50. Sayı: "Allah'ı Görüyor Gibi Namaz Kılmak: Huşû"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmi50. Sayımızla, Beşinci Yıla Merhaba!
İtikad

“Bismillah” diyerek yeni yılın ilk sayısında sizlere “merhaba!” diyoruz. 1432 ve 2011 seneleri, inşaallah, hepimize hayırlar, bereketler, muvaffakiyetler getirir. Niyazımız odur ki, günleri aramızda döndüren zamanın ve mekânın Rabbi, bu yeni yılın günlerini İslâm âlemine maddî ve mânevî terakki vesilesi yapsın! Dünyanın muhtelif yerlerinde yardım ve inâyet bekleyen mazlumlar inşâallah bu sene huzur ve refaha kavuşurlar. İşgal altındaki İslâm coğrafyası için yeni yıl, esâretten kurtuluş yılı olur. Maddeten bağımsız ama mânen esir pek çok İslâm ülkesi için de bu yıl, ümit ediyoruz, intibah ve istikameti kazanma yılı olur. İrfan Mektebi olarak, her geçen yıl olduğu gibi, bu yıl da yenilenerek, güçlenerek yolumuza devam ediyoruz. Hem nüfuz ve ilmî sahamız genişliyor, hem de derinleşiyor. Hem yazar kadromuza yeni kalemler ekleniyor, hem de eski kalemlerimiz ustalaşıyor. Bu yıl, okurlarımızla daha etkili münâsebetler kurmak ve dergimizi daha verimli bir “mektep” hâline getirmek için yeni projeler üzerinde çalışacağız. Yeni köşelerimizle bu yıl bambaşka bir bakış açısını okurlarımıza kazandırmaya gayret edeceğiz. İlk sayısını bu ay takdim ettiğimiz “Aile Mektebi” ekimizde aile saadetine yönelik araştırma ve yazıları bulabileceksiniz. Yine ilk sayısını bu yıl tüm abonelerimize ücretsiz takdim ettiğimiz Şirin Kalem dergimizin de çocuklarımızın dünyasında yepyeni ufuklar açacağını düşünüyoruz. Metin Uçar yönetimindeki Şirin Kalem artık her ay, uzman bir heyet tarafından, sâdece çocuklarımız için hazırlanacak. Selahaddin Özel editörlüğündeki İngilizce dergimiz The Pen, dokuzuncu sayısını bu ay piyasaya çıkartıyor. The Pen, üç aylık yayınların yanında başta İstanbul olmak üzere muhtelif şehirlerde düzenli İngilizce seminerlere başladı. İlgililerin The Pen’le irtibata geçmesini tavsiye ediyoruz. Arapça dergimizin hazırlıkları da hız kesmeden devam ediyor. Çok yakında, Kur’ân dili Arapça ile de İrfan Mektebi, hakikatleri dünyaya duyurmaya başlayacak inşâallah. sayımızı dinimizin direği, beden ile yapılan ibâdetlerin şahı “namazda huşû”ya ayırdık. Birbirinden önemli yazılar ve araştırmalarla namazlarımızın kıymetini, feyzini, bereketini artırmaya gayret ettik. Ümit ediyoruz yeni yılın bu ilk dosyası hepimiz için istifâdeli olur. Namaza verdiğimiz kıymet nisbetinde bizim de kadr u kıymetimiz artacak buna hiç şüphemiz yok. Hem yine namazdaki huşûmuz nisbetinde maddî mânevî inâyete hak kazanacağız. İşte bunun için yeni yayın dönemimize namazla başlayalım istedik. Allahu Teâlâ, bizleri ve neslimizi namazda mukim kılsın. Şimdi sizleri İrfan Mektebi’nin sayfaları arasında seyâhate davet ediyorum efendim. Allah’a emânet olunuz.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Ocak
Konu resmiRisâle-i Nur'dan Ölçüler
İtikad

MUSİBETTE ŞİKÂYETE 3 CİHETTE HAKKIN YOKTUR ►Birinci Sebep: Cenâb-ı Hak insana giydirdiği vücud elbisesini sanatlarına mazhar etmiştir. Yani insanı bir model yapmışdır. O vücud elbisesini, o model üstünde keser, biçer, değiştirir. Muhtelif isimlerinin cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı gerektiriyor. ►İkinci Sebep: Hayat, musibetlerle, hastalıklarla saflaşır, mükemmelleşir, kuvvet bulur, terakkî eder, netice verir, vazifesini yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, vücuddan (varlıktan) ziyâde, ademe (yokluğa) yakındır ve ona gider. ►Üçüncü Sebep: Şu dünya, meydan-ı imtihandır ve hizmet yeridir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem hizmet ve ibâdet yeridir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubûdiyete çok muvâfık olur ve kuvvet verir. Ve herbir saati, bir gün ibâdet hükmüne getirdiğinden şikâyet değil, şükretmek gerektir. KUR’ÂN’A HİZMETİN 3 FARKLI KERÂMETİ ►Birincisi: O hizmeti hazırlamak ve hizmetkârlarını o hizmete sevketmek. ►İkincisi: Mânileri bertaraf etmek ve hizmete zarar verenlerin şerlerini def'edip, onları tokatlamak. ►Üçüncüsü: Hizmette hâlisane çalışanlara gevşeklik geldiği vakit, şefkatli bir tokat yerler, hemen uyanarak yine o hizmete girerler. İBADETLER 2 KISIMDIR ►Birinci Kısım: Müsbet ibâdetlerdir ki namaz, niyaz gibi bildiğimiz ibâdetlerdir. ►İkinci Kısım: Menfî ibâdetlerdir ki insan, hastalıklar ve musibetlerle âcizliğini ve zaafını hissedip, Rabb-i Rahîm’ine sığınarak, O’na yönelerek, O’nu düşünüp, O’na yalvararak hâlis bir kulluk yapar. Bu ibâdete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer. Kısacık bir ömrü uzun bir ömür olur. MUSİBETLERDEKİ 4 MÂNÂ ►Birincisi: Bir kısmı Rahmanî birer ihtar, birer ikazdırlar. Nasıl ki bir çoban, başkasının tarlasına tecâvüz eden koyunlarına taş atar, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnûnâne dönerler. Öyle de çok musibetler var ki; İlahî birer ihtardır, birer ikazdır. ►İkincisi: Bir kısmı keffâretü’z-zünubdur, yani günahlara keffârettir. ►Üçüncüsü: Bir kısmı gafleti dağıtıp, insanî olan aczi ve zaafı bildirerek bir çeşit huzur vermektir. ►Dördüncüsü: Musibetin hastalık olan nevi ise musibet değil belki bir Rabbânî iltifattır, bir temizlemedir. Rivâyette vardır ki: Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyorsa sıtmalı bir hastanın titremesiyle de günahları öyle dökülür. SABIR KUVVETİNİ DAĞITAN 3 ŞEY ►Birincisi: İnsandaki evham. ►İkincisi: Gaflet. ►Üçüncüsü: Fâni hayatı bâki zannetmek. 4 ADIMDA İLAHÎ HUZUR ►Birinci Adım: Yemek-içmek gibi en küçük bir muâmele bile, sünnete uygun olarak yapılırsa ilk önce hatıra Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gelir. ►İkinci Adım: Sonra o amelinin şeriatin bir edebî olduğu tasavvur edilir. ►Üçüncü Adım: Daha sonra, şeriatın sâhibinin Hazret-i Peygamber (asm) olduğu hatıra gelir. ►Dördüncü Adım: Ve ondan şeriatin koyucusu olan Cenâb-ı Hakk'a kalb yönelir, bir nevi huzur ve ibâdet kazanılır. İşte, bu sırra binâen Sünnet-i Seniyeye tâbi olmayı kendine âdet eden, âdetlerini ibâdete çevirir; bütün ömrünü semeredâr ve sevabdâr (sevaplı ve meyveli) yapabilir. LEZZETİ TERCİH İÇİN 5 ŞART ►Birinci Şart: İsraf etmemek. ►İkinci Şart: Sırf şükür vazifesini yerine getirmek. ►Üçüncü Şart: İlâhî nimetlerin çeşitlerini hissedip tanımak. ►Dördüncü Şart: Meşru olmak yani helâlinden olmak. ►Beşinci Şart: Zillet ve dilenciliğe vesile olmamak. KALP VE RUH HAYATININ 4 SIRRI   ►Birincisi: Marifet-i İlâhiye yani Cenâb-ı Hakk’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyıp bilme. ►İkincisi: Muhabbet-i Rabbâniye, yani Cenâb-ı Hakk’ı sevmek. ►Üçüncüsü: Ubûdiyet-i Sübhâniye yani Allahu Teâlâ’ya kulluk ve ibâdet etmek. ►Dördüncü: Marziyât-ı Rahmâniye yani Allah’ın rızası dâiresinde hareket edip rızasına mazhar olmak. SÜNNET-İ SENİYENİN 3 MERTEBESİ ►Birincisi: Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. Onlar muhkemattır, yani açıktır hiçbir cihetle değişmezler. ►İkincisi: Bir kısmı da nâfile nevindendir. Nâfile olan sünnetler de 2 kısımdır. Birinci Kısmı: İbâdetle alâkalı Sünnet-i seniyelerdir. Onları değiştirmek bid'attır. İkinci Kısmı: ‘Âdâb’ denilen sünnetlerdir. Onlara muhâlefete, bid'a denilmez. Fakat âdâb-ı Nebevîyeye bir nevi muhâlefettir ve onların nurundan ve o hakikî edebden istifâde etmemektir. ►Üçüncüsü: Sünnet-i Seniyenin içinde en mühim olanları ‘İslâmiyet alâmetleri’ olan şeâirle alâkalı sünnetlerdir. Şeâir, âdeta hukuk-ı umumiye nevinden cemiyete âit bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifâde ettiği gibi onun terkiyle de umum cemaat mesul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilân edilir. Nâfile nevinden de olsa şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.

Mustafa TOPÖZ 01 Ocak
Konu resmiNamazda Huşû ve Huzû
İtikad

HUŞÛ: Huzû mânâsınadır ki alçaklık gösterip tevâzu ve eğilmekten ibârettir. Bir görüşe göre Huzû mânâsına yakındır. Bir görüşe göre ise Huzû, bedene yani uzuvlarla tevâzu eylemeğe; Huşû ise ses ve gözle tevâzu ve boyun eğmeye mahsustur. Huşû, sükûn ve tezellül mânâsına müstameldir. Tâha Sûresi 108. âyette geçtiği gibi “Rahman(’ın heybetin)den dolayı sesler kısılmıştır.” (Kamusu’l-Muhît Tercümesi, Osmanlıca Nüsha, c. 2, s. 566) HUŞÛ Varlığının farkında olamayacak derecede kendisini karşısında bulunduğu şeyin heybet ve câzibesine kaptırma. Alçak gönüllülük gösterme, tevâzu. Allah’ın azameti karşısında kulun alçak gönüllü olup nefsini hor ve hakir görmesi, yüreği ürperme ve korku ile dolu olarak Cenâb-ı Hakk’a boyun eğmesidir. Cüneyd’e huşûun ne olduğu sorulunca şöyle demişti: “Kalbin gaybı bilene (allâmü’l-guyuba) karşı zillet içinde bulunmasıdır.” (Kuşeyrî Risâlesi Tercüme) HUZÛ-HUDÛ Alçak gönüllülük, tevâzu. Allah’ın azameti karşısında boyun eğme. Daha çok huşû ile birlikte kullanılır. (Kubbealtı Lügatı) Celaleyn Tefsiri şerhinde huşû, kalbin huzuru ve uzuvların sükûneti şeklinde tarif edilmiştir. Mü’minûn Sûresi 2. âyette mealen, “O kimseler (o mü’minlerdir) ki onlar namazlarında huşû (korku ve eziklik) içinde olanlardır.” diye mânâ verilmiş. Celâleyn tefsirinde bu âyette geçen (Hâşiûn) kelimesine “Mütevâzı olanlar” denmiş. Şerhinde ise “Âdâba riâyet etmek huşûdandır. Böylece elbiseyi çekmekten, yüzü sağa sola çevirmekten, esnemekten, gözleri yummaktan, ağzı kapamaktan, parmakları birbirine geçirmek ve yerdeki çakıl taşlarını hareket ettirmekten sakınılır.” denmiştir. Bakara Sûresi 45. âyette, “Sabır ve namaz ile (Allah’tan) yardım isteyin. Şüphesiz ki o, (Allah’a) gönülden bağlı olanlardan başkasına elbette ağır gelir.” diye mânâ verilmiş. Burada geçen “Hâşiîn” kelimesine İbn-i Abbas (ra), “Allah’ın indirdiğini tasdik edenler”; Mücâhid (rh), “Gerçek mü’minler”; Ebu’l-Âliye (rh), “Korkanlar”; Mukâtil (rh), “Mütevâzı olanlar” diye mânâ vermişler. Dahhâk (rh) ise “Taatine boyun eğenler, azabından korkanlar, verdiği sözü ve ettiği tehdidi tasdik edenler” diye mânâ vermiştir. Kurtubî tefsirinde huşû hakkında şu izahlar vardır: Hâşi‘ mütevâzı demektir. Huşû nefiste bir hâldir ki ondan dolayı uzuvlarda bir sükûn ve tevâzu zuhur eder. Katade şöyle der: Huşû kalptedir, o da korkmak ve gözü namazda (etrafa bakmaktan) sakınmaktır. Zücac şöyle der: Hâşi‘, zillet ve huşûun eseri üzerinde görünen kimsedir. Süfyan-ı Sevrî şöyle der: ‘‘Üaymiş’e huşûdan sordum. Dedi ki: -Ey Sevrî! Sen insanlara imam olmak istiyorsun da huşûyu bilmiyor musun? İbrahim Nehaî’ye huşûdan sordum. Dedi ki: -Üaymiş! İnsanlara imam olmak istiyorsun da huşûyu bilmiyor musun? Huşû, sert şeyler yemek, sert şeyler giymek ve başı eğmek değildir; fakat huşû, şerefliyi ve alçağı hak hususunda eşit görmendir ve Allah’ın sana farz kıldığı her şeye boyun eğmendir.’’ Hz. Ömer (ra) başını öne eğen bir gence bakmış ve şöyle demiştir: “Ey genç! Başını kaldır, zîra huşû kalpte olandan fazla olamaz.” Hz. Ali (ra) ise şöyle demiştir: Huşû kalptedir, bir de Müslüman’a karşı iki elinin yumuşak olması ve namazda yüzünü sağa sola çevirmemendir. Kalbinde olandan daha fazla huşû gösteren kimse nifak üstüne nifak göstermiş olur. Sehl b. Abdullah şöyle demiştir: Bir kimse, vücudundaki bütün tüyler huşû içinde olmadıkça huşûlu olamaz. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rablerinden korkanların derileri ondan (okunan âyetlerden) ürperir…” (Zümer, 23) Övülecek olan huşû böyle olur. Çünkü kalp sükûna erdiği zaman korku, görünen huşûu gerektirir, o huşûun sâhibi ona mâni olamaz ve onu başı öne eğik, müteeddib ve mütezellil görürsün. Selef âlimleri mümkün mertebe görünen bu halleri gizlemeye çalışırlardı. Kınanacak olan huşû ise iyi ve yüksek mertebe sâhibi gözükmek için bazı câhillerin yaptığı gibi tekellüfe girmek, ağlar gibi yapmak ve başı öne eğmektir. Bu, şeytanın bir aldatmacasıdır. İnsanı nefsin sürüklemesindendir. Hz. Hasan (ra) şöyle rivâyet etmiştir: “Ömer (ra)’ın yanında bir adam sanki üzüntü içindeymiş gibi nefes alıp verdi, Ömer (ra) onun göğsüne yumrukla vurdu. Ömer (ra) konuştuğunda işittirirdi, yürüdüğünde hızlı yürürdü, vurduğunda acıtırdı, sıdkla ibâdet ederdi ve gerçek huşû sâhibiydi.” Huşûun yeri kalptir, o huşû içinde olursa bütün uzuvlar da onun huşûundan dolayı huşû içinde olur. Çünkü o onların sultanıdır. Âlimlerden olan bir adam namaza durduğu zaman Rahman’ın korkusundan dolayı gözlerini hiçbir şeye dikemezdi ve içinden dünyalık hiçbir şeyi geçiremezdi. Atâ şöyle demiştir: Huşû, bir kimsenin namazda vücudundan bir şeyle oyalanmamasıdır. Hz. Peygamber (asm) bir adamı namazda sakalıyla oyalanırken gördü ve şöyle dedi: “Eğer bu adamın kalbi huşû içinde olsaydı uzuvları da huşû içinde olurdu.”

Lütfi Aslan 01 Ocak
Konu resmiO Seni Görüyor Ya!
İtikad

İşârâtü’l-İ’caz’da beyan edildiği gibi namaz, bütün mahlûkatın ibâdetlerini içinde toplayan, kul ile Allah arasında yüksek bir irtibat ve yüce bir münâsebetten ibâret olan nezih ve hoş bir ibâdettir. Hem namaz, o kadar güzel bir hizmettir ki mânâsını ve hakikatini anlayan her bir ruhu kendine celp ederek bağlar. Namazın şartlarında ve rükunlarında öyle sırlar, hikmetler ve feyzler vardır ki onları fark eden her kalp ona sevgi ve muhabbetle bağlanır. Namaz; Hâlık-i Zülcelâl tarafından her yirmi dört saat içinde, belirtilen vakitlerde O’nun mânevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu yüce davete karşı yapılması gereken ise her kalbin şevk ve iştiyak ile ona icâbet etmesi ve mirac hükmünde olan o yüksek ibâdeti yapmasıdır. İkinci olarak, ilmihal kitaplarında beyan edildiği gibi tadil-i erkân denilen şartları yerine getirenlerin namazları makbuldür. Fakat namazın bir çekirdekten tâ büyük bir hurma ağacına kadar farklı mertebeleri vardır. Zîra namazın mükemmelliği, kişinin namazda huzura, huşûa ve namazın sünnet ve âdaplarına dikkat etmesi nispetindedir. Husûsen namazdaki huşûun ehemmiyeti çok büyüktür. Âyet-i kerimede “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki namazlarında huşû içindedirler.” (Mü’minûn, 1-2) buyurulur. Huşû: Kalbin, Allah’ın azametinden korkup O’nun rahmetine sığınmaktan aldığı mânevî lezzetle beraber, vücudun âzalarında da görünen sükûnettir. Elmalı tefsirinde huşû şu şekilde ifâde edilmektedir: “Huşû, aslı kalpte, tesiri bedende olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe âit tarafı Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi küçüklüğünü görüp gösterecek, nefsi de Cenâb-ı Hakk’ın emrine baş eğdirip söz dinlettirecek ve edep ve tazimden başka bir şeye yönelmeyecek şekilde kalbin sonsuz derecede O’na saygı ve muhabbet hissi duymasıdır. Dış görünüşle ilgili yönü de vücud âzalarında sükûnetin meydana gelmesi (hatalarımıza binaen Cenâb-ı Hakk’tan utanarak ve edep kuralları dâhilinde) gözlerinin önüne, secde yerine bakıp sağa sola, şuna buna iltifat edecek uygunsuz hareketlerde bulunmamasıdır.” Zîra ihsan hadisinde, “Sen Allah’ı görüyormuşsun gibi Allah’a ibâdet et. Eğer sen O’nu görmüyorsan, şüphesiz O seni görüyor.” dendiği gibi namaza başlarken tevbe ve istiğfar ederek abdest ile maddî ve mânevî temizliği yapmak, tahrim tekbiri ile el kaldırıp “Allahu Ekber” diyerek mâsiva denilen bütün mahlûkatı arkaya atmak, “besmele” denilen burak ile miracvârî O’nun huzuruna çıkmak; başta nefis ve şeytan olmak üzere, o huzur ile kalbi meşgul edecek bütün fânilerden kurtulmasına binaen “Elhamdülillah” cümlesi ile başlangıçsızlıktan sonsuzluğa kadar yapılan hamd ü senaları kendi namı hesabına, dünya ve âhiretteki sonsuz rahmet ve merhamete ve bütün mahlûkatın hak ettikleri mükâfat ve cezanın verildiği din gününün sâhibine sunmak, O’nun huzurunda “iyyâke na’büdü” ile bütün varlıkların bir kumandanı olarak onların dilleriyle ve halleriyle yaptıkları sayısız ibâdet ve tesbihlerini, zikir ve şükürlerini kendi adına küllî bir ibâdet suretinde, nihâyetsiz Rububiyetine karşı O Hâlık-ı Rahîm-i Kerîm’e takdim etmek, “ve iyyâke nestaîn” kelimesiyle de bütün mahlûkatla birlikte onları temsilen, bütün arzu ve isteklerin yerine getirilmesi, maddî ve mânevî bütün ihtiyaçların görülmesi; ancak O’nun yardımıyla olabileceğini düşünerek: “Hepimiz yalnız ve yalnız Senden yardım diliyoruz. Senden başka yardım edecek yoktur. Çünkü Sen nihâyetsiz kudret ve rahmet sâhibisin. Şimdiye kadar olan ve hâl-i hazırdaki ve bundan sonra devam edecek olan bütün ihsan ve yardımlar Senin sonsuz rahmet ve kudretindendir. Bütün ibâdetlerin ve yardımların Senden geldiğine îman edip tasdik ediyoruz. Mâdem her şey Sendendir; sebeplerin hepsi ise zâhirî görünen bir perde olmasına binaen, maddî ve mânevî bütün hislerimizin, âza ve hücrelerimizin ve kalbimizin bütün samimiyetiyle dosdoğru yola bizi hidâyet eylemeni diliyoruz. O yol ki kendilerine ihsanda bulunduğun; peygamberlerin, şehitlerin, sâlihlerin ve güzel amel edenlerin yoludur. Her çeşit zulüm ve isyanı yaparak Senin gazabını celp edenlerin ve tabiat gibi bataklıklara saparak dalâlete gidenlerin yolundan bizi muhafaza edip o yollara saptırma. Bu duâyı bizden kabul eyle. Âmîn.” diyerek Cenâb-ı Hak’la konuşmamız ve O’nun bizi gördüğünü, huzurunda bulunduğumuzu fark etmemiz nispetinde huşû ile namaz kılmamıza vesile olur. Demek namazda okuduğumuz sûrelerin, âyetlerin ve duâların mânâlarını bu şekilde düşünmek de insana huzuru kazandırabilir. Hasen’den ve İbn-i Şirin’den rivâyet olunduğuna göre, Resûlullah ve ashâbı namazda gözlerini gökyüzüne kaldırırlardı; yukarıdaki âyetin inmesi üzerine önlerine eğdiler. Buharî ve Müslim’de Hz. Aişe (ra)’dan da rivâyet olunur ki: “Resûlullah’a namazda iltifat (yüzünü çevirip bakma) hakkında sordum, buyurdu ki: O bir çalmadır ki şeytan onu kulun namazında çalar, kaçar.” Hakim ve Tirmizî’de geçen bir rivâyette Ümmü Ruman (ra) demiştir ki: “Namazımda sallanıyordum. Ebu Bekir (ra) gördü, beni öyle bir azarladı ki az daha namazdan çıkacaktım.” Sonra da dedi ki: “Resûlullah’ı (asm) dinledim, şöyle buyuruyordu: Herhangi biriniz namaza durduğunda her tarafı sâkin olsun, Yahudiler gibi sallanmasın. Zîra namazda âzaların sükûneti namazın tamamındandır.” Peygamberimiz (asm) namazında sakallarını karıştıran birisini gördü. Buyurdu ki: “Eğer bu adamın kalbi huşû ile Allah’tan korksaydı, âzaları da korkardı.” Rivâyet edildiğine göre, namaz vakti girince Hz. Ali (ra) titrer ve yüzü renkten renge girerdi. Ona: “Sana ne oluyor?” diye sorulduğunda, o: “Yerlerin, göklerin, dağların yüklenmesinden korktukları ve benim yüklendiğim o emânetin vakti geldi.” derdi. Hz. Hüseyin’in (ra) oğlu Ali (ra) da abdest alırken rengi sararırdı. Ona: “Abdest alırken başına bu gelen nedir?” diye sorulduğunda: “Kimin huzuruna çıkacağımı bilir misiniz?” diye cevap verirdi. Hem ibâdet ve takvada kâmil bir zât olan Amr İbn-i Zerr’in eli kangren olmuştu. Doktorlar onun elinin kesilmesi gerektiğine karar vermişler. Fakat demişler ki: “Elini keserken hareket etmemen için iple seni bağlamak icap ediyor.” O da: “Hayır, beni bağlamayınız; fakat ben namaza girince elimi kesiniz.” Ve o, namaz içinde eli kesilirken farkına varmamıştır. (bkz. Mukâşefetü’l-Kulüb) Peygamberimiz buyurmuş ki: “Ümmetimden iki adam namaz kılar. İkisinin de rükûları ve secdeleri birdir. Fakat namazları arasında yer ile gök arası kadar fark vardır.” Peygamberimiz, bu farklılığın huşûdan kaynaklandığına işâret eder. Bütün bu rivâyetler, namazda huşû ve huzurun ne kadar önemli olduğunu ifâde eder. Üçüncü olarak, âyet-i kerimede: “Ve namazı devam üzere kıl! Gerçekten namaz; fahşadan, yani açık çirkinlikten, edepsizlikten, (zîna gibi) fuhşiyattan ve münkerden; yani aklın ve şeriatın beğenmeyeceği uygunsuz işlerden men eder.” (Ankebut, 45) buyrulmaktadır. Bu sayılan günahların namaz içinde yapılması mümkün olmadığı gibi, dosdoğru kılınan bir namaz normal yaşanan hayatta da bu gibi günahları işlemeye engel olur. Bir rivâyette sahâbeler demişlerdir ki: “Ya Resûlullah (asm)! Ensardan falan genç hem gelip arkanızda namaz kılıyor hem de âyetin ifâde ettiği namazın engel olduğu günahları da işliyor.” Resûlullah (asm) onlara: “O genç namazını kılıyor mu?” diye sorduğunda: “Evet” diye cevap vermişler. Bunun üzerine Resûlullah (asm): “O gencin kıldığı namaz, ona işlediği günahları terk ettirecektir.” buyurur. Kısa bir zaman sonra o gencin kıldığı namaz, işlediği günahlara mâni olmuştur. Hadis-i şerifte: “Kim bir namaz kılar da o namaz kendisini açık ve gizli kötülüklerden alıkoymazsa o namazla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey arttırmış olamaz.” buyrulmuştur. Âyet-i kerimede de “Artık vay o namaz kılanların hâline! Ki onlar namazlarında gaflet edenlerdir (ona ehemmiyet vermezler).” (Mâûn, 4-5) Tâhâ Sûresi’nde “Beni anmak için namaz kıl!” (Tâhâ, 14) buyrulduğu üzere namazın hikmeti, gâyesi huzur ve huşû içinde Allah’ın zikridir. Yani Allah’ı anmaktır. Bu sâyede “Öyle ise Beni (taat ve ibâdetle) anın ki Ben de sizi anayım.” (Bakara, 152) âyetince Cenâb-ı Hakk’ın rahmetle bizi anmasını kazanmaktır. Namazın bu sırrını bilenler, “herhalde Rablerine kavuşmayı uman kimseler” (Bakara, 46) âyetine göre, kendilerini her an Rablerinin huzurunda, kavuşma hâlinde buluyorlar gibi zevk içinde bir niyet ve ihlas ile namazlarını kılarlar. Netice itibariyle huzur ve huşû ile kılınan namazın mânâsı şudur: Niyet ve namaza başlama tekbiriyle mâsiva denilen bütün varlıkları elimizi kaldırıp arkaya atarak, bütün varlığımızla âcizliğimizi ve fakirliğimizi hissedip Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve büyüklüğüne karşı “Allahu Ekber” (Allah daha büyüktür) diyerek tekbir getirmek, sonsuz kudret ve paklığı karşısında “Sübhanallah” (Allah bütün noksanlardan uzaktır) diyerek tesbih etmek, sayısız maddî ve mânevî nimetlerine mukabil “Elhamdülillah” (Ezelden ebede kadar bütün hamdler O’na mahsustur) diyerek hayret ve muhabbetle, mahviyet içinde O’na secde etmektir. Cenâb-ı Hak’tan niyazımız odur ki bütün kardeşlerimizle birlikte bizleri namazını huşû ile dosdoğru kılan kullarından eylesin. Âmîn.

Zakir ÇETİN 01 Ocak
Konu resmiKur'ân İle Yolculuk
İbadet

Mekke kurraları (Kur’ân okuyan ve öğreten hâfızlar) şöyle yaparlarmış. Kur’ân hatmi tamamlanınca başa geçip Fâtiha Sûresi’ni okurlar, Bakara'dan da ilk beş âyeti okuyup öyle dururlar; böylece yeni bir hatme başlamış olurlardı.”1 Bu çok güzel ve anlamlı âdete bakıldığında önce Fâtiha ile yeni bir Kur’ân yolculuğundan evvel “feth eden”, “açış yapan” anlamında bütün hayırların kapısını açan bir başlangıç yapılır. Zîra Kur’ân’ın başına Rabbimiz ve Hâlıkımız tarafından O’na en yakışır bir açılış duâsı konulmuştur. Yeni sayfalar, yeni başlangıçlar, yeni âlemleri ve kapıları açacak bir duâ olması hasebiyle Fâtiha, Kur’ân'ın ihtiva ettiği temel esasları ifâde eder. Fâtiha ile çıkacağımız Kur’ân yolculuğunda önce şunu ifâde ederiz ki “övgüye, tazime ve ibâdete lâyık olan Rabbimizin kemâl sıfatlarını hamd ile izhar ederiz”2, doğru bir yolculuk için doğru bir başlangıç ve doğru bir yola giriş olan sırat-ı müstakime gitmeyi arzuladığımızı ondan isteriz. Sâdece ondan istemenin izzetini taşıyacağımızı da tahahhüd ederiz. Kurraların bir âdet olarak okudukları; inanca, ahlâka ve hayat nizamına dâir hükümlerin önemli bir kısmının da yer aldığı Bakara Sûresi’nin ilk 5 âyeti ise3 Kur’ân’ın doğru yola eriştirici bir hidâyet kaynağı olduğu, namazın dosdoğru kılınması gerçeği, âhirete îman ve sonunda felaha erişileceği bildirilmektedir. Böylece yolculuğa çıkarken iyi bir başlangıçla, yolculuk şartlarının yerine getirilmesi ile neticenin kurtuluş olacağı ifâde edilmektedir. Evet, insanın ebedî ömrü önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde say ve çalışmalarına bağlıdır.4 O zaman bu ebedî yolculuğa okuyarak, anlayarak ve hayata tatbik ederek yaşanılacak bir rehberle çıkmak çok önemlidir. Efendimiz (asm) bu hakikati “çok sevimli bir ibâdet ve amel” olarak gördüğünü ifâde ediyor ve bu hakikatlerin her dâim hatırlanması gerektiğine işâret ediyor. Biz de öncelikle bu hakikate işâret edelim ve sonra yine Cenâb-ı Hakk’ın vaad ettiği mükâfatı yazalım. SEVİMLİ AMEL VE MÜKÂFAT İbn-i Abbas (ra) anlatıyor. Bir adam: “Ey Allah'ın Resûlü, Allah'a hangi amel daha sevimlidir?” diye sordu. Resûlullah (asm), “Yolculuğu bitirince tekrar yola başlıyan” cevabını verdi. “Yolculuğu bitirip tekrar başlamak nedir?” diye ikinci sefer sorunca, “Kur'ân'ı başından sonuna okur, bitirdikçe yeniden başlar.” cevabını verdi.1 Şimdi başa dönüp Mekke kurralarının yaptığı gibi Kur’ân’ı hatmetmenin ve onu hatmettikten sonra yeniden bir hatme başlamanın Efendimizin (asm) lisanıyla Allah (cc) katında ne kadar faziletli ve sevimli olduğunu bir kez daha tefekkür edelim. Peki, bu Kur’ân yolculuğu ve meşguliyeti Cenâb-ı Hak tarafından nasıl karşılanır ve mükâfatlandırılır? sorusuna cevaben yine Mefâhirimiz, Efendimiz (asm) buyuruyorlar ki, Aziz ve Celîl olan Allah diyor ki: “Kim, Kur'ân-ı Kerîm'i okuma meşguliyeti sebebiyle Benden istemekten geri kalırsa Ben ona, isteyenlere verdiğimden fazlasını veririm.”5 Kur’ân okumanın onunla iştigal etmenin, onu hayatımıza yaymanın üzerimizde nasıl bir hukuku var ki? Onunla meşgul olurken isteklerimiz en makbul bir şekilde ziyâdesiyle karşılanıyor ve biz Kur’ân’a karşı böyle bir rahmeti nasıl bir lâkayıtlıkla, ataletle reddediyoruz? Hepimiz için yolculuğun sonu an be an yaklaşıyor. Sayılı nefesler birer birer tükeniyor. Varılacak yerin geçer akçesi ise bellidir: Ecele avlanmadan amele davranmak. İki dünya saadeti için illa da Kur’ân’a dayanmak. Kur’ân’ın nâzil oluşunun 1400. yılında Kur’ân’a daha sıkı sarılmak, onun eskimez ve dahima gençleşen hakikatlerini anlamak için gayret etmek, onunla yaşamayı hayatımızın vazgeçilmezi yapmak ve yolculuğu Kur’ân’ın nezâretinde sürdürüp onunla bitirmek. Kur’ân’ın hakikatleri hürmetine, İsm-i Azam hakkına, Rabbimiz hepimize nasip etsin. 1-Tirmizî, Kıraat, 4, 2949. H. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/235.2-Risâle-i Nur Külliyatı, Osmanlıca nüsha, İşârâtü’l-İcaz, 14.3-Kur’ân-ı Kerîm ve Muhtasar Meali, Bakara Sûresi. 1-Elif, Lâm, Mîm. 2- İşte bu, o Kitab’dır ki onda şübhe yoktur. Takvâ sâhibleri için bir hidâyettir. 3- Onlar ki gayba inanırlar, namazı hakkıyla edâ ederler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) sarf ederler. 4- Yine onlar ki sana indirilene (Kur’ân’a) ve senden önce indirilenlere (diğer kitablara) inanırlar. Onlar, âhirete de kat‘î olarak îman ederler. 5- İşte onlar, Rablerinden bir hidâyet üzeredirler, kurtuluşa erenler de işte ancak onlardır.4-Risâle-i Nur Külliyatı, Osmanlıca nüsha, Mesnevî-i Nuriye, 115.5-Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân, 25, 2927 H. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/236.

Yusuf Bahadır DEREN 01 Ocak
Konu resmiKalblerdeki Huşû
İtikad

EZANLAR Kİ DİNİN TEMELİ Namazdan önce okunan ezanlar, semaya uzanan mânevî bir sadadır, nuranî bir direktir. Müezzin ile birlikte tekrarlamak hem o kudsî hizmete iştirak hem de kılınacak namazı huşû ile kılmaya vesile olur. Her bir kelimesinde büyük mânâlar vardır. Bu mânâları şöyle özetleyebiliriz: “اللّه اكبر, اللّه اكبر” diye Allah'ın en büyük olduğu îlan ediliyor dünya ağzıyla kâinata. Yaratan O, besleyen O, Hakîm, Rahîm, Alîm, Kadîr olan O. Aklınızca gördüğünüz her şeyden büyüktür O. “اشهد الّا اله الااللّه” sadasıyla Allah'tan başka zannedilen, sığınılan, meded istenilen ilahlar bulunmadığı haykırılıyor âleme. Şirki, sebeplerin tesirini reddediyor. Onların arkasına düşmeyin, onlardan korkmayın, zîra kâinatın sultanı birdir. “اشهد انّ محمد رسول اللّه” şehâdetiyle Mütekellim olan Allah, kâinat ağacının meyvesi olan insanla konuşacak ve ona rehber gönderecektir. O rehber de Allah'ın Resûlü olan Hz. Muhammed (asm)'dır. “حي علي الصلاه” ile insanlar namaza dâvet edilir, haydi namaza gelin nida edilir. Namazdır kötülüklerden alıkoyan, namazdır Allah ile kulun kudsî irtibatı, namazdır ibâdetlerin fihristi. “حي علي الفلاح” nidâsıyla karmakarışıklık içinde boğulan insanı felaha ve kurtuluşa dâvet eder Hz. Bilal edâsıyla. “اللّه اكبر, اللّه اكبر” “لا اله الا اللّه” sadasıyla tevhid îlan edilerek ezan-ı Muhammedî çağırır müslümanları o kudsî irtibat olan namaza. “الصلاه خير من النون” ile seslenir sabahleyin gaflet uykusunda olanlara, namaz uykudan hayırlıdır nidasıyla. Böyle kudsî bir îlanın, dâvetin yerini ne tutabilir, top tüfek mi? Değil bunlar atom bombası bile yerini tutamaz bu ulvî dâvet ve îlanın. KALPLER TİTREK, SESLER KISIK Îman edenlerin, Allah’ın zikrine ve Hak’tan inene (Kur’ân’a) karşı kalplerinin (korku ve) yumuşama zamanı hâlâ gelmedi mi? (Onlar da) daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar ki onların üzerlerine uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Hem onlardan çoğu, günahkâr kimselerdir. (Hadid, 16) Evet, Hak'tan inene karşı kalplerin yumuşama vakti geldi. Allahım, daha öncekiler gibi kalplerimizi katılaştırma! Artık Rahmân'ın huzurundayız, namazdayız. Sanki kıyâmet kopmuş da heybetten sesimiz kısılmış. Şu âyet kalbimizi titretiyor: “O gün (herkes) o çağırıcıya (İsrâfîl’e) uyarlar; ona karşı yan çizmek yoktur. Öyle ki Rahmân (’ın heybetin) den dolayı sesler kısılmıştır; artık seslerin en hafifinden (yalvaran dudakların kıpırdaması, korkulu ayakların hışırtısından) başka bir şey işitmezsin!” (Tâhâ, 108) İlahî heybettir kalpleri titreten, yumuşatan, huşû ile dolduran, sesleri kısan; kulağı, gözü, beyni, kemiği, damarı huşû içerisine girdiren. Hz. Ali (kv) Peygamber Efendimizin (asm), rükûda şu duâyı okuduğunu haber veriyor: “Allahım! Senin için rükûa vardım, Sana îman ettim, Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, beynim, kemiğim (iliğim) ve damarım sana karşı huşû içerisine girmiştir.” (Müslim, Müsâfirîn, 201) “O kimseler (o mü’minlerdir) ki onlar namazlarında huşû (korku ve eziklik) içinde olanlardır.” (Mü'minûn, 2) Bütün beden rükû ve secde ve huşûda, kalp ve nefis tevâzuda. İşte namazdaki huşû. RİSÂLE-İ NUR’DA HUŞÛA VESİLE HAKİKATLER Risâle-i Nur, îman-ı tahkikîyi meslek edinmiştir. Kâinatı inkâr etmeden, hayal perdesine sarmadan her şeyde hakikate açılan bir kapı bulmuş ve talebelerini o yolda yürütmektedir. Dâimî bir huzuru kazandırmaktadır. Bunu Risâle-i Nur’a havâle edip bilhassa Dördüncü, Dokuzuncu ve Yirmibirinci Söze, Onüçüncü, Yirminci ve Yirmibirinci Lemalara havâle ederek numune için birkaçını buraya alacağız: HUZUR İHLÂSI KAZANDIRIR İnsan, bu âlemi ve kâinatı göz, kulak, dil, akıl, kalb gibi maddî ve mânevî duygularıyla tefekkür eder. Mânâ-yı harfi ile eşyayı okur ve Rabbisinin her yerde hazır ve nâzır olduğunu fark eder, tahkikî bir îmanı elde eder. Tahkikî îmanın verdiği nazar ve meleke ile huzur kazanır, riyadan kurtulup ihlâsı kazanır. İşte Bedîüzzaman Hazretleri bu huzur ve ihlâsı şöyle bizlere izah eder: Îman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü îmanîden gelen lemeât ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîm’in hazır, nâzır olduğunu düşünüp, O’ndan başkasının teveccühünü aramayarak, huzurunda başkalarına bakmak, medet aramak o huzurun edebine muhâlif olduğunu düşünmekle o riyadan kurtulup ihlâsı kazanır. (Lemalar) NAMAZDA DUYGULARIN ZEVK ALMASI “Namazımı huşû ile kılmak istiyorum, ama bir türlü muvaffak olamıyorum; vesveselerle huzurum bozuluyor, zevk alamıyorum” diyen adama Bedîüzzaman Hazretleri bu hâlin çaresini şöyle gösterir: “Vaktin evvelinde, Kâbe`yi hayalen nazara almakla namaz kılmak menduptur ki birbirine giren dâireler gibi, Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihâta ettikleri gibi en uzak safların da âlem-i İslâmı ihâta etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-i uzmaya (büyük cemaate) dâhil olsun ki o cemaatin icma ve tevâtürü, onun namazda söylediği her davaya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir burhan olsun. Mesela namaz kılan elhamdülillah dediği zaman, sanki o cemaat-i uzmayı teşkil eden bütün mü`minler, `Evet, doğru söyledin` diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı, mânevî bir kalkan vazifesini görür ve aynı zamanda, bütün hasletleri, latifeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar.” (Mesnevî-i Nuriye) TESBİH ELİNDE KALBİ HÜŞYAR Huşû ile kılınan bir namazın arkasına büyük bir cemaatin içinde kendini fark edip tesbih elinde kalbi hüşyar ve uyanık olarak huşûun miracına çıkmak ne güzeldir, bir sahâbe gibi, Bedîüzzaman Hazretleri gibi. Nasıl olduğunu ve olması gerektiğini Bedîüzzaman Hazretlerinden dinleyelim ve biz de o mânâ denizine dalalım, şöyle ki: Nasıl zikir dâiresinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nuranî bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüşyar bir zât namazdan sonra “سبحان اللّه, سبحان اللّه” deyip tesbihi çekerken o dâire-i zikrin reisi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselamın müvâcehesinde yüz milyon tesbih edenler tesbih elinde çektiklerini mânen hisseder. O azamet ve ulviyetle “سبحان اللّه, سبحان اللّه” der. Sonra o Serzâkirin emr-i mânevisiyle O’na ittibaen “الحمدللّه, الحمدللّه” dediği vakit o halka-i zikrin ve o çok geniş dâiresi bulunan hatme-i Ahmediyenin (aleyhissalâtü vesselam) dâiresinde yüz milyon müridlerin “الحمدللّه, الحمدللّه”larından tezâhür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde  “الحمدللّه”   ile iştirak eder ve hâkezâ  “اللّه اكبر, اللّه اكبر”  ve duâdan sonra “لا اله الا اللّه, لا اله الا اللّه”  otuz üç defa o tarikat-ı Ahmediyenin Aleyhissalâtü Vesselam halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sabık mânâyla o ihvan-ı tarikatı nazara alıp o halkanın Serzâkiri olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselama müteveccih olup (Milyon kere salât ile milyon kere selam Senin üzerine olsun ey Allah'ın Resûlü (asm)!) der diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm.  (Sikke-i Tasdîki Gaybî, 171) NAMAZIN MÜBÂREK ÇEKİRDEKLERİ Namazdan sonra okunan mübârek kelimeler olan tesbihat, namazın çekirdekleri hükmündedir ve otuz üçer defa okunur. Ondandır ki namazın bütün fiil, söz ve hareketlerinde bu mübârek kelimeler tekrarlanır. Bundan anlaşılır ki namazın mânâsı tesbih, hamd ve tekbirdir. Cenâb-ı Hakk'ın celalî, cemalî ve kemalî tecelli ve cilveleri vardır. İşte namaz; Allah'ın (cc) Celâline karşı “سبحان اللّه”, Cemâline karşı “الحمدللّه” ve Kemâline karşı “اللّه اكبر” demektir. Bu tesbihatin kıymetini Peygamber Efendimiz (asm) şöyle haber vermektedir: “Her namazdan sonra otuz üç defa “سبحان اللّه”, otuz üç defa “الحمدللّه” , otuz üç defa “اللّه اكبر” deyip “لا اله الا اللّه وحده لا شريك له له الملك وله الحمد يحيي و يموت و هو حي لا يموت بيده الخير و هو علي كلّ شئ قدير و اليه المصيير”  sözü ile yüze tamamlayanın bütün günahları affedilir, isterse deniz köpüğü kadar çok olsun.” SÂLİHLERİN ALÂMETİ GECE NAMAZI Gündüzün üzerine atılmış kalın bir perdedir gece. Geçim derdiyle yorulan insanlar istirâhate çekilir sessizce. Âlem uykuya dalar karanlık gecenin koynunda. Herkes uyurken teheccüd gerdandır sâlihlerin boynunda. Nasıl ki münâfıklara zor gelir sabah ve yatsı namazı. Öyle de sâlihlerin bir alâmetidir gece namazı. Evet, diğer namazlar İlahî emirdir biz kullara. Gece namazı bir ilâvedir Habîbullah'a. Cenâb-ı Hak, Habîbullah'ı Makâm-ı Mahmûd'a ulaştırmak için diğer namazlara ilâveten teheccüdü farz kılmıştır ki şöyle buyurur: “(Habîbim, yâ Muhammed!) Hem gecenin bir kısmında (uyanıp) da Sana mahsus bir fazla (farz namaz) olmak üzere, O’nunla (Kur’ân’la) teheccüd (namazı) kıl! Tâ ki Rabbin, Seni Makam-ı Mahmûd’a (övülen bir makama) ulaştırsın.” (İsra, 79) Ezan ve kamet duâsı dediğimiz nida duâsında Peygamber Efendimiz (asm) için  Makam-ı Mahmud’u isteriz Allah'tan ki Bedîüzzaman Hazretleri Mesnevî-i Nuriye'de Makam-ı Mahmûd’u şöyle anlatır bizlere: “İ'lem eyyühe'l-aziz! Nebiyy-i Zîşânın (asm) Makam-ı Mahmûd’u İlâhî bir mâide ve Rabbânî bir sofra hükmündedir. Evet, tevzi edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resûl-i Zîşâna (asm) okunan salavât-ı şerife, o sofraya edilen dâvete icâbettir.” İşte Peygamber Efendimiz (asm) Makam-ı Mahmûd sofrasına bizleri dâvet ediyor gece namazı ile. Şöyle ki: “Gece seherde kılınan iki rekât namaz, dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Eğer meşakkat vermeseydi, gece namazını ümmetime farz kılardım.” (Deylemî) “Farzlardan sonra en faziletli namaz, gece namazıdır.” (Müslim) “Selâmı yayar, açları doyurur, sıla-i rahimde bulunur, geceleri herkes uyurken namaz kılarsanız, selâmetle cennete girersiniz.” (Tirmizî) “Teheccüd, günahları affettiren sâlihlerin ameli olup hastalıklara da şifa verir.” (Tirmizî) İşte ey aziz! Gece namazı ile Makam-ı Mahmûd gölgesine girelim ki teheccüd namazı huşûa vesiledir ve salavât ile o sofraya edilen dâvete icâbet edelim.

