38. Sayı: "Bir Teselli Kaynağı"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiİslâm Dünyası Neresi?
İnsan

20. yüzyılda, İslâm dünyası, hem çok ciddi gerilimler yaşadı hem de çok büyük değişim ve dönüşümlere sahne oldu.  Yüzyılın ilk dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğu ve sömürge ülkelerinden ibaret olan İslâm dünyası, Birinci Dünya Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar tarihinin en bunalımlı dönemini yaşamıştır.  Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile birlikte ipi kopan tespih taneleri gibi paramparça olmuş, neredeyse tamamı Batılı ülkeler tarafından sömürgeleştirilmiş, Türkiye, İran ve Afganistan dışında bağımsız ülke kalmamıştır.   1947’de Pakistan’ın bağımsızlığı ile İslam dünyası için yeni bir dönem başladı denilebilir. İslâmi referansla kurulan Pakistan’la başlayan süreç muhtelif sistemlerle yönetilen pek çok ve birbirinden kopuk İslâm ülkeleriyle hızlandı ve 1970’lere kadar durum bu minval üzere devam etti.  Yüzyılın son çeyreğinde ise İslâm dünyası Batılı güçlerin müdahalelerine maruz kaldı ve mevcut uluslar arası sistem ilk defa gür bir sesle sorgulanmaya başlandı.  Filistin, Afganistan, Keşmir, Doğu Timor, Kafkaslar ve daha pek çok problem bu dönemde su yüzüne çıktı yahut şiddetlendi.  İşte böyle bir atmosferde İslâm ülkeleri bir araya gelmeye karar verdiler ve Mescid-i Aksa’ya yönelik bir kundaklama teşebbüsü sonunda, 1969’da Fas’ın Rabat şehrinde düzenlenen bir konferans sonrasında, İslam Konferansı Örgütü’nün kurulmasına karar verildi.  Yirmi yıl sonra, Soğuk Savaş’ın bitişiyle “İslâm dünyası” kavramı çok daha farklı ve yeni anlamlar kazandı.  Bosna Hersek, Makedonya, Orta Asya ve nihayet bu senenin başında Kosova’nın katılımıyla, Avrupa’nın içlerine doğru coğrafi genişlik kazanan İslâm dünyası, nüfus hareketleriyle de Batı ülkelerinde etkin bir varlık olarak ortaya çıktı.  Artık İslâm dünyası, sınırlarla ifade edilen bir coğrafyadan öte bir anlam içeriyordu ve İslâm dünyası denilince Bağdat’la birlikte Paris, Şam’la beraber Londra, İstanbul’la aynı zamanda New York düşünebilir hale geldi ve böylelikle kavram demografik ve kültürel bir ‘derinlik’ kazandı.  Müslümanlar, tarihte ilk defa Batılı toplumlar içinde ciddi kitlelerle yaşamak zorunda kaldılar.  Bu durum yeni zorluklarla birlikte yeni fırsatları da beraberinde getirdi.  Şimdilerde İslâm dünyası, kendini yeniden keşfetmeye çalışıyor ve şu soruların cevaplarını arıyor:  İslâm dünyası nasıl ve hangi mekanizmalara sahip olmalı ki birlikte hareket edebilsin? Özellikle Batı’da yaşayan Müslümanların hakları nasıl savunulabilir? İnsanlığın İslâm’a daveti için nasıl bir temsil ve tebliğ sistemi kurulmalıdır? Doğru İslâmiyet ve İslâmiyete lâyık doğruluk insanlığa nasıl sunulabilir? Müslümanlar, karşı karşıya oldukları meydan okumalara nasıl mukabele edebilirler? İslâm dünyası, maddeten ve manen, sosyal, kültürel ve siyasi olarak nasıl terakki edebilir? İslâm dünyasının gençliği ve aile yapısı küreselleşmenin meydan okumaları ile nasıl mücadele edebilir? Bu soruların cevaplarını düşünelim; gelecek aylarda İrfan Mektebi’nde bu soruların cevaplarını ararken, İslâm dünyasını tanımak için uzun bir seyahate çıkacağız inşallah.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Ocak
Konu resmi40 Ambar
Tarih

Bedir Gazvesi Sayıları üç yüzü geçen Sahâbe ile, sayıları bine yaklaşan Mekkeli müşrikler arasında Bedir kuyuları etrafında cereyan eden İslâm’ın ilk büyük savaşıdır. Savaş, Müslümanların kesin zaferiyle neticelenmiş, 14 Sahâbe şehîd olmuş, aralarında Ebû Cehil’in de bulunduğu 70 müşrik öldürülmüş ve 70 müşrik esir edilmiştir. Bedir’e katılan Sahâbeler, Ashâb-ı Bedir olarak nitelendirilmiş ve Aşere-i Mübeşşereden sonra Ümmet-i Muhammed’in en efdalleri olmuşlardır. Dâr’ul Hikmet’il İslâmiye Dâr’ul Hikmet’il İslâmiye, gerek Osmanlı Devletinde gerekse de İslâm âleminde ortaya çıkan dinî meselelerin halledilmesi ve İslâm’a yapılan hücûmlara gerekli cevâbların verilmesi için kurulmuş bir teşkilâttır. Yabancı ülkelerden gelen İslâmiyet ile alakalı suâller, komisyonlarda görüşülerek cevablandırılmaktaydı. Ayrıca isteyen her Müslüman da bu teşkilata müracaat edip İslamî bir mesele ile alakalı sualler sorabilirdi. Başta Bediüzzaman Hz., olmak üzere devrin en seçkin âlimleri bu teşkilata aza olarak seçilmişti. Gerek kuruluşunda gerek teşkilatlanmasında çok mühim ve büyük gayeler güdülen ve ileriye dönük büyük hizmetlere vesile olabilecek olan Dâr’ul Hikmet’il İslâmiye’nin ömrü ne yazık ki dört sene sürmüştür.  Osmanlı’da ilk defa telgrafın kullanılması 29 Ağustos 1855’de, İstanbul-Edirne, İstanbul-Şumnu hattının tamamlanmasıyla ilk telgraf Şumnu'dan İstanbul'a gönderildi. Kırım Savaşı'ndan bilgi veren telgrafta; “Müttefik askerleri Sivastopol'a girmişlerdir.” yazılıydı. Osmanlı birlikleri de müttefikler arasındaydı. Yavuz Sultan Selim Fatih’in torunu, 2. Bayezid’in oğlu ve Kanunî’nin babasıdır. Sekiz senelik saltanatında Osmanlı toprakları üç katına çıkmıştır. Mercidabık ve Ridaniye Seferleriyle Suriye, Irak, Mısır ve Arab Yarımadasını fethetmiştir. Bu fetihlerin neticesinde Hilafet, Osmanlı’ya geçmiş ve Yavuz’la birlikte Osmanlı Sultanları İslâm Halifeliği ünvanını da kazanmışlardır. Kendisine Hicaz’ın hâkimi diyenleri ikaz etmiş, Hicaz’ın hâdimi yani hizmetçisi demelerini istemiştir. Mukaddes emanetler onun devrinde İstanbul’a getirilmiştir. Askerî ve siyasî yönüyle bir deha olan Yavuz’un manevî yönü de çok kuvvetlidir. Âlimlere gösterdiği hürmet ve adâleti sağlamadaki tavizsizliği ile ön plana çıkmıştır.   Uhud Gazvesi ve Hz. Hamza’nın şehîd edilmesi Yaklaşık 1000 kişilik İslâm ordusu ile, yaklaşık 3000 kişilik müşrik ordusu arasında Uhud Dağı eteklerinde cereyan eden savaşa Uhud Gazvesi denilmektedir. Medineli münafıkların başı olan Abdullah bin Ubey bin Selül’ün kendisine bağlı 300 kişiyi geri çekmesi üzerine İslâm ordusunun mevcûdu 700 kişiye inmiştir. Uhud Savaşının başlangıcında Müslümanlar galib gelseler de, Halid bin Velid komutasındaki 200 kişilik müşrik süvari birliğinin İslâm ordusuna arkadan saldırması ve bu saldırıyı püskürtebilecek okçuların büyük kısmının yerlerini terk etmesi sebebiyle çok çetin çarpışmalar olmuş, Peygamber Efendimiz’in yanağı yarılmış ve dişi kırılmıştır. Aralarında Hz. Hamza’nın da olduğu 70 Sahâbe şehid düşmüştür. Uhud, Ashâb-ı Kirâm’ın büyük kahramanlıklarına sahne olmuş, bir çok Sahâbe Peygamber Efendimiz için vücûdlarını kalkan yapmışlardır. Savaş esnasında Peygamber Efendimiz, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas’a ok veriyor: “Anam babam sana fedâ olsun, at ya Sa’d!” diyor ve okların isabet etmesi için Allah’a duâ ediyordu.   Bu savaşın sonundaki yenilginin hikmetleri için  7. Lem’a’ya bakabilirsiniz. Laleli Camii 1760-1764 yılları arasında Sultan 3. Mustafa tarafından inşa ettirilmiştir. Câmiin isminin, Laleli Baba ile Sultan 3. Mustafa arasında geçen bir hadise üzerine Laleli olduğu rivayet edilmektedir. Laleli Baba’nın Sultan’ın kendisini ziyareti esnasında; “En büyük nimet, yiyip içtikten sonra insanın ihtiyacını gidermesidir.” demesi, Sultan’ın hoşuna gitmez ve derhal Laleli Baba’nın yanından ayrılır. Ancak Sultan’ın içtiği bir bardak suyu, vücudundan atamaması ve çok şiddetli rahatsızlanması üzerine, Laleli Baba çağrılır. Laleli Baba, Sultan için saltanatını kendisine bırakması şartıyla dua edeceğini söyler. Sultan’ın kabul etmesi üzerine, bir ihtiyaç gidermeye değişilen saltanatı ne yapayım der. Bunun üzerine Sultan, yeni yaptırdığı camiye Laleli Camii ismini verir. Bismark Alman birliğinin kurucusu ve 19. asır felsefecilerinin en ilerisi Prens Bismark’ın, Gençlik Rehberinin sonunda bulunan Kur’ân ve Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hakkındaki beyânlarından birkaç cümle: “Kur’ân’ı her cihetle(yönüyle) tedkîk ettim (inceledim). Her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli (benzeri) ve beşeriyeti (insanlığı) idare edecek hiçbir eser yoktur. Ve gelemez. Yâ Muhammed! (a.s.m.) Sana muâsır (çağdaş) olamadığımdan çok müteessirim (üzüntülüyüm). Beşeriyet (insanlık) senin gibi mümtâz bir kudreti bir def’a görmüş, ba’demâ (bundan sonra) göremeyecektir. Binâenaleyh, senin huzurunda kemâl-i hürmetle eğilirim.”

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiMuvaffakiyetin Sırları (1)
İbadet

Rızık meselesinde olduğu gibi dünyevî işlerde, hususan uhrevî hizmetlerdeki muvaffakiyet Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanıdır. Umur-u uhrevîyyedeki muvaffakiyet en büyük keramettir; ancak muvaffakiyeti veren Allah’tır. Bu noktada insana düşen vazife, Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kurallara riayet ederek gerekli çalışmalarını yapmak ve sonrasında aciz bir kul olarak dua ve tevekkül etmektir.  Muvaffakiyeti nefsimizden bilmek ne kadar yanlış ise; üzerimize terettüp eden vazifeleri yerine getirmeden, Rabbimizin kâinata koyduğu ve âdetullah tabir ettiğimiz kanunlara uygun hareket etmeden muvaffakiyet beklemek de o kadar yanlıştır. Zira Allah, biz kullarından kâinatta cari olan İlahî kanunlara uygun hareket etmemizi istemektedir. Allah’ın yardım ve inayeti bu kurallara uyulduğu nispette artar.  Başarının perdesini biraz olsun aralamak; duygu, düşünce ve hayallerimize istikamet kazandırmak gaye ve düşüncesiyle muvaffakiyetin sırlarını birkaç başlıkta toplayıp her bir sayıda o maddelerden birini ele almak istiyoruz:  Himmetini yüksek tutmak Hedef belirlemek Bilgi donanımına sahip olmak Planlı çalışmak Fedakârlık  HİMMETİNİ YÜKSEK TUTMAK (BÜYÜK DÜŞÜNMEK) Düşünce, niyet ve hedeflerimiz fiil ve amellerimizin çekirdeğidir. Toprağa atılan çekirdeğin, şartlar oluştuğunda yeşerip filiz vermesi ve ardından ağaç olması gibi; niyet ve düşüncelerimiz de bir çekirdek iken, zaman gelir koca bir ağaca dönüşür ve güzel meyveler verir. Yani o niyet ve düşüncelerimiz, zamanı gelince imandan kaynaklanan güzel ve sâlih amellere inkılâp eder. Saatin saniyeleri, dakikaları, saati birbirine paralel olarak akıp gittiği gibi; insan ömrünün günleri, haftaları, ayları, yılları da öyle akıp gider. Bir gün nasıl geçerse bir hafta, bir ay da öyle geçer; bir ay nasıl geçerse bir yıl da öyle geçip gider; bir yıl nasıl geçerse bir ömür de öyle geçecektir. Cenneti kazanmak için sermaye olarak Rabbimizin ihsan ettiği bu zaman dilimlerini azami derecede titiz ve verimli kullanmak durumundayız. Lüzumsuz meşgaleler bizi köprülerden geçirmez. Bu itibarla günlük düşüncelerimiz, hedeflerimiz olduğu gibi; aylık, yıllık hatta bir ömrü içine alacak düşünce ve hedeflerimizin olması gerekir. “Bugün Allah için ne yapabilirim?”  suali sabah uyanır uyanmaz aklımıza gelmesi gereken ilk düşünce olmalıdır. Buna göre niyetimizi yapmalı ve o hedefimize ulaşmak için de daha yatağımızdan çıkmadan duamızı yapmalıyız. Böylece günlük fiil ve davranışlarımızın niyet çerçevesini büyük ölçüde çizmiş oluruz. Neticede hem çalışmalarımızdaki muvaffakiyetin ilk ve en önemli aynı zamanda en kolay adımını atmış oluruz, hem de Hz. Ömer’in “Bugün Allah için ne yaptın?” sualine cevap vermemiz büyük ölçüde kolaylaşmış olur.  BÜYÜK İNSANLAR BÜYÜK DÜŞÜNÜR Büyükler büyük düşünür. Tabir-i diğerle, büyük düşünenler büyük insan olurlar. Çünkü insanın kıymeti hüviyetine göre değil, mahiyetine göredir. Allah, herkese dış özellikler itibariyle el ayak, kaş göz gibi aynı aza ve organları bahşetmiştir. Rabbimiz, insanları dış özelliklerine göre değil; mahiyetlerine yani kalplerine göre değerlendirip ona göre kıymet biçmektedir. Mahiyetin değeri ise o kişinin himmeti, ideali, düşüncesi, hedefleri nispetinde kıymet kazanır. Yalnız kendini kurtarmaya çalışan birisiyle kendisinin yanı sıra bir kişiyi daha iman selametine kavuşturmayı hedefleyen kişi arasında yerle gök kadar fark vardır; zira bir kimsenin imanının kurtulmasına vesile olmak dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Öyle de beş, on, yüz, binlerin, milyonların imanlarını kurtarma hedefi ve gayreti ne kadar farklıdır!  “Bu dünya iki padişaha az gelir.” diyen Yavuz Sultan Selim Han, cihan devletini hedeflemiş, himmetini ve mesaisini büyük idealinin gerçekleşmesine teksif etmiştir. Sonuçta sekiz yıllık padişahlık döneminde yedi ülkenin fethini gerçekleştirmiş, Osmanlı topraklarını iki buçuk katına çıkarmıştır. Takdir olunur ki küçük bir ülkeyi iki katına çıkarmak belki kolay olabilir; fakat koca bir devletin topraklarını iki katına ulaştırmak, ancak Yavuz gibi âlî himmet kişilere nasip olur. Herkese, her zaman bu tür yüksek başarılar nasip olmaz, himmet ve gayret-i dîniyeye göre ihsan olunur. İNSANIN KIYMETİ, HEDEF İTTİHAZ ETTİĞİ MAKSADA GÖREDİR Bediüzzaman Hazretleri Van’da Tahir Paşa’nın konağında misafirdir. O dönemlerde gazeteleri takip eder, özellikle İslâm âlemiyle alakalı haberlerle yakından ilgilenir. Bir gün Tahir Paşa, Hazret-i Üstad’a bir haber gösterir. Habere göre; İngiliz Müstemlekeler Nazırı Gladiston, Avam Kamarasında yaptığı konuşmada elindeki Kur’ân’ı göstererek şöyle demiştir: “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Öyle ise ya Kur’ân’ı onların elinden almalıyız ya da onları Kur’ân’dan soğutmalıyız.” Gazetedeki bu haberi gören Bedîüzzaman Hazretleri’nin ruhunda öyle bir feveran oluşur ki adeta vücudunun bütün zerreleri harekete geçer. Hiddetinden titremeye başlayan Bedîüzzaman, o hiddet ve gayretle şöyle haykırır: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim!” Hâlbuki o haberi binlerce kişi okumuştur. Fark; Hazret-i Üstad’ın âlî himmet duygusu ve gayret-i diniyyesidir.  Onun bu gayret-i dîniyesi bilâhare Risale-i Nurları netice vermiştir. İnsanların iman selameti uğruna dünyasını, hatta âhiretini dahi feda edebilecek kadar himmet-i âliye sahibi olan Bedîüzzaman’ın bu eserleri onun gönlü ve dili olmuş, Hz. Üstad’a bedel Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez nurunu bütün dünyaya ilan ve ispat etmiştir. Onun yerine milyonlarca kişiye iman selameti kazandırmıştır. Bu eserlerin kıyamete dek ne kadar külli hizmetlere vesile olacağı aşikârdır.  BÜYÜK DÜŞÜNENLER BÜYÜK İŞLERLE, KÜÇÜK DÜŞÜNENLER İSE KÜÇÜK İŞLERLE UĞRAŞIRLAR Hedefi ve gayesi büyük olan insanların basit olaylarla, basit düşüncelerle uğraşmaya vakitleri bile olmaz. Onlar ideallerini, heva ve heveslerinin, küçük menfaatlerin üzerinde tutarlar.  Milleti ve memleketi için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen, milletin iman selameti için her türlü zulme, işkenceye tahammül eden, kendisine zulmedenlere beddua bile etmeyen, onu zindanlara atanlara, ancak salâh ve iman temenni eden Bediüzzaman’a bir kez daha kulak verelim: “Bana ıstırap veren, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. (…) Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa! (...) Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!…” Memleket hapishanelerinde yahut zindanlarında yaşamayı, çektiği onca eza ve cefayı, divan-ı harplerde bir câni gibi muamele görmeyi, memleket memleket sürgüne yollanmayı, memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edilmeyi, defalarca zehirlenip türlü hakaretlere mâruz kalmayı imansızlık yangınını söndürmek, iman kalesini kurtarmak için koşarken ayağına takılan küçük çakıl taşları olarak nitelendiren Hazret-i Üstad, büyük düşünen insanların büyük işlerle meşgul olması gerektiğini hayatıyla ispat etmiş ve büyük düşünenlere numune-i imtisal olmuştur.  Netice olarak;  1. Yapacağımız işler, niyet ve düşüncelerimize göre şekillenir; öyle ise her an ve zamanda güzel hizmetlerde istihdam olunmayı ve bu noktada muvaffakiyeti Rabbimizden talep etmeliyiz. 2. Büyük insanların idealleri, sıradan insanların hevesleri vardır. Bizim yüksek ideallerimiz olmalıdır. 3. Himmetimiz milletimiz olmalı; zira kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir. 4. Büyük düşünen kişiler büyük işlerle meşgul olurlar; zira “Büyük insanlar fikirlerle, orta insanlar olaylarla, küçük insanlar dedikodularla uğraşırlar.” 

Mustafa YANKIN 01 Ocak
Konu resmiVâli ve Demirci
İbadet

Horasan vâlisi, bir gece bütün gün çoluk çocuğunun rızkı için çalışmaktan yorularak geç vakit evine dönmekte olan bir demirciyi, şehirde âsâyişi bozan başıboş kimselerle beraber, suçsuz yere, sorgusuz sualsiz hapse attırır. Mazlum adam büyük bir üzüntü içinde hapishânede kıldığı namazın arkasından el açıp duâsını yaparken:  “Rabbim der, Beni evimde uyutmayanları sen de evlerinde uyutma. Sabahlara kadar evlerini başlarına salla!”  O sıralarda yatağına yeni uzanmış olan vâli ise daha gözlerini kapar kapamaz müthiş bir sarsıntı ile evinin sallandığını hissederek fırlar. Bakar ki deprem filan yok. Şükürler olsun, rüyaymış, diyerek tekrar uzanır. Ne var ki yine gözünü kapar kapamaz aynı sarsıntı başlar. Bu hal sabaha kadar sürer.  Ancak insaflı vâli, sabah olunca, bunda bir hikmet olabilir, birine bilmeyerek bir zulüm mü yaptım acaba, diyerek hapishâne müdürünü çağırtıp sorar.  Hapishâne müdürü, kendisinin de işittiği, “Rabbim beni evimde uyutmayanları sen de evlerinde uyutma, sabaha kadar evlerini başlarına salla” diye bedduâ eden bir mahpustan bahseder.  Vâli, demirciyi huzuruna getirtir ve onun suçsuz olduğunu anlayınca, özür dileyerek demirciyi serbest bırakırken tembihini de şöyle yapar:  “Bundan sonra başına böyle bir haksız iş gelirse hemen beni ara!” Demircinin bu teklîfe cevabı vâliye gözyaşları döktürecek derinlikte olur. Der ki:  “Seni neden arayacağım? İşlemediğim suçtan dolayı beni zindana atan zâlim sen değil misin? Ben seni değil, beni senin zulmünden kurtaranı arar, mürâcaatımı yine ona yaparım. Zira o, mazlumun duâsını hemen kabûl ederek evini sabahlara kadar başına sallamasaydı sen yine beni huzuruna çağırmayacaktın, ben de hapishâne köşelerinde inlemeye devam edecektim!” 

İdris TÜZÜN 01 Ocak
Konu resmiSevdamı Benden Almasınlar
İtikad

Etrafına dikkatle bakınarak yürüyordu. “Nerede?” diye sordu yanındakilere. “Bilmiyoruz” dediler. Düşündü, “sahilde” dedi kendi kendine. Yürümeğe başladı sahil boyu. Deniz, yeleleri ahenkle salınan munis bir at gibi dalgalarını kıyıya salıyordu. Epey ilerlemişti bile. İşte. Oradaydı. Oturmuştu. Daha çok önüne bakıyor bir eli şakağındayken diğer elini kumlarda gezdiriyordu. Bazen de başını hafifçe kaldırıyor derin bakışları adeta denizin sularında kayboluyordu.  Heybetli adam, ruhu acıyan gence yaklaşmıştı nihayet. Dalgaların sesi çakıl taşları üzerinde çıkan ayak seslerini gizleyemiyordu. Geldi ve bir müddet ayakta bekledikten sonra yanına yakın oturdu.  — Nasılsın? Dedi.  Genç başını ona doğru çevirdi ve sadece dudağının kenarında hüzün kıvrımı taşıyan bir tebessümle mukabele etti.  — Anlat! Dedi heybetli adam.  Suskunluğa bürünen genç yine cevap vermedi. Ne diyebilirdi ki?! Derin acılar dilsizdi.  Fakat öyle bir “Anlat!” demişti ki yüksek ruhlu adam; “Bin yıl da, beklerim anlatmazsan!”    Donuk bir şekilde bekledi genç. Ayağa batan dikeni bile arayıp bulana kadar heba oluyordu ya insan. Gönlüne batan diken(ler)i nasıl bulup da göstersindi?!  Bir müddet sonra sol eline baktı genç. “Bunu tutanları ben bıraktım” Sonra sağ eline baktı. “Bunu tutanlar da elimi çok acıttılar” “…”  “Sevdamı benden aldılar. Şimdi yalnızım, sevdasızım” Ve yine sustu. Bu susmak nasıl bir sükûttu ki; feryadı büyük adamın ruhunda yankı yapıyordu: “Beşerin merhametten yoksun nazariyeleri değil midir insanı böyle mazlum kılan. Ah merhametsiz nazarlar, merhametten yoksun zekâlar! Ahh sû-i zanlar! Kim bilir hangi ümit dolu masum sineleri kor etti zanna müptela olanlar!”  “Menfi notlar, yanlış yargılar düzelebilir belki bir gün. Peki psikolojik yaraları, yıkılmış bir kuvve-i maneviyeyi, şevk ve heyecan kaybını kim ve nasıl telafi edecek!?” “Oysa mağduriyete giriftar edilen gönüllerin duaları değil miydi semayı aşanlar? Ah semayı aşan duaları unutanlar… Neydi insanları su-i zanna bu kadar cüretkâr kılanlar!?”  “Zordur şevk ve heyecan kaybının telafisi. Annesini kaybetmiş bir yavruya, solmuş bir çiçeğe,  yıkılmış bir harabeye, yanmış bir viraneye döner insan.” Fakat sessizlikte ruhuyla söyleşip duran ve kendini sükûta kelepçelemiş bu genç bilmiyordu ki, yüksek ruhlu adam kararlıydı. Gönüllere batan manevi dikenleri çıkaracak o hekim, yağmurun toprağa yaptığını yapacak, hasta genci hayata kavuşturacaktı. Çünkü o çok mahirdi.  Adam gencin kanayan yüreğini kucakladı ve anlatmaya başladı bir manevi sultandan:  Allah’ın rızasını düşünmekte samimi isen, mahlûkata dayanma, onlardan bir şey bekleme. O derece ki; mal-mülk sahibi bir ailenin çocuğuysan bile onlardan bir şey temenni etme.   Mahlûkattan bir şey ümit etme çünkü onlar; açılıp kapanan bir kapı, bir mevsim meyve verip bir mevsim vermeyen ağaç gibidirler. Unutma ki her işte, ortada yalnız Allah ve nefsin vardır. Kul olmanın özü nefse muhalefettir. Olanların hepsini Allah’tan bil ki, gerçek manasıyla ehl-i tevhid olasın. Kullar tarafından gerçekleştiği vehmine kapılma. Allah’ı unutup yaptıkları işleri tamamen kullara izafe etme ki ehl-i sünnet kalasın. Mahlûkattan nasibine düşeni alırken Allah’ın emrine göre al ve daha ileri gitme. Allah zaten senin ve onların üzerindeki hükmünü vermiştir. Haddini aşıp bir de sen hükmetmeye kalkmamalısın. Allah’ın sana verdiği ilim ve bilgi sebebiyle müstağni isen acele etmemeyi de öğrenmelisin. Temennisinde bulunduğun işte bir müddet bekle, hemen ‘bu ilham Allah'tandır’ deyip o işi yapmaya girişme. Hayrın tamamını gözle. Zira sen işe giriştiğinde akıbetinin ne olacağını, bir fitne mi yoksa Allah’ın senin için bir imtihanı mı olduğunu bilemezsin. Allah’ın sana bir yol açmasını bekle. Şayet o iş Allah’ın senden beklediği ve istediği bir işse ona sevk edilirsin. Artık onda bir fitne bile olsa sen ondan korunur, gözetilirsin. Zira Allah kendi fiilinden dolayı seni cezalandırmaz. Bela ve ceza insana ancak kendi fiillerinden dolayı gelir. Bazı işler vardır ki, onlar Allah’ın hükmünü açık olarak bildirdiği işlerdir. Bunlarda helâle uyar haramdan kaçınırsın. Fakat bazı işler de vardır ki hükmü açık değildir. Bunlar kulun kendi tercihiyle hareket ettiği anlardır. Bu işlerde kendi iradene güvenme. İstişare, tevekkül ve teslimiyet hakikat ve feraset ehilleri içindir. Ki bu hal, Allah’ın seçkin kullarının halidir.  “İnsanın nasibi olmayan bir şeyin ardından koşması ona verilecek en büyük cezadır.” denilmiştir.  Nasibin olan şeyin peşine düştüğünde ise hırs yapma ki Allah katındaki edebe zıt düşmesin.  Unutma ki her sevda tahammül ister. Tahammül muvaffakiyetin diğer adıdır. Hem sadece meyveli ağaçlardır taşlanan. Ondandır ki: “Derdi bal olanın sabrı da dağ olmalı” denmiştir.   Bir de; gönlün sırrına mezar olmalı ki muradın çabuk hâsıl olsun. Bu Resûlullah Efendimiz’in (asm) ümmetine bir nasihatidir. Ondandır ki; her kim sırrını gizlerse muradına çabuk erişir. Gizlilikten yararlan! Böylece kıskançlıktan korunursun. Kedere düşmeden işin ve gönlün selamet bulur.  Genç dinliyor, dinleniyor ve kendi kendine diyordu: Bir çekirdek bile, toprağın yüzüne olan özlemi ve çiçek açma sevdasıyla kendini feda etmekteydi. Demek ki ölümle başlayan aslında hayatın ta kendisiydi. “Bittim” denilen an, hakikatte yeniden dirilmekti. Belki de uğruna ölmek aşkın en büyük deliliydi.  Kuyulara atılmadan Yusuf, testereyle kesilmeden Zekeriyya, İsmailleri vermeden İbrahim olunabilir miydi? İsmaillerden bir İsmail olmak için nefsi Allah’a kurban etmek gerekti. Az konuşmuşlar fakat çok şey anlatmışlardı.  Ayağa kalktı genç. Manevî bir ameliyattan çıkmış yorgun düşmüştü. Ama acıtılan ve kanayan elleri büyük bir sükûnetle dergâh-ı ilahiye uzanmış ve tüm zerrelerine sevdası tekrar bahşediliyordu.  Yağmur çiselemeye başladı… Fakat yüreğine yağmurların en güzeli yağıyordu. Çünkü yağmurun güzeli yüreğe yağandı. Sevdası yeniden ılık ılık yüreğine akarken; “Allah’ım” diyordu genç, “N’olur sevdamı benden almasınlar!” Ve büyük adamın ayak izlerini takip ederek tekrar geldiği kalabalıklara karışıyordu. 

Mehlika YAĞMUR 01 Ocak
Konu resmiErken Karar Ve Hüküm Verme Hastalığı
İnsan

Fakir, köylü bir ihtiyârın dillere destan bir atı varmış. Oranın kralı, at için büyük bir servet teklîf etmiş, ama o satmaya yanaşmamış. Bir sabah kalkmışlar ki at yok. Köylüler ihtiyârın başına toplanmış; “Bu atı sana bırakmayacakları belliydi, keşke satsaydın ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın” demişler. İhtiyâr, “Karar ve hüküm vermek için acele etmeyin. Sâdece ‘At kayıp’ deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin kendi yorumunuz.” Köylüler kahkahalarla gülmüşler.  Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın çıkagelmiş. Meğer dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyârdan özür dilemişler ve demişler: “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması adeta bir devlet kuşu oldu senin için.” İhtiyâr demiş: “Karar ve hüküm vermek için yine acele ediyorsunuz. Sâdece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sâdece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.”  Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyârın tek oğlu attan düşmüş ve bacağını kırmış. Köylüler ihtiyâra; “Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyâr; “Siz erken karar ve hüküm verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Gerisi sizin yorumunuz. Ama acaba ne kadar doğru?” Birkaç hafta sonra, düşmanlar büyük bir ordu ile ülkeye saldırmış. Kral son bir ümitle eli silâh tutan gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyârın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü mâtem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş. Köylüler, yine ihtiyâra gelmişler: “Yine haklı çıktın. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki de hiç köye dönemeyecekler.” “Siz erken karar ve hüküm vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin talihsizlik olduğunu sâdece Allah biliyor.”   Meşhur bilge Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış:

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiAyneyn Tepesi Ve Dünyevîleşmek
Tarih

Tarihler 625 senesinin yedinci Şevval gününü gösteriyordu. İki göz manasına gelen tepeye, yani Ayneyn Tepesi’ne elli aded okçu yerleştirilmişti. Ve kendilerine sıkı sıkıya “Her ne olursa olsun sakın burayı terk etmeyin!” emredilmişti. Ne var ki, bu elli kişilik okçu ekibinin ekserisi, savaş alanına emredilen gözle değil de baş gözüyle baktıklarında, kendilerini savaş alanında ganimet toplarken bulmuşlardı.  Az, fakat önemli bir ekip, vazifesini terk etmişti. Resûlüllah’ın emrine gaflet etmişlerdi. “Her ne olursa olsun” kaydı, aklın kendi âkilliği içerisinde eriyivermişti. Kumandanları Abdullah b. Cübeyr’in hatırlatması ve ikazı da görüntünün rengini değiştirmeye yetmemişti. Neticede, İslâm Ordusu bozguna uğramış, Kainatın Efendisi yaralar almıştı. Birçok Sahabi de benzer durumlara düşmüştü. Bu hadiseyi okuduğumda nazarım insana, hususan Müslümanlara çevrildi. Gördüm ki, her birimiz, ayak ve gövde üzerine oturtulmuş bir baş ve buradaki iki göz ile bakıyoruz yaşam alanlarımıza. Yani Ayneyn Tepesi’ndeyiz. Yani Okçular Tepesi’nin askerleri gibiyiz, her birimiz. Yılın kaç olduğu çok da fark etmiyor aslında; zira her birimiz aynı Peygamberin ümmetiyiz. Aynı emanetin yüklenicileriyiz. “Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez.”1 hadis-i şerifi iki ucu birleştiriyor ve diyor: Evet, aynı Peygamberin ümmetisiniz. Aynı emanetin taşıyıcılarısınız. Aynı emanetin muhafızları…  ♦♦♦ Sanki ümmet İslâm’dan önceki zamana dönmüş. Sanki Kur’ân yeniden nazil oluyor. Sanki İslâm yeniden doğuyor. İman ve Kur’ân davasında mücadele sahabe-misal, fedakârlıklar o nevi olmalı ve okçular illa yerlerinde bulunmalı. Hem de “her ne olursa olsun” kaydına bitamamiha uymak şartıyla. Ahir zamanda yaşamak Bedir’de yaşamak kadar zorlu ve o kadar da kıymettar. Sahabe gibi onca varlık dünyasında yaşarken –dünyadan, dünya sevgisi namına kalben- ‘vazgeçtim’ sedasıyla Resûle bende olmak. Ana, baba, tatlı candan onun aşkıyla ve ona imanla vazgeçmek. “Ya Rabbi! Bu senin son ordundur” diye yakaran Allah Resûlüne, o şem’e pervane olmak. ♦♦♦ Şimdilerde Uhud’u mu yaşıyoruz acaba? Baş gözlerimizin gösterdiği fotoğraf zaferleri müjdelerken -aslında koyu bir gafletle- dünyevileşmek denilen illete mi dûçar oluyoruz? Medenileşmek, modernleşmek, terakki etmek, sahip olmak adına, aslında sahip olduklarımızın gerçek kıymetini takdir edip sahip çıkamamanın kısır döngüsüne mi yuvarlanıyoruz? Ya da -Allah muhafaza- “Dünya hayatını (severek) âhirete tercih ederler.” (14/3) ayetinin kapsamına mı dâhil oluyoruz? Efendimiz (asm), yaşanan sıkıntılı hallerin neticesinde emr-i İlahi ile ashabını Medine’ye hicret ettirmiş ve bilahare kendisi de hicret etmişti. Kâbe’ye Medinelik yapan Mekke’den Medine’ye göçmüştü. Ta ki, İslâmiyet neşvünema bulsun, hakikat tezahür etsin. Hem dünyevileşmiş insanlardan  uzaklaşmıştı bir süreliğine. Müşriklerin cehaletlerinin kutsadığı bütün gayzına rağmen, kutsanmış Ensar’ın kendisine dost kucağına yönelmişti. Belki bu arada müşrikler de patırtıdan uzak kalmışlıkla kendilerini dinleme fırsatına sahip olacaklardı. ♦♦♦ Zamanın kıskacında eğilip bükülen yeryüzü coğrafyasında insan tekine kadar taşınmış Mekke ve Medine. Bir yanımız Medine olmuş, öteki yanımız Mekke. İyi-kötü, şer-hüsün o kadar iç içe girmiş ki, adeta kaçıp sığınılacak bir Medine bırakmamış yeryüzü coğrafyasında biz insanlara. Peki, her yanımız Uhud olmuşken ve bizler Ayneyn Tepesi’nin okçuları; biz şimdinin yeryüzü insanları nereye sığınacağız? Duruluncaya kadar sular biz, hangi dost kucağın sıcaklığında uhrevileşeceğiz? Mekkemiz mihrab olsun diye, hangi Medine’nin minberinde yetişeceğiz? Medine’nin en kutlu misafiri Efendimiz (asm); “Hakiki hicret kötülükleri terk etmektir”2 ve “Hakiki muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir”3 buyurmuştur. Nazarlarımızı kendimize çevirmekle bizi, bizdeki Medine’ye hicrete davet etmiştir. Bizleri, maddeleşen, dünyevileşen nazarlardan kurtulup hakiki ihlâsı kazanmaya, emr-i İlahiye itaat etmeye çağırmıştır. Nitekim dünya, zamanımız itibariyle oldukça cazibedardır. İnsanın onun cazibesine kapılıp ihlâstan ve samimiyetten uzaklaşması ise, olabildiğince kolaylaş(tırıl)mıştır. Sadece gördüğümüze bakıp kanaat sahibi olmaya kalkışırsak, emin olalım ki nefsimiz bizi aldatır. Kendince mantıklı (!) bahaneler buldurur. Her dünyevi meseleyi, sırf Allah için yapılan bir işmiş gibi gösterebilir. Çözüm nedir peki? Çözüm; emr olunduğumuz gibi dosdoğru olabilmektedir. Hadiseleri, ne olduğumuzu, nerede ve niçin bulunduğumuzu, nereye gidiyor olduğumuzu unutmadan değerlendirebilmektedir. Bunlardan bir an kopsak, o an algıladığımız şey ve yaptığımız iş yanlış olabilir.  Onun için bizler de “ne olursa olsun” kaydına şartsız itaat ederek vazifemizin farkında olmalıyız. Bize emredilenin dışında onu cerh edecek yaklaşımlardan uzak kalmalıyız. Madem Müslümanız. Madem ümmet-i Muhammed’deniz. O zaman -hangi asırda yaşadığımız fark etmez- onların referansı dışına çıkmadan, dünyevileşmeden hareket etmeliyiz.4 İslâmi anlayış ve şuurumuzu geliştirmek ve dünyayı ahirete basamak yapmanın gayreti içerisinde bulunmalıyız. ♦♦♦ Hem şunu da unutmamalıyız; İslâm yaşanmış, bitmiş bir mesele değildir. Kıyamete kadar bakidir. Hem sıkıntıları çekenler çekmiş, her şey bitmiş de değildir. İmtihan, dünyada insanın var olduğu her yerde vardır ve devam etmektedir. Yaşadığımız asırda da şiddetinden bahisle Sahabe-misal dirayet ve metanet gerektirmektedir. Onlar gibi şuurlu ve dünyadan Allah namına arınmış; fakat dünyayı Allah namına en iyi bilen ve onu Allah ve ahiret adına en iyi şekilde kullanmayı da iktiza etmektedir.  Bize düşen ise, kendimizin ve dünyanın farkında olmak ve emr olunduğumuz şekilde dosdoğru olmaktır. Yani Allah’a asker olduğumuzun ve emirle hareket eden erler olduğumuzun bilincinde olmak. Muvazzaf birer memur olmanın vazife olgusuyla hareket etmektir. Dünyayı ve hadiseleri, nefsin kumandasına girmiş baş gözüyle değil de, kalbin kumandasında hareket eden sağlıklı bir bünyeyle değerlendirmektedir. Asrımızın saadet asrına, bizlerin de sahabelere kardeşler olmaklığımız duasıyla yeni miladi yılınızı tebrik eder, bütün insanlık adına hayırlara vesile olmasını temenni ederim.  Ramûzu’l-Ehadis s. 83, 1151. hadis. (İbn-i Asakir, Amr b. Osmandan mürsel olarak); Kandehlevi Muhammed b. Yûsuf, Hayatu’s-Sahabe I-IV, Konya 1983, II, 599; Sübülü’s-Selam IV, 127; es-Savaiku’l-Muhrika s. 211.İbni Mace, Fitne 2Buhari, İman 4Bu cümleyi dünyaya ait işlere çalışmamak manasında algılamamalıyız. Zira Sahabeler dünyaya çalışmışlar, fakat kalben terk etmişlerdir.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Ocak
Konu resmiEy Masum Ve Güzel Evladım
İtikad

Ey ma‘sûm ve güzel evlâdım!Ey temizlerden de tertemizgünahsız çocuğum.Seni Allah’ın rahmetineemânet ediyorum,Ve öyle de bırakıp gidiyorum,Rabbim, seni ve hayatınımes‘ud ve bereketli kılsın.Anneciğinin yokluğundanhiç üzüntü duyma.Sen Allah’a emânetsin. Ey bir rüyanın kurbanı olacakken,Allah’ın lütfu ve ikrâmı sâyesindekurtuluş sadakası ile ecel cellâdının pençesindenyakayı kurtaranAbdullâh’ın ma‘sûm yavrusu olan sen!Eğer düşlerim doğru çıkacak olursasen bütün insanlara ve cinleregönderilecek son peygambersin.Bütün insanlara helâl veharamı bildirmeyeBütün gerçekleri çerçevelemeyeVe ceddin İbrâhîmAleyhisselâm’ın dini,İslâmiyet’i tekrar hayatlandırıp,duyurmaya me’mûrsun. Çünki Allah, İbrâhîm Aleyhisselâm gibi seni dePutlardan ve puta tapanlara uymaktan korumuştur!Her yaşayan ölecektirHer yeni eskiyecektirHer çok tükenecektirHer yaşlı göçecektir. Ve ben de bir gün öleceğim.Fakat Sen’in gibi temiz vetertemiz bir evlâd doğurdumArdımda senin gibi büyük vehayırlı bir evlâd bırakıyorum.Bunun için adım ölmeyecek,sonsuza dek hayırla anılacağım.  Tarihte İz Bırakanlar

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiEhl-i Fetretin Akıbeti
İtikad

Fetret, vahiy ve semavi hükümlerin sükûn ve duraklama zamanı olduğu için, iki peygamber-i zîşan devirleri arasındaki zamana denir. Hatta yürürlükte olan bir dinin hükümleri kendilerine ulaşıp hakkıyla anlatılmayan kişiler için de fetret devri geçerlidir. Onlara da ehl-i fetret denilir. Fahreddin Razi Tefsir-i Kebirinde fetret meselesi ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır:  وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتّىَ نَبْعَثَ رَسُولاً “Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap ediciler değiliz.” (İsra, 15 ) İmam Eş’âri ve Şafiî uleması bu âyet-i kerimenin açık emrine istinaden kendilerine elçi gönderilmeyen ve ehl-i fetret sayılan kişiler, bilmedikleri için, velev ki dini hükümleri değiştirseler, bozsalar hatta putlara da tapsalar yine de ehl-i necat olduklarını kabul ederler. Zira bu âyetin açık ifadesiyle kendilerine azap verilmediğinden onların, akıllarıyla hak dini bulmalarının farz olmadığını söylemektedirler. Eğer farziyet bulunsaydı, terkinde ceza olarak azap verilirdi, diyorlar. Hem bu âyetin hükmünü isbat için de şu iki âyet-i kerimeyi delil göstermektedirler: “(Biz) müjdeleyiciler ve (aynı zamanda) korkutucular olarak nice peygamberler (gönderdik) ki, o peygamberlerden sonra, insanların Allah’a karşı bir delil(ler)i ve (mazeretleri) olmasın! (Nisâ, 165) “Eğer biz, onları bundan (peygamber veya Kur’ân’dan) önce bir azap ile yok  etseydik, muhakkak ‘Ey Rabbimiz! bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık, olmaz mıydı?’ diyeceklerdi.” (Tâhâ, 134)” (Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir) “Eğer “Resûl-i Ekrem (asm), ehl-i fetretten olan İmrü’ül-Kays, Hatem-i Taî  ve bir kısım sahâbelerin babaları için ateş ehl-i olduklarını söylemiştir.” denilse bile şübhesiz onların hakkındaki hadisler ahâdi, yani bir kişiden rivâyet edildikleri için yukarıdaki âyetlerin kat’i ifadelerine karşı delil olamaz. Belki bu âyetlere göre o hadisleri izah etmek icab eder.” (Cevheretü’t-Tevhid Şerhi) “Maturudî mezhebine göre, âyette geçen elçiden maksat akıldır. Akıl, doğru ile yanlışı ayıracak bir kabiliyettedir. Onun için aklı olan her insan, yaratıldığını bilir ve kendisini bir yaratanın olması gerektiğini bilmekten sorumlu hale getirir. Ama ibadete ait hükümler akıl ile bilinemeyeceğinden bu konuda fetret ehline bir sorumluluk terettüp etmez. Yani fetret, iman için değil amel için geçerlidir.” Bedîüzzaman Hazretleri de bu meseleyi şöyle açıklamaktadır: “(Beşinci Nükte) Sual ediyorsunuz ki: Zaman-ı fetrette, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ecdadı bir din ile mütedeyyin mi idiler? (yani bir dine bağlı mı idiler?) [Elcevab] Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın, bilâhere gaflet ve manevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivayat vardır.  Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’dan gelen ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayd kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlub olmamışlar. Fakat zaman-ı fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتّىَ نَبْعَثَ رَسُولاً sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bi’l-ittifak, teferruattaki hatiatlarından (hatalarından) muahazeleri (azap görmeleri) yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile (elçinin gönderilmesiyle) olur ve irsal dahi, ıttıla’ ile (onun elçi olduğunu bilmekle) teklif takarrur eder (kesinleşir). Madem gaflet ve mürur-ı zaman (zamanın geçmesi), enbiya-i salifenin (geçmiş peygamberlerin) dinlerini setretmiş (örtmüş); o ehl-i fetret zamanına hüccet (delil) olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azap görmez. Çünki mahfî (gizli) kaldığı için hüccet olamaz.” (Mektubat, 237) “İmam Gazalî de, Peygamberimizin (a.s.m.) gönderilmesinden sonra,  Onun davetini duymayanlarla ilgili olarak insanları üç sınıfa ayırmıştır: Peygamberin (asm) davetini duymamış, kendisinden haberdar da olmamış olanlardır. Bu sınıfa giren insanlar kesin olarak ehl-i necat olup cennetliktir. 2. Peygamberin (asm) davetini, gösterdiği mucizeleri ve güzel ahlâkını anlamakla beraber bilerek îman etmemiş olanlardır. Bu sınıf kesin olarak azaba uğratılacaktır.  3. Peygamberin (asm) ismini duydukları halde, aleyhinde yapılan menfî propagandalardan başka bir şey duymadıklarından, kimse onlara doğruyu söyleyip onları teşvik etmediğinden alâka göstermeyenlerdir. Bunların da ehl-i necat olacaklarını, yani Cennete gireceklerini umarım.” Öyleyse şu anda dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir insan komünist, Hıristiyan, Yahudi veya neye inanıyor olursa olsun bulunduğu toplumda Peygamberimiz ve İslâmiyeti duymadıysa veyahut yanlış olarak duyduysa, bu kişiye Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkıyla tanıtılmadıkça yukarıda geçen açıklamalara binaen o kişi ehl-i fetret sayılır.  Bedîüzzaman Hazretleri de bu hakikati şu şekilde ifade etmektedir: “Âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammediye’ye (asm) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hz. İsa’nın din-i hakikisi hükmedecek ve İslâmiyet ile omuz omuza gelecek. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan (İslâmiyet kendilerine hakkıyla tebliğ edilmeyen) Hz. İsa’ya mensub Hıristiyanların çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadettir.” (Kastamonu Lahikası, s. 77) Bu durumda şöyle bir sual akla gelebilir: “Kendilerine tebliğ yapılan ve teklif imtihanından geçen de cennete gidiyor, kendisine tebliğ yapılmayan da cennete gidiyor? Aralarında hiçbir fark yokmuş gibi gözüküyor, bu nasıl olur?” Bu suale bir misal ile cevap vermek mümkündür: Bin tane çekirdeği bulunan bir zat hikmet ve maslahatın gereği olarak bunlardan beş yüzünü toprağa gömerek ekiyor. Neticede hepsi çürüyor. Kalanlardan 250 tanesini daha ekiyor. Bunlar çürümeden bağında hepsi birer ağaç oluyor. Şüphesiz bu adam geriye kalan 250 adedini de “bunlar ekilip ağaç olmadı” diyerek çürümüş olanlara yapılan muameleyi yapıp çöpe atmayacaktır. Belki bağında ağaç olup büyüyenlere sahip çıktığı gibi o çekirdeklere de sahip çıkacaktır. İşte bu örnek gibi Cenab-ı Hakk da hikmet ve maslahatın gereği olarak bu dünya imtihan meydanını kurmuştur. İnsanları dünyaya göndererek o imtihana tabi’ tutuyor. Birçoğu bile bile küfür ve dalalete gidiyor. Bunlar o çürümüş çekirdekler gibi çöp tenekesi hükmündeki Cehenneme atılarak ceza ve azaba maruz kalıyor. Bir kısmı da iman ve amel-i salih ile imtihanı kazanıp Cennet saraylarında saadetle yaşıyor. Cenab-ı Hakk hikmet ve adaletinin muktezası olarak, ekilmeyen çekirdekler gibi imtihana tabi tutulmayan ehl-i fetreti de, ehl-i küfür ve dalalete azap verdiği gibi Cehenneme atıp onlara azap vermeyecektir. İman ve ibadetle Cennet ve saadete mazhar olanlara sahip çıktığı gibi, elbette bu ehl-i fetrete sahip çıkması hikmetin muktezasıdır. Yalnız şu var ki, iman ve ibadetle bütün hisleri ve duyguları gelişen müminlerin Cennetten istifadeleri ve aldıkları mükâfatla, çekirdek gibi kalan ve az gelişen ehl-i fetretin istifadesi ve mükâfatı bir olmayacaktır. Fakat ehl-i fetretin yaptıkları iyilikler veya başlarına gelen sıkıntılar veyahut bile bile başkalarına yaptıkları zulümlerle ilgili olarak, İmam-ı Rabbani’nin “Ehl-i fetret ahirette sorgulanacaktır.” manasındaki ifadesinden şunu anlamak mümkündür:  Nasıl ki rahmet-i İlahiye kurbanlık olarak kesilen bir hayvanı ahirette mükâfatsız bırakmıyor ve hadis-i şerifte adalet-i İlahiyenin neticesi olarak ‘boynuzsuz koyunun hakkı, boynuzlu koyundan alınacaktır’ buyrulduğu gibi, elbette ehl-i fetret bütün yaptıkları iyilikler ve başlarına gelen felaketlerden veya zulüm ve haksızlıklarıyla şeriat-ı fıtriye denilen fıtrî kanunlara veya şefkat hissine muhalefetlerinden dolayı, hikmet ve adalet-i İlahiyenin bir neticesi olarak cehennem azabıyla değil, belki ahirette kendilerine münasib bir mükâfat ve mücazatları olacaktır. (Allahu a’lem) 

Zakir ÇETİN 01 Ocak
Konu resmiKıymetini Anlamak İçin Sorun
İnsan

En büyük sermayemiz olan zaman kimse için beklemez, kimse tarafından biriktirilemez, hiç kimse tarafından bir başkasına devredilemez çok kıymetli bir ni‘mettir. O yüzden fırsat eldeyken sayılı nefeslerinin kıymetini idrâk edenlere ne mutlu.  Bir yılın kıymetini anlamak için Sınıfta kalmış bir öğrenciye sorun. Bir ayın kıymetini anlamak için Erken doğum yapmış bir anneye sorun. Bir haftanın kıymetini anlamak için Haftalık bir gazetenin editörüne sorun. Bir günün kıymetini anlamak için Yevmiyeyle çalışan bir işçiye sorun. Bir saatin kıymetini anlamak için Trafikte sıkışıp kalmış bir şoföre sorun. Bir dakikanın kıymetini anlamak için Uçağı, treni kaçıran birine sorun. Bir saniyenin kıymetini anlamak için Bir kazâdan sağ çıkan birine sorun. Bir milisaniyenin kıymetini anlamak için Olimpiyatlarda gümüş madalya kazanmış birine sorun.

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiEr-Rabb
İnsan

Bir kayısı çekirdeğinin nokta-i kemali, filizlenip güzel bir ağaç olması ve meyve vermesidir. Bu kemal noktasına ulaşıncaya kadar bütün hareketlerinde ve meyillerinde ona yardımcı olan ve neticeye ulaştıran Allah’ın Rabb ismi ile terbiyesidir. MÂNÂSI HAKKINDA İZAHLAR “Rabb” aslında terbiye manasına gelen bir masdar olduğu halde mübalağa maksadı ile terbiye edene isim olarak verilmiştir ve masdarına da rubûbiyet denilmiştir ki, çok adaletli yerine (adlün) adaletin kendisi denilmesi gibidir. İşte bu mübalağa mânâsından dolayı Rabb, yalnız “terbiye eden” ile eşanlamlı değil; aynen “terbiye” gibi olan ve bundan dolayı zorla ele geçirme, üstün gelme, ihsan, idaresi altına alma ve tasarruf etme, öğretme ve yol gösterme, teklif, emir ve yasak, teşvik, korkutma, gönlünü alma, azarlama gibi gerekli olan bütün şeylere sahip, kuvvetli, mükemmel ve kusursuz olan terbiye edici demek olur. Bundan dolayı sahip ve malik manasına da gelir.  Mesela ev sahibine “rabbü’d-dar=ev sahibi”, bir sermayenin sahibine “rabbü’l-mal=sermaye sahibi” denilir. Bu terimde de yalnızca sahip ve malik manalarından daha fazla manalar vardır. Rabbü’l-mal terimi ile kâr ortaklığı ve peşin para ile veresiye mal alma gibi ticaret muameleleri açısından sermaye sahibine “rabbü’l-mal” denilir. Bundan dolayı kayıtsız Rabb denildiği zaman, yalnızca sahip veya yalnızca terbiye manaları değil; ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip olan, tükenmez kudret sahibi, daima var olan Allah anlaşılır. Bunun için Allah-ü Teâlâ’dan başkasına ait olduğu belirtilen bir izâfet tamlaması yapılmadan başkaları için tek kelime olarak Rabb denilemez ve tam tanınmışlığı ifade eden “er-Rabb” ve genel mânâ ifade eden “Rabbü’l-âlemîn” gibi izâfetle Allah’tan başkası için asla kullanılamaz. Şu halde “Rabb”, “Rubûbiyet” denince anlayacağımız mânâ, sonsuz kuvveti ile idaresi altına alan tedbir ve terbiye mânâlarıdır. Yani bunları yapabilecek sonsuz bir güce sahip olmaktır. (Elmalılı Tefsiri) Terbiye edici ve yetiştirici anlamlarına gelen Rabb, mutasarrıf ve mâlik anlamına da gelir. Lügatte ise efendi demektir. Bir şeyi düzeltmekle görevlendirilen kimseye de Rabb denir. Allah hakkında bütün bunlar sahihtir. Rabb Allah’tan başkası için kullanılamaz. Sadece izâfet yapılarak kullanılır. (İbn-i Kesir)   TERBİYE Terbiye bir şeyi basamak basamak, yavaş yavaş olgunluğuna ulaştırmaktır ki, bunun alameti, seçme ve olgunlaşma olur. Âlemlerin her kısmında ise terbiye ve olgunlaşma kanunlarının hareketi her an ve her saniye görünüyor. Ve bundan dolayı böyle sonsuz bir gücün Allah’a ait olduğu, dünya işlerinde şeksiz şüphesiz okunmaktadır. (Elmalılı Tefsiri) İki türlü terbiye vardır. Birincisi: Üzerinde kazanç sağlamak için bir şeyi terbiye eden. İkincisi: Terbiye edilen kazanç sağlasın diye onu yetiştiren. Bütün mahlûkâtın yaptığı terbiye birinci kısma dâhildir. Çünkü insanlar, başkalarını, onların üzerinden ya mükâfat ya övgü cinsinden bir kazanç elde etmek için başkasını yetiştirirler. İkinci kısım terbiye eden ise sadece Cenâb-ı Allah’tır. Nitekim Cenâb-ı Allah bir kudsî hadiste şöyle buyuruyor: “Ben, benden kazanç sağlayasınız diye sizi yarattım; yoksa sizin üzerinizden kazanç sağlayayım diye değil.” Bu demektir ki, Cenâb-ı Hakk hem terbiye ediyor hem de ihsanda bulunuyor. O’nun terbiye etmesi ve ihsanı başka eğiticilerin terbiye ve ihsanına benzemez. Allah’ın terbiye etmesi O’nun dışındaki varlıkların terbiyesinden farklıdır. Bunu birçok yönden izah edebiliriz. Birincisi: Hak Teâlâ’nın kullarını, kendisi için değil, kullar için terbiye ettiğini; O’nun dışındakilerin ise hem kendileri için hem başkaları için terbiye etmeye uğraştıklarını açıklamıştık. İkincisi: Allah’ın dışındakiler terbiye ettikleri zaman, bu terbiye nisbetinde hazine ve mallarından noksanlaşma olur. Hâlbuki Cenâb-ı Allah noksanlık ve zarara uğramaktan münezzehtir.  Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk’ın dışında ihsanda bulunan kimselere, fakir ısrar ettiğinde, fakire kızar ve onu mahrum eder, istediğini de vermez. Hâlbuki Allah böyle değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), “Cenâb-ı Hakk, duâsında ısrar edenleri sever” buyurmuştur. Dördüncüsü: Cenâb-ı Allah’ın dışında ihsanda bulunanlardan ihsan etmeleri istenmediği sürece kimseye bir şey vermezler. Ama Allah, istemeden de verir. Beşincisi: Allah dışında ihsanda bulunanların ihsanları, fakir olmaları, orada olmamaları veya ölmeleri halinde sona erer. Allah’ın ihsanı ise kesinlikle sona ermez. Altıncısı: Allah’ın dışında ihsanda bulunanların ihsanları umumî olmaz, belli bir topluluğa has olur. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesi ve ihsanı herkese ulaşır. Nitekim Cenâb-ı Allah, “Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’raf, 156) buyurmuştur. Böylece O’nun âlemlerin Rabbi olduğu ve bütün mahlûkata ihsanda bulunduğu ortaya çıkmış olur. İşte bu nedenle Allah kendisi hakkında, “Bütün hamdler âlemlerin Rabbi (sahibi ve terbiye edicisi, maliki ve ihsan edip geliştiricisi) Allah’a aittir” buyurmuştur. (Razî)  NOKTA-İ KEMAL VE RABB Rabb: Yani her bir cüz’ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasıyla (cüzleriyle) terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz’lerin zerratını (zerrelerini) kemal-i intizamla (mükemmel bir düzenle) tahrik eder. Evet, Cenâb-ı Hakk, her şey için bir nokta-i kemal (olgunluk noktası) tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki manevî bir emir almış gibi muntazaman (düzenli olarak) o noktaya müteveccihen (yönelerek) hareket etmektedir. Esna-yı harekette (hareket esnasında) onlara yardım eden ve mânilerini def eden, şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesidir. Evet, kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı (zerreleri) münferiden (tek tek) ve müctemian (toplu olarak) Hâlıklarının (yaratıcılarının) kanununa imtisalen (uyarak), muayyen (belli) olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir.’’ Yalnız bedbaht insanlar müstesna!’’ (Bedîüzzaman) Yani Allah, canlı cansız her varlığa kendisine münasip bir kemal, mükemmellik ve olgunlaşma noktası tayin etmiş ve ona göre kabiliyet vermiştir. Kemal noktası diye tabir olunan bu mükemmelliğe ulaşmak için, her varlığa bir hareket ve meyil vermiş. Kemal noktasına ulaşana kadar varlıklara yardım eden ve manileri de def eden âlemlerin Rabbi olan Allah’ın terbiyesidir. Mesela, bir kayısı çekirdeğinin nokta-i kemali, filizlenip güzel bir ağaç olması ve meyve vermesidir. Bu kemal noktasına ulaşıncaya kadar bütün hareketlerinde ve meyillerinde ona yardımcı olan ve neticeye ulaştıran Allah’ın Rabb ismi ile terbiyesidir. Mesela, insanın kemal noktası, Kur’ân ve sünnet dairesinde hareket ederek kendisine verilen kabiliyetleri geliştirip, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerine güzel bir ayna olarak, ahsen-i takvim diye tabir edilen en güzel kıvama ulaşmasıdır. İnsanın bu mükemmelliğe ve olgunluğa ulaşması için ona birçok meyiller ve ihtiyaçlar, belalar ve musibetler, kabiliyetler ve beceriler veren, kitaplar ve peygamberler göndererek yardım eden Rabbimizdir ve O’nun terbiyesidir. Bu noktada en mükemmel örnek ve en mükemmel insan hiç şüphe yok ki, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü vesselamdır. İnsanoğlu ne kadar Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü vesselama benzerse, o kadar kâmil bir insan olabilir.  İşte insanın, zaman geçtikçe ve yaşı ilerledikçe başına gelen belalardan, sıkıntılardan ve tecrübelerden ders alması beklenir. Yani yanlışlarını, hatalarını, noksanlarını fark ederek terk etmesi, bununla birlikte Kur’ân ve sünnet dairesinde iyiyi ve güzeli tercih ederek olgunlaşması beklenir ki, bahsi geçen ve kendisi için belirlenen kemal noktasına ulaşsın ve kâmil bir insan olsun. Yoksa nasıl ki, ham meyve lezzet ve tat vermediği için tercih edilmez ve olgunlaşmışı aranılır. Öylede, hatalarından ders çıkarıp olgunlaşmayan insan da yaşı ne kadar ilerlese de ham veya toy bir insan olarak kalmaya mahkûmdur. 

İlyasi RAMAZANOĞLU 01 Ocak
Konu resmiTavuk Tüyleri Ve Dedikodu
İnsan

Kadının biri komşularından birisi hakkında bir dedikodu yaymıştı. Birkaç gün içinde söylenenleri tüm mahalle duydu. Dedikodunun sâhibi derinden yaralandı ve incindi. Dedikoducu kadın daha sonra söylediklerinden dolayı pişman oldu. Hatasını nasıl ta‘mîr edebileceğini danışmak için bir âlime gitti. “Pazara git” dedi âlim. “Bir tavuk al ve onu kestir. Eve dönerken tüylerini yol ve yol boyunca yere at.” Nasihatin garipliğine şaşırsa da, denileni yaptı kadın. Ertesi gün âlim şu tavsiyede bulundu kadına: “Şimdi git ve dün attığın o tüyleri topla bana getir” Kadın yine i‘tirâz etmeden denileni yapmaya gitti. Aynı yolu izleyerek tavuk tüylerini aradı. Ancak umutsuzluk ve korku içinde fark etti ki bütün tüyler rüzgârın etkisiyle uçup gitmiştir. Saatler süren arayışın sonunda elinde, bulabildiği üç beş tüyle dönebildi âlimin yanına. “Görüyorsun” dedi yaşlı bilge. “Tüyleri yere atmak çok kolay ama geri toplamak imkânsız. Dedikodu da öyledir. Dedikodu yapmamız ne kadar kolaysa, dedikoduyla işlediğimiz hatayı telâfî etmek de o kadar zordur.” 

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiCennet Kuşları, Ebedi Çocuklar
İnsan

Uzun uzun çalan telefona, Yahya son anda bakabildi. Telefondaki, arkadaşı Muhammed Ali idi. -M. Ali: Alo! Selamün Aleyküm! -Yahya: Ve Aleyküm Selam kardeşim! Hayırdır, sesin biraz tuhaf geliyor, bir şey mi var? -M. Ali: Evet!  -Yahya: Ne oldu? Meraklandırma insanı söyle! -M. Ali: Yukarı mahalledeki Küçük Hüseyin var ya…   -Yahya: Şu 6 yaşındaki sarışın çocuk mu? -M. Ali: Evet! -Yahya: Ne olmuş ona? M. Ali biraz durakladı, yutkundu ve çok titrek bir sesle: “Dün vefat etmiş” dedi. Duyduklarına inanamayan Yahya:  “Olamaz! Bir yanlışlık olmasın, daha dün gördüm hiçbir şeyi yoktu” dedi. M. Ali: Ne yazık ki bir yanlışlık falan yok. Çocuğun kalbi durmuş vefat etmiş. Annesi bu hale dayanamayıp aklî dengesini kaybetmiş. Babası da çok perişan bir haldeymiş, teselliye ihtiyacı var. Seni alayım da beraber bir taziyede bulunalım. -Yahya: Tamam M. Ali, ikindi namazından sonra Yahya’yı evinden aldı. Birlikte Küçük Hüseyin’in evine geldiler. Ortalık sakindi. Ziyaretçiler dağılmıştı. Hüseyin’in babası, bir kaç kişiyle sessiz ve dalgın bir şekilde oturuyordu. Yahya, titrek bir sesle selam verip sessizliği bozdu.  Hüseyin’in babasının ıslak gözleri gençleri görünce sevinçten parladı. Sanki bir medet beklercesine, onlara sıkıca sarıldı.  O, çınar gibi adam, evlat acısından bir gün içinde sanki eriyivermişti. Ayakta zor duruyordu.  M. Ali güzel bir aşır okuyup Fatiha verdi. Akabinde Yahya hemen söze girdi: “Yusuf ağabey! Hüseyin’in vefatı bizi çok müteessir etti. Cenab-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin. Ne yapalım, mülkün sahibi böyle takdir etmiş. Bizlere düşen kazaya rıza, kadere teslim olmaktır.  Cenaba-ı Hak Kur’ân-ı Hakîm’de, Mü’minlerin ergenlik çağına gelmeden vefat eden çocuklarının, Cennet’te, Cennet’e lâyık bir surette ebedî, sevimli daimî çocuk kalacaklarını  وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ   âyet-i kerimesi ile müjde veriyor. Hem sizler Allah’ın bu hükmüne rıza gösterip sabrederseniz, Allah sizlere bu dünyada on senelik kısa bir zamanda, sıkıntılarla karışık evlat sevmenize bedel, safi ve elemsiz, milyonlar sene ebedî evlat sevmeyi nasip edecek. M. Ali: “Hem de küçük yaşta vefat eden bu çocuklar anne ve babalarına ahirette şefaatçi olacaklar. Bak bu hakikati daha iyi anlamak için bir temsil anlatayım.” dedi ve Bedîüzzaman Hazretlerinin, 17. Mektup “Çocuk Taziyenâmesi” adlı risalesinden şu hikâyeyi anlatmaya başladı. “Bir zaman, bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O çaresiz mahpus, hem kendi elemini çekiyor, hem evladının rahatlığını temin edemediği için, onun zahmetiyle sıkıntılı oluyordu. Sonra, merhametli hâkim ona bir adam gönderir, der ki:  “Şu çocuk her ne kadar senin evladındır. Fakat benim halkım ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim.”  O adam ağlar, sızlar, “Benim teselli vesilem olan evladımı vermeyeceğim” der. Ona arkadaşları der ki: “Senin üzüntülerin manasızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu kirli, pis kokulu, sıkıntılı zindana bedel; ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için üzülüyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, geçici şüpheli bir menfaatinle beraber, çocuğun zahmetlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünkü padişahın merhametini çekmeye sebep olur, sana şefaatçi hükmüne geçer. Padişah onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya getirecek, çocukla görüştürecek.” İşte Yusuf ağabey! Bu temsil gibi, senin gibi mü’minlerin vefat eden evlâtlarını Rabbimiz rahmetine alıyor. Onları bu pis dünyadan çıkarıp cennetine götürecek. Hem onları anne ve babalarının ebedi saadetine vesile olacak birer şefaatçi yapacak.  Hem o günahsız çocukları ebedî birer evlat yapacak.  Hüseyin’in babası duyduğu bu hakikatler karşısında derin bir oh çekti. Yüzündeki sis perdesi kalkmış, gözleri gülmeye başlamıştı. “Allah sizden razı olsun, hiç bu cihetleri düşünmemiştim. Evlat acısıyla hissiyatım aklımın gözlerini kör etti. Nefsimin de tahrikiyle, her şeyin sahibi olan Allah’ımızın bu hükmüne rıza gösterip kabul edemiyordum. Ama sizler beni bu dehşetli tehlikeden kurtardınız.”     Yahya devam etti: “Çocuklar, zahiren bizimdir ama bize ait değildir. Bize ödünç verilmiştir. Asıl, Rabbimizin mülküdür. Geçici olarak bizim nezaretimize verilmiş birer emanettir. Cenab-ı Hak bizleri onlara hizmetkâr eylemiş. O hizmetlerimize karşılık da, peşin bir ücret olarak lezzetli bir şefkat vermiş. Şimdi bin hisseden dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi olan Cenab-ı Hak, rahmetinin ve hikmetinin gereği olarak o çocukları bakıcılar konumunda olan bizlerin elinden aldığı zaman, surî bir hissemiz yüzünden, hakikî bin hisse sahibi olan Allah’a karşı şikâyeti andıracak bir tarzda feryat etmemiz kulluğa yakışmaz.” M. Ali: “Hem onlar bizden ayrılmadılar, sadece aramızdaki bahçe büyüdü. Onlar öte kenarında bizler beri kenarındayız. Dünya ebedî değil, bizler de içinde ebedî kalmayacağız. Vefat eden çocuk nereye gitmiş ise, biz de oraya gideceğiz. İleride hem berzahta, hem Cennet’te görüşeceğiz inşallah.  Bizler “Hüküm Allah’ındır.”  O verdi, O aldı demeli, sabır ile şükretmeliyiz.”   Hüseyin’in babası, dağ gibi bir yükten kurtulmuşçasına, derin bir nefes aldı ve gayet içten: “Hüküm Allah’ındır, Hüküm Allah’ındır. O verdi, O aldı. O’na hudutsuz şükürler olsun.” dedi. Risale-i Nur mektebinde yetişen bu gençler, ölüm ve ahirete dair daha birçok hakikati, etraflarında halka oluşturan onlarca cemaate anlattılar. Mahzun gönüllere su serptiler. Herkesin takdir ve tahsinini kazandılar. Allah onlardan ve onlar gibi olanlardan razı olsun.  Ayrıca geçen ay yavrusunu cennete gönderen kıymetli yazarlarımızdan M. Zakir Çetin ağabeyimize ve ailesine ve diğer mahzun annelere ve babalara, Rabbimiz sabr-ı cemil versin. Ve onlara, vefat eden çocuklarıyla cennette kavuşmayı nasib eylesin. 

Feridun ŞAMİL 01 Ocak
Konu resmiŞimdide olmanın ödülü huzurdur
İnsan

Doğru kararlar alırken, farkında olmadan yanlışlıklara sebep olan önyargılarımıza geçen sayıda değindim. Bu defa öğrenilmiş hissi durumların hayat zincirimizin halkaları olan “an”lar üzerindeki tesirini farklı bir açıdan değerlendirmek istiyorum. Düşüncelerimiz hayatımızı zenginleştirebildiği gibi, içinden çıkılması güç durumlara da sebep olabiliyor. Buna kendi iç âlemimizdeki çekişmeler veya çevremizde gelişen olaylar sonucu şahit oluyoruz.  Düşüncelerin sebep olduğu sanal yolculuklarımız, ömür sermayesini kaynak olarak kullanıyor. Tefekkür ile geçen anlarımızın Yaradan tarafından ödüllendirileceği müjdesi verilmiş; oysa nefsin susmak bilmeyen düşünce akışları, canlılığın uyuşturucu hapı gibi. “geçmişin elemleri, geleceğin endişeleri…” Her gün zihnimizden ortalama elli bin düşünce geçiyor diyor uzmanlar; her gün benzer elli bin düşünce. Düşünceler zihnin derinliğinden geliyor. Zihnen derinlik arttıkça düşüncelerin alanı da genişliyor. Binlerce düşüncenin sadece birkaçını fiile geçirebiliyoruz.  İnsanlar arasındaki idrak seviyelerinin farkını; düşüncelerinin derinliği, kalitesi ve bütünlüğü belirliyor. Mesela; Şu anda problem nedir? Şikâyetler, mazeretler, suçlamalar…  Problemler; bize göre ne olduğu ya da ne olması gerektiği ile ilgilidir. Düşünce âlemimizde çıktığımız yolculukta kendimizi geçmişte ya da gelecekte kaybediyoruz adeta. Düşüncelerin ürettiği duygularla ruh ve nefis kaplarımızı doldurup boşaltıyoruz… Hâlbuki ‘dün’ bir hatıra, yarın ise bir hayal… Gerçek olan tek şey şimdiki an… Üstadımızın deyişiyle “Dün geçmiş yarın henüz gelmemiş…”  Akıl bir önceki ya da sonraki anda ise, bu ânı iptal etmiş oluyoruz. Oysa hayatla irtibatımız sadece andadır. Problemimiz varsa ve bu âna odaklanırsak, problemimiz problem olmaktan çıkar. “Şimdi, yapabileceğim en iyi şey nedir?” sorusu, içinde bulunduğumuz durumdan çıkmak için rehberlik edecektir. Öfkeli anlarınızdan hatırladıklarınız var mı? Öfkeye sebep olan şey mutlaka dün’e aittir. “Şimdiki an”da asla öfke olamaz. Öfke, daima geçmiş âna aittir. Çünkü öfke birikmiş kızgınlıktır. “Öfkeyle kalkan zararla oturur” diyor atalarımız, öfkeli anlar geleceğe sadece pişmanlıklar taşır.  Bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum; bu makaleyi okumadan az önce, düşünceleriniz sizi geçmişe ait duygulara mı sevk ediyordu?  Gelecek zaman için üretken programlar mı yaptırıyordu? Duygularınız, düşünce sürecinin yansımalarıdır. Önce düşünce gelir, sonra bu düşüncenin sebep olduğu duygu. Ama sıkça otomatiğe bağlanmış düşüncelerimizin farkında bile olmadığımız için bazen yaşadığımız duyguların nereden kaynaklandığını anlayamıyoruz. Hatta bazı anlarda sebepsiz diye nitelendirdiğimiz duygularımıza bir anlam veremiyoruz. Zihnimize gelen her düşünceye inanmak zorunda değiliz. Akıl yüz yüze geldiği düşünce veya duyguya kulp takmak için teyakkuzda. İşte   “Hasbünallah” zikrinin hikmetli armağanları bu anlardadır. Hasbünallah….deyin ve derin bir nefes ile ânda olmayı tercih edin.   Her ânımızla dost olmaya,  içinde bulunduğumuz durumun sıkıntılarını ve olumsuz duygularını kabul etmek, içinde bulunduğumuz durumla barışık olmak bir erdemdir, ne dersiniz? Ne durumda olursak olalım, kendimizi onaylamalı ve Yaradana şükran duymalıyız, hiç gecikmeden, denemeliyiz!  Olumsuz duygularla savaştıkça, onları güçlendiriyoruz adeta. Olumsuz tecrübelerimiz aklımıza geldiği anlarda, durumun katılımcısı olup kendimizi yargılamaktansa, gözlemcisi olabilmeyi başarmak, gelişmek ve güçlenmek için egonun baskısını üzerimizden kaldıracaktır. Ego, sadece dün(önce)de ve yarın(sonra)da yaşar. ‘Şimdi’ ego için bir tehdittir.  Zaman, sayılı nefes sahibi nefse ait bir kavramdır. ‘Şimdi’de olmak âdeta nefsin sıkıntı veren tasallutundan hürriyete kavuşmaktır.  Gün boyunca geçmişten yararlanacağımız bir bilgiye ya da gelecekte bir şeyi planlamak için geleceğe hayalen gitmeye ihtiyaç duymadıkça, mümkün olduğunca ‘şimdi’de kalmakla, zihnen berraklığı ve bedenen zindeliği fark edebiliriz.   Yaşıyor olmanın emarelerinden biri de nefes almaktır, nefes almak hakkında neler biliyoruz? Aşırı heyecan, şaşkınlık, çaresizlik vb. hissedilen anlarda uzmanlar, kişinin derin nefes almasını telkin ediyor. Yıllardır doğru nefes almanın sağladığı faydaları seminerlerimde anlatıyorum. Nefes konusunda inceleme yapmanızı, doğru nefes alma yöntemlerini öğrenmenizi ısrarla tavsiye ediyorum. Nefes anda olmaya en iyi yardımcımızdır. Nefesimizi fark ettiğimiz her an yaşadığımızın farkında oluruz. Nefesine odaklanan kişi kendini hissi halinden ayırır ve kendini canlı hisseder. Nefesimize odaklandığımızda canlılığı, “Anlar”ı fark ederiz. Alınan her nefes, Hayyu’l-Kayyumun sürekli bize ulaşan selâmı gibi desem ne dersiniz?  Bunun farkında olduğumuz anlara şükürler olsun diyorum. Farkındalık, düşünce aralarındaki boşluktur. ‘Şimdi’ye kendinizi bıraktığınızda aile büyüklerinin veya başkalarının söylediklerinden etkilenmezsiniz. Gerçek huzur olayların nasıl gittiğine değil,  şükretmeyi hatırladığımız anların sıklığına bağlıdır. Nefes almanın şükrü bile andadır. Şükür ‘şimdiki ânın canlılığıdır’. Bir anda hapşırıp hayatta olduğunuzu fark ettiğimizde “Elhamdülillâh” diyoruz, hamd (sonsuz şükür) şimdiki âna duyulan şükrandır. Hayatın teklifleriyle başa çıkmak için uğraşım, yeni direnç alanları geliştiriyor. Sonuca bağlı kalmadan elimden gelenin en iyisini yapmaya azmediyorum. Didişme ve haklı çıkma hırsım sona eriyor, yaptığım her şeyin beni olgunlaştırdığını fark ediyorum.  Şimdide olmak tercihi bana huzur veriyor. 

H. Gökhan KARAÇİVİ 01 Ocak
Konu resmiPriştina ve Üsküp İzlenimleri
Kültür ve Medeniyet

Kasım ayının 20’sinde dünyanın en genç devletine ve evlâd-ı Fâtihân diyarı, Murat Hüdâvendigâr yâdigârı Kosova’ya gittik. Başkent Priştina’da muhtelif ülkelerden elliyi aşkın gönüllü teşekkül temsilcisi ile İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB)’nin sekizinci konsey (yönetim kurulu) toplantısını gerçekleştirdik.  Yüzde doksanı Müslüman olan Kosova’nın kökenlerini Hıristiyan kültürüne dayandırmaya çalışan önceki yönetime kıyasla şimdiki hükümetten memnun olan Kosovalı dostlar, “Hiç olmazsa vatanperver insanlar idarede” diyerek teselli buluyorlar ama tedirginlikle eklemeden de edemiyorlar: “Eskiden milliyetçiler hedefteydi, şimdi de dindar insanlar...”  Batıdan esen karanlık rüzgârlar burada da zihinleri karıştırıyor: “Acaba İslâmî fundamantalizm mi geliyor?” vehmi kimi mahfilleri ürkütüyor. Biz de “Bu filmi biz daha önce görmüştük!” deyip zaten baskı ve yıldırmaya alışkın, acı ve mücadeleyle barışık, çalışkan dostlarla dertleşmeyi tercih ediyoruz.          Kosova’da barışı korumakla görevli NATO gücü KFOR’a asker veren ülkeler coğrafi sorumluluk sahalarından çok sektörel taksimatla bu yeni ülkede menfaat pastasından bir şeyler elde etmeye çalışıyorlar ve küresel siyasetin son ucu olarak faaliyet gösteriyorlar.        Ancak sayısı elli bini aşan bu yabancı askeri güç, ülkeye güvenlik getirirken bir şeyleri de alıp götürüyor: Ahlâk! Kosovalılar “Aslında yeni ve manevî bir istilâ ve işgalle karşı karşıyayız” diyorlar.  Kürşat Mahmat’ın koordinatörlüğündeki TİKA’nın faaliyetleri ise hakîkaten ümit verici. Restorasyon faaliyetleri ve devasa bütçeli projeler bölgedeki tarihi mirası korumak ve Kosovalılara önemli hizmetler götürmek adına Türkiye’nin üzerindeki sorumluluğu bir nebze olsun hafifletiyor. Kosova müftüsü Naim Ternava, “Sizler buraya diğer devletler gibi bakamazsınız. Buraya Konya, Kayseri, Bursa gibi bakmalısınız” diyerek üzerimizdeki sorumluğa dikkat çekiyor.   “Güneşin doğması için yıldızların sönmesi gerek” fehvâsınca, İslâm ordusunun zaferi için kendisini fedâ eden Murat Hüdâvendigâr, Kosova topraklarındaki kadîm elçimiz ve iftihar kaynağımız. Büyük kumandanın türbesine gittiğimizde Prizren’deki Türk taburuna mensup komutan ve askerlerimizle karşılaşmak bizde ayrı bir sevinç vesilesi oldu. Türbe kapısındaki asker botları, kabir başında duâ eden rütbeli askerlerimiz ve güler yüzle sohbet eden komutanlarımız Türkiye’de (g)özlediğimiz bir tabloydu. Kosova’da, tüm olumsuzluklar, çekilen acılar ve şimdilerde dönen bin bir türlü dolaplara rağmen mâziden gelen dip dalga, kadîm kültürel ve manevî damar, özellikle gençler arasında istikbal için ümit verecek bir ışığın doğmasına vesile olmuş. Bir ilk olan İDSB’nin Priştina ve Üsküp’te gerçekleştirdiği temaslar ise bölgede yeni bir heyecana vesile oldu. Balkanlardan ondan fazla vakıf ve dernek İDSB’ye üye oldu. Batılı ülkelerin, misyoner teşkilatların, NGO’ların faal olduğu Kosova, İslâm ülkelerinin ilgisini bekliyor. Komutanımız Murat Hüdâvendigâr, mânen, mücahidin harman olduğu Balkanlara evlatlarının vefa göstermesini arzu ediyor.  Priştina’dan ayrılıp şirin bir Osmanlı şehri olan Prizren yoluyla Makedonya sınırına ulaştık. Kalkandelen (Tetovo)’da  Harabadibaba Tekkesi’ni ve Paşa Camii’ni ziyaret ettikten sonra Makedonya’nın önemli bir teşkilatı olan Merhamet’in Kalkandelen şubesinde dostlarla buluştuk. Harp yıllarının komutanlarından, şimdilerde milletvekili olan Hayrullah Messini ve Balkanlarda bilhassa son zamanlarda önemli hizmetlere imza atan Adnan İsmaili ile birlikte geç vakte kadar sohbet ettikten sonra otuzu aşkın kişiden mürekkep heyetimizle Üsküp’e doğru yola çıktık… Üsküp… Yahya Kemal’in ‘kayıp şehri’… Yıldırım Bayezid yâdigârı…       Şimâle karşı vatanın bir müdafaa kalesi gibi kurulan Üsküp’te İslâmiyet âdetâ tecessüm etmiş ve şehrin her köşesine Müslüman kimliği kazınmıştır. Halkın deyişine göre ya Bağdat’ta evliyâ fazladır yahut Üsküp’te…  Şimdilerde Avrupa’nın da kimliğini açığa çıkartan minareler, ince, uzun ve heybetli duruşlarıyla Üsküp’ün kelime-i şehâdeti gibi yükseliyorlar.  Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal’i anlattığı Bozgunda Fetih Rüyası’nda Üsküp’ü şöyle anlatır: “Üsküp’ün Yıldırım Bayezid devrinden beri değişmemiş bir zihniyeti vardı. Üsküp halkı karakterli, dinine bağlı ve efendi bir milletti. İnsanları Murad-ı Sâni devrinin canlı birer resmi gibiydi. Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları gören bir İstanbullu, Naima Tarihi’nden fırlamış zannederdi.” Taşköprü’nün tüm heybetiyle bekçilik ettiği Vardar Nehri Müslüman kanıyla kırmızı aktığından beri, Osmanlı mirası Burmalı Camii yerle bir edildiğinden beri, Anadolu ve İstanbul bu coğrafyaya alâkasız kaldığından beri Üsküp daha bir mahzun…   Bosna’daki felâketle yeniden gündemimize geldi Balkanlar. Merhum Aliya İzzetbegoviç Anadolu gençlerine yepyeni bir ufuk ve heyecan verdi. Balkanların büyük mücahidi Aliya İzzetbegoviç sadece Anadolu’da ve Bosna’da değil, tüm Balkanlarda gençliğin en mühim ilham kaynağı, diriliş ve direniş timsali oldu. İmanın, ahlâkın, mücadelenin, ferasetin, sabrın ve sebatın sembolü oldu Aliya merhum.      “Bizler on bir sivil toplum kuruluşu, O’ndan aldığımız ilhamla mücadele ediyoruz” diyor Adnan İsmaili. Sembollerin ve kimlik unsurlarının ön plana çıktığı Balkanlarda Müslümanlar, bugün, var olma ve değerlerini ve değerlerine sahip çıkacak nesilleri koruma savaşı veriyorlar. Osmanlının bölgeden çekilişi ile birlikte âdetâ nisyana terk edilen Balkanlar, hamdolsun son yıllarda yeniden hatırlanıyor.  Türkiye bölgeye yeniden dönüyor. Genç cumhuriyetler olan Makedonya ve şimdi Kosova’yı ilk tanıyan ve ilk büyükelçilikler açan ülke olmakla beraber Türkiye’nin bölge ülkeleri ve halklarıyla da çok boyutlu ilişkilerini geliştirici adımlar atması bölge halkı için büyük memnuniyet vesilesi oluyor.  Üsküplü dostlarımızın da dediği gibi Türkiye’nin bölgeye alâkası bir lütuf gibi görülmemeli, bunun bir mecburiyet olduğu bilinmeli! Bu alâka, hem vefâ ve kardeşlik göstergesi, hem de Türkiye’nin istikbalinin Balkanlardan geçtiğinin farkına varmak demek. Nasıl ki geçmişte Rumeli, Osmanlıyı cihan devleti haline getirdi, Fatih cennetmekânın vaktinin çoğu bu topraklarda geçti. Öyle de bir kez daha aynı topraklar Türkiye’yi Avrupa ve Dünya gücü haline getirebilir.  Üsküp dönüşü, İDSB Türkiye temsilcisi Ali Kurt ve Hayrât Vakfı’ndan Ahmed Semiz beyefendilerle birlikte, uzun seneler bölgede iman ve Kur’ân hizmeti îfâ etmiş, âlim bir şahsiyet olan ve zaman zaman İrfan Mektebi’nde şiirlerini okuduğumuz Câvid Saraçoğlu Ağabeyimizi ziyaret ettik. Kendisinden Üsküp hatıralarını dinledik, Üsküp’ten taze hatıraları ve selâmları kendisine naklettik. Önümüzdeki sayılarda Câvid Bey’le ilgili hatıraları ve şiirleri neşredeceğiz inşâallah. 

Münir SALİH 01 Ocak
Konu resmi100 Soruda Hadis İlmi (4)
İtikad

50- Musahhaf hadis ne demektir? Sika râvilere muhâlefetin bir çeşidi de kelimenin yazılışı (hattı) bozulmaksızın nokta veya harekelerinin değiştirilmesi ve böylece başka bir kelime haline getirilmesidir. Bu tür değişiklik çoğunlukla metinde bazen da seneddeki isimlerde görülür. Kelimesi nokta değişikliğine uğramış hadise Musahhaf hadis denir. (1) 51- Muharref hadis ne demektir? Kelimesi hareke değişikliğine uğramış hadise muharref hadis denir. (2) 52- Hadislerin tedvininden ne anlayacağız? Tedvin, lügatte cemetmek, toplamak mânâsına gelir. Yazılı sahifeleri bir araya getirerek iki kapak arasında bir kitap yapmak, bu mânâda tedvinin tam karşılığıdır. Sahifelerin, kitabı vücuda getiren yahut başka bir ifade ile tedvini yapan kimse tarafından yazılmış olması şart değildir. Bununla berâber, o,  kendi yazdığı sahifelerle bir kitap vücuda getirilebileceği gibi, başkaları tarafından yazılmış sahifeleride toplayabilir, yâni tedvin yapabilir. Tedvin başka bir mânâ ile muhtelif sahabeler tarafından yazılmış olan yahut yazılmasa bile hafızalarda tutulan hadisleri toplayarak bir kitap haline getirmek mânâsınadır. (3) 53-Hadislerin tasnifi ne demektir? Tasnif tabiri vardır ki, diğerlerinden daha farklı bir mânâya sahiptir. Eğer hadisleri tedvin eden kimse  (müdevvin), kitabını meydana getirirken, içine aldığı hadisleri konularına göre sınıflandırır ve meselâ salâtla ilgili hadisleri bir bölümde, zekâtla ilgili hadisleri de ayrı bir bölümde zikrederse, musannaf denilen bir eser vücuda getirilmiş olur ki, onun yapmış olduğu bu iş, hadisleri konulara göre tasnif etmekten ibarettir. Hadis tarihinde tasnifte de tedvinden sonra başlamıştır. (4) 54- Hadis eserlerine verilen isimler nelerdir? Sahife, cûz, erbeûn, müsned, mu’cem, etraf, bölümü alfâbetik, metni alfâbetik.(5)55- Müsned ne demektir? Aslında daha sonraki dönemlerde yaygınlaşacak olan alfabetik sistemin ilk örneği olan bu sistemde sahabeler Müslüman olmaktaki önceliklerine Hz. Peygambere yakınlık derecelerine ya da kabilelerine göre harf sırasına konulur ve onlardan gelen hadisler konularına bakılmaksızın o ismin altında derc edilir. Böylece meydana gelen eserlere tür adı olarak müsned denir. Bu sistemde meydana getirilen eserlere de müsned denir. Bunların bugün elimizde olan ilk örneği 281 sahabenin 2767 hadisin ihtiva eden Ebu Davut et-Tayalisi (v. 241/855)’in 10 bin kadar mükerreriyle birlikte 40 bine yakın hadis ihtiva eden Müsned’dir. Bugün müsned denince Ahmed b. Hanbel’in eseri akla gelir.(6) 56- Sünen ne demektir? Fıkıh bablarına göre tasnîf edilmiş ahkam hadislerini ihtiva eden ve Sünen denilen kitapların ikinci asrın başlarından itibaren telîf edilmeye başlandığını daha önce zikretmiştik.. Bu çeşit kitapların tasnîfî üçüncü asırda da devam etmiş ve bu asrın ikinci yarısında hadis tarihinin en meşhur Sünenleri ortaya çıkmıştır. Altı sahih hadis kitabı (Kütüb-i Sitte) içinde yer alan ve yirminin üzerinde telif edilen Sünenler arasından seçilen dört Sünen (Sünen-i Erbaa), bu asrın en önemli eserleridir. (7) 57-Süneni Erbaadan kasıt nedir? Bunlar, sırası ile En-Nesâ’î’nin Sünen’i,  Ebû Dâvût’un Sünen’i, et-Tirmizi ve İbn Mâce’nin Sünen’leridir. (8) 58-Musannaf ne demektir? İkinci asırda ortaya çıkan ve musannaf denilen bazı hadis kitapları vardır ki, bunlar, sünen denilen hadis kitaplarından ayrı bir özellik taşımazlar. Muhtemelen bu eserlerde ve fıkıh ahkamına müteallık hadisler tasnife tabi tutuldukları için yapılan işe dalalet etmek üzere, musannaf tabiri kullanılmıştır. Bununla berâber, şuna da işaret edebiliriz ki, musannaflar, Câmî denilen eserler gibi her konudaki hadisleri ihtiva etmeseler bile, sünenlerden farklı olarak, câmî’lerde yer alan konulardan bazılarıyla ilgili hadislere de yer vermişlerdir. Bu bakımdan Musannafları, ihtiva ettikleri konular yönünden ile Câmî’ler arasında mütalaa etmek mümkündür. İkinci asırda Musannaf denilen eserleriyle şöhret kazanmış imamlar, Hammat İbn Seleme (ö.167), Veki İbnu’l Cerrah’dır (Ö.197). Ancak İbnu’n-Nedim, Fihristinde (s.133), ve her iki Musannaf’ı da Kitabu’s-Sünen adı altında zikretmiştir ki, bu, bizim Sünenler ile Musannaflar arasında büyük bir fark bulunmadığına dair biraz önce işaret ettiğimiz görüşü doğrular. (9) 59-Câmi ne demektir? İkinci asırda tasnif edilen bazı hadis kitaplarına da Câmî adı verilmiştir. Câmîler de Sünenler gibi ibadat, muamelat ve ukûbâta ait bâblara göre tasnif edilmiş hâdisleri ihtiva ederler; ancak Câmîlerin ihtiva ettikleri hâdisler, sadece bu konularla ilgili hâdislerden ibaret değildir. Bunlara ilaveten, Câmîlerde, çok daha değişik konulardaki hâdislere de yer verilmiştir. Meselâ Câmîlerde bulunan Kur’ân-ı Kerîm’in faziletleri, tefsiri, yaratılışın başlangıcı, geçmiş peygamberler, menakıb, Hz.Peygamberin sîreti ve mağâzîsi, halîfeleri ve ashabının faziletleri iman, tevhîd ve bunun gibi diğer bazı konulara ait hadislere Sünenlerde rastlamaz. Bu bakımdan Câmîler, ismin de delalet ettiği gibi akla gelebilecek her konudaki müşkilin halli için başvurulabilecek mufassal hadis koleksiyonları sayılır. (10) 60-Müstedrek ne demektir?   Müstedrek ve müstahraç adını alan eserler hangi hadis kitabı üzerine yapılmışlarsa onun özelliğini taşıyan tamamlayıcı eserlerdir. (11) 61-Mustahrec ne demektir? Kelime olarak çıkarmak mânâsına istihracdan ism-i mefuldür. Hadis ıstılahı olarak bir çeşit hadis kitabına denir. Tarifi şöyle yapılmıştır. Bir musannif, kendinden önce tasnif edilmiş herhangi bir hadis kitabın da bulunan hadisleri, şeyhinde veya daha yukarı şeyhlerden biriyle buluştuğu, kitap sahibinin tarikından ayrı kendi isnadı ile rivâyet ederek meydana getirdiği hadis kitabına denir. (tedrib. 1/112). Söz gelimi bir hadis âlimi, Buhari’nin sahihini ele alarak içindeki bütün hadisleri onun isnadından başka ayrı bir kitapta toplarsa bu yeni kitaba mustahrec adı verilir. 62-Sahife'den kasıt nedir? Hz. Peygamber’in hayatında bazı sahabeler tarafından, Hz. Peygamber bizzat duydukları hadisleri yazmalarıyla veya tabiun tabakasından bazı râvilerce sahabelerden öğrendikleri hadisleri yazdıkları notlarla oluşturulan ve o haliyle daha sonrakilere intikal eden küçük hacimli vesikalara ‘‘sahife’’ denilmektedir. Sahifelere Kur’ân âyetlerinden sonra İslâm kültürünün ilk yazılı vesikaları gözüyle de bakabilir. Bunların en meşhuru Abdullah b. Amr. b. el-As’ın (93/712), Hz. Peygamber’den bizzat duyduğu hadisleri yazıp bir araya getirdiği “es-Sahafetu’s-Sadıka’’sıdır. Hemmam b. Münebbih’in (101/719), Ebu Hureyre’den duyup yazdığı 138 hadisten oluşan ‘’es-Sahifetu’s-Sahiha’’veya ‘’Hemmam b. Münebbih’in Hadis  Sahifesi de sahifelerin günümüze ulaşılabilmiş yegane örneğidir. Kitaplık çaptaki rivâyet mahsüllerinin tasnif edildiği dönem ve daha sonraki asırlarda Sahifeler’e  bir daha rastlanılmamıştır. 63-Kütüb-i Sitte'den kasıt nedir? “Kütüb” Arapça da kitaplar demektir. “Sitte” kelimesi de altı olunca, Kûtüb-i Sitte altı kitaplar mânâsına gelmektedir. Tasnif devrinin en mühim teliflerini teşkil eder. Bunlar Buhârî ve Müslim’in Câmî leri ile Ebu Dâvût, Tirmizî, Nesâi ve İbnu Mace’nin Sünenleridir. (12) Buhârî  9082  hadis Müslîm   7275  hadisNisaî       5754  hadisEbu Dâvut      5274  hadisTirmizî     3951  hadisİbnu Mace     4341  hadisToplam 35647  hadis

Enes ÇALIK 01 Ocak
Konu resmiUmre İbadetini Anlamak (2)
İbadet

Mekke ve Kâbe ile olan beraberliğimizden sonra yorgun ama oldukça heyecanlı ve sevinçli olarak Resûlullah Efendimizin (asm) Medîne’ye girişlerinde duydukları sevinç ve mutluluklarının1 küçük nümunelerini taşıyarak, yıllardır özlemini duyduğumuz, hasretini çektiğimiz ve “Her kim benim mescidimde hiç bir namaz vaktini kaçırmayarak kırk vakit namaz kılarsa, kendisine cehennemden berat ve azabtan necat, kurtuluş yazılır ve münafıklıktan beri olur” 2 hadisi şerifinin hükmüne binaen 40 vakiti / 8 günü içine alacak şekilde Resullullah Efendimize (asm) ve onun şehri Medîneye doğru yoldayız.  MEDİNE - HİCRET YURDU “Ey Taybe ve Tâbe gibi adlarla anılan mütevazı şehir! Sen, hazineleri kabul etme. Ben senin evlerini bütün kasabaların evlerinden daha yüksek (şerefli) kılacağım” 3.  Asırlar sonra şöhretini Peygamber Efendimizin (asm) buraya hicret etmesinden sonra kazanmış, daha sonra Efendimizin (asm) mübarek, pak, mutahhar vucudlarının buraya defnedilmesi ile büyük bir şerefin sahibi olmuştur.  Şehirlerin tarihlerini yazıp nakledenler Medîne’nin Efendimiz’den senelerce öncesinden kendisi için hazırlandığından bahsetmektedirler. Semavi kitaplarda son peygamberin geleceği ve bu beldede yerleşeceği işaretleri üzerine onun bekleyenleri babadan oğula, dededen toruna senelerdir yollarını gözlemişler. Nice yıllar sonra bu hakikat tahakkuk edecek, kadınlar ve çocuklar Resûlullah Efendimiz’i (asm) görebilmek için evlerin çatılarına ve yüksekçe yerlere çıkacaklar, deflerini çalarak hep bir ağızdan şu beyitleri söyleyeceklerdir, Ay doğdu üzerimize Veda Tepelerinden Şükür gerekti bizlere Allah’a davetinden Ey bizden seçilen elçi Yüce bir davetle geldin.4 Ta Himyeri meliklerinden Melik Tubba5 (Ebu Keriyb Es’ad’ül Himyeri) zamanında hükümranlığı altındaki Mekke’yi ziyareti esnasında Mekke ahalisinden istediği saygıyı görememesi üzerine Kâbe’yi yıkmaya niyetlendiği, bunun üzerine hastalandığından bahseden kitaplar, himayesindeki tek Allah (cc) inancına sahip olan âlimlerin kendisine telkinleri sonucunda bu niyetinden vazgeçerek Kâbe’yi örttüğünü ve hastalıktan kurtulduğunu anlatıyorlar6. Dönüş yolunda ordu Medîne’ye geldiğinde araziyi evsafından tanıyan 400’e yakın âlim, burada kalmak istediklerini ve O kutlu nebiyi bekleyeceklerini hükümdarlarına iletirler. O da kabul edip âlimleri evlendirip onlara evlerini yaptırır, bir fazla ev yaptırarak “Gelecek Peygamber burada otursun” diye vasiyet eder. Tarihçiler, Ebu Eyyûb el Ensari’nin (ra) evinin bu ev olduğunu söylerler. Ayrıca Melik Tubba, bir de mektup yazarak nesilden nesile aktarılıp Son Peygamber’e ulaştırılmasını emreder.  İşte Celaleddin es Suyuti (rahmetullahi aleyh), Resûlullah Efendimizi (asm) bekleyen insanların atalarının bu âlimler olduğunu anlatır ve asırlar sonra Melik Tubba’nın mektubunun İstanbul’da meftun Halid bin Zeyd Ebu Eyyüb el Ensari’nin neslinden ta Resûlullah Efendimize (asm) kadar ulaştığından bahseden rivayetleri verir. Zaman asırlar sonra bu hadiseyi tefsir eder. Efendimize mektup ulaştırılınca, okur ve üç defa “Tubba, salih kardeşim, merhaba sana!” der. Resulullah Efendimizin Medîne-i Münevver’ye hicretinde Ebu Eyyûb el-Ensari tarafında bu evde yedi ay misafir edilmesi 7 Melik Tubba’nın “gelecek Peygamber burada otursun”  niyetinin asırlar sonra kader-i İlahi tarafından onaylandığının bir göstergesi gibidir.  Böyle kutlu bir geçmişi olan bu beldenin İslâm için hazırlanması çok suhuletli olmuştur. Önce Medîne’ye sancaktar-ı Resûlullah Hz. Mus’ab Bin Umeyr (ra)  gönderilmiş sonra 1. ve 2. akabe biatlarından sonra hicret yurdu olarak Müslümanlara ve Resûlullah Efendimiz’e (asm) bağrını açmıştır. Hz. Resûlullah (asm) ile özdeşleşmiş, O’nun tarafından Mekke gibi haram kılınmış8, O’nun sakinliği, yumuşaklığı üzerine sinmiş bir şehir. Mekke’ye göre günümüzde daha şehirleşmiş olan Medîne, sakin fıtratı, yumuşak havası ve konaklama imkânlarıyla bir ziyaret ve ibadet şehri havasındadır.   RAVZA Kelime manası “Temiz Bahçe” anlamına gelen, Cennet bahçelerinden bir bahçe, âşıkların mekânı, Fahr-ı Âlem, Resûl-ü Kibriya Efendimizin (asm) ve yâri güzinlerinin vücudlarını kucaklayan belde, nazargâh-ı ilâhi, sohbet-i ve iksir-i nebevînin cevelengahı, hicretten sonra Resûlullah (asm) için mesken, irtihalinden sonra medfen olan temiz, pak Ravza-i Mutahhara… Gelenlerin günlerce rüyalarını süsleyen, gelemeyenlerin ise yıllarca bağırlarını yakan Ravza. Resûlullah Efendimizin “Benim mescidimde kılınan namaz Mescid-i Haram hariç diğer mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Mescid-i Haram’da kılınan namaz ise benim mescidimde kılınan 100 bin namazdan efdaldir”9 buyurduğu Ravza. “Bu cihan bana yetmiyor diyen”10 yedi iklim sahibi osmanlı padişahlarının gelemedikleri, yüz süremedikleri ateşlerinden yandıkları Ravza.    Bugün haram bölgesi çok geniş bir alana kaydırılmışsa da en son Sultan Gazi Abdülmecid Han ecdadımızın en son ve teferruatıyla yenilediği Ravza hep bizden izleri taşıyor ve bizlere çok tanıdık geliyor. Şanlı ecdad Ravzaya gelememenin yangınını Ravza’ya hizmet etmekle söndürmeye çalışmış. Var güçleri ile Ravza’yı Mutahharaya ve onu barındıran Medîne ahalisine ihsanlarda bulunmuşlar. Vucudları pay-i tahtta olsa dahi kalpleri Mekke ve Medîne’de Ravza da atmış. Neticede Harameyn-i Şerifeyne gidemedikleri halde ol Habib-i Kibriyanın mukaddes, münevver emanetlerini Halife-i Ruy-i Zemin ve Hadimül Harameyn Sultan Yavuz Selim Han aracılığı ile alıp pay-ı tahta getirip teselli bulmuşlar ve bizzat muhafaza edip bizlere emanet bırakmışlar. İslâmiyet’e ve özellikle Haremeyn-i Muhteremeyn’e bu denli hizmet ve hürmet eden bir ecdadın torunu olarak vardığımız Ravza’da onlarla bir kez daha iftihar ediyoruz. Allah’ın rahmeti ve mağfireti üzerlerine olsun.   CENNET Ravza-i Mutahhara’nın içinde cennet var. Hürmeten halılarını da yeşil yapmışlar. Gelen hacılar, hanımların ziyaretinden sonra aradaki örtü açılır açılmaz büyük bir gürültü ile oraya doğru akın ederler. Resûlullah Efendimizin (asm) “Evim ile minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir”11 buyurduğu, hemen Efendimizin kendisinin ve Ümmül Müminin olan hanımlarının hanelerinin yanından başlayıp minbere kadar uzanan bu küçük alanda dünyada ravzasına gelinen, vahyin cevelanının onun ve necip ashabının etrafında cereyan ettiği o mübarek yerlere ayak basıp, O’nun sünetine ittiba ile O’na ittiba edip Allah’a (cc) ittiba etmenin vereceği azim netice olan cennete bir küçük numune olan cennet bahçesine girip namaz kılıp tefekkür etmek. Aslında şu dünyada Kur’ân’a ve imana hizmetle bir cennet hayatının yaşanabileceğinin idrakine varmak.  Ravzanın bize en büyük hediyelerindendir Cennet Bahçesi. İşte evlerimizi de O’nun evi gibi Kur’ân ve iman hakikatlerinin menbağı ve O’nun sünnetine ittiba ile ettiğimiz gayretin bir ifadesidir Cennet Bahçesi. O’nun mescidine sahâbeleriyle tamamladığı İslâmiyet ile girilir ve şartları yerine getirilirse vereceği neticedir Cennet Bahcesi. SUFFE Ravza’nın içinde, vasıfları Kur’ân’da medhü sena edilmiş bir topluluğun yeri var. Küçük, Ravzanın mütevazılığine yakışır bir yer.  Hz. Resûlullah’ın (asm) bizzat bakıp, ilgilendiği ve gözettiği Suffe ashabının yeri. Gelen hacıların gözde yerlerinden biri olan bu küçük alan, izzetli fakirlerin, kendilerini Allah'a adamışların yeri. Kur’ân onları şöyle anlatıyor: “(Sadakalar), kendilerini Allah yoluna adamış, yeryüzünde (maîşet için) dolaşamayan fakirler içindir. İffetli olmalarından dolayı, bilmeyen onları zengin zanneder. Onları sîmalarından tanırsın. Israr ederek insanlardan bir şey istemezler”. 12 Ashab-ı Suffe’nin o ilim tahsil ettikleri yurt içinde yurt, ev içinde ev, Ravza içinde Ravza edindikleri mübarek yerde, Sanki Kur’ân bize “Resûlullah Efendimizin (asm) kucağında izzetli fakirler gibi olunuz. Öyle izzeti İslâmiyet’i muhafaza ediniz ki bilmeyenler sizi zengin zannetsinler. Sadece Allah’tan isteyin ki başkalarına ısrar etmeyin. Bu sizi Allah katında yüceltir. İlmi tahsil ediniz. İlim sizin kıymetinizi arttırır. Böyle davranırsanız Allah size maişet sıkıntısı vermez” demektedir. Üstad Bediüzzaman Kur’ân’a dayanan eserinde, “Ey Kur’ân şakirdleri! Sizi vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, maişet telâşesidir. O ise, Kur’ân’ın feyziyle bereket nev’inden sizlere veriliyor, vazifenize bakınız.”13 sözleri ile Suffe gibi olmanın, Suffe gibi izzetle anılmanın ifadesidir Suffede oturmak, namaz kılmak ve o havayı teneffüs etmek.  SELAMLAMA Kubbe-i Hadra ilk olarak Memlük Sultanı Sultan Kayıtbay zamanında yaptırılmış, şimdilerde herkesin “Yeşil Kubbe” diye tanıdığı haline, Sultan II.Mahmud zamanında kurşun döktürülüp yeşile boyanarak kavuşmuştur. Mescid-i Nebevî’nin uzaklarından da görülebilen Kubbe-i Hadra Ravzanın ve mescidin sembolüdür. Resûlullah Efendimiz (asm), yârları olan Şeyheyn (Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer) ile tam bu kubbenin altındadırlar. Selamlama Bâb-u Selam’dan başlıyor. Sultan Abdülaziz Han zamanında düzenlenen dış duvarların içlerine boydan boya ecdad hattı Kur’ân-ı Kerîm nakş edilmiş. Sanki “Kur’ân’ın mübelliği, mürebbisi, tercümanı olan Hz. Sultan-ı Levlâk’ın huzuruna, Kur’ân ayetleri ile gidilir” mantığı taşıyan selamlama yolunda salât-ü selam ile huzura varılıp, sonsuz selam, tazim, hürmet, muhabbetler takdim edilir. İlaveten gelenlerin gelecekleri haberini duyup da gelemeyenlerin yangın ve gözü yaşlı hasretlerini barındıran selamlar huzura sunulur.  Selamlama “Kim kabrimi ziyaret ederse ona şefaatim vacip olur”14, “Kim vefatımdan sonra kabrimi ziyaret ederse beni hayatımda ziyaret etmiş gibidir.15” Hadis-i şeriflerinin ışığında O’nu hayatında ziyaret ediyormuş gibi sahâbevari bir edeple yapılır. Hemen kabr-i pakilerinin yanında olan Halife-i Resûlullah Hz. Ebu Bekr (ra) ve Emir-el Mü’minin Hz. Ömer (ra) selamlanarak dua, salavat ile çıkılır.  Gönül rahattır artık, âşık maşukuna kavuşmuş karşılıklı selamlaşılmıştır.  SEYYİDENÂ HAMZA (ra) ve UHUD “Hamza, şehîdlerin seyyidi, efendisidir!”16 Emmi-i Resûlullah, ıssız çöllerin arslan avcısı, evveli de ahiri de korkusuz, Uhud’un can damarı, Müslümanların ciğerparesi, seyyidü’l şüheda, seyyidinâ Hamza. Uhudun eteklerinde kendi gibi seçkin şüheda ile yatıyor. Medînede kime “Seyyidena Hamza” deseniz  sizi ona ve Resûlullahın gülleri, ashabın güzinleri uhud şehitlerine götürür. Hemen süvarilerin 2-3 dakikada alabilecekleri bir yol mesafesinde Uhud dağı eteklerinde, Efendimizin çekilirken Ebu Dücane (ra) nin sırtında çıkarılıp tedavi edildiği ve etrafında birçok sahâbenin şehit verildiği küçük mağara var.  İslâm tarihinde Uhud harbi sonrası Ebu Süfyan ile Hz. Ömer (ra) arasında geçen meşhur konuşmanın da olduğu bu mağara Uhud dağının yarım daire şeklindeki boşluğunun doğu tarafında bir insanın rahatça uzanabilmesine yetecek kadar geniştir.17 ve bugün dahi miskler gibi kokmaktadır.  Umre sevabı için Mescid-i Kuba ve Resûlullahın en sevgililerinin ve sahâbelerinin meftun olduğu Cennetü’l Baki kabristanı. Hepsi aynı edeple ziyaret edilir.  VEDA Medîne’nin garip bir havası var. Resûlullah’la beraber olmak O’nun ravzasında misafiri olmak bir müddet sonra alışkanlık yapıyor. Ramazan, Şevval iftarları, sofralar, selamlamalar ruhunuza işliyor. Ayrılmak vakti yaklaşınca bir yandan sevdiklerinize kavuşma sevinci diğer yandan en sevgiliden ayrılma hüzününe dönüşüyor. Öyle ki zor geliyor ayrılmak. Her geceninin baharı her kışın bir neharı gibi her vuslatın bir ayrılığı oluyor dünyada. Zaman ayrılık ve veda hüznünü tatma zamanı. Son kez selamlayıp veda ediyoruz Resûlullaha, hem ashabı güzînine, ezvacına. Dilimizde hep aynı duâ:  Bir daha gelmeyi nasip et yâ ilâhenâ! Ya Rabbi Resûlullah sellellahu aleyhi vesellem Efendimize ihsan ettiğin maddi manevi bereketler yüzü suyu hürmetine bizim de maddi manevi rızıklarımıza bereketler ihsan eyle. Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere hürmetine kalplerimizi Envar-ı İmaniyyeye mazhar, kalemlerimizi Esrar-ı İmaniyyeye ve Esrar-ı Kur'an'iyyeye naşir eyle! Amîn!   KAYNAKLAR 1] [Buhâri Fezâilu’l-Medîne 10, Umre 17; Tirmizî Da’avâtı 44, (3437).] Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir seferden dönünce, Medîne’nin duvarlarına bakar, develerini hızlandırırdı. Eğer bir bineğin üzerinde ise, onu tahrik ederdi. Bu davranışı Medîne’ye sevgisinden ileri gelirdi.”[2] Ahmet bin Hanbel, el-Müsned, 3/155, Medîne’deki mescidler bölümü.[3] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri isimli kitabında Zübeyr bin Bekkâr´ın “Ahbârü´l-Medîne” adlı kitabında “Allah´ın Musa´ya indirdiği kitapta Medîne´ye hitaben bu şekilde buyurduğunu söylemektedir. [4] İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n nihaye,2/154[5] Muhammed el-Emin el Mekki, Osmanlı Padişahlarının Harameyn Hizmetleri, sayfa 117. Himyeri devletinin bir döneminde hükümdarlar, Tubba lakabını kullanmışlardır. [6] Konu hakkındaki İbn-i Kesirin El-bidaye ve’n-nihaye isimli eserindeki diğer bir rivayete göre hadise şöyle nakl edilmektedir: Ebu Kerib Tübban Es’ad, Medîne’ye gelerek iki Yahudi âlimini Ye­men’e sevk eden ve Ka’be’yi onarıp üzerine örtü geçiren hükümdardır. Rebia b. Nasr’dan önce hüküm sürmüştü. Doğu ülkelerine yaptığı sefer­den dönerken Medîne’ye uğramıştı. Sefere giderken de Medîne içinden geçmişti ama halk tedirgin olmamıştı. Oğlunu oraya bırakmıştı. Fakat bir suikasd neticesinde oğlunu öldürmüşlerdi. Sefer dönüşü Medîne’ye uğradığında orayı tahrib etmeye, ahalisinin kökünü kazımaya, hurma­lıklarını kesmeye kararlıydı. Tek Allah inancına sahip iki bilgin, -Medîne’yi ve halkını mahve­deceği haberini duydukları için- ona şöyle dediler: “Ey hükümdar! Sakın böyle yapma. ‘Mutlaka Medîne’yi ve halkını kırıp geçireceğim.’ diyorsan, bu amacına ulaşamazsın. Kısa zamanda bir azaba çarptırılmandan korkarız!” Hükümdar, “Neden?..” diye sorunca şu cevabı verdiler: “Medîne, ahir zamanda şu haremden (Mekke’den) çıkacak olan Kureyşli bir pey­gamberin hicret edeceği yerdir. Buraya yerleşecek ve burada yaşaya­caktır.”[7] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/24.[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/176-177. “Ey Allahım! Hz. İbrahim Mekke’yi haram kıldığı gibi, ben de [Medîne’yi] iki dağı arasıyla haram kılıyorum. Allahım, (Medîne halkını) müdd ve sa’larınla mübarek kıl” buyurdular[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/101-102.[10] Hasırcızade Metin Hasırcı, Büyük Osmanlı Tarihi, Yavuz Sultan Selim han bahsi. [11] Buhari, Fazlu’s-Salat 5, Fezailu’l-Medîne 11, Rikak 53, İ’tisam 16; Müslim, Hacc 502 (1392); Muvatta, Kıble 10, (1, 197). Hadis-i Şerifin devamında Efendimiz (asm) “Minberim havuzumun üzerindedir.” buyurmaktadırlar. Havuzdan murad, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a verilmiş olan Kevser havzı’dır. Şu halde minberi, ahirette onun üzerinde kurulacaktır.[12] Hayrat neşriyat, Kur'ân-ı Kerim Meali, Bakara suresi 273. ayet. Bu Ayet Suffe ashabı hakkında nazil olmuştur. Bunlar Medîne’de evleri ve aşiretleri olmayan muhacirlerdendi. Geceleyin Resûlullah (a.s.m.)’ın mescidine yakın suffe denilen yerde kalırlar, gündüzleri asla ondan ayrılmazlardı. Sayıları dört yüz kadar olup bütün vakitlerini ilim ve ibadete hasretmişlerdi. Hz. Peygamberin gönderdiği bütün seriyyelere katılırlardı. (Nesefî). [13] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, orijinal Osmanlıca nüsha, 32. sayfa[14] Hac İlmihali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007, Beyhaki, Muhammed b. Hüseyn b. Ali, es-Sünenü’l-Kübrâ, V, 402. Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Birinci Baskı, Beyrut, 1994.[15] Hac İlmihali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007, Beyhaki, V, 403.[16] Hadis-i şerif, Celaleddin es Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, 30. bölüm. [17] Hz. Peygamberin savaşları, Muhammed Hamidullah, sayfa 59/106 ve 60/111.

Yusuf Bahadır DEREN 01 Ocak
Konu resmiSağlık
Sağlık

Mide-barsak sisteminin iç tabakasını döşeyen mukoza denilen tabakada oluşan, derinlik gösteren yaralara ülser denmektedir. Midenin salgıladığı asit ve protein yapısında bir tür hazım enzimi olan pepsin etkisi ile oluşan ülserlere, genel olarak peptik ülser denmektedir. Bu yazıda izahına çalışacağımız esas hastalık, peptik ülser hastalığıdır (PÜH).  Yirminci yüzyılın başlarında stres ve diyet unsurlarının PÜH gelişiminde önemli olduğu düşünülmüştür. Bu nedenle hastane bakımı, yatak istirahatı, bir takım sıkı diyet rejimleri kullanılmıştır. Daha sonra asidin önemi anlaşılınca mide asit salgısını azaltıcı ilaçlar geliştirilmiş ve kısmen başarılı olunmuştur. Ancak bu tip ilaçlar bırakıldığında hastalığın sıklıkla tekrarlaması PÜH’nın kronik, tekrarlayıcı, tam tedavi edilemez bir hastalık olarak kabul edilmesine neden olmuştur. 1980’lerde çoğu PÜH’nın midede iltihap (gastrit) oluşturan Helicobacter pylori (H. pylori) diye isimlendirilen bir bakteri ve/veya non-steroidal antiinflamatuvar ilaç (NSAİİ) olarak adlandırılan romatizmal-ağrı kesici ilaçlar tarafından meydana geldiği ortaya konmuştur. Bu iki unsurun ortadan kaldırılmasıyla PÜH nükslerinin (tekrarlarının) de çok azaltılabileceği anlaşılmıştır.   Bahsi geçen H. pylori mikrobu toplumumuzda yaygındır. Çocuklarda %20 civarında olup erişkinlerde %70’in üzerindedir. Fakat bu mikrobun neden olduğu düşünülen hastalıklar bu sıklıkta değildir. Dolayısıyla hastalıkların ortaya çıkması için ek unsurlar gerekmektedir. Yoğun NSAİİ kullanımı, sigara tüketimi, düzensiz beslenme, stres bunlar arasında sayılabilir. İnternet ve diğer medya ortamlarının sık kullanılır hale gelmesi, bilgiye ulaşımı kolaylaştırmakla beraber, bazen yersiz evhamlara da neden olabilmektedir. Bu nedenle alt başlıklar halinde bazı durumları izah etmeye çalışacağız. H. pylori-gastrit/mide ülser ilişkisi: Bu mikrop erken yaşlarda mideye yerleşmektedir. Bulaşma şekli halen net değildir. Sulardan ya da yiyeceklerden bulaştığı kesin ispat edilmemiştir. Sadece gastrit tablosu varken de bazı şikâyetler verebilir. Hazımsızlık, kazıntı tarzında ağrı, bulantı gibi şikâyetler görülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu mikrop tedavi edilse bile bu şikâyetler kalabilir ve başka sebeplere bağlı olabilir. Dolayısıyla gastrit safhasındaki hastalığın tedavisi tartışmalıdır. Ancak unutulmaması gereken önemli nokta şudur: Kişide gastrit şikâyetleri olsun ya da olmasın; ailesinde, birinci derece yakınında mide kanseri varsa; bu mikrop açısından uygun yöntemlerle tarama yapılıp mevcudiyeti durumunda tedavi verilmelidir. Mide ülser şikâyetleri de benzerdir. Bazen sırta vuran ağrılar, kanama, belirgin kusma eklenebilir. Bu şikâyetler belirgin ve devamlı ise hekime başvurulmalı, uygun yöntemlerle mide ülseri tespit edilirse, mutlaka bu mikrop açısından da test edilmelidir. H. pylori mevcutken, sadece asit baskılayıcı ilaçlar verilip antibiotik tedavisi verilmezse asit baskılayıcı tedavi kesildikten sonra ülser tekrarlama riski mevcuttur. Kişi herhangi bir sebepten (romatizmal hastalık, kronik eklem rahatsızlıkları gibi) uzun süreli NSAİİ kullanacaksa, bizim gibi H. pylori’nin sık görüldüğü toplumlarda, bu mikrop açısından uygun testlerin yapılıp tedavi edilmesi önerilmektedir. Aksi takdirde bu mikropla birlikte kullanılan NSAİİ’lar midede ve ince barsakta kanamaya da neden olabilecek ülser oluşma riskini artırmaktadır. H.pylori-mide kanseri ilişkisi: Bu mikrobun mide kanseri ile ilişkisi tespit edilmiştir. Ancak bu mikrobun bizim gibi toplumlarda sıklığı %80’lere ulaşmasına rağmen, mide kanserinin aynı oranda yüksek olmaması, ek unsurların da bulunması gerektiğini düşündürmektedir. Dolayısıyla özellikle toplumumuzda bu unsurların bilinip tedbir alınması mide kanserlerinden korunmak için önemlidir. Nitrik oksit diye adlandırılan, gerek bazı gıdaların hazmı sırasında gerekse de (daha büyük oranda) gıda koruyucuları veya nitrat bazlı gübreler vasıtasıyla mideye ulaşan kanserojen olabilen maddelerden kaçınmak gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmenin pratik  yolları; işlenmiş et-balık ürünlerinden, kızartılmış, salamura (turşu gibi) gıdalardan, fazla tuz tüketiminden kaçınmak, süt, taze meyve sebzeleri daha çok tüketmektir. C vitamini ve beta karotenden zengin gıdalar mide kanserine karşı koruyucudur. Ispanak, marul, lahana,  brokoli, kavun, şeftali, havuç, kayısı beta karoten açısından zengin besinlerdir.  Limon, greyfurt, portakal, çilek, kivi en çok C vitamini içeren meyveler arasındadır. Lahana, domates, kuşburnu, karnabahar, ıspanak, maydanoz, turp, patates, yeşilbiber gibi sebzeler en fazla C vitamini içeren sebzeler olarak C vitamini kaynakları arasında yer alırlar. Ancak dikkat ediniz, ısıya ve ışığa karşı direnci düşük olduğundan C vitamini içeren sebze ve meyvelerin saklanması ve pişirilmesi C vitamininin yüksek oranda kaybolmasına neden olur. Aspirin-ülser ilişkisi: Aspirin özellikle kalp-damar hastalıklarında sık kullanılan ilaçlardandır. Düşük dozda da kullanılsa mide ve barsakta erozyon (minik yüzeyel ülser), ülser gibi patolojilere neden olup kanama, mide-barsak delinmesi gibi önemli sonuçlar da doğurabilir. Herkeste olmasa da aspirin kullanıldığında sıkıntı yaşayabilecek riskli gruplar vardır; 60 yaş üzerinde olmak, daha önce mide-barsak kanaması geçirme hikâyesi, aspirin yanında romatizmal ağrı kesicilerin kullanımı, ülser hikâyesi olanlar gibi. Bu kişilerin aspirin yanında mide koruyucu bazı ilaçları da kullanılması kuvvetle tavsiye edilmektedir. 

Ender SELİN 01 Ocak
Konu resmiAşure
Sağlık

Dünyanın pekmezi, âhiretin balı Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin üzerine hiç sinek konmazdı. Onun bu hâlini iyi bilenlerden biri sordu.  “Efendim, üzerinize sinek konduğunu hiç görmüyoruz, sebebi nedir?” O mübârek zât şu güzel cevabı verdi: “Niçin konsun ki? Üzerimde ne dünyanın pekmezi var, ne de âhiretin balı…” Ocak ayı nimetleri Sebzelerden: Kereviz, lahana, Brüksel lahanası, brokoli, havuç, pırasa, ıspanak, pazı, turp çeşitleri Meyvelerden: Elma, nar, portakal, mandalina, ayva, greyfurt.  Balıklardan: Kefal, tekir, kırlangıç, levrek, hamsi . Bu güzel kış ayında sebze ve et suyu ile hazırlanmış çorbaları sofranızdan eksik etmeyiniz. Hareketsiz geçen soğuk kış günlerinde çorbalar bağırsak sisteminizi düzenler. Soğuk havalarda vücûda direnç veren balık ve baklagiller de en çok istifâde edilmesi gereken nimetlerdir. “Yarın yaparım diyen helâk oldu!” Biz kuluz. Başıboş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. Kıyâmet günü utanmaktan, pişman olmaktan başka, ele bir şey geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamanıdır. Merd olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz.  İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, rahat, elverişli vakit ele geçmez. Bugün fırsat elde iken, hangi özür ve hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamber Efendimiz (asm), “Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etti” buyurdu. Eğer dünya işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhiret işlerini yaparsan güzel olur. Fakat bunun aksini yaparsan çok çirkin olur. “Sû-i emsâl misâl olmaz.” Yani, bir kimsenin hukuka aykırı hareketi, başkalarına da örnek ve o işi yapmak hususunda izin teşkîl etmez. Bazı haram ve günahları bir takım insanlar işliyorlar diye o kişiler emsâl tutulup onların kötülükleri örnek alınamaz. “Hatası zâhir olan zanna i‘tibâr yoktur.” Bir zannın hatalı olduğu açıksa, ona i‘tibâr edilmez. O zan mu‘teber ve kesinliği olmadığından, o zanna dayanılarak yapılan delilsiz suçlama gibi şeylere de i‘tibâr olunmaz. İslâmiyet’te hüsn-ü zan esastır. Başarının kodları  Yaptığımız her işte nihâî hedef, Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır.  Tüketim hayatın amacı değil aracıdır. Hayata anlam kazandıracak misyonlar edinerek dava adamı olmak gerekir, tüketim canavarı değil…  ‘Başarı tesadüfi değildir’, alın teri ve akıl terinin ortak ürünüdür.   Takip edilmeyen iş yapılmayacaktır. Bu nedenle sonuç almak için takipte ısrarcı olunmalı.  Güven iyidir, ancak kontrol de gereklidir. Güven kontrole mani değildir.  Başarı için iyi eğitimin yanında iyi iletişim de gereklidir.  Hiçkimse her şeyi bilemez. Akıl akıldan üstündür. İstişarede rahmet, fayda vardır. (Ömer Bolat, Liderlik Gönül İşidir, Hayat yay.) Mutlu bir evlilik için 1. Evliliğin mukaddes bir müessese olduğuna inanın. 2. Eşinizin, çocuklarınızın Allah’ın bir emâneti olduğunu hatırınızdan çıkarmayın.3. Evlenmede asıl olan, âile birliğinin ömür boyu huzur ve mutluluk içinde korunmasıdır. 4. Sürdürülebilir evlilik, karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörüye bağlıdır.5. Eşinizin düşünce, duygu ve amaçlarına saygılı olun ve paylaşın.6. Evinize, eşinize ve çocuklarınıza kesinlikle zaman ayırın. İrfan “Her çağ kendi kelimelerini söyletmiş kelimeye; her demagog (lâfazan) kendi yalanlarını…  İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime…  İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilim...”  “Asırlar geçti, birer birer söndü meş’aleler.  İrfan asâletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: Kültür.” — Cemil Meriç

Zeynep EREN 01 Ocak
Konu resmiHastalar Risalesi
Risale-i Nur

Bugüne kadar hastalar için, tıp fakülteleri kurulup doktorlar yetiştirilmiş, kemik hastanelerinden göz hastanelerine, kalp hastanelerinden tâ akıl hastanelerine kadar üstün donanıma sahip çeşit çeşit hastaneler kurulup binlerce insan istihdam edilmiştir. İnsan sağlığı kutsal kabul edilip hastalıkları teşhis ve tedavi yolunda hiçbir masraftan çekinilmemiştir. “Mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettarı, hayata hizmettir.” düsturunu kendine rehber eden Bedîüzzaman Hazretleri ise, hastalar için, bu güne kadar yapılanlardan çok farklı bir şey yapmıştır. O şey ki, her hastanın mutlak ihtiyaç hissettiği, görünüşte küçük fakat ma’nen büyük olan, çoğu zaman ihmale uğrayan, çoğu zaman unutulan, çoğu zaman gözlerden kaçan ama hasta için ilaç kadar doktor kadar önemi ve değeri olan teselli hakikatidir. Bedîüzzaman Hazretleri hastalara bu teselli ihtiyacı içindir ki Hastalar Risâlesi’ni faydalı bir merhem, manevî bir reçete, geçmiş olsun makamında bir duâ ve dilek maksadıyla te’lif etmiştir. Hastalar Risâlesi hastalığın görünüşte çirkin ve sevimsiz perdesi arkasındaki ulvi hakikatini ve şirin güzelliğini gösterip, hastalığı insanlara sevdirmiştir. Bedîüzzaman HazRetleri hastalıkların tahammül dâhilinde olmak şartıyla bir İhsan-ı İlahi, bir hediye-i Rahmani olduğunu söyler ve bunu bizzat kendi yaşadığı bir tecrübeyle şöyle açıklar:  “Bu sekiz dokuz senedir, liyâkatsiz olduğum hâlde, bazı genç zâtlar, hastalık münâsebetiyle duâ için benimle görüştüler. Dikkat ettim, hangi hastalıklı genci gördüm ise, sâir gençlere nisbeten âhiretini düşünmeğe başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesâttan bir derece kendini kurtarmış. Ben de bakıyordum, onların tahammül dâhilindeki hastalıklarını, bir ihsân-ı İlâhî olduğunu onlara ihtâr ediyordum. Ve derdim ki: “Kardeşim, ben senin bu hastalığının aleyhinde değilim, hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, duâ edeyim. Hastalık seni tâm uyandırıncaya kadar sabra çalış. Hastalık vazîfesini bitirdikten sonra Hâlık-ı Rahîm inşâallâh sana şifâ verir.” Hem derdim: “Senin bir kısım emsâlin sıhhat belâsıyla gaflete düşüp, namâzı terk ediyor, kabri düşünmüyor, Allâh’ı unutup, bir sâatlik hayât-ı dünyeviyenin zâhirî keyfiyle, hadsiz bir hayât-ı ebediyesini sarsıyor, zedeliyor, belki de harâb ediyor. Sen hastalık gözüyle, herhâlde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasındaki menzilleri görürsün ve onlara göre davranırsın. Demek senin için hastalık, bir sıhhattir. Bir kısım emsâlindeki sıhhat, bir hastalıktır.” 1 1- Lem’alar, 5. Deva, s.213-214 [1] ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN PENCERESİNDEN HASTALIĞA BAKIŞ ‘Mânâ-yı harfîyle bakmak’ Üstad Bedîüzzaman, her konuda olduğu gibi hastalığı da imanî bir pencereden ele alarak değerlendirmiştir. Bütün Risâle-i Nur Külliyatının temel eksenini oluşturan mânâ-yı harfî yönüyle ve imanî bir nazarla hastalığa bakmıştır. Bedîüzzaman Hazretleri hastalıklara mânâ-yı harfiyle bakarken; bu günkü modern tıbbın baktığı gibi hastalığı ve hastalığı oluşturan sebepleri tabiata, rastlantısal faktörlere veya kendi kendine oluşuyor düşüncesine nispet ederek bakmaz. Çünkü bu tarz bakış, insana Allah’ı unutturur, maddeci bir zihniyeti netice verir ve hastalığın gönderiliş hikmetini perdeler. Mânâ-yı harfîyle bakmak ise imanî bir nazardan süzülen şuurla hastalığı eşyadan değil esmâdan yani hastalığı veren Zât’ın isimlerinden bilerek, hastalığı gönderenin murad ettiği hikmetler penceresinden değerlendirerek bakmaktır. Bu bakış açısıyla Bedîüzzaman; hastalığın insanlara kesinlikle tesadüfen ve şanssızlık eseri olarak gelmediğini, bilakis Rahîm-i mutlak, Cemîl-i ale’l ıtlak, Rahmân-ı bilhak olan Allah’ın rahmet ve keremiyle isabet ettirildiğini, hastalığın insanı gafletten uyandıran vazifeli bir memur, hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşid olduğunu beyan etmiştir.  [2] HASTALIKLARIN İBÂDET OLMA CİHETİ ‘Şikâyet etmemek ve sabretmek şartıyla’ Bedîüzzaman Hazretleri, şikâyet etmemek ve sabretmek şartıyla hastalıkların ibâdet hükmüne geçtiğini beyan eder. Ona göre ibâdet iki kısımdır. Biri müsbet ibâdet ki namaz, niyaz gibi ibâdetlerdir. Diğeri ise menfi ibâdet denilen elimizdeki nimetler alındığında itiraz ve isyan edebilecek imkân ve iradeye sahipken Allah’ın emrine, muradına ve takdirine rıza gösterip teslim olarak yapılan manevî ibâdetlerdir. Bu iki kısım ibâdet hakkında Bedîüzzaman Hazretleri şöyle söyler: “Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, senin ömür dakîkalarını birer sâat ibâdet hükmüne getirebilir. Çünki ibâdet, iki kısımdır. Biri müsbet ibâdet ki; namâz, niyâz gibi ma‘lûm ibâdetlerdir. Diğeri menfî ibâdetlerdir ki; hastalıklar, musîbetler vâsıtasıyla musîbetzede, aczini ve za‘fını hisseder. Hâlık-ı Rahîmine ilticâ eder, yalvarır. Hâlis, riyâsız, ma‘nevî bir ibâdete mazhar olur. Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allâh’dan şekvâ etmemek şartıyla, mü’min için ibâdet sayıldığına rivâyet-i sahîha vardır. Hattâ bazı sâbir ve şâkir hastaların bir dakîkalık hastalığı, bir sâat ibâdet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin bir dakîkası bir gün ibâdet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahîha ile ve keşfiyât-ı sâdıka ile sâbittir. Senin bir dakîka ömrünü, bin dakîka hükmüne getirip, sana uzun bir ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî değil, teşekkür et.” 1 [4] HASTALIK, ALLAH’IN İSİMLERİNİN ANLAŞILMASINA VESİLEDİR ‘Demek onlar başkasının mülküdür.’ Her şeyin sahibi Allah’tır hakikatini hayatının merkezine alarak hareket eden İmam Bedîüzzaman’a göre insan, hiçbir şeye hakiki malik ve sahip değildir. İnsanın üstündeki herşey Allah’ın imtihan maksadıyla verdiği birer emanettir. Bu emanetlerin başında da vücut, hayat ve sağlık gelir. Mülkün hakiki sahibi olan, bütün isimleri Kur’ân’ın dediği gibi “Esmâü’l-Hüsnâ” 2 tabiriyle güzel olan, her yaptığı icraatta binler hikmetler bulunan Rabbimiz olan Allah, güzel isimlerinin bilinmesi, isimlerindeki güzel nakışların görünmesi, sanatının inceliklerinin fark edilmesi için o vücut, hayat ve sağlık üzerinde icraatlar yapar. İnsanın, Allah’ın bu icraatlarına karşı hiçbir şikayet ve itiraza hakkı yoktur. Çünkü mülk onundur. Herşeyin yegane sahibi O’dur.  Bedîüzzaman Hazretleri bu noktaya şöyle temas eder: “Ey şekvâcı hasta! Senin hakkın şekvâ değil şükürdür, sabırdır. Çünki senin vücûdun ve a‘zâve cihâzâtın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek onlar başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Yirmialtıncı Söz’de denildiği gibi, meselâ; gâyet zengîn, gâyet mâhir bir san‘atkâr; güzel san‘atını ve kıymetdâr servetini göstermek için, miskîn bir âdeme, bir ücrete mukābil, modellik vazîfesini gördürür. Bir sâatçik zamânda, diktiği murassa‘ ve gâyet san‘atlı bir gömleği, bir hulleyi o fakîre giydirir. Onun üstünde işler, vaz‘iyetler verir. Hârika envâ‘-ı san‘atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acabâ şu ücretli miskîn âdem, o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaz‘iyetten bana sıkıntı veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun.” Böyle demeğe hak kazanabilir mi? “Hürmetsizlik ve merhametsizlik ve insâfsızlık ettin.” diyebilir mi? İşte aynen bu misâl gibi, Sâni‘-i Zülcelâl sana ey hasta! Göz, kulak, akıl, kalb gibi nûrânî duygularla murassa‘ olarak giydirdiği cisim gömleğini, esmâ-yı hüsnâsının nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaz‘iyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzâk ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de hastalığınla bil. Elemler, musîbetler bir kısım esmâsının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem‘alar ve rahmetten şuâ‘lar ve o şuâât içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında, sevimli güzel ma‘nâları bulursun.” 3  [5] HASTALIK, ÖMÜR SERMÂYESİNİ BÜYÜK KÂRLARLA MEYVEDÂR EDİYOR ‘Ömür bir sermâyedir, gidiyor’ Rabbimiz, Hâlıkımız tarafından imtihan için gönderildiğimiz şu dünyada ömür sermayemiz mesabesindeki zamanı ve o zaman dilimi içinde bize takdir edilmiş olan sayılı nefesleri hakkımızda en güzel ve en hayırlı bir şekilde değerlendirebilmek meselesi,  her insanın en büyük ve en öncelikli bir meselesidir. Hastalıkların ve musibetlerin bu konuya bakan yönlerini Bedîüzzaman Hazretleri şöyle beyan eder: “Ey bîçâre hasta! Merâk etme, sabret. Senin hastalığın sana derd değil, belki bir nevi‘ devâdır. Çünki ömür bir sermâyedir, gidiyor. Eğer meyvesi bulunmazsa zâyi‘ olur. Hem ömür râhat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermâyeni büyük kârlarla meyvedâr ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydân vermiyor, tutuyor, uzun ediyor, tâ meyvelerini verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işâreten bu darb-ı mesel dillerde destân olmuştur ki; “Musîbet zamânı çok uzundur, safâ zamânı pek kısa olur.” 4 [6] HASTALIKLAR NİMET-İ İLAHİNİN KIYMETİNİN BİLİNMESİNE VESİLEDİR “Harika bir makine gibi olan bir insan için...” Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda mutlak bir acz ve mutlak bir fakr derc eylemiştir. İnsan öyle bir surette yaratılmıştır ki, hadsiz yönlerden elemler duyduğu gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilen bir makine hükmündedir. Nihayetsiz hikmet sahibi olan Fâtırımız, harika bir makine gibi olan böyle bir insanı, çeşit çeşit ihsanlarını, in’amlarını, ikramlarını hissettirmek ve her çeşit leziz nimetlerini tattırmak ve insanı daima neticesi, meyvesi şükür olan, bir şükür fabrikası yapmak hikmetiyle yaratmıştır. Rabbimizin; insanı, sonsuz sayıdaki nimetlerini tadacak, tanıyacak, tartacak derecede pek çok cihazlarla donatması gösteriyor ki; elbette sağlık ve afiyet nimetlerini verdiği gibi bu nimetlerin tam anlaşılmasına ve kıymetlerinin taktir edilmesine hizmet eden hastalıkları ve dertleri de verecektir. Hastalar Risâlesinde bu noktaya şöyle temas edilir: “Hayât, dâimâ sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir âyîne olur. Belki bir cihette ademi, yokluğu ve hiçliği ihsâs edip sıkıntı verir. Hayâtın kıymetini tenzîl eder. Ömrün lezzetini sıkıntıya kalb eder. Çabuk vaktimi geçireceğim diye, sıkıntıdan ya sefâhete veyâ eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymetdâr ömrüne adâvet edip; çabuk öldürmek, çabuk geçirmek ister.” 5 [9] ZEVAL-İ ELEM LEZZETTİR “Oh!” veyâ “Âh!” diyeceksin Bedîüzzaman Hazretleri geçici, bir günlük hastalıktan gelen elemin çok günler manevî lezzetler ve sevaplara vesile olduğunu, ayrıca hastalığın son bularak elem ve sıkıntının bitmesinden gelen manevî lezzet yönünü şöyle açıklar: “Ey elemden teşekkî eden hasta! Senden soruyorum; geçmiş ömrünü düşün ve o ömürde geçmiş olan lezzetli, safâlı günlerini ve belâlı ve elemli vakitlerini tahattur et. Herhâlde ya “Oh!” veyâ “Âh!” diyeceksin. Yani, ya “Elhamdülillâh şükür.” veyâhûd “Vâ-hasretâ, vâ-esefâ.” kalbin veyâ lisânın diyecek. Dikkat et, sana “Oh! Elhamdülillâh şükür.” dediren, senin başından geçen elemlerin ve musîbetlerin düşünmesi, bir ma‘nevî lezzeti deşiyor ki; senin kalbin şükrediyor. Çünki elemin zevâli, lezzettir.” 6 [11] MERAK HASTALIĞI AĞIRLAŞTIRIR VE HASTALIĞI İKİLEŞTİRİR “hastalığın hafîfleşmesini istersen...”  Hastalıktaki merakın kendisinin de bir hastalık olduğunu söyleyen Bedîüzzaman Hazretleri, merakın ilacını da hastalığın hikmetini ve faydasını bilmek olarak ifade eder. Ve gereksiz yere hastalığı hakkında merak eden hastalara şöyle seslenir: “Ey lüzûmsuz merâk eden hasta! Sen, hastalığın ağırlığından merâk ediyorsun. O merâkın, senin hastalığını ağırlaştırıyor. Sen hastalığın hafîfleşmesini istersen, merâk etmemeye çalış. Yani hastalığın fâidelerini ve sevâbını ve çabuk geçeceğini düşün, merâkı kaldır, hastalığın kökünü kes. Evet, merâk, hastalığı ikileştirir; mâddî hastalığın altında merâk ile ma‘nevî bir hastalığı kalbine verir; mâddî hastalık ona dayanır, devâm eder. Eğer teslîmiyetle, rızâ ile ve hastalığın hikmetini düşünmekle o merâk gitse, o mâddî hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafîfleşir, kısmen gider.”7 [12] HASTALIKTAKİ TEVEHHÜM SABIRSIZLIĞI NETİCE VERİR “Hastalık yok, elem yok, teessür de yok”  Hastalık esnasındaki kuruntular, vesveseler sabırsızlığı netice verir. Hasta da hastalığının bitmeyeceğini, acılarının geçmeyeceğini zannederek gereksiz endişelere düşer. Sabrı ve tahammülü azalır. Hastalığın altında ezilir. Eğer hasta, kuruntu ve vesveselerin baskısıyla sabır kuvvetini geçmiş ve geleceğe dağıtmazsa hal-ı hazırdaki sıkıntıya karşı Allah’ın verdiği sabır kuvveti kâfi gelir.  Bedîüzzaman Hazretleri bu noktaya şöyle temas eder: “Ey sabırsız hasta kardeş! Hastalık, hâzır bir elemi sana vermekle berâber; evvelki hastalığından bugüne kadar o hastalığın zevâlindeki bir lezzet-i ma‘neviyeyi ve sevâbındaki bir lezzet-i rûhiyeyi de veriyor. Bugünden, belki bu sâatten sonraki zamânda hastalık yok, elbette yoktan elem yok; elem olmazsa teessür de olmaz. Sen yanlış bir sûrette tevehhüm ettiğin için sabırsızlık geliyor. Çünki bugünden evvel bütün hastalık zamânının mâddîsi gitmekle, elemi de gitmiş; kendindeki sevâb ve zevâlindeki lezzet kalmış. Sana kâr ve sürûr vermek lâzım gelirken, onları düşünmeyip müteellim olmak sabırsızlık etmek dîvâneliktir. Gelecek günler daha gelmemişler. Onları şimdi düşünüp, yok olan bir günden, yok olan bir hastalıktan, yok olan bir elemden tevehhüm ile düşünüp müteellim olmak, sabırsızlık göstermekle, üç mertebe yok yoğa vücûd rengi vermek, dîvânelik değil de nedir? Mâdem bu sâatten evvelki hastalık zamânları sürûr veriyor. Ve mâdem bu sâatten sonraki zamân ma‘dûm, hastalık ma‘dûm, elem ma‘dûmdur. Sen, Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma; bu sâatteki eleme karşı tahşîd et; “Yâ Sabûr!” de, dayan.” 8 [13] HASTALIKTAKİ ACİZLİK DUÂYA VESİLEDİR Hastalık ile dergâh-ı İlâhîye...  Kur’ân-ı Kerimde “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” 9 diye buyuran Cenab-ı Hak, insanın yaradılış gayesinden birinin de duâ olduğunu beyan ediyor. Samimi duâ etmenin ve Allah’a yalvarmanın bir sebebi olan hastalıklar, insana acizliğini zayıflığını hissettirir. İnsan da dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip o acizlik ve zayıflığın diliyle çok içten, riyasız bir duâ eder. “Hastalık duânın vaktidir” diyen Bedîüzzaman Hazretleri bu noktayı şöyle açıklar: “Hastanın duâsının makbûliyeti, ehemmiyetli bir mes’eledir. Ben otuz kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifâm için duâ ederdim. Ben anladım ki, hastalık duâ etmekliğim için verilmiş. Duâ ile duâyı, yani duâ kendi kendini kaldırmadığından anladım ki, duânın netîcesi uhrevîdir10 ; kendisi de bir nevi‘ ibâdettir. Çünki hastalık ile aczini anlar dergâh-ı İlâhîye ilticâ eder.”11  [14] HÂLIK-I RAHÎM HASTALIKLARI EN SEVDİĞİ İBÂDINA VERİYOR “Zahirine değil, manâsına bak”  Hastalıkların insanın gerçek manâda olgunlaşarak manevî mertebelerinin yükselmesinde, insanın Allah katındaki kıymetinin artarak Rabbinin rızasını kazanmasında çok büyük manevî tesiri vardır.  Bu sebeple hastalığın manâsının güzel bir şey olduğunu, hastalığın zahirine değil de manâsına, gayesine bakılması gerektiğini belirten Bedîüzzaman Hazretleri bu konuda şunları söyler: “Eğer hastalığın ma‘nâsı güzel bir şey olmasa idi, Hâlık-ı Rahîm en sevdiği ibâdına hastalıkları vermezdi. Hâlbuki hadîs-i sahîhte vardır ki: اَشَدُّ النَّاسِ بَلَٓاءً اَلْأَنْبِيَٓاءُ  ثُمَّ الْأَوْلِيَٓاءُ اَلْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ  Ev kemâ kāl. Yani: “En ziyâde musîbet ve meşakkate giriftâr olanlar, insânların en iyileri ve en kâmilleridirler.” Başta Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm, enbiyâlar sonra evliyâlar sonra ehl-i salâhat çektikleri hastalıklara birer ibâdet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmâniye nazarıyla bakmışlar; sabır içinde şükretmişler. Hâlık-ı Rahîm’in rahmetinden gelmiş birer ameliyât-ı cerrâhiye nev‘inden görmüşler. Sen ey âh u fîzâr eden hasta! Bu nûrânî kāfileye iltihâk etmek istersen, sabır içinde şükret. Yoksa şekvâ etsen, onlar seni kāfilelerine almayacaklar. O vakit ehl-i gafletin çukurlarına düşersin. Karanlıklı bir yolda gideceksin.” 12 [15] BAZI HASTALIKLARDA ŞEHİDLİK MERTEBESİ VAR “Ma‘nevî şehîd hükmünde şehâdet gibi...”  Bedîüzzaman Hazretleri bazı hastalıklarda velayet derecesinin hatta şehadet mertebesinin bulunduğunu ifade ederek şöyle der: “Evet hastalıkların bir kısmı var ki; eğer ölümle netîcelense, ma‘nevî şehîd hükmünde şehâdet gibi bir velâyet derecesine sebebiyet verir. Ezcümle çocuk doğurmaktan gelen hastalıklar 13 ve karın sancısıyla ve gark ve hark ve tâûn ile vefât edenler, şehîd-i ma‘nevî oldukları gibi, öyle çok mübârek hastalıklar var ki, velâyet derecesini ölümle kazandırır. Hem hastalık, dünyâ aşkını ve alâkasını hafîfleştirdiğinden, vefât ile dünyâdan, (ehl-i dünyâ için gâyet elîm ve acı olan) müfârakati tahfîf eder ve bazen de sevdirir.” 14 [16] HASTALIK TOPLUM HAYATINDA HÜRMET VE MERHAMETİ TEMİN EDER Toplumsal bir dayanışmanın vesilesi Hastalık, insanlar arasındaki hürmet ve merhamet duygularını olgunlaştırır. İnsanlara unuttukları veya farkında olmadıkları bu duyguları yeniden tattırır. Toplumsal bir dayanışmanın vesilesi olur. Eğer insan hasta olmazsa kendi kendine yetebileceğini nefs-i emaresi ona telkin eder. “Bir ben varım başka vara gerek yok” düşüncesiyle etrafındaki insanların şefkat ve merhametlerini göremez ve görmek de istemez. O insan birden, hasta olunca muhtaç olduğu ama gafletten dolayı farkında olamadığı çevresindeki samimi hürmet ve içten merhamet sahiplerini fark etmeye başlar ve hastalık onun bu yöndeki gafletini dağıtır.  [17] HASTA BAKICILARA MÜJDELER “mühim bir ticâret-i uhreviye”  Hastanın tedavisinde doktor kadar ilaç kadar önemli olan bir nokta da hiç kuşkusuz hasta bakıcıların tutumudur. Onların şefkatlerinin ve ilgi derecelerinin hastanın moralinin düzelmesinde çok büyük etkileri vardır. Öyle ki hasta bakıcıların hastaya karşı gösterecekleri güler yüzün, ihtimamın, itinanın hasta üzerinde tarif edilmez güzel neticeler doğurduğu tıbbi bir gerçektir. Bu konuda hasta bakıcılara: “Sizin önünüzde mühim bir ticâret-i uhreviye var. Şevk ve gayretle o ticâreti kazanınız.” 15 tavsiyesinde bulunan Bedîüzzaman Hazretleri, hastalara Allah rızası için bakmanın mühim bir sevap vesilesi olduğunu belirtir. [19] HASTALIK İKİ KISIMDIR Arılara iliştikçe başına üşüşürler  Gerçek hastalıkların yanında bir de hastanın kafasında oluşan, hastanın iç dünyasını meşgul eden, hatta bazen gerçek hastalıktan daha şiddetli seyreden vesvese ve kuruntulara dayanan vehmî hastalıklar vardır. Bu tür hastalıklara yakalananlara Bedîüzzaman Hazretleri şu cümlelerle tavsiyelerde bulunur: “Vehmî hastalık ise; onun en müessir ilâcı, ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet verilmezse küçülür, dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe, insânın başına üşüşürler, aldırmazsan dağılırlar. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayâle ehemmiyet verdikçe büyür. Hattâ bazen onu dîvâne gibi kaçırır; ehemmiyet vermezse, âdî bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telâşına güler. Bu vehmî hastalık çok devâm etse, hakîkate inkılâb eder. Vehhâm ve asabî insânlarda fenâ bir hastalıktır. Habbeyi kubbe yapar; kuvve-i ma‘neviyesi kırılır. Husûsan merhametsiz yarım hekîmlere veyâhûd insâfsız doktorlara rast gelse, evhâmını daha ziyâde tahrîk eder. Zengîn ise mâlı gider; yoksa ya aklı gider veyâ sıhhati gider.” 16 [20] TEDAVİ OLMAK MEŞRUDUR Derdine derman arayanlara bir ders Hastalıkları hakiki ve vehmî olmak üzere iki kısma ayıran Bedîüzzaman Hazretleri, hakiki hastalıkların tedavisi için doktora başvurmanın, ilaç kullanmanın meşru olduğunu söyler fakat; şifayı Allah’tan bilmemiz ve beklememiz gerektiğini önemle belirtir. Bu münasebetle derdine derman arayan hastalara şu noktaları ders verir: “Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, küre-i arz olan eczâhâne-i kübrâsında, her derde bir devâ istîf etmiş. O devâlar ise, derdleri isterler. Her derde bir dermân halk etmiş. Tedâvî için ilâcları almak, isti‘mâl etmek meşrû‘dur. Fakat te’sîri ve şifâyı, Cenâb-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermânı o verdiği gibi, şifâyı da o veriyor. Hâzık ve mütedeyyin hekîmlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâcdır. Çünki ekser hastalıklar sû’-i isti‘mâlâttan, perhizsizlikten ve isrâftan ve hatîâttan ve sefâhetten ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin hekîm, elbette meşrû‘ bir dâirede nasîhat eder ve vesâyâda bulunur. Sû’-i isti‘mâlâttan, isrâfâttan men‘ eder, tesellî verir. Hasta o vesâyâ ve o tesellîye i‘timâd edip hastalığı hafîfleşir, sıkıntı yerinde bir ferahlık verir.” 17 [22] HASTA OLAN ANNE, BABA VE AKRABAYA BAKMAK İSLAMİYETİN GEREĞİDİR “hem bu dünyâdaki saâdete, hem âhiretin saâdetine...”  Anne, baba veya yakın akrabalar hastalandıklarında veya yaşlandıklarında her bir evladın üzerine borç olan bir vazifesi onlara samimi bir hürmet ve beklentisiz bir hizmette bulunup onların kalplerini hoşnud ederek hayır duâlarını almaktır. Bundan dolayı, hastalanan anne, baba, akraba ve ehl-i iman ihtiyarlara bakmanın, İslamiyetin gereği olduğunu belirten Bedîüzzaman Hazretleri hasta yakınlarına Hastalar Risâlesinde şöyle nasihat eder: “İhtiyârlara bakmak ise; hem azîm sevâb almakla berâber, o ihtiyârların ve bilhâssa peder ve vâlide olsalar, duâlarını almak ve kalblerini hoşnûd etmek ve vefâkârâne hizmet etmek hem bu dünyâdaki saâdete, hem âhiretin saâdetine medâr olduğu rivâyet-i sahîha ile ve çok vukûât-ı târîhiye ile sâbittir. İhtiyâr peder ve vâlidesine tâm itâat eden bahtiyâr bir veled, evlâdından aynı vaz‘iyeti gördüğü gibi; bedbahtbir veled eğer ebeveynini rencîde etse, azâb-ı uhrevîden başka, dünyâda çok felâketlerle cezâsını gördüğü, çok vukûât ile sâbittir. Evet ihtiyârlara, ma‘sûmlara ve yalnız akrabâsına bakmak değil; belki ehl-i îmân (mâdem sırr-ı îmân ile uhuvvet-i hakîkiye var) onlara rast gelse, muhterem hasta ihtiyâr ona muhtâc olsa, rûh u cânla ona hizmet etmek İslâmiyet’in muktezâsıdır.” 18 [23] HASTALIĞA EN TESİRLİ İLAÇ: KUVVETLİ BİR İMAN Yegâne çare! Manevî buhranlarla çalkalanan şu içinde yaşadığımız asırda, insanları dipsiz bir uçurumun eşiğine getiren dehşetli imansızlık hastalığı olduğu gibi, müslümanları da maddi ve manevî yönden zillete düşüren, güçsüz hale getiren imanlarındaki zaafiyettir. Bundan dolayıdır ki, manevî hastalıklarımızın yegane çaresi imanımızı inkişaf ettirip Kur’ân’ın emirlerine uymak olduğu gibi, bedeni olan hastalıklarımıza karşı da en tesirli ilaç kuvvetli bir imandır. Zira imani bir nazarla hastalığa bakıldığı zaman o hastalık, gerçek ve şirin olan yüzünü gösterir. İnsanı manen terbiye eder. İnsana sabrı öğretir. Hakiki kulluk vazifesini hatırlatır. İnsan da dört elle hakiki vazifesine sarılır.  [24] HASTALIKLAR BİZE NE DİYOR: “Anla, tanı, bil, öğren”  “Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücûduna ve cismine der ki: “Lâyemût değilsin, başıboş değilsin, bir vazîfen var. Gurûru bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öylece hâzırlan.” 19 “Ey hasta! Senin vücûdun taştan, demirden değildir. Belki dâimâ ayrılmağa müsâid muhtelif mâddelerden terkîb edilmiştir. Gurûru bırak, aczini anla, mâlikini tanı, vazîfeni bil, dünyâya ne için geldiğini öğren.” kalbin kulağına gizli ihtâr ediyor.” 20 “Hastalık senin vücûduna misâfir olarak gönderilmiştir. İnşâallâh çabuk vazîfesini bitirir gider. Ve âfiyete der ki; “Sen gel, benim yerimde dâimî kal, vazîfeni gör, bu hâne senindir, âfiyetle kal.” 21 SONUÇ “Mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettarı, hayata hizmettir.” diyen Bedîüzzaman Hazretleri, insanların, hususan hastaların manevî hayatına ve ruhî sıkıntılarına bir nebze de olsa teselli olabilmek için Hastalar Risâlesini manevî bir reçete, manevî bir duâ ve dilek manasında hastaların istifadesine sunmuştur. Bu risaleyle hastalığın herkesin bakıp da göremediği güzel mahiyetini ve şirin yüzünü göstermiştir. Hastalıkların tesadüfler sonucu değil, Allah’ın ismiyle ve müsadesiyle geldiğini mâ’kul ve makbûl delillerle ispat etmiştir. Sonuçta insanların hoşlanmadığı hastalığı, Allah’ın izniyle hastalara sevdirmiştir.  Lem’alar, 2. Deva, s.212İsrâ sûresi, 17:110Lem’alar, 4. Deva, s.212-213Lem’alar, 1. Deva, s.211Lem’alar, 19. Deva, s.224Lem’alar, 6. Deva, s.214Lem’alar, 10. Deva, s.217Lem’alar, 11. Deva, s.217-218Furkân sûresi, 25:77(Hâşiye) Evet, bir kısım hastalıklar duânın sebeb-i vücûdu iken, duâ hastalığın ademine sebeb olsa, duânın vücûdu kendi ademine sebeb olur; bu da olamaz.Lem’alar, 17. Deva, s.222Lem’alar, 15. Deva, s.220(Hâşiye) Bu hastalığın ma‘nevî şehâdeti kazandırması, lohusa zamânı olan kırk güne kadardır.Lem’alar, 15. Deva, s.220-221Lem’alar, 24. Deva, s.227Lem’alar, 20. Deva, s.225Lem’alar, 20. Deva, s.225Lem’alar, 24. Deva, s.227Lem’alar, 3. Deva, s.212Lem’alar, 6. Deva, s.215Lem’alar, 19. Deva, s.225

Ayhan Mirza İNAK 01 Ocak
Konu resmi“Allah’a Duâ Ediniz De, Cennette Size Komşu Olalım”
İbadet

Uhud Savaşı’nın sonunda bir hikmete binâen Müslümanlar bozguna uğramıştı. O bozgun esnâsında Resûlullah (asm)’ı canı pahasına koruyanlardan biri de Hz. Nesîbe Hatun’du. Hz. Nesîbe, o anı şöyle anlatıyor: “Ben, kocam ve iki oğlum Resûlullah (asm)’ın önünde çarpışıyor, müşrikleri ondan uzak­laştırmaya çalışıyorduk. Resûlullah, benim yanımda kalkan bulunmadığını gördü. Yanında kalkan bulunan biri­sine: ‘Ey kalkan sâhibi! Kalkanını çarpışana bırak!’ buyurdu. Bırakınca onu Allah’ın Resûlü aldı, ben de ondan alıp kalkanla korundum. Ancak at üzerinde bir adam gelip bana bir kılıç darbesi indirdi. Ben de onun atının ayaklarına kılıçla vurunca, at arkasının üzerine yıkıldı.  Peygamberimiz (asm): ‘(Ey Ümmü) Ümâre’nin oğlu! Annene, annene yardım et!’ diyerek oğluma seslendi. Oğlum bana yardım edince, müşriki öldürdüm. Müslümanlar Resûlullah (asm)’ın yanından uzaklaştıkları zaman, İbn Kamia: ‘Bana Muhammed’i gösterin! Eğer o kurtulursa, ben kurtulmam!’ diyordu.  Bunun üzerine, ben, sancaktar Mus‘ab bin Umeyr ve Resûlullah (asm)’ın yanında  sebat eden bazı sahâbeler, Resûlullah (asm)’ın önüne gerildik. İşte o zaman, İbn Kamia kılıçla vurup beni de ağır şekilde yaraladı. Ben de ona kılıçla darbeler indirdim. Fakat Allah düşmanının üzerinde iki kat zırh gömlek bulunuy­ordu.”   Hz Nesîbe’nin yara aldığını gören Efendimiz (asm), Nesîbe Hâtun’un oğlu Abdullah’a “Annenin yarasını sar! Senin annenin makamı, filan ve filanların makamından hayırlıdır. Senin makamın da filan ve filan­ların makamından hayırlıdır. Allah sizin ev halkınıza rahmet etsin!” buyurdu.  Hz. Nesîbe, Peygamberimiz (asm)’a: “Allah’a duâ ediniz de, Cennette size komşu olalım” dedi. Peygamberimiz (asm): “Allahım! Bunları bana Cennette komşu ve arkadaş et!” diyerek duâ etti. Hz. Nesîbe bunun üzerine “Bu bana yeter! Artık dünyada ne musibet gelirse gelsin! Hiç ehemmiyeti yok” diyerek sevincini açığa vurdu. 

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak