi. Bu Kürd gönüllü alay kumandanı olup çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum ders vermesin. İki gün sonra geldi. Dedi. Madem dersiniz siyasî değildir. belki dinî ve ahlâkîdir. dersine devam eyle.deyip izin verdi. *** Ruslar beni Kürd Gönüllü Kumandanı suretinde; kazakları ve esirleri kesen gaddar âdem nazariyle bana baktıkları halde, beni dersten men'etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zâbitlerin kısm-ı ekserîsine ders veriyordum. Bir def'a Rus Kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için siyasî ders zannetti. Bir def'a beni men'etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı câmi yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men'etmediler; beni muhabereden kesmediler. ANKARA HAYATI Bin üç yüz otuz sekiz senesinde [bundan on sekiz sene evvel] Ankara'ya gittim. İslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gâyet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerime bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdad edip, zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur'ân-ı Hakîm'den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî Risâlemde yazdım. Ankara'da, Yeni Gün Matbaası'nda tab'ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilenler az ve ehemmiyetli bakanlar da nadir olmakla beraber, gâyet muhtasar ve mücmel bir surette olan o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. BARLA HAYATI Çam dağında yalnız başına Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylasında Çam Dağı'nın tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti. Altıncı Mektub'da izah edildiği gibi; o gece ıssız, sessiz, yalnız ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki; gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi, öyle de; senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünyanın gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılab edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi: Evet ben vatanımdan garib olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden de ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gecenin ve dağın garibane vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yaklaşıyorum ki, bütün dünyadan birden müfarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içindeki ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir reca ve bir nur aradım. Birden iman-ı billah imdadıma yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki; bulunduğum muzaaf vahşet bin defa daha tezauf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi. Isparta'ya muhabbeti ve Isparta hakkında söyledikleri Tatlı bir tevafukun meyvesini, aynı gün daha şirin bir tarzda gördüm. Şöyle ki: İki asker, kemal-i sevinçle gâyet dostane Sen Isparta'lısın, bizim hemşehrimizsin. Ben de dedim: Maaliftihar, her cihetle Ispartalıyım. Isparta, taşıyla toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır. Ve herbiri yüze mukabil, yüzer ve binler hakikî kardeşlerimin meskat-ı re'sleridir. Evet bu havaliye gelen Isparta'lılar asker olsun başkalar olsun, ekseriyet-i mutlaka ile beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor, Sen Isparta'lı mısın? Ben de diyorum: Maaliftihar, ben Isparta'lıyım. Ve Isparta'da o kadar hakikî kardeşlerim ve akariblerim var ki, meskat-ı re'sim olan Nurs Karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta'nın bir küçük evlâdı hükmünde olan Isparta Nahiyemize, büyük Isparta'nın bir tek köyünü tercih ediyorum. O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta taşı da, toprağı da, bana ve belki Anadolu'ya mübarek olmuş. İnşâallah hem Anadolu'ya, hem Âlem-i İslâm'a neşrettikleri nur tohumları birer rahmete mazhar olur, sünbül verir. Hem gıda, hem ziya, hem deva olup; manevî galâ ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır. Denizli hapishanesi medrese-i Yusufiye hakkında Sonra bizi Isparta hapishanesinden Denizli Hapishanesine aldılar. Beni tecrid-i mutlak içinde ufunetli, rutubetli soğuk bir koğuşa soktular. İhtiyarlıktan ve hastalıktan ve benim yüzümden masum arkadaşlarımın zahmetlerinden bana gelen çok teellüm ve Nurların ta'til ve müsaderesinden gelen çok teessüf ve sıkıntı içinde çırpınırken, birden inâyet-i Rabbaniye imdada yetişti. Birden o koca hapishaneyi bir Dershane-i Nuriyeye çevirdi ve bir Medrese-i Yusufiye olduğunu isbat etti ve Medreset-üz Zehra kahramanlarının elmas kalemleriyle Nurlar intişara başladı. Hattâ o ağır şeraid içinde Nur'un kahramanı, üç dört ay zarfında yirmiden ziyade Meyve ve Müdafaat Risâlesi'nden yazdı. Hem hapiste, hem hariçte fütuhata başladılar. O musibetteki zararımızı büyük menfaatlere ve sıkıntılarımızı sevinçlere çevirdi.. Hafız Ali'nin zehirlenerek şehid edilmesi Ben merhum Hâfız Ali'yi unutamıyorum. Onun acısı beni sarsıyor. Eski zamanlarda bazan böyle fedakâr zâtlar. kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim o merhum benim yerimde gitti.eğer Onun fevkalâde hizmetini sizler gibi o sistemde zâtlar yapmasa idi Kur'âna İslâmiyete büyük bir zayiat olurdu. Ben onun vârisleri olan sizleri tahattur ettikçe o acı gidiyor.bir inşirah geliyor. Medar-ı hayrettir ki: ben şimdi onun manevî belki maddî hayatıyla âlem-i berzaha gitmesi cihetiyle o âleme gitmek için bende bir iştiyak zuhur etti.ve ruhuma başka bir perde açıldı. Nasılki: buradan Isparta'daki kardeşlerimize selâm göndererek muarefe ve muhabere ile sohbet ediyoruz.aynen öyle de Hâfız Ali'nin tavattun ettiği âlem-i berzah nazarımda Isparta,Kastamonu gibi olmuş. Hattâ bu gece mesmuata göre buradan birisi oraya gönderilmiş. On defadan ziyade teessüf ettim. Ne için Hâfız Ali'ye onun ile selâm göndermedim. Sonra ihtar edildi ki:Selâm göndermek için vasıtalara ihtiyaç yok. kuvvetli rabıtası telefon gibidir.hem o gelir.alır.hem O büyük şehid Denizli'yi bana sevdiriyor. daha buradan gitmek istemiyorum. EMİRDAĞ HAYATI İşkence ve baskı görmesi Ben şimdi düşünüyorum. Yirmisekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zâlimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu ne için tahakkuk ettiremiyorlar. Çünki hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkum etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı mes'eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor; beni tazyik ediyor; türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmisekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihâyet kendileri de anladılar. Vasiyetnamesi Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risâle-i Nur'daki a'zamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevî sebeb hissediyorum. Kendini Risâle-i Nur'a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer âdem kabrimin yakınında olup, bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.

Bedîüzzaman ile Urfa şehri arasındaki münasebeti bilmeyenimiz pek azdır. Urfa, tarihi ihtiva eden bir şehir olması ve bu tarihi seyir içinde pek çok hadisenin yaşanması hasebiyle tarihimizin sayfalarında altın harflerle yazılıp yâd edilmiş ve pek çok muhterem zatlar -ki başta enbiyâlar ve evliyâların- yaşadığı şehirdir. Bazı rivayetlerde Hz. İbrahim (as), Hz. Eyyub (as), Hz. Şuayb (as), Hz. Musâ (as), Hz. Elyesa (as), Hz. İsâ (as)'ın burada yaşadığı rivayet edilmiştir. Hatta bu peygamberlerden Eyyub (as)'ın kabr-i şerifi Urfa sınırları içerisinde bulunmaktadır. Ayrıca evliyâullahtan olan Hayat-el Harrânî ve Hz. Hüseyin Efendimizin torunlarından İmam Bakır Hazretleri gibi pek çok zat da yine bu topraklarda yaşadığı bilinmektedir. Hayat-el Harrânî (ra) ki, vefatından sonra halen tasarrufu devam eden ehl-i kemal zatlardan biridir. Yine bu silsile-i nurânî içerisinden gelmiş, ama gelişi, manevî kış mevsimi diye adlandırdığımız, ümmetin en dehşetli helâket ve felâketi yaşadığı zaman olan âhir zamana tesadüf etmiş olan zatlardan biri de Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleridir. Hz. Peygamber (asm)'ın açmış olduğu yolda giden nurânî kafilenin son temsilcilerinden biri olan Üstad Hazretleri, ömrünü ve tükenmek bilmez enerjisini, bu planlı tahribatların def'i için harcamış, bu zamanın hastalığının reçetesine Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi ittiba- i Kur'ândır. Azametli bahtsız bir kıta'nın, şanlı tali'siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır diyerek hayatını bu yolda vakfetmiştir. Nihayet tarihler 1960 senesini gösterdiğinde her fânî gibi O da hayatının son dönemlerine girmiştir. 1960 senesinde Bedîüzzaman Hazretleri üç defa Ankara'ya gitmiş, burada dönemin ileri gelen idarecileriyle kendilerine bir takım ikazlar ve ihtarlarda bulunmak gayesiyle görüşmüş fakat bir netice alamadan dönmüştür. Bir müddet Emirdağ'da ikametine devam eden Üstad Hazretleri daha sonra Isparta'ya geçerek hizmetine burada devam etmiştir. Buradaki sohbetlerinde ve nasihatlerinde sık sık âhiretten bahsetmesi ve vasiyeti mahiyetinde sözler sarfetmesi yakın talebeleri tarafından Üstadın son günlerini yaşadığı hissini vermiştir. Tam bu sıralarda, Bedîüzzaman Hazretleri verdiği âni bir kararla, yanındakilere, Urfa'ya hareket emri verir. Gerek hastalığı, gerekse üzerlerindeki istibdadın neticesinde tam yirmi beş saatte ancak Urfa'ya varabilirler. Üstad Hazretleri Urfa'ya ömründe iki defa uğramıştır. Biri 1911 tarihinde Emeviye Camisinde içinde on bin kişinin ve Arap ulemasından meşhur yüz âlim zatın bulunduğu, daha sonra Hutbe-i Şamiye ismiyle basılan hutbesini okuduğu Şam-ı Şerif'e giderken uğrayıp, Urfa Yusuf Paşa camisinde halka hitap ettiği bilinmektedir. Diğer gelişi ise birazdan bazı detaylarıyla bahsedeceğimiz ömrünün bu son demlerinde olmuştur. Urfa'ya giren Üstad Hazretleri burada İpek Palas oteline yerleşir. Bu mübarek zatın memleketlerine gelişini haber alan Urfalılar pek çok muhterem zata sahip çıktıkları gibi Üstadlarına da sahip çıkmış, bağırlarına basmışlar, saygı ve hürmetle kendisini karşılamışlardır. Otelin önü ana baba gününe dönmüş, yedisinden yetmişine bütün Urfalılar bu muhterem zatın elini öpüp, hayr duâsını alma yarışına girmişlerdir. Şanlıurfa'da şöyle bir sokağa çıksanız ve yaşı ilerlemiş piri fânîlerle biraz muhabbet etseniz pek çoğunun Said Nursî Hazretleri'nden duâ aldığını veya elini öptüğünden bahseden kısa anılar dinleyebilirsiniz. Peki, ömründe, neredeyse hiç denebilecek kadar az bulunmuş olduğu bir memlekete, hem de pek çok yer kendisini ısrarla davet ettiği halde, Bedîüzzaman Hazretleri neden ısrarla Urfa'yı tercih etmiştir? Bu soruya dolaylı da olsa bir cevab olabileceğini düşündüğümüz ve Risâle-i Nur'larda Emirdağ Lahikasında (c.2 s.126) geçen bir mektubu nakledelim: NEDEN URFA? Üstadımız buyuruyor ki: Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafından nurlara karşı kuvvetli eller sahip çıksın. Çünkü orası hem Anadolu'nun hem Arabistan'ın hem Şarkın bir nevî merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına vesile olur. Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükürler ediyorum ki: o havalinin dindarları ve hamiyyetkarları sahip çıkmağa başladılar. Bende kendi paramla aldığım ve zehir hastalığının fazla rahatsızlığı içinde tashih ettiğim bana mahsus bir kısım mecmualarımı onlara gönderiyorum. Çok yerlerden ve çok mühim zatlar istedikleri halde ben Urfa'yı her yere tercih ediyorum. Urfa Medrese-i Nuriye'sine veriyorum. İnşallah bir kısım daha onlara göndereceğim. Orada İnşallah Kur'ân'a ve imana tam hizmet edecek. Orayı Isparta'daki Medresetüzzehra ve Mısır'daki Cami'ül Ezher'in küçük bir nümunesi haline getirmeğe vesile olmağa ve Şam ve Bağdat'taki Medrese-yi İslâmiyenin bir nümunesini yapmağa yol açmalarını Rahmet-i İlâhiyeden ümid ediyorum. Hem madem Risâle-i Nur'un mesleği hıllettir. Ve Urfa ise İbrahim Halîlullah'ın bir menzilidir… İnşâallah bu meslek-i hilet-i İbrahimiye orada parlayacaktır. Hem ihtimal kavidir ki… Bu dehşetli semli hastalıktan kurtulsam gelecek kışta Urfa'ya gitmeyi cidden arzu ediyorum. Bütün Urfa halkına çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah duâ ediyorum. Ve bütün Urfalılara selam ediyorum. Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir. Ben çok hastayım onlar da bana duâ etsinler. Hüvel Baki… Said Nursî Üstadımız bu mektubundaki: Çok yerlerden ve çok mühim zatlar istedikleri halde ben Urfa'yı her yere tercih ediyorum cümlesiyle neşredilen eserleri kastetmesine rağmen, son nefesini vermek istediği yeri de (Allah u âlem) bizlere haber vermiş olduğunu düşünüyoruz. Bir diğer rivayette Niçin bu hasta halinizle Urfa'ya kadar geldiniz? diye sorulduğunda: Kardeşim rüyamda pederim İbrahim (as)'ı gördüm. Beni Urfa'ya çağırdı. diye cevap verir. Bu arada konuyla alakadar ibretlik bir hadiseyi anlatmadan geçemeyeceğiz: Urfa halkının pek ziyade hüsn-ü zanlarından korkup kendilerine bir zarar geleceği evhamına kapılan zamanın İçişleri Bakanı Namık Gedik Urfa emniyet amiri Talip Albayrak'ı arayarak Said Nursî'nin derhal Isparta'ya gönderilmesini ister. Üstadın çok hasta olduğu, doktorun seyahat edemez raporu verdiği ve kendisini götürecek arabanın da olmadığını söylediklerinde Çöp arabası ile de olsa gönderin! deme talihsizliğinde bulunur. Kaderin ne garip bir tecellisidir ki, bu şahıs 1960 ihtilalinde (meclis penceresinden atlayarak) öldüğünde, cenazesini götürecek araba bulamadıkları için çöp arabasıyla götürmek mecburiyetinde kalmışlardır. Zaten bu gibi mübarek ve muhterem zatlara ilişenlerin sonları da böyle hazin ve elim değil midir? Ve nihayet, Bedîüzzaman Hazretleri, 23 Mart 1960 tarihinde, mübarek bir Kadir gecesinin sabahında ruhunu Rahmân'a teslim etmiştir. Yapılan istişareler neticesinde Üstadın naaşı Dergâh Camisinde, Urfa'nın meşhur hafızları nezâretinde yıkandıktan sonra, o tarihe kadar misli görülmemiş bir kalabalığın beraberinde Ulu Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından, Urfa'nın manevî havası en bol yeri olan Halilurrahman dergâhında kendisi için hazırlanan menziline defnedildi. (Rahmetullahi Aleyh) Vefatından iki ay sonra, 12 Temmuz 1960 tarihinde, Eddâî başlıklı şiirinde de zikredilen ve Üstadın bir nevî kerâmetvârî haberi niteliğinde olan mısralarda da belirttiği gibi, bu mübarek zatın mezarı askeri bir erkân nezaretinde bir gece aniden tahrip edilerek bizce meçhul bir yere nakledilir. Üstadımızın mezarı hususunda, Risâle-i Nur'da başka bir yerde de: Has bazı talebelerimden başkası bilmemek elzemdir ifadesi, bizi mezarını bilmemek hususunda rahatlatmaktadır. Cenâb-ı Hak bizleri, başta Habib-i Ekrem (asm) in, âlinin ve ashabının ve bu zatların şefaatine nail eylesin. Âmin.

İrfan Mektebi'ni Risâle-i Nur Üniversitesi'nin bir meyvesi, bir yayını, bir eğitim tarzı olarak görüyoruz. Bu vesile ile İrfan Mektebi'nin aslı olan Risâle-i Nur Üniversitesi hakkında 1950'lerde Eşref Edib (Fergan) tarafından kaleme alınıp Sebilü'r-Reşad gazetesinde ve üniversiteli genç talebelerin hazırladığı Tarihçe-i Hayat'a derc edilen makalenin bazı kısımlarını alıntılayarak İrfan Mektebi okurlarının nazar ve fikirlerine arz ediyorum. Eşref Edib'in Bediuzzaman Üstad Said Nursî Hazretleri başlıklı yazısı.. Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat hakkında birçok mektuplar alıyoruz. Hayatına, meslek ve meşrebine dair malumat isteniyor. Muhtelif halk tabakaları arasında şayan-ı hayret derecede kuvvetli bir rabıta husule getirmesinin sırrı nedir? Bu bir tarikat mıdır? Bir cemiyet midir? Yoksa siyasi bir teşekkül müdür? Diyorlar. Gerek idarî gerek adlî bu hususta çok takipler yapıldı. Derin tahkikler, uzun ve müteselsil muhakemeler cereyan etti. Ne cemiyet ne tarikat ne de siyasi bir teşekkül olduğu hakkında hiçbir neticeye varılamadı. En küçük bir delil bile elde edilemedi. Çünkü bir tarikat değil, bir cemiyet değil, siyasi bir teşekkül ise asla değil. O halde nedir? Müddeî umumînin (savcının) ifadesine göre memlekette lâakal beş yüz bin kişi nasıl olmuş da bu zatın etrafında toplanmış ve bu aded günden güne neden artıyor? Ortada mesuliyeti mucib, kanuna aykırı hiçbir şey yok. Yalnız bir Risâle-i Nur var. Bu Risâleler matbu değil. Fakat el yazısıyla yüzlerle, binlerle nüshaları etrafa dağıtılıyor. Bu Risâleler toplatıldı. Mahkeme marifetiyle ehl-i vukuflara tedkik ettirildi. Bunlarda da kanuna aykırı hiçbir şey görülmedi. Mahkeme kararıyla teeyyüd eden bu hakîkat kaziye-i mahkeme haline geldi. Bunun üzerine artık bu Risâleler alabildiğine çoğaldı. Yüz otuz parçadan ibaret olan bu Risâlelerden bir kısmı yüzlerle sahife teşekkül eder. Bazısı makaleler şeklindedir. Bazısı da bir kitap halindedir. Beş yüz sahifeden fazla olanları da vardır. Eski harflerle kitap tabı kanunen memnu olduğu için bu Risâleler el yazısı ile mütemadiyen istinsah olunur. İşini gücünü terk edip hayatını buna vakfedenler var. Kur'ân-ı Kerim'i yazan hattatlar gibi, Nur Risâlelerini istinsah edenler de o derece ecir ve sevaba nail olduklarını itikad ederler. Hem kimde Nur Risâlelerine kalbî bir temayül his ettiler mi derhal yazma bir nüshasını ona yazmak için verirler. İşte ortada bu Risâlelerden başka hiçbir şey yok. Ne tarikat var, ne cemiyet var, ne de siyasi bir parti var. Yalnız arada dönen bu üç kelime vardır. Üstad, talebe, Risâle-i Nur. Said Nursi Üstaddır. Risâle-i Nur'u okuyanlar da talebedir. Risâle-i Nur talebelerinin bütün gayeleri imanı muhafazadır. Bunların en büyük şiarları siyasetle meşgul olmamalarıdır. Ama zahiren böyle görünüp gizli bir takım siyasi fikirler taşımak değil. Çünkü Üstadlarının en birinci nasihati Risâle-i Nur talebelerinin siyasetle meşgul olmamalarıdır. Üstadın kendisi de katiyen siyasetle meşgul olmaz. İnziva halinde yaşar. Zaruretsiz hiç kimseyle temas etmez. Gazete bile okumaz. Maddî hayatında her gün bir kap yemekten başka yemek yemez. Çok zamanlar ekmeğini suya batırır yer, geceyi yalnız geçirir. Gece gündüz ibadetle nurlarla meşgul olur. Yanında Kur'ân ve nurlarından başka da hiçbir kitap yoktur. Bütün ilhamlarını Kur'ân'dan alır. Yazı da yazmaz. Dikte eder talebeleri yazar. Hapishanede tecrit edildiği kimseyle görüşmediği halde nurları yazılıp intişar eder. Bir Nur Talebesinin imanı şayan-ı hayret derecedir. Talebelerinin iman karşısında hayatının bile hiç kıymeti yoktur. Bunların bütün gayeleri iman ve irfandır. Zira hiçbir ihtirasları yoktur. En yüksek ahlak ve fazilet sahibidirler. Ferâiz-i İlâhiyeyi ifaya son derece itina ederler. Menâhiden katiyen ictinab ederler. Çok çalışkandırlar. Hayatlarını ve maişetlerini kendileri kazanırlar. Büyük feragat sahibidirler. Din ve iman yolunda hiçbir fedakârlıktan geri durmazlar. Üstadlarını hakikat ve irfan hususunda dahi-i zaman addederler. Komünizm ve masonluğu imana musallat olan iki büyük ejder olarak kabul ederler. Yeryüzünde imansızlığı yerleştiren ve yayan bu iki teşekküldür derler. İman hudutlarını bu çetelerin taarruzlarından kurtarmak her mümin için en birinci farzdır derler. Müsbet hareket ettikleri ve dünyaya zaruretsiz bakmadıkları için münakaşa ve mücadele etmezler. Acaba bu komünizm ve masonluğa karşı mukabil bir teşekkülat mıdır? Bunlar teşekkülat bilmezler. Öyle şeylerle meşgul olmazlar. Üstadları olan Risâle-i Nur'un nasihatine bütün varlıklarıyla merbutturlar. Cemiyet, siyaset şiddetle yasak, yalnız iman ve din… Nur Risâlelerinin hedefi imanı kurtarmak, kalblere İlahî irfanı yerleştirmektir. Başka şey bilmezler. Hatta düşünmezler bile. Bunların hepsi de münevverdirler. Hatta üniversitenin muhtelif şubelerine devam edenler bu iman ve irfanın en baş talebeleridir. Zaten Nur Risâleleri ilmî ve hakikat felsefesinin meseleleridir. Nur Talebelerinin imanı irfana müsteneddir. Fakat bu iman kuru bir iman değil. İrfan üzerine kurulan bir imandır. Bunlar cehaletin en büyük düşmanıdırlar. Cehle müstened iman onlarca çok makbul değildir. İlim ve irfan temelleri üzerine kurulan iman mükemmel imandır derler. Bu itibarla buna bir mekteb, bir okul desek daha münasib olur. Belki de en doğrusu budur. Mademki tarikat değil, cemiyet değil, parti değil. O halde iman ve irfan mektebi demek münasib olmaz mı? Zan ederim doğrusu da budur. Bu iman ve irfan mektebinin binası, programı, teşkilatı, tahsisatı, idaresi, merkezi, şubesi, amiri, memuru, hiçbir şeyi yoktur. Hiçbir kayda tabi değildir. Gönüller üzerine kurulmuş bir müessesedir. Zamanla mekânla mukayyed değildir. Hududu yoktur. Bu mektebin yaldız bir kitabı vardır. O da Kur'ân'dır. Bütün ilhamları bu kitabındandır. Bu kitap bitmez tükenmez bir irfan hazinesidir. Gelmiş, gelen ve gelecek olan bütün asırları doyurmasına bu hazine yeter. Nur Risâleleri bu hazinenin damlalarıdır. Kalbinde iman ve irfan olan her mü'min bu mektebin talebesidir. Hiç kimseden izin almadan hiçbir kayda tabi olmadan bu mektebe girebilirler. Çünkü bütün mü'minler bu mektebin tabii talebesidir. Nur Risâleleri birer derstir. Onları isterse kendisi istinsah eder, isterse ve fakirse hazır yazılmış olarak kendisine hediye edilir. Okur, istidadı nisbetinde hazzını alır. Artık o vicdanıyla, kalbiyle, ruhuyla baş başadır. Said Nursî çok yüksek bir zekâ ve irfan sahibi imandan ibaret bir varlık olup mü'minler için bir iman ve irfan mektebine ihtiyaç duymuş. Kalbleri dalâlet eşkıyasının taarruzlarından koruyacak bir üniversite açmış. Bunu gönüller üzerine kurmuş. Temelleri dünyalar durdukça yıkılmasın. Sapa sağlam yaşasın. İşte Said Nursî mektebinin Said Nursî üniversitesinin mahiyeti bence budur. Bunu anlamayan devr-i sabık bundan ne kadar korktu. Ne kadar halecanlar geçirdi. Bunu bertaraf etmek için belki ikinci bir Menemen bile düşündü. Buna bir irtica damgası vurmak için çok çalıştı. Fakat muvaffak olamadı. Boş yere hem kendini üzdü. Hem bu mübarek, bu muhterem zatı türlü türlü sıkıntılara maruz bıraktı. Hapishanelerde ömrünü çürüttü. Hapishaneler de bile ihtilattan men edildi. Netice ne oldu? Müddeî umumînin ifadesine göre, lâakal beş yüz bin talebe Anadolu'nun her tarafına yayıldı. Talebelerinin her biri işiyle, gücüyle, dersiyle meşgul; kanuna aykırı en ufak bir şey bile yok. Gönüller üzerine kurulan bu mektebin kapanmasına artık imkân ve ihtimal yok. Evet, Eşref Edib'in yazısı burada tamam oldu. Cenâb-ı Hakk'tan niyazımız o ki: Bizleri İrfan Mektebi olan Risâle-i Nur Üniversitesi'ne hakkıyla talebe olmayı nasib eylesin. Bu vesileyle iman ve ilim ve İrfan Mektebi'nden kana kana feyzdâr olmayı, hem bize hem akraba ve ahbabımıza lütuf buyursun.

Cenab-ı Hak bizleri siz müşfik Üstadımızdan, Risâle-i Nur'dan ölünceye kadar ayırmasın. Siz ve Risâle-i Nur; dünyada mürşidimiz, âhirette şefaatçimizdir. Canımız, Nur-u Kur'ân ve iman olan Risâle-i Nur'a ve Kur'ân dellâlı olan siz Üstadımıza kurban olsun... Her şeyimiz Risâle-i Nur'a feda olsun... Dualarınıza çok muhtaç talebeleriniz ve manevî evlatlarınız... İstanbul Hanımları Risâle-i Nur'un neşrinde, bazı mübarek hanımlar ehemmiyetli fedakârlıklara mazhar olmuşlardır. Risâle-i Nur'u hanımlar, kızlar bizzat kendi elleriyle yazmışlar, göz nurlarını dökmüşler, mübarek kâtibeler olarak imana Kuran'a hizmet etmişlerdir. Eşlerinin Risâle-i Nur'a olan hizmetini daha fazla arttırmak için fedakarlıklarda bulunan kahraman hanımlar da görülmüştür. Risâle-i Nur'u gece-gündüz yazan efendilerine geceleri lâmba tutarak, onların din ve iman hizmetlerine canla başla iştirak etmişlerdir. Hatta öyle Nur Talebesi hanımlar vardır ki, kendilerini son nefeste iman nuruyla hüsn-ü hâtimeye nail edecek Nur Risâlelerini hararetle okumuşlar ve diğer din kardeşleri olan hanımlara da okuyup tanıtmışlardır. Nurları hanımlar içinde neşrederek, pek çok hanımın, Kur'ân ve iman nurlarıyla nurlanmasına vesile olup kahramanca hizmette bulunmuşlardır. Risâle-i Nur'u okuyup okutmakla iman mertebelerinde terakki edip âdeta birer mürşit mertebesine yükselmişlerdir. Hanımlar, sırf Allah rızasını tahsil için, safvet ve ihlâsla, Risâle-i Nurdaki parlak ve çok feyizli Kur'ân nurlarına bağlanmış ve kalplerinde sönmez bir muhabbet ve sevgi besleyerek dünya ve âhirette bahtiyar olacak bir vaziyete kavuşmuşlardır. Risâle-i Nur'un kıymet ve büyüklüğü, temiz kalplerine o kadar yerleşmiştir ki; onu beraberce okuyup dinledikçe, içleri nurlarla, feyizlerle dolup taşmış, nuranî gözyaşları dökerek cuş u huruşa gelmişlerdir. Ne bahtiyardır o hanımlar ki; Risâle-i Nur'un bu mukaddes imanî hizmetinde çalıştıkları için onlar daima hayırla yâd edilecek, âhiretlerine nurlar gönderilecek, kabirleri Cennet-misâl pür nur olacak ve âhirette de en yüksek mertebelere ulaşacaklardır. İnşallah. (Tarihçe-i Hayat) Üstad Bedîüzzaman hazretleri hanımlar için hususi eser yazan tek büyük zattır. Bedîüzzaman hazretlerine göre hanımlar şefkat kahramanıdır ve bu vasıflarıyla Risâle-i Nur hizmetinde ileridirler. Nur'da şefkat esas olmasından, hanımlar o cihette ileridir ve Nurlara ciddî yapışıyorlar. Ben kardeşlerim dediğim zaman, hanım hemşirelerimi kardeşler içinde kast ederim. Bütün mektuplarımda onlar dahi muhataplarımdır. (Emirdağ Lahikası) RİSALE-İ NUR ECZALARINDA NUR'UN FEDAKÂR HANIM KAHRAMANLARI SAV KÖYÜ HANIMLARI Bedîüzzaman hazretleri Sav köyü hanımlarının Risâle-i Nur'a olan kahramanâne hizmetlerini diğer hanımlara numune göstermiştir. Lillahilhamd bu havalide de, bu yakında erkeklerden ziyade bir iştiyak ve faaliyetle buradaki hanımlar tam çalışıyorlar; Sav'lı mübareklerin hemşireleri olduklarını gösteriyorlar. Bu iki tezahür bu zamanda bir fâl-i hayırdır ki; o şefkat madenlerinde Risâle-i Nur parlayacak, fütuhat yapacak. Hem Sav Köyü'nün bahadır çobanları, torbalarında Risâle-i Nur'u yazmak için taşımaları, aynı oradaki hanımların fedakârlıkları gibi bu havalide gâyet tesirli bir medar-ı teşvik olacak. O hanımların ve o çobanların hususî isimlerini bilmek arzu ediyoruz. Tâ hususî isimleri ile has talebeler içine girsinler. (Kastamonu Lahikası) Mühim bir Medrese-i Nuriye olan Sav Köyü'nün başta Hacı Hâfız olarak Ahmed'leri, Mehmed'leri, hattâ muhterem hanımları (Tahir'in refika ve kerimeleri gibi) ve masum çocukları Risâle-i Nur'la meşgul olmalarını düşündükçe bu dünyada Cennet hayatının manevî bir nev'ini zevk ediyorum, görüyorum. (Kastamonu Lahikası) KASTAMONU HANIMLARI Zehra, Hacer, Lütfiye, Ulviye, Nemciye, Aliye, Saniye, Âsiye, Ulviye, Şerife ve Nimet Hanımlar Kastamonu'nun Zehra'ları, Hacer'leri, Lütfiye'leri, Ulviye'leri, Necmiye'leri başka bir sahada (hanımlar âleminde) Nur hizmetinde Feyzi'ye arkadaşlık ediyorlar.(Emirdağ Lahikası) Burada başta Âsiye olarak Ulviye, Lütfiye gibi çok çalışkan hanım şakirdler, Medrese-i Nuriye'deki hemşirelerine ve selâm gönderen Sabri'nin refikasına hem kardeşlerine arz-ı hürmet ve selâm ve dua ederler. (Kastamonu Lahikası) Hem latif, hem güzel, zarif bir hâdiseyi söyleyeceğim: Bu memlekette Risâle-i Nur'a erkeklerden ziyade fedakârane yapışan ihtiyare hanımlar ve ihtiyare hükmünde masume genç hanımlar, eski zaman sırmalı ve yaldızlı gelinlik cihazatının içinde kıymetdar parçaları Risâle-i Nur'un eczalarının cildleri üstüne çekip, bütün Risâleler altun yaldız ile cildlemiş gibi bir tarza girdi. Risâle-i Nur'un manen güzelliğine ve Husrev ve Tahirî ve Ali'lerin ve Hasan Âtıf ve Âsım gibi kardeşlerimizin yaldızlı yazılarının cemaline, cildi üstünde de şirin bir güzellik daha ilâve ettiler. Hâfız Ali'nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şahide değerinde, burada Risâle-i Nur'a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz var. Meselâ Âsiye, Sâniye, Ulviye, Lütfiye, Aliye gibi Risâle-i Nur'un şakirdleri, oradaki hemşirelerine ve kardeşlerine selâm ve dua ediyorlar. (Kastamonu Lahikası) İSTANBUL HANIMLARI İstanbul Hanımları, Risâle-i Nur ve Bedîüzzaman hazretlerine olan muhabbetlerini ulvi hislerle kaleme dökmüşler ve onların mektupları Risâle-i Nur eczalarından Hanımlar Rehberine geçmiştir. Sevgili Rabbimizin kalplerimizde rahmetiyle dercettiği muhabbet hissini; (neden) bizi ebedî saadete götürecek olan iman derslerini Risâle-i Nur ve siz Üstadımız yolunda sarfetmeyelim? Başka yolda sarfetsek; bize dünya ve âhirette eyvahlar dedirtecek, hüsrana götürecek, belki ebediyen ağlatacak. Eğer çocuklarımıza da bu ehemmiyetli hakikati aşılamakla hakikî şefkatimizi su'-i istimal etmeden gösterebilirsek, analık vazifemizi bihakkın îfa etmiş olacağız. Duanıza muhtaç Manevî evlatlarınız. Size Talebe olmağa çalışan Ahiret Hemşireleriniz… İstanbul Hanımları (Hanımlar Rehberi) Çok şefkatli, çok merhametli Üstadımız, Efendimiz hazretleri! Risâle-i Nur'un bizlere ve alem-i İslam'a bu büyük bayramını tekrar tebrik ederiz... Cenab-ı Hak bizleri siz müşfik Üstadımızdan, Risâle-i Nur'dan ölünceye kadar ayırmasın. Siz ve Risâle-i Nur; dünyada mürşidimiz, âhirette şefaatçimizdir. Canımız, Nur-u Kur'ân ve iman olan Risâle-i Nur'a ve Kur'ân dellâlı olan siz Üstadımıza kurban olsun... Her şeyimiz Risâle-i Nur'a feda olsun... Dualarınıza çok muhtaç talebeleriniz ve manevî evlatlarınız... İstanbul Hanımları (Hanımlar Rehberi) İZMİR, MANİSA VE ÇEVRESİNDEKİ HANIMLAR Ey sevgili Üstadımız Efendimiz Hazretleri! Biz sizin ve Risâle-i Nur'un kıymetinin bir zerresini bile medh ü sena etmeğe muktedir değiliz. Risâle-i Nur'un ve sizin medhiyenizi, kudretli talebeleriniz coşkun lisanlarıyla, hararetli aşklarıyla terennüm ediyorlar. Biz ise, onların ayaklarının izlerinde sürüklenerek tâ huzurunuza kadar çıkabilmek için, böyle bozuk lisanımızla bunları size yazdık. O şüheda-i hakikat Hâfız Ali ve Hasan Feyzi'nin (rh) hatırları için, bizim bu cür'etimizi hoş görmenizi hazretinizden niyaz ediyoruz. İzmir, Manisa ve havalisindeki Talebeleriniz ve manevî evlâdlarınız ve âhiret hemşireleriniz namına… (Hanımlar Rehberi) DİĞER HANIM KAHRAMANLAR Şamlı Hâfız Tevfik'in haremi, merhume Zehra Risâle-i Nur'un te'lifi başında, başkâtib Şamlı Hâfız Tevfik'in haremi merhume Zehra, ben Barla'da iken, Şamlı Hâfız Risâle-i Nur'u yazmasına çalışmak için o merhume, Hâfız'ın bedeline belinde odun taşımakla odun getiriyordu ve Hâfız'ın işlerini görüyordu.. tâ nurları yazsın. Biz de o merhumeyi o iyiliğine mukabil, Risâle-i Nur'un vefat etmiş has talebeleri içinde o vakitten beri duamızda şerik ediyoruz, hem dua edeceğiz. (Kastamonu Lahikası) Çok çalışkan ve fedakâr Tahir'in iki mübarek kızları Mübarekler, Tahir ile beraber; Tahir'in bize o kıymetdar kalemiyle Cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası gibi çok güzel yazıları, burada herkesi lezzetle mütalaaya sevkediyor. Hâfız Ali'nin mektubunda, Tahir'in yazdığı ve göndereceği Sözler'i daha alamadık. Ve onun masume iki mübarek kızlarının yazdıkları nüshalar burada kadınlar, kızlar âleminde geziyor; görenleri Risâle-i Nur'a cezbediyor. Çok çalışkan ve fedakâr Tahir'in kesretli hediyeleri, bizleri çok borç altında bıraktı. (Kastamonu Lahikası) Asiye Hanım Yirmi seneden beri Risâle-i Nur'a hizmet eden kıymetdar talebeniz, Âsiye Hanım buradadır. Bizlere Risâle-i Nur'u tanıttı. Kadınlar arasında imana, Kur'âna, Risâle-i Nurlarla büyük hizmetler yaptı. Birçok yerlerde hanımlar, genç kızlar, Risâle-i Nur'u yazıp, okuduklarını işitiyoruz, çok sevinçler içinde Allah'a hamd ve şükürler ediyoruz... Nurlara çalışan bütün kardeşlerimize, hem vatanımızdaki âhiret kardeşlerimize dualar ederiz, onları ruh u canımızla tebrik ederiz. (Hanımlar Rehberi) Üstad Hazretleri uzun zaman, icazet almanın alameti olan bir üstad tarafından cübbe giyinmek vaziyetine maniler bulunmasından sonra, yüz senelik mesafeden Hazret-i Mevlana Zülcenaheyn Halid Ziyaeddin kendi cübbesini pek garip bir tarzda Risâle-i Nur şakirdlerinden ve ahiret hemşirelerinden olan Asiye namında bir hanım eliyle o mübarek cübbeyi almış ve giymiştir. (Sikke-i Tasdik) Âsiye'nin has arkadaşlarından Nurcu Şerife Hanım. (Emirdağ Lahikası) Bedîüzzaman Hazretlerinin, Kıymetli hemşiremiz Zehra diye hitap ettiği Zehra hanım İki defa Nur'un hizmeti için buraya kadar gelen kıymetli hemşiremiz Zehra'nın Medreset-üz Zehra'nın kâğıt masrafına iki yüz lira vermesi, hanımlar kısmında da Hüsrev'ler, Feyzi'ler, Ahmed'ler bulunduğunu gösteriyor. (Emirdağ Lahikası) Bedîüzzaman Hazretlerinin Rahmet duası ettiği Hatice, Hicret, Âişe Hanımlar Merhume Hatice ve merhume Hicret'in ve merhume Âişe'nin ruhlarına ve kabirlerine binler rahmet eylesin, âmîn. (Emirdağ Lahikası) Bedîüzzaman Hazretlerinin numune gösterdiği Ümmühan ve Şahide hanımlar (Şahide Hanım aslen Emirdağlı olup, Bolvadin'de çok kıymettar hizmetlerde bulunmuştur. Seksen dört yaşında istanbul'da vefat eden Şahide hanım, Bedîüzzaman üstadın iltifatına mazhar olmuş bahtiyar hanımlardandır) Hâfız Ali'nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şahide değerinde, burada Risâle-i Nur'a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz var. (Kastamonu Lahikası) Cenab-ı Hakk hepsinden razı olsun, böyle kahraman hanımlarının sayısını ziyade kılsın, bizleri de o bahtiyarlardan bir bahtiyar yapsın… Nur'da şefkat esas olmasından, hanımlar o cihette ileridir ve Nurlara ciddî yapışıyorlar. Ben kardeşlerim dediğim zaman, hanım hemşirelerimi kardeşler içinde kast ederim. Bütün mektuplarımda onlar dahi muhataplarımdır. (Emirdağ Lahikası) İki defa Nur'un hizmeti için buraya kadar gelen kıymetli hemşiremiz Zehra'nın Medreset-üz Zehra'nın kâğıt masrafına iki yüz lira vermesi, hanımlar kısmında da Hüsrev'ler, Feyzi'ler, Ahmed'ler bulunduğunu gösteriyor. (Emirdağ Lahikası)

Husrev Efendi, Bedîüzzaman Hazretleri'nin vefâtı üzerine talebelerine Üstâdımız vuslâtın en tatlı şerbetini içti demişti. Husrev Efendi'ye göre Hazret-i Üstad'ın ilmi o kadar geniş ve derindi ki dünyada tam bir muhatap bulamamış, ilminin çoğunu âhirete götürmüştü. Ancak te'lîf ettiği Risâle-i Nurlar bile milyonların îmânını kurtarmaya yetmişti. Onun Hazret-i Üstâd'a yazdığı mektupları hem Risâle-i Nur'un kıymetinin ifâde edildiği veciz rağbetnâmeler, hem talebelerin Üstadlarına ve Risâle-i Nur'a nasıl bir tavr-ı hürmet içerisinde olması gerektiğini gösteren âdâbnâmeler, hem de Kur'ân'ın sâhilsiz ummânından coşkuyla akan Nur Risâlelerinin beşer ruhundaki te'sîrâtına şehâdet eden ihlâsnâmeler hükmündedir. O devamlı, Kur'ân-ı Azîm-ül Bürhan'ın bahr-i ummanında medfun defineleri, Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur ile meydana çıkarmıştır diye tavsîf ettiği Hazret-i Üstâd'a karşı sâir nur talebelerine de örnek olacak yüksek bir tavr-ı hürmet ve hadsiz bir minnettarlık içerisinde idi. Hazret-i Üstâdı bir şiirinde şu mısralarla tavsîf etmişti: Bu günde, Mele-i Âlânın Arzda medâr-ı süruru. Bu günde, sekene-i Arzın Mele-i Âlâda medar-ı iftiharı. Bu günde, Habibullâhın medar-ı nazarı. Bu günde, Müslümanlığın sertâcı. Bu günde, hak tariklerin şâhı. Bu günde, hakîkatların imamı. Hem bu günde, Mahbub-ı Hüdâ. Hem bu günde, allâme-i asır. Hem bu günde, zulmetin nuru. Hem bütün günlerde serdâr-ı hidâyet. Hem Molla Saîde'n-Nursî.. Hem Bedîüzzaman-el-Fahrüddevranî... Husrev Efendi, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri'nin vefâtından sonra Hazet-i Üstâd'ın ve Risâle-i Nur'un çizgisinden hiç şaşmadan, Üstâdının manevî mirasını tahrip ve tahrif etmeden hizmetine devam etmiş ve hem kendi yerine hem de Hazret-i Üstâdın yerine muvaffâkiyetli hizmetler îfâ etmiştir. Böylelikle Risâle-i Nur'un neşriyle Anadolu'ya sökülüp atılmayacak bir surette yerleşmesini te'mîn etmiş, aynı zamanda, Hazret-i Üstad'dan tevârüs ettiği nurânî hizmetini hiç bir manevî kire bulaştırmadan, siyâsî fitnelere âlet olup lekedâr etmeden; Hazret-i Üstâd'ın te'sîs ettiği Risâle-i Nur hizmetinin özünden, ruhundan, künhünden katiyyen uzaklaşmadan, bid'alara taraftar olup bid'akâr mihraklara en ufak bir taviz vermeden istikbâle nakletmiştir. Bu cihetle olsa gerek ki Hazret-i Üstad onun için seneler önce [highlight]Türk milletinin mânevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halâskârıdır ve Türk milleti onun ile iftihar edecek bir hâlis fedakârıdır[/highlight] demiştir.

Üstâdım! Hakkınızda, hatırınıza gelmeyen nimetlerin en güzeliyle dünyevî ve uhrevî mes'ud olmanızı her vakit için duâ etmekteyim. Kur'ân-ı Mübîn'in nurlarının ahz ve neşri hususunda, sevgili Üstâdımız, şahsiyetinizi vâsıta kılmasından dolayıdır ki, sizi bize veren Cenâb-ı Hakk'a minnettarlığımızı tahdîd edemeyiz. Sevgili Üstâdım! Allah sizden hem ebediyen razı olsun, hem de her bir hayırlı işinizde muvaffak etsin, duâsıyla Cenâb-ı Hakk'a müteşekkir olduğum halde size olan minnetdarlığımı arzeder ve damenlerinizi öperim, muhterem efendim hazretleri. Nasıl bugünkü beşeriyet size ve Risalet-ün Nur'a medyun olmasın ki, semamızda dolaşan güneşin saçtığı ve her an ufulüyle bir başka âlemi gösteren nurları gibi değil, Kur'ân'ın arş-ı a'zamından gelen nurlarla ölmez, tükenmez, sermedî bir nuru, Risâlelerinizde gösteriyorsunuz. (…)Risâleleri okuyanlar, sevgili Üstâdım sizin ne büyük ve âlî bir kalbe mâlik bulunduğunuzu teslim için, bilmem tefekküre ihtiyaç var mı? Sevgili Üstâdım, size medyunuz, Risâlelere medyunuz. Bizi size ve Risâlelere ulaştıran Cenâb-ı Hakk'a medyun u müteşekkiriz ve hâmidiz. Ey sevgili Üstâdım, her hususta size yapılacak duâ için kelimat bulamıyorum. Zât-ı Zülcemal bu kadar güzelliklere, hazine-i rahmetinden binler güzellikleri size ihsan etmekle mukabele buyursun. Âmîn! Bu hâdisat gösteriyor ki, bedi' âsârın büyük bir hâsiyeti ve bir kerametidir ki, talebelerini başka ellere vermiyor ve nurlandırmak için başka kapılara boyun büktürmüyor. Ağlayan kalblerimize teselliler veriyor. İmanlarımızı takviye ediyor. Lika-i İlahîyi iştiyakla istetiyor ve sonunda da, Ya Rab! Sen üstâdımızdan hoşnud olacağı tarzda razı ol! nidalarını, lisanen ve kalben söylettiriyor. Kur'ân'ın feyziyle açtığınız bu cadde-i nuraniyede acz ve fakr kanatlarıyla tayeran ederken, ne büyük hârika kerametlerle karşılaşıyorsunuz ve ne azîm hâdisat-ı acibeye şahid oluyorsunuz. Kimbilir, daha neler göreceksiniz ve mazhar olduğunuz bu inâyetlerden bizleri de hissedar ederek, vazifemizde her an gayret ve ciddiyet tavsiye ediyorsunuz. İşte sevgili Üstâdım, bu kadar ikram-ı İlahî karşısında bir taraftan kulluk edemediğim için gözlerim yaşarıyor, kalbim ağlıyor. Diğer taraftan da bâr-gâh-ı Samediyete afv olunmaklığım için yalvarırken, bîhad ve bîhesab minnet ve teşekkürlerimi takdim ediyorum. Ve sevgili üstâdıma ve muhterem fedakâr kardeşlerime muvaffakıyet ve selâmetler ihsan edilmesi için duâgu oluyorum. Kıymetdar Üstâdım Efendim Hazretleri. Ey sevgili ve müşfik Üstâdım! Her an duânıza muhtaç talebeniz, kendi hesabıma düşünürsem, ruhen bir parça istirahat ediyorum. Fakat Üstâdım ve kardeşlerim hesabına düşünürsem, ızdırabım, ye'sim birden bine çıkıyor. Ruhum feveran ediyor. Yine Cenâb-ı Hak hesabına itaat etmek istemiyor.

Bedîüzzaman Hazretleri, Hasan Feyzi Ağabey'i Risâle-i Nur'da bizlere şöyle tanıtır: Bu zât-ı zülcenaheyn, ehl-i kalb ve gâyet yüksek bir ehl-i ilim ve hakîkat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risâle-i Nur'u elde edip, gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risâle-i Nur'un yüksek hakîkatlarını ve kemalâtını çekinmiyerek ruh u canıyla herkese ilân etmiştir. (2) Hasan Feyzi Ağabey, Üstadımızın ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, Risâle-i Nur dairesine girmeden evvel yüksek bir ilim sermayesine sahipti. Kendisi Denizli'de âlim, fazıl, mutasavvıf ve muallim olarak tanınıyordu. Sahip olduğu bu vasıflar ile İslâmiyete hizmet etmeye çalışan hamiyetkar bir vazife ehliydi. Nur Risâleleri telif edilmeye başladığında, yurdun dört bir köşesindeki ehl-i iman gibi, O da bu eserlerden istifadeye çalışmış, fakat Bedîüzzaman Hazretleri ile henüz tanışmamıştı. Tarihler 1943'ü gösterirken, Denizli, ahir zamanın en önemli buluşmalarından birine ev sahipliği yapmaya hazırlanıyordu. Bu tarihte, Üstad Hazretleri Denizli Ağır Ceza mahkemesine, yüz yirmi altı talebesiyle beraber sevk edilmiş, (3) irtica suçlamasıyla yargılanıyordu. Kendilerini, hiçbir şeyin yıldıramadığı nur talebelerinin himmet ateşi, hapishanenin soğuk duvarlarını aşıp Denizli kahramanı Hasan Feyzi (4) Ağabeyin de gönlünü yakmaya başlamıştı. Zaman geçip de bu ateş korlaşınca, Hasan Feyzi Ağabeyimiz; ‘Eğer bu zat, hakîkaten asırlardır beklenen vazifeli şahıs ise, benim kalben vereceğim selamımı alır' diyerek, bir gün Üstad'ın mahkemeye götürüleceği yolda bekler ve geçerken içinden selamını verir. Üstad Hazretleri de, onun yanına yaklaştığında ‘ve aleykümselâm Hasan Feyzi' diyerek ismen mukabelesiyle, onun Risâle-i Nur hizmetinde, en öndeki bayraktarlardan birisi olması sürecine, imzasını atmış olur. Bu tanışma kaderin garip bir cilvesidir. Denizli, Risâle-i Nur'un bir nur fabrikası olan Hafız Ali'yi, Üstadına bedelen bağrına almış, ama onun bedeline onun sisteminde Nurlara çalışacak Denizli Kahramanı Hasan Feyzi Rahmetullahi Aleyh'i (5) yine Risâle-i Nur'a hediye etmiştir. Bu tanışmadan sonra, Hasan Feyzi Ağabey, kendisindeki muallimlik ve ediblik vasfı ile Risâle-i Nur'un sahifelerine en sıcak şiir, mersiye ve mektupları nakşetmiştir. Nasıl Mehmet Akif, bir Çanakkale destanını veya Ravza-i Mutahhara'da bir peygamber aşığını, ya da İstiklal heyecanını satırlarına nakşetmişse, O da Risâle-i Nur'un meziyet ve vazifelerine ışık tutacak şiir ve mektupları Nur'lara kazandırmıştır. Bedîüzzaman Hazretleri ehl-i hakîkatın sohbetine zaman ve mekânın kayıt vuramayacağını söyler. Bu hükme Hasan Feyzi Ağabey'in satırlarında da şâhid oluruz. O aşk dolu kalemden dökülen şiir ve mektupların, sıcaklığından hiçbir şey kaybetmediğini hissederiz her okuyuşumuzda. Emirdağı'nda dehşetli bir yangından, bir dükkânın orada bulunan Âyet-ü'l-Kübrâ nüshalarının bereketiyle, harika bir tarzda kurtulması münasebetiyle Hasan Feyzi Ağabey, Üstadına şöyle yazmıştır: Risâle-i Nur, her ateşi ve her yangını söndürür. (6) Fakat Risâle-i Nur onun kalbine öyle bir ateş salmıştır ki: o aşk ateşi, onun kalbini yangın yerine çevirmiş, o yangından sıçrayan kıvılcımlar, düştüğü nur sahifelerinde bir kora dönüşmüş ve o sayfaları okuyan gönülleri dağlamıştır. Misalen; Hazretinize buradan ayrılırken söylemiştim diye başlayan şiirinde, adeta kalemi feryad etmiştir. Üstad, Denizli'den Emirdağ'a sürgün için giderken, tren istasyonunda kendisine takdim ettiği bu şiirinde, firakın en acı beyitlerini nur sahifeleri ile buluşturup; Bu büyük derd-i elemden kime şekvâ (şikâyet) edeyim İşiten nâlemi (feryadımı) hep ben gibi nalân (feryad eden) olacak diyerek, tesellî arayan gönlünün akibetini Yine sen yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm, Çünkü hicran (ayrılık, ayrılıktan gelen keder) dolu kalbim yine hicran olacak (7) mısralarıyla haber vermiştir. Yazdığı satırlarda feryadı işitilen Hasan Feyzi Ağabey'nin kaleminden, aynı zamanda Risâle-i Nur'dan aldığı ilhamla tevhid pınarlarının çağladığını görürüz. Güzel oku! Her zerrede coşkun birer mana var, Dert ehline bu mânâda canlar sunan eda var dediği şiirinde; Kısa görüp denizleri damlalara çevirme; Hakîkatta, her damlada gizli birer derya var. ifadesiyle tam bir hakîkat dersi verip, Hem dilersen, tükenmeyen sermaye-i serveti, Aç gözünü Nurlara bak, işte sana tufan gibi gına var. (8) diyerek nurlarda bulduğu serveti tüm dünyaya ilan etmiştir. İşte, bir aşk ehli, nur hizmetine böyle sevdalanmış, hayatının en güzel günlerini o nur hizmetine feda etmiş, hayatının en bereketli günlerini yine o hizmette yaşamıştır. Ama Üstadına daha yeni kavuşmuşken, ayrılık vakti de yaklaşmıştır; Emirdağ'da Üstad, ihtiyar haliyle hayatının en zor günlerini geçirmektedir. Suikast niyetiyle yapılan zehirlenmeler silsilesine bir yenisinin daha eklenmesi, Bedîüzzaman'ı acılar içinde bırakmıştır. Bu haliyle, bir de talebelerine vasiyetnamesini yazdırınca tüm talebeleri endişeli bir bekleyiş almıştır. Bunun üzerine Hasan Feyzi Ağabey, ‘Husrev gibi bir sevgilinin senin yerinde ölmek teklifini reddediyorsunuz. Demek göç ve sefer mukakkak mı üstadım? (9) diyerek ve Hazreti İmam-ı Ali'yi ağlatıp, Ömer'i şaşırtan, Ehl-i beyt-i inletip, Medine-i Münevvere'yi karartan o hal-i pür melalin bir nümunesini (10) yaşayacak olmanın endişesiyle yazdığı ve bir belâğat şaheseri olan mersiyesinde, bütün talebelerin hislerine en mükemmel bir şekilde tercümanlık yapmış, kendi ağladığı gibi kalemini de hazin hazin ağlatmıştır. (Bu mersiye Siracü'n-Nur'un 251 - 256. Sahifelerinde yer almaktadır.) Yazımızın başında kaderin garip bir cilvesi olarak, Hasan Feyzi Ağabey'nin Hafız Ali Ağabey'ye bedelen Risâle-i Nur'a hediye edildiğinden bahsetmiştik. Bu ehl-i kalb zat için, ne garip bir tecellidir ki; onun Risâle-i Nur dairesinde, Üstadıyla tanıştıktan sonra geçirdiği ve tarihin şeref levhalarına kaydedilmeye layık hizmetleri, yalnızca iki sene sürmüş. Sonra o da, Üstad Hz.nin ifadesiyle, aynen şehid merhum Hâfız Ali misillü, bir mektubunda dediği gibi: Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak! dediğini tasdik ederek üstadına bedel şehid olup, şehid kardeşi büyük Hâfız Ali'nin yanına gitmiş.tir. (11) Bedîüzzaman Hazretlerinin öncülüğünde devam edecek nur hizmetinin, kahraman şehidleri kervanına, bu kahraman Ağabeymiz de katılmıştır. Cenâb-ı hak şefaatlerine nâil eylesin. Yazımızı, Hasan Feyzi Ağabey'in, şu duasıyla noktalıyoruz. Âb-ı ruy-i Habîb-i Ekrem için.. Kerbelâ'da revan olan dem için.. Şeb-i firkatte ağlayan göz için.. Râh-ı aşkta sürünen yüz için.. Risâle-i Nur'a ve Üstada ve İslâm'a zafer ver ya Rab!.. Âmîn! Hasan Feyzi (Rahmetullahi Aleyh) (12) Kaynak: 1- Siracü-n Nur 251 2- Zülfikar 346 3- Tarihçe-i hayat 241 4- Şualar - 549 5- Lem'alar 279 6- Asay-ı Musa 253 7- Siracü-n nur 257 8- Siracü-n nur 249 9- Siracü-n Nur 253 10- Siracü-n Nur 253 11- Zülfikar 346 12- Zülfikar 356

Câhiliye denilen müşriklere ve kâfirlere ait ırkçılık, birbirine dayanıp yardım eden gaflet, dalâlet, riyakârlık ve zulümden yoğrularak oluşturulmuş bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti ilâh kabul ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye denilen müsbet İslâmî milliyetçilik ise iman nurundan bütün âleme aksedip dalgalanan bir nurdur. İslâmiyet ve insanlık, tarihte ırkçılıktan dolayı pek çok zarar görmüştür. Bu zararlardan ders almamız gerekir. Mesela Emevî Devleti ırkçılık fikrini siyasetlerine karıştırdıklarından hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felaket çektiler. Bilhassa 19. asırdan itibaren Avrupa'daki milletler ırkçılık fikrini çok ileri sürdüklerinden, Fransa ve Almanya'nın çok zararlı daimî düşmanlıklarını netice vermekle beraber, Birinci Dünya Savaşı'ndaki korkunç hâdiseler dahi menfî milliyetçiliğin insanlara ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Aynı zamanda dessas ve aldatıcı İslâm düşmanları, bin seneden fazla İslâm milliyetçiliği ile birbirine bağlı olan Müslümanları mağlup edemedikleri halde, ancak aramıza ırkçılık ve nifak tohumlarını atmakla, yeryüzünün yarısına hâkim olan Müslümanları ve Osmanlı Devletini bölüp parçalayarak mağlup etmişlerdir. Halen de ırkçılık ve hizipçilik denilen bu tahribatçı silahı Müslümanlar arasında kullanmaktadırlar. Şu anda yaşanan bunun çok örnekleri vardır. Sudan'daki kabileler ve umum Afrika'daki kabile ve devletler, Filistin'deki gruplar, Irak'taki ırklar ve mezhepler, Afganistan'daki hizipler vs. zâlim güçler hile ve aldatmakla, bu grupların ve milletlerin hepsini münâfıklıkla birbirine düşürerek aralarındaki katliâmlara sebep oluyorlar. Irz ve namus başta olmak üzere bütün mukaddesâtını ayaklar altına alıyorlar. Nasıl ki aç canavarı sevmek onun merhametini kazanmak değil; bilakis onun iştahını açar. Seven kişiyi parçalar, yer. Sonra da dişlerinin ve tırnaklarının kirasını istediği gibi bu milletleri parçalayıp yiyen zâlim güçler de dişlerinin ve tırnaklarının kira bedeli olarak o memleketlerin gelir kaynaklarına el koyuyorlar. Acaba Müslüman bir grup veya millet, kendi kardeşi olan grup veya milletin sıkıntısından kurtulmak için bu canavar zâlimleri, nâmahremin girmemesi lazım gelen vatanına davet etmek mahiyetinde milliyetçilik veya hizipçilik yaparsa, kendi milletine ve memleketine o düşmanlardan daha büyük düşmanlık etmiş olmaz mı? Düşünen her Müslüman'ın, Irak'ın şu andaki halini göz önünde bulundurarak, bu soruya cevab bulması icap eder diye inanıyorum. Peygamber Efendimiz ferman etmiş: En hayırlınız kavmi günaha girmedikçe (İslâmiyeti yaşamaları için) onları müdafaa edendir. (Ebu Dâvud) Bu hadis-i şerifin ifade ettiği gibi bir milletin birlik ve beraberliğini muhafaza etmesi, hayırlı işlerde yardımlaşması, maddî ve manevî haklarını temin etmesi noktasında günahlardan ve zararlardan o milletin kurtulmasına çalışmak denilen İslâmi ölçülere uygun olan müsbet bir milliyetçiliği yapmak o toplumun hayatını devam ettirmek için gereken bir ihtiyaçtır. Fakat bu tarzda olan milliyetçilik İslâmiyeti muhafaza eden kale hükmünde olmalıdır ve ona hizmet etmelidir; İslâmiyet'in yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet'in kazandırdığı kardeşlik içinde binler kardeşlik ve fayda vardır. Kabir ve ahiret âleminde de o kardeşlik sonsuza kadar devam eder. Onun için milli kardeşlik hissi ne kadar kuvvetli de olsa İslâm kardeşliğinin bir perdesi hükmünde olabilir. Yoksa onu İslâmiyet'in yerine geçirmek o kalenin taşlarını içindeki elmas cevherlerin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak gibi ahmakçasına bir divaneliktir. İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ân'ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'ân'a ve İslâmiyet'e kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı (hücümları) def ettiniz. (Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki)Allah ileride(onların yerine) öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever.(o bahtiyar insanlar) mü'minlere karşı alçak gönüllü, (tahribatçı)kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir dil uzatanın kınamasından korkmazlar.) (Mâide Suresi: 5, 54.) Âyetin övdüğü kavim olmaya layık oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve Avrupalı gibi bu milletin ahlâkını bozmaya çalışan münafıkların hilelerine uyup şu âyetin başındaki tehdide maruz kalan bir millet olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız. Dikkat çeken bir durumdur ki, Türk milleti İslâm milletleri içinde nüfusça en fazla olduğu halde, dünyanın her tarafında bulunan Türkler ise Müslümandır. Diğer milletler gibi Müslim ve gayr-ı Müslim olarak iki gruba ayrılmamıştır. Nerede bir Türk toplumu varsa Müslüman'dır. Macarlar ve Bulgarlar gibi Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten de çıkmışlardır. Artık onlar Türk olarak değil; Macar ve Bulgar olarak bilinmektedirler. Hâlbuki küçük sayılabilecek kabilelerde dahi aynı kabileye mensub Müslüman olan ve olmayan vardır. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme. Yani ey Türk kardeş! Özellikle sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyet'le karışıp kaynaşmıştır. İslâmiyet'ten ayırmak mümkün değildir. Milliyetini İslâmiyet'ten ayırırsan mahvolursun. Geçmişte, Osmanlının uyguladığı adalet ve bıraktığı miras gibi onunla iftihar ettiğin, şan ve şerefine vesile olan bütün güzellikler ve başarılar İslâmiyet'in defterine geçmiştir. Bu başarıları ve eserleri yeryüzünde hiçbir kuvvet silemediği halde, sen şeytanların vesvese ve hileleriyle onları kalbinden silme. Bir vakit üç çocuk koydukları hedefe nişan alıyorlarmış. Birincisi atıp vurunca sevincinden: Ben Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Talha (ra)'nın torunuyum! diyerek övünmüş. İkinci çocuk da hedefi vurunca: Ben şehid Osman (ra)'ın torunuyum! Diyerek övünmüş. Üçüncü çocuk dahi atıp hedefi vurunca, düşünmüş, dedelerinin içinde meşhur birisini bulamayınca: Ben Allah'ın peygamberi hazreti Âdem'in torunuyum! Diyerek övünmüş. Evet, bu çocuktan ders almak icap eder. Çünki insan nesli maymundan veya başka bir hayvandan gelmemiştir. Bütün insanlar aynı anne-babadan meydana gelmiştir. Allah katında farkları yoktur. Ancak insanları farklı kılan takvadır; yani Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmaktır. Rabbimiz bütün kardeşlerimizle birlikte bizleri rızasına muhalif hal ve hareketlerden muhafaza eylesin. Âmin.

İstircâ musîbet anında ([highlight]إنا لله وإنا إليه راجعون[/highlight]) demektir. Bakara Suresi'nde şöyle buyrulur: Sizi mutlaka biraz korku ve açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden bir eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele. Onlar ki, kendilerine bir musîbet geldiği zaman ‘Şüphe yok ki biz Allah'a Aidiz ve O'na döneceğiz' derler. İşte onlara Rablerinden mağfiretler ve bir rahmet vardır ve işte onlar hidâyete erenlerin ta kendileridir. (Bakara: 155, 157) Bu âyette musîbete duçar olanlar ([highlight]إنا لله وإنا إليه راجعون[/highlight]) Şüphe yok ki biz Allah'a âidiz ve O'na döneceğiz dedikleri için övülmüşler ve mü'minler musîbet anında böyle söylemeye teşvik edilmişlerdir. Peygamberimiz (sav) de pek çok hadisiyle musîbet anında istircâ yapmayı ümmetine emretmiştir. Bu konuda bazı hadisler şöyle: İbn Abbas (ra) anlatıyor: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: Ümmetime bir şey verildi ki, o diğer ümmetlerden hiç birine verilmemişti. O da musîbet anında ‘İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciun' (Biz Allah içiniz ve biz O'na dönücüleriz) demektir. (Taberânî, İbn Merduye) Ebu Umâme ra şöyle demiştir: Peygamber Efendimiz (sav)'in nalininin ipi koptu, bu yüzden o istircâ etti (innâ lillâh âyetini okudu). Bu da musîbet midir Ya Resulallah? Dediler. O da Mü'mine hoşuna gitmeyen ne isabet etse, o musîbettir buyurdu. (Taberani) Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: [highlight]Sizden birinin nalininin ipi kopsa istircâ etsin! Çünkü o da musîbettir.[/highlight] (Bezzar, Beyhaki) Tabiinden Abdülaziz b. Revad şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre Nebî (sav) lamba sönünce istircâ etti ve [highlight]Seni üzen her şey musîbettir[/highlight] dedi. (İbn Ebid Dünya) Mü'minlerin annesi Ümmü Seleme (ra) şöyle demiştir: Ben Resulullah (sav)'in, Her hangi bir kul, kendisine musîbet isabet ettiğinde Biz Allah içiniz ve Allah'a döneceğiz. Allahım bu musîbetimden dolayı beni mükâfatlandır ve bu musîbetin yerine ondan daha hayırlı bir şeyi bana ihsan et! derse, muhakkak Allah o musîbetten dolayı onu mükâfatlandırır ve ondan daha hayırlı bir şeyi (o musîbetten sonra) ona verir. Dediğini işittim. (Kocam) Ebu Seleme vefat ettiğinde ben Peygamberimiz (sav)'in tavsiye ettiği gibi duâ ettim. Allah bana Ebu Seleme'den daha hayırlı olan Resulullah'la evlenmeyi nasib etti. (Müslim)

Kalp sağlığı ve beslenme Kalp hastalıklarında beslenme neden önemli? Ortalama yaşam süresinin artmasına rağmen, kalp ve damar hastalıkları (koroner kalp hastalığı) ülkemizde ölüm nedenleri içinde ilk sırayı almaktadır. Ailede 55 yaşından önce kalp hastalığının olması, ileri yaş, hipertansiyon, şeker hastalığı, cinsiyet, sigara, şişmanlık, hareketsiz yaşam ve kötü beslenme koroner kalp hastalığının ortaya çıkmasında önemli faktörlerdir. Biz bu faktörlere risk faktörleri adını vermekteyiz. Bilimsel inceleme ve araştırmalar göstermiştir ki beslenme sadece bu türdeki hastalıkların en önemli risk faktörü değil aynı zamanda en kolay çözüm tedbirlerinin kaynağıdır. Kalp için doğru ve dengeli beslenme nedir? Kalp ve damarların temel görevi vücuttaki tüm hücrelere gerekli oksijen ve temel besinleri sağlamak ve bu hücrelerdeki metabolizma sonucu ortaya çıkan artıkları uzaklaştırmaktadır. Kalp b u sistem içerisinde motor görevi yapar. Kalp dakikada 60–100 vuruş arasında değişen bir hızla günde 9000 litre kanı vücudumuza pompalar. Hayati bir organımız olan kalbin yaşam süresince hiçbir dinlenme dönemi yoktur. Bu nedenle kalbin düzgün çalışması için gerekli olan tüm besinler dengeli ve zamanında alınmalıdır. Doğru ve dengeli beslenmede temel nokta kişinin ideal kilosuna ulaşması ve o kilosunu devam ettirmesidir. İdeal kiloyu belirleyen besinlerden aldığımız enerji yani kalori ve bu kalorinin egzersizle harcanma oranıdır. Kalori basit olarak yiyeceklerin vücutta yakılması ile ortaya çıkan enerjidir. 25 ile 50 yaş arasında kişilerin günlük besinlerle alması gereken kalori yaklaşık 2700–3000 kilokalori iken, 50 yaşından sonra ihtiyaç 2000–2400 kilokaloriye düşer. Bu kalorinin %50'sinin proteinlerden, %30-35'inin karbonhidratlardan ve %15-20'sinin yağlardan alınması beslenmenin dengeli olmasını sağlar. İdeal kiloyu korumada dengeli beslenme kadar düzenli egzersiz yapmak da çok önemlidir. Sağlıklı protein, yağ ve karbonhidratları hangi besinlerden ve nasıl almalıyız? Taze yağlı deniz balıkları hem yararlı omega–3 yağı hem de kaliteli protein içermektedir. Haftada üç kez ızgara veya buğulama balık tüketmek yeterli olacaktır. Yağda kızarmış balık tüketiyorsanız, omega–3 yağ asitlerinin kızartma işlemi sırasında etkinliğini kaybettiğini bilmelisiniz. Konserve balıkların omega–3 içeriği taze balıklara göre daha azdır. Elbette etler iyi birer protein kaynağıdır. Kırmızı et yerine, beyaz ete (balık, tavuk, hindi) öncelik verilmelidir. Ancak beyaz et de olsa aşırıya kaçılmamalıdır. Kırmızı et olarak sıklıkla dana ve keçi eti tercih edilmeli etlerin görünen yağları, tavuk ve hindinin derisi ayrılmalıdır. Etli yemeklere ilave yağ konulmamalıdır. Etler kızartma yerine haşlama ve ızgara yöntemi ile pişirilmelidir. Kolesterol içeriği yüksek olduğu için sakatatlar, pastırma ve sucuk mümkün olduğunca az tüketilmelidir. Yumurta farklı günlerde olmak koşulu ile haftada en çok 2 adet tüketilebilir. Yağ olarak doymamış sıvı yağlar, zeytinyağı, ayçiçeği, soya ve mısırözü yağı tercih edilmelidir. Doymuş (kötü) yağ içeren margarin ve tereyağından kaçınılmalıdır. Karbonhidrat olarak tam undan yapılmış gıdaların, rafinerize olmayan esmer pirinç, bulgur gibi gıdaların tüketimi önerilmektedir. Rafinerize undan yapılmış ekmek, beyaz pirinç, makarna, patates ve şekerlerin çok seyrek tüketilmelidir. Kurubaklagiller (kuru fasulye, nohut, mercimek, soya fasulyesi, kuru barbunya) hem iyi bir protein hem de antioksidan ve posa kaynağıdır. Haftada en az iki kere kurubaklagil tüketilmelidir. Yağlı tohumlar (fındık, yerfıstığı, badem ve ceviz) içerdiği posa, E vitamini, magnezyum ve omega–3 yağ asitleri sayesinde kalp hastalıkları açısından son derece yararlıdır. Ancak enerji içeriklerinin çok yoğun olduğu ve günde 1 avuçtan fazla tüketilmemesi gerektiği unutulmamalıdır. Sonuç olarak, eğer bir kalp hastalığınız var ise yukarıdaki önerileri çok daha fazla dikkate almalısınız. Bununla birlikte hâlihazırda sağlıklı bir kalbe sahipseniz (inşallah aynı zamanda iyi ve güzel bir kalbe de sahip olursunuz!) helal olan tüm gıdaları tüketebilirsiniz. Ancak kalbinizin sağlıklı kalmasını istiyorsanız dengeli beslenmek yani çeşitli besinleri az miktarda yemek temel alışkanlığımız olmalıdır. Yemek ile ilgili iki hadis-i şerif bu gerçeği çok güzel ifade etmektedir: Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır, Çok yemekle kalbinizi öldürmeyin! Sağlıcakla kalın.

Jelatin (gelatin) nedir? Jelatin (gelatin), memelilerin dokularında, kasları kemiklere bağlayan, kemikleri birbirine ve diğer organlara bağlayan kısımlarında bulunan ve bir protein olan kollajenden (kollagen) çıkartılan bir protein maddesidir. Başlıca hammadde olarak hayvanların (çoğunlukla sığır ve domuz) deri, kemik ve bağ dokuları kaynatılarak elde edilir. Fakat sığır jelatini domuzunkine göre pahalı ve daha sert olması nedeniyle tercih edilmemektedir. Türkiye'de şimdilik üretimi olmayan jelatinin ithal edildiği ülkelerden başlıcaları ise; Almanya, İtalya, Fransa, Kolombia, Kore, Japonya, Kanada, ABD, Brezilya, Hindistan, Çin ve Pakistan'dır. Bu ülkeler içerisinde ise üretimi helal (sığır jelatini) olarak bilinen sadece Pakistan vardır. Türkiye'nin yıllık jelatin ihtiyacı yaklaşık 4000 tondur. Bunun 750 ton (%20) kadarını Pakistan'dan, kalan kısmını ise daha çok domuz kemik ve derilerinin kullanıldığı diğer ülkelerden ithal etmektedir. Kullanım alanları ise; yoğurtçulukta, peynircilikte, pastacılıkta, şekerlemecilikte, et ürünlerinin muhafazasında, margarincilikte, meyve suyu ve konsantrelerinde, dondurma sektöründe, kozmetikte, ilaç sektöründe yaygınlık göstermektedir. * Gıda Mühendisi Jelatinden başka alternatif olarak kullanılabilen bazı ürünler: PEKTIN (bitkisel-elma kabuklarindan elde edilir) E 440a, AGARAGAR (bitkisel-bir cins deniz yosunundan elde edilir) E 406, GUARK TOHUMU UNU (bitkisel) E 412, MODIFIYE NISASTA (bitkisel) E 1400-E 1450, KITRE ZAMKI (bitkisel) E 413, ARAP ZAMKI (bitkisel) E 414, ALGINATLAR (bitkisel) E 401-E 404, KARRAGENAN (bitkisel) E 407

ÇİZGİLERİN DİLİNDEN FİLİSTİN Politika ve siyasetle iç içe geçmiştir, dünya liderlerinden Türkiye'de siyaset yapanlara en çekindikleri alan olmuştur çizgiler ve çizerler. Şimdi ise bu kalemler, Amerika, İsrail ve Arap liderlerine karşı Filistin'i destekliyorlar. Filistin'de yaşanan dramı ve Arap liderlerin durum karşısındaki duyarsız tutumunun da eleştirildiği karikatür sergisi İstanbul Taksim Metrosu Sergi Salonu'nda gösterime sunuldu. İnsan ve Medeniyet Hareketi Derneği tarafından düzenlenen sergi dünyaca ünlü karikatürist Carlos Latuff (Brezilya) ve Yeni Asya gazetesinden İbrahim Özdabak'a ait 66 adet Filistin konulu çizimden oluşuyordu. MUHTEŞEM FUAR SONA ERDİ 21 Ocak'ta tüm dünyadan milyonlarca ziyaretçiye kapılarını açan Kahire Kitap Fuarı 14 günlük serüvenin ardından bu yıl da sona erdi. Kahire'nin Medine ten Nasr semtinde yer alan Kahire Uluslararası Fuar Alanı'nda düzenlenen ve diğer kültürel etkinliklerle birlikte bir festival havasında geçen fuara olan ilgi geçen seneye oranla oldukça zayıftı. 27 ülkeden 52 yayınevinin iştirak ettiği fuara Türkiye'den katılan Altınbaşak Yayınevi Genel Müdürü Sadık Tanrıkulu, geçen seneye oranla katılımın az olmasına rağmen kendi satışlarını ikiye katladıklarını söyledi. Bu yıl ikinci kez Kahire Kitap Fuarına katıldıklarını belirten Tanrıkulu, Arapçaya çevirdikleri kitap sayısında geçen yıla göre önemli derecede atış olduğunu, standlarını süsleyen Bedîüzzaman Said Nursi Hazretlerinin telif ettiği Sözler, Zülfikâr, Mesnevi-i Nuriye ve Asa-yı Musa isminde toplam dört cilt eser ve 20 adet kitapçığın ziyaretçiler tarafından yoğun ilgi gördüğünü vurguladı. İngiltere fuara onur konuğu olarak katılırken, gelecek seneki fuar için Rusya davet edildi. TÜRKİYE'NİN İLK PANORAMİK MÜZESİ İstanbul'un fethi panoramik ortamda canlandırılıyor. Türkiye'nin ilk panoramik müzesi, Topkapı Fetih Parkı'nda izleyicisiyle buluşuyor. 3.000 m²'lik bir alanda 360 derecelik bir resimle fethin coşkusunu yeniden yaşatıyor. Resmin temel özelliği ona bakıldığında üç boyut etkisi uyandırması. İzleyicinin bu etkiyi görebilmesi için 14 metre uzaklıktaki bir platformdan bakması gerekiyor. 555 yıl öncesinin tekrar sergilendiği müze, dünyada mevcut 30 kadar panoramik müzeden birini oluşturuyor. Resmin 650 metrekarelik alanı gerçek üç boyutlu. 38 metre çapında, 20 metre yüksekliğinde kubbesel bir yapı görünümünde olan resmin içinde 30 metre çaplı ve zeminden 5 metre yükseklikte bir platform mevcut. Tarihi surların kapanmaması için binanın üçte ikisi yer altında inşa edildi. İstanbul 1453 Panoramik Müzesindeki çalışmada resmin bittiği yer diye bir şey olmadığı için, resme bakan kişi optik alışkanlıklarıyla eserin gerçek boyutlarını ilk bakışta kavrayamıyor. Top, kılıç sesleri ve mehter marşı eşliğinde platforma çıkan izleyici, o andan itibaren 10 saniye kadar sürecek bir şok yaşıyor. Bu durum, resmin gerçekliğini ve boyutlarını kavramayı sağlayacak referanslar, başlangıç ve bitiş gibi dayanak noktaları bulamamanın şaşkınlığı. Müze, kapalı bir mekâna girildiği halde bir şekilde tekrar üç boyutlu dış mekâna çıkılmış duygusunu yaşatıyor. Fethin coşkusunu yaşamak ve ilginç deneyimler kazanmak isteyenler için kaçırılmaması gereken bir fırsat. Mekke'ye yolculuk 7 Ocak'ta Abu Dabi'de düzenlenen dünya galası ile gösterime giren film Mekke'ye Yolculuk ile Amerikan yapım şirketi Cosmic Pictures da sinema tarihinde bir ilke imza atıyor. Çekimlerine 2004 yılında başlanan yarı drama yarı belgesel türündeki film ilklerin de bir arada bulunduğu bir yapım. Film, 14. yy da yaşamış olan ünlü Faslı gezgin İbn-i Batuta'nın hayat hikâyesi üzerinden, geçmiş ve gelecekten görüntüler eşliğinde tüm dünyadan Müslümanların gerçekleştirdiği hac yolculuğunu konu alıyor. Kutsal toprakları ziyaret eden kitleleri görüntülerken zaman atlatma (time lapse) gibi görsel açıdan çekici özel efektlere başvuran Mekke'ye Yolculukun bu anlamdaki en iddialı ve de yenilikçi bölümü ise İslâm'ın kutsal kentinin üzerinde yapılan hava çekimleri… Yapım ekibinin uzun yıllar süren inatçı yazışma ve görüşmelerin ardından iknâ etmeyi başardıkları Suudi Arabistanlı yetkililer, İslâm dünyasının 11 Eylül saldırılarından sonra zedelenen küresel imajının yeniden düzeltilmesine olumlu katkılarda bulunabileceği düşüncesiyle, en sonunda projeye destek verme kararı almışlar. Ardından da 2007 yılı Aralık ayında, o yılki Hac ziyaretleri sürerken, Suudi Arabistan Hava Kuvvetleri'ne ait bir helikopter uçuş titreşimlerinden etkilenmeyen bir IMAX kamerasıyla donatılarak, başta Kâbe olmak üzere, sinema tarihinde ilk kez bölgedeki insan seli üzerinde soluk kesici güzellikte çekimler gerçekleştirilmiş. Filmin Harem-i Şerif bölgesinde yapılan çekimlerinde, Suudi şeriat yasaları gereği kontrolü bütünüyle Müslüman ekip üyeleri devralırken, Cosmic Pictures yetkilileri de özel uzmanlık gerektiren IMAX kameralarını kullanacak olan teknisyenleri çekimlerde herhangi bir hata yaşanmaması için aylarca çok sıkı bir eğitimden geçirmişler. Projenin ardındaki en önemli iki isim olan Davies ve Reid, çektikleri öykünün hiç bir siyasî boyutunun bulunmadığını vurgulayarak, böyle bir yapımı gerçekleştirmekteki amaçlarını, Cesur Müslüman gezgin İbn-i Batuta'nın kişiliğinde, İslâm dünyasından olmayanların İslâm'ı ve onun görkemli kültür evrenini daha iyi anlamasına yardım edecek, görsel-işitsel kalite açıdan sınırları zorlayan, bu dünyada yaşayan açık görüşlü her insan, özellikle de gençler için aydınlatıcı bir yapıt ortaya koymak istedik şeklinde açıklamaktalar. Mekke'ye Yolculuk, 2009 yılında gösterime çıkarmak üzere filmi ısrarla talep eden pek çok ülkenin yanı sıra, yalnızca bir tek sinema salonu bulunan ve uzun yıllardır ticarî filmlerin dağıtımına izin vermeyen Suudi Arabistan yönetimi tarafından da önümüzdeki ilkbaharda halka sunulmak üzere satın alındı. Kaynak: Yeni Şafak - Ali Murat Güven

İnternet www.kuranharfleri.com Kur'ân harflerini kültürel açıdan inceleyen bir site: www.kuranharfleri.com Sitenin seyrengâh bölümünde tarihi eserlerde, ecdadımızın göz nuruyla işlediği kuran harflerinin fotoğraflar eşliğinde tanıtımı, duvar kâğıtları ve kuran ile ilgili videolar bulunuyor. Makaleler bölümünde Kur'ân harflerinin hususiyetlerine yönelik bilgilendirici yazılar, Osmanlıca kursu bölümünde yeni eklenen derslerle Osmanlıca öğretimini amaçlıyor. Program SPYBOT - SEARCH & DESTROY İşte size bilgisayarınızı yavaşlatan, gizli bilgilerinize ulaşmaya çalışan casus yazılımlarından kurtulmak için etkili ve ücretsiz bir temizleme programı. Sisteminizde bulunması olası casus yazılımları (spyware), reklam içerikli uygulamaları (adware) sisteminizden tamamen kaldırır. İndirmek için: www.irfanmektebi.com/programlar/spybot.zip Neler Oluyor? BEBEKLERE KONFOR ANNELERE HUZUR Teknoloji dünyasında neler oluyor neler. Bu ay size bazı firmaların anneler için anneler için tasarladığı oldukça kullanışlı bir ürünü tanıtacağız. Eğer yeni doğmuş bir bebeğiniz varsa her zaman gözünüzün önünde olmalı. Yeni tasarlanan bu elektronik beşiklerle mutfakta yemek yaparken, salonda kitap okurken kısacası her yerde bebeğiniz yanınızda mışıl mışıl uyusun. Siz de endişelenmeden huzur içinde işinizi yapın. Elektronik beşikleri, kolay kullanımlı kontrol panellerinden ne kadar sallamak istediğinizi ayarlaya biliyor, hızlandırıp yavaşlatabiliyorsunuz. Bu arada henüz Türkiye'de üretilmeyen bu bu bebek teknolojisinin fiyatı 160 dolar. Bilgisayar ÇOCUKLARINIZI BİLGİSAYARIN ZARARLARINDAN KORUYUN! Günümüzde birçok ebeveynin ortak derdi; Çocukların bilgisayar başında geçirdikleri verimsiz zamanlar. Zararlı internet içerikleri de ayrı bir tehdit unsuru. Windows Vista bu soruna etkili bir çözüm bulmuş: Ebeveyn Denetimleri. Ebeveyn Denetimleri ile çocuğunuzun internet erişimini sınırlaya bilir, bilgisayarda oturum açma saatlerini ayarlayabilir ve hangi oyunları oynayıp hangi programları çalıştırabileceğini belirleyebilirsiniz. Ebeveyn Denetimlerine denetim masasından ulaşabilirsiniz. Windows sizi yönlendiriyor ve kolay bir şekilde denetim sağlıyorsunuz. Windows Vista kullanmıyorsanız aynı amaçla yazılmış ücretli programları kullanmanızı tavsiye ediyoruz.

BEDİÜZZAMAN DİYOR Kİ: "Mevlid-i Nebevî ile Mi'raciyenin okunması, gayet nâfi' (faydalı) ve güzel âdettir ve müstahsen (beğenilen) bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin (islamî sosyal hayatın), gayet latif ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir (sohbet sebebidir). Belki hakaik-i imaniyenin (iman hakikatlarının) ihtarı (hatırlatılması) için, en hoş ve şirin bir derstir. Belki imanın envârını (nurlarını) ve muhabbetullah (Allah sevgisi) ve aşk-ı Nebevîyi (peygamber aşkını) göstermeye ve tahrike (harekete geçirmeye) en müheyyiç (heyecan verici) ve müessir (etkili) bir vasıtadır. Cenâb-ı Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin ve Süleyman Efendi gibi mevlid yazanlara Cenab-ı Hak rahmet etsin, yerlerini Cennet-ü'l-Firdevs yapsın, âmîn... İşte böyle bir zâtın mevlid ve mi'racını dinlemek, yani terakkiyatının mebde' ve müntehasını başını ve sonunu işitmek, yani tarihçe-i hayat-ı maneviyesini bilmek, o zâtı kendine reis ve seyyid ve imam ve şefi' şefaatçi telakki eden mü'minlere; ne kadar zevkli, fahrli, nurlu, neş'eli, hayırlı bir müsamere-i ulviye-i diniye olduğunu anla... Süleyman Efendi'nin mevlidi, rağbet-i âmmeye mazhariyeti delaletiyle; o zât ehl-i velayettir ve ehl-i hakikattır." MEKTÛBÂT, 24. MEKTÛB'UN 2. ZEYLİ