Ramazan ÜĞÜCÜ 01 Ocak
Konu resmiOnlar Namazlarında Huşu İçindedirler
İbadet

Mukaddes dinimizde bedenle yapılan amellerin fihristesi namazdır. İnsanı çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyan namazdır. Dinimizin direği, mü’minin miracı olan namazı kılmak, Rabbimizin emrine icâbet etmek demektir. İşte böylesine mühim bir ibâdeti eda ederken huşû içinde olmanın sebepleri acaba nelerdir? İlk olarak Allah (cc) korkusu, namazdaki huşûun mühim bir sebebidir. Zîra Cenâb-ı Hak, Mü’min Sûresi, 2. âyette mealen şöyle buyurmaktadır: “O kimseler (o mü’minlerdir) ki onlar namazlarında huşû (korku ve eziklik) içinde olanlardır.” Demek ki Allah’tan korkmak -normalden farklı olarak- yine Allah’a muhabbete vesile olduğu gibi mü’min olma vasfına eriştiren bir durumdur. Ve namazdaki huşûu netice verir. İkinci olarak namazın mânâsını bilmek namazı huşû içinde kılabilmenin mühim bir sebebidir. Çünkü namaz, âlemlerin Rabbi olan Allah (cc)’ın gâyet açık ve kesin bir emridir. Cenâb-ı Hakk’ı tesbih, tekbir ve O’na hamd etmek mânâlarını ifâde eder. Hem namaz, iki vakit ortasında toplanmış nimetlerin yekününe karşı bir şükürdür. Çok uzun ve karanlıklı olan ebediyet yolculuğumuzda bizim için hem zâd ve zahire hem de ışık ve buraktır. Üçüncü ve son olarak namazdaki huşûu temin etmenin bir yolu da vesveseden kurtulmaktır. Zîra vesvese, insanı namazdan soğutan hatta namazı terk ettiren tehlikeli bir silahtır.  Buna karşı çare nedir? Çare, vesveseyi tanımaktır; bilmektir ve ona ehemmiyet vermemektir. Çünkü vesvese balona benzer. Ehemmiyet verirsen şişer, ehemmiyet vermezsen söner, gider. Vesvesenin zararı onu zararlı tevehhüm etmektir. Hâlbuki namazda aklımıza, kalbimize gelen ve bizim hoşlanmadığımız düşünceler bize âit değildir. Şeytanın üflemesinden ibârettir. Öyle ise bu şeytanî fikirlere değer verip onlarla meşgul olmak, bırakın namazdaki huşûu yakalamayı -Allah korusun- huzurdan bile kaçırabilir. İşte ey tembel nefsim! Beş vakit farz namazı huşû ile kılmak ne kadar güzel, rahat ve hafiftir. Neticesi, meyvesi ve faydası ne kadar çok mühim ve büyüktür. Eğer aklın varsa ve bozulmamış ise anlarsın!

Ali CİRİT 01 Ocak
Konu resmiHuşuyu Yakalamak İçin
İtikad

Cenâb-ı Hakk rızasını kazanmayı, altlarından ırmaklar akan cennete girebilmeyi, korku ve hüzünden emin olmayı ve dehşet verici cehennem azabından azad olmayı öncelikle îman etmeye ve beraberinde sâlih amel işlemeye bağlamış. Zîra Kur’ân-ı Kerîm’e bakıldığında bu iki kavramın yani îman etmek ve amel-i sâlih kavramlarının “ve” bağlacı ile birbirine bağlandığını görürüz. “ve” bağlacının özelliği ise aralarına girmiş olduğu kavramların beraberce düşünülmesi gerekliliğini ve o kavramların ayrı ayrı düşünülemeyeceğini ortaya koymaktır. Dolayısıyla îman ve amel-i sâlih birbirinden ayrı düşünülmemesi gerekli olan iki kavramdır. Bunlar arasında öncelik elbette ki îmana âittir. Îmandan sonra amel-i sâlih gelir. Amel-i sâlihin başı ise farz olan namazdır. “Şunu bilin ki en hayırlı ameliniz namazdır.”1 hadisi buna delil teşkil eder. Üstad Bedîüzzaman da bu gerçeği şöyle ifâde etmektedir: “Şu kâinatta en önemli hakikat îmandır, îmandan sonra namaz gelir.” Madem en önemli amelimizin namaz olduğu ve ilk olarak namaz ibâdetinden hesaba çekileceğimiz, eğer o iyi çıkarsa diğerlerinin de kolay olacağı hadisler tarafından bize haber veriliyor. Öyleyse bu kıymetli ibâdeti lâyıkıyla yapabilmek ve “Artık vay o namaz kılanların hâline! Ki onlar, namazlarından gaflet edenlerdir (ona ehemmiyet vermezler)!” (Maûn, 4-5) hitabına mazhar olmamak için namazlarımızda ihlâsı, huzuru ve huşûyu yakalamamız gerekiyor. NAMAZ MÜ’MİNİN MİRACIDIR Efendimiz’in (asm) “Cebrail size dininizi öğretmek için geldi.” buyurduğu ve Cibril hadisi olarak bilinen hadiste îman ve İslâm’ın ne olduğu öğretildikten sonra “ihsan” kavramının ne olduğu talim ediliyor. Gâyet kıymettar olan ve hadiste: “Allah’ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibâdet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor.” diye tarif edilen ihsan, aslında hayatımızın her anında yaşamamız gereken bir hâldir. Fakat ihsanı sâdece ibâdetlerde yakalayabilmek bile çok büyük bir meziyet, çok büyük bir makamdır. Bilhassa namazlarımızda o hâle bürünebilmemiz bizler için elzem bir durumdur. Bu hâle ulaşabilmek için şunu düşünmek belki işimizi biraz kolaylaştırabilir; Miraç, Allah Resûlü’nün bütün mahlûkatı geride bırakıp Cenâb-ı Hak’la görüşüp konuşması, vahye mazhar olmasıdır. Madem namaz mü’minin miracıdır. Hem madem namazın teşehhüdünde okuduğumuz “ettehıyyatü” duâsı miraçta Allah ile Resûlü arasında geçen konuşmadır. Biz de namazımızda hem o konuşmayı hem de namazın bizim miracımız olduğunu düşünebilirsek ihlâsı, huzuru ve huşûyu yakalarız inşâallah! Zîra namazla bizler artık öyle bir Zâtın huzurundayız ki O Zât bütün mahlûkatın Hâlik’ı, bütün mevcudatın Mâlik’i, koca yıldızları semada sapan taşı gibi döndüren kudretin sâhibidir. Bizler ise gâyet âciz, fakir, zayıf, zelil, kusurlu ve günahkâr olan mahlûklarız. Zâten ibâdetin mânâsı dergâh-ı İlâhîde abdin kendi kusurunu ve aczini ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmek değil midir?2 NAMAZ İNSAN İÇİN HUZUR KAYNAĞIDIR Peygamberler de dâhil bütün insanlar teselliye muhtaçtır. Efendimiz (asm) de zaman zaman teselliye ihtiyaç duymuştur. Bazen bir âyet, bazen bir mucize, bazen de bir sahâbî ihtiyaç anında Allah Resûlü’nü (asm) teselli etmiştir. Belki de miraç bu tesellilerin en büyüğüdür. Çünkü miraç mucizesi hüzün yılı olarak bilinen, en yakın dost ve vefakâr eş Hz. Hatice vâlidemiz ile Efendimiz’i (asm) himâye edip koruyan Ebu Talib’in öldüğü yıldan sonra olmuştur. Miraçla hüzün yılının verdiği matem bertaraf edilip Efendimiz  (asm)teselli edilmiştir. Bundan sonra da meydana gelebilecek hüzünlerin defi için miraçta bir de hediye verilmiştir ki o da beş vakit namazdır. Hz. Huzeyfe’den (ra) gelen şu rivâyet namazın Allah Resûlü (asm) için bir huzur kaynağı olduğunu gösteriyor: “Resûlullah (asm)'ı herhangi bir şey üzecek olursa namaz kılardı.”3 Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir.4 BU NAMAZ SON NAMAZIM OLABİLİR! Namazlarımızda huzuru ve huşûyu kaybetmemize sebep olan şeylerden biri de tevehhüm-ü ebediyettir. Yani ebedî dünyada kalacağımız düşüncesi. Böyle bir vehme kapılan birisi için namaz, bitmek tükenmek bilmeyen bir vazife olarak gözünde dağ gibi büyüyor. Bu da bize usanç veriyor. Hâlbuki ömrümüz az, yarına çıkacağımızın garantisi yok ve ömür faydasız gidiyor. Ve bu kılacağımız namaz son namazımız olabilir. Öyleyse bizler için her namaz, biraz sonra idam edilecek kişinin kılabileceği son namaz kıymetinde olmalı değil midir? BİZLER DE ALLAH’IN KÖLELERİYİZ Şeyh Ebû Hafs Ömer Hazretleri ile azizlerden bir kimse, bir gün Bağdat halifesinin sarayında sohbet için toplanmışlardı. Sohbet esnasında o aziz şöyle bir hikâye anlattı: Hz. Osman (ra) zaman-ı hilâfetinde, ashab-ı kiramdan birisini, elçi olarak Rum kralına göndermişti. O ashab gittiği yerde çok acâib şeyler ile karşılaştı ki onlardan birisi şu idi: Rum kralının karşısında güzel bir köle, çok çeşitli elbiseler ile süslenmiş ve el bağlamış bir halde duruyor. O derece kemal-i edeb ile duruyor ki, nefes aldığı bile fark edilemiyormuş. O sahâbe, birisinden kölenin diri olup olmadığını sormuş. Sorduğu kimse de şunu anlatmış: “O güzel köle kralın çok sevdiği makbul hizmetçilerindendir. Kral ona baktıkça ferahlanır. Hatta bir gün o köleye baktığı anda, köleyi, başkasına iltifat eder bir halde bulduğu için onun bir parmağını keserek cezalandırmıştı. Yine bir gün ona nazar ettiği zaman, kölenin başkasına iltifatını görünce bir parmağını daha kestirdi. O günden beri köle asla başkasına iltifat etmez ve öyle edeb ve hayâ üzere durur ki teneffüs ettiğini bile kimse anlayamaz.” O sahâbe de Hz. Osman'ın (ra) yanına döndüğü zaman gördüğü bu acâib hâli hikâye edince, Hz. Osman Efendimiz buyurdu ki: “Bir kimse kendisi gibi bir mahlûkun rızası için bu mertebe edeb ve hayâ üzere durur ve hareket etmezse, bir mü'min namaza durduğu zaman Halik’ını görür gibi mülâhaza edip, kemal mertebe huzû ve huşû üzere kalbini mâsivadan temizleyip teveccühünü yalnız Hak Teâlâ Hazretlerine döndürmesi lâzımdır, diye ashab-ı kirama vaaz ve nasihat buyurmuşlardır.” Acaba o kral, sümme hâşâ Rabbimizden daha mı büyük ki o kölenin kralına karşı olan edebini, saygısını ve huzurunda gösterdiği korkuyla karışık sevgi demek olan huşûunu bizler Rabbinizin huzurunda iken gösteremiyoruz. O kadın kralın kölesi ise bizler de Rabbimizin kölesiyiz. Öyle ise haydi, miracımıza! Haydi, huzurumuza! Haydi, köleliğimizi idrak edişimize! Haydi, salahımıza! Haydi, felahımıza! Zira bu namaz, son namazımız olabilir!!! İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 8/220. Said Nursî, Sözler, Altınbaşak Neşriyat, 24. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 8/222. Said Nursî, Sözler, Altınbaşak Neşriyat, 9.

Mehmet KURT 01 Ocak
Konu resmiAfyon’da Kur’ân Coşkusu
İtikad

Afyonkarahisar Hisar Araştırma ve Eğitim Derneği, Kur'ân yılı münasebeti ile  Afyon Lisesi Konferans Salonu’nda “Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor” konulu panel düzenledi. Başkanlığını İrfan Mektebi Genel Yayın Yönetmeni Cihangir İşbilir’in yaptığı panelde Muhlis Körpe, Muhammed Zakir Çetin ve Bülend Güner birer konuşma yaptılar. Panele Vali Yardımcısı Azmi Yeşil ile Belediye Başkanı Burhanettin Çoban da katıldı. Fatih Erçetin’in Kur’ân-Kerîm tilâveti ile başlayan panelin açılış konuşmasını Dernek Başkanı Ali Başar yaptı. Başar konuşmasında; “Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân-ı Kerîm gençleşiyor.” diyerek Kur’ân-ı Kerîm’in dünyada en çok okunan ve ezberlenen kitap olduğunu söyledi. Başar’dan sonra kürsüye gelen Vali Yardımcısı Azmi Yeşil, Kur’ân-ı Kerîm’in bir hayat dili olduğuna dikkat çekti. Muhlis Körpe “Kur’ân-ı Kerîm’in tarihi ve tarifi” Muhammed Zakir Çetin “Kur’ân’a Uymanın Önemi” ve Bülend Güner “Kur’ân En Büyük Mucize” başlıklı konuşmalarını yaptılar. Afyonlular tarafından yoğun ilgi gören panel katılımcılarına Kur’ân-ı Kerîm, İrfan Mektebi Dergisi hediye edildi.

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiBüyüklerin Namazları Namazların Büyükleridir
İtikad

Namazı hakkını vererek ve huşû içinde kılmaya çalışmak her Müslümanın üzerinde önemle durması gerektiği bir konudur. Yapılması gereken şey, namazı, şekil şartları olan tadil-i erkân ile kılmak ve mânen de akıl ve kalbini İlâhî huzurda olmanın şuuruyla doldurarak huşû içerisinde olmaktır. Başta Allah Resûlü (asm) ve sahâbeler olmak üzere, İslâm dünyasında yetişen pek çok âlimler, evliyalar ve sâlih mü’minlerin huşû içerisinde kıldıkları namazlar bizler için güzel numunelerdir. İşte onlardan bazıları: RESÛLULLAH’IN (ASM) NAMAZDAKİ HUŞÛU Hz. Aişe (ra) rivâyet ediyor: “Resûlullah (asm) bizimle, biz de onunla konuşurduk; fakat namaz vakti geldiğinde sanki ne o bizi ve ne de biz onu tanımaz olurduk.Zîra Resûlullah (asm) böyle bir zamanda sâdece Allah’ın azametiyle meşgul olduğu için her şeyi unuturdu.”1 Sahâbeden Abdullah b. Şıhhîr rivâyet ediyor: “Resûlullah (asm)'ı ağlamaktan dolayı göğsünde değirmen sesi gibi bir sesle namaz kılarken gördüm.”2 Hz. Ali (ra), Allah Resûlü’nün (asm) namazı hakkında şöyle rivâyet etmiştir: “O gece (Bedir Harbi öncesi) Resûl-i Ekrem’i (asm) bir ağaç altında ağlayarak namaz kılarken gördüm. Bu hâli sabaha kadar devam etti.”3 SAHÂBELERİN NAMAZDAKİ HUŞÛU Hz. Ömer (ra) - Misver b. Mahreme şöyle anlatıyor: Hz. Ömer yaralandığı zaman yanına girdim. Üstüne bir örtü örtmüşlerdi. “Nasıl oldu?” diye sordum. “Gördüğün gibidir” dediler. “Onu namaz ile ayıltın. Çünkü ona namazdan daha fazla korku veren bir şey yoktur.” dedim. Bunun üzerine halk: “Ey Mü’minlerin Emîri, kalk namaz vakti geçiyor” dediler. Hz. Ömer: “Ya Allah!” diyerek kalktı ve “Namaz kılmayanın İslâm’da hakkı yoktur.” dedi ve yarasından kanlar aktığı halde abdest alıp namaza durdu.4 Hz. Osman (ra) - Osman b. Abdurrahman et-Teymî şöyle anlatıyor: “Kesinlikle bugün ben gecemi (Kâbe’de) Hz. İbrahim’in makamında namaz kılmakla geçireceğim.” diye niyet ettim. Yatsıdan sonra o makamda namaza durdum. Ben namaz kılarken birisi elini omuzlarıma koydu. Selâmdan sonra baktım ki Osman’dır. Osman Fâtiha’dan başlayarak Kur’ân’ı sonuna kadar okuyarak namazını tamamladı. Selam verdi ve ayakkabılarını alıp gitti. Daha önce de namaz kılıp kılmadığını bilmiyorum.5 Hz. Ali (ra) Hz. Ali’nin meşhur bir menkıbesi şöyledir: Bir harpte Hz. Ali’nin mübârek ayağına bir ok saplanmıştı. Oku çıkaramadılar. Hekim geldi. “Bayıltıcı ilaç vermeli ki, ancak o zaman ok çıkarılır. Yoksa bunun ağrısına tahammül edilemez.” dedi. Hz. Ali, “Bayıltıcı ilaca lüzum yok, ben namaza durunca çıkarın.” buyurdu. Hz. Ali namaza başladı. Hekim da Hz. Ali’nin mübârek ayağını yarıp oku çıkardı. Yarayı sardı. Hz. Ali, namazını bitirince, “Oku çıkardınız mı?” buyurdu. Hekim, “Evet, çıkardım.” dedi. Hz. Ali, “Hiç farkına varmadım.” buyurdu. İbn-i Mes’ud (ra) İbn-i Mes’ud namaza kalktığında Allah korkusundan iki büklüm olur, namaz kılarken evdekilerin konuşmalarını bile duymazdı. İbn-i Abbas (ra) İbn-i Abbas ise şöyle demiştir: “Düşünerek kılınan iki rekat namaz, bütün bir gecenin gâfil bir kalple ihya edilmesinden daha hayırlıdır.”6 EVLİYALARIN NAMAZDA HUŞÛU Sufilerden biri der ki, “İftitah tekbiri aldığın zaman Allah’ın sana baktığını ve içinden geçeni bildiğini düşün. Cennet’i sağ yanında, cehennem’i sol yanında farz et. Böyle farz ettiğin zaman kalb âhiret ile meşgul olmaya başlar. Bu ise vesveseleri keser, şifa olur.”7 Said et-Tenuhî namazda bulunduğu sürece gözyaşları devamlı surette akardı.8 Rivâyet edildiğine göre, evliyanın büyüklerinden Müslim b. Yesar, namaza hazırlandığı zaman çoluk çocuğuna: “Siz konuşmanıza devam edebilirsiniz. Zîra namazdayken sizin söylediklerinizi duymuyorum” dermiş... Yine aynı zât bir gün Basra Câmii’nde namaz kılarken câmiin duvarlarından biri yıkılır. Halk, enkaz altında kalanları kurtarmak için toplanır. Müslim, namazını bitirinceye kadar bu hâdiseden haberdar olmaz.9 İmam Zeyne’l-Abidîn, bir gün abdest alırken renginin solduğunu gören kimseler kendisine, “Abdest alırken sende görülen bu durum neden ileri geliyor?” diye sorarlar. O da: “Kimin huzuruna çıkmak istediğimi biliyor musunuz?” cevabını verir.10 Hatem-i Esamm’a namazı hakkında sual sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Kâbe’yi iki kaşımın arasına, sırat’ı ayaklarımın altına, cenneti sağıma, cehennemi soluma, ölüm meleğini arkama alır ve sanki son namazım olacakmış gibi korku ve ümid arasında namaza dururum.”11 BEDÎÜZZAMAN’IN NAMAZDA HUŞÛU “İbâdet vaktinde dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki o şahsiyet bazı âsârı (halleri) gösteriyor. O âsâr, ibâdetin mânâsının esası olan: “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek” noktalarından geliyor ki o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyâde bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sâhib-i kemâlim.”12 “Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahâbelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde “سبحان ربي الاعلي” derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti. Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibâdetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki o hatıra ve o hâl, sahâbelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır.”13 Buraya kadar aldığımız numuneler, insanların yıldızları hükmündeki kâmil insanların namazlarıdır. Namazlarımızın onların kıldığı namazlar gibi olmasını kalben arzu edip o tarafa yönelmek hepimizin elinden gelir. Zâten Peygamberimiz (asm) “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır”14 buyurmuştur. Fakat bu yüksek namazlara bakarak, tadil-i erkân şartlarına riâyet ederek kıldığımız namazlarımızın değeri hakkında ümitsizliğe düşmememiz gerekir. Bu noktada Üstad Bedîüzzaman’ın şu ikazı çok yerinde teselli ve o vesvesenin de bir merhemidir. “Sakın deme, “Benim namazım nerede, şu hakikat-ı namaz nerede?” Zîra bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır -velev şuurun taalluk etmezse-. Fakat derecâta göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar merâtib bulunur. Öyle de: Namazın derecâtında da daha fazla merâtib bulunabilir. Fakat bütün o merâtibde, o hakikat-ı nurâniyenin esası bulunur.”15 Gazalî, İhya Ebu Davud, Namaz, 904 Ebu Davud, Namaz, 904 Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe Sühreverdi, Avârifü’l-Meârif Gazalî, İhya Gazalî, İhya Gazalî, İhya Gazalî, İhya Mektubat, 26. Mektub, 2. Mebhas Sözler, 27. Söz, Sahâbe Bahsi Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, 6/185 Sözler, 21. Söz, Namaz Risâlesi

Cemal ERŞEN 01 Ocak
Konu resmiRisâle-i Nur'da Namaz
Risale-i Nur

Namazın îmandan sonra en önemli ibâdet olduğunu gerek Kur’ân’ın âyetlerinden, gerekse Peygamber Efendimizin (asm) hadislerinden anlamak mümkündür. Peygamber Efendimizin (asm) bildirdiği üzere “Namaz, dinin direğidir. Kim namazı terk ederse dinini yıkmış olur.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îman.) Din ise, “Saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selâmetidir.” (Muhâkemat) Yani namazı terk eden veya namazsızlığa teşvik eden, saadet ve mutluluğu söndürür; hissi alçaltır, vicdanları köreltir. Bedîüzzaman Hazretleri -varlığın sebep ve hikmetini anlamış, hayatını ona göre düzenlemiş ve eserlerini de o zâviyeden yazmış bir İslâm âlimi olarak- namazın ‘nasıl’ından çok ‘ne ve niçin’ine bakmıştır. Eserlerinde şu soruyu sormuştur: Namaz nedir ve niçin kılınır? Çünkü bu zamanda insanların namazın nasıl kılındığından çok, niçin kılındığı konusunda eksikliği vardır. Niçinini bilen, nasılını öğrenir. Nasıl kısmı ise, hadd-i zâtında fıkıh kitaplarında anlatılmaktadır. NAMAZ NEDİR? “Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münâsebet ve nezih bir hizmettir ki her ruhu celb ve cezb etmek namazın şenindendir.” Her bir insan, Allah’a kul olmak haysiyetiyle yaratılmıştır. İnsanlar toplum hayatında bazı makamlardaki insanlara muhatap bile olamadıkları halde, her şeyin Rabbi ve Hâlıkı olan Allah’a muhatap olmak için namaz ibâdeti ihsan edilmiştir. Ki hiçbir ruh-u insan onun câzibesinden uzak değildir, olmamalıdır. “Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde mânevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şenindendir ki her kalb kemâl-i şevk ve iştiyakla icâbet etsin. Ve miracvâri olan o yüksek münâcâta mazhar olsun.” Her bir insana her günde yirmi dört saat ömür verildiğini yine Nur Risâlelerinden öğreniyoruz. Ve bu yirmi dört saatin içerisinde belirli vakitlerde Rabbimizin mânevî huzuruna davet ediliyoruz. Hiçbir kimse böyle yüksek davete kayıtsız kalamaz herhalde (elbette namazın böyle bir davet olduğunu bilmek şartıyla). Böyle bir davete –en yüksek mertebede- Peygamberimiz (asm) müşerref olmuştur. Dönerken namazı bize, Rabbimizin hediyesi olarak getirmesi de kulun namaz ile böyle ulvî bir davete namzet olduğunu göstermektedir. “Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idâme ve akılları O'na tevcih ettirmekle adâlet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir.” Hiçbir hükümet olmasın ki bayramları olmasın. İnsanlar topluluk hâlinde yaşarlar ve bazı düzenlere ihtiyaç duyarlar. Fakat bazen o düzeni ve düzene uygun hareket etmeyi unuturlar. İnsanların gaflete düşmemesi için, düzeni koyanın sürekli hatırda tutulması gerekmektedir. Bu, bir Müslüman için ancak namaz ibâdetinin yapılması ile mümkündür. Namazını kılan bir Müslüman, sâir İslâmî olan bütün fiil ve amellerini yapabilir duruma gelir. Değilse hepsinden kopma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Zîra Rabbimiz Ankebut Sûresi 45. âyette “Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) de konuyla ilgili olarak şunları kaydetmiştir: “Bir kişinin namazı, onu kötülüklerden alıkoyamıyorsa (namazın şartlarına riayet etmeyip doğru kılmadığı için) Allah’tan uzaklığı artar.” (Taberânî) “Zâten insan medenî olduğu cihetle, şahsî (kendi) ve içtimaî (toplum) hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye (yani namaza) müraat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen (insanlar ve yöneticiler); ne kadar câhil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar; ama iş işten geçer.” Allah muhafaza! Hem “Fâtiha Kur’ân’a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenâta fihristedir.” NAMAZIN İNSANA NE MENFAATİ VARDIR? Günümüz dünyası insanı, âdeta ruhsuz bir ceset olarak algılamakta ve öyle telkin etmektedir. Bunu, insanı insanın bütün ruhî ihtiyaçlarını karşılayacak dinden uzak tutma çabasından anlayabiliriz. Hâlbuki günümüzde insanların sıkıntıları maddî meselelerden çok mânevî boşluğun verdiği yanlış bakış açılarından kaynaklanmaktadır. Toplumda güvensizlik en önemli veri hâline gelmiştir. İnsanlar iyi-kötü her şeyden şikâyetçi olur duruma gelmişlerdir. Fakat “Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.” Özetle namaz ibâdeti, insanın diğer bütün dünyevi çalışmalarını da ibâdet hükmüne sokar. Normalde boş boşuna heba olup gidecek bütün o gayretleri kıymetlendirir, anlamlı kılar. Namaz, insanları kötülük yapmaktan, günah işlemekten alıkoyar. Bu suretle din ve Allah ile olan ilişkisini fark ettirir ve korur. Ki bu da insan için büyük bir kazançtır. Hem diğer ibâdetleri yapmasına vesile olur. Onlar da ferdî ve toplumsal düzenin kazanılmasına sebep olurlar. Oruç sıhhate, zekât toplumsal kaynaşmaya, hac İslâm birliği şuuruna ve Rab olarak Allah’ı daha iyi tanımaya vs. Hem madem bütün varlığın sâhibi Allah’tır; O’nu râzı eden için hiçbir maddî ve dünyevî işte problem ve zorluk kalmaz. Allah râzı olursa herkesi râzı etmek O’na kolaydır. Namaz insana dünyanın bir talim yeri, kendisinin de bir asker olduğunu ihtar eder. Ezanın lâhutî sesiyle, ictima ve eğitim alanına toplanan asker gibi kumandan-ı hakikî olan Allah’ın huzuruna çıkar. Anlar ki bu dünyada kendi vazifesi –başta namaz olarak- diğer ibâdetleri yapmaktır. Rızık ise Allah’ın kontrolündedir. Kendisi rızkına –askerde karavana taşımak nazarıyla- ibâdetlerini aksatmamak kaydıyla yaklaşmalı ve bu konuda Allah’a güvenmelidir. Askerlik yapanlar bilir, yiyeceğiniz yemeğin gramajına kadar her şey hesaplanmıştır. Asker, askerlik müddetince her şeye ancak emirle sevk edilir. Bu suretle rızık ve güvenlik endişelerinden azâde olur. Bu ise ciddi bir menfaattir. Elbette burada önemli olan, Allah’a gerçekten asker olabilmektedir. NAMAZ KILMAK İNSANA NEDEN AĞIR GELİYOR? Her insanda nefis vardır. Nefisler ise insan ve cin şeytanlarının vesveselerine açıktırlar. Risâle-i Nur’a göre bütün nefislerde şöyle bir vesvese dolaşmaktadır: “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.” PEKİ, GERÇEKTEN BÖYLE MİDİR? Elbette değildir. Zîra “Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun.” Kim kalmış ki dünyada sen ebedî kalasın. Sen de görüyorsun ki sana da herkes gibi –sermaye olmak üzere- bir ömür verilmiş. Verilmiş, zîra sen kendin almış değilsin. Bir gün gelecek elinden çıkacak. O sermayenin günde bir saatini namaza ayırsan, bütün ömrün ebedî olarak sana geri verilecek. “Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu?” Hadi bedenin için bunları yapıyorsun, peki sen sâdece bedenden mi ibâretsin? Senin ruhun yok mu? Evet, var, diyorsan onun ihtiyaçlarının da olduğunu kabul etmelisin. Ve o ihtiyaçlarının tekrar ettiğini de kabul etmelisin. Yani her hâlükarda namazını kılmalısın. “Acaba geçmiş günlerdeki ibâdet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarip olmak, hem gelecek günlerdeki ibâdet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır?” “Acaba şu vazife-i ubûdiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor?” Peki, karşılığında ne vaat ediliyor dersiniz? Evet, Cennet. Hem de bütün letâifiyle ve sonsuz olarak. BENİM DERDİM BAŞKA İş senin söylediğin gibi değil; malum dünyanın şartları zor. Hem işler eskisi gibi de değil. Ekmek aslanın ağzını geçmiş, midesine ulaşmış. Gün yirmi beş saat olsa bana az gelir. Sonuçta ailenin rızkı için çalışmak da ibâdet değil mi? Vakit yetse namaz da kılarız evvel Allah. Lâkin vakit yok kardeşim, vakit! Öncelikle, insan, Rabbimizin bildirmesiyle Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Dünyadaki yaptığı diğer işler angarya nevindendir. Yukarıdaki askerlik temsiliyle anlatılan yere müracaat edilebilir. Çalışmak evet ibâdettir; fakat namazını kılmak şartıyla. Allah’ın rahmet ve şefkatinden biz kulları için emrettiği namazını kılmayan bir insan, hangi şefkat ve merhameti taşıyaraktan ailesine rızık götürecektir. Hem insan ailesine karşı ancak emânetçidir. Esasında ailenin rızkını senin elinle veren, yine Allah’tır. SÖZÜN SONU Hepimiz insanız ve hepimizde nefis var. Zaman zaman vazifeli olduğumuz konularda gaflete düşebiliriz. Bedenin ihtiyacı yeme-içme, ruhun ihtiyacı –başta namaz- ibâdetler gibi, bizlerin de şuurumuzun seviyesinin artırılması ve korunması noktasında Risâle-i Nurdaki muvâzenelere ve hakikatlere ihtiyacımız vardır. İhtiyaç, tekrarı gerektirir. Bir kere okudum, bitti olmaz. Risâle-i Nur’da namazın önemine binaen hususan namazdan bahseden üç tane risâle vardır. Dördüncü, Dokuzuncu ve Yirmibirinci Sözler. Bununla beraber Beşinci Söz, İşârâtü’l-İcaz Tefsiri’nde Bakara Sûresi’nin üçüncü âyetinin izahı gibi yerlerde, bunlarla beraber daha farklı yerlerde de namaz mevzu edilmiştir. Ayrıca Altınbaşak Neşriyat namaz risâleleri ve ilgili konuların içerisinde bulunduğu orijinal Osmanlıca ve mukayeseli “Namaz Risaleleri” isimli bir kitapçık çıkarmıştır. Hem geçtiğimiz ay eserlerde kampanya da düzenlemiş ve bunu İrfan Mektebi’nde duyurmuştur. İş bize kalmıştır. Haydi, gayret inşaallah. Rabbim bizleri kendine kullukta dâim eylesin! Âmîn.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Ocak
Konu resmiHer Ânın Bir Hakkı Vardır
İbadet

Namazdaki huşûun zevkine vardığınız an/anları hatırlıyor musunuz? İç dünyanızda bunun değerini ölçmek istediğinizde neyle kıyaslardınız? Namazın 5 vakit olarak tayin edilmesinin huşû ile bir ilgisi olabilir mi? Bir an Hz. Muhammed (asm) gibi bir peygamberin huzuruna çıktığınızı düşünün. Neler hissederdiniz? Nasıl bir edep gösterir, nasıl bir tavır takınır, nasıl bir ruh hâli taşırdınız? Mesela gözünüzü kaçırarak sağa-sola bakar, el-kol hareketleri yapar mıydınız? Bedeninizle orada fakat akıl, fikir ve hayalinizle başka yerlerde mi olurdunuz? Yoksa bütün varlığınızla o huzura lâyık bir edeb ile mi dururdunuz? Yoksa ödemelerinizi düşünür, iş hesaplarınızı mı kontrolden geçirirdiniz? Yoksa bunların hepsini bir tarafa bırakıp her iki cihanın saadet anahtarı hükmünde olan mübârek sözlerini dinler, hâl ve hareketlerine dikkat eder ve onları kendinize rehber mi tutardınız? Öyle sanıyorum ki bu davranışlarımız Hz. Muhammed’i (asm) ne kadar ve nasıl tanıdığımızla ilgilidir. Allah katındaki değerini, büyüklüğünü ve ne kadar şerefli bir zât olduğunu bilmemize bağlıdır. Kısacası Sevgili Peygamberimizin  (asm)iç dünyamızda ifâde ettiği anlam ile doğru orantılıdır. İşte Hz. Muhammed (asm) gibi 124 bin peygamber, 124 milyon evliya, sayısız âlimlerin Efendisi, Sâhibi, Yaratıcısı, bütün güzelliklerin menbaı olan âlemlerin Sultanı Allah’ın huzuruna çıkmaktır namaz. Huşû için Kimin huzurundayız? Nasıl bir zâtın huzurundayız? Niçin bu huzurdayız? Huzurda yaptığımız ibâdetlerin mânâsı nedir ve neyi/neleri temsil ediyor? gibi sorular içimizde cevabını bulmuş olmalıdır. Namazın beş vakte tahsis edilmesinin bir sebebi de Cenâb-ı Hakk’ın azametini zihinlere yerleştirmek içindir. Bu büyüklük karşısında kul, itaatine huşû içinde devam edebilir. Beş sefer cihan Padişahının huzuruna kendi ibâdetiyle birlikte bütün varlığın ibâdetlerini takdim eden kişi bu zâtın nasıl bir büyüklüğe sâhip olduğunu görecek ve huşû içinde boyun bükecektir. El-pençe divan duracaktır. Bununla birlikte namazda huşû zevkine ermenin bir sebebi de Allah’a ne kadar muhtaç olduğumuzu bilmek, ihtiyacımızın şiddetinin farkına varmak, bunların karşılanmasıyla nelerin giderileceğinin bilincinde olmaktır sanırım. Zîra muhtaç olan ihtiyacını gidermek için gayret sarf edecektir. Gafletle mahrum kalmak istemeyecektir. İşinize yoğunlaşıp etrafınızdaki her şeyi unuttuğunuz anları düşünün. Veya bir düşüncenin etrafında dolaşarak onu avlamaya çalışıp hiçbir şeyi duymadığınız zamanları. Birkaç gün önce bir yazar köşesinde yazarlık hakkında şu hâtırasını naklediyordu: “Yanıma oğlum geldi ve dedi: “Baba yazının başına oturdun mu hiçbir şeyi duymuyorsun. Kızmazsan sana bir şey diyeceğim. Söyle oğlum dedim. Dedi ki: “Geçen gün çayına şeker yerine tuz koydum. Farkına bile varmadan çayını bir güzel içtin.” İşte gündelik hayatımızda işlerimize yoğunlaştığımız zamanlarda tuzlu çay bile bizlere tatlı geliyor. Farkına bile varmıyoruz. Bu yoğunlaşmayı namazda da sağlayabiliriz zannediyorum. Bizlere düşen namaza yoğunlaşabilmek. O ânın hakkını vermek. Namazdaki huşû kendimizde bir iktidar olup-olmadığını, bir varlık görüp-görmediğimiz ile de ilgilidir. Eğer İlahî huzurda insan âcizliğini, zayıflığını, fakirliğini, çaresizliğini, sermayesizliğini tam anlayabilse huşû ile bir namaz kılabilir.  Güzel olan bir insan Hz.Yusuf’un (as) yanına getirilse elbette çirkin görünecektir. İnsan da bütün kemâlâtın, güzelliklerin menbaı olan Allah’ın huzuruna çıktığında hatta övündüğü her şeyin de Allah’a âit olduğu şuuruna erse elinde yalnızca elem verici günahlar olduğunu görecektir. Yusuf’un (as) yanında çirkinliğini gören insan gibi bu da İlahî huzurda hiçbir şeye sâhip olmadığını, bütün mülkün sâhibinin Allah olduğunu düşünecek ve huşû ile bir namaz kılacaktır. Bütün insanlar toplansa onun kemâl ehli bir insan olduğunu söylese Allah’ın huzurunda namaz vaktinde iken onu inandıramayacaklardır. İnsanlar içinde en âcizi, en fakiri, en günahkârı, en muhtacı, en zayıfı olduğunun şuuruna varacaktır. Bedîüzzaman Hazretlerinin Mektubat isimli eserinin 119. sayfasında dediği gibi: “Ubûdiyet vaktinde dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan: “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek” noktalarından geliyor ki o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyâde bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sâhib-i kemâlim.” Her gün namazda Fâtiha okumamızı emreden Allah’ın bu sûrede bizlere gösterdiği üslubuna dikkat edelim. İlk üç âyetine baktığımızda huzurda bulunanların konuşmalarına benzemiyor. Bu konuşma gayb olan/gaybta bulunan bir zâta yapılan hitap şeklidir. Fakat “iyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn” denildiğinde bir anda huzurda söylenen hitap şekline dönüşür. Dikkat edilirse iki defa “iyyâke” kelimesi kullanılmıştır. “Sana kulluk ederiz. Senden medet bekleriz.” diyerek “Sana ve Senden” kelimeleriyle bizleri bir anda huzura çıkarır ve Allah’a karşı yapılan hitaptan gelen huşûun zevkini ve lezzetini birden artırır. Bu konuda Bedîüzzaman Hazretlerinin İşârâtü’l-İ’caz isimli eserinin 17. sayfasındaki mükemmel izahını paylaşmak istiyorum: "ك :ایَّاكَنَعْبد"zamirinde iki nükte vardır. Birincisi: Evvelinde zikredilen sıfât-ı kemâliyenin “ك” zamirinde gizli ve mutazammın olduğuna işârettir. Çünkü o sıfatların birer birer sayılmasından hâsıl olan büyük bir şevk ile gaybdan hitaba, yani ism-i zâhirden şu “ك” zamirine iltifat ve intikal olmuştur. Demek “ك” zamirinin mercii, geçen sıfât-ı kemâliye ile sıfatlanmış zâttır. [İkincisi] Elfaz okunurken mânâlarını düşünmek, belâgat mezhebinde vâcib olduğuna işârettir. Çünkü mânâlar düşünülürse, nâzil olduğu gibi okunur ve o okuyuş; tabiatıyla, zevkiyle hitaba çekilir. Hatta "ایَّاكَنَعْبِدِ" yü okuyan âdem, sanki “اِعْبِدْ رَبَّكَ كَاَنَّكَ تَرَاِ” cümlesindeki emre imtisâlen okuyor gibi olur. "ایَّاكَ"kelimesinin tekrarlanmasındaki hikmetin birincisi, hitab ve huzurdaki lezzetin artırılmasına; ikincisi, görme makamının burhan makamından daha yüksek olduğuna; üçüncüsü, huzurda sıdk olup yalanın ihtimali olmadığına; dördüncüsü, ibâdetle yardım istemenin ayrı ve müstakil maksadlar olduklarına işârettir. Namazdaki ânın hakkını vermek dileği ile.

Muhlis KÖRPE 01 Ocak
Konu resmiİmam Ma'ruf-u Kerhî (KS)
İtikad

Ma’rûf-u Kerhî Hazretleri, İranlı Hıristiyan bir ailenin çocuğu iken, teslis inancını kabul etmeyip İslâm’la şereflenmiş büyük bir zâttır. Birçok ehl-i kemâlin kabul ettiği gibi, Bedîüzzaman Hazretlerinin de kıyâmete kadar tasarrufu devam eden zâtlardan birisidir dediği, birçok keşif ve kerâmete mazhar olan Kerhî Hazretleri, Zekeriyya bin Yahya ve Seriyy-i Sekâtî gibi âlemce meşhur nice talebeleri yetiştiren ve yaşadığı asra damgasını vuran İslâm büyüklerinden birisidir. Hicri ikinci asırda yaşayan bu zâtın asıl adı “Ma'rûf”, künyesi “Ebu Mahfuz” dur. Bağdat'ın Kerh beldesinden olduğu için Kerhî denilmiş olup “Maruf-i Kerhî” olarak tanınmıştır. Ailesi Ma’rûf-u Kerhî Hazretlerini, çocukluğunda Hıristiyanlığı öğrenmesi için bir râhibe göndermiş. Râhip  (hâşâ) “Allah üçtür. Baba, oğul ve Ruhu’l-Kudüs” dediği zaman, Maruf “Allah birdir” diye bağırırmış. Gerek râhip gerekse babası onu bu düşüncesinden vazgeçirmek için şiddete başvurmuşlar. Bu mübârek de bunların maddî ve mânevî sıkıntılarından kurtulmak için Bağdat’tan kaçıp Kûfe’de bir câmiye sığınmış. Bu hâdise onun İslâm’la şereflenmesine vesile olmuştur. Kendisi İslâm’a girişini şöyle anlatıyor: “Bir gün bir câmiye gittim. Vaaz eden bir mübârek zât vardı. O, İbn-i Semmak Hazretleriydi. Vaaz bitince beni ona götürdüler, başımı okşadı. “Merhaba ey Rabbini arayan, merhaba ey Allah’ın (cc) sevgisine, muhabbetine kavuşan kişi” dedi. Bu zâtın mübârekliği, nurâniyeti, samimiyeti ve içtenliği bana o derece tesir etti ki bir bu zâtı bir de râhibi düşündüm. Tam o sırada, İbn-i Semmak Hazretleri bana, “sen ona duâ et” dedi. Bu mübârek zâtın kerâmeti karşısında çok şaşırmıştım. Ve râhibe duâ ettim. Sonra İbn-i Semmak Hazretleri beni İmamı Ali Rıza Hazretlerine götürdü. Durumu ona anlattı, onun eliyle müslüman oldum.” Sonradan öğrendim ki o râhip de müslüman olmuş. Ma’rûf-u Kerhî Hazretleri müslüman olduktan sonra, annesi de ona olan sevgisinden dolayı; “O hangi dinde ise ben de o dine tâbi olurum.” dedi ve müslüman oldu. Ma’rûf-u Kerhî Hazretleri Hz. Ali Efendimizin torunlarından İmamı Ali Rıza’nın çocuklarıyla birlikte büyüdüğü için onun ailesinden sayılırdı. İmamı Ali Rıza onun hakkında şöyle derdi: “O nesep bakımından değilse de huy ve muhabbet bakımından ehl-i beyttendir. Nasıl ki Ceddimiz (asm), Selman-ı Farisi’yi ilhak edip ehl-i beytten saydığı gibi Ma’rûf da bizdendir.” Kerhî Hazretleri, Kûfe’de ciddî bir ilim tahsilinin ardından, Bağdat’ın İmamı ve zâhidi lakabını alarak, Fıkıh, Hadis, Tefsir ve Kelâm ilminde büyük bir âlim oldu. Ahmet bin Hanbel, Yahya bin Main gibi müctehid zâtlar Ma’rûf-u Kerhî Hazretlerine mürâcaat ederler ve birçok meseleleri ondan öğrenirlerdi. Hatta ona o derece saygı ve hürmette bulunurlardı ki, onun yanında diz çökerler ve edeplerinden sesleri zor işitilirdi. Bütün Bağdat ahalisinin de kendisine hürmet ve muhabbet ettiği Kerhî Hazretleri cömertlikte, dinin emirlerine uymada, ibâdetleri yapmada, haram ve şüpheli şeylerden kaçmada çok meşhur bir zâttır. Ayrıca onun kabri, duâların kabul edildiği, hastaların şifa bulduğu bir mekân olarak bilinmektedir. Onu vesile yaparak yapılan duâların kabul edildiği herkes tarafından tecrübe edilmiştir. Mahfiyyete mazhar olduğundan tahdis-i nimet suretinde bir gün talebesi Seriyy-i Sekâtî'ye: “Eğer Allahu Teâlâ’ya duâ eder ve bir şey istersen, O'na benim ismimi vesile et, benim hürmetime iste!” buyurdu. Tasarrufu kıyâmete kadar devam eden bu mübârek zât, Allah’ın izniyle birçok keşif ve kerâmete mazhar olmuştur. Bunlardan birkaç tanesi şöyledir: Muhammed bin Mansur haber veriyor: “Bağdat’ta Ma'rûf-ı Kerhî'nin huzuruna gittim. Yüzünde bir yara izi gördüm. “Dün burada iken yüzünüzde bir şey yoktu. Bu nedir bir şey mi oldu?” diye sordum. “Seni ilgilendirmeyen şeyi sorma, sana yarayanı sor.” dedi. “Allah aşkına söyle!” dedim. Şöyle anlattı: “Bu gece namaz kılıyordum. Mekke'ye gidip Kâbe'yi tavaf etmek istedim. Su içmek için zemzem kuyusuna indim. Ayağım kaydı ve yüzüm oraya çarptı. Bu iz ondandır.” Halil Sayyâd anlatıyor: ‘Oğlum Muhammed kaybolmuştu. Annesi ve ben şaşkına dönmüştük. Ma'rûf-ı Kerhî'ye geldim ve “Ey Ebâ Mahfûz, oğlum kayboldu, annesinin aklı başından gitti.” dedim. “Ne istiyorsun buyurdu?” “Allah'a duâ edin de çocuğumuzu bize iâde etsin” dedim. O da şöyle duâ etti. “Yâ Rabbî! Gök senin, yer senin, arasındakiler de senin. Muhammed'i gönder.” dedi. Şam kapısına geldim. Oğlumu orada gördüm. “Oğlum Muhammed, geldin mi?” dedim. “Şimdi Enbâr şehrinde idim, birden kendimi burada buldum.” dedi. Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri, bir gün talebeleriyle Dicle kenarındaki bir hurmalıkta oturuyorlardı. Dicle'nin yukarısından bir kayık geldiğini gördüler. Kayıkta bir kaç erkek içki içiyor, nâra atıyordu. Bu nâhoş manzara karşısında talebeleri; “Efendim bir duâ edin de Allahu Teâlâ bunları bu nehirde boğsun ve insanlar onların zararlarından kurtulsunlar.” dediler. Şöyle buyurdu: “Yâ Rabbî! Sen bu kullarını dünyada neşelendirdiğin gibi âhirette de neşelendir.” Talebeleri bu duânın mânâ ve sırrını anlamadıklarını söylediler. Bunun üzerine; “Benim söylediğimi (Allahu Teâlâ) bilir. Bekleyin, şimdi görürsünüz.” buyurdu. O topluluk Ma'rûf-ı Kerhî'yi görünce sazlarını kırdılar, şaraplarını döktüler ve titremeye başladılar. Ma'rûf'un el ve ayaklarına kapanıp tövbe ettiler. Ma'rûf-ı Kerhî; “Gördüğünüz gibi herkesin istediği oldu; ne onlar boğuldu ne de bir kimse onlardan rahatsız oldu.” buyurdular. İmam Ma'rûf-u Kerhî, bir gün, nâfile oruç tutarken Bağdat çarşısından geçiyordu. İkindi vakti bir su dağıtıcısı; “Benim suyumdan içene Allahu Teâlâ rahmet etsin.” diye bağırıyordu. Hazret-i Ma'rûf, sucunun elindeki bardağı alıp içti. Talebeleri dediler ki: “Efendim siz oruçlu değil miydiniz?” “Evet, oruçlu idim. Fakat bu su dağıtıcısının duâsı üzerine nâfile orucu bozdum.” buyurdu. Ma'rûf-ı Kerhî vefat edince, kendisini rüyada gördüler. “Allahu Teâlâ, sana nasıl muâmele eyledi?” dediler. “O su dağıtıcısının duâsı ile daha fazla ihsana kavuştum.” dedi. Çok feyizli ve bereketli bir ömür geçiren bu mübarek zât, yetiştirdiği talebelerine nasihatlerinde şöyle diyordu. “Dünya dört şeyden ibârettir: Mal, söz, uyku ve yemek. Mal; insanı Allahu Teâlâ’ya isyan ettirir. Söz, insanı Allahu Teâlâ’dan oyalar. Uyku, insana Allahu Teâlâ’yı unutturur. Yemek ise insanın kalbini katılaştırır.” “Salihler için çokluğun, sıddîklar için azlığın önemi yoktur.” “Allahu Teâlâ bir kuluna iyilik murad ederse hayırlı amel kapısını açar, söz kapısını kapatır. Kişinin işe yaramaz söz konuşması bedbahtlıktır. Kötülük murad ettiğinde ise bunun aksini yapar.” Buyurdu ki: “Kulun mâlâyanî boş ve faydasız konuşması, Allahu Teâlâ’nın onu zelil ve yalnız bırakmasının alâmetidir.” Kutb-u Azam olan Ma’rûf-u Kerhi Hazretlerinin hicrî 200 veya 201 yılında Bağdat’ta vefat ettiği bildirilmektedir. Kabr-i şeriflerinin bulunduğu yere bir câmi inşa edilmiş olup kendi adını taşıyan bir kabristan bulunmaktadır. Birçok ehl-i îman tarafından ziyâret edilmektedir. Cenâb-ı Hak bu nasihatleri can kulağı ile dinleyip hayatında tatbik-i amel eden kullarından eylesin ve bizi bu zâtlara talebe eylesin. Âmîn. 1- Tezkiretü’l-Evliya2- İslâm Âlimleri Ansiklopedisi

Faysal VURAN 01 Ocak
Konu resmiSonunda Cennete "Uzandı"
İtikad

Bazı insanlar vardır, yaşarken pek fark edilmezler. Sıradan bir hayatları var zan edilir. Hâlbuki hayatı başkalarına göre çok hızlı yaşarlar. Boş şeylerle zaman doldurmak yerine, boş zamana çok şeyler doldururlar. Onların kıymeti ancak şu dâr-ı fenadan göçünce anlaşılır. İşte böyle bir değerden bahsedeceğiz bu yazımızda. 25 yıldan beri yakından tanıdığım Nur'un kahraman bir fedaîsi olan Hacı Mustafa Uzan Ağabey'den. Bedîüzzaman Hazretleri der ki: ‘‘Fıtratı müteheyyic olanın rahatı sa’y ve cidaldedir.” Yani yaratılış icabı hareketli, heyecanlı olan insanın rahatı, ancak mücâdele ve çalışmaktadır. Böyle insanlar yerlerinde dur(a)mazlar. Onlara meşgul olacakları işler verilip enerjilerini doğru yerlerde tüketebilmeleri sağlanmalıdır. Başka türlü rahat etmeleri asla mümkün değildir. İşte Hacı Mustafa Ağabey, böyle fıtratı müteheyyic bir Nur kahramanıydı. 10 Aralık 2010 Cuma günü yaptırmaya çalıştığı câmiin inşaatında inceleme yaparken kaza sonucu düşerek Hakk'ın rahmetine kavuştu. Şimdi bu muhterem ağabeyimizin hayat hikâyesini kısaca sizlerle paylaşmak istiyorum. Hacı Mustafa Ağabey, 1938 yılında Diyarbakır’ın Ergânî ilçesinde dünyaya geldi. 1959 yılında askerlik vazifesinden sonra aynı yıl Diyarbakır'da Yüzbaşı Mehmet Kayalar Ağabeyin vâsıtasıyla Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni ve Risâle-i Nur hizmetini tanıdı. 24 Mart 1960'da Urfa'daki cenâze törenine katıldığında binlerce insan içinde Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’ni eliyle kabre indirmek kendisine nasip oldu. 1968 yılında Isparta’ya Said Nursî Hazretleri’nin vekili Ahmed Husrev Altınbaşak Efendinin yanına gitti ve yazı hizmetini tanıdı. Güneydoğuda kalemle Nurlara hizmetin öncülerinden oldu. Mânevî ilimlerle mücehhez yüksek tahsilli talebelerin yetişmesine vesile olacak Kur’ân-ı Kerîm'in ve Osmanlıca’nın öğretildiği ilim meclisleri açarak hizmetlerini sürdürdü. Ahmed Husrev Altınbaşak Hazretlerinin yazmış olduğu tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’in basılması için 1974 yılında İstanbul’da kurulan Hayrat Vakfı’nın kurucuları arasında bulundu ve Türkiye çapında faaliyetlere katıldı. Kendisi Ahmed Husrev Efendi ile alâkalı bir hatırasını şöyle naklediyordu. ‘‘1975 yılları, Diyarbakır’da her gün sağ sol davasından insanların öldürüldüğü bir dönemdi. Ben de Millî Nizam Partisi merkez ilçe başkanıydım. Bazı karanlık güçlerin hedefinde olduğum için silah taşıyordum. Diyarbakır’ın ileri gelenlerinden iki arkadaşımla birlikte bu konuyu sormak üzere Ahmed Husrev Efendinin yanına gittik. Meseleyi sorduğumuzda, elini masaya vurarak: “Mustafa kardeş! Cenâb-ı Hakk'ın hıfz-u inâyeti bize yeter. Silahını atacaksın!” dedi. Ben çıkınca silahımı attım. Fakat o iki arkadaşım, şahsî içtihatta bulunup ortalığın çok karışık olduğunu ve silah taşımaları gerektiğini söylediler. Maalesef döndükten kısa bir süre sonra o iki arkadaşım meçhul kişiler tarafından öldürüldüler.” 1983 yılında Türkiye’de ilk defa kurulan faizsiz bankacılığın öncülerinden Faysal Finans’ın kurucu ortağı olarak bulundu ve bu tür finans kuruluşlarının yaygınlaşması için çalıştı. 1990-95 yılları arası Şanlıurfa merkez ve Harran’da 100 kişilik yatılı Kur’ân kursu inşaatını yaptı ve talebe faaliyetlerini başlattı. Adıyaman, Gaziantep, Mardin, Batman ve Siirt’de Risâle-i Nur mektebleri açma ve hizmetlerini organize etme faaliyetlerinde bulundu. Ayrıca Diyarbakır’da ilk İslâmî yayın yapan Nur Radyoyu kurdu. Mustafa Uzan Ağabeyi, hayatının mesleği hâline getirdiği câmi yapımına gördüğü bir rüya sevk etmişti. Rüyada kendisini Diyarbakır Dağkapı Dörtyol mevkiinde ayakta duruyorken görür. Başından boynuna geçirilmiş bir ince elektrik kablosu ve bu kablonun bir ucu sokak direklerindeki hoparlörlere bağlanmış, diğer ucunda ise elinde mikrofon ana caddelerde yüksek sesle ezan-ı şerifi okuyarak yürür. Bu rüya onda câmi yapma aşkını tetikler. Bu amaçla Diyarbakır Hayırseverler Derneği'ni kurarak faaliyetlerine başlar. Sahâbe-i Kiram'dan İyad bin Ganem (ra) komutasında Diyarbakır’ı fethetmeye gelen İslâm ordusunun konakladığı yeri tespit ederek oraya Dicle Üniversitesi büyük câmiini inşa eder. Bu câminin özelliği Edirne’deki Selimiye Câmii'ne benzemesidir. Cenâze merâsiminde muhterem bir hocaefendi bu câmi ile alâkalı şöyle bir hatırasını nakletti. ‘‘Bir gün birlikte Edirne’ye Selimiye Câmii'ni incelemeye gittik. Dedim ki: Hacı Ağabey! Hani mimarımız, mühendisimiz? Bunun projesini nasıl çizeceğiz? Bana dedi ki: Kardeşim! Cenâb-ı Hak bize akıl vermiş. Bununla çizeceğiz. Daha sonra Diyarbakır’a gelip bu câmii inşa ettik.” 2003 yılında bilgisayar kursuna gidip mimar ve mühendislerin kullandığı autocat programını öğrenerek teknik olarak câmi projeleri çizmeye başladı. Bu büyük câmilerden on bir tanesinin mimarî çizimlerini kendisi yapmıştır. Dicle Üniversitesi kampüsünde 4 minâreli Büyük Câmii ve Kayapınar Anakent Sitesi yanında bölgenin en büyük câmii Cebel-i Nur Câmii, Diclekent, Bedîüzzaman, Hz. Mehdi, Selâhaddin-i Eyyûbî, Ahmed-i Hâni, Hz. Hamza, Hz. İsa Câmii gibi büyük ve tarihî câmiler dâhil 20’den fazla câmi ve mescitlerin arsa temini ve inşaat yapımlarını başlatma kontrol ve yürütme işlemlerini sürdürdü. Hacı Mustafa Uzan Ağabey vefat etmeden önce bölgenin en büyük câmisi Cebel-i Nur Câmii hakkında verdiği bir demeçte şöyle diyordu: ‘‘Diyarbakır tarihinde böyle büyük bir câmi yok. Bu câminin altına taziye evi, erkek ve kız Kur’ân kursu, cenâze yıkama yeri, dinî ve sosyal hizmet salonları inşa ettik. Ayrıca câmi 4 katlı olarak inşa edildi ve her katından cemaat birbirini görüyor. Kimse demesin benim yaşım geçmiş. Mimar Sinan 60 yaşında eserlerini yapmaya başladı. Vefatına kadar 360 küsur örnek eser bıraktı. Bunun için kendimi bu işlere yeni başlamış gibi görüyorum. Aşk ve şevkle işleri daha ileriye götürmeye kararlıyız.” Başka bir hocaefendi de kabrinin başında toplanan kalabalığa Hacı Mustafa Ağabeyin şu hatırasını nakletti: ‘‘Kardeşim ben hayatta iki şeyi sevemedim. Birisi gece, diğeri de kırmızı ışık. Çünkü ikisi de hızımı kesiyorlar.” O hayatı hep hızlı yaşadı. Durmak, yavaşlamak onun rahatını bozardı. Onun câmi yaptırma sevdasını görenler hep şunu geçirmişlerdir içlerinden: Bu adamın ömrü yetse imkânı olsa herhalde yeryüzünün her karış toprağına bir câmi yaptırır. Ben kendi adıma buna şehâdet ederim. İşte hayatını Allah’ın mescidlerini inşa etmeye vakfetmiş Hacı Mustafa Ağabey yine bir câmi inşaatında çalışırken düşüp vazife başında ruhunu Rahman'a teslim etti. Kendisi bizlere Allah Resûlünün (asm) ‘‘Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” Hadis-i şerifini hatırlattı giderken. 72 yıl îman ve Kur’ân yolunda yaşadı. Ve yine o yolda öldü. Sonunda Hacı Mustafa Ağabey İnşâallah cennete de “Uzan” dı. Kabrine yerleştirildiğinde yağan yağmur ve gözyaşları eşliğinde duâ ederken ardından bizler, hep şunu niyaz ettik içimizden: ‘‘Ya Rab! Bizlere de rıza-yı şerifin yolunda yaşamayı ve o yolda ölmeyi nasib et.” ‘‘Cenâb-ı Hak başta; hayat arkadaşına, sâlih ve sâliha evlatlarına ve umum Nur talebelerine sabr-ı cemil versin, bu ağabeyimizdeki gayreti ve şevki bizlere de ihsan eylesin.” Âmin. (*): Bu şiir Hacı Mustafa Ağabeyimizin vefatından sonra bir kâğıda yazılmış olarak cebinde bulundu.

Faysal VURAN 01 Ocak
Konu resmiKur’ân'da Haşr-İ Cismânî
İnsan

Haşir yani öldükten sonra yeniden diriltiliş meselesi ilk insan, ilk Peygamber Hz. Âdem’den itibâren beşerin gündemine girmiştir. Akl-ı beşer bu fevkalâde gerçeği idrakten çoğu zaman âciz kalmıştır. İbn-i Sina gibi birçok dâhiler bu hakikati aklen değil de naklen yani Kur’ân haber verdiği için kabul ettiklerini itiraf etmişler. Haşrin aklî delilleri olduğu gibi naklî (Kur’ânî) delilleri de vardır. Risâle-i Nur’un haşr-i cismâniye bakışını ve aklî delilleri başka bir yazıya havâle ediyoruz. Bu yazımızda “Kur’ân cismanî haşri nasıl bildirmiş?” ona değinmeye çalışacağız. Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki; Kur’ân’ın ortaya attığı hiçbir dava delilsiz değildir. Öldükten sonra yeniden diriltiliş meselesinde de sırf dava ile yetinmemiş, bu hususlara dâir deliller de göstermiştir. Pek çok âyette buna temas edilmiştir. Burada yalnız yedi delil zikredeceğiz. Şimdi bu âyetlere birlikte bakmaya çalışalım. “ÖLÜP DE DİRİLEN Mİ VAR? GİDİP DE GELEN Mİ VAR?” DİYENLERE: Birinci Delil: Bakara Sûresi 55 ve 56’ncı âyetlerinde şöyle buyuruyor Yüce Rabbimiz: “Bir zaman da: “Ey Mûsâ! (Biz) Allah’ı açıkça görmedikçe aslâ sana îman etmeyeceğiz!” demiş­tiniz de, sizi yıldırım çarp­mıştı. Ve siz (olup bitene) bakakalmıştınız! Sonra şükredesiniz diye, ölümünüzün ar­­­dın­­­dan sizi dirilttik.” Hz. Musa, Cenâb-ı Hak ile görüşmek için Tur-u Sina’ya çıkar. Beraberinde İsrailoğullarından en seçkin yetmiş kişiyi de götürür. Musa aleyhisselam, Hak Teâlâ’yla görüşürken yetmiş kişi de konuşmalarına şâhit olur. Fakat Allah’ı açıkça görmedikçe îman etmeyeceklerini ifâde ederler. Bunun üzerine (bunca delili görmezlikten gelip, onlara yasak kılınan bir şey hususunda gösterdikleri inada binaen) üzerlerine yıldırım düşer. Hepsi de oracıkta yığılıp kalırlar. Bunun üzerine Musa aleyhisselam bir taraftan ağlar, bir taraftan da şöyle yalvarır: “Ya Rabbi! Sen onların seçkinlerini helak ettin. Ben yanlarına vardığımda İsrailoğullarına ne diyeceğim? Sen istersen önceden beni de onları da helak ederdin, ancak içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin?” Sonra Allahu Azimüşşan, üzerlerinde tecelli eden nimete şükretsinler diye onları tekrar diriltir. Bir kısmı diğerlerinin nasıl dirildiğini görür. Onların ölmeleri kendileri açısından bir ceza idi. Ecellerini tamamlamak üzere öldükten sonra tekrar diriltildiler.1 İkinci Delil: Bakara Sûresi 73. âyette şöyle buyrulmaktadır: “Bunun için de: “Ona (cesede, kestiğiniz ineğin) bir parçasıyla vurun” demiştik. Böylece, Allah ölüleri diriltir ve size âyetlerini gösterir ki akıllanasınız.” Bu âyette anlatılan hâdise İbn-i Abbas'tan ve diğer müfessirlerden rivâyet edildiğine göre, İsrailoğullarından bir adam, vâris olmak için bir akrabasını öldürdü ve cesedini bir yol kavşağına attı. Sonra bunu Hz. Musa'ya şikâyet etti ve: “Bi­zim için bunu Rabbinden iste de kâtilin kim olduğunu bize açıklasın” dediler. Hz. Musa Cenâb-ı Allah'tan bunu sordu. Hak Teâla ona: “Allah size mutlaka bir inek kesmenizi emre­diyor..” diye vahyetti. İsrailoğulları buna hayret ettiler. Her hâlden sonra so­rular sorarak kendilerine zorluk çıkarttılar ve ineğin sıfatlarını iyice öğrenmek istediler. Bütün sıfatları belli olunca da bu özellikleri taşıyan ineği ancak belli bir şahsın yanında bulabildiler. Adam ineğini ancak fiyatının kat kat üstünde bir ücretle satıyordu. Onlar, onu böylece satın aldılar ve kestiler. Musa (as) onlara, kesilen hayvanın bir uzvunu (parçasını) alıp, onunla öldürülmüş olan adama vurmalarını emretti. Onlar da bunu yapınca ölü diriliverdi ve kendisini öldürenin ismini onlara söy­ledi. Meğerse kâtil, ilk defa şikâyette bulunan kimse imiş. Onu kısas olarak öldürdüler.2 Üçüncü Delil: Bakara Sûresi 243. âyette ise şöyle denilmekte: “Kendileri binlerce oldukları hâlde, ölüm kor­ku­suyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Bunun üzerine Allah onlara: “Ölün!” (diye) buyurdu, sonra da onları diriltti. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı gerçekten büyük ih­san sâhibidir, fakat insanların çoğu şükretmezler.” Hâdise, Irak’ta “Vâsıt” taraflarında “Daverdan” denilen kasabada gerçekleşiyor. “Kasabada veba salgını başlar. Belde halkı kaçarlar. Kaçmayıp kalanların çoğu ölür. Geri kalanların çoğu da hastalık ve mu­sibetlere düçâr olurlar. Veba salgını ve hastalıklar sona erince, kaçanlar sağ selâmet geri dönerler. Bunun üzerine hastalıklardan kıvranmış olanlar: “Bu kimseler, bu memlekette kalmayı bizden daha çok istiyorlardı. Eğer biz de onlar gibi yapsaydık, hastalık ve belalardan kurtulmuş olurduk. Eğer bu memlekete bir daha veba gelirse, biz de çıkıp gideriz” dediler. Yine veba salgını olur ve böyle söyleyenler de beldeyi bırakıp kaçarlar. Sayıları otuz bin civarındadır. Vâ­dilerinden çıkınca, vâdinin üstünden ve altından birer melek onlara, “Ölünüz” diye seslenir. Bunun üzerine hepsi ölür ve cesetleri çürür. Adı “Hazkil” olan nam-ı diğer “Zülkifl” aleyhisselam onların cesetlerine rastlar. Onları görünce durup, onlar hak­kında tefekkür eder ve Cenâb-ı Allah ona, “Onları nasıl dirilteceğimi sana gös­termemi mi istiyorsun” diye vahyeder. O da “Evet” der. Ona, “Ey kemikler! Ce­nâb-ı Allah toplanmanızı emrediyor” diye seslenmesi söylenir. O seslenince ke­mikler birbirine doğru uçuşmaya başlar ve herkesin kemiği tamamlanır. Daha sonra Allah Teâlâ, ona, “Ey kemikler! Allah Teâlâ, et ve kan giymenizi emrediyor, şeklinde seslen” diye vahyedilir. O böyle seslenince, kemikler et ve kana bürünür. Sonra ona, “Allah Teâlâ canlanıp, kalkmanızı emrediyor” diye seslenmesi söylenir. O seslenince, cesetler canlanıp kalkar ve şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Seni tesbih eder ve sana hamd ederiz. Senden baş­ka ilah yoktur.” Onlar böyle dirildikten sonra beldelerine geri dönerler. Öl­müş olduklarının işâreti yüzlerinde bellidir. Bundan sonra onlar, ecellerine göre geri kalan ömürlerini yaşarlar.3 Dördüncü Delil: Yine Bakara Sûresi 259. âyette de haşre misal olarak şöyle deniliyor: “Veya (görmedin mi) o kimse gibisini (U­zeyr’i) ki, duvarları çatıları üzerine çökmüş (harab olmuş) bir şehre uğradı. “Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diril­tecek?” dedi. Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti. (Ona) buyurdu ki: “Ne kadar kaldın?” (O da:) “Bir gün veya bir günden az kaldım!” dedi. (Allah ona) şöyle buyurdu: “Hayır! Yüz yıl kal­dın; şimdi yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış! Bir de eşeğine bak (kemikleri dahi çürümüş)! İşte (bunlar) seni insanlara (öldükten sonra dirilmeye) bir delil kılmamız için­dir; kemiklere de bak, onları nasıl birbiri üzerine kaldırıyoruz! Sonra da onlara bir et giydiriyoruz.” (Uzeyr, onun diriltilişini müşâhede ederek Allah’ın kudreti) böylece kendisine belli olunca şöyle dedi: “(Artık) iyice biliyorum ki Allah, her şeye hak­kıyla gücü yetendir.” Âyetin sebeb-i nüzulü olarak İbn-i Abbas (ra)'tan şu rivâyet gelmiştir: “Buhtunnasr, İsrailoğulları ile savaşırken, onların çoğunu esir etmişti. Esir­ler arasında İsrailoğullarının âlimlerinden olan Üzeyir (as) de bulunmakta idi. Buhtunnasr, esirleri Babil'e getirdi. Böylece Üzeyir eşeğine binmiş olduğu halde âyette bahsedilen kasabaya girdi ve bir ağacın altında konakladı. Eşe­ğini bir yere bağlayıp kasabayı dolaşmaya başladı. Fakat kasaba yerle bir edildiğinden hiçbir insan göremeyince bu duruma şaşıp, Allah'ın kudretinden şüphe ederek değil, fa­kat zâhiren bunu imkânsız görerek, “Allah burasını ölümünden sonra nasıl di­riltecek?” dedi. Ağaçlarda meyveler vardı. O, meyvelerden incir ve üzüm alıp yedi ve üzüm suyu içip uyudu. Allahu Teâlâ da onu yüz sene süren uykusunda bir genç olarak öldürdü. Daha sonra onun öldüğünü insanlar, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar fark edemediler. Yüz sene sonra Allahu Teâlâ onu diriltip, “Ey Üzeyir, ölümün esnasında ne kadar bekledin?” diye nida ettiğinde o, “Bir gün” dedi. Daha son­ra da güneşin henüz batmamış kısmını görünce “veya bir günden az” dedi. Bunun üzerine Hak Teâlâ, “Hayır, yüz yıl (öyle) kaldın. Binaenaleyh yiyece­ği olan incir ile üzüme ve içeceğin olan üzüm suyuna bak. Onların tadı bozulmadı” dedi. O da, onlara bakınca incir ile üzümün daha önceki gibi dur­duğunu gördü. Cenâb-ı Hak daha sonra da, “Eşeğine bak” dediğinde baktı ve birbirinden ayrılmış, bembeyaz kemikler gördü. Bu esnada,“Ey çürümüş kemikler, ben size can veriyorum” diyen bir ses duydu ve parça parça ke­mikler birleşti; sonra her uzuv yerli yerine geldi; daha sonra baş da yerine geldi. Derken sinirler ve damarlar oluştu. Daha sonra da bu iskeletin üzerinde taze etler meydana geldi. Derken hepsini bir deri kapladı ve bu deriden kıllar çık­maya başladı. Daha sonra bu cansız vücuda ruh üflendi ve o anırmaya başla­dı. O anda Hz. Üzeyir (as) secdeye kapanarak, “Biliyorum ki Allah şüphesiz her şeye hakkıyla kadîrdir” dedi.4 Beşinci Delil: Sûre-i Bakara 260. âyette Cenâb-ı Hak (cc) buyuruyor ki: “Hani İbrâhim: “Rabbim! Ölü­leri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. (Rab­bi ise:) “Yoksa inanmadın mı?” buyurdu. (İb­râhim:) “Hayır (inandım), fakat kalbimin mut­main olması için (istiyorum)” dedi. Bunun üzerine (Rabbi) buyurdu ki: “Öyle ise kuş(lar)dan dört tane yakalayıp onları kendine alıştır, sonra (onları kesip parçala,) her bir dağın üzerine onlardan bir parça koy, sonra da onları çağır, (bak nasıl) koşarak sana geleceklerdir!” Bil ki şüb­he­siz Allah, Azîz (kudreti dâima üstün gelen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.” Rivâyete göre, İbrâhim Aleyhisselâm'ın “Rabbim! Ölü­leri nasıl dirilttiğini bana göster! Kalbimin mut­main olması için (istiyorum)” diye ifâde ettiği bu isteğine, şu olay sebep olmuştu: Bir gün, bir deniz kıyısında bir ceset görmüştü. Cesedi, kara ve deniz hayvanları âdeta aralarında taksim etmiş­lerdi. Deniz içine aldığı vakit, denizdekilere, karaya bıraktığı va­kit de karadakilere yem olmaktaydı. Kalanını da rüzgâr savurup dağıtmaktaydı. İbrâhim Aleyhisselâm: “Yâ Rabbi! Bu paramparça cesedi, biliyorum ki, diriltirsin, fa­kat nasıl dirilttiğini bana göstermeni istiyorum, tâ ki bunu göz­lerimle görüp kalbim mutmain olsun.” demişti. Hak Teâlâ ona hitap etti: Yoksa benim diriltmeye Kâdir ol­duğuma îman etmedin mi? dedi. İbrâhim Aleyhisselâm: “Evet, inandım, fakat görerek kalbimin mutmain olmasını istiyorum.” dedi. Allahu Teâlâ buyurdu: Öyle ise dört kuş al. Şekillerini belle­mek için kendine yönelt. İyice tanı. Sonra onları parça parça ayır ve her parçasını  bir dağ  üzerine bırak. Derler ki: Bu kuşlar tavus, horoz, güvercin ve kargaydı. Müfessirlerin beyanına göre: Hak Teâlâ İbrâhim (as)'e, o kuşları boğazlayıp tüylerini yolmasını, etlerini doğramasını, etle­rini, tüylerini ve kanlarını birbirine katmasını ve her kuşu dör­der parçaya ayırarak birer dağın üzerine koymasını istemiş. Bundan sonra: “Allah'ın izni ile gelin!” diye çağırmasını emretmiştir.” demişler. İbrâhim (as) kuşları çağırmış. Ne gör­sün? Kuşların karışan cüzleri bir birinden ayrılarak havada dört tane kuş cüssesi meydana gelmiş!5 Altıncı Delil: Âl-i İmran Sûresi 49. âyette ise Hz. İsa’nın mucizeleri ölümden sonraki diriltilişe misal olarak gösterilir: “Ve İsrâiloğullarına bir peygamber olarak (şöyle diyecek): “Hiç şüphesiz ben, size Rabbi­nizden bir delil (bir mucize) ile geldim. Doğrusu ben, size çamurdan kuş şekli gibi bir şey yapıp içine üflerim, Allah’ın izniyle (o) hemen bir kuş olur! Allah’ın izniyle (anadan doğma) körü ve (teni) alacalıyı iyi ederim, ölüleri diriltirim! Ve evlerinizde ne yiyorsanız ve ne biriktiriyorsanız size bildiririm! Eğer mü’min kimseler iseniz, şüphesiz bunda sizin için elbette bir delil vardır.” Bu âyet-i kerime, Hz. İsa’nın bir kısım mucizelerini zikretmektedir. Bunlardan biri, çamurdan kuş yapmasıdır. Muhammed b. İshak özetle diyor ki: “Bir gün, Hz. İsa, okuma yazma öğrenen gençlerle beraberken eline bir miktar çamur alıp onlara dedi ki: “Bu çamurdan bir kuş yapayım mı?” Onlar da: “Bu­nu yapabilir misin?” dediler. Hz. İsa da: “Evet, Rabbimin izni ile yaparım.” de­di. Sonra o çamurdan bir kuş yaptı ve ona üfleyerek “Allah’ın izniyle kuş ol.” dedi. O çamur da uçan bir kuş oldu. Çocuklar gidip meseleyi hocalarına anlattı­lar ve bu haberi yaydılar. İsrailoğulları da İsa (as) hakkında araştırma yapmaya başla­dılar. Bunun üzerine Hz. Meryem, Hz. İsa’yı bir merkebe bindirerek alıp kaçtı. Hz. İsa’nın diğer bir mucizesi de körleri iyileştirmekti. Elli bin kişinin Hz. İsa vesilesiyle çeşitli müzmin hastalıklardan şifa bulduğu söylenir. Bir diğer mucizesi de ölüleri diriltmesiydi. Hz. İsa, Allah’tan, bir ölüyü diriltmesini isterdi. Allah da onun duâsını kabul edip ölüyü diriltirdi. Diriltilen ölüler de dört kişidir. Ve bunlardan biri Nuh aleyhisselâmın oğlu Sam’dır, Sam, diriltildikten ve Hazret-i İsâ ile ko­nuştuktan sonra, yine ölmüş ve fakat diğerleri yaşamışlar. Hatta çocukları olmuş.6 Yedinci Delil: Enbiya Sûresi 84. âyet ise Hz. Eyyûb aleyhisselamdan şöyle bahseder: “Bunun üzerine (biz de) onun duâsını kabul etmiştik de kendisinde bulunan zararı (o hastalığı) açmış (kaldırmış)tık; katımızdan bir rahmet ve (bize) kulluk edenlere bir ibret olmak üzere, ona ailesini ve onlarla beraber bir mislini daha verdik.” Bir rivâyete göre Eyyûb (as), oldukça büyük serveti bulunan bir zât idi. Son derece iyi, takva sâhibi, yoksullara merhametli idi. Ye­timleri ve dulları görüp gözetiyor, ihtiyaçlarını karşılıyor, misâfire ikramlar­da bulunuyor, yolda kalmışı gideceği yere kadar ulaştırıyor, Allah'ın ni­metlerine şükrediyordu. Yüce Allah kendisini, malını ve ailesini kaybetmekle bedeninde de hastalıkla imtihan etti. Öyle ki eti parça parça döküldü, bedeni kurtlandı. Sonunda onun hemşehrileri kendi­sini kasabanın dışına çıkardılar. Hanımı kendisine hizmet ederdi. Bu şekilde dokuz yıl, altı ay kaldı. Cenâb-ı Hak onu kur­tarmayı murad edince kendisine: “Ayağını yere vur. Bu hem yıkanacak, hem içilecek soğuk bir sudur.” (Sâd, 42) Bu senin için şifa kaynağı ola­caktır, Ben sana aile halkını, malını, çocuklarını ve onlarla beraber bir o ka­darını geri bağışladım, diye buyurdu. İbn Mesud (ra)’a göre: Onun yedisi erkek, yedisi kız olmak üzere bütün çocukları vefat etmişti. Ona şifa verildikten sonra hepsi de diriltildiler. Hanımı yedi erkek, yedi kız çocuk da­ha doğurdu.7 Kur’ân’da yeniden diriltiliş bu yedi delilden ibâret değildir elbette. Kur’ân’ın üçte birinin haşirle ilgili âyetler olduğunu düşündüğümüzde bu gerçek hemen anlaşılabilir. Her gecenin sabahı, her kışın baharı, uykudan sonraki uyanış da haşrin numunelerindendir. Toprağın altında gizlenmiş tohum ve çekirdeklerin baharda canlanıp başlarını yukarıya kaldırmaları insanların mahşerde yeniden dirilişlerine misal gösterilmiştir. İnsanların cismanî haşri akıllarına sığdıramamaları Cenâb-ı Hakk’ın kudretini anla(ya)mamalarından kaynaklanmaktadır. Hâlbuki bu konuyla ilgili olarak Kur’ân ilk yaratılışı nazara verip insana sorar: “Sizi yoktan hiçten yaratmışken yeniden diriltmemizden mi şüphe ediyorsunuz?” Sûre-i Yâsîn’de 78 ve 79. âyetlerinde “Kendi yaratılışını unuttu da bize bir misal getirdi: “Onlar çürümüş olduğu hâlde, şu kemikleri kim diril­tecek?” dedi. De ki: “Onları ilk defa yaratan, (yine) onları dirilte­cek! Çünkü O, her türlü (mahlûku ve onları) yaratmayı hakkıyla bilendir.” buyrularak haşrin Allah’ın kudreti noktasında mümkün olduğu ifâde edilmiştir. Öyle ya, kâinatı baştanbaşa yoktan var eden zâta ne ağır gelebilir ki?

Zafer ZENGİN 01 Ocak
Konu resmiBilimin Diliyle Kıyâmet
İnsan

Semavî dinler kıyâmetin kopacağında müttefikler. Bilhassa kıyâmetin kopacağıyla ilgili Kur’ân âyetleri sayılamayacak kadar çoktur. Kıyâmetin kopması aklen de mümkün bir olaydır. Peygamberimiz döneminde müşrikler bunu inkâr etmişlerse de, bugün fizik bilimi pek çok bilimsel delil neticesinde kıyâmetin kopacağını kabul etmektedir. Ateist bilim adamları bile bunu inkâr edememektedirler. Kıyâmetin kopacağına dâir değişik bilimsel delillerden, ihtimallerden bir kaçını ele alalım: Bir Göktaşının Dünyaya Çarpması: Dünya atmosferine her gün yüzlerce ton göktaşı girmektedir. Fakat bunlar küçük taşlar olduğu için hızla atmosfere girdikten sonra, sürtünmeden dolayı yanar ve kül hâline gelirler. Nâdiren büyük göktaşları da dünyamıza düşmüştür. Mesela 23 Nisan 2001 yılında Meksika yakınlarında Pasifik Okyanusuna yaklaşık 5 metre çapında bir göktaşı düştü. Uzmanlar çarpma esnasındaki patlamada Hiroşima’dakinin yarısına yakın bir enerjinin çıktığını belirlediler. Bu göktaşı eğer 50 metre çapında olsaydı, patlama tahminlere göre bin defa daha şiddetli olacaktı. Uzmanlar çapı 30 veya 40 km büyüklüğünde olan bir gök taşının dünyamıza çarpmasının, dünyadaki hayatı bütünüyle bitireceğini söylemektedirler. (Prof. Dr. Osman Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, Altın Burç y, İzmir, 2005, s, 106-108. Yine bilim adamları böyle bir göktaşının çarpmaması için hiçbir engel olmadığını da söylüyorlar. Dinazorların yok olmasının meteorların dünyaya çarpmasıyla izah eden bilim adamları vardır. Dinazorların yok olmasına sebep olan meteorların, dünyadaki hayatın bütünüyle bitmesine sebep olmasına engel olacak bir şey yoktur. Üstad Bedîüzzaman Peygamberimizin kıyâmet alâmeti olarak haber verdiği “güneşin batıdan doğma” hadisesini, dünyanın bir gezegenle çarpışmasıyla olabileceğini söyler. Kıyâmetten bahseden ve 101’nci sûreye isim olan “Karia” kelimesi de “çarpan” mânâsına gelir. Şöyle buyrulur “Kâria! (Çarpacak olan şey) Nedir o kâria? Kârianın ne olduğunu Sen bilir misin? O gün insanlar yayılmış pervaneler gibi olurlar. Dağlar atılmış renkli yünler gibi olur.” (Karia, 1-5) Tabii ki, “Kıyâmet bir göktaşının çarpmasıyla mı kopacak?” sorusuna ancak “Allah bilir” diyebiliriz. Güneşin Enerjisinin Tükenmesi: Dünyamızın % 98 nisbetinde enerjisi güneşten gelmektedir. Bilim adamları bir gün güneşin enerjisinin tükeneceğini söylüyorlar. Güneşin bu enerjisinin çok az mikdarda bile azalması dünyanın sonunun gelmesi demektir. Bilim adamları güneşin yakıtını 5 milyar yıl sonra tüketeceğini söylüyorlarsa da, onun yaratıcısı dilediği zaman güneşin hayatına son verir. (Bkz: Saadettin Merdin, Tanrıya Koşan Fizik, Timaş y, s, 415. / Prof. Dr. Osman Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, s, 67-69.) Kara delikler: Uzayda tesbit edilen Kara delikler hâlâ bir muamma olmakla beraber, bilim adamları bunların yıldızları hatta galaksileri yuttuğunu, yok ettiğini söylüyorlar. Gelecekte bir kara deliğin ortaya çıkmasıyla, dünyamız bu kara delikte yutularak yok olur, kıyâmeti kopabilir. rehber.uzmantv.com’un haberine göre, uzay bilimciler güneş sistemimizin de içinde bulunduğu Samanyolu galaksisinde bir kara delik buldular. rehber.uzmantv.com’un haberi şöyle: Dünya'nın da içinde yer aldığı Samanyolu galaksisinde kara delik olup olmadığı tartışmaları Alman astronomların çalışmalarıyla 2008 yılında son buldu. Alman bilim insanları, galaksimizin ortasında dev bir kara delik olduğunu ortaya çıkarmayı başardı. Dünya'ya 27 bin ışık yılı uzaktaki bu dev kara delik, Şili'deki Avrupa Güney Gözlemevi'nden yapılan ve 16 yıl süren incelemeler sonucunda bulundu. Gökbilimciler bu gözlemi 28 yıldızın hareketini izleyerek yaptı. Elde ettikleri bulgulardan biri de kara deliğin güneşten 4 milyon kat daha ağır olduğuydu. Işık dâhil, etrafındaki her şeyi yutan ve bu yüzden “evrenin yamyamları” olarak da anılan kara deliklerin çekim gücü o kadar yüksek ki etraftaki her şey için bir tehdit sayılıyor. Big Bang ve Big Crunch: yüzyılda kâinatın genişlediği keşf edildi. Daha sonra bu genişlemeden yola çıkılarak kâinatın büyük bir patlamayla (big bang) yoktan yaratıldığı isbatlandı. Bu isbat aynı zamanda Allah’ın varlığını da isbat ediyordu. Ama büyük patlamanın isbatladığı tek şey Allah’ın varlığıyla sınırlı da değildi. Büyük patlama kıyâmetin kopacağını da isbatlıyordu. Bilim adamlarının söylediğine göre: Kâinat büyük bir patlamayla meydana gelmiş ve o andan itibaren büyük bir hızla genişlemeye başlamıştı. Fakat bu genişleme belli bir zaman sonra ya çekim kuvvetinin tesiriyle duracak ve kâinat kendi üzerine kapanacak veya genişleme devam edecek, fakat bu arada kâinattaki enerji bütünüyle bitecek. Bilim adamları kâinatın üzerine kapanmasını “Kapalı Evren”, enerjinin tükenmesiyle hayatın bitmesini “Açık Evren” olarak adlandırmışlardır. Her iki halde kâinatın sonunu yani bilimsel bir kıyâmeti ihtar etmektedir. Bu iki hâli biraz daha izah edelim: Kapalı Evren Modeli: Bir taşı havaya fırlattığınızda taşın hızı elinizden çıktığı anda maksimum derecededir. Taş yükseldikçe hızı azalacak, bitecek ve sonra tekrar geriye dönecektir. Kâinatın durumu da havaya atılan taşın geriye dönmesine benzer bir durum arz eder. Kâinat büyük patlamayla meydana geldiğinde akıl almaz bir süratle genişlemeye başladı. Fakat zaman geçtikçe bu hız yavaşladı. Bu gün yapılan incelemeler kâinatın genişlemesinin yavaşladığını göstermektedir. Bu yavaşlama çekim kuvvetine yenik düştüğünde, kâinatta tıpkı aşağı düşen taş gibi, geriye dönecek ve kendi üzerine kapanacak. (Bkz: Saadettin Merdin, Tanrıya Koşan Fizik, Timaş y, s, 414.) Kapalı evren modeli Kur’ân âyetlerine de uygundur. Bir âyette şöyle buyrulur: “O gün, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz. (Bu,) üzerimize aldığımız bir vaad oldu. Biz, (vaadettiğimizi) yaparız.” (Enbiya, 104) Açık Evren Modeli: Kâinat genişlemeye devam edebilir. Fakat bu onun sonunu değiştirmez. Fizikteki termodinamiğin birinci yasası “Kâinattaki bütün enerjinin sâbit olduğunu” söyler. Termodinamiğin ikinci yasası ise, “Kâinatta sâbit olan enerjinin kullanılabilir halden kullanılamaz hâle doğru bir gidiş takip ettiğini” söyler. İşte bu kullanılamayan enerji “entropi” olarak isimlendirilir. Bir zaman gelecek kâinattaki bütün enerji kullanılamaz enerjiye dönüşecek ve neticede yeryüzündeki hayatta sona erecektir. Fizikçiler buna “Evrenin gerçek ölümü” adını vermişlerdir. (Saadettin Merdin, Tanrıya Koşan Fizik, Timaş y, s, 414.) Hülasa; insan ölümden kurtulamadığı gibi, kâinatta ölümün pençesinden kurtulamayacaktır. Bu konuda Üstad Bedîüzzaman şöyle diyor: Şu kâinatın mevti, ölümü, mümkündür. Çünkü bir şey tekâmül kanununa dâhil ise, o şeyde alâ-külli-hal, mutlaka neşvünema (büyüme) vardır. Neşvünema ve büyümek varsa, onun alâ-külli-hâl fıtrî bir ömrü de vardır. Fıtrî bir ömrü var ise, alâ-külli-hal bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gâyet geniş bir tümden gelim metoduyla ve araştırma ile sâbittir ki, öyle şeyler ölümün pençesinden kendini kurtaramaz. Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp sonra haşrin sabahıyla gözünü açacaktır. Hem nasıl ki kâinatın küçük bir numunesi olan bir hayat sâhibi bir ağaç, tahrib ve inhilâlden başını kurtaramaz. Öyle de: Yaratılış ağacından şubelere ayrılmış olan silsile-i kâinat tâmir ve yenilenme için tahribden, dağılmaktan kendini kurtaramaz. «Eğer dünyanın fıtrî ecelinden evvel irâde-i ezeliyenin izni ile, hâricî bir maraz, (bir hastalık) veya tahrip edici bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni'-i Hakîm'i dahi fıtrî ecelinden evvel onu bozmazsa, herhalde hatta fennî bir hesab ile bir gün gelecek ki: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ  وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ  وَاِذَا الْجِبَالِ سُيِّرَتْ  اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ  وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ  وَ اِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ mânaları ve sırları, Kadîr-i Ezelî'nin izni ile tezâhür edip, o dünya olan büyük insan sekerata başlayıp acayip bir hırıltı ile ve müdhiş bir ses ile fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek; sonra emr-i İlahî ile dirilecektir.

İdris TÜZÜN 01 Ocak
Konu resmiBedîüzzaman'ın Gözünde Nur Talebeleri
Risale-i Nur

HUSREV EFENDİNİN BEDÎÜZZAMAN HAZRETLERİYLE TANIŞMASI Yıl 1926. Bedîüzzaman Hazretleri Barla’ya sürgün olarak getirilmişti. Teşrifinden önce Isparta’nın büyük evliyaları haber vermişti. Isparta’da bu zâtın varlığından haberi olmayan kalmamıştı. Uçsuz bucaksız çöllerin misâfir edemediği, suların kandırmadığı Husrev Efendinin ruhu, kâmil bir mürşid ve tam bir rehber arıyordu. Bu hususta ne kadar çok tazarru ve niyazda bulunduğuna yıldızlar ve gözyaşları şâhitti. Çocukluğundan beri Cenâb-ı Hakk'ı zikretmeye ve ibâdete düşkünlüğü herkesçe biliniyordu. İbâdetteki takvasından dolayı Bedîüzzaman Hazretlerine fıkhî 3 sual göndermişti. Gelen cevabî mektup yıllardır arzu ettiği ve aradığı Üstadını gösterir tarzdaydı. Mektupta, ‘‘Kardeşim! Îman  kalesi yıkılmış, gel beraber îmana hizmet edelim.” diye kudsî bir davet vardı. Bu arada Mimar Sinan câmiinin içinde doğu tarafında otururken bilmediği birisi kendisine 30. Söz'ü vermişti. Coşkun bir nehir gibi çağlayan ruhu ummana kavuşmak, oraya dökülmek istiyordu. Deri tüccarı Kürt Bekir Ağa ile konuşarak Bedîüzzaman Hazretlerine gitmeye karar verdiler. Bekir Ağa: ‘‘Benim bir atım var. Sıra ile binerek Bedîüzzaman Hazretlerine gidebiliriz.” diyerek Söğütlü Çeşme denilen Isparta’ya 5 kilometre uzaklıkta bulunan üzüm bağlarının bittiği noktada buluşmak üzere sözleştiler. Husrev Efendi buraya geldiğinde Bekir Ağa henüz gelmemişti. Bir müddet bekledikten sonra Bekir Ağanın gelmediğini gören Husrev Efendi kendi kendine, ‘‘Ehl-i kemâlin ayağına yürüyerek gitmek daha faziletlidir.” diyerek yaya olarak Barla’ya gitmişti. Kur’ân’ın elmas bir kalemi, mânevî bir fabrika, kendisinden sonra tam bir hayru'l-halef mânâsını gösterecek ve Risâle-i Nurların emin bir muhafızı olacak Husrev Efendiyi karşılamak üzere Karaca Ahmed türbesine gelen Bedîüzzaman Hazretleriyle buluştu. Bundan sonra  Kur’ân hazinesinin mânevî bir fabrikası hükmünde 46 sene çalışarak Kur’ân’a ve  îmana hizmet etmişti. Hz. Üstad'ın tabiriyle Hz. Muhammed’in (asm) kendisinden râzı olduğu bu mübârek zâtla âhirette beraber olmayı Cenâb-ı Hak cümlemize nasib eylesin. Âmîn. HUSREV EFENDİNİN BU MİLLETİN BÜYÜK VE MÂNEVÎ BİR KAHRAMANI VE KURTARICISI OLMASI Bedîüzzaman Hazretleri Husrev Efendinin bu millet içindeki değerini ve vatana yaptığı büyük hizmetlerini ve ihlâs sırrına tam tamına ermesinden dolayı benlik, riya ve şöhret gibi kötü duyguların Husrev Efendide bulunmadığını şöyle dile getiriyor: Ben dava eder ve ispat ederim ki: Bu soğukta soğuk muâmele gören ve millete ve vatana zararlı tevehhüm edilen ve vücudca hastalıklı bulunan ‘‘Husrev’’ Türk milletinin mânevî, büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halaskârıdır ve Türk milleti onun ile iftihar edecek bir hâlis fedakârıdır. Ve sırr-ı ihlâsa tam mazhar olduğundan benlik ve riyakârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle çok hizmet-i vataniye ve milliyesinden bir ikisini beyan etmek zamanı geldi: Birincisi, bu zât müstesna ve şirin kalemiyle Nurlardan altı yüz risâleye yakın yazmış. Ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kırdı. Ve tecâvüzünü durdurdu. Ve bu mübârek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli tiryakları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve nesl-i âtiyi büyük bir tehlikeden kurtarmaya vesile oldu. (Said Nursî, Şuâ'lar-2, 547) Hâfız Ali ile ‘‘Husrev’’in birbirleriyle ciddî bir mahviyet içinde kardeşlik irtibatları, Risâle-i Ihlâs'ın tam sırrına mazhar olduğunuzu bana ihsas etti, ümidlerimi fevkalâde kuvvetlendirdi. (Kastamonu Lâhikası, 2) HUSREV EFENDİNİN KUTBİYET DERECESİNDEN İHLÂSIN SIRRI İÇİN VAZ GEÇMESİ Bedîüzzaman Hazretleri, Husrev Efendinin mânevî çok büyük makamlardan ve nefsi okşayan hazlardan ihlâsın sırrını korumak için nasıl vazgeçtiğini şu cümlelerinde beyan ediyor: Sekizinci faidesi: Gâyet incedir, izah edilmez; yalnız kısa bir işaret ederiz: Nasıl ki ‘‘Husrev’’, yazdığı Kur'ân'ı fotoğrafla tab'ını kabul etmeyerek binler câzibedar Kur'ânlar kendi hattı ile Âlem-i İslâm'da intişarıyla, kutbiyet derecesinde bir mertebe-i ulviyeyi ve yüksek bir şeref-i imtiyâzı bırakıp Risâle-i Nur dâiresindeki sırr-ı ihlâsı muhafaza ve hazz-ı nefisten teberri etmiştir. Aynen öyle de: Bu hastalık, ruhumda öyle bir inkılâb yaptı ki Risâle-i Nur'un parlak fütuhatını müteşekkirâne temâşa etmek ve sevabdarâne, mücahidâne, bir nevi kumandan hizmetinde bulunmaktan gelen uhrevî zevki ve şerefi ve Dünya’da uhrevî meyvesini gösteren hizmet-i îmaniyenin şahsıma aid lezzeti ve imtiyâzı, o sırr-ı ihlâs için bırakmak ve kardeşlerime havâle etmek ve onların şeref ve zevkleriyle iktifa etmeye nefs-i emmârem dahi muvafakat ederek, dünyanın bu uhrevî ve güzel yüzünde gözümü kapamak ve eceli ve mevti ferahla karşılamağa tam kabul etmesidir. (Kastamonu Lâhikası, 172) HUSREV EFENDİNİN CENÂB-I HAKK'IN NİMETLERİNE MAZHAR OLMASI Husrev Efendinin Risâle-i Nur eserlerinden istifade etme nimetine mazhar olduğunu Hz. Üstad şöyle anlatmaktadır: Evet iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nîmet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış. İllet, rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o âdem ihsan etmeyi niyet etmese idi, o nimet sana gelmezdi. Nimetin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binâen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâidin bir şartı olabilir. Meselâ: Risâle-i Nur şâkirdleri içinde Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerine mazhar bazı zâtlar Husrev ve Re'fet gibi iktiranı illetle iltibas etmişler; Üstadlarına fazla minnetdarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifadeyi ve Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki: ‘‘Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. öyle ise onun ifâdesi, istifâdemize illettir.’’ (Lem'alar, 140) HUSREV’İN PEYGAMBER (SAV) ELİNİ MANEN ÖPMESİ İlahî bir zikirhâne, dostlar için şifâhâne, düşmanlar için cephâne, hastalar ve musibetzedeler için hasthâne, celal ile yöneldiği zaman ay’ı ikiye bölen o mübârek parmağın ve o mübarek elin sahibi olan Hz. Muhammed’in (asm) mübârek, mutahhar; birçok mucizeye mazhar olmuş elini manen öpmek ve Peygamberimizin (asm) rızasına mazhar olmak gibi en büyük bir şeref ve rütbeye Husrev Efendinin mazhâriyetini Hz. Üstad bütün ümmete şu cümleleriyle ilan etmektedir: Bana hizmet eden Ali geldi dedi: ‘‘Ben rü'yamda gördüm ki: Sen, ‘‘Husrev’’le beraber Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın elini öptün. ‘‘Birden bir mektup aldım ki: ‘‘Husrev’’in hattıyla yazılan Asâ-yı Musa mecmuasını kabr-i Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm üzerinde hacılar görmüşler. Demek benim bedelime Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mânevî elini ‘‘Husrev’’ kaleminin vasıtasıyla öpmüş ve rıza-yı Nebeviyeye mazhar olmuş.’’ (Şuâ'lar-2, 517) HUSREV EFENDİNİN RUHÂNİLERİ VE MELEKLERİ SEVİNDİRMESİ Kur’ân gibi en kıymetli bir hazînenin en değerli altın anahtarı, Husrev Efendinin kalemi olduğunu ve bu mübârek kalemin yâdigârı olan eserlerin şehadet âleminin sâkinleri olan insanları mesut ve bahtiyar ettiği gibi gayb âleminin sâkinleri olan melekleri ve ruhanileri de sevindirdiğini sevgili üstadımız bizlere şöyle açıklamaktadır: Mâşâallah, bârekâllah Kerâmât-ı Aleviye'nin Risâletü'n-Nur'a imzasını bu zamanda tam tasdik ettiren kerâmât-ı kalem-i Alevî (Ali) ve Kur'ân'a çok kıymetdar hizmeti ve Mu'cizât-ı Ahmediye'nin (Aleyhisselatü Vesselam) hârika bir kerâmetini gözlere gösteren ve Kur’ân’ın altun bir anahtarı olan kalem-i ‘‘Husrev’’î değil yalnız bizleri belki ruhanîleri ve melekleri de sevindiriyorlar. (Kastamonu Lâhikası, 2) ÜSTADIN HUSREV EFENDİNİN HİZMETLERİNİ GÖZYAŞLARI İLE HATIRLAMASI Husrev Efendinin hizmetleri Bedîüzzaman Hazretlerinin muazzez ruhuna Firdevs cennetinin lezzetlerini tattırdığını ve rahmet damlaları hükmündeki sevinç gözyaşlarını döktürdüğünü ve yazmış olduğu bazı risâlelerin her birine onlarca elmas, yakut ve altın vermek istediğini Hz. Üstad şöyle dile getirmektedir: Bu defa hediyelerinize mukâbil elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına göre her bir risaleye on lira ve Yirmi Beşinci Söz'e yirmi beş altın belki elmas ve Yirmi Dokuzuncu Söz'e yirmi dokuz yakut verirdim. Öyle ise verilmiş gibi kabul ediniz. Evet, tevafukta muvaffakıyetli olan kalem-i Alevî, Kerâmet-i Aleviye'ye göze görünür güzel bir delil göstermiş. Yüz bin mâşâallah. ‘‘Husrev’’in çok şirin ve fevkalâde yazdığı Hastalar Lem'ası ile Esmayı Sitte Lem'ası, benim nazarımda elmasla yaldızlı yazılan ve onlar kadar uzun iki mektub-ı sadakatmedar hükmünde bana göründü; Risâle-i Nur'a çok ehemmiyetli hizmetlerini gözyaşıyla hatırlattı ve Firdevsî hediyenizdeki risalelerin harfleri adedince, Cenâb-ı Erhamürrâhimîn sizlere rahmet, bereket, saadet ihsan eylesin. Âmîn. (Barla Lâhikası, 209) BEDİÜZZAMAN’IN ÖMRÜNDEN HUSREV EFENDİYE VERMEK İSTEMESİ Kardeşlikten ileri giden samimi dostluklarda veya kemal mertebesine eren insanların arasında birbirlerinin yerinde hasta olmak ve birbirlerinin bedeline ölmek mânevî bir hakikattir. Husrev Efendinin de sadâkatte ve ferâsette ne kadar ileri olduğunu gösteren Üstâdının bedeline ölmek istemesi ve Bedîüzzaman Hazretleri Şeyh Geylani’nin (ks) “Zamanın Abdulkadiri ol!” emr-i mânevîsini hizmetleriyle yerine getirdiği gibi hayatında da Şeyh Geylani’yi takip ederek 90 yaşına kadar yaşamaya bedel kendi hayatından Husrev Efendiye vermek istediğini ve verdiğini böylece Husrev Efendi hem Üstadının hem de kendisinin hizmetini yapacağı şu hakikatlerle anlatılmaktadır: Evvelâ: Risale-i Nur'un kahramanı ‘‘Husrev’’, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te'lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyâde ve neşre faideli ise hayatın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim. (Emirdağ Lâhikası-1, 92) ÜSTADIN HUSREV EFENDİYİ MANEVİ KAZANÇLARINA ORTAK ETMESİ Sen binler safalarla geldin, beni ebedî minnettar ettin. Ve sâdık arkadaşların ile Risâle-i Nur’un serbestiyetine hizmetiniz o derece büyük ve kıymettardır ki değil yalnız bizi ve Risâle-i Nur şâkirdlerini belki bu memleketi ve belki âlem-i İslâm’ı minnettar ettiniz, ehl-i îmanın imdadına yetiştiniz Risâle-i Nur’un yolunu serbestçe açtınız. Ben bir seneden beri seni ve seninle beraber Risâle-i Nur’un bu serbestiyetine çalışanları, Hâfız Ali ve ‘‘Husrev’’ gibi Risâle-i Nurun kahramanlarıyla beraber mânevî kazançlarıma ve duâlarıma şerik etmişim. (Emirdağ Lâhikası-1, 28) HUSREV EFENDİNİN RİSÂLE-İ NUR HİZMETİNDE VAZİFELİ OLMASI Hz. Üstad kendisinden sonra Husrev Efendiyi kendi yerinde  tam bir hayru'l-halef ve Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin mümessili olmasından  hiçbir cihetle gücenmemek gerektiğini iki su bardağının birden parçalanmasıyla şöyle isbat ediyor: Sobamın ve Feyzilerin ve Sabri ve ‘‘Husrev’’in iki su bardaklarının parça parça olması dehşetli bir musibet geldiğini haber verdiler. Evet bizim en kuvvetli nokta-i istinâdımız olan hakikî tesânüd ve birbirinin kusuruna bakmamak. Ve ‘‘Husrev’’ gibi bir Nur kahramanından benim yerimde ve Nur'un şahs-ı mânevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir. Ben kaç gündür dehşetli bir sıkıntı ve me'yusiyet hissettiğimden düşmanlarımız bizi mağlup edecek bir çare bulmuşlar, diye çok telaş etdim. Hem sobam hem hayalî ayn-ı hakikât müşahedem doğru haber verdiler. Sakın, sakın, sakın. Şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü çabuk tamir ediniz. Vallâhi bu hâdise bizim hapse girmemizden daha ziyâde Kur'ân ve îman hizmetimize husûsen bu sırada zarar vermek ihtimâli kavîdir. (Şuâ'lar-2, 527) Kardeşlerim! Risâle-i Nur’un müdâfaa ve muhâfazasından herkes çekilse hatta ben de çekilsem, beş kardeşimizin çekilmemeleri gerektir. Bu arkadaşlarımız: Hüseyin Usta, Halil İbrahim, Re'fet Bey, ‘‘Husrev’’, Hakkı Efendilerdir. Üç evvelkilerin ihtiyarsız ihtiyatsızlığı, diğer ikisinin de zahiri düşmanlarının şahsi garazları yüzünden Risâle-i Nur’a çok fazla zarar yapılmak istenilmesine göre Risâle-i Nur ehemmiyetli bir surette iştihar ve intişar etmesi gibi bir nimet-i uzmayı netice vermese idi bu kadar mağdur ve mâsum Risâle-i Nur şâkirtlerinin teellümâtına sebebiyet verdiklerinden dolayı bu kardeşlerimizin ruhları pek çok sıkılacaktı. İşte her kesten ziyâde bu beş kardeşimizin ihtiyat edip yek vücut bulunmaları lâzımdır. Said Nursî (Lem'alar, 303) Aziz kardeşlerim! Hiç münâsebet yokken birden bire hatırıma geldi ki ‘‘Husrev’’ ve küçük ‘‘Husrev’’ Feyzi gibi bir kısım kardeşlerimizin kalemleri her vakit Risâle-i Nur’u yazmak vazifesiyle ülfet ve ünsiyet ettiklerinden burada vazifesizlikten sıkılmamak için eski Said'in tarihçe-i hayatı hem Eskişehir mahkemesinde hem bu hâdisede ziyâde medâr-ı nazar olduğundan yeni Said'in yirmi senelik hayatının yarısını Isparta'da geçen kısmı büyük ‘‘Husrev’’ ve rüfekasının ve Kastamonu hayatı küçük ‘‘Husrev’’ ve arkadaşlarının muâvenetiyle sonra tanzim edilmek üzere notalar tarzında yazılsa Risâle-i Nur'un bir nevi Tarihçe-i hayatı yazılmış olur. Hem fikri eğlendiren bir meşgale olur diye tahattur ettim. Sizin reyinize havâledir. Eğer bir hizbü'n-nûriye elimize geçse ben de o ‘‘Husrev’’ler gibi onun tercümesiyle vazifedar olurum. İnşâallah. Said Nursî (Şuâ'lar-2, 376) HUSREV EFENDİNİN NAZARININ DOĞRULUĞU Risâle-i Nur hizmetinde  Husrev Efendinin nâfiz, kerâmetli, dikkatli, isabetli ve keskin bir nazara sâhip olduğunu Bedîüzzaman Hazretleri  ilan ederek talebelerinin dikkat etmesi gerektiğini ve Risâle-i Nur’a en küçük bir müdâhaleyi kabul etmeyen Hz. Üstad, Husrev Efendinin tadil, tebdil ve ıslah edebileceğini şöyle izah ediyor: Buradan oraya gelen mektupları, Mübârekler Heyeti bir risâle şeklinde toplamasını ve ‘‘Husrev’’de cüz'î ve hususî bazı cümlelerini ve lüzumsuz bazı fıkralarını tayyetmeyi, Hâfız Ali ve Sabri'ye havâle etmiş olduğunu yazıyorsunuz. O, Risâletü'n-Nur hakkında kerametli ve dikkatli ve isabetli ve keskin ‘‘Husrev’’in nazarı doğrudur. Bâki bir eserde, muvakkat ve cüz'î ve hususî kelimeler tayyedilse daha iyidir. Bu defâki mektubunuzda kerâmetkârane üç nokta gördük: (Barla Lâhikası, 237) (Hâşiye-2): Bundan sonraki kısım bütün ömrümde görmediğim dehşetli ve semli bir hastalık içinde yazılmıştır. Kusurâtıma nazar-ı müsâmaha ile bakılsın. ‘‘Husrev’’ münâsip görmediği kısmı ta'dil, tebdil, ıslah edebilir. (Şuâ'lar-2, 596) HUSREV EFENDİNİN KALEMİNİN İSABETLİ OLUŞU Levh-i mahfuzdaki Kur’ân’ın hattına tevafuk edecek bir Kur’ân’ı yazacak kadar bir ihlâsa  sahip ve inâyete mazhar  bulunan ve bu hakikati “Bir kısım ehl-i kemâle bu Kur’ân’ı gösterdik. Levh-i mahfuzdaki gibidir.” diyerek izah eden Hz. Üstad başka bir delil göstererek diyor ki: Bu zât, dokuz-on sene zarfında dört yüz risâle kadar dikkatli ve tevafuklu olarak Risâle-i Nur'dan yazdığı gibi hâfız olmadığı halde yazdığı iki mükemmel Kur'ân ile ve üçüncüsü -müteferrik surette- gözle görünür bir nevi i'caz-ı Kur’ân’ı gösterir bir tarzda üç Kur’ân’ı yazmış; tam mukâbele edilmeden bize gelmiş; biz de mukâbele etmeden size göndermiştik. Sizler de kemâl-i dikkatle hareke ve harflerde gördüğünüz kırk-elli sehiv, ‘‘Husrev’’in kaleminin ne derece hârika olduğunu gösterir. Çünkü her Kur'ân'ın üç yüz bin altı yüz yirmi harfinde, o kadar hareke ve sükûnlarında yalnız kırk-elli sehiv bulunması, o kalemin isâbette hârika olduğunu gösterir. (Kastamonu Lâhikası, 70) HUSREV EFENDİNİN LEVH-İ MAHFUZ’DAKİ YAZILAN KUR’ÂN GİBİ KUR’ÂN’I YAZMASI Risâle-i Nur'un kahraman bir kâtibi olan ‘‘Husrev’’e yaz emri buyurulmasıyla, Levh-i mahfuz'daki yazılan Kur'ân gibi yazılması ve Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın hak Kelâmullah olduğunu ve bütün semâvî kitapların en büyüğü ve en efdali ve bir Fatiha içinde binler Fatiha ve bir İhlâs içinde binler İhlâs ve hurufâtının her biri on sevaptan, yüz ve bin ve binlere  kadar sevap ve hasene verdiklerini hiç görülmedik ve işitilmedik pek güzel ve hârika bir surette tarif ve ispat eden ve Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın bin üç yüz seneden beri i'câzını göstermesiyle ve muarızlarını durdurmasıyla ve Nur'un gözlere gösterir derecede zahir delilleriyle ve Nur şakirdlerinin elmas kalemleriyle bu zamana kadar misli görülmedik Risâle-i Nur'un dünyaya ferman okuyan risâleleriyle bilhassa  en mütemerridleri ve muannidleri susturan Yirmi’ beşinci Söz ve zeyilleriyle  kırk vecihle i'caz-ı Kur'ânî olduğunu ispat eden. (Şuâ'lar-1, 260) Sâlisen: Bu Ramazân-ı şerifte Kur’ân’ı zevk ve şevk ile okumaya benim çok ihtiyacım vardı. Halbuki elemli hastalığın, maddî ve mânevî sıkıntıların, yorgunluğun ve meşgalelerin te'siriyle telâş ettim. Birden ‘‘Husrev’’in şirin kalemiyle yazdığı mu'cizatlı  cüzler ve mu'cizatlı ve Hâfız Ali ve Tâhirî'ye pek çok sevab kazandıran parlak ve kerametli ‘‘Hizbü'l-Ekber-i Kur'âniye’’yi birbiri arkasından okumağa başladım. öyle bir zevk ve şevk verdi ki bütün o yorgunluklarımı hiçe indirdi. Hiçbir vesveseye meydan vermeyerek, pek parlak bir surette ders-i Kur'âniyeyi onlardan dinlerken bütün rûh u cânımla arzu ettim ve kasd ettim ve azmettim ki: Mümkün olduğu derecede aynı ‘‘Hizbü'l-Ekber-i Kur'âniye’’ gibi mu'cizatlı Kur’ân’ımızı fotoğrafla tab'edelim, inşâallah tab'edeceğiz. اَلْبَقِی هوَ اَلْبَقِی Kardeşiniz Said Nursî (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, 3)

Muhlis AYDINLI 01 Ocak
Konu resmiSelsebil
Kültür ve Medeniyet

NASİHÂT Lokman Hekim’in bazı sorulara verdiği cevaplar:İnsanın en zengini kimdir?Kâmil akıl sâhibi olanlardır.İnsanı hedefine ulaştıran kılavuz nedir? Sabırdır.En büyük zulüm nedir? Şirktir.Hangi tatlıdır ki tadanı öldürür?Şehvettir. En kârlı ticâret nedir? Takvâdır.Hangi ateştir ki sâhibini yakar?Hasettir. Nehirler tuzlu denizde,Yuvaların huzuru kadın itiraz etmeye başlayınca,Sırlar hainin eline geçince,Aileler hayırsız evlat sâhibi olunca sona erer ÇOCUK NEDEN DERS ÇALIŞMAZ Cep telefonu elinden düşmüyorsaOkuldan geldiğinde bilgisayar karşısında saatlerce oyun oynuyorsaÖdev yapmaya gece başlıyorsaİlk sınavı kötü gittiyseKendisi defter tutmuyor, hep başkasının tuttuğu notla yetiniyorsaYol gösteren sistem kurmasına yardım edecek bir bilen yoksa.Ders çalışmaz. NAMAZ Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:Çocuk sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı emredin.Kim bir namazı unutacak olursa hatırlayınca derhal kılsın. Unutulan namazın bundan başka kefâreti yoktur.Hz. Ali’den (ra): “Resûlullah (asm) bana şu tembihte bulundu: ‘Ey Ali! Üç şey vardır, sakın onları geciktirme: Vakti girince namaz (hemen kıl), hazır oluncacenaze (hemen defnet!), kendisine denk birini bulduğun bekâr kadın (hemen evlendir.) KALEM Bir hadisinde “Allah ilk olarak kalemi yarattı.” diyen Sevgili Efendimiz (asm) bir gün ashâbıyla sohbet ederken, yanında bulunanlardan Hz. Hilâl (ra)’a: “Divitin yanında mı?” diye sormuşlar. Onun “Hayır” demesi üzerine: “Yâ Hilâl, diviti (kalemi) yanından ayırma, zîra kıyâmete kadar hayır divittedir.” buyurmuşlardır. Kalem hayırlıdır; ama hayırda kullanmak kaydıyla. Kalem’de kuvvet vardır; ama İlâhî Kudret’e hizmet ettiği müddetçe. “Almanya’da Latin harfleri ile birlikte Alman Gotik harfleri de öğretilir ve bunu bir gerilik (irtica hareketi) saymak hiçbir Alman'ın veya başka bir medenî millet mensubunun hatırından geçmez. Bizdeki devrim yobazlığının eşine cihanda rastlanmaz. Gençlere dünyanın hayran olduğu, Rusya’da heykeli dikilen Fuzulî’yi aslından mı okutmak istiyorsunuz? Mürtecisiniz. Türk tarihinin en büyük faslı olan Osmanlı tarihinin başlıca eserlerini mi okutmak istiyorsunuz? Mürtecisiniz. En ileri anlayışlı Türk şairi Hamid’in birçok eserlerini mi okutmak istiyorsunuz? Mürtecisiniz. Türk gencinin kolay not almasını, kolay yazıp okumasını mı istiyorsunuz? Mürtecisiniz.” Peyami Safa “Bu yüzden çok yazdım!” Mektûbât müellifi, İmam-ı Rabbânî’ye çok uzun yazmasının sırrını sorduklarında şöyle cevap vermiştir:“Bize bütün yazılarımızın âhir zamanda gelecek olan Mehdî tarafından okunacağı ve hepsini makbul bulacağı bildirildi. Bu yüzden çok yazdım.” MÂNEVÎ CİHAD’IN DÖRT ADIMI Îman ve İslâm hakikâtlerini nefsine kabûl ettirmekNefsinin kabûl ettiği hakikâtleri fiiliyata aksettirmekNefsin kabûl ettiği ve fiiliyata aksetmeye başlayan bu hakikâtleri başka insanlara (en yakından en uzağa) ulaştırmak.Îman ve İslâm hakikâtlerini başkalarına ulaştırırken karşılaşılacak zorluklara sabretmek, sebat etmek. YENİ HARFLER, ESKİ HARFLER Hattat Hamid Aytaç merhum, 1973 yılında Paşabahçe Cam Fabrikası’nda tabaklar üzerinde hat yazarken bir askerî heyet gelip fabrikayı gezmiş. Heyetten bir Albay, Hattat Hamid Beyin çalışmasını görüp yanına yaklaşarak:“Hocam! Bu yeni harfleri eski harflerin üslubuna sokamaz mıyız?” diye sorunca Hamid Bey:“Benim ömrüm kâfi gelmez. Şu gördüğün yazılar benim yazım değildir. Bunun koca bir tarihi var. Ta Devr-i Saâdet’ten bugüne kadar, binlerce zekâ bunun üzerine emek vermiştir. Tekemmül ede ede bugüne gelmiştir. Bunun üzerinden bu şekil bir tarih geçerse o zaman olabilir.” diye cevap vermiştir.

Muhammed TARIK 01 Ocak
Konu resmiTarih Sandığı
İbadetSağlık

Âsiye Kur’ân’da Firavun’un hanımı olarak zikredilen Âsiye, hadis-i şeriflerde Hz. Meryem’le birlikte anılmaktadır. Hz. Musa (as), annesi tarafından bir sepete konularak nehre bırakıldıktan sonra Firavun’un saray hizmetçileri tarafından bulunmuş ve saraya getirilmişti. Firavun, Hz. Musa’yı (as) görünce derhal öldürülmesini emretmişti. Ancak Âsiye: “(Bu çocuk) benim için de senin için de bir göz aydınlığı! Onu öldürmeyin! Belki bize faydası dokunur ya da onu evlad ediniriz.” (Kasas, 9) demişti. Hz. Musa (as) Peygamber olduktan sonra, Âsiye O’na îman etmiş ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâ etmiştir: “Rabbim! Senin katında benim için Cennette bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden kurtar hem beni bu zâlimler topluluğundan kurtar!” (Tahrîm, 11) El-Cezerî (1236-1306) Tam ismi Ebu’l-İz bin İsmâil El-Cezerî’dir. Cizre’de yaşayan ve ilmî araştırmalar ve çalışmalar yapan El-Cezerî, 1283 senesinde dönemin Artuklu Hükümdârı tarafından Diyarbakır’a çağrılır. Vefâtına kadar Diyarbakır’da çalışmalarını devam ettirir ve çok önemli buluşlara imza atar. Elektrik kullanmadan sâdece su ve mekanik parçalarla otomatik makineler yapmıştır. Yaptığı makineler; su, buhar gücü veya havanın itiş gücü ile çalışmaktaydı. Bu sebeble bilgisayarın ve otomatik makinelerin babası olarak kabul edilir. Ayrıca Artuklu hükümdarları için çok sayıda saat yapmıştır. Bunlardan en meşhuru ise filli saattir. Yaptığı çalışmalarını, Türkçeye “Olağanüstü Mekanik Araçların Bilgisi Hakkında Kitab” ismiyle tercüme edilen kitapta toplamıştır. Arabca olarak yazılan bu kitabın birer elyazması kopyası bugün Topkapı Sarayında ve Ayasofya Kütübhanesinde bulunmaktadır. Niyazî-i Mısrî Hazretleri Dermân arardım derdime, derdim bana dermân imiş. Bürhân arardım aslıma, aslım bana bürhân imiş. 1618’de Malatya’da dünyaya gelmiştir. Malatya’da küçük yaşlardan itibaren ilim tahsiline başlar ve medreseye devam eder. Tahsilini bitirip icâzet aldıktan sonra da çeşitli câmilerde vaazlar verir. Halvetî Şeyhi Hüseyin Efendi’ye intisab eder. 21 yaşındayken anne ve babasından izin alarak şeyhi ile birlikte Mısır’a gitmek için uzun bir seyâhate çıkar. Gördüğü bir rüya üzerine Mısır’dan İstanbul’a döner. İstanbul’da devrin tanınmış âlimleriyle görüşür. İstanbul’dan Bursa’ya, oradan da Uşak’a gider. Uşak’tan tekrar Bursa’ya döner ve Bursa Ulu Câmi’de vaaz vermeye başlar. Tekkeler aleyhinde yapılan faâliyetlerle mücâdele eder. En son intisâb ettiği şeyhi Uşaklı Mehmed Efendi’nin vefatı üzerine Halvetiye tarikatının Mısriye kolunu kurarak irşâda başlar. Bu arada şöhreti bütün Osmanlı coğrafyasına yayılmıştır. Ne yazık ki uğradığı bir iftira sebebiyle Limni Adasına sürülür. Sürgündeyken 1693’te Limni’de vefat etmiştir. Şiirlerinin yer aldığı Divan’ının yanı sıra birçok eser kaleme almıştır. Birçok şiiri de bestelenerek Tasavvuf Müziğinin önde gelen eserleri arasına girmiştir. Büyükçekmece Köprüsü Büyükçekmece Gölü’yle Marmara Denizi’nin birleştiği noktada inşa edilen köprünün mîmarı, Mimar Sinan’dır. Köprü, dört ayrı köprünün birleşmesinden meydana gelmektedir. İlk köprü 9, ikincisi 5 ve son ikisi ise 7’şer gözden oluşmaktadır. Köprü 635 metre uzunluğunda ve 7 metre genişliğindedir. Köprünün inşâsına Kanunî’nin Zigetvar Seferi öncesi başlanmış ve 1567’de tamamlanmıştır. Mimar Sinan, hâtırâtında Büyükçekmece Köprüsü ile ilgili şunları söylemektedir: “Birkaç marangoz, bir o kadar taşçı, ustalar ve mimarlar topladım. Köprünün her ayağına kalyon gibi birer sanduka çattırdım. Aralarına iki üç adam boyu muhkem kazıklar koydum. Fazla suyu boşaltıp attım. Kazıkların arasına kurşun akıttım.” Köprünün dikkat çekici özelliklerinden biri de kitâbeli balkonlarıdır. Üç Aylık Hakîkî Tahsil Bedîüzzaman Hazretleri, ilim için birçok beldeyi gezdikten sonra Erzurum’a bağlı Bayezid kasabasına gider. Bu esnada on iki yaşındadır. Şeyh Muhammed Celâlî Hazretlerinin yanında ciddî ve hakîkî tahsili yapmaya başlar. Şark medreselerinde okutulan eserlerden biri olan Molla Câmi’den başlayarak 80 ayrı ders kitabını çalışarak üç ayda bitirir. Bunu yaparken de kendine has bir metod uygular. Bu metodu daha sonra 23 senede telif edeceği Risâle-i Nur’da da uygulayan Bedîüzzaman Hazretleri, 23 senelik medrese tahsilini üç ayda tamamlamıştır. Yahudi Katır Birliği Mısır’da 23 Mart 1915'te Osmanlı ile savaşmak için kurulan Yahudi Katır Birliği, beş İngiliz ve sekiz Yahudi subaydan ve 737 Yahudi askerden meydana gelmekteydi. Askerlerinin binekleri katır olduğu için katır birliği ismi verilen bu birlik, 25 Nisan 1915’te Çanakkale Gelibolu Yarımadasına ayak basmıştı. Birliğin askerlerinin bir kısmı, Seddülbahir’de görevlendirilmiş ve İtilaf Devletlerinin askerlerine su, yiyecek ve diğer ihtiyaçları taşımışlardı. Çanakkale Savaşı bittiğinde birlikteki askerlerden 15’i ölmüş ve 25’i yaralanmıştı. Kafkas cebhesinde de Ruslar’la birlikte Osmanlılar’a karşı savaşmak için müracaat eden birliğin Yahudi askerlerinin bu isteği, Rusya’nın 1917’de savaştan çekilmesiyle gerçekleşememişti.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak