40. Sayı: "Benim Izdırabım Yalnız İslam'ın Maruz Kaldığı Tehlikelerdir!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiVefâtının 50. Yılında Bedîüzzaman Hazretleri
Risale-i Nur

1900 senesinde İngiliz Müstemlekât Nazırı Gladston’un “Bu Kur’ân, Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız!” meâlindeki sözlerini bir gazetede okuyunca İslâm Âlemi’nin karşı karşıya kaldığı bu dehşetli planları açıkça farkeden Bedîüzzaman Hazretleri, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” diyerek manevî cihâdının yönünü ilân etmiş ve 1910’da Şam’da okuduğu bir hutbe ile reçeteyi şöyle ifâde etmişti: “Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba’-ı Kur’ândır. Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.” Reçete güneş gibi âşikârdır, ancak, 1908’de “Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın!” îkazında bulunan ve bir endişesini ifade eden Bedîüzzaman Hazretleri’nin istikbâl-âşinâ nazarının tesbîti maalesef doğru çıkmış ve İstiklâl Harbi’nden sonra dehşetli bir istibdat ve ceberrut devri başlamıştır. Bu dehşetli hâli “Evet, daha dehşetli bir istibdat ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.” cümlesiyle ifâde eden Üstâd Hazretleri, 1909’da Divân-ı Harb’de “Bu hükûmet, zaman-ı istibdatta akla husumet ediyordu; şimdi de hayata adavet ediyor... Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun!... Yaşasın mevt!.. Zâlimler için de yaşasın cehennem!...” cümleleriyle haykırdığı hakikat, seneler sonra hakiki mazhar ve muhataplarını bulmuştur.    İstiklâl Harbinden sonra Ankara’ya gelen Bedîüzzaman Hazretleri, ehl-i îmânın maruz kaldığı dehşetli fitneyi şöyle ifade etmiştir: “Bin üçyüz otuzsekiz senesinde [bundan onsekiz sene evvel]  Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i îmânın kuvvetli efkârı içinde, gâyet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha îmânın erkânına ilişecek!” Hazret-i Üstâd’ın korktuğu gerçekleşmiş ve ejderha îmânın erkânına ilişmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri de Resûlullah Aleyhisseâlâtü Vesselâm’ın Mekke devrinde takip ettiği usûle ittibâ ederek; devrin hükümetinin evhâm ve şüphelerinin neticesi getirildiği Isparta’nın Barla beldesinde Risâle-i Nûrları te’lîf etmeye başlamış, herbiri birer Kur’ânî reçete olan eserleriyle zamânın her hastalığına ve insalığı'n ve ehl-i îmânın her sınıfına teşhîs ve tedâvîler takdîm etmiştir. İnsanlığa ve ehl-i İslâm’a takdîm edilen Nûr Risâleleri ve Bedîüzzaman Hazretleri’nin hizmet  usûlü milyonlarca insana manevî tiryak ve ilâç hükmüne geçmiş, karanlık ve kirli planları akim bırakmıştır.        Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatlerine, lisânına, harflerine ehl-i îmânı yeniden rabtetmek emelinde olan Bedîüzzaman Hazretleri Risâle-i Nûr’un icrâ ettiği tesiri ve istihdâf ettiği netîceyi şöyle ifâde etmiştir: “Risaletü’n-Nûr yalnız bir cüz’î tahribâtı ve bir küçük hâneyi tâmir etmiyor; belki küllî bir tahribaâtı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tâmir ediyor. Yalnız hususî bir kalbin ve bir vicdanın ıslahına çalışmıyor; belki bin senedenberi terâküm ve tedarik edilen müfsid âletlerle dehşetli rahneler ile kalb-i umumî ve efkâr-ı âmme-i umumînin bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılmasıyla bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân'ın i’caziyle ve geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’ân-ı Mu’ciz-ül-Beyanın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risâle-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” Bütün kuvvetini Kur’ân’dan alan Nûr Risâleleri ve Risâle-i Nûr hizmeti İslâm Âlemi’nde aynı devirde yazılan sâir eserlere ve takip edilen hizmet usullerine nisbetle İslâm târihinde benzerine Asr-ı Saadet’ten sonra tesâdüf edilmesi mümkün olmayan bir muvaffakiyete mazhar olmuştur. “Risâle-i Nur sönmez, söndürülemez. Risâle-i Nur, söndürülmek için üflendikçe parlayan bir nûrdur. Risâle-i Nur, tılsım-ı kâinatın muammasını keşf ve halleden bir keşşaftır.” diyerek Kur’ânî tefsirlerin kuvvetini ifâde eden Bedîüzzaman Hazretleri bu muvaffakiyete dehşetli bir istibdat ve zulme rağmen vâsıl olmuştur. Defalarca zehirlenmiş, zindanlara atılmış, sürgünlerde ömrünü tüketmiştir ama maruz kaldığı bu zulüm ve istibdat çarkı ehl-i îmanın sadrına şifâ, derdine devâ olmasına mani olamamıştır. Bilakis o maruz kaldığı zulme aldırmamış ve 1952’de Eşref Edib’e 76 yaşında iken verdiği mülâkatta “Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbâli selâmette olsa!” diyerek zulüm mihraklarına meydan okumuş, rûhunda yarım asır önce kopan fırtınanın hâlâ taptaze olduğunu göstermiştir. O, kendi ifâdesiyle cemiyetin iç hayâtını, manevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm etmiştir ve yalnız Kur’ân'ın te’sîs ettiği tevhîd ve îman esası üzerinde işlemiştir. Çünkü ona göre İslâm cemiyetinin ana direği budur ve bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. Bedîüzzaman Hazretleri ve te’lîf ettiği Risâle-i Nûrlar, icrâ ettiği te’sîr ve Kur’ân-ı Kerîm’i asrın idrâkine uygun bir tarzda takdîm etmesi sebebiyle “Allah, her yüz sene başında bu dini tecdid etmek (yenilemek) için bir müceddidi gönderir (insanlar içinden çıkarır).”  meâlindeki  hadis-i şerîfe tam ma’nâsıyla mazhar olmuşlardır. İrfan Mektebi olarak bu ay dosyamızı Bedîüzzaman Hazretleri’ne ayırdık. Vefâtının üzerinden yarım asır geçmesine rağmen eserleri, fikirleri ve dâvâsı günden güne kuvvetli hale gelen, beynelmilel bir hâl alan Hazret-i Üstad’ı anlamaya bugün düne göre çok daha muhtacız. Ümit ediyoruz, kendini keşfetmeye başlayan Türkiye ve İslâm dünyası çok yakın bir gelecekte “keşfedilmeyi bekleyen bir hazine” olan Bedîüzzaman Hazretleri üzerine daha çok mesaî ayıracak. Zira Kur’ân’dan alıp ilhamı, Kur’ân’ın hakîkatlerini, bu zamanın idrâkine, Kur’ânî bir üslup ve usul ile anlatan Hazret-i Üstad 'Alem-i İslâm’ın beklenen sabahı için en tesirli reçeteleri sunuyor. Herkes yeni döneme göre hazırlıklarını yapmalı!

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Mart
Konu resmiSahâbe ve Doğruluk
İtikad

"Ağaca ehemmiyet vermek, meyveleri içindir”1 buyuruyor, Bedîüzzaman Hazretleri Mektubât’ında. Yoksa ağacı, tohumunu, dallarını, yapraklarını inkâr edip görmezlikten gelip de, sadece meyvelerine bakın demiyor. Neticede koca ağaç, dalları, yaprakları ve kökleri ile meyvelerine çalışıyor. On dört asır öncesi kâinatı şereflendiren Nûr-u Muhammedî (asm) çekirdeği kendini göstermiş, bugün dahi nice güzel meyveleri toplanılan İslâmiyet ağac-ı kübrâsını netice vermiştir. Bu, tarifinde aciz kaldığımız nispette hikmetli, rahmet kokan o ağaç, eşsiz çekirdeğinin etrafında sağlam kökleri ile dünya toprağına o derece sağlam yerleşmiş ki nice amansız ve emansız düşmanları olmasına rağmen bugüne kadar kopartılamamış. Çekirdekten aldıkları nurla, kökler o İslâmiyet ağacını asırlardır beslemekte, nice dallar, yapraklar değişmekte, ama kökler, çekirdeğin etrafında bütün haşmet ve izzetleriyle durmaktadırlar. Onlar o çekirdekle o ağacı tesis eden, o nurlu çekirdeğin bütün özelliklerini üzerlerinde göstermeye gayret ile her halleriyle örnek ve numune olan, Fahr-ı Kâinat Efendimizin saff-ı evveli, nübüvvetinin hadimleri, kendi aralarında rahmetli, küffara karşı dehşetli, Allah'ın onları sevdiği, onların da Allah’ı sevdiği Sahâbe-i Kiram efendilerimiz. Onları sevmek İslâmiyet’i sevmektir. Onları sevmek, hiç şüphesiz ki Resûl-ü Ekrem Efendimiz’i (asm) sevmektir. Onları sevmek Allah’ı (cc) sevmektir. Bir ağaç kökleri ile ne kadar alakalıdır. Ne yaparsanız yapın da ağacın köklerine dokunmayın, kesmeyin, zedelemeyin! Zira bunu yaparsanız, çekirdeğin canını acıtırsınız, çekirdeği incitirsiniz. İşte Efendimiz (asm) buyuruyor: “Ashabıma sebbetmeyin! (Küfretmek, hakâret etmek, bedduâ etmek, lânetlemek, kaba söylemek, sövmek gibi her çeşit kötü söz) Nefsim elinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun ki, şâyet sizden biri, Uhud Dağı kadar altın infak etse, onlardan birinin infak ettiği bir müdd’e (İki avuç dolusu miktarı ölçü alan bir ölçü birimi=875 gr.) hatta onun yarısı kadarki infakına, sevapta yetişemez.”2 DOĞRULUK Bir insanın çoğu vasfı, ona şahsiyet giydiren birçok özelliği eksiksiz olsa da, o insan doğru olmasa, sıdkı olmasa, yalan söylese diğerlerinin bir önemi kalmıyor. Bunun tam tersine birçok yönü eksik olsa ama dürüst, doğru, emin olsa bu özelliği diğer butün kusurlarını örtebiliyor. İşte sıdk, doğruluk hayatımızda bu derece ehemmiyetlidir. Doğruluk, yalan söylememek, riyadan uzak durmak gibi “hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı”3 bugün ne hale getirdiğimiz, buna karşın Sahâbe-i Kiram efendilerimizin bu konuda nasıl da asırlar içerisinde asaletle durdukları hakikatleri ortadadır. Hadis âlimleri ve ulemanın bu konudaki hükümlerini Hz. Üstad şöyle ifade ediyorlar: “Sahâbeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivâyet tezkiyeye muhtaç değil”3 Yani onlar öyle konuşmuşlar ki asla söylediklerini tekrar söyleyerek veya tekrarlattırarak tasdik ettirmemişler. Onlar söylerler ve söylediklerini asla doğrulatmak için gayret göstermezler. Zira rivayette yalana teşebbüs etmezler. Peygamberlerinden aldıkları “hissiyât-ı ulviyelerinin mizacı”3 olan doğrulukları ile kelimelerini ve cümlelerini biçimlendirirler. Uhud harbindeyiz… Ebû Süfyan, Resûl-ü Ekrem Efendimiz’in hayatta olduğu müddetçe bu işin bitmeyeceğini anladığından özellikle topladığı paralı askerlerle bizzat O’nun hayatını ortadan kaldırmak için küçük gruplar kurmuş ve neticede Efendimizi (asm) korumak için nice sahâbeler hayatlarını feda etmişlerdir. Bu arada İbn-i Kâmia denilen bir nasipsiz Resûlullah (asm)’a indirdiği bir kılıç darbesi ile onu atından düşürür ve döndüğünde Ebû Süfyan’a “Muhammed'i öldürdüm!” der. Harbin sonunda Hz. Ömer’le (ra) Ebû Süfyan arasında o meşhur konuşma olur. Önce sorar Ebû Süfyan, “Muhammed (asm) aranızda mı, Ebûbekir aranızda mı, Ömer aranızda mı?” diye. Susulur. Sonra emir gelince Hz. Ömer cevap verir: “Hepimiz hayattayız.” Can düşmanı Ebû Süfyan, “Doğru söyle “Muhammed aranızda mı?” diye tekrar sorduğunda, Hz. Ömer: “Ben seni nasıl duyuyorsam o da seni öyle duyuyor” deyince Ebû Süfyan, “Vallâhi Ömer, ben senin sözüne İbn-i Kâmia’nın sözünden daha çok inanırım” der.4 Böyledir Sahâbenin doğruluğu. Düşmanları bile açıkça tasdik ederler. Sen kalk, öldürmek için onca gayret göster ve kast et, sonra zahiren düşmanına galip görünsen de sıdkına yenil, doğruluğunun karşısında ezil. Bugünlerde kaybettiğimiz doğruluk o günlerde sahâbelerin üzerinde ne de ihtişamlı durmuş. Tesirleri ta günümüze kadar asırları delip geliyor, gıpta ile bakıyoruz o insanlık, doğruluk, dürüstlük abidelerine. DOĞRUYU ÖRNEK ALMAK Bir sıfatı izhar/ifade etmek açısından Resûlullah Efendimiz(asm)’in isimlerini saymaya çalışsak, karşımıza çocuklarımıza da koyduğumuz bir ismi çıkıyor: “Muhammed-ü'l -Emin”. Çok anlamlıdır ki; İslâmiyet’i tebliğ için gönderdiği elçilerine diğer devlet ve dinlerin reisleri doğrudan Resûlullah(asm)’ın doğruluğunu soruyorlar. Yani başka insanlar O’nun hakkında önce şunu bilmek istiyorlar: “Allah adına konuşan bir insanın hayatındaki doğruluğun anlamı/boyutu nedir?” Eğer bir insan “emin” sıfatıyla medih bulup iştihar etmiş ve hiç yalanı yok ise, düşmanlarının dahi emanetlerini muhafaza ediyor ise o insanın Allah (cc) adına yalan söylemeyeceği hükmüne karine arıyorlar. Resûlullah (asm) bununla da kalmıyor, doğruluk ve bütün vasıflarının tamamen kendisine ve ümmetine Allah’dan geldiğini ve yalancılığın, “Sâni’-i Zülcelal’in kudretine iftira etmek3” olduğuna Kur’ân’dan “Eğer O (Muhammed) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette O’nu kuvvetle yakalar; sonra da O’nun can damarını koparırdık (O’nu yaşatmazdık). Sizden hiçbiriniz de buna mâni olamazdı.4” Âyet-i kerimesiyle delil getiriyor. Cenâb-ı Hak ol Habib-i Kibriya Efendimizin ismini kendi ismiyle anmış, O’nun ismini bütün asırlarda yüceltmiş, O’nun için âdetini tersine çevirmiş, ama eğer işin içinde yalan söylemek, doğru olmamak, özellikle de Allah adına yalan söylemek söz konusu ise âyet-i kerime çok açık. Burada hepimiz için dehşet verici bir sual akla geliyor ki o da “Acaba Efendimiz (asm) için doğruluk ve yalan hükümlerini bu kadar açık ve net olarak ortaya koyan Rabbimiz, bu hükümleri bizim için nasıl geçerli kılar?” İşte, saff-ı evvel olan Sahâbe-i Kiram hazeratı sıdkın Allah’dan geldiği hakikatini çok iyi anlamış görünmektedirler. Ve bu hakikati üzerinde en azim bir şekilde gösteren Resûlullah Efendimiz’i (asm) bu noktada kesinlikle yalnız bırakmamışlar. Yalan ve kizb onları asla yerlerinden titretememiş. Hep hayatlarında düstur etmişler: ya doğruyu konuşmuşlar, ya doğruyu. İkinci bir yola tevessül edip “Kizb ile kendilerini mülevves5” etmemişler, kirletmemişler. Zaman doğruluk zamanı, zaman doğruluğu, sıdkı, riyasızlığı üzerimizde en güzel şekliyle gösterip yeniden İslâmiyet’e layık doğruluğa ulaşmak zamanı. İşte o zaman diğer insanlar da “fevc fevc gelecekler.” İslâmiyet’in güzelliklerinden istifade edecekler. Cenâb-ı Hak bütün Müslümanlara Resûlullah Efendimiz’in (asm) ve O’nun asil ashabının sıdkından, doğruluğundan, firasetinden ihsanlarda buyursun. Âmin. Mektubat, Osmanlıca nüsha, 20. Mektup, Sayfa 68. Merhum İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16.cilt, sayfa 497, Hadis No: 6028. Hutbe-i Şamiye, Osmanlıca Mektubat 2, sayfa 414. Kur’ân-ı Kerim, Hakka Sûresi 44-48. âyetler. Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberler ve Halifeler Tarihi, 1. cilt.

Yusuf Bahadır DEREN 01 Mart
Konu resmiÜç sual ve bir cevap
Eğitim

Mevlana’ya felsefecilerden bir grup gelerek bazı sorular sormak istediklerini söylediler. Mevlana da onları hocası Şems-i Tebrizi'ye havale eder. Bunun üzerine O’nun yanına giderler. Şems-i Tebrizi mescidde, talebelerine, bir kerpiçle teyemmümün nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler. Şems-i Tebrizi “Sorun” dedi. Felsefecilerden biri sormaya başladı. “Allah var dersiniz; ama görünmez. Göster de inanalım.” Şems-i Tebrizi, “Öbür sorunu da sor.” der. O, “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azab edilecek dersiniz. Hiç ateş ateşe azab eder mi?” dedi. Şems-i Tebrizi; “Peki öbürünü de sor.” der. O, “Ahirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın” der. Bunun üzerine Şems-i Tebrizi, elindeki kuru kerpici adamın başına vurur. Soru sormaya gelen felsefeci derhal zamanın kadısına gidip, davacı olur. Ve “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu.” diye şikâyet eder. Şems-i Tebrizi, “Ben de sadece cevap verdim” der. Kadı bu işin açıklanmasını ister. Şems-i Tebrizi şöyle anlatır: “Efendim! Bana Allahu Teala’yı göster de inanayım” dedi. Şimdi bu felsefeci, başına vurduğum kerpicin başında ağrı yaptığını söylüyor, başının ağrısını göstersin de görelim. Yine bana, “Şeytana ateşle nasıl azab edileceğini sordu.” Ben buna toprak parçasıyla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Toprak toprağa nasıl acı verir? Yine bana, “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz.”dedi. “Benim canım, onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan ahiret hayatında niçin hak aranmasın?” Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcub olup, söyleyecek söz bulamaz.

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiAteşten Bir Gül
Tarih

Kelam biraz eksik kalır Çanakkale denilince. Kalem de utangaçtır aslında satırlara işlerken. Zira Çanakkale’yi ifade etmek o kadar basit değildir. Birçok şeyi rahatlıkla yazarsınız, ama Çanakkale’yi asla! Onlarca cilt kitap yazılsa dahi bitirilemez ve eksik kalan bir taraflar olur. Üzerinden bir asır geçmesine rağmen orada olup bitenler bütün bütün gün yüzüne çıkmadığını biliyoruz. O zamana gitmeden, hayalen olsun gözlerimizin önüne o mahşeri hadiseyi getirmeden bir cümle dahi kurmak ne mümkün. Tarih sayfalarında Çanakkale’yi okurken, şahit olduğunuz o müthiş manzaraları önce yaşayacaksınız ve sonra o ruhla başlayacaksınız yazmaya. Şükür ki tarihimizde bir Çanakkale var! Düşmanlarımızın adeta dillerini yutup hayretler ettiği bu büyük muharebe, her ülkenin imrendiği, iman kuvvetiyle bir vatan müdafaasının nasıl yapıldığının aşikâr resmidir. Çok olmadı daha, üzerinden bir asır bile geçmedi. Öyle ki acıları, sızıları hâlâ içimizde taze bir yara gibi durur. Ne kahramanlıklar gösterildi, ne fedakârlıklar yapıldı. Bebeğinin üzerini değil de mermileri örtüyle kaplayan annelerin kahramanlıklarını ne ile ifade edeceğiz.  Çanakkale Savaşını mahiyetini anlamadan millî ruhu kazanmanın mümkün olamayacağını anladık. Bir söz vardı hani; bir mıh (çivi) bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir süvariyi, bir süvari bir orduyu kurtarabilir diye. Çanakkale Savaşının kazanılmasında bu sır yatar işte. Edremit'li Seyit Onbaşı, topun ağzına mermi süren vinç tesisatı bombardımanda kullanılamaz hale gelince “Ya Allah Bismillah” diyerek üç tane 275 kiloluk mermiyi tek başına arka arkaya kaldırarak top yatağına sürüp ateşlemişti. Üçüncü atışında İngilizlerin “Ocean” zırhlısının dümenini parçalamış ve dümeni kırılan “Ocean” sarhoş bir serseri gibi mayınlara sürüklenmiş, sonra da bir mayına çarparak batmıştı. İşte o gün 18 mart 1915’ti. Daha nice kahramanlar vardı Seyit Onbaşı misali. 15 yaşında çocuklar vardı, bıyıkları bile terlememişti onların. Ana kuzusuydu onlar. Kınalı Hasanlardı, Hüseyinlerdi. Öleceğini bile bile o küçük yaştaki çocukları hangi inanç savaş alanına sürüklemişti ki. Ya da bunu biz ne ile tarif edebiliriz. Ah Çanakkalem!.. Dünya tarihinde ender rastlanan bir harpte rol almış ve savaşta dahi olsa düşmanına merhamet eden insanlık portresi çizmiştin yeryüzünde merhamet bilmeyen canavarlarına! Kendi yarasına ot basarken, düşmanının yarasına gömleğini saran... Yaralıya ateş etmediği gibi bir de kucağında karşı sipere taşıyarak, düşmanının bile takdirini kazanan yiğitlerin otağıydı Çanakkale. Evet, savaşta düşmanına bile merhamet eden bir ruh vardı orada. Bu ruhu taşıyan vatan evlatları yenilir miydi acaba? Onların gayeleri savaş kazanmak ya da vatan topraklarını biraz daha büyütmek değildi. Tek gayeleri vardı, o da bu kutsal vatana ecnebi postallarının ayak basmaması ve bu topraklarda kıyamete kadar din-i İslamın hâkim olmasıydı. Çünkü İslamiyetin, son kalesi Osmanlı Devleti can çekişiyordu. “Hasta Adam” diyorlardı ve aç kurtlar misali lokma lokma yiyeceklerdi Devlet-i Âl-i Osmaniyeyi. Fakat vatan evlatlarının bu uğurda malları giderse onlar için sadaka, can vermişlerse bu da onlara şehadet mertebesini kazandıracaktı. Yani müslümanın bu dünyada kaybedeceği hiçbir şeyi yoktu. Bunu bilerek, küçük-büyük demeden dönmeyeceklerini bile bile, birer birer gittiler harp meydanına. Gittiler ve bir daha da geri dönmediler. Kimler gitmedi ki bu savaşa! 15-16 yaşlarındaki Galatasaray Sultanisi (Lisesi) öğrencileri okul sıralarını bırakarak cepheye koşmuşlardı. Ama bu fidanların hepsi tek bir saldırıda İngiliz makinelisi ile şüheda mertebesine ermişlerdi. Onların şehadetine şahit olan bir Türk askeri yıllarca ağzını bıçak açmamış ve ne zaman Çanakkale’den bahsedilse o günü hatırlayıp hüngür hüngür ağlamıştı. Keza, Darü’l Fünun’un tüm son sınıf öğrencileri de şehit olduğu için o sene hiç mezun verememişti. Dünyalarını, canlarını vatanlarına feda ettiren inanç… Ne zaman başladı, ne oldu orada? “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!” Bu savaşın hülasası şöyledir: Birinci Dünyâ Savaşında İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları Çanakkale Boğazını geçip, İstanbul’u ele geçirmek, Rusya’ya boğazlar yolunu açmak için saldırmıştı. Savaş 3 Kasım 1914’te İngilizlerin Seddülbahir’i denizden dövmesiyle başlar. 19 ve 23 Şubat 1915 saldırılarından netîce alamayınca, 18 Mart 1915’te büyük bir saldırı yaparlar. Bu saldırıda düşman, 3’ü büyük zırhlı olmak üzere 9 savaş gemisini kaybeder. 11 savaş gemisi de ağır yaralanır. Denizden netîce alamayan düşman kuvvetleri, 25 Nisan 1915’te Seddülbahir ve Arıburnu’na kuvvet çıkarırlar. Seddülbahir, Arıburnu, Morto Koyu, Alçıtepe, Kanlısırt, Conk Bayırı, Kabatepe, Kocaçimen ve Anafartalar'da çok kanlı mevzi ve göğüs göğüse dehşetli savaşlar olur. Müslüman askeri adeta kahramanlık destanları yazar. “Çanakkale Geçilmez!” fikrini kabullenen düşman kuvvetleri, hezîmetlerini sineye çekerek 9 Ocak 1916’da geri çekilir.  İtilâf Devletlerinin başarısızlığı ile so­nuçlanan Çanakkale muharebeleri. I. Dün­ya Savaşı’nın seyrini değiştirip uzaması­na sebep olduğu gibi Çarlık Rusyası’nın çöküşünü de hazırlamış ve İngiltere’de hükümet değişikliğine yol açmıştır. Bir yıldan fazla süren ve dünya savaş tari­hinde farklı bir yeri olan bu muharebe­lerde, her iki taraf büyük kayıplar vermiş­tir. İtilâf Devletleri Çanakkale’ye 410.000 İngiliz askeri, 79.000 Fransız askeri olmak üzere ya­rım milyona yakın asker göndermiş, sa­dece İngiliz kuvvetlerinin toplam kaybı 213.980 kişiyi bulmuştur. Çanakkale mu­ harebelerine katılan askerlerimiz (yak­laşık 700.000 kişi) genellikle kısım kısım kullanıldığından zayiatın belirlenmesi güçleşmiş ve çeşitli rakamlar ortaya atıl­mıştır. Bu rakamlar 190.000 ile 350.000 arasında değişmektedir. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı’nın resmî kayıtlara dayanarak tesbit ettiği şehid sayısı ise 213.882’dir. Bazı kaynaklarda da  geçen ve kabul gören 253 bin şehit olduğudur. Evet, bir savaş ve 253 bin şehit. İngilizleri, Osmanlı’nın üzerine sürenlerin başında büyük Türk düşmanı Churchill gelmekteydi. Osmanlı Devleti'ni lüzumsuz yere savaşa sokan İttihat ve Terakki liderleri (Cemâl-Talat-Enver), Mondros Mütârekesi sonunda, devleti yüzüstü bırakıp yurt dışına kaçmıştı. Cemâl ve Talat, Ermenilerce öldürülür.  Mutlaka görmek gerek Çanakkale’yi. Hangi zor şartlarda dünya devleri karşısında atalarımızın canları pahasına vatan-millet müdafaasını anlamak için görmek gerek. Şunu da söyleyelim; Çanakkale, Türklüğün değil, Müslümanlığın zaferidir. Çünkü orada her milletten asker vardı. Kimi Türk, kimi Laz, kimi Çerkez, kimi Arap, kimi Kürt, kimi Gürcü... Ve daha niceleri. Öyle ki bizim safımızda savaşan ecnebiler dahi olmuştur bu savaşta. Onun için üstüne basa basa kimlik ayrımı yapmak, ne hatadır ne  cehalettir! — DAKİKA DAKİKA —  18 MART 1915 08:15 Sancak gemisi Queen Elizabeth savaş gemisinin direğine Mondros Limanı’nda ‘ileriye hareket’ flaması çekildi. 10:00 Müttefik donanması Boğaz girişine yaklaşmaya başladı. 10:25 Türk tarafından havalanan Alman tayyaresi Boğaz’a yaklaşmakta olan düşman hattını bildirdi. 10:30 1. İngiliz Filosu Agamemnon kılavuzluğunda Boğaz’dan içeriye girdi. Gemiler savaş konumuna geçti. Filonun önündeki muhripler muharebe alanını taramakta ve savaş gemilerine yol açmaktaydılar. Triumph ve Prince George savaş gemileri sancak ve iskele yönlerinde kıyılara yaklaştılar. 11:00 Kumkale gerisinden açılan obüs ateşimiz savaş gemilerini etkisi altına aldı. 11:39 1. Filo’daki İngiliz gemileri, ağır topları ile 14.000 yardadan merkez tabyalarımıza cehennemi bir ateşe başladılar. Queen Elizabeth Anadolu Hamidiye Tabyası’nı, Agamemnon Rumeli Mecidiye Tabyası’nı, Lord Nelson Namazgâh Tabyası’nı, Inflexible Rumeli Hamidiye Tabyası’nı yok etmek için adeta ateş ve ölüm kusuyordu. 11:45 Queen Elizabeth’in Çanakkale içine düşen bir mermisi şehirde yangına neden oldu. 11:55 Agamemnon ile Lord Nelson, Rumeli Mecidiye Tabyası'nı bombardıman altına aldı. 11:59 Weymouth muhrip savaş gemisi, Yenişehir mevkiini toplarıyla dövmeye başladı. 12:00 Müstahkem mevkiinde muhabere santralimiz isabet aldı, karargâhla savunma hatlarımızın irtibatı kesildi. Triumph, Çanakkale’yi döverken, Çimenlik Tabya’sında büyük bir patlamayla cephanelik havaya uçtu. 12:01 Rumeli Tabyası’nın iki topu muhabere dışı kaldı. 12:06 Amiral de Robeck 3. Filo’ya taarruz emrini verdi. 12:20 3. Filo’yu oluşturan Fransız gemileri 1. Filo’nun önüne geçti. 12:23 Inflexible gemisine refakat eden gemi battı. Inflexible ağır yara aldı.  12:25 Anadolu Hamidiye Tabyası’na düşen bir mermi kışlayı yaktı. 12:27 Prince George, Mesudiye Tabyası’nı ateş altına aldı. 12:45 Agamemnon 25 dakika içerisinde 12 isabet aldı. 13:00 Bombardımanın şiddeti gittikçe artmaktadır. 13:15 İngiliz muharebe gemisi Inflexible vuruldu. Irresistible, Cornwallis, Vengeance, Kumkale arkasından çıkıp borda düzeninde Boğaz’a girdiler. 13:20 Anadolu Hamidiye Tabyası karantina hizasında Çanakkale’ye yaklaşmak isteyen Bouvet’ı ateş altına aldı. Taarruz emrini alan Fransız Amiral Guepratta, İngiliz hattının önüne geçti. 13:47 Inflexible su kesiminin altından ağır bir yara alarak çekildi.  13:50 Agamemnon zırhlısı aldığı 7 isabet sonucu Inflexible ile aynı kaderi paylaştı. Gemilerden yapılan top ateşi kesildi. 14:00 Bataryalarımızın atışları ağırlaştı. 14:30 Düşmanın altı balıkçı gemisi mayın aramak için savaş alanına geldi. 14:50 Bouvet vuruldu ve 639 kişilik mürettebatıyla alabora oldu. 15:00 Yarım saat süren duraksamadan sonra ateş yeniden şiddetlendi 15:15 Namazgâh Tabyası’na düşen bir mermi kışlanın çatısını uçurdu. 15:20 Anadolu Hamidiye Tabyası ateşini yeniden Irresistible’a yöneltti. 16:20 Irresistible bir mayına çarparak, iskele yönüne yattı ve dumanlar içinde kaldı. Wear gemisi ile bir istimbot Irresistible’ın yardımına gitti. 16:30 Irresistible’nin kurtulma şansının olmadığı görülerek 610 personeli tahliye edildi. 16:35 Amiral De Robeck 2. Filo’ya çekilme ve Ocean’ın Irresistible’i yedeğe alarak kurtarma emri verdi. 17:15 Ocean Irresistible’a yaklaştı, ancak yedeğe alma şansı olmadığına karar verildi. 17:50 Irresistible, Rumeli Mecidiye Tabyası’na 14.000 yarda mesafede kaderine terk edildi. 18:00 Amiral De Robeck Irresistible’ın kaderine terk edilmesi üzerine daha fazla kayıp vermemek için genel çekilme emri verdi. 18:05 Ocean, Çanakkale ve Soğanlıdere bataryalarının yoğun ateşleri altında geri çekilirken mayına çarptı ve 15 derece eğildi. 18:10 Gemi komutanı Hayes Sadlerı yakında bulunan Coln, Jed, Chelmer muhriplerine yardım çağrısı gönderdi. Gemi personeli tahliye edildikten sonra Ocean da kaderine terk edildi. 19:30 Ocean akıntının etkisiyle Morto koyuna doğru sürüklendi. 22:30 Ocean ve Irresistible battı. 

Zafer ŞIK 01 Mart
Konu resmiGünahlardan Sakınma Yolları
İtikad

BÜYÜK CİHAD Bilindiği gibi cihad iki kısımdır. Biri maddi ve dış düşmana karşı yapılan cihaddır. İkincisi ise manevi olarak nefis ve şeytana karşı yapılan cihaddır. Bu ikinci cihad daha zor ve daha müşkilatlıdır. Peygamberimiz (asm) Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştur: “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ’, I, 425) Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini “küçük cihad” olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi “büyük cihad” olarak nitelendirmektedir. “Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir” (Tirmizî, Cihad, 2) “Nefse, şeytana ve azgın isteklere karşı verilen cihada “büyük cihad” isminin verilmesinin sebebi şudur: Nefse ve azgın arzulara karşı verilen cihad aralıksızdır. Oysa kâfire karşı ara sıra savaş verilir. Hâlbuki cephe savaşçısı düşmanını görür; fakat şeytan görünmez. Görünür düşmana karşı cihad vermek, görünmez düşmanla cihad etmekten daha kolaydır. Ayrıca şeytana karşı savaşırken onun, senin nefsinde bir destekçisi vardır; bu destekçi nefsin azgın arzularıdır, oysa ki kâfirlerle yapılan savaşta seninle beraber onların bir yardımcısı yoktur. Bu yüzden şeytana karşı verilen cihad daha zordur. Yine savaşta kâfir öldürürsen zafer ve ganimet elde edersin. Kâfir seni öldürürse şehitlik rütbesi ile cennet kazanırsın. Hâlbuki şeytanı öldüremezsin, ama o seni öldürecek olursa Allah’ın cezasına çarpılırsın. Nitekim derler ki: “Savaşta atını elinden kaçıran kimse düşmanın eline düşer. Buna karşılık imanını yitiren kimse Allah’ın gazabına uğrar. Böyle bir şeyden Allah’a sığınırız!”(İmam Gazali) TAKVÂ Bu zamanda Kur’ân-ı Kerîm’in en çok ehemmiyet verdiği şey, günahlara karşı takvâ ve amel-i salih esaslarıdır. Takvâ, günahlardan ve Cenâb-ı Hakk’ın yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Amel-i salih ise, ibâdetleri, hayır ve hasenatları kazanmaktır. Aynı zamanda takvâ ile her bir günahı terk etmek farz olduğundan, o da bir amel-i salih olduğu gibi, her bir farz ibâdeti terk etmek de haram olduğundan o haramı işlememek de takvâ sayılır. Günahların böyle her tarafı istila ettiği bir zamanda, toplum içinde yaşayan bir kimse, her dakikada yüz günaha maruz kalır. Takvâ ve sakınmak niyetiyle o günahları terk etmek, yüz amel-i salih hükmüne geçer. Zira her bir günahın terki bir farz olduğundan, bir farz da birçok sünnetlere mukabil sevab kazandırır. Bu sevablar diğer ibâdetlerin sevablarıyla birlikte insanda iyilik yapma meylini kuvvetlendirdiği gibi, günahlara karşı meyli de kırmaya vesile olur. Zaten sabır üç çeşittir; birisi de takvâ olarak günahlara karşı sabredip o günahları işlememektir. Şu sabır “Şübhesiz ki Allah inâyetiyle, muvaffakiyetiyle, takvâ sahipleriyle beraberdir.” âyetinin sırrına mazhar olarak Allah’ın yardımına vesile olur.  HER AN ALLAH’IN HUZURUNDAYIZ İhsan hadisinde geçen “Allah’ı görüyormuşçasına ona ibâdet et. Eğer sen onu görmüyorsan, şübhesiz ki O seni görüyor.” emrine binaen her an huzur-u İlâhide olduğumuzun farkında olmamız gerekir. Allah mekândan münezzeh ve beri olmakla beraber, her yerde hazır ve nazırdır. Yani her an sıfatlarıyla bizimle beraberdir ve biz O’nun gözetimi altındayız. Onsuz hiçbir ânımız yoktur. Zaten imanın verdiği şuur ile varlıkları tefekkür ettiğimizde O’nun bizim yanımızda olup gözetimi altında bulunduğumuzu anlarız. Nasıl ki canlı yayınlarda televizyon vasıtasıyla çok uzak yerleri ve sesleri görüp işitiyoruz. Aramızda bulunan varlıklar ve mesafe bir engel teşkil etmiyor. Hatta televizyon kablosu, görmemize ve işitmemize engel olmadığı gibi görüp işitmemize bir vesile olmaktadır. Aynen öyle de Cenab-ı Hakk’ın, her an varlıkların seslerini işitip ihtiyaçlarını görmesi ve vücutlarını istediği gibi işleyip tasarruf etmesi gösterir ki, bizimle Allah arasında olan şeyler, onun bizi görmesine ve seslerimizi işitmesine ve beraber olmamıza engel olmadığı gibi, olsa olsa ancak birer vesile olabilir. Öyleyse bir günahı işleyeceğimiz zaman onun huzurunda ve gözetimi altında olduğumuzu bilmeliyiz. Bir tarafta Cenâb-ı Hakk manen: “Ey kulum! Bu günahın sana zararı var. İşleme!” diyor. Diğer tarafta arkadan nefis ve şeytan bizi dürterek: “Ey Allah’ın kulu! Seni yaratan Rabbini değil, beni dinle!” Zehirli bir bala benzeyen o günahı geçici lezzete binaen işle! diyor. Bu manzara karşısında hiçbir zaman bozulmamış veya gaflet içinde bulunmayan bir vicdan, bile bile Rabbine karşı gelip, hem kendisinin hem Rabbinin düşmanı olan şeytana uyar mı? Bu tefekkürden herkes derecesine göre istifade edebilir. TÛBÂ-YI CENNET, ZAKKUM-U CEHENNEM  Dünya’da her günahın içinde bulunan cüz’i bir lezzetle beraber, bazen bin elemin de bulunduğunu düşünüp akıl gözüyle görmek gerekir. Hissiyat-ı insaniye kördür. Akıbetleri ve neticeleri görmez. Her zaman hazır bir gram lezzeti ilerideki birçok lezzetlere tercih eder. Hazır bir elem ve azaptan da çekinir. İlerideki çok elem ve azaplara maruz kalır. Mesela, gençliğimizi kötüye kullanıp günahlara girersek kabir, âhiret ve cehennem azabından başka, o günahların verdiği nefse ait cüz’i lezzetlere bedel vicdan azabı, düşman kazanmak, hastalıklar ve hapishanelere düşmek gibi binlerce elem ve sıkıntı vardır. Hem küfür ve dalalette muvakkat ve geçici haram lezzetlerle beraber, kâfirler için ölümü yokluk kabul etmek, günahkârlar için kabir kapısını, günahların cezası olarak, ebedi bir cehennem kapısı olduğunu görmek dünyada dahi küfür ve günahlardaki o lezzetten binler kat daha ziyade elem verir. Çünki bir insan için verilen bir iki sene veya beş on sene sonra vukuu kesin bir idam kararı karşısında, o insan idam oluncaya kadar yaşadığı hayatından hiç lezzet alamadığı gibi, o kararı düşündükçe de idam ediliyormuş gibi elem ve azap çeker. Öyle de kâfir, ölümü kendi hakkında kesinlikle vukuu bulacak bir idam kararı olarak gördüğünden, her an “ölebilirim” beklentisinden dolayı hayatından aldığı lezzetten binler derece fazla elem ve azap çeker. Bunun gibi fâsık ve günahkâr adam da, kabri günahlarının cezasını çekmek için bir cezaevi kapısı olarak gördüğünden, her an “ölüp o kapıdan gireceğim” diye beklediği için, dünya hayatında dahi o günahlardan aldığı lezzetten bin derece fazla sıkıntı ve elem çeker.  Buna mukabil insan, gençliğini ibâdet ve hayırda sarf edip, kabrin kendi hakkında saadet-i ebediye ve cennet kapısı olduğuna inanmakla, dünya hayatında iman ve ibâdet yolunda çektiği sıkıntı ve elemlere bedel, binler derece fazla zevk ve lezzet alır. Diğer ibâdetler ve günahlar da bunlara kıyas edilirse, şüphesiz iman ve ibâdette bir tûba-yı cennet çekirdeği saklı olduğu gibi, küfür ve dalalette de bir zakkum-u cehennem bulunduğu anlaşılır. NEFSİ AÇLIKLA TERBİYE ETMEK Nefsimizin azmasına engel olan az yemek, az içmek, az uyumak gibi esaslara uymaktır. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuşlardır: “Şeytan, insan vücudunda kan damarları yolu ile dolaşır, Buna binaen siz onun dolaşım yolunu açlıkla daraltınız. Kıyamet günü, insanların Allah(cc)’a en yakın olanı, en uzun müddet aç ve susuz kalanıdır.” “Tahkike göre mide aşırı arzuların kaynağıdır. Hikmet ehlinden biri der ki, “nefsinin kontrolü altına giren kimse, onun azgın arzularından hoşlanmaya mahkûm olmuş, onun yanılmalar zindanında tutuklanmış ve kalbini faydalı şeylerden mahrum etmiş olur. Vücud azaları toprağını azgın arzularla sulayanlar, kalblerinde pişmanlık ağacı dikmiş olurlar.” (İmam Gazali) Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri de şu açıklamayı yapmıştır:  “Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir. Hadîsin rivâyetlerinde vardır ki: Cenâb-ı Hak  nefse demiş ki:“Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: Ben benim, sen sensin; azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş: Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim.” (Mektubat, 254) TEVBE VE İSTİĞFAR Yaptığımız dua ve tevekkül, hayırlara olan meylimizi kuvvetlendirdiği gibi, tevbe ve istiğfar dahi şerlere olan meylimizi kırar. “Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz’-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-ı Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” (Kader Risalesi, Tılsımlar, 85) KÖTÜ ARKADAŞLARI TERK ETMEK İnsan fıtraten her türlü iyiliği yapma isti’dadına sahip olduğu gibi, her türlü fenalığı da işleyebilir bir yaradılışa sahiptir. Onun için insanın, günahların yaşanabileceği ortam ve mekânlardan uzak durması ve iyiliklerin yaşandığı yerleri tercih etmesi icab eder. Ayrıca insan, kötü çevre ve arkadaşlardan uzaklaşıp, iyi çevre ve arkadaşlar edinmelidir. Çünki Hadis-i şerifte: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde herkes kiminle arkadaşlık yaptığına baksın.” (Ebu Davud, Edeb, 19; Tirmizi, Zühd, 45)   Gavsü'l-A'zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (ra) kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyurur: “Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, sâlihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi ar­kadaşlarla berâber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.” Rabbimiz bizleri nefislerimizden, cinni ve insi şeytanların şerrinden muhafaza eylesin. Âmin. 

Zakir ÇETİN 01 Mart
Konu resmiEl-Hayy
Risale-i Nur

Hayy, lügatte diri, canlı manasına gelir. Allah’ın sıfatlarından olup devamlı var olan, kesintiye uğramayan, varlığı ezeli ve ebedî olan demektir.  Hayy, bütün yönleriyle tam bir hayata sahip olan demektir. İşitme, görme, kudret ve irade sahibi olmanın yanında diğer zatî sıfatlara da sahip olan ve eksiksiz bir hayatın bütün anlamlarını kendinde toplayan kimsedir. Kamus-u Okyanusta ise şöyle geçiyor: Hayattan vasıftır. Zinde manasına diriye denir.  Kelamcılar, ‘El-Hayyu’ lafzının manasının, ‘bilmesi ve muktedir olması sahih, doğru olan zattır’ şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın El-Hayy tavsifi, O’nun mutlak kemal sahibi olduğunu gösterir. Kâmil varlık ise, ne zatında, ne hakiki sıfatlarında, ne de nisbî ve izafî vasıflarında yokluğu kabul etmeyen demektir. (Râzî) RİSÂLE-İ NUR’DA HAYY İSMİ VE HAYAT Bedîüzzaman Hazretleri, Lem’alar isimli eserinde 30. Lema’yı Esma-yı Sitte olarak bilinen ‘Ferdün, Hayyün, Kayyumün, Hakemün, Adlün, Kuddüsün’ isimlerinin tefsirine ayırmıştır.  Beşinci nüktede, Hayy isminin tefsirinde, İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî’nin bir cilve-i a’zamından (en büyük cilvesinden) olan “Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?” Sualine karşı cevab olarak: “Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gâyesi, hem en büyük neticesi, hem en parlak nuru, hem en latif mayası, hem gâyet süzülmüş bir hulâsası (özü), hem en mükemmel meyvesi, hem en yüksek kemali (mükemmelliği), hem en güzel cemali (güzelliği), hem en güzel zîneti (süsü), hem sırr-ı vahdeti (birlik sırrı), … diye devam ederek hayatın 29 hassasını yani özelliğini saymıştır.  HAYATIN NETİCESİNİN ŞÜKÜR VE İBÂDET OLDUĞU Madem, kâinat fabrikası hayat için kurulmuş, hayata hizmetkâr ve hayat için var edilmiş, hayat için çalışıp hayatı netice veriyor. Acaba hayat ne için verilmiştir? Hayatın gayesi ve neticesi nedir? Acaba hayatın gayesi sabah kalkıp işe gitmek; akşam eve dönüp ve sabah yine işe gitmek şeklinde devam eden monoton ve robotlaşmış bir kısır döngüden mi ibarettir? Veya dünyada bir iş başarmak ve mal mülk edinmek veya belli bir makama gelmekten mi ibarettir? Veya sadece dünyadan ve dünya lezzetlerinden mi ibarettir? Bunları hiç düşündük mü?  İşte Bedîüzzaman Hazretleri bunlara şöyle cevap veriyor: “Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli (büyük) gayesi ve en kıymetli meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi ve azametli (büyük) bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebedîye olduğu gibi, bir meyvesi de hayatı veren Zat-ı Hayy-ı Muhyî’ye karşı şükür ve ibâdet, hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet, hamd ve ibâdet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.  Bundan anla ki, bu hayatın gayesini rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir diyenler, gâyet çirkin bir cehaletle; münkirane (inkâr ederek), belki de kâfirane (kâfirlikle), bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip (hafife alıp aşağılayarak), dehşetli bir küfran-ı nimet (nankörlük) ederler. Evet, bu kâinatın Sâni’-i ve Hayy-ı Kayyum’u bu kadar hadsiz enva’-ı nimetiyle (nimetlerin çeşitleriyle) kendini zihayatlara (canlılara) bildirip sevdirdiğine mukabil (karşılık), elbette zihayatlardan o nimetlere karşı teşekkür etmelerini ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san’atlarına mukabil medh ü sena etmelerini (övgülerini) ve emr-i Rabbanisine (Rabbanî emirlerine) karşı itaat ve ubudiyetle (kullukla) mukabele etmelerini (karşılık vermelerini) ister.” (Lem’alar) Demek, hayatın kâinat kadar büyük bir meyvesi olacak. Bu netice de şükür ve kulluk olacak. HAYATIN PERDESİZ OLARAK KUDRETİN TASARRUFU OLDUĞU Hayat, görünürdeki sebepler perde olmadan direk Allah’ın kudretinin eseridir.  Bedîüzzaman Hazretleri, bu konuyu ikinci remizde şöyle izah eder: “Hayatın hem zahiri (içi), hem batını (dışı), hem mülk (görünen), hem melekût (iç yüzü) vecihleri (yönleri) kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan; şekva (şikâyet) ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet ve kudrete münafî (zıt) olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un ihya edici, hayat verici ve diriltici isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücud ve icad (var etmek) da öyledir. Onun içindir ki; icad ve halk etmek (yaratmak) doğrudan doğruya, perdesiz olarak Zat-ı Zülcelal’in kudretine bakar. Hatta yağmur bir nevi’ hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü (inme vakti) bir muttarid (düzenli) kanuna tabi kılınmamış; ta ki, her vakt-i hacette (ihtiyaç vaktinde) eller dergâh-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, Güneş’in tulûu (doğması) gibi bir kanuna tabi olsa idi; o nimet-i hayatiye (hayatî nimet), her vakit rica ile istenilmeyecekti.” (Lem’alar) HAYATIN CAMİİYETİ YANİ TOPLAYICILIĞI Hem hayatın on altıncı hassasında denilmiştir ki: “Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz’ (parça) ise küll (bütün) gibi, cüz’îye (aza) dahi küllî (çok, umumi) gibi bir câmiiyet (toplayıcılık) verir.”  Bu noktada 29. Söz'de şöyle der: “Bak hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur (yoktur). Çünkü ne hayatı var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne şuuru var ki, taalluk etsin (alakalı olsun). Şimdi bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususen zeminin çiçekleriyle ve nebatatlarıyla (bitkileriyle) öyle bir ticaret akdeder (sözleşme yapar) ki, diyebilir: Şu arz, benim bahçemdir, ticarethanemdir.“  Evet, hayatın öyle bir câmiiyeti (toplayıcılığı) var ki; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı (Allah’ın güzel isimlerinin çoğunu) kendinde gösteren bir cami’ (toplayıcı) ayine-i ehadiyettir (birlik aynasıdır). Bir cisme hayat girdiği vakit o cismi küçük bir âlem hükmüne getirir; âdeta kâinat şeceresinin (ağacının) bir nevi’ (çeşit) fihristini (özetini) taşıyan bir nevi’ çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasıl ki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zihayatı (canlıyı) halkeden (yaratan), elbette umum kâinatın Hâlıkıdır (yaratıcısıdır). İşte bu hayat, bu câmiiyetiyle (toplayıcılığıyla) en gizli bir sırr-ı ehadiyeti (birlik sırrını) kendinde gösterir.” (Lem’alar) Ayrıca hayat, imanın altı erkânını ispat ettiğini de izah eder. Yani, Allah’ın varlığına ve birliğine, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve kadere iman esaslarını da hayatın ispat ettiğini ve delil olduğunu izah eder. DUÂDAKİ YERİ VE İSM-İ A’ZAM MESELESİ İsm-i a’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı olur. Meselâ İmam-ı Ali Radıyallâhü Anh hakkında; Ferdün, Hayyun, Kayyumun, Hakemün, Adlün, Kuddüsün altı isimdir. İmam-ı A’zam Radıyallâhü Anh’ın ism-i a’zamı: Hakem, Adl iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam’ın (Abdülkadir Geylani Hazretlerinin) ism-i a’zamı, Ya Hayy’dır. İmam-ı Rabbanî’nin ism-i a’zamı Kayyum’dur ve hakeza (bunlar gibi) pek çok zatlar daha başka isimleri, ism-i a’zam görmüşler. (Lem’alar) Peygamberimizden (asm) şöyle rivâyet edilmiştir: “Allah’a kendisiyle dua edildiğinde icabet ettiği ism-i azamı (en büyük ismi) üç yerdedir: Bakara, Âl-i İmran ve Taha sureleri.”                                                     Dimeşk hatibi Hişam bin Ammar şöyle demiştir: “Bakara suresindeki âyet, “Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. (O,) Hayy-u Kayyum’dur. O’nu ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutar. Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur. İzni olmadan O’nun huzurunda şu şefaat edecek olan kimdir? (Onların) önlerindekini ve arkalarındakini (geçmiş ve geleceklerini) bilir. Hâlbuki (onlar ise) O’nun ilminden, dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Kürsîsi, gökleri ve yeri kaplamıştır. Her ikisinin muhafazası O’na ağır gelmez. Ve O’ (pek yüce olan) Aliyy, (pek büyük olan) Azîm’dir.” (255. âyet),  Âl-i İmran suresindeki âyet, “Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. (O,) (ezeli ve ebedî hayat sahibi olan) Hayy, (bütün mevcudat kendisiyle kaim olan) Kayyum’dur.” (2. âyet), Taha suresindeki âyet ise “Ve bütün yüzler o Hayy-u Kayyum (hayat sahibi olan ve her şey kendisiyle kaim olan Allah) için (huzurunda) baş eğmişlerdir. Zulüm yüklenen kimse ise, gerçekten hüsrana uğramıştır.” (111. âyet) (İbn-i Kesir). Dikkat edilirse bu âyetlerin üçünde de Hayy ve Kayyum isimleri geçmektedir. Hz. Ali’nin (ra) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Bedir gününde savaşıyordum. Derken Allah’ın Resûlünün ne yaptığını göreyim diye, O’nun yanına vardım. Yanına vardığımda O secde halinde, ‘Ya Hayyu Ya Kayyum’ diyor, başka bir şey demiyordu. Sonra savaşa döndüm. Daha sonra da, Resûlullah’ın yanına tekrar geldiğimde O, aynı şeyi söylüyordu. Ben, gidip gelmeye ve O’na bakmaya devam ettim. O da, Allahu Teâlâ kendisine fethi müyesser kılıncaya kadar, aynı şeyi söylemeye devam etti.” (Razi) Yazımızı Peygamberimizin (asm) Hayy ismiyle yaptığı bir duasıyla bitirelim: “Ey Allah’ım! Sana teslim oldum, sana inandım, sana dayandım, sana yöneldim ve senin için mücadele ettim. Beni saptırmandan senin izzet ve celaline sığınırım. Senden başka ilah yoktur. Sen asla ölmeyen ve daima diri olan (Hayy’) sın. İnsanlar ve cinler ise ölürler.” (Buhari) 

İlyasi RAMAZANOĞLU 01 Mart
Konu resmiBedîüzzaman Kimdir ve Risâle-i Nur Nedir?
Risale-i Nur

Bu suallere bir makale içinde kısaca cevap vermek pek de kolay olmayan bir iştir. Çünkü Hazret-i Üstad seksen üç yıllık hayatında, pek çok dönemleri olan, pek çok hizmetler, tehlikeler ve maceralarla ve kendisine Bedîüzzaman, (zamanın benzersiz güzelliği) dedirten harikalarla dolu bir ömür sürmüştür.  Risâle-i Nur’lar da bu emsalsiz şahsiyete yakışır biçimde, tarihte misli görülmemiş, paha biçilmez bir Kur’ân tefsiri, muhteşem bir iman dersi olarak ortaya çıkmıştır. Öyle zengin, öyle geniş muhtevalı ve öyle üstün meziyetlere sahiptir ki, onu da kısacık cümlelerle tarif etmek gayet zordur. Fakat gayet zor da olsa, hakkıyla tarif de edilemese, bu kısa tariflere ciddi bir ihtiyaç hissedilmektedir. Çünkü günümüz insanları gittikçe daha fazla bu isimleri duymakta ve insanlığa yaptığı etkiyi fark ederek, “Bedîüzzaman kimdir ve Risâle-i Nur nelerden bahsetmektedir” diye kısaca da olsa bir bilgi sahibi olmak istemektedirler. İşte bu özet bilgi ihtiyacını bir nebze olsun karşılayabilmek ümidiyle bu yazıyı kaleme almış bulunuyoruz. BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSİ (1877-1960) Üstad Bedîüzzaman Said Nursî, asrının müceddidi olarak kabul edilen büyük bir İslâm âlimidir. 1877 yılında Bitlis’in Nurs köyünde dünyaya gelmiş ve 1960 yılında Urfa’da vefat etmiştir.  Tarihte hiç eşine rastlanamayacak bir şekilde, normalde 15 yıl süren medrese tahsilini üç ay gibi çok kısa bir sürede bitirerek henüz 14 yaşında iken icazet almıştır.  Daha sonra kendi çabalarıyla fen bilimlerinin tahsiline yönelmiş, bu sahada da çok önemli bir seviye kazanarak, din ilimlerinin yanında fen bilimlerine de ileri derecede vakıf olmuştur.  Çocuk denecek yaşta, diğer âlimlerle girdiği bütün ilmî münazaraları kazanmış, gerek İslâm ilimlerinden, gerek müsbet fenlerden sorulan bütün suallere muhakkak surette doğru cevaplar vermiştir.  Her suale, hem de hiç düşünmeden cevaplar vermesi, âlimler arasında, ilminin vehbî, yani Allah vergisi olduğuna dair bir genel kanaate sebep olmuştur.  Bu büyük ilmî mertebesi yanında, sünnet-i seniye, takva ve zühd üzere bir hayat sürmüş, inandığı doğruları yaşamaktan hiçbir baskı ve zulüm asla onu engelleyememiştir. Tarihte yaşamış peygamber vârisleri olan büyük İslâm âlimleri gibi, ilminin gerektirdiği kemâlâtı yaşayarak göstermiştir. Osmanlı’nın dağılma sürecine girdiği 1908-1922 yılları arasında, İstanbul’da sekiz-on sene kadar kalmış, bu sürede Osmanlı’nın ve İslâm dünyasının içine düştüğü maddi manevi problemleri yakından teşhis etme ve reçeteler sunma imkânı bulmuştur. Hususen 1911 yılında Şam’da okuduğu, Hutbe-i Şamiye adlı eseri tam bir teşhis ve reçete hükmünde olup onun asrın müceddidi olduğunu gösterir mahiyettedir. Gizli dinsizlik komitelerinin entrikalarıyla, ömrünün son 34 yılı, başta Isparta, Denizli, Kastamonu, Afyon, Eskişehir gibi Anadolu’nun batı vilayetlerinde hapis ve sürgünlerle geçmiş, en meşhur eserleri ve Kur’ân’ın manevi bir tefsiri olan Risâle-i Nur Külliyatını bu zulüm ve işkence dönemi içinde yazmıştır.  Bu dönem içerisinde, “zaman cemaat zamanıdır” prensibiyle hareket etmiş, etrafına topladığı yüz binlerle Nur Talebeleri ile küfr-ü mutlaka karşı cemaat halinde İslâm’a hizmet etmiş ve ehl-i imanın imanlarının tehlikeden kurtulmasına vesile olmuştur.  Bedîüzzaman Hazretleri, bütün baskı, engelleme ve aleyhte propagandalara rağmen, imana dair yazdığı Risâlelerle ve teşkil ettiği Nur Cemaati ile dinsizliğe karşı giriştiği mücadeleyi kazanarak bütün iman hakikatlerini kuvvetli delillerle ispat etmiş, kendi ifadesiyle, “Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin Âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risâle-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.” (Mesnevî-i Nuriye) RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI Bedîüzzaman Hazretleri’nin Isparta’nın Barla Kasabası’na sürüldüğü 1926 yılından itibaren 23 sene içinde Kur’ân’dan gelen ilhamlarla yazdığı ve yüz otuz Risâleden oluşan manevî bir Kur’ân tefsiridir. Birkaç asırdır batı kaynaklı dinsizlik fikirlerinin, Müslümanları da etkilemesi sebebiyle, İslâm dünyası maddi manevi büyük bir gerilemenin içerisine düşmüştür. Bunun neticesinde, İslâm toplumlarında birlik beraberlik dağılmış, iman zayıflamış, İslâm ahlakı bozulmuş ve Müslümanlık şuuru oldukça zedelenmiştir.  Bedîüzzaman Hazretleri, bütün bu dertlerin ana kaynağını, “iman hastalığı” olarak teşhis etmiştir. Bundan dolayı bütün ömrünü, imanın ispatına ve iman hastalığının tedavisine vakfetmiştir.  Bu yüzden, Risâle-i Nur Külliyatının ana konusunu iman hakikatlerinin ispatları oluşturur. Risâle-i Nur, Allah’ın varlığı ve birliği, ebedî ahiret hayatının muhakkak geleceği, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu ve Hz. Muhammed (sav)’in hak Resullulah olduğu gibi pek çok iman esaslarını akılda hiçbir şüphe bırakmayacak açıklıkta, hatta en inatçı dinsizleri dahi susturacak bir kuvvette, Kur’ânî bir metotla ispat eder. Haşir Risâlesi, Ayetü’l-Kübrâ Risâlesi ve Mucizat-ı Kur’ân'iye Risâlesi gibi pek çok eserleri gerçekten tarihte misli görülmemiş şaheserlerdir, kendi ifadesiyle, “atom bombası gibi kuvvetli” iman ve marifet dersleridir. Ayrıca; ibadet, sünnet-i seniye, güzel ahlak gibi konuları, bunların neler olduğundan ve nasıl yapılacaklarından ziyade, neden yaşanması gerektiğine dair son derece ikna edici ve uygulama şevki veren izahlarla ispat eder. Çünkü bunların nasıl yapılacakları zaten biliniyor ve kitaplarda mevcuttur. Önemli olan insanların bunlara inanması ve yaşamaya azmetmesidir.  Kısacası Risâle-i Nur, bütün iman ve Kur’ân hakikatlerini, sarsılmaz delillerle ispat ederek çok kuvvetli bir imanı insanlara kazandıran ve sünnet-i seniyye üzere bir şuur ve yaşayışı temin eden manevî bir Kur’ân tefsiridir. 

Cemal ERŞEN 01 Mart
Konu resmiBatı Medeniyetine Karşı İslâmi TezlerVve Risâle-i Nur
Risale-i Nur

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti yıkıldı ve Osmanlı’nın hâkim olduğu büyük İslâm coğrafyası, batılılar tarafından sömürge haline getirildi. Siyasî hâkimiyetin ardından materyalist batı zihniyeti yaygınlaştı, İslâmiyet aleyhinde fikirler arttı ve halk dinden uzaklaştı(rıldı). Müslüman olmak gericilik, utanılacak bir durum haline gelmeye başladı. Bunun da ötesinde İslâmî değerlere itimadı olmayan, hatta düşman nesiller de ortaya çıktı (Üstad Bedîüzzaman’ın deyimiyle; kurt gövdenin içine girdi). Osmanlı’nın yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir sömürge ülkesi değildi, ama onun hali de diğer İslâm ülkelerinden farklı değildi. Savaş sonrası yapılanma, tamamen batı zihniyetine göre şekillendi; din, toplum hayatından dışlandı. Fransız oryantalist Louis Massignon’un “Onların her şeyini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için olgun bir hale geldiler” sözü, İslâm Âleminin içine düştüğü vahameti oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyor. (Oryantalizm ve Oryantalistler, s.14. Mustafa Sibai, Tercüme ve notlar ilave eden, Mucteba Uğur, Beyan yy. 1993.) Materyalist batı zihniyetinin, Âlem-i İslâm’da yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan problemlere karşı, Müslümanlar da çözüm arayışlarına giriştiler ve bu yönde bazı hareketler meydana geldi. Batı medeniyetinin tesiriyle veya ona tepki olarak ortaya çıkan hareketleri kısaca üç kısımda inceleyebiliriz: Modernist hareketler, geleneksel hareketler, siyasî hareketler ve Risâle-i Nur. Önce kısaca bunlardan bahsedip, arkasından da Risâle-i Nur’un onlara benzeyen veya benzemeyen yönlerini ortaya koymaya çalışalım. MODERNİST HAREKETLER Modernist hareketler, genellikle batının üstünlüğünden etkilenerek, batı karşısında aşağılık kompleksine kapılan insanların tavrı olarak görülür. Bu insanlar batı felsefesinin ortaya koyduğu kriterlere göre, İslâmî inanç ve müeyyideleri, kendi akıllarıyla izah ve ispat edemedikleri için ister istemez, dinde reform, diğer ifadeyle batı kriterlerine uygun bir İslâm ortaya koymaya çalıştılar. Yaptıkları batı medeniyeti ile İslâm arasında bir tür sentezdi. Kur’ân ve sünneti değerlendirirken, “batılı aklı” ön plana çıkararak, bazı âyetleri tevil, çoğu hadisleri inkâr, daha önceki âlimleri İslâm’ı anlamamakla itham ettiler. Hindistan’da Ahmet Ağa Han, Mısır’da Muhammed Abduh bu hareketin ilk mümessilleri olarak görülür.  Kur’ân ve sünnetten ziyade batıya sadakat tarzındaki bu hareket, İslâm Âleminde bir tür bid’at hareketi olarak algılandı. İslâm toplumlarında büyük halk kesiminin kabulüne mazhar olamadı.  Türkiye’de ilahiyat camiasının başını çektiği bu anlayışa, İslâm ülkelerinde ekseriyetle, batı tarzı hayata alışmış zenginler ve aydın kesimde rastlamak mümkündür.  SİYASÎ FAALİYETLER Siyasî faaliyete taraftar olan Müslümanlar ise, bugünkü Müslümanların problemlerinin İslâmî bir devlete sahip olamamaktan kaynaklandığını savunuyorlardı. Onlara göre Müslümanların kendilerine ait bir devleti olursa, bütün problemler kolaylıkla halledilecekti. Bu harekete taraftar olanlar, pek çok Kur’ân âyetini ve hadisleri siyasî bir üslupla yorumlama cihetine gittiler. Pakistan’daki “Cemaat-ı İslâmiyye”nin kurucusu Mevdudi ve Mısır’daki “İhvan-ı Müslimin” hareketine fikrî yönden tesir eden Seyyid Kutup, bu alanda başı çeken şahsiyetlerdir.  Yirminci yüzyılda bütün İslâm ülkelerinde, siyasî faaliyet gösteren İslâmî hareketler (Siyasal İslâm) oldu. Bazı ülkelerde kısmen başarılı çalışmalar olduysa da, çoğu ülkelerde iktidarı ellerinde bulunduranlarla, siyasî faaliyet yapan Müslümanlar arasında çatışmalar, kanlı olaylar vukua geldi.  GELENEKSEL FAALİYETLER Geleneksel, muhafazakâr faaliyetler, modernist faaliyetlerin tam zıddı bir karakter arz ederler. Onlar aklı değil, nakli esas aldılar. Teslimiyetçi bir tavırla Kur’ân, sünnet ve eski İslâmî kültürü canlandırmaya gayret ettiler. Bu harekete taraftar olan şahsiyetler, Müslümanların içinde oldukları durumun Kur’ân ve sünnetten uzaklaşmaktan kaynaklandığını, tekrar Kur’ân ve sünneti toplum hayatına hâkim kıldığımız takdirde, Müslümanların içinde bulundukları hallerden kurtulacaklarını söylüyorlardı. Bu yüzden Kur’ân ve sünnetin insanlara öğretilmesine büyük önem verdiler. Pakistan’daki “Tebliğ Cemaati”, Âlem-i İslâm’ın pek çok yerinde faaliyet gösteren tarikatlar ve İslâm ülkelerindeki İslâmî eğitim (Arabistan, İran, Pakistan vb.) genellikle bu anlayış istikametinde faaliyet göstermektedir.     RİSÂLE-İ NUR  Geleneksel hareketler içerisinde değerlendirebileceğimiz Risâle-i Nur’un, geleneksel hareketlerden bazı farklı yönleri vardır. Bu yüzden onu ayrıca ele almamız gerekiyor. Risâle-i Nur’a göre bugün İslâm toplumlarında “iki dehşetli hal” yaşanmaktadır:  Birincisi, batının materyalist bir alt yapıya oturtulmuş fen ve felsefesinden kaynaklanan küfr-ü mutlakın (ateizmin), Müslümanlar arasında yaygınlaşmasıdır.  İkincisi ise, batı medeniyetinin âhireti değil, dünya menfaatlerini ve dünya lezzetlerini ön plana çıkaran yapısından, günümüz Müslümanları büyük oranda etkilenmişlerdir. Bu yüzden –âhirete inandıkları halde- fani dünyanın geçici lezzetlerini, ebedi olan âhiret hayatına ve lezzetlerine tercih etmektedirler.  Risâle-i Nur’un bu iki dehşetli halden birincisine getirdiği çözüm yolu şudur:  Eskiden küfr-ü mutlak yaygın olmadığından ve teslimiyet İslâm toplumlarında yaygın iken eski âlimlerin sözleri Müslümanlara tesir ediyordu. Şimdi ise küfür  yaygınlaşmış, teslimiyet de kırılmıştır. Bugünkü insanlara tesir etmemiz, ancak İslâmî konuları delil ve ispatla ortaya koymakla, muhatabı ikna etmekle mümkündür. İşte Risâle-i Nur pek çok Risâlesiyle bütün imanî mevzuları kuvvetli delil ve hüccetlerle ispat ederek ateizmi (küfr-ü mutlakı) çürütmüş, dinsizleri susturmuş, pek çok insanın imanını takviye etmiş, hatta kurtarmıştır.  Risâle-i Nur’un İkinci meseleye getirdiği çözüm yolu ise şudur:  Günahlarda tiryaki olmuş günümüz insanlarını, içinde oldukları halden kurtarmak, iman ve İslâmiyet’te daha dünyada iken Cennet lezzetleri olduğunu, günahlarda ise Cehennem elemleri olduğunu ispat etmekle mümkündür. Aksi halde bu insanlara Allah’ın, Cennet ve Cehennemin varlığını da ispat etsek, onları alıştıkları haram lezzetlerden kurtarmamız zordur. Çünkü bu asırda hissiyat akla, kalbe galebe çalmış bir durumdadır. Risâle-i Nur’un bütününde, iman ve İslâm esaslarında Cennet lezzetlerinin, küfür ve günahlarda Cehennem elemlerinin var olduğu ispat edilerek, pek çok insanın fısk ve küfürden kurtulması sağlanmaktadır. (Hutbe-i Şamiye Mukaddimesi.)  Küfür ve fıskla mücadelede elbette başka fertler ve gruplar da faaliyet gösteriyorlar. Fakat bu alanda Risâle-i Nur’un Türkiye, Âlem-i İslâm ve batı ülkelerinde gösterdiği muvaffakiyet daha kuvvetli ve daha kapsamlıdır. *** Burada diğer faaliyetlerle Risâle-i Nur arasındaki farklara da göz atmamız yerinde olur. Risâle-i Nur, ehl-i sünnet anlayışını muhafaza ve müdafaa ettiği için yukarıda bahsettiğimiz geleneksel hareketler içerisinde mütalaa edilebilir. Ancak metot itibarıyla onlardan ayrılır. Üstad Bedîüzzaman kendi zamanındaki vaizlerin “Anlattıkları mevzuları parlak bir şekilde tasvir ettiklerini, fakat davalarını ispat ederek, muhatabı ikna etmediklerini, belagat mukteza-yı hale mutabık söz söylemek olduğu halde, günün şartlarına uygun söz söylemediklerini, insanları eski zaman köşelerine çekip öyle konuştuklarını” bu yüzden toplumu ıslahta tesirli olamadıklarını anlatır. Üstadın vaizlere yönelttiği tenkit aynı zamanda, bugünkü geleneksel hareketlerde de görülmektedir. Geçmişteki İslâm toplumlarıyla, günümüz toplumları birbirinden çok farklıdır. Eskiden teslimiyet kuvvetli iken, bu zamanda batı medeniyetinin tesiriyle itikadda sarsılmalar vukua gelmiş, teslimiyet kırılmıştır. Halkın bu durumunu görüp mesaiyi bu tarafa yoğunlaştırmak gerekirken, geleneksel hareketler daha çok amel üzerinde yoğunlaşmışlardır. Aynı zamanda onlar günümüz insanlarının anlayışına göre delilli, ispatlı olarak İslâmî konuları anlatmakta yeterli olamamışlardır. Bu özellikler onların halk üzerindeki tesirlerini azaltmıştır. Risâle-i Nur iki özelliğiyle geleneksel hareketlerden farklılık arz eder. Zamanın özelliğinden dolayı mesaisini iman üzerine teksif etmiş ve imanî mevzuları, cerh edilmez güçlü delillerle ortaya koymuştur. Bu yönüyle hem ilcaatı zamana uygun, hem de muhatabı ikna eden bir yöntem uygulamıştır. Risâle-i Nur akla büyük değer verdiği için, aklı ön plana çıkaran modernistlere benzerse de, geleneksel çizgiyi, yani ehl-i sünnet çizgisini muhafaza etmekle onlardan ayrılır. Bu iki özelliğiyle iki uç noktadaki modernizm ve geleneksel faaliyetlerin ortasında yer alır. Denilebilir ki; Risâle-i Nur’un kalabalık halk kitleleri üzerinde geleneksel ve modernist faaliyetlerden daha tesirli oluşu, bu yüzdendir. Üstad Bediüzzaman “Eski Said” döneminde aktif siyasetin içinde bulunmuştur. Risâle-i Nur'ları telif ettiği Yeni Said döneminde ise siyasetten çekilmiştir. Siyasetten uzak durmasının sebebi hülasa olarak şöyledir:  Toplum hayatında İslâmî mevzular “iman, hayat, şeriat” olmak üzere üç kısımda mütalaa edilebilir. (Fıkıh kitapları bunu itikad, ibadet, muamelat ve ukubat olarak sınıflandırır). Batının tesiriyle, imanî yönden büyük zaafa uğramış günümüz toplumlarında halkın imanını  güçlendirmeden, İslâm’ı yaşamalarını sağlamadan İslâm’ın diğer iki mühim meselesini uygulamaya çalışmak (yani siyasî bir faaliyette bulunmak) ve başarılı olmak, imkânsız değildir, fakat zordur. Çünkü iman asıl ve temeldir. İmanın zaafa uğradığı bir yerde, diğer meselelerde uğraşmak problemi halletmeye yetmez. Bugün İslâm hukukunun uygulandığı bazı İslâm ülkelerinde, gençlerin ahlakını muhafaza etmekte zorluklar yaşandığı bir gerçektir. Bu yüzden yapılacak en isabetli yol, başta halkın imanını takviyeye çalışmak olmalıdır. Öyle ki, imanın kuvvetlenmesiyle insanlar,  -sahabe döneminde olduğu gibi- İslâm’ı bilerek, isteyerek, severek yaşasınlar. Bunu gerçekleştirdiğimiz takdirde, toplumda diğer İslâmî müeyyideleri gerçekleştirmek zor olmayacaktır. En selametli, en tesirli yol budur.  “Toplumun hem imanını takviye edelim, hem de siyasî bir mücadele yapalım” düşüncesi de, bazı mahzurları davet edici niteliktedir. Çünkü günümüz toplumlarında insanların birbirine karşı güven ve emniyetleri kırılmıştır. Bir elde siyaset topuzu, bir elde nur insanlara itimad telkin etmez. İnsanlar “Nur ile beni yanına çekip, topuzla başımı ezecek” diye düşünürler. Bu yüzden imanî, İslâmî mevzuları anlatırken, insanların güvenini kazanmak için topuzu bırakmak gerekir.  Üstad’ın izahlarından onun bütün bütün siyasî faaliyetlere karşı olduğu zannedilmemelidir. O bunu iman ve Kur’ân hakikatlerini daha inandırıcı anlatmanın bir yolu olarak düşünüyordu. Yaşadığı dönemde, siyasetle meşgul olan Müslümanlara siyaseti bırakmaya çağırmamış, hatta çok partili dönemde Demokrat Partiye destek vermiş, Suriye’deki İhvan-ı Müsliminle irtibatları olmuş ve İhvandan sitayişkârane bahsetmiş, siyasetle meşgul oldukları için onları tenkid etmemişti. Bütün bunlar kendisi ve talebelerinin siyasetten uzak durmasını istemekle beraber, diğer Müslümanların siyasetle meşguliyetine karşı olmadığını gösterir. 

İdris TÜZÜN 01 Mart
Konu resmiBedîüzzaman Hazretleri'nin Siyâsete Bakışı
İnsan

Rabbimiz, Hâlıkımız her yüz senede dinini tecdid ederek kuvvetlendirecek bir müceddidi göndereceğini Resûlü (asm) vasıtasıyla  bizlere müjdelemiştir. İmam-ı Gazalî (ra), Abdülkâdir Geylanî (ra), İmam-ı Rabbanî (ra), Mevlâna Celaleddin-i Rûmî (ra), Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî (ra) gibi mümtaz şahsiyetler Allah’ın dinini yine Efendimiz (asm) zamanındaki canlılığına ve parlaklığına kavuşturmak gayesiyle gönderilmişlerdir. Bu vazifeli zatlar, geldikleri asrın ihtiyacına uygun hizmet usülleriyle insanlara Cenâb-ı Allah’ı, Kitâbullah’ı, Resûlullah’ı tanıtıp sevdirmeye çalışmışlardır. Dine kendilerinden ve yeniden bir şey karıştırmadan dinin ahkâm ve esaslarına ve Peygamberimizin (asm) sünnetlerine harfiyyen ittibâ ederek İslâm'a hizmet etmişlerdir. Doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e layık doğruluğu kendi üzerlerinde göstererek o asrın insanlarına rehber ve mürşid olmuşlardır. Bedîüzzaman Hazretleri de ahirzaman Müslümanlarının imdadına gönderilmiş bu mümtaz şahsiyetlerden biridir. Bedîüzzaman Hazretlerinin siyâsete karşı durumunu ve duruşunu değerlendirirken bu asrın müceddidi olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak değerlendirmek gerektir. HANGİ SİYÂSET? Öncelikle belirtmeliyiz ki, bizim konumuz olan ve Bedîüzzaman Hazretleri’nin meşgûl olmadığı siyâset, iktidâr, makam ve liderlik mücâdelesi anlamındaki siyâsettir. Bir de İmam-ı Gazali (ra)’ın, “Beşeriyeti ıslâh ile dünya ve âhirette, selâmete ulaştıracak doğru yolu göstermek”  diye tarif ettiği siyâset vardır ki; İmam-ı Gazali Hazretleri bu siyâsetin en üstün mertebesini Peygamberlerin, sonra Raşid Halifelerin, sonra Peygamber vârisi olan âlimlerin yaptığını ifade eder. Zaten Bedîüzzaman Hazretleri de bu ulvi manadaki, san’atların en şereflisi diye vasıflandırılan, peygamber vârislerinin yaptığı siyâseti yapabilmek için, iktidâr ve makam ve liderlik mücadelesi anlamındaki siyâsetle iştigal etmemiştir. Efendimiz (asm)’ın bu asırdaki vârisi olan Üstad Bedîüzzaman, zamanımızda ne şekilde bir hizmet edileceğini, hizmet yaparken nelere dikkat edilmesi gerektiğini, kime nasıl davranılacağını en güzel kendi hayatında göstererek Kur’ân’a ve Resûlullah (asm)’a güzel bir ayine olup, bütün insanlığa dünya ve âhirette kurtuluşa ve selâmete ulaşmalarını sağlayacak doğru yolu biiznillah göstermiştir.  ESKİ SAİD VE SİYÂSET Bedîüzzaman Hazretleri Eski Said döneminde siyâsetle meşgûl olmuştur. Ancak bu meşgûliyet dinin siyâsete alet edilmesi şeklinde değil, siyâsetin, eğer mümkünse dine alet ve vesile olması şeklinde gerçekleşmiştir. Üstad, “Dinin bir hakikatını bin siyâsete tercih ederim”  diyerek ve “İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinâyettir”  diye haykırarak bütün kuvvetiyle siyâseti İslâmiyete hizmetkâr bir alet ve araç yapmaya çalışmıştır. Bedîüzzaman Hazretleri hayatı boyunca, “Menfaat üzerine dönen siyâset canavardır.”  dediği günümüzdeki siyâsetle meşgûl olmamıştır. Yine tarafgirliği netice veren, meleği şeytan, şeytanı melek gösteren, cemaatin selâmeti için ferdi fedâ eden, zulme ve iftiraya dayalı siyâsete, hiçbir zaman taraftar olmamıştır. Yeni Said döneminde ise siyâset âleminden kendisini Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinin şiddetli bir surette men’ ettiğini söyleyerek  siyâseti bırakmıştır. SİYASETLE MEŞGUL OLMAMANIN SEBEPLERİ Bedîüzzaman Hazretleri’nin ve talebelerinin siyâset yoluyla hizmet etmemelerinin başlıca sebebleri şöyle sıralanabilir:  1. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin siyâsetle meşgûl olmamasının en mühim sebeplerinden bir tanesi, Kur’ân’ın elmas gibi ulvi hakikatlarının insanlar nazarında siyâset propagandası zannıyla cam parçaları kıymetine düşmesi tehlikesidir. Eğer îmân hakikatları siyasî bir kimlik veya siyasî bir bayrak altında anlatılsa muhâtap insanlarda “Acaba beni kendi siyasî fikrine çekmek için mi bunları anlatıyor?” düşüncesi uyanır. Ve muhâtap üzerinde o hakikatlar tesirini ya göstermez veya az gösterir. Neticede Kur’ân’ın elmas gibi yüce hakikatları cam parçaları derecesine düşürülmüş olur.  2. Bedîüzzaman Hazretleri siyâseti, iktidâr ve gücü topuza benzetir. Bu münasebetle gaflet veya dalâlet bataklığına düşmüş ve kendisini kurtaracak bir el arayan, îmân ve Kur’ân’a muhtaç bir insanı o bataklıktan kurtarmak niyetiyle yaklaşırken bir elde nur, bir elde topuz tutulmaması gerektiğini beyân eder. Çünkü îmân ve Kur’ân’a muhtaç bir insan “Acaba nurla beni kendine yaklaştırıp, topuzla dövmek mi istiyor?” diye telaş ve evhâm edebilir. Yine bu zamanda müslümanların karşı karşıya olduğu en mühim tehlike, bilim ve felsefeden gelen bir dinsizlikle kalplerin bozulması ve îmânın zedelenmesi tehlikesidir. Bu tehlikeden kurtulmanın tek çaresi de nurdur. Nur, samimiyetle ve hakkıyla gösterilmelidir ki kalpler ıslâh olsun, îmânlar kurtulsun. Eğer siyâset ve güç topuzuyla hareket edilse, hatta galip de gelinse, küfür kalplerde saklanır ve asrın dinsizlik tehlikesiyle kâfir olmuş bu insanlar, münafık derecesine inerler. Hâlbuki münafık kafirden daha fenâdır ve tehlikelidir. O yüzden siyâset topuzu bu dinsizlik tehlikesi karşısında kalpleri ıslâh edemez.  3. Îmân ve Kur’ân hakikatlerinin bir mal-ı umumi olması Bedîüzzaman Hazretleri’ni siyâsetten men etmiştir. Çünkü Risâle-i Nur mesleğinde “siyasî görüşü ne olursa olsun bütün mü’minler kardeştir“ düşüncesi esastır. Her insan îmân hakikatlarına muhtaçtır. Risâle-i Nur’dan istifade maksadıyla gelen bu muhtaçlara karşı aynı yakınlığı, aynı muhabbeti gösterebilmek için herhangi bir siyasî partinin veya düşüncenin taraftarı olmamak gerektir ki, her gelen kişi ürkmeden, çekinmeden elimizdeki îmân hakikatlarından istifade edebilsin.  4. Risâle-i Nur talebeleri ihlâs ve uhuvvet mesleği münasebetiyle tarafgirlik ve rekâbetten uzak durmalıdırlar. Hâlbuki siyâsetle meşgûl olmak buna engeldir. Siyâsete giren bir kişi, ister istemez muhabbet ettiği siyasî düşünceye ve o siyasî düşüncenin liderine taraftar olur. Taraftar olduğu siyasî düşünce ve liderin İslam’a uygun olmayan, ama o anki siyâsete ve vaziyete uygun görülen bazı hallerini kendince te’vil etmek durumunda kalabilir. Ondandır ki tarafgirâne siyâsetin meleği şeytan, şeytanı melek gösterir derecede rızâ-yı İlâhiden ve kabul-ü Rabbâniden uzaklaşması Bedîüzzaman Hazretleri’nin siyâsetten çekilmesinin diğer bir sebebi olmuştur.  5. Fani, dünyevî siyâsetle meşgûl olmanın kişiyi ehemmiyetli uhrevî hizmetlerinden geri bırakması ve çekici siyasî olayları takip ederken tarafgirlik meyliyle zâlimlerin zulmüne ortak olma tehlikesi, Üstad Hazretleri’ni siyâsetten uzaklaştırmıştır. Bu konuyla ilgili olarak kendisi şöyle der: “Bu dünya fânidir. En büyük dava, bâki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa, davayı kaybeder. Hakikî dava budur. Bunun haricindeki davalara karışmak zararlıdır. Siyâsetle meşgûl olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır.”   6. Siyâsetle meşgûl olmanın İslâmiyet hakikatlarına ihlâsla ve samimiyetle hizmet etmeye engel teşkil etmesi, Bedîüzzaman Hazretleri’nin siyâsete karşı alakasız olması neticesini vermiştir. Bu konuyla ilgili olarak Risâle-i Nur’da şu ifadeleri görüyoruz: “Risâle-i Nur’un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlâs olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyâsete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünki tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakikatı değiştirir.”   7. Îmâna ve Kur’ân’a hizmetin herşeyin üzerinde olması hakikatı, Bedîüzzaman Hazretleri’ni siyâsetle meşgûliyetten men etmiştir. Bu konuda kendisi şöyle der: “Îmân hizmeti, îmân hakaiki, bu kâinatta herşeyin fevkindedir; hiç bir şeye tâbi’ ve âlet olamaz. Fakat bu zamanda ehl-i gaflet ve dalâlet ve dinini dünyaya satan ve bâki elmasları şişeye tebdil eden gafil insanlar nazarında o hizmet-i îmâniyeyi hariçteki kuvvetli cereyanlara tâbi’ veya âlet telakki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil etmek endişesiyle, Kur’ân-ı Hakîm’in hizmeti bize kat’î bir surette siyâseti yasak etmiş.”   8. Bedîüzzaman Hazretleri'nin siyasî sahaya girmemesinin bir diğer sebebi de siyâsetle meşgûliyetin insanın aklını geveze edip selâmet-i kalbini, hüsn-i niyetini, istikâmet-i fikrini bozmasıdır. Üstad bu konuda şu çarpıcı ifadeleri kullanır: “Geniş ve câzibedar siyâset boğuşmalarına dikkat eden, bazen kapılır; vazifesini yapamadığı gibi, selâmet-i kalbini ve hüsn-i niyetini ve istikamet-i fikrini ve hizmetindeki ihlâsını kaybeder. Kaybetmese de o itham altında kalabilir.”  Ve şöyle bir tavsiyede bulunur: “Bu zamanda siyâset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen âdem, siyâseti bırakmalı.”   9. Risâle-i Nur’un meslek esaslarından olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdân düstûrları ve toplumun her bir ferdinin hukukunu düşünme sorumluluğu Üstadı ve talebelerini siyâsetten men’ etmiştir. Çünkü toplumda tokadı ve belayı hak eden ve tam bir küfre düşmüş bir iki dinsize mukabil yedi-sekiz çoluk-çocuk, hasta, ihtiyar ve masumlar bulunur. Siyâset yüzünden musibet ve bela gelirse o bîçareler de haksız yere yanarlar. Şimdiki siyasî tarafgirlik hissi öyle zalimdir ki, bir cani yüzünden onun akrabasına, köyüne, şehrine ve hatta ülkesine düşmanlık edilebilmektedir. Hâlbuki İslâmiyet’te bir ma’sûmun hakkı yüz câni için bile olsa fedâ edilmez. O câniler yüzünden ma’sûma zulmedilmez. Hem siyâsetle istenen ve beklenen neticenin gerçekleşmesi de şüpheli olduğu halde, toplum hayatına zarar verecek menfî, hevesî siyasî hareketlerde bulunmak doğru değildir. 10. Üstadın daha 1911’li yıllarda teşhis ve tespit ettiği, âlem-i İslâmın altı hastalığından biridir dediği, doğruluğun toplumdaki siyasî hayatta ölmesi hastalığı, Bedîüzzaman Hazretleri’nin siyâsetle meşgûl olmamasının diğer bir mühim sebebidir. Kendisi bu konuda “Siyâsetin çoğu yalancılık”  ifadesini kullanır ve “Asr-ı Saadetteki inkılab-ı azîm, sıdk ile kizb, îmân ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyâset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenâlık ve yalancılık bir derece meydan aldı.”  şeklinde bu hastalığın vahim sonuçlarından bahseder. 11. Maalesef, bu zamanda Allah için sevmek, Allah için buğzetmek anlamındaki “Elhubbu fillah, ve’l buğzu fillah” Rahmânî düstûrunun yerine siyâset için sevmek, siyâset için düşmanlık etmek manasındaki “Elhubbu fissiyase, ve’lbuğzu lissiyase” şeytanî düstûru hâkim olduğundan dolayı Bedîüzzaman Hazretleri siyâsete uzak durmuştur. Çünkü bu bozuk anlayıştan ötürü kişi, kendi siyasî görüşünü paylaşmayan mütedeyyin bir din kardeşine düşmanlık edip, kendi siyasî düşüncesindeki şeytan ahlaklı bir siyâset arkadaşına muhabbet ve taraftarlık gösterebilir. Onun zulmüne ses çıkarmayıp, zulmüne manen şerik olabilir. Hâlbuki İslâmiyet’te bir Müslüman bir Müslümanı sadece ve sadece Allah rızası için sever, insanlara da ancak Allah’ın düşman olduğu noktalarda düşmanlık edebilir. Bir müslümanın düşmanlığının sınırlarını belirleyen yine Kur’ânî ve Rahmânî düstûrlardır. 12. İnsana, dünyaya gönderiliş gayesini ve âhireti unutturacak, kula gaflet vererek kulun manevîyatını dünyaya boğduracak, en geniş ve çekici dairenin siyâset dairesi olduğu düşüncesini taşıyan Bedîüzzaman Hazretleri, siyâsetin bu tehlikesinden korunmak maksadıyla siyâsetten uzak durmuştur. Kendisi bu konuda şöyle der: “İnsana gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyâset dairesidir. Husüsen böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir îmân lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-i zulmette kalb boğulmasın, îmân sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.”  13. İslâmiyet’in esaslarına hizmetkâr olarak Peygamberimiz (asm)’a vârislik gibi bir vazifede bulunan, güneş gibi îmânlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücâhidlerden ve selef-i sâlihînden başka siyâsetçilerin, çoğunlukla tam takvâ sahibi dindâr olamayacaklarını, tam ve hakiki dindâr takvâ sahibi olanların da siyâsetçi olmayacaklarını ifade eden Bedîüzzaman Hazretleri bu noktayı şöyle açıklar: “Siyâseti asıl maksat yapanlarda din ikinci derecede kalır. Hakiki dindar ise bütün kâinatın en büyük gayesi insanın Allah’a olan kulluğudur, anlayışıyla hareket ettiğinden siyâsete aşk ve merak ile değil ikinci, üçüncü mertebede siyâseti eğer mümkünse dine ve hakikate alet etmeye çalışabilir. Yoksa baki elmasları kırılacak adi şişelere alet yapar.”  14. Bedîüzzaman Hazretleri’nin siyasî âlemi bırakmasının mühim bir sebebi de günümüzdeki dünya siyâsetinin dizginlerinin ve uçlarının ecnebiler  elinde olduğu gerçeğidir. O, Sünûhât isimli eserinde bu konuda özetle şöyle der: “Biz burada kendi irademizle hareket etmiyoruz. Siyâsetin dizginleri Avrupa’nın elinde, Avrupa oradan üflüyor, biz burada oynuyoruz. Avrupa'dan yapılan telkinlerle hareket ediyoruz.” Yine başka bir yerde de şöyle der: “Siyâsetin çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına alet olma ihtimali var”. Evet Bedîüzzaman Hazretleri siyâsete girmiş olsaydı başkalarının şeklini, kurallarını ve sınırlarını belirlediği bir oyunda bir figüran veya bir oyuncu olacaktı. Halbuki günümüz siyâsetine girmeyerek, siyâset üstü bir konumda kalarak, siyâsetle elde edilebilecek netice ve gayelere siyâsetsiz bir şekilde ulaşmıştır. Bu dahi ayrı bir siyâset anlayışı olarak mütâlaa edilebilir. 15. Bedîüzzaman Hazretleri'nin siyâset yoluyla hizmeti tercih etmemesinin diğer mühim bir sebebi de davasını, harekâtını ehl-i dalâletin, dünyadaki hâkim cereyanların ve güç odaklarının etkisine kaptırmama ve onların uydusu durumuna düşmeme ferâsetidir. “Biz Risâle-i Nur şakirdleri, Risâle-i Nur’u değil dünya cereyanlarına belki kâinata da âlet edemeyiz.” diyen Sevgili Üstadımız, “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyâset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” ifadeleriyle bu noktanın önemini belirtir. SONUÇ OLARAK Bedîüzzaman Hazretleri, “Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinin, kendisini, siyâset âleminden şiddetli bir surette men’ ettiğini” söyleyerek siyâset yoluyla hizmet etmemiştir, siyâset ve partiler üstü bir konumda bulunarak, Allah’ın dinini bütün muhtaç Müslümanlara ulaştıracak bir tarzda îmân ve Kur’ân’a hizmetkâr olmuştur. Hiçbir siyasî düşüncenin ve partinin aleti olmadan, yaptığı ihlâslı, lekesiz, safî hizmetle ve o hizmetin müşahhas meyveleriyle, en istikâmetli ve en doğru hizmetin nasıl olması gerektiğini bütün dünyaya göstermiştir, bu hakikata milyonlarca insan şâhiddir.  Ancak şunu da belirtmeliyiz ki; Bedîüzzaman Hazretleri, “Kimse siyâsetle meşgûl olmasın, siyâsetle hiçbir hizmet olmaz” düşüncesinde de değildir. O yüzden siyâset yoluyla hizmet edecek insanlara da dini, siyâsete vasıta ve alet yapmamalarını, yalana, menfaate, iftiraya ve zulme dayalı siyâsetten kaçınmalarını, hakkın hâtırını yüksek tutarak hiçbir hâtıra fedâ etmemelerini, nefis ve şeytanın razı olacağı bir siyasî anlayıştan uzak, insanları dine soğutmadan, İslâmi ölçüleri muhâfaza ederek siyâset yapmalarını tavsiye etmiştir. 

Ayhan Mirza İNAK 01 Mart
Konu resmiAnam Ve Babam Ve Tatlı Canım Sana Feda Olsun Üstadım!*
Risale-i Nur

Birkaç gündür, acılarımıza zehirler katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devalar aradığımız o mübarek ay, akıbet husufa mı uğruyor? Nuruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, akıbet göç mü ediyor? Vâ halila. Neşir ve tamim buyurduğunuz vasiyetname, bizler için hakikaten böyle bir kara haberi bildiren bir ye’s ve matem işareti midir? Yoksa yıllardan beri rûy-ı zeminde ağlayıp, inleyen kimsesiz Müslümanların, büsbütün kurtuluş beşareti midir? Bize bir haber sal. Sal ki; eğer böyle bir beşaret ise; senelerden beri hep ağlayan gözyaşlarımızı tutup, biraz da gülmesini bilelim ve öğrenelim. Acaba bu, bize tahminlerimizi te’yid ve takviye edecek bir nevruzî mi? Yoksa Maazallah gözyaşlarını çağlatıp umman edecek bir nevmidi mi verecek? O bir vasiyetname mi? Yoksa bir tebriknâme mi? Yoksa oğul, uşak ve aileden mahrumum, belki bana yas tutan ve mersiye yazan olmaz diye, kendi mersiyeni kendin mi yazdın Üstadım? Senin sayısı yüz binleri aşan büyük bir aile efradın var. Hem öyle ki: Eğer istesen, hepsi sana hayatlarını fedaya hazır, sana üç yüz elli milyon insan yas tutup ağlar. Belki sana aylar ve güneşler de ağlar, sana melekler mersiyeler okur ve yazar. Sana, seninle beraber daima  لاَاِلَهَ اِلاَّ اللَّه  deyip zikir eden geceler de, gündüzler de ağlar Üstadım. Şimdiye kadar hangi ölünün böyle milyonlarca yasçısı, mersiyecisi ve aile efradı vardır ki: Bize sultanların ve hakanların bile bırakamayacağı bir mirası, çok zengin ve büyük bir hazineyi ölmeyecek olan Risaletü'n-Nur'u armağan edip asıl dosta gidiyorsun. Allah senden ebediyen râzı olsun Üstadım. Demek bundan sonra kederlerimizi onunla giderip, bütün müşkillerimizi o Risale-i Nur'a havale edeceğiz? Gece ve gündüz hep onunla mı müteselli olacağız? Risaletü'n-Nur'un te'lifini tamam edip, neşrinin dahi esbabını te'min ve tanzim ederek ve talebelerinize, biz acizlere bırakarak ebediyete, Refîk-ı A'laya ve Allah'a gidiyorsun. Âlem-i ervaha uçtuğunda bizi unutma. Büyük ağabeyimiz ki, şanlı ve muhterem Şehit Hâfız Ali'dir. Ona ve bütün kardeşlere ve ecdada ve atalara ve evliyanın büyük ruhlarına bizden selâm et. Halet-i neznimizde, ve berzahımızda, Ruz-i ceza ve mahkeme-i kübramızda bize şefaatçi ol.. Âh! Ahbabın ağlayıp, a'danın güleceği böyle kara bir günü görmek istemezdik. Biz hep, halâsı bekler ve arardık. Demek onlara bayram, bize matem mi var? Biz dostlara ne diyelim, seni soranlara ne cevap verelim? Demek bundan sonra, seni bu dünyada şu baş gözümüzle bir daha görmeyecek miyiz? Artık vuslat, hasrete mi döndü? Öyle ise rüyamızda olsun bize görün dur. Kusurumuza bakma, âlem-i hayal ve menamda olsun teselli buyur. Biz senin terhisini ister ve serbest olmanı dilerdik, fakat öyle mevt tezkeresiyle değil. Yoksa ten kafesinden uçan can kuşunun, daha şen ve daha serbest beden kınından çıkan o ruh kılıncının, daha parlak, daha keskin olacağını ve o vakit bize daha şefik ve daha rahim ve daha kurtarıcı olacağı için mi, ölümü arzuladın Üstadım? Çünkü Hâfız Ali'yi evvelce yerine bedel göndermeye razı olduğun ve icra ettiğin halde, bu sefer hiç bir bedel ve feda da kabul etmiyorsunuz. Husrev gibi bir sevgilinin, senin yerinde ölmek teklifini red ediyorsunuz. Demek göç ve sefer muhakkak mı Üstadım? Sana bu mektubum acaba son mu olacak, diye titriyorum. Gerçi sen diyorsun; mektuba, şahsa ve söze ne hacet, bize uzaklık ve yakınlık yok, birimiz şarkda, birimiz garbda veya kabirde olsa, yine istediğimiz zaman görüşebiliriz. Evet âmenna bu doğrudur. Fakat benim gibi körler ve körpeler ne yapsın Üstadım? Otuz yıl evvel lemeatınızda yazdığınız: “Yetmişinci olmuştur, o mezara bir mezar taş, Beraber ağlıyor hüsran-ı İslam’a.” Hakikatı bu muydu, böyle mi tecelli edecekti? Aziz canınızın canan eline cemal güllerine ermesi bu dem mi idi? Yirmibeş yıldır çekmekte olduğunuz çilelerden halâs ve necatınız böyle ölümle mi, ayrılıkla mı olacaktı? Acılar ve ağrılar çeken ve zehirler içen o mübarek kalbinizin istirahatı, böyle varıp kara toprağa yatmakla mı olacaktı? Hiçbirimizin huzurunuzda hazır bulunmadan ve bu gözümüzle bir daha görmeden, yapayalnız ve ücra bir köşede bu ölümün, bu ufulün ne acı ve ne hazin.  Günün birinde birdenbire, “Üstad ölmüş âh” diye bir ses işitmek, veya bir iki satırlık mektup almak, veyahut rüyada görüp pür-telaş uyanmak ve sarsılmak ne kadar elim Üstadım.. Evet, mademki, اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ  var. Senin de bir gün olup öleceğini biliyoruz. Fakat böyle tenha ve garip, mesmum ve mağmum ve işkencelerle ve biraz da mevsimsiz olarak değil. Yirmi beş senedir, seni hep menfalarda ve hep hücralarda arayan bu hicranlı gönüller, demek hiç mi gülmeyecek? Üç-beş sene hatta bir senecik olsun, gözlerimizle serbest olarak, bu dertliler ve kimsesizler hiç mi görmeyecek? Zehirli yılan ve akreplerin bile gezip dolaşmasına, vahşi ve kâfirlerin bile serbest yaşamasına açılan bu yeryüzü, yalnız sana mı yasak.  Dünya kurulalı akan ve harlayan ve her zîruha helâl ve mubah olan gümüş gibi ırmak ve çayların tatlı ve serin suları, bağ ve bahçe ve gülistanları ve bunların türlü çiçek ve meyveleri yalnız sana mı memnu? Çekilen ahlar yüzünden yalnız senin değil, yüzlerle yerinden delinen hepimizin ciğerlerimizin tamiri ve tedavisi kabil değil. Biz hep ağlayan bu beşeriyetin gözyaşlarının seninle, yani Risale-i Nur ile dineceğine, hep sızlayıp acıyan kalplerin, hâdim olduğun nurlarla teselli bulacağına bel bağlamış ve inanmıştık. Böyle bir emr-i Hak vuku bulduğunda, seni nerede defin edeceğiz. Konya'da Hazret-i Mevlana'da mı? Civar-ı Hazret-i Eyyüb'de mi? Yoksa Cennetü'l-Mualla veya Cennetü'l-Baki'de mi? Bunu bize açıkça bildir. Hayır Üstadım, gel biz seni Risale-i Nur tercümanı şahsiyetiyle gönlümüze gömelim. Her zaman seni orada görelim, görüşelim, her zaman sevelim ve sevişelim ve söyleşelim. Üstadım, sen dünya lezzetini tatmadan, ömründe bir kere olsun bu fena güllerine el uzatmadan ve uzana uzana bir saat bile sıcak ve rahat döşeklerde yatmadan, akıbet bırakıp gidiyorsun. Şimdi biz Haccatü'l-Veda'sız böyle bir ölüme nasıl inanalım. Ey Fahr-i Âlemin nurdan incisi, Ey ehl-i İslâm'ın bir müncisi, Gel sana bir değil, bu sefer bin bedel verelim de şu rıhlet, şu hicret, şu hicran daha bir kaç sene sonraya kalsın. Hep beraber arz-ı hicaza varalım. Ka'be'ye yüzler sürelim, bizi Arafat'a çıkar. Son sözlerini Hind'den, Yemen'den, Irak'dan, Afgan'dan ve dünyanın her yerinden o mahall-i mübarek ve mukaddeste toplanan bütün müslümanlara, bütün âşıklara ve bütün hicranlı gönüllere söyle, bize اَلاهَلْ بَلَّغْتُ 1 tekrarlayıp, فَلْيُبَلِّغُ الشَّاهِدُ مِنْكُمْ الْغَائِبُ   derken, âlem-i gayb ve ervaha işte oradan pervaz et. Mübarek cesedini alıp hürmetle Harem-i Şerif'e getirip, pâk olan vücudunu âb-ı zemzem ile gasl ederken, biz de bir taraftan hiç durmadan akan gözyaşlarımızla yıkanıp, arınalım. Mübarek nâşını Risale-i Nur'dan yapılan ak kefene kat kat sarıp, Misk-i anberle buhurladıktan sonra, öd ağacından yapılan hususi tabuta koyup, son defa olmak üzere, bir daha ellerini öperek Kâbe-i Muazzamanın kara perdesini de üstüne çekerek, Hacerü'l-Esved huzuruna çıkalım. Ka'be avlusunda toplanan ve daireler şeklinde saf, saf dizilen yüzbinlerle ehl-i îman ve melaike-i arz ve âsumana, o aziz ruhun imam olup cenaze namazını eda edelim. Arştan ve hatiften duyulan "nice bilirsiniz" sualine; Fahr-i Âlemin nurdan bir incisi bu, Ehl-i İslâmın büyük bir müncisi bu, Şanında söylemiş Kur'an-ı Mecid, hep,   فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَعِيدٌ   diye cümleten cevap verip, oradan başlarımız ve parmaklarımız üstünde, yalın ayak ve baş açık, arz-ı Hicazı velveleye ve dehşete salan tekbir ve tehlil sadaları ve meleklerin de çıkardığı yas ve matem sesleriyle, Medine-i Resulullah'a ve Ravza-i Mutahhara'ya الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللَّه  İşte emanetin, işte Risaletü'n-Nur'un kahramanı, işte Kur'an'da (Said) ve Hadiste (Seyyid) diye söylenen mübarek Üstadımız diyerek, seni Fahr-i Âleme sunalım. O nurani yeşil perdeler arkasında uzanan Muhammedimizin (SAV) mahbubumuzun nur elleri, tabutunu kendine ve kabr-i saadetine çekerken, hepimiz bayılıp bir daha ayılmamak üzere, ALLAH na'rasıyla Ravza-i Pâk'e serilip ve اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ   olup biz de canlarımızı cananımıza verelim ve وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُوا اَنْفُسَهُمْ جَاؤُكَ فَاسْتَغْفِرُوا اللَّه وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا  اللَّه تّوَّابًا رَحِيمًا sırrına erelim.  Hasan FEYZİ(rh)

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiÖlüm nevruz günümüzdür, bayramımızdır
Risale-i Nur

Son üç gün… Harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket mahkemelerinde, memleket hapishanelerinde,  sürgünlerde, binler ezâ ve cefa ile geçen seksen üç senenin son üç günü… On dördüncü asr-ı Muhammedî’nin güneşi büyük Üstad, çilelerle dolu şu dünya hayatının sonlarına yaklaştığını, bir ihtar-ı manevî ile biliyordu. Bütün bir ömrü, insanların ebedî saadeti için hiçe sayan o kutlu Üstad, bu son günlerini, “Bütün Urfa halkına çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah duâ ediyorum. Ve bütün Urfalılara selam ediyorum. Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir.” dediği peygamberler şehrinde geçirmek ve oradan Hakka yürümek istiyordu.  Gerçi isteseydi, halis talebelerinin hepsi, Hâfız Ali ağabeyleri gibi kendi bedeline vefat edebilirlerdi. Fakat O’nun acılar ve ağrılar çeken ve zehirler içen o mübarek kalbi, artık ebedî istirahat istiyordu. Hatta bir defasında kendisine verilen zehrin tesiriyle çok hastalanmıştı. “Biz iki cesette bir ruh gibiyiz.” dediği en büyük talebesi ve hayrü'l-halefi Husrev Efendi, Üstadımızın bedeline ölmek ve onun yerinde hasta olmak samimî ve ciddî istemiş, ama Üstadımız kabul etmemişti. O’na: “Te’lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nûriyede benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.” demişti.  Yine bir gün Bedîüzzaman Hazretleri Husrev Efendi'ye hitaben: “Husrev! Melekü’l-Mevt Azrâil Aleyhisselâm gelse ‘Seni mi alayım, Husrev'i mi alayım?’ dese ben ‘Beni al, Husrev hem benim yerime hem de kendi yerine hizmet eder’ derim” deyince Husrev Efendi, “Hayır Üstadım! Ben zâten hastayım! Azrâil Aleyhisselâm beni alsın, ben sizi âhirette istikbâl ederim” diye mukabele etmişti.  Bunun üzerine Bedîüzzaman Hazretleri “Hayır Husrev! Hakk böyle ister! Melekü’l-Mevt beni alacak, sen hem benim yerime hem de kendi yerine hizmet edeceksin!” demiş ve kendi ömründen sekiz seneyi Husrev Efendi’ye verdiğini ifâde etmiş ve kendisine hizmet eden sâir Nûr Talebelerini de “Bana hizmet ettiğiniz gibi Husrev’e de hizmet edeceksiniz!” diyerek her birisinden söz almıştı.  Şu dağdağalı, sıkıcı ve boğucu dünyadan ayrılık vakti iyice yaklaşmıştı. Naif vücudu ateşler içinde yanan ve yerinden kalkamayacak kadar ağır hasta olan Üstad, 19 Mart 1960 gecesinde, yanında bulunan ve maddi işlerini gören talebelerine, zor anlaşılan bir sesle: “Beni derhal Urfa’ya götürün” dedi. Münazarat adlı eserinde اَلْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا   yani, “Ölüm nevruz günümüzdür, bayramımızdır.” diyerek bir cihette öleceği günü haber veren aziz Üstad, sanki 23 Mart nevruz gününe yetişmek için acele ediyordu. Arabasının arızalı olduğunu, yola çıkmanın zor olacağını söyleyen talebelerine hiddetlenerek, “Başka bir arabaya bakın. İki yüz lira verebiliriz. Hatta cübbemi de satabiliriz. Hemen bir araba hazırlayın, tahammülüm yok” dedi. BİRİNCİ GÜN Rüyasında kendisini Urfa’ya çağıran İbrahim Aleyhisselam’ın manevî davetine icabet etmek için 20 Mart Pazar günü saat 09.00 sularında yağmurlu bir havada, son menzili olan Urfa’ya doğru hareket etti. Üstadın Isparta’dan ayrıldığını öğrenen dönemin idarecileri tedirgin olmuş ve Üstadın nereye gittiğini bilmek istiyorlardı. Bu sebeple emniyet, her tarafta onu aramaya başladı. Üstad ise, arabasını tanımamaları için plakasını ve etrafını çamurla sıvattırıp, selametle Eğridir’i geçti. Şarkîkaraağaç’a vardıklarında biraz istirahat etti ve bir taşın üstünde öğle namazını kıldı.   Bütün güvenlik ve arama koridorlarını aşarak Konya’ya ulaştı. Dönemin Konya Valisi, “Ben Nur Talebelerinin kökünü kazıyacağım!” diye bir beyanat vermişti. Bu yüzden Üstadımızın beraberindeki talebeler, Konya’dan geçerken yakalanmaktan çok endişe ediyorlardı. Ama Üstad hiç tedirgin değildi. Zikir ve tesbihle meşgul oluyor ve her şeyin dizgini elinde olan Rabbine dua ediyordu. Hiçbir yerde kendisini yalnız bırakmayan Cenâb-ı Hakk’ın, burada da kendini yalnız ve sahipsiz bırakmayacağını çok iyi biliyordu.  Tam Konya’ya girerlerken, bardaktan boşalırcasına rahmet yüklü bereketin sağanağı göz gözü görmez etti. Bu rahmet tecellisi içinde, bütün kontrol noktalarının devre dışı kaldığı bir inayetle, Konya’dan selametle geçti. Dünyaya veda etmeye hazırlanan ve veda yolculuğuna çıkan Üstadımız, Hz. Mevlânâ’ya veda etmek için türbesinin yanına geldi. Buğulu camın arkasından “Allah’a ısmarladık!” diyerek el salladı. Madde ile mânânın birleştiği özel bir halde. Dünyevî ve uhrevî âlemlerin birbirine geçit verdiği bir ikram-ı İlâhî sadedinde.  Vefalı Üstad, Konya’da ikamet eden kardeşi Abdülmecit Efendi’yi de unutmadı. Onunla da vedalaşmak için evine kadar gitti. Abdülmecit Efendi’yi kapıya çağırttı ve arabadan; “Abdülmecit! Ben Urfa’ya gidiyorum. Belki bir daha görüşemeyeceğiz. Bana hakkınızı helal ediniz.” dedi.  Son menziline ulaşmak için ikindiye doğru Konya’dan ayrıldı. İkindi namazını Ereğli’de, akşam namazını da Ulukışla’da arabada kıldı. Pozantı civarlarında yemek için mola verildi. Ama Üstad, hazırlanan yemekten bir kaşıktan fazla yiyemedi.  Adana’ya vardıklarında gece olmuştu. Biraz daha gidip Ceyhan ilçesi yakınlarında yatsı namazını kılmak için mola verdiler. Üstad çok hasta olduğu için namazını yine arabada kıldı. Sahurda Osmaniye’ye ulaştılar. Şehrin girişinde benzin aldılar ve sahur yemeği yediler. Sabah namazını da Adana-Gaziantep arasındaki Amanosların “Nur Dağı” tepesinde kıldılar.    İKİNCİ GÜN 21 Mart Pazartesi sabahın erken saatlerinde Gaziantep’e girdiler. Fakat burada fazla oyalanmadan yolu sorup, Urfa’ya doğru süratle hareket ettiler. O günlerde hemen bütün Anadolu’da olduğu gibi, Gaziantep’te de çamur yağıyordu. O sabah kalktıklarında her taraf kırmızı bir çamur tabakasıyla kaplı idi. Âdeta gökyüzü aziz Üstadımızın dünyaya elvedasından ağlıyordu. “Ehl-i imanın vefatıyla semavat ve arz ağlarlar” hakikatince, sema da Üstadımızın arkasından kanlı gözyaşları döküyordu.  Nihayet son durağı olan Urfa’ya, 21 Mart Pazartesi günü saat 11’de girdi. Şehrin en temiz oteli olan, İpek Palas Otelinin üçüncü katındaki 27 numaralı odaya yerleşti. Üstadımızın Urfa’ya geldiğini işiten binlerce Urfalı, büyük bir heyecanla İpek Palas’a akın etti. Üstad çok hasta olmasına rağmen hiç kimseyi geri çevirmedi. Önceleri hastalandığı zaman ziyaretçi kabul etmediği halde, Urfa’da kim gelmişse hemen içeri aldırdı ve görüştü. 27 numaralı odanın önünde kuyruk oluşturup sıra ile Üstadı ziyaret eden yüzlerce Urfalı, Üstadın elini öpüp, duasını aldı. Üstadımız da onların başlarını öptü ve onlara çok iltifatlar etti.  ÜÇÜNCÜ GÜN  22 Mart 1960 Salı günü otelin etrafı on-onbir polis memuru tarafından sarılır. Otele gelen polisler Bedîüzzaman Hazretleri’nin arabasının anahtarını alırlar. Emniyet amiri otele bizzat gelerek: “İçişleri Bakanı Namık Gedik’in emri var. Derhal Isparta’ya dönmeniz lâzım!” der. Ölüm döşeğinde hayatının son demlerini yaşayan çilekeş Üstad: “Garip!... Ben buraya gitmeye gelmedim. Ben belki de öleceğim. Siz benim suyumu hazırlamakla mükellefsiniz. Gidiniz amirinize bildiriniz” der. Polisler, beraberindeki talebeleri emniyete götürüp sorguya çekerler ve onlara: “Üstadınızı hemen Isparta’ya götüreceksiniz. Şayet götürmezseniz, biz cebrî olarak göndereceğiz.” derler. Diğer taraftan İçişleri Bakanı Namık Gedik, telefonda Emniyet Müdürü’ne bağırır çağırır; Bedîüzzaman’ın hemen Urfa’dan çıkarılmasını ister. Uygun araba yok diyen müdüre: “Başka araba yoksa bir çöp arabasına atın gönderin.” der. Bu söz Üstadın kulağına gidince, Üstad: “O kendi akıbetini söylemiş.” der. Gerçekten de öyle olmuştur. Bu esnada Üstadın Urfa’dan çıkarılacağını haber alan Urfalılar galeyana gelirler. Beş-altı bin kişi otelin önünde toplanırlar. O gün Urfa’dan Ankara’ya yüzlerce telgraf çekilir. Dernekler, cemiyetler ve halk, telgraf... telgraf...   Durumu haber alan D.P. İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu öfkeyle emniyete koşar ve emniyet müdürüne sert bir üslup ile: “Eğer Bedîüzzaman Hazretleri'ni buradan bir yere çıkarırsanız, karşınızda beni bulursunuz. Bir kılına halel gelmeyeceği gibi, buradan bir adım bile attıramazsınız. Bu bizim misafirimizdir.” der. Emniyet Müdürü: “Efendim! Ankara’dan gelen emir çok şiddetli ve kat’idir. Derhal dönmesi icab eder.” diyince, hiddetlenen Hatipoğlu, tabancasını masaya koyar ve : “Beni öldürmeden bu muhterem zatı buradan çıkartamazsınız. Burası gâvuristan mıdır ki, bizim bir Allah misafirimiz buradan zorla çıkartılmak isteniyor?” der.  Salı günü böyle telaşlı ve mücadeleyle geçer. Akşam olur ve ortalığı derin bir sessizlik kaplar. Oda kapısı herhangi bir taarruza karşı içerden kilitlenir. Artık Üstadımızın Hakka vasıl olma zamanı iyice yaklaşmıştır. Gecenin ilerleyen saatlerinde, naif vücudu ateşler içinde yanarken, yavaş yavaş kendinden geçmiş ve dalmıştır. Hem de çok derinlere... Sonsuz âlemlere... Takvim yaprakları 23 Mart 1960 Çarşambayı gösterirken, bu karanlık dünyadan bir yıldız kayıvermiştir. 

Feridun IŞIKLI 01 Mart
Konu resmiKelebekler Sonsuza Uçar
Risale-i Nur

Küçüklüğümde tanımıştım ipekböceğini. Dut ağacının yapraklarından toplayıp getirir, yemelerini seyrederdik. İpekböcekleri, zamanı geldiğinde çalı tabir edilen küçük dallar veya bir araya getirilmiş ot parçalarına çıkarlar, kozalarını örerlerdi. O yaşlarda sadece pazara kadar gelişlerini bilirdim. Ötesi hakkında herhangi bir bilgim yoktu. Sonradan öğrendik ki, o kudret mucizesi elsiz küçük böcekçikler, insanlar tarafından kıymet atfedilen ipeği alınabilmek için kazana atılırlarmış. Bazıları ise, kozayı deler, kelebek olurmuş. Bir zaman bir bilge kozada bir delik görür; fakat küçük bir delik. İçindeki kelebek olmuş ipekböceği çıkmak için büyük gayret gösteriyormuş. Şefkati tahrik etmiş, deliği büyütmüş. İsteği ona yardım etmekmiş. Kelebek kozadan kolay çıkmış, fakat fazla yaşamamış, ölmüş. Bu durum bilgeyi hüzünlendirmekle beraber, merakını da çekmiş. Meğer o böceğin hayatının sağlıklı devam edebilmesi, o dar delikten geçmekteymiş. Küçüklüğümde duyduğum, gençliğimde tanıyıp bağlandığım bir zat vardı. Bedîüzzaman Said Nursi Hazretleri (ra). Hayatının ilk yarısı kozaya girmek, ikinci yarısı ise kozadan çıkmaya adanmıştı adeta. Kaderin takdir ettiği bir süreci yaşıyordu. Bir cihetten baksanız ipek örüyor, diğer cihetten baksanız kendini kazana hazırlıyordu.  Ne var ki o zat kozasını delmiş, o dar deliklerden geçmiş, kıymetini takdir etmekten aciz olduğumuz değerleri bizlere hediye edip huzur-u Rahmana gitmiştir. Yarım asır geçti âhirete gideli Üstadım. Kazanların kaynadığı, kar kışın savrulduğu zamanlardı, onun sergüzeşt-i hayatının aynası olan zaman-ı dünya. Çile, cefa, sıkıntı, ölüm, dehşet, kan kol geziyordu sokaklarında asrın. Sanki bütün dünya başına çökmüştü. Herkesin sığdığı dünya sanki onunla fazlalaşmıştı. Herkesin bir yer tuttuğu şu fani dünyada hapishaneler, dağlar ve gurbetler onun adına yazılmıştı. İnsanlar yanına yaklaştırılmıyor, ferdi olduğu toplum hayatının haklarından mahrum ediliyor, ölmekten beter bir ruh halinin fotoğrafına poz vermesi isteniyordu. Neden? Bedîüzzaman Hazretlerine göre cevabın iki ciheti vardı. Biri beşerî, diğeri kaderî. O, fark ettiği hizmetin hizmetkârı olmaya gayret etmekteki ihlâsı muhafaza etmek anlamında birinci sebebe takılmıyordu. İkinci sebepte fark ettiği nokta ise, kader ona koza örüyor; ortaya çıkacak ve iman meselesinde rehber olacak bir eserin müellifi olmak adına onu hazırlıyordu. Tefsir ilminde bir şaheser olacak İşaratü’l-İcaz cephede, savaş anında yazılmıştı. Çok kimsenin akli delil bulmakta zorlandığı Haşir meselesi dağda, imkânsızlıklarda yazılmıştı. İsm-i Azamı konu alan, marifetullaha kapı açan Esma-yı Sitte Risâlesi Eskişehir hapsinde, çeşitli sıkıntılar altında yazılmıştı. Meyve Risâlesi Denizli hapsinde ve hakeza bunun gibi kıymeti gün geçtikçe daha iyi anlaşılacak bu eserler, sayamadığımız daha nice zor şartlar zorlanarak yazılmış, ortaya çıkmıştı. Üstad Hazretleri, onca sıkıntı içerisinde “Of!” bile demiyordu. Kimseye sataşmıyor, başkaların sataşmalarına aldırmıyordu. Kozanın deliğini genişletmeye çalışanlara şiddetle karşı çıkıyor, kolayın neticesinin zor ve kısa ömürlü olduğunu hayatındaki bütün bu halleriyle ders veriyordu. Bir çocuğun doğumu anne için ne kadar zor, fakat netice ne kadar kıymetli ise; neticesi kıymetli bir fikrin ve eserin ortaya çıkması ondan daha zor olduğuna tarihteki bütün iman ve Kur’an kahramanlarının hayatları şahittir. İşte bu sadedde Kur’ân’a tam, halis bir hizmetkâr olan Üstadım, neticenin hiçbir şeye alet olmaması, asliyetinden ve kıymetinden hiçbir şey kaybetmemesi için kendini feda edercesine çalışıyor, etrafını ören kozanın sıkıntılarına aldırmıyor ve o sıkıntıların kazandırdığı ihlâsın bozulmamasına azami gayret gösteriyordu. Dünyevi her ne istersen verelim sözlerine kulak asmıyordu. “Seni yok ederiz” diyenlere “Rabbime kavuşmama vesile olursunuz” diyordu. Hem onlara şöyle sesleniyordu: “İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım: Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane (sessizce) Nur'un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî (perde arkasında gizli bir göz) ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesaireler! Şu muasırlarım (çağdaşlarım), varsın beni dinlemesinler. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”  Evet, Üstadım, doğru söylüyorsun. Bizler bütün varlığımızla “sadakte” diyoruz. Bütün o çileli hayata katlanabilmendeki sırrı, Risâle-i Nurları okuyup yazdıkça daha iyi anlıyoruz. Sen, Üstadım kaderin kozasındaki dar delikten geçtin. Bizler ise, nefsimizin kozasını delmeye, peşinden gelmeye çalışıyoruz. Bizi sensiz bırakma Üstadım. Bizi sensiz bırakma!  * Başlık İskilipli Atıf Hoca filminden alınmıştır.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Mart
Konu resmiTebliğin Temel İlkeleri
Risale-i Nur

Risâle-i Nur günümüz asrının en değerli eserlerinden birisidir. Risâleler birçok imâni konuya açıklık getirmekle birlikte içinde birçok bilime yol gösteren ve ışık tutan bölümleri içermektedir. Bu sayımızdan itibaren bu bölümde sizlerle Risâlelere eğitim ve psikoloji penceresinden bakacağız. İlk olarak da Yusuf Karaçay’ın yazısında da belirttiği, Sözlerin başında yer alan giriş cümlesi bize yol gösterecek. “Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikle beraber birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben, nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz ayetten istifade ettiğim “Sekiz Söz”ü, biraz uzunca, nefsime demiştim. Şimdi, kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.” “EY KARDEŞ…” İletişimde ve tebliğde hitap önemlidir. Güzel hitap, karşı tarafa değer verdiğimizi ve onu önemsediğimizi gösterir. Güzel hitap ile başlayan bir iletişim güzel bir şekilde devam etmesi beklenir. Kısacası iletişim ve tebliğ güzel bir hitap ile başlamalıdır. “Ey kardeş…” cümlesindeki önemli bir nokta da Üstadın talebeleri ile araya herhangi bir mesafe koymamasıdır. Kendisini hitap ettiği kitle ile eşit tutarak onlara “kardeş” diye seslenmiştir. “Ey talebelerim”, “Ey cemaat”, “Ey insanlar” değil de “Ey kardeş”. Artık bilinen bir gerçek var: İnsanlar kendileri gibi olan insanlardan gelen mesajı daha çabuk kabul ediyorlar. Müdürünüzün size “Yarın erken gelelim” demesi ile iş arkadaşınızın aynı cümleyi sarf etmesi arasında fark vardır. Ya da bir çocuğa annesinin “ders çalış” demesi ile bir arkadaşının demesi arasında. Bizimle aynı seviyede olan ve aramızda dikey mesafe olmayan kişilerden gelen mesajları çok daha çabuk benimseriz. Bu nedenle iyi bir iletişimci ve tebliğci üst perdeden konuşmak yerine muhatabının seviyesine inmeli, onunla aynı seviyeden konuşmalıdır.      “BENDEN BİRKAÇ NASİHAT İSTEDİN…” İnsanlarda istek oluşturmadan onlara bir iş yaptırmak oldukça güç ve yorucudur. Bu nedenle eğitimin ilk aşaması, eğitimi alacakları motive etmek ya da onlarda istek oluşturmaktır. Muhatabımız istekli değilse, ona bir şeyler anlatmaya ve iletmeye çalışmak, hiç ama hiç doğru değildir. Bu nedenle iyi bir tebliğci ve iletişimci muhatabında istek oluşturabilendir. Merak uyandırıcı sorular sormak, hikâyeler anlatmak istek oluşturmakta kullanılan belli başlı tekniklerdir. Üstad “Benden birkaç nasihat istedin…” derken “İlmi, eğitimi isteyen kişiye verin veya onları isteyecek duruma getirin” demektedir aslında.  “SEN BİR ASKER OLDUĞUN İÇİN…” Üstad burada “Sen bir askersin” demekle muhatabına gizli bir telkinde bulunmaktadır. “Asker” verilen emri yerine getirmekle yükümlü, emirlere ve yasaklara uyan kendi hevesleri doğrultusunda değil de komutanının beklediği şekilde hareket eden kişidir. Üstad, “Sen bir askersin…” demekle “Hayatının ipi senin elinde değil, senin bir komutanın var ve onun emirlerine uymakla yükümlüsün.” demektedir aslında. “ASKERLİK TEMSİLATIYLA…” Tebliğde ve iletişimde muhatabımızın içine bulduğu durumdan örnekler vermek iknayı kolaylaştırmaktadır. Bir terzi ile konuşurken terzilikten, yazar ile konuşurken kitaplardan, öğretmen ile konuşurken eğitimden ya da öğrenci ile konuşurken öğrencilik dünyasından verilen örnekler daha etkili ve kalıcı olmaktadır. Öğrenciye tesadüfün imkansızlığını anlatırken gördüğü derslerden, konuşurken meyvelerden örnek vermek daha doğrudur. “SEKİZ HİKÂYECİKLE BERABER BİRKAÇ HAKİKATİ…”  Hikâyeler dolaylı anlatımlardır. İçerisinde bir olay bulunduğu için dinlenmesi daha kolaydır ve akılda kalıcılığı fazladır. Hikâyeler dilden dile kolayca aktarılabilir. Aynı zamanda teorik değil de uygulamaya dönük olduğu için hayata aktarılması daha kolaydır. Kişi, hikâye dinlerken kendini hikâye kahramanın yerine koyar ve hikâyeden gerekli dersi alır. Hem de ders dolaylı yoldan verildiği için kişi alınmaz. Anne babasına saygısızlık eden bir gence düz nasihat vermek yerine içinde anne-babaya saygıyı içeren bir öykü anlatırsanız, gencin iknası daha kolay olur. Verdiği sözde durmanın önemini saatlerce anlatmak yerine Abdülkadir Geylani’nin haramiler karşısındaki tutumunu anlatmak daha kalıcıdır.  Aynı zamanda hikâye hem çocuklara, hem de büyüklere hitap edebilir. İçerisinde hakikat gizli hikâyeler tebliğin en önemli unsurları arasında yer almaktadır. “NEFSİMLE BERABER DİNLE. ÇÜNKÜ BEN NEFSİMİ HERKESTEN ZİYADE NASİHATE MUHTAÇ GÖRÜYORUM.”     Üstad nefsimle beraber dinle derken, gizliden gizliye muhatabına şu mesajı vermektedir: “Ben kendimi senden üstün görmüyorum. Ben de senin gibiyim ve senin gibi benim de bu hakikatlere ihtiyacım var.” Bu tevazu ve eşitlik durumu muhatabın kabullenmesini kolaylaştırmaktadır. “Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum.” cümlesi ise aslında bir uyarı cümlesidir. Bu cümleyi asrın âliminde duyan bir kişi şu düşünceye kapılacaktır: “Bu derece büyük bir âlim bile nefsinden emin olamıyorsa, ben daha dikkatli olmalıyım. Nefis sandığımdan daha tehlikelidir.” Ve Bedîüzzaman şu gerçeğin farkındadır: Nefsini ıslah edemeyen kimseyi ıslah edemez. “VAKTİYLE … ŞİMDİ KISACA…” Araştırmalar insanın dikkatini odaklayacağı ideal sürenin 20 dakika olduğunu göstermiştir. 40 dakikadan sonrasında ise dikkatlerin dağılması kolaylaşmakta ve verilen mesajı takip etmek zorlaşmaktadır. Bu nedenle konuşmaların, sohbetlerin, tebliğlerin kısa süreli olmasında fayda vardır. Uzun konuşmalarda verilen mesaj bulanıklaşmakta ve akıllarda net bir bilgi kalmamaktadır.   “VE AVAM LİSANIYLA…” Üst perdeden gösterişli kelimelerle konuşmak, çetrefilli cümleler kurmak iletişimin ve tebliğin en büyük düşmanıdır. Yapılan tebliğ muhatabın lisanına uygun olmalıdır. Muhatabımızın anlamayacağı kelimeler kullanmak ya da örnekler vermek daha başlamadan tebliği ve iletişimi bitirebilmektedir. Halkın diliyle konuşmak her zaman daha etkili sonuçlar vermektedir. “NEFSİME DİYECEĞİM.” “Gel sana hakikatleri öğreteyim…”, “Sana önemli konular anlatacağım” tavrı yerine Üstad kendisine seslenmiştir. “Anlatayım, öğreteyim, göstereyim” gibi cümleler “Ben biliyorum ama sen bilmiyorsun, bu konuda ben senden daha iyiyim” mesajını verebilir. Bu nedenle muhatabı değil de kendimizi hedef alarak konuşmak her zaman daha iyidir. “Geçenlerde aklıma şöyle bir soru takıldı?”, “Çok güzel bir hikâye dinledim”, “Hocam bana şöyle demişti” tarzındaki dolaylı anlatımlar ve kendimize bakan cümleler iknayı kolaylaştırmaktadır.       “KİM İSTERSE BERABER DİNLESİN.” “Zorla güzellik olmaz” sözünü hepimiz biliyoruz. İstemeyen bir insana en güzel hakikati bile anlatsanız onun için değeri yoktur. Anlatan içinse vakit israfıdır. Üstad burada tercihi muhataba bırakmaktadır. Bunu yaparak muhatabına saygı göstermekte ve onu zorlamaktan kaçınmaktadır. Yapılan çalışmalarda, edilen sohbetlerde, gerekli açıklamaları yaptıktan sonra seçimi muhatabımıza bırakmak daha doğrudur. Zaten biz açıklamayı güzel yaptığımızda inanlar doğru seçimi yapacaklardır. Üstelik insanoğlu kendi verdiği kararlara daha fazla sahip çıkmaktadır. Zorunlu bir şekilde bizi dinleyenle, kendi kararıyla dinleyen kişilerin bizden istifadesi ve bize karşı beslediği duygular farklı olacaktır.       Üstad’ın kısacık bir paragrafı dikkatle baktığımızda bize nice ufuklar açabilmektedir. İlk eser sözlerin de tebliğin ve iletişimin esaslarını içeren bir paragrafla başlaması da oldukça manidardır. Bu ilk paragraftaki şu ilkeler bir tebliğciye ve iletişime daima yön vermelidir. Tebliğe/iletişime güzel bir hitap ile başlayın. Tebliğde/iletişimde insanlarla aranıza mesafe koymayın. İlmi isteyene verin veya muhatabınızda ilk olarak istek uyandırın. Muhatabınızın içinde bulunduğu sosyal durumdan ve rollerden örnekler verin. Hakikatleri hikâyeciklerin içine gömerek anlatın. İlk önce kendi nefsinizi ikna ve ıslah edin. Tebliğde/iletişimde kısa ve net olun. Halkın diliyle konuşun. Tebliği başkalarına yaptığınız gibi nefsinize de yapın. İnsanları sohbete, tebliğe zorlamayın.

Yunus ERDEM 01 Mart
Konu resmiNecran Papazları
İnsan

Necran Papazları, bozuk ve zehirli bir anlayışın ibretlik örneğidir. Sağlıklı bir toplum inşası için özellikle altı çizilmesi gereken dersler ihtiva eden bu kıssayı bir kez daha burada değerlendirmek istiyorum.  Necran, Mekke ile  Yemen arasında, Hicaz beldelerinin en güzeli ve en hoşudur. Peygamberimiz (asm), her kabile gibi Necranlıları da İslâm’a davet etmiş ve Necran Piskoposuna bir mektup göndermiş. Piskopos, durumu halkının ileri gelenleriyle görüşmüş ve neticede Necranlılar hicretin 10. yılında Medine’ye bir heyet göndermişler.  Necran heyetinden olan Ebû Hârise ve kardeşi Kürz’ün başından seyahat esnasında şöyle bir hâdise geçmiş: Bineğinin ayakları birbirine dolaşan ve yüz üstü yere düşen Kürz, “Yüzünün üzerine düşsün, helâk olsun!” diye Resûlullah’a (asm) bedduâ etmiş. Ebû Hârise: “Sen düş! Sen helâk ol!” deyince Kürz: “Ey kardeşim, sen bunu bana niçin söyledin?” diye kızgınlıkla sormuş. Ebû Hârise: “Vallahi o bizim bekleyip durduğumuz Peygamberdir” demiş. Bu cevap üzerine iyice şaşıran Kürz, “Peki, sen, bunu biliyorsun da Ona tâbi olmaktan seni alıkoyan nedir?” demiş. Ebû Hârise’nin cevabı şu olmuş: “Eğer, dediğini yapacak olursam, şu kavim bize yaptığı hizmeti, itibarı, hürmeti bir daha yapmaz! Bizden yüz çevirir ve aksini yaparlar. Bizde gördüğün herşeyi elimizden çekip geri alırlar!” Medine’de bizzat Resûlullah (asm) ile görüşen ve Âl-i İmrân Sûresinin ilk 64 âyeti haklarında nâzil olan Necranlılar, burada da İslâm’ı reddetmişler, Peygamberimiz (asm) 'in lânetleşme davetini başta kabûl etmişler, ancak daha sonra peygamberlik sıfatlarını daha iyi anladıklarından buna da yanaşmamışlar. Neticede Resûlullah(asm)’ın takdir edeceği bir anlaşmayı imzalayarak Necran’a dönmeye râzı olmuşlar. Necran Papazları’nın hâlinden pekçok dersler çıkarmak mümkün. Ancak birçoğu daha sonra Müslüman olan bu şahıslardan alınacak birinci ders; ‘Gerçeği bildiği hâlde ona inanmamak’ yahut ‘hakikati ketmetmek/ saklamak’ gibi sıfatların nasıl bir rûh hâliyle ortaya çıktığını anlamak olmalı kanaatindeyim. Meseleyi biraz daha açalım… Necran Papazları, Peygamberimiz(asm)'in Allah’ın Resûlü olduğunu biliyorlar mıydı?.. Evet!.. Onun sıfatlarını, hem okudukları kitaplarında hem de Medine’de bizzat görüp itiraf etmemişler miyidi?.. Evet!.. Peki bunlara rağmen niçin îman etmemişlerdi?.. Cevabı Ebû Harise’den alalım.. “Eğer, îman edecek olursam, şu kavim bize yaptığı hizmeti, itibarı, hürmeti bir daha yapmaz! Bizden yüz çevirir ve aksini yaparlar. Bizde gördüğün herşeyi elimizden çekip geri alırlar!” İşte aradığımız ‘sır’ Ebû Hârise’nin bu cevabında. Şugüne geldik, bu cevap hiç eskimedi. Gerçeği bildikleri hâlde gizleyenlerin, hakikatin farkında oldukları hâlde yalanlayıp halkını aldatanların boyunlarında da bu cevabın asılı olduğundan hiç şüpheniz olmasın.

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiOsmanlıca Öğrenmek
Eğitim

Tarihinden kopan bir ülke her mecraya sürüklenebilir” diyor Cemil Meriç. Peyami Safa’nın gayet doğru tespit ettiği gibi, “Yeryüzünde bir tek memleket gösterilemez ki; orada gençler kazara milli kütüphanelerine girsinler, bir tek eser okumadan çıkıp gitsinler. Böyle bir katliam hiçbir memlekette ve hiçbir memleketin tarihinde yoktur.” (Peyami Safa, Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca, s.272, Ötüken Yayınları, 1978) Şu gün yapılacak ilk iş, suçluları yargılayacak vakit geçirmek değil, meselenin ehemmiyeti ile mütenasip gerçekçi tavırlar takınmaktır. Bu gerçekçi tavırların ilki Osmanlıca’yı öğrenmek ve yeni nesillerin de öğrenmesi için her türlü düzenlemeyi yapmaktır. Osmanlıca öğrenmek zor diyenlere, eski harflerimizi “Kavim üstü bir mana ile İslam harfleri”  diye vasıflandıran Rahmetli Necip Fazıl diyor ki; “Yeni harflerin eskilerine kıyasla lehinde gösterilebilecek tek bir tarafı yoktur. Kolaycı ve fertlere kolayca öğretilebilme avantajı bile onun en katil cephelerinden biri. Ah şu sefil kolaylıklar! Onlardan ne zaman sıyrılacak ve ulvi zorluğa kucak açacağız?” (Osman Şerifoğlu, İslam Harflerinin Müdafaası, sayfa 302, Sebil Yayınları, 1972)  Devrimbazlara en güzel cevabı ise, Peyami Safa veriyor; “Almanya’da Latin harfleri ile birlikte Alman Gotik harfleri de öğretilir ve bunu bir gerilik (irtica hareketi) saymak hiçbir Almanın veya başka bir medeni millet mensubunun hatırından geçmez. Bizdeki devrim yobazlığının eşine cihanda rastlanmaz. Gençlere dünyanın hayran olduğu, Rusya’da heykeli dikilen Fuzuli’yi aslından mı okutmak istiyorsunuz? Mürtecisiniz. Türk tarihinin en büyük faslı olan Osmanlı tarihinin başlıca eserlerini mi okutmak istiyorsunuz? Mürtecisiniz. En ileri anlayışı Türk şairi Hamid’in birçok eserlerini mi okutmak istiyorsunuz? Mürtecisiniz. Türk gencinin kolay not almasını, kolay yazıp okumasını mı istiyorsunuz? Mürtecisiniz.” (age, s.272) Bu ilimsiz, çarpık saçma inkılâp ve irtica anlayışına genç nesiller kurban olup gidiyor. “Mevzuyu açıkça ortaya ele almalıyız: Eski harflerin resmi ve klasik tahsil kadroları içinde ciddi surette ele alınması zamanı gelmiştir. (…) Ve binaenaleyh… madem ki Batı kültürüne köprü kurmak için aldığımız Latin harfleri, artık sarsılmaz bir surette yayılmıştır. Ona bu imkânı bahşetmek için hapse atılmış olan eski harflerimize, artık daha fazla gadretmemiz için sebep kalmamıştır. Artık eski harflerimize şefkatli bir göz atabiliriz. Katmerli caniler, gözü kanlı haydutlar, hırsızlar ve vurguncular için dahi umumi aflar düşündüğümüz bugünlerde eski harflerimiz için de hususi bir af düşünmenin zamanı gelmiştir.” (Osman Şerifoğlu, age, s. 300)  Velhasıl, her şuur sahibi vatan evladına düşen görev, bir an evvel Osmanlıca’yı öğrenmektir. 

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiMercek
İnsan

Sual: Vücud-u hâricîyi izah eder misiniz? Cevab: Varlık temelde ikiye ayrılır. Vücud-u ilmî ve vücud-u haricî. Vücud-u harici, Allah’ın kudretiyle yaratılmış her çeşit varlığı içine alan bir isimdir. Vücud-u ilmî ise Allah’ın ilminde ve bilgi olarak var olan ama nesnel bir varlığı olmayan ilmî varlıklardır. Mesela, binanın projesi vücud-u ilmiye; binanın kendisi ise vücud-u hariciye temsil olarak verilebilir. Haricî diye isimlendirilmesinin sebebi ise, yalnız ilimde değil, ilmin haricinde (dışında) de var olan manasınadır. Çünkü her şeyin aslı ilm-i ezelide ilmî varlık olarak vardır. Vakti geldiğinde ilmin haricinde de yaratılır ve buna vücud-u harici denir. Üstad Bedîüzzaman Lem’alar Mecmuasında, vücud-u ilmîden vücud-u hariciye çıkışı şöyle anlatır: “Meselâ nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse; o koca kitab, birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de; o Kadîr-i Ezelî’nin ilm-i muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası bir mikdar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak emr-i Kün Feyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve nafiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve sühuletle kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir; göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.” (11. Reca) Sual: 12. Lem’a’da geçen, “Bir hâdise, ...imkân-ı örfî dâiresinde olmazsa, mu‘cize olur. Fakat kolayca kerâmet olamaz.” cümlesini izah eder misiniz? Cevab: İmkân-ı örfî dairesi, harika da olsa insanlık âleminde görülmüş şeylere denir. Mesela, bir insanın kalbinden geçeni bilmek ya da kırk gün aç yaşayabilmek gibi harikalar imkân-ı örfî dairesindedir. Fakat ayı ortadan ikiye yarmak, mezardan ölüleri diriltmek gibi hadiseler, on parmağından fışkıran suyla bir orduyu doyurmak gibi harikaların insanlar arasında benzeri bulunamaz, ancak mucize olarak bulunur. Bu derece harika olan kerametlerin sayısı nisbet olarak azdır. Burada kasd olunan mana, kerametlerin kolayca imkân-ı örfî dairesi dışında vukua gelemeyeceğidir. Yani kerametler harikalık cihetiyle, mucizelerden ekseriyetle daha aşağıdırlar. Gerçi tarihte Şeyh Abdulkadir-i Geylanî (ks) gibi ölüleri diriltmek derecesinde ve imkân-ı örfî dairesi dışında kerametler de vaki olmuştur. Fakat bunlar kerametlerin umumuna nisbetle azınlıktadırlar.

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiAşure
Kültür ve Medeniyet

-KONFÜÇYÜS DER Kİ Eğitimli insanların dokuz düşüncesi vardır. Baktıklarında berrak görmeyi düşünürler. Dinlendiklerinde, iyi duymayı düşünürler. Görünüşleri bakımından sıcak olmayı düşünürler. Davranışlarında saygılı olmayı düşünürler. Konuşmalarında doğru olmayı düşünürler. İşlerinde ciddi olmayı düşünürler. Kuşkuya düştüklerinde soruları nasıl soracaklarını düşünürler. Öfkelendiklerinde, sorunları düşünürler. Kazancı gördüklerinde, adaleti düşünürler. UYKU Gündüz uykusu üç tanedir, birinin adı huy, diğerininki bilgisizlik, üçüncününki ise akılsızlıktır. Birincisi; Gündüzün şiddetli sıcağında uyumaktır. Bu, Peygamber Efendimiz(asm)'in huyudur. İkincisi; Kuşluk vakti uyumaktır. Bu uyku insanı dünya ve ahiret işinden alıkor. Üçüncüsü;  İkindi vakti uyumaktır. Eskilerden bazıları şöyle derler; İkindiden sonra uyuyanın aklı perdelenir, bundan dolayı kendinden başka hiç kimseyi kötülemesin. TÖVBE Tövbe eden dört şeye dikkat etmeli 1- Dilini boş sözden, gıybetten, yalandan ve hasedden korumalı. 2- Kötü insanları, günah işlediği kötü çevreyi terk etmeli. 3- Günahını hatırlayınca Allah’tan hemen utanmalı, istiğfarda bulunmalı. 4- Ölüme her an hazırlıklı olmalı. Ölüme hazırlanmak, Allah’ın razı olmayacağı bir hali düşünmekten sakınmaktır. —Hatem-i Esam PEYGAMBER EFENDİMİZ(ASM)'İN HASTALIKTA İZLEDİĞİ YOL Akciğer iltihabından topalak veya zeytinyağıyla tedavi olunuz. Kim sabahleyin iyi cins hurmadan yedi tane yerse, o gün o adama zehir ve sihir zarar vermez. Hangi kadının çocuğuna bademcik iltihabı isabet eder veya başında bir ağrı görürse öd ağacını alsın, suyun içine kazıyarak ufalasın, sonra onu burnuna çeksin. Yangın gördüğünüz zaman tekbir alınız, zira tekbir yangının hararetini söndürür. Hastalarınızı yemeleri ve içmeleri için zorlamayınız, zira Allahü Teâlâ onlara yedirir ve içirir. Kim istiğfara devam ederse, Cenâb-ı Hak onun için her tasadan bir kurtuluş, her darlıktan bir çıkış yolu yaratır, hiç beklemediği yerden de ona rızık verir. Kına Allah’ın izniyle baş ağrısına faydalıdır. Kim şarapla tedavi olursa, Allah ona şifa vermez. Suyunuzu develerin içtikleri gibi tek nefesle içmeyiniz, iki veya üç defada içiniz, su içerken besmele çekiniz, içtikten sonra elhamdülillah deyiniz. 3 TAVSİYE Bayezid-i Bistami Hazretleri’nin yakınlarından biri seyahate çıkarken huzuruna geldi, “Bana tavsiyede bulunur musunuz?” dedi. O da  “Üç şeyle sana tavsiyede bulunurum: 1- Yolculukta kötü huylunun biri sana arkadaşlık ederse, onun kötülüğünü kendi güzel ahlak potana sokup şekillendirmeye çalış. Böylece işin ve yolculuğun selametle neticelensin. 2- Biri sana iyilikte bulunursa devamlı suretle Allah’a şükret. Çünkü o adamın kalbini sana çeviren Cenâb-ı Hak’tır. 3- Bir bela sana dokunacak olursa, o belanın üzerinden kalkması için süratle Allah’a dön ve neticeyi sabırla bekle. Ümidin kırılmasın, itimadın sarsılmasın. Çünkü gelen belanın altında ne gibi hayırların yattığını o anda idrak edemezsin!

Zeynep EREN 01 Mart
Konu resmiBedîüzzaman Hazretleri'nin Kronolojik Hayatı Haritada
Kültür ve Medeniyet

1877 – Bitlis’in Hizan İlçesine bağlı İsparit Nahiyesinin Nurs Köyünde dünyaya geldi. 1894 – Van’a giderek orada coğrafya, matematik, jeoloji, fizik ve kimya gibi müsbet ilimleri öğrenmeye başladı. 1908 – İlk defa olarak İstanbul’a geldi. 1909 – 31 Mart Olayı sebebiyle Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılandı. Beraat etti. 1911 – Şam Emevî’ye Camii'nde, Âlem-i İslam'ın manevi hastalıklarını teşhis edip tedaviler sunan meşhur "Hutbe-i Şâmiye"sini, içinde yüzden fazla âlimin bulunduğu büyük bir cemaate okudu. 1916 – I. Dünya Savaşı'nda, Bitlis savunması esnasında yaralanarak Ruslara esir düştü. 1918 – İki buçuk yıl süren esaretten, bir Rus askerin yardımıyla firar edip İstanbul’a geldi. 1922 – Zaferden sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya, TBMM’ye dâvet edildi. 1923 – Ankara'yı terkederek memleketine dönüp Van'a yerleşti. 1925 – Şeyh Said İsyanı'ndan sonra İstanbul üzerinden Burdur’a sürüldü ve burada Nur’un İlk Kapısı isimli eserini yazdı. 1926 – Burdur'dan önce Isparta'ya sonra Barla’ya sürüldü. Burada Risale-i Nur’u telife başladı. 1934 – Sekiz senelik Barla hayatından sonra Isparta’ya sürüldü. 1935 – Gizli din düşmanlarının tahrikiyle aleyhinde dava açıldı ve yüzden fazla talebesiyle birlikte tutuklanarak Eskişehir'e götürüldü. 1936 – Bir senelik hapis cezasının bitiminden sonra Kastamonu’ya sürüldü. 1943 – Yedi yıllık Kastamonu sürgününden sonra, 126 talebesiyle birlikte tekrar tutuklanarak Denizli Hapishanesine sevk edildi. 1944 – Dokuz ay tutuklu yargılandıktan sonra beraat etti ve ardından Emirdağ’a sürgün edildi. 1948 – Aynı suçlamalarla tekrar tutuklanarak 54 talebesiyle birlikte Afyon Hapishanesine sevk edildi ve burada iki sene kadar tutuklu kaldı. 1952 – Gençlik Rehberi eseri hakkında açılan dava münasebetiyle İstanbul’a geldi ve bu davadan beraat etti. 1953 – Emirdağ’a döndü. İkinci defa İstanbul’a geldi ve üç buçuk ay burada kaldı. Bundan sonraki hayatı genellikle Emirdağ ve Isparta’da geçti. 23 Mart 1960 – Şanlıurfa’da vefat etti. Urfa Halilu’r-Rahman Dergahı’na defnedildi.

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiBedîüzzaman Hazretleri'nin Cenaze Merâsimi Hüradam Gazetesi, 5 Nisan 1960 Salı
Tarih

İrfan MEKTEBİ 01 Mart