57. Sayı: "Geleceğimizin Diyanet'i Daha Farklı Kurulabilir"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiVe Nihayet Şeytanlar Bağlandı, Cennet Kapıları Açıldı...
İbadet

Camilerde ayrı bir parlaklık var bugünlerde. Minareler arasında sevinç kandilleri göz kırpıyor şehrin insanlarına. Ezanlar ayrı bir sükunetle ve arzuyla beklenir olmuş. Çarşı esnafında da ayrı bir hava var. Mevsimlerin değişmesiyle reyonların değişmesi, kıyafetlerin yerlerini mevsimlik olanlara bırakması kabilinden tezgâhlar ayrı bir coşkuya, ayrı bir beklentiye hizmet edecek tarzda düzenlenmiş. Günün en popüler meyvesi hurma. Tatlı dükkânlarının camlarında "Güllaç Bulunur" yazıyor. Eminönü esnafının kasetçileri en güzel seçme ilahileri sergiliyorlar. Kişilerin kıyafetleri, dünya görüşüne, sosyal statüsüne göre -eskiye nispetle- biraz daha farklılaşmış. Ellerinde Mushaf-ı Şerif insanlar ikindi namazına yetişme telaşında koşuşturuyorlar. "Ben sabahları televizyondaki hocayı takip ediyorum" sözleri de var insanların ağızlarında, Allah katında en sevimli koku olarak bilenen ağız kokusuyla. Turizm rota değiştirmiş, Ağustos ayının bütün sıcaklığına rağmen. Yastık altı paralar dışa vurmuş, yetimin, öksüzün hakkı diye. Ülke ekonomisi yüzde on birin biraz üstüne çıkmış, zekât kavramının işletilmesiyle. Sıcak yemek görenler, güler yüzle karşılananlar, Sultanahmet köftecisinde kuyruklar artmış. İnsan yerleşiminden uzaklaştırılmış Sultanahmet, Bayezid, Süleymaniye camileri yerli turist akınına uğramış, hakikaten turist kaldıkları camilere akın eden memleket insanlarınca. Ve Ayasofya... "Hani bana gelen yok mu?" diye söylenirmiş, yabancı turistlerin abdestsiz ayakları altındaki işkencesiyle. Hâsılı dostlar, Ramazan gelmiş memlekete. Meğer her şey bundan dolayı bir başkaymış. İnsanlar biraz daha farkındaymış. Farkındalık biraz daha kavramlaşmış. Ve dostlar, şeytanlar bağlanmış, cennet kapıları açılmış. Taşlar salınmış mı bilinmez ama köpekler bağlanmış... RAMAZAN DEYİNCE... Ramazan deyince hemen herkesin aklına aç kalmak, iftarı dört gözle beklemek ve akşam güzel -ya da açlığın verdiği hüsn-ü nazarla güzelliğini fark ettiğimiz- yemekler yemek gelir. Ramazanda ancak hatırlayabildiğimiz açlık meselesinin hayatımızda daha fark edilir bir yer edinmesi ise, fark edilmesi ve anlaşılması gereken ayrı bir meseledir. Çünkü aç kalmakla insanın öğreneceği, beden ve ruh selametinin kazanılacağı birçok hikmetler vardır. Bu yazımızda açlık üzerinde de durmak ve bu konuda sizlerle hasbihal etmek istiyorum. Maddi bedenin ve yaşayışın merkezinde mide vardır. Beden ise, insanın maddi dünya ile ruh iletişimini sağlayan bir özelliğe sahiptir. İnsan midesinin -yani açlık ve tokluğun- durumu, mideyi besleyen nimetlerin vasıfları, insan ile ilgili birçok meselenin anlaşılmasına da katkı sağlayacaktır. İnsan bedeni, hemen her gün -ara öğün ve atıştırmaları saymazsak- üç vardiya halinde çalışmaktadır. Bu halde çalışan bir mide de; kendisine -tatil ve dinlenme anlamında- maalesef bir zaman bulamamaktadır. Bu durum ise, uzun vadede mideye sıkıntı olmaktadır. Sürekli dışarıdan besin alan mide, Allah'ın izni ve kudretiyle bu besinleri işlemekte ve bedenin her yerinde bulunan hücrelere ulaşacak hale getirmektedir. Besinlerin işlendikten sonra ortaya çıkan fayda ve neticeleri bedenin değişik yerlerine ulaşmakla, insanın bedenî yönü ön planda tutulacaktır. Yani sürekli bu maddi alış-verişle muhatap olan insan bedeninde her an maddi düşünceler, dünyevi arzular uyanık olacaktır. İnsanın dünyayı ve içindekileri algılaması ve onlarla muhataplığı da bu yapı üzerinden gerçekleşecektir. Buna belirli zamanlarda ve oranlarda ara vermeyen insan ise, yokuş aşağı yuvarlanan bir çığ gibi, hem düşünce hem de madde itibariyle her gün hem hızlanacak hem de büyüyecektir. Bu, şu demek: İnsan hayatının merkezinde mide vardır. Sürekli mideye yatırım yapan bir insan, bencil olacaktır. Başka insanları umursamayacaktır. Sömürge devletleri artacak, dünya insanlarının bir kısmı sürekli sıkıntı çekecektir. Savaşlar devam edecektir. Toplumda ve dünyada diğerkâmlık unutulacaktır. İnsanlık milyarlarca nüfusa rağmen tekil olarak yaşayacak, hayvan gibi ölecektir. İnsanlık insan kavramından çıkacak, hayvanî ve bedenî yönünü ön plana çıkararak bütün dünyayı da bu bakış açısına göre dizayn etme gayretinde olacaktır. Kendini bir süreliğine aç bırakmayan insan, bütün insanlığı, bütün zamanlar boyunca aç ve perişan edecektir. İnsanlığın en batıl inançlarında bile açlıkla terbiye metodu vardır. Beden zindanında sıkışan ruha rahat bir nefes aldırabilmek için beden belirli zamanlarda veya aralıklarla aç bırakılmıştır. Sıklaşan ve yoğunlaşan beden faaliyetlerinin azaltılmasıyla, ruha ait fonksiyonlar öne çıksın istenmiştir. Nefsin azgın yapısı altındaki nazdarlığına bakılmadan icra edilen bu faaliyet, bakış açısı ve niyete göre çok çeşitli faydalar vermiştir. Bu çerçevede görülmüştür ki; midenin tatil yapmasıyla, bütün beden tatile çıkmıştır. Midenin faaliyetini azaltmasıyla, maddi bedenin faaliyetleri de azalmıştır. Azgınlaşan nefisler biraz durulmuştur. İnsan, etrafını, diğer canlıları ve hemcinslerini fark eder hale gelmiştir. İnsandaki melekî latifeler (ruha ait özellikler) daha da belirginleşmiştir. İnsanın yardımlaşma, acıma, paylaşma, empati hisleri gelişmiş, dünya daha yaşanır bir hale gelmiştir. Belki de en önemlisi, insan başıboş olmadığını, bütün nimetlerin aslında kendinden başka bir sahibinin var olduğunu fark etmeye başlamıştır. Yeri geldiğinde onlardan uzak kalabilmekle, bir gün tamamen uzak kalacağını anlamakla, onları makul çerçevede daha kalıcı kılabilmenin yollarını keşfe başlamıştır. NE YERSEN O'SUN! İnsanın dünyevi ve uhrevi hayatının selameti boğazdan geçer, derler. İnsanlık yediği nimetlerin çokluğuna ve içeriğine dikkat etmediği için, dünyadaki en mühim sıkıntılardan birisi, sağlık problemleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Obesite gün geçtikçe hayatımızda yer eden bir aşırı yeme hastalığıdır. Hazımsızlık ve buna bağlı gelişen hastalıklar da cabası. Tüketim felsefesinin getirdiği kısır döngü de ayrı bir komedyadır. Önce tıka basa yemek için yeme-içme mekânları, sonra da onları eritmek, vücuda olan zararını gidermek için kurulan fitness salonları, yürüyüş parkurları, koşu bantları ve bir de maden suları. Dışı süs, içi pis tüketim maddelerine ne demeli peki? Kendi elimizle köküne kezzap suyu döktüğümüz insanlığımız, neslimiz ve hayatımız. Zararlı madde içeren olarak tanımlananların haricinde kalan ve tamamen sanayi ürünü olup sağlığımızı tehlikeye atan maddeler... Bizi her gün biraz daha öldüren ve uzak duramadığımız şeyler... Elbette bir de dinen yasak kılınmış ve uhrevi hayatımızı ve dünyevi hayatımızı felakete sürükleyen -başta domuz mamulü- yiyecekler... Söyler misiniz, bir şeyleri öğrenmek için illa kaybeden mi olmak zorundayız? Aklımızı, fikrimizi kullanarak öğrenmeyi ne zaman öğreneceğiz? İnsan hayra da şerre de kabiliyeti olan bir varlıktır. İnsan denen varlığın ağzından ne girerse, fiilinden, hareketlerinden o çıkacaktır. İnsanı insan yapan -bir cihette- yiyip içtikleridir. Bir gün siz de "Bu insanlığa ne olmuş böyle?" diye sorarsanız, cevabı başka bir soru olacaktır: "İnsana yedirdiğiniz şey nedir?" 2011 RAMAZANI VE YENİ DÜNYA 2011 Ağustos'u, seher vakti. Sahur yapılmış ve ben balkondayım. Yok yok balkon konuşması yapmayacağım. Sadece balkondayım. Sabah ezanını bekliyorum. Ruhu serbest bırakma, maddi sınırların sınırladığı beden kafesinden lahuti âlemlere yol bulma ameliyesi adına niyetler aramaktayım. Orucuma niyet edeceğim. Akşam top, tüfenk "Allahü Ekber!" diyene kadar da yasaklı olacağım. Ya da şöyle söylemeliyim: Akşam ezan okunana kadar Allah'ın emri doğrultusunda onun rızasını kazanabilmek ümidiyle, yeme-içmeden uzak durmakla birlikte, kötü ahlakı üretecek her türlü hal ve tavırdan uzak durma gayretinde bulunacağım. Sabah ışıklarıyla birlikte yeni bir dünyaya uyanacağım. Güneş ışıklarının yeni müjdelerine muntazıran nesime müteveccih olup derin bir nefes alacağım. Sonra seherde yaptığım duama bir kez daha "Âmin!" diyeceğim. Özür, gece yaptığım duamı merak ettiniz değil mi? Evet evet onu da yazayım ve sizin de "Âmin!" demenizle yazımı kapatayım. Ya Rabbi! 2011 miladi yılı, çok güzelliklerin başlangıcı olacağı müjdelerini barındıran bir yıl ve ben bu yılın Ramazanında, senin huzurunda, senin rızan için iyi niyetler peşindeyim. Allah'ım ay da, yıl da, nimet de senin. Sen ne dersen o olur. Bütün Müslümanların, bütün insanlık faydasına olacak hayırlı ve samimi oruç halini rızana dâhil etmekle kabul buyur. Nasıl ki mide tatil olmakla beden ve bedeni arzular frenleniyor ve insanın hakiki insan tarafı öne çıkıyorsa, bu oruç ibadeti vesilesiyle insanlığın insanlık yönünü öne çıkar Allah'ım! Ve zalimlere zalimliklerinden kurtarmakla, mazlum insanlara da zulümden kurtulmakla ferec ver. Bu yılımızı ve bu sabahımızı fecr-i sadık eyle. Âmin!

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Ağustos
Konu resmiGeleceğimizin Diyanet'i Daha Farklı Kurulabilir
Mülakatlar

Mülakat: Mehmet GÖRMEZ Diyanet İşleri BaşkanıMülakatı Yapan: Cihangir İŞBİLİR Metin UÇAR ÜÇ AYLAR MESAJIÜç Aylar'ın içindeyiz. Öncelikle bu konudaki mesajınızı ve tavsiyelerinizi öğrenmek isteriz.Bu aylar biz Müslümanlar için, zamanı nasıl bereketli kullanmamız gerektiğini bildiren aylardır. Akıntıya kürek çekmeden zamanı doğru kullanmamız gerektiğini öğretir. Kur'ân ayı Ramazan'a hepimizi hazırlar ve Ramazan ile her yıl Kur'ân'ın yeniden nüzulünü yaşatır. Manevi arınma ile birlikte Kur'ân'ın bilgisi ile aydınlanmamızı sağlar. DİYANET'TE YENİ VİZYON Diyanet İşleri Başkanlığı, milletimizin daima güven ve teveccühüne mazhar olmuş mühim bir müessese. Siz, Diyanet işleri Başkanlığı'nın vizyon ve misyonunu inanç ve değerler eğitmi noktasında nasıl görüyorsunuz? Diyanet İşleri Başkanlı-ğı'nın milletimizin güven ve teveccühüne mazhar olduğu doğrudur. Ancak her hizmetini bir mazhariyet ve teveccühe layık bir şekilde yerine getirdiğini söyleyemem. Her hizmetimizi yeniden gözden geçirmek, her iş kalemini yeniden almak en büyük arzumuzdur. Zira son yıllarda Türkiye'nin komşu, bölge ve dünya ülkeleri ile ilişkileri arttıkça dünyadaki tüm Müslümanlar bizden hizmet talep etmektedir. Bunu da dikkate almak zorundayız. Camilerimizde verdiğimiz hizmetlerin pek çok kusuru olduğunu biliyoruz. Vaaz ve irşad dilimizin eskidiğinin farkındayız. Çocuklara, gençlere, ailelere ulaşacak yollarımızın azaldığını görüyoruz. Kürsülerde verdiğimiz bilgiler eksik, dilimiz ve üslubumuz yeniden gözden geçirilmeyi gerektiriyor. İnanç ve değer eğitimi açısından bütün bunlarda yeni çalışmalarımız olacak. YENİ DİYANET TEŞKİLAT KANUNU Geçtiğimiz yıl kabul edilen Diyanet Teşkilat Kanunu ne gibi değişiklikler öngörüyor? Diyanet Teşkilatına yansımaları nasıl olacak? Sizce bu yasayla gelinen nokta yeterli midir? Gelecek için nasıl düzenlemeler yapılabilir? Yeni konum hem kurumun, hem milletimizin hem de dünyadan bize yönelen talepler dikkate alınarak hazırlandı. Her birim bir Genel Müdürlük olarak yeniden teşkilatlandı. Yeni Kanun Akademi gibi çalışacak ve bilgi üretecek bir Din İşleri Yüksek Kurulu öngörüyor. Dini Yüksek İhtisas Merkezi ile bilgi ve eğitimi seviyemizi daha yukarı noktalara çıkarmamızı gerektiriyor. Ancak gelinen noktayı yeterli görmüyorum. Zira, müstakil bir yasa olarak değil eski yasanın biraz iyileştirilerek tadili yahut mevcut durumun biraz daha iyileştirilerek yasallaşması öngörüldü. Bu hâl mevcut hâlimizin Diyanet'i olabilir, ancak geleceğimizin Diyanet'i daha farklı kurulabilir. KONULU KUR'ÂN TEFSİRİ PROJESİ Toplumumuzun Kur'ân'la buluşturulması için başkanlık projeleri hakkında bizleri bilgilendirebilir misiniz? Başkanlığımız 2010 yılını Kur'ân Yılı ilan etti. Etkinlikler bu yıla taşarak devam ediyor. Çok zamanlı Kur'ân eğitimi projesiyle günün her saatinde Din Görevlimiz 10 kişilik bir grup kurarak Kur'ân eğitimi verebilir. Konulu Kur'ân tefsiri projesini bu dönemde gerçekleştirerek Kur'ân'ın manası ile bütünleşme yolunda önemli adımlar atılacak. Bu konuda teknolojiden daha etkin yararlanmanın yolları aranacaktır. YAZ KUR'ÂN KURSLARI Yaz Kur'ân kursları ve camilerin daha cazip hale getirilmesi için birtakım çalışmalar ve düzenlemeler yaptığınızı biliyoruz. Yaz çalışmalarına 1,5 milyon civarında çocuğumuzun katılım sağladığını düşünürsek, geri kalan insanlarımıza ulaşabilmek ve onların bu ihtiyacına destek olmak adına Diyanet İşleri Başkanlığı'nın plan ve programı nedir? Camilerimiz bu ihtiyacı karşılamak üzere yıl boyunca aktif olabilecek birer eğitim ve danışma merkezi haline getirilebilir mi? Yaz Kur'ân Kursları Diyanet İşleri Başkanlığı'nın en önemli hizmetlerindendir. Zira her bölgeden her kesimden çocuklarımız iki ay boyunca mabet ortamlarında mihrap, minber, cami, minare ikliminde Kur'ân ile tanışıyor. Hz. Peygamber'in hayatı ile birlikte temel dini bilgiler alıyor. Okullarda din öğretimi var; ancak din eğitimi yok. Çocuklarımız bu kurslarda ilk defa din eğitimi alarak abdest almayı, namaz kılmayı öğreniyorlar. Bunun yanında iyi bir insan iyi bir evlat olmanın yollarını pekiştiriyorlar. Camiler çok zamanlı kurs sistemi ile bu hizmeti yaygınlaştıracaklar. İSLÂM ÜLKELERİ DAİRE BAŞKANLIĞI Türkiye, tarihi ve kültürel derinliği sebebiyle tüm İslâm dünyası ile alakadar. Bu noktada Türkiye'den büyük beklentiler var. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak İslâm dünyasına bakışınız ve yeni dönemde İslâm ülkeleri ve gayr-ı Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlara yönelik çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz? Başkanlık olarak biz artık hizmetlerimizi planlarken sadece Türkiye'yi düşünme lüksüne sahip değiliz. Asya'daki, Balkanlardaki, aynı tarihi, aynı kültürü, aynı inancı paylaştığımız milletler hem din eğitimi, din hizmetleri ve dini yayınlar alanında bizden hizmet bekliyorlar. Artık dünyada bir Müslüman azınlığa sahip olmayan hiçbir ülke kalmadı. Bu azınlıklar hem dinlerini korumak, hem de öğrenmek için pek çok ihtiyacı dolayısı ile kapımızı çalmaktadır. İslâm ülkeleri ile yeni dönemde kurulan siyasi, sosyal ekonomik ilişkiler dini, manevi, kültürel, kardeşlik ilişkileri ile pekiştirilemez ise heba olabilir. Onun için ilk defa Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde İslâm Ülkeleri Daire Başkanlığı kuruldu. RİSÂLE-İ NUR'UN EHEMMİYETİ Tahkiki imanı ders veren Risale-i Nur eserlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Modern zamanlarda iman hakikatlerini anlatmak ve insanın anlayabileceği bir dil ve üslup ile anlaşılabilir kılmak güçleşmiştir. Kur'ân'ın ayetlerini Kâinatın ayetleri ile yoğurmalı din ile müsbet ilimi telif etmek başka bir ifade ile müsbet ilim dediğimiz şeyler ilahî Kanunların bir parçası olduğunu anlatmak, akıl ile vahy arasına gerilen perdeleri kaldırmak herkesin kârı değildir. İşte İman tarihimizin en zor zamanlarında Risale-i Nur bunu gerçekleştirmiştir. Hem de milletimizin bir değeri olarak ortaya çıkmıştır. "İSLÂM DÜNYASI'NDA BİR ÂLİM SORUNU VAR" Diyanet İşleri Başkanlığı'nın sizin döneminizde bizleri ziyadesiyle memnun eden bir İslâm İlimleri Fakültesi Projesi var. Bu fakültenin amacı ve gelinen nokta hakkında bilgi verir misiniz? Bütün dünyada ve İslâm dünyasında İslâmi ilimlere ihtiyaç şiddetle artmış bulunuyor. İslâm dünyasının bir âlim sorunu olduğuna inanıyorum. Hem geçmiş mirası geleceğe taşımakta, hem de İslâm'ı asrın idrakine sunma konusunda, meydan okumalara karşı koymada ilmi bir yetersizlikle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Bugün bütün dünyaya İslâm Âlimi yetiştiren Ezher, Medine İslâm Üniversitesi, Pakistan İslâmabad İslâm Üniversitesi, Malezya İslâm Üniversitesi gibi önemli kurumlar yetmemeye başladı. İstanbul'da uluslararası nitelikte bir İslâm Üniversitesine ihtiyaç var. Bu fakültenin bir başlangıcı olduğunu düşünüyorum. "SÖZÜN GÜCÜNE İNANIYORUM" Yine zât-ı âlinizin döneminde bir televizyon kanalı kurulacağı da basına yansıdı. Bu konudaki gelişmeler ve planlamanız hakkında bilgi verir misiniz? Ben hâlâ sözün gücüne inananlardanım. Ancak modern zamanlarda sözü, görsel yayın desteği ile güçlendirmek gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Din Eğitimi amaçlı bir radyo ve TV yayınına ihtiyaç oldu. Bu ihtiyacı vatandaşlarımız her fırsatta talep ettiler. Altyapı hazırlıklarımız devam ediyor. Önce bir radyo yayını ile başlayacağız. Tamamlanınca TV yayınına da geçeriz inşallah.

Mülakatlar * 01 Ağustos
Konu resmiHer Ramazan Özeldir
İbadet

Bir filozof asırlar öncesinde "Aynı nehirde iki kere yıkanamazsınız." derken dünyada herşeyin aktığını, değiştiğini anlatmak istiyordu. Gerçekten dünyada herşey hareket hâlindedir ve her şey su gibi akar. Zaman nehrinde bütün kâinat durmaksızın bir akışın içinde hareket eder, gider. O yüzden ne ikinci kere yıkandığımız nehirin suyu, az önceki nehirin suyudur, ne de biz, az önceki yıkanan eski biziz. Herşey bir daha aynısı olmayacak, bir daha tıpkısı yaşanmayacak bir şekilde değişir. Mesela, bu satırları yazan ben ve okuyan siz, yazının başlangıcındaki kimseler değiliz. Zîra, bedenimizde sâniyenin binde biri gibi kısacık bir sürede binlerce hücre öldü. Yeni, ama farklı hücreler onların yerini aldı, bu hücreler ölen hücrelerin aynısı değil, sâdece benzerleri. Yani sizin anlayacağınız dehşetli bir süratle, bir daha geriye dönmemecesine değişiyoruz, yaşlanıyoruz. Öyle ki, zaman nehrinin mahkumu olarak akıntının içinde herşeyle birlikte âhirete doğru akıp gidiyoruz. Yine sözgelimi, bugün kıldığımız sabah namazının aynısını bir daha asla kılamayacağız. Rabbimiz ömür verirse belki, bir benzeri sabah namazını aynen olmasa da mislen kılabiliriz. Eğer sabah namazını kaçırdıysak, artık o sabah namazını edâen kılmaktan değil, kazâen kılmaktan bahsedebiliriz. Zîra yarın doğacak güneş farklı bir güneş olacak, başka bir günün müjdecisi olarak doğacak. O yüzden; yarınki sabah, bugünkü sabah olmayacak ki, ondaki sabah namazı da bugünkü sabah namazının aynısı olsun, tıpkısı olsun. Evet, bu hakikat iledir ki her yeni gün, herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Her dogan güneş hepimize farklı bir fırsatın başlangıcıdır. Her yeni zaman beraberinde kaçırılmayacak yeni bir imkândır. Her aldığımız nefes fırsat eldeyken değerlendirilmesi gereken bir hazinedir. Her yeni soluk hakkını vermemiz gereken bir emânetdir. Evet, bütün kâinatı etkileyen bu esaslı hakikat, Ramazan-ı Şerif için de câridir, geçerlidir. Her yeni Ramazan, herkese yeni bir âlemin kapısıdır. Her yeni Ramazan, yeni fırsatların başlangıcı olarak gönderilir. Her yeni Ramazan, sâdece ama sâdece bir kez yaşanmak için gelir. Her Ramazan rahmetlerini, bereketlerini yalnızca bir defa insanlığa dökmek için gaybden gönderilir. Bütün Ramazanlar telâfisi mümkün olmayan imkânlarla dolu olarak gelir, âdeta bir trenin vagonları gibi yükünü dünyamıza boşaltır, istifâde eden eder. Yani açıkça söylemek gerekirse her Ramazan ayı tek kullanımlıktır, kendine özgüdür, kendince özeldir, tekrarı, devredilmesi, depolanması, dondurulması, durdurulması bizce mümkün olmayan bir fırsatlar pazarıdır. Hem bütün Ramazanların şahsa özel bir yanı da vardır. Aynı Ramazan ayı, bazı insanlardan memnun kalır, râzı olur. "O ne güzel kul ki benim kıymetimi taktir etti.", "Ne mutlu o insana ki; beni âhiret ticâreti için bir fırsat bildi", "Beni hakkında hayırlara vesile kıldı.", "Ben ondan râzıyım, Sen de ondan râzı ol yâ Rab" der. Maalesef aynı mübârek ay bazılarından ise, râzı olmaz, hoşnut ayrılmaz. "Yazıklar olsun ona, benim hakkımı vermedi, beni ihya etmedi.", "Benim vesilemle günahlarını affettirmesi mümkünken ne yazık affettiremedi." diye o kişiden Ramazan'ın Hâlıkına şikâyetçi olur. Evet, aynen böyledir; her Ramazan, bir ay gibi uzun bir müddet aramızda kalır, bizlerden ya râzı olarak ya da şikâyetçi olarak gider. Ama pek çok maddî ve mânevî hâfızalarda da kaydedilir. Ta ki mahşerde lehimizde veya aleyhimizde şâhid tutulsun diye. Ve sonra o Ramazan dünyaya bir daha geri dönmez. "Giden gelmez, gelen gider." hakikatı o Ramazanı da alır götürür. Mâdem hâl böyledir, haydi o zaman; var mısınız, bir daha aynısı gelmeyecek bu Ramazan ayını secdelerle, oruçlarla, sadakalarla ihyâ etmeye? Var mısınız bu eşsiz Ramazan'ın her ânını, ibâdetlerle süslemeye? Var mısınız bu Ramazan ayını salât ü selamlarla şenlendirmeye? Var mısınız bu Ramazan'da "işti, güçtü." demeden doya doya Kur'ân okumaya? Var mısınız belki, bir daha benzerini yaşayamayacağımız sahurları, iftarları, terâvihleri zevketmeye? Var mısız bir daha tıpkısı olmayacak böyle bir Ramazan'ın gündüzlerinin ve gecelerinin hakkını vermeye? Var mısınız Rabbimizin "Bin aydan daha hayırlıdır." diye müjdelediği Kadir Gecesi'ni çoluk çocuğumuzla tüm Ramazan'da aramaya? Var mısınız sâdece midemize değil, bütün duygularımıza; gözümüze, kulağımıza, kalbimize, hayalimize, fikrimize de oruç tutturmaya.? Var mısınız nefsin esâretinden kurtulup bu Ramazan'ı tezekkürün, tefekkürün, teşekkürün sembolü yapmaya? Var mısınız "sıcaktı, güneşti." mâzeretine sığınmadan bu Ramazan-ı Şerif'i hakkımızda en hayırlı, en bereketli kılmaya? Ve nihâyet Var mısınız bu Ramazan'ı sanki son Ramazanımızmış gibi derinlemesine yaşamaya ve yaşatmaya? Son olarak, Ey Rabbimiz! Peygamber Efendimize ve onun âl ve ashâbına Senin râzı olacağın ve Efendimizin (asm) lâyık olduğu bir rahmetle, bütün Ramazanlarda okunan Kur'ân harfleri adedince salât ve selâm ediyoruz, kabulünü can u gönülden niyâz ediyoruz. Âmîn. Yâ Rabbenâ! Bu Ramazan ayının ve gelmiş ve geçmiş tüm Ramazan aylarının hürmetine, bizleri, âilelerimizi, kardeşlerimizi, ülkemizi, hasseten bütün ehl-i îmanı Kur'ân'ın, sünnetin, Ramazan'ın feyzinden ziyâdesiyle hissedâr ve nasibdâr eyle...Âmîn. Âmîn. Âmîn.

Ayhan Mirza İNAK 01 Ağustos
Konu resmiRisâle-i Nur'dan Kendimizi Nasıl Yetiştirebiliriz?
Risale-i Nur

Risâle-i Nur medreselerinde 'Yaz Çalışması' dediğimiz yetişme programlarının başladığı bu aylarda cevabı daha da büyük bir önem arz eden bu suale kısaca; çok merakla, ciddi gayret ve sadâkatle, bolca okuyup dinlemekle ve sistemli çalışmakla diye cevab verebiliriz. Bu kısa cevabın izahı için, yetişmenin maddî ve mânevî sebeblerini iki başlık altında inceleyeceğiz. Risâle-i Nur'dan yapılacak ilmî çalışmalardan iyi bir verim alınabilmesi için, öncelikle mânevî ve ruhî bazı şartların yerine getirilmiş olması gerekir. Bu nedenle önce mânevî sebeblerden başlıyoruz. Risâle-i Nur'dan Yetişmenin Mânevî Sebebleri 1- Merak: Bedîüzzaman Hazretleri "Merak ilmin hocasıdır." der. Hakikaten insan, en iyi merak ettiği şeyi öğrenir. Merakın verdiği ilgi ve muhabbetle elde edilen bir bilgi, hem çok iyi anlaşılır, hem de zihinde çok iyi yerleşir. Talebeler, okul hayatlarında merak duydukları dersleri, zor da olsa kolayca geçtiklerini, merak veya sevgi duymadıkları derslerde, basit de olsa nasıl zorlandıklarını iyi bilirler. Bu yüzden, kişi kendisine Allah'ın bir ihsanı olan merak duygusunu lüzumsuz şeyler üzerinde israf etmeyip ilim tahsili üzerine yönlendirmelidir. Merakı artırıcı ve canlı tutucu tedbirler almak da bu noktada çok çok faydalı olacaktır. Mesela mütâlaa esnasında aklımıza takılan sualleri, bir yere kaydederek veya zihnimizde taşıyıp erbabı ile karşılaştığımızda sormak ya da ilmî müzâkere ortamlarına rağbet etmek gibi... 2- Ciddi Gayret: İlmi taleb için ciddi ve ihlâslı bir gayret içinde olmak lâzımdır. Arabca bir atasözünde "Men talebe ve cedde, vecede" denilmiştir. Üstad Bedîüzzaman'ın bu atasözüne verdiği mânâ şudur: İhlâs ile kim ne isterse Allah verir."(1) Yine "Allah'ın ilmi isteyene, zenginliği ise kendi dilediğine vereceği" meşhur bir sözdür. İlim için gereken ciddi taleb ve gayreti göstermeden arzu edilen derecede yetişilemeyeceği açıktır. 3- İstikrar: Söz konusu ciddi çalışmanın sarsılmaz bir sebat ve istikrarla devam etmesi de şarttır. Bir zaman gayrete gelip ciddi çalışmak, daha sonra bu hâli kaybetmek ve kısa süren gayretlerin ardından uzun kopuşlar yaşamak gibi istikrarsızlıklara düşmemek için dikkatli olmalıdır. İstikrarlı çalışma, ilim tahsili gibi her şeyde de çok mühim olduğundandır ki, Resul-ü Ekrem Efendimiz (asm), "Bilin ki, Allah katında amellerin en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır." (2) buyurarak Müslümanları, işlerinde devamlı ve istikrarlı olmaya teşvik etmiştir. 4- Sadâkat: Risâle-i Nur talebeliğinde sâdık olmak da bu kıymetli marifetullah derslerinden yetişmenin mühim bir şartıdır. Sadâkatin kerâmeti vardır. Sâdık talebe olmak, o marifet ve hakikatlerin bizlere açılmasına bir vesile olur. Sâdık dostların arasında fazla mesafe olmadığı gibi, Risâle-i Nur da sâdık talebelerine kendini daha fazla açar. Bedîüzzaman Hazretleri'nin meşhur Yazı Mektubu'nda, "Bir sene bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan bu zamanın mühim hakikatli bir âlimi olabilir." (3) demesi dikkate şâyandır. Üstad'ın bu cümlede, yalnız anlamayı yeterli görmeyip kabul etmeyi de ilâve etmesi bu sadâkate işâret ediyor denilebilir. Yani, Risâle-i Nur'u sadâkatle okuyan âlim olabilir, başkası olamaz demektir. 5- Duâ: Her hayırlı işimizde duâ ile Allah'tan yardım istemek en büyük kulluk vazifelerimizden biri olduğuna göre, elbette hayırlı bir ilim için de Allah'a çokça yalvarmamız gerekir. Kur'ân-ı Kerim'de "Rabbim! İlmimi artır! de!" (4) buyurarak bizzat Yüce Rabbimiz bizlerden ilim için duâ etmemizi istiyor. Biz de bu kudsî emre uyarak ilmimizi artırması için hep duâ etmeliyiz ve Nur Talebeleri'nin dâimî bir duası olan "Allahım! Bize sevdiğin ve razı olduğun şekilde Kur'ân'ın sırlarını öğret ve bizi her an ve zamanda Kur'ân'ın hizmetinde muvaffak eyle." diye beş vakit namazımızın ardından içten gelerek yalvarmalıyız. Rabbimiz rahmetiyle duâlarımızı kabul buyurur inşaallah... Risâle-i Nur'dan Yetişmenin Maddî Sebebleri 1- Osmanlıca okuma süratini hızlandırmak: Risâleleri Kur'ân harfleriyle yazılmış olan asıl nüshalarından okuyor isek, öncelikle Osmanlıca okuma süratimizin iyi bir seviyeye gelmesi lâzım. Ta ki zihnimiz, cümlelerin bütününe çabuk ulaşıp mânâyı kolayca kavrayabilsin. Ayrıca, Kur'ân'ın mukaddes harfleri ile yazılmış olan Risâlelerin asıl nüshalarından daha fazla feyiz alındığı malum ve meşhur bir hakikattir. Bunun gibi, o kudsî harflerin bereketiyle, Risâlelerden alınan feyizlerin daha kalıcı ve ruhu daha terbiye edici bir ilim olarak zihinlere yerleşeceği de bir gerçektir. 2- Osmanlıca lügat bilgisini artırmak: Osmanlıca lügat bilgimizin gelişmiş olması Risâleleri anlamayı hızlandırmak için şarttır. Öyle olmalı ki bir lügati gördüğümüzde, mesela ‘fevk' kelimesini gördüğümüzde, zihnimiz hiç duraksamadan "üst" mânâsını anlamalıdır. Lügatlere vukufiyette bu seviye yakalanmadıkça, mütâlaa ettiğimiz sayfaya ince bir sis perdesi arkasından bakmış gibi oluruz. Bu da anlatılan mânâları hakkıyla anlamamıza engel olur. 3- Risâleleri gazete gibi aceleyle okumamak: Okurken acele etmeden, kelimeleri, cümleleri anlaya anlaya ilerlemek. Birkaç satır ilerledikten sonra, geri dönüp anlatılanları zihninde toplamak. Anlaşılamayan yerleri bir yere kaydederek bilenlere sormak gerekir. Risâleleri bu şekilde teenni ve özenle okuma gereğine işâretle Hazret-i Üstad, "Risâleleri gazete gibi okumayınız." der. Bizleri acele okumaya sevk eden şey, daha çok sayfa okuma düşüncesidir. Hadiste bildirildiği gibi, "Teenni Allah'tan, acele ise şeytandandır." (5) Şeytan, yapılan işlerin kalitesini düşürerek o işin hayra hizmetini engellemek için, insanı dâima aceleye teşvik eder. Şeytan'ın bu desisesine karşı uyanık olmak lâzımdır. 4- Çok okumak: Teenni ile yapılan bu asıl mütâlaanın yanında, ikinci bir mütâlaa tarzını ayrıca sürdürmek de çok faydalı olacaktır. O da yukarıdakine nispetle daha hızlı bir okumadır. Bu tarz ile daha çok sayfa ilerleyerek hem Osmanlıca denilen İslâm harfleriyle okumayı hızlandırmak, hem Risâle-i Nur'un üslubuna iyice alışmak hem de Risâle-i Nur'un geneli hakkında daha çabuk ve daha çok malumat sâhibi olmak gibi faydalar temin edilmiş olur. Fakat bunda dahi mânâdan bütünüyle kopmamaya dikkat edilmelidir. 5- Her gün düzenli okumak: Düzenli mütâlaalar yaparak, hem Risâleyi anlama kabiliyetimizi, hem de bilgilerimizi artırabiliriz. Nur Talebeleri'nin mürşidleri, Kur'ân hakikatlerinin mânevî bir tefsiri olan Risâle-i Nur'dur. Bunu dâima zihnimizde bulundurarak, hemen her gün o şeyhimizin ders ve terbiyesini, Risâlelerin kapağını açıp okumakla almamız gerektiğinin farkında olmalıyız. Buna teşvik için, Hazret-i Üstad meşhur Şeker Mektubu'nda şöyle der: Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam, hangi Risâleyi açsa; benimle değil, Kur'ân'ın hizmetkârı olan Üstad'ıyla görüşür ve îman hakikatlerinden zevkle bir ders alabilir." (6) 6- Elinde kalem bulundurmak: Okuma esnasında elinde muhakkak kalem bulundurmalı, uygun yerlere notlar alınmalıdır. Eğer kitab üzerine not alıyorsak, sayfada kirli, çirkin bir görüntü oluşmamasına dikkat edilmelidir. Bu hem okunan Risâleye hürmetin, hem sonraki zamanlarda o notlardan faydalanabilmenin bir gereğidir. Önemli gördüğümüz kelimeler renkli kalemlerle boyanabilir. Bu şekilde elinde kalemle okumak dikkati hep canlı tutacaktır. 7- Fihrist çıkarmak: Fihrist çıkarmak için ayrı bir defter tutmak. Okuduğumuz Risâlelerin kısa fihristlerini çıkarmak, hem hangi bilginin nerede bulunduğu noktasında daha bilgili olmaya, hem o Risâledeki tafsilatlı bilgilerin kısa cümleler altında hıfz edilmesine hizmet eder. Bu noktada yeni basılan Risâlelerin başlarına konan fihristlerden de yazmak veya ezberlemek gibi güzel çalışmalar yapılabilir. Bedîüzzaman Hazretleri'nin bütün Risâlelerin tafsilatlı bir fihristini çıkardığı Onbeşinci Lem'a ve Onuncu Şua Risâlelerinden oluşan ‘Fihrist Mecmuası' da bu noktada çok faydalı olabilecek bir eserdir. 8- Özet çıkarmak: Fihrist çıkarmaktan daha ileri bir çalışma ise, okuduğumuz yerin kısaca özetini çıkarmak ve bu özetlerden oluşan bir defter tutmaktır. Bu çalışma çok çok faydalı olmakla beraber, epeyce zaman alacağından mütâlaa miktarını oldukça düşürebilir. Bunu mütâlaa için bolca zamanı olanlara ya da bir Risâleyi iyice anlamak ve hâkim olmak isteyenlere tavsiye edebiliriz. 9- Ders ve toplu mütâlaalara katılmak: Bolca Risâle-i Nur dersi dinlemek ve bir Risâleyi anlamak için yapılan toplu mütâlaalara katılmak, Risâle-i nur'dan yetişmenin en kestirme yollarındandır. Ders dinlemek, Risâle-i Nur'dan daha yetişkin olanların bilgi ve tecrübelerinden istifâde imkânı sağlar. Toplu mütâlaalar ise, yalnız yapılan mütâlaalara göre çok daha öğreticidirler. Bedîüzzaman Hazretleri bu toplu istifâdelere teşvik için Nur Dershaneleri açılmasını tavsiye ederek şöyle demiştir: Nur Şâkirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük "Dershane-i Nuriye" açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifâde eder, fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. Hem îman hakikatlerinin izahı olduğu için, hem ilim, hem mârifet, hem ibâdettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşâallah Nur Medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor. (7) 10- Öğrenilen hakikatleri paylaşmak: Öğrendiğimiz konuları, çevremizle sohbet mevzuu yapmak ve başka insanların o hakikatlerden faydalanması için fırsatları değerlendirmek gerekir. Bu, bir yandan öğrenilen ilimleri pekiştirir, bir yandan da Risâle-i Nur'dan yetişmenin en mühim bir gâyesi olan insanların îmanlarına hizmet edilmiş olur. Bu vazifeyi Hazret-i Üstad şöyle ihtar etmiştir: Her şâkirdin vazifesi, yalnız kendi îmanını kurtarmak değil; belki başkasının îmanlarını da muhâfaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddi devam ile olur. (8) 11- Risâle-i Nur'dan ders yapmak: Başkalarına ders yapmak da çok tesirli bir yetişme vesilesidir. Ders yapan kişi, karşısındakilere o Risâleyi izah etme çabası içine girdiği için, kalben, ruhen ve zihnen o bilgilerden en fazla kendisi istifâde etme fırsatı yakalar. Bu hikmete binaen, Risâle-i Nur'u açıp ders yapmaktan çekinmemek ve bu noktada kendini geliştirmeğe çalışmak elzemdir. Burada saydığımız maddelere, Risâlelerde geçen âyet ve hadislerin metin ve mânâlarını ezberlemek gibi daha başka çok maddeler de eklenebilir. Biz mümkün mertebe ana başlıklar üzerinde durmaya çalıştık. Bütün bunların hulasası şudur ki, Risâle-i Nur'la kalben, zihnen ve fiilen ne kadar çok meşgul olunursa, yetişmek de o nispette artacaktır. Allah cümlemize Kur'ân'dan gelen bu îman hakikatlerinden azamî istifâdeyle yetişip dîn-i mübin-i İslâm'a ve insanların îmanına en etkili ve en hâlis bir surette hizmet edebilmeyi nasib eylesin. Âmîn... (1) Lem'alar, Yirminci Lem'a, 157(2) Müslim, Münâfikun, 78(3) Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a, 175(4) Tâhâ Suresi, 114(5) Tirmizî, Birr, 66(6) Kastamonu Lâhikası, 25(7) Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 3(8) Kastamonu Lahikası, s. 202

Cemal ERŞEN 01 Ağustos
Konu resmiDaha İyi Bir Dünya Mümkün!
İnsan

Divan Eğitim ve Araştırma Derneğinin iki yıl önce başlatmış olduğu gençlere yönelik uluslararası Divan Eğitim Forumu toplantılarının üçüncüsü Hayrat Vakfı'nın desteğiyle 1-10 AĞUSTOS 2011 tarihinde İstanbul'da gerçekleştirildi. Hayrat Vakfı merkezinde bir hafta boyunca devam eden foruma 12 ülkeden kırk beş üniversite ve yüksek lisans öğrencisi katıldı. Forum, Hayrât Vakfı Başkan Yardımcısı Ahmet Semiz, Hayrat Vakfı Genel Yayın Koordinatörü Metin Uçar, Hayrat Vakfı İlmi Araştırma Heyeti üyesi Cemal Erşen, İslâm Dünyası STK'ları Birliği (İDSB) Genel Sekreter Yardımcısı Ali Kurt, İDSB Genel Koordinatörü ve Divan Derneği Başkanı Cihangir İşbilir, HAYSİAD derneği üyeleri ve misafir öğrencilerin katılımıyla gerçekleştirilen 1 AĞUSTOS'daki açılış programıyla başladı. "İslâm Dünyasının Sosyal Meseleleri: Sorunlar ve Çözümler" ana temasıyla düzenlenen forumun açılış programındaki selamlama konuşmasında Hayrat Vakfı Başkan Yardımcısı Ahmet Semiz İslâm dünyasının problemlerini tartışmak ve çözüm yollarına dair fikir alışverişinde bulunmak üzere farklı ülkelerden üniversite gençlerinin bir araya gelmesinden duyduğu memnuniyeti ifade etti. İDSB Genel Sekreter Yardımcısı Ali Kurt ise, Müslümanların dünya çapında uzun bir süredir yaşadıkları sosyal felaket ve krizlerin onların bir birlik ruhu içerisinde bir araya gelmelerinin ne kadar lüzumlu olduğunu gösterdiğini belirtti. Ali Kurt sözlerini şöyle tamamladı: "Şu anda bu birliğe şiddetli bir biçimde ihtiyaç duyduğumuz bir zaman dilimini idrak ediyoruz. Ümit ediyorum ki: burada toplanan bu gençler bu birlik ideali uğruna ellerinden gelen hiçbir şeyi sakınmayacaklardır." Divan Araştırma ve Eğitim Derneği Başkanı Cihangir İşbilir ise farklı ülkelerden Müslüman gençlerin bir araya gelmesinin önemini vurguladığı konuşmasında bu forumlarla mütevazı fakat büyük bir adım attıklarını ifade etti. İşbilir böyle bir forum düzenlemelerinin temel amacını şu sözlerle anlattı: "Bu tarz forumları organize etmeye başlama sebebimiz İslâm dünyasında çok mühim bazı unsurlardaki eksikliği fark etmemizdir. İslâm dünyası mensuplarının birbirini tam olarak tanımadıklarını gördük. İslâm dünyasının sahip olduklarından, kaynaklarından bîhaber olduğunu hissettik. Sahip oldukları değerleri, kaynakları nasıl kullanacaklarını bilmedikleri için Müslümanların siyasi, kültürel ve askeri saldırılara karşı savunmasız olduğunu gördük. Bu sebeple, İslâm dünyasının genç üyelerini bir araya getirmeye ve onlara fikir, bilgi ve tecrübe alışverişinde bulunma fırsatı sunmaya karar verdik. İstedik ki İslâm dünyasının meselelerini tartışsınlar, beyin fırtınası yapsınlar ve çözümler önersinler. İnanıyoruz ki bu şekilde genç Müslümanlar kendi kimliklerinin ve değerlerinin farkına varacak ve bu günün dünyası ve Müslümanları daha uyumlu, birlik içinde ve güçlenmiş olacaktır." Entelektüel yönüyle dikkat çeken programın yedi günü sunum, atölye, müzakere ve entelektüel tartışmalarla geçti. Forum boyunca Müslümanların ve genel olarak tüm insanların sosyal ve bireysel hayatlarının en temel yönlerine temas eden konular ele alındı. Özellikle vahiyden kopuk, peygamberin ilahî nefhasından nasiplenmemiş çağımızın sosyal sorunlarının altında yatan temel nedenin Peygamber Efendimiz'in (asm) yüksek ahlâkından ve yaşam tarzından uzak hayatlar sürmemiz olduğuna işaret edildi. Başka bir oturumda modern hayatın her tarafına nüfuz etmiş olan ve onun temelinde yer alan materyalizm felsefesinin insan onurunu ayaklar altına alan, her türlü ahlâki ve manevi erozyona sebep olan yıkıcı etkisine işaret edildi. Bu felsefe ile mücadele etmenin tüm Müslümanların omzuna yüklenmiş bir vazife olduğunun idrakine varılması gerektiğine temas edildi. Ayrıca küreselleşmiş dünyamızda artan hızlı iletişim teknolojisinin bir yandan uzakları yakınlaştırırken öte yandan güç odaklarına dezenformasyon vasıtasıyla kitleleri manipüle ederek kendi amaçları doğrultusunda kullanma imkanını da bahşettiğine dikkat çekildi. Bu tuzağa yakalanmamanın yolunun günlük haber akışı içerisinde boğulup sürüklenmek yerine çoklu disipliner okumalarla zihnin gerekli donanımlarla teçhiz edilip günlük olayların Müslümanca yorumlanması gerektiğine vurgu yapıldı. Öte yandan, bugün Müslüman toplumlarda yaygın olan ümitsizlik, doğruluktan ayrılma, Müslümanlar arasında yaygın olan düşmanlık, Müslümanları birbirilerine bağlayan ortak noktaların unutulmuş olması, İslâm dünyasında yaygın olan despotizm, şahsi çıkar peşinde koşmak gibi çeşitli sosyal ve politik hastalıkların toplum hayatını felce uğrattığına dikkat çekildi. Bu hastalıklarla mücadele etmek için ise her zaman ümitli olmak; doğruluk, sevgi, Müslümanların ortak noktaları konusunda bilinçlendirilmeleri, istişare ve fikir alış verişi ve toplum hayatı için kişisel fedakârlıkta bulunmak gibi hasletlerin yaygınlaştırılmasının düzenli işleyen bir toplum için elzem olduğuna vurgu yapıldı. Daha birçok konunun konuşulup tartışıldığı foruma Türkiye ile birlikte Malezya, Pakistan, Fas, Filistin, Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Rusya, Makedonya, Almanya, Hollanda ve İngiltere'den katılan kırk beş öğrenci fikir ve tecrübeleriyle katkıda bulunarak forumun amacı doğrultusunda tanışıp kaynaşarak İslâm dünyasının sorunları ve çözümleri ekseninde duyarlılık ve farkındalıklarını arttırdılar. Foruma ABD'den İmamlar Federasyonu Başkanı Eşrefüzzaman Han, Malezya'dan İDSB Malezya Temsilcisi Ahmed Azam Abdurrahman ve ABD'den Helal Gıda Uzmanı Mazhar Hüseyni telekonferans sistemiyle konuşmacı olarak katıldılar. 3.Divan Uluslararası Eğitim Forumu İstanbul'un çeşitli tarihi ve turistik mekânlarına yapılan gezilerle renklendirilerek ve Barla ve Isparta seyahatiyle taçlandırıldı ve sonuç bildirgesiyle nihayete erdi.

Selahattin ÖZEL 01 Ağustos
Konu resmiGecelerin Sultanı Leyle-i Kadir
İbadet

Yıl içindeki manevî pazarlar hükmündeki kandiller içerisinde Kadir Gecesi'nin müstesna bir yeri vardır. Kadir gecesi tüm gecelerin sultanıdır. Kadir gecesini gecelerin sultanı yapan ve bu geceyi bin aydan hayırlı yapan en mühim sebep, onda Rabbimizin ezelî kelâmı olan Kur'ân'ın indirilmesidir. İnmesiyle beşeri karanlıktan; manasızlıktan, ümidsizlikten kurtaran ve nura, kurtuluşa, saadete kavuşturan Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın indiği gece elbet bin aydan hayırlı olacaktır. Rabbimiz Gecelerin Sultanı olan Kadir Gecesi'nin ehemmiyetini bizlere şöyle haber vermektedir: "Biz Kur'ân'ı Kadir Gecesi'nde indirdik. Kadir Gecesi'nin ne olduğunu bilir misin? Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede herbir iş için Rablerinin izniyle yeryüzüne iner. Tanyeri ağarıncaya kadar o gecede selamet vardır." (Kadir Suresi) "O gece amel, ibadet ve mücahede ile erilecek olan hayır ve sevap, onsuz bin ay amel ile kazanılacak olan hayır ve sevaptan daha çok, daha fazla hayırlıdır. Bir sınır ve miktar ile tayin ve tahdit edilmeyecek kadar çok hayırlıdır. "Dünya ve ahirette rehberimiz olan yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerim'i, Hak Teâlâ Hazretleri Levh-i Mahfuz'dan dünya semasına Kadir Gecesi'nde indirmiştir. Bu ilk iniş bir bütün olarak, topyekün inmedir. Ondan sonra Hazret-i Cibrîl (aleyhisselam) Allah'ın izni ve emri ile 23 yılda peyderpey, ihtiyaca göre Resulullah'a (asm) vahy yoluyla getirecektir. Bu ayetteki "inme"den Resulüllah (a.s.m.)'a Hira mağarasında vaki olan inme de anlaşılmıştır. Bu durumda ilk vahiy olan Alak suresinin baştaki beş ayeti Ramazan ayında, o gece gelerek vahyin başlangıcını teşkil etmiştir." (Canan İbrahim, Kütüb-ü Sitte Muhtasarı, c.2, s.403) Duhan Suresi Kadir Gecesi'nin kudsiyetine kasemle (yeminle) başlar: "Hâ-mîm, (Helal ile haram ve sair hükümleri) açıkça bildiren bu kitaba yemin olsun ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik. Biz (O'nunla kâfirlerin uğrayacakları azabı) haber vericileriz. Her hikmetli iş, nezdimizden çıkan bir emir ile o gecede ayrılır..." (Duhan Suresi, 1-5) Tüm insanlığı kıyamete kadar nurlandıracak ve hem dünya hem de âhiret saadetlerine vesile olacak yegâne rehber olan Kur'ân'ın indirildiği gece elbette ki müstesna bir gün olmalı. İnsanlığın en büyük bayramı gibi kutlanmalı. Dualar edilmeli "o gece" "O Kitabın" nurunun üzerimizden eksik olmaması için. Şükürler edilmeli "O Geceyi" ihsan eden ikramı bol olan zata şanı yüce olan Kur'ân'ı "O Gece" ihsan ettiği için.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiPeygamberimizin (asm) Affediciliği
İtikad

"Üç şey var ki onların üzerine yemin ederim. Bunlar: Sadakadan (sadaka vermekle) mal eksilmez, kul affederse Allah onun izzetini artırır, kim de Allah rızası için alçak gönüllü olursa Allah onu yüceltir." (İbn-i Kesir) Cenâb-ı Hak, birçok âyette sevgili Peygamberimizin (asm) sünnetine uymamızı emretmiştir. Sünnet-i Seniye'nin içinde farzlar, vâcipler, nâfileler olduğu gibi Peygamberimizin (asm) güzel ahlâkı da vardır. Hazret-i Aişe-i Sıddıka'ya (ra) Peygamberimizin (asm) ahlâkı sorulduğunda O'nun (asm) ahlâkının Kur'ân olduğunu söylemiştir. Kur'ân ahlâkından maksat ise Allah'ın ahlâkıdır. Yani Peygamberimiz (asm), Kur'ân'ın emir ve yasaklarına en güzel bir şekilde uymuş ve Kur'ân'da Cenâb-ı Hakk'ın kendisini tanıttığı isim ve sıfatlarına münâsip hareket etmiştir. Cenâb-ı Hak, kendisinde olan bazı sıfatlarının kullarında da olmasını ister. Mesela Allah, Afüvv'dür. Yani affedicidir, affedenleri sever. Allah, Gafur ve Gaffar'dır. Yani bağışlaması boldur. Bağışlayanları sever. Allah, Cevvad'dır. Yani cömerttir, cömert olanları sever. Allah, Âdil'dir. Yani adâletlidir, adâletli olanları sever. Allah, Muhsin'dir. Yani ihsan ve iyiliği boldur. İyilik edenleri sever. Bununla birlikte bazı sıfatları da vardır ki kullarında olmasını istemez. Mesela Allah, Kebîr'dir, yani kibir (büyüklük) sâhibidir; ama kibirlenenleri sevmez. Allah, Cebbâr'dır yani cebredicidir; fakat cebbârları sevmez. Peygamberimiz (asm) bir hadis-i şerifinde: "تخلقوا باخلاق الله" yani "Ahlâk-ı İlâhiye ile ahlâklanınız" buyurmuştur. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak insanlığın en yüce gâyesidir. Bu noktada en güzel örnek ve model şahıs Sevgili Peygamberimizdir (asm). Yani bizler Peygamberimize (asm) uyduğumuz ve tâbi olduğumuz zaman Kur'ân ahlâkı ile ahlâklanmış oluyoruz. Dolayısıyla da Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmış oluyoruz. Böyle bir girişten sonra biz, Sevgili Peygamberimizin (asm) engin hoşgörüsü ve affediciliği üzerinde durmak istiyoruz. Mâlum olduğu üzere zamanımızda insanlar barut gibiler. Küçük bir hâdise ile patlayabiliyorlar. Maalesef, gazetelerin 3. sayfaları bunun üzücü örnekleriyle doludur. Eğer biraz affedici olabilsek, hoşgörü ile yaklaşabilsek belki de bu üzücü ve can yakıcı hâdiseler olmayacak. Hoşgörü ve affetme kültürünün zayıf olduğu bir çevrede yaşadığımız için affetmeyi öğrenmemişiz. Hoşgörüyü hep karşıdan bekliyoruz. Hatta karşı taraf özür dileyip affını istese bile özrünü kabul etmiyoruz. Zâhirde özrünü kabul etsek bile gerçekte affetmiyoruz. Nefis ve şeytana uyup sözle, davranışla, îma ile bazen de iğnelemek suretiyle intikam almaya çalışıyoruz. Affedilmek hoşumuza gitse de affetmeyi sevmiyoruz. Hepimiz hatalar yaparız ve hepimizin hoşgörüye ve affedilmeye ihtiyacı vardır. Nasıl ki biz hata yaptığımızda başkalarından hoşgörü ile yaklaşmalarını ve affetmelerini isteriz. Öyle de başkaları da bizden hoşgörü ve affedicilik isterler. En çok hoşgörülü ve affedici olmamız gereken kişiler âile ve akrabalardır. Âile içindeki sıkıntılarda âilenin huzur ve saadet için hoşgörü ve affetmenin önemi çok büyüktür. Daha mutlu bir âile ve daha huzurlu bir toplum için aynı zamanda can yakıcı ve üzücü hâdiselerin azalması için, Kur'ân'daki affetmeyle alâkalı âyetler ile Sevgili Peygamberimizin (asm) affediciliğine ve engin hoşgörüsüne dâir örneklerin devreye girmesi ve bizlere yol göstermesi gerekmektedir.  AFFEDİCİLİKLE ALÂKALI BAZI ÂYETLER 1. (Ey Habibim!) Af (ve kolaylık) yolunu tut. İyiliği emret ve câhillerden yüz çevir. (A'raf, 199) 2. Onlar ki bollukta ve darlıkta (mallarını Allah yolunda) sarf ederler; (kızdıkları zaman) öfkelerini yenerler ve insanları affederler. Allah ise iyilik edenleri sever. (Âl-i İmran, 134) 3. İşte Allah'tan bir rahmet iledir ki sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için mağfiret dile... (Âl-i İmran, 159) 4. Kim de hakikaten sabreder ve affederse şüphesiz bu, elbette azmedilecek işlerdendir. (Şura, 43) 5. İçinizden faziletli ve servet sâhibi kimseler akrabalara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermemeye yemin etmesin; affetsinler, aldırmasınlar! Dikkat edin, (sizin onları bağışlamanıza mükâfaten) Allah'ın (da) sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Çünkü Allah Gafur'dur, Rahîm'dir. (Nur, 22) 6. ... Eğer affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, artık şüphesiz ki Allah, Gafur ( çok bağışlayan)'dır, Rahîm (çok merhamet eden)'dir. (Tegâbün, 14) ENGİN HOŞGÖRÜSÜ VE AFFEDİCİLİĞİNDEN BAZI ÖRNEKLER 1. Ebu Hüreyre'den (ra) gelen bir rivâyette şöyle geçmektedir. "Bir bedevî Hz. Peygambere (asm) gelerek bir hususta yardım istedi. Zannedersem bir diyet hakkında istekte bulunuyordu. Hz. Peygamber (asm) ona bir şeyler verdi. Sonra "Sana iyilik yaptım mı?" diye sordu. Göçebe "Hayır, yapmadın! Bana verdiğin nedir ki bundan memnun olayım." deyince Müslümanların bir kısmı öfkelendi. Kalkıp göçebeyi dövmek istediler. Fakat Hz. Peygamber (asm) onlara "Sakın ellerinizi uzatmayın!" diye işâret etti. Resulullah (asm) kalkıp giderken o göçebeyi evine davet etti. Göçebeye "Sen geldin, bizden istedin. Biz de sana bir şeyler verdik ve dediğini de dedin!" dedikten sonra ona bir şeyler daha vererek "Sana iyilik yaptım mı?" diye sordu. Göçebe "Evet, Allah sana ecirler versin. Çoluk çocuğunun ömürlerine bereket ihsan etsin" dedi. Hz Peygamber (asm) "Sen biraz önce bana karşı sarf ettiğin o sözle arkadaşlarımı kızdırdın. Sana karşı şimdi kin duyuyorlar. Onların yanına döndüğümde, tekrar gel ve bu sözünü orada da söyle ki kalplerindeki kin silinsin" dedi. Göçebe buna "Peki" dedi. Göçebe gelince Hz. Peygamber (asm) "Sizin bu arkadaşınız bize geldi, istedi. Biz verdik. Dediklerini dedi. Sonra biz onu çağırdık, yine verdik. Şimdi artık râzı olmuştur. Öyle değil midir ey göçebe?" dedi. Göçebe "Evet Allah sana mükâfatlar versin. Seninle çoluk çocuğunun ömürlerini bereketlendirsin." dedi. Hz. Peygamber (asm) de "Benimle bu göçebenin meselesi, devesi olup da ürken bir kişinin meselesine benzer. O deveyi tutmak için halk arkaya dizilmiştir. Fakat onlar koştukça deve daha da hızlanıyor. Deve sâhibi onlara "Benimle devemin arasından çekiliniz. Ben ona karşı sizden daha şefkatliyim. Onu daha iyi tanırım" der. Böylece deve sâhibi deveye doğru gider, yerden bir hurma dalı alır ve deveyi çağırır. Deve, sâhibinin yanına gelir. Ona yükünü yükler ve kendisi de sırtına biner. Eğer bedevî o sözleri söylediği zaman sizleri dinleseydim, bu adam cehenneme yuvarlanırdı" buyurdu. (Hayatü's-Sahâbe) 2. Peygamberimiz (asm), hüzün yılı olarak adlandırdığı Hz. Hatice (ra) ile amcası Ebu Talib'in vefatından belli bir zaman sonra Taif'e giderek onları İslâm'a davet etmişti. "Fakat Taifliler: "Yurdunun halkı, kavmin sen istememiş, kabul etmemişler! Sen de kalkıp bize gelmişsin! Biz vallahi, senin gelişine râzı değiliz. Senden ürküyor, seni reddediyoruz!" dediler. Taifliler, gençlerin Müslüman olmasından korktular. Peygamberimiz'e (asm) "Sen hemen yurdumuzdan çık git! Seni kurtaracak yerlere iltica et!" dediler. Peygamberimiz'i (asm) en çirkin red ile reddettiler. O'nunla alay ettiler. Bununla da kalmayıp, aralarından bir takım hafif akıllıları, beyinsizleri ve köleleri kışkırttılar, bağırttılar, Peygamberimiz'e (asm) sövdürdüler. Halkın serseri, ayaktakımı güruhunu Peygamberimiz'in (asm) geçip gideceği yolun iki yanına oturttular. Peygamberimiz (asm) onların aralarından geçerken, ayaklarını kaldırıp indirdikçe, attıkları taşlarla yaraladılar, kanattılar. Ayakkabıları kana boyandı. Peygamberimiz (asm) ayaklarının acısına dayanamayarak yere oturdukça, kollarından tutup kaldırdılar. Yürüdüğü zaman taşa tuttular ve gülüştüler. Sonra Peygamberimiz (asm) orada bir bostana sığınınca dönüp gittiler. Peygamberimiz (asm), burada bir müddet dinlendikten sonra Allah'a duâ etti. Peygamberimiz (asm), Sâkif Kabilesi'nden hayır gelmeyeceğini anlamış, ne bir erkeğe, ne de bir kadına İslâmiyet'i kabul ettirememiş olmaktan üzgün ve meyus bir halde Taif'ten ayrılarak Mekke'ye yönelmişti. Hz. Aişe (ra) bir gün Peygamberimiz'e (asm): "Ya Resulallah! Senin başına Uhud gününden daha çetin bir gün geldi mi?" diye sormuş. Peygamberimiz (asm) de: "Senin kavminden neler çektim neler! Hele onların yüzünden Akabe günü çektiğim ise çektiklerimin en çetini idi. (Taif'e gidip) kendimi Abdi Yalillere arz ve bana yardımcı olmalarını niyaz ettiğim zaman, isteğimi kabul etmemiş, reddetmişlerdi. Ben de üzgün bir halde Mekke'ye yönelip yüzümün doğrusuna gittim durdum. Ancak Karnu's-Sealib'de kendime gelebildim. Başımı kaldırıp göğe baktığım zaman bir bulutun beni gölgelendirmekte olduğunu gördüm. Tekrar baktığımda bir de ne göreyim? Bulutun içinde Cebrâil var. Hemen bana seslendi: "Şüphe yok ki Allah, kavminin Sana söylediklerini ve Sana verdikleri red cevablarını işitti de onlar hakkında dilediğini kendisine emredesin diye sana dağlar meleğini gönderdi!" dedi. Dağlar meleği bana seslendi ve selam verdi. Sonra da: "Ya Muhammed! Şübhe yok ki Allah, kavminin sana söylediklerini işitti. Ben dağlar meleğiyim! Rabbin, dilediğini bana emredesin diye beni Sana gönderdi. Şimdi ne dilersen dile! Eğer onların üzerine iki dağı kapamamı dilersen dile! (Hemen kapayıvereyim) dedi. Ben: ‘Hayır! Allah'ın onların sülblerinden yalnız Allah'a ibâdet edecek, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.' dedim." buyurmuş ve bedduâ etmemiştir. (İslâm Târihi, M. Asım Köksal) 3. Allah Resulü (asm) kendisine sihir yaparak hastalanmasına ve ızdırap çekmesine sebep olan münâfık Lebid'i ve onu bu işe teşvik eden kimseleri vahiy yoluyla öğrenmişti. Lâkin Lebid'in ne yüzünü gördü ne de bu suçunu anıp başına kaktı. Hayatına kastetmiş bulunan Lebid'i ve onun mensub olduğu Beni Zurayk Kabilesi'nden hiç kimseyi de cezâlandırmadı. Hazret-i Aişe vâlidemiz: "Ya Resulallah! Sihir yapan kimseyi teşhir edip rezil rüsvâ etsen olmaz mı?" dedi. Peygamberimiz (asm) şu cevabı verdi: "Allahu Teâlâ bana şifâ verdi, ben de insanlar üzerine şerri yaymak ve onlara kötülük etmek istemem." (Buhârî)4. Hayber'in fethinden sonra bir kadın Allah Resulü'nün yemeğine zehir koymuştu. Resulullah (asm) eti ağzına aldığında zehirli olduğunu fark etti. Yahudi kadın yemeğe zehir koyduğunu îtirâf ettiği halde, Hazret-i Peygamber (asm) o kadını affetti. (Buhârî, Müslim) 5. Kendisine o kadar işkence yapan, rahatsızlık veren ve alay eden Mekke halkına âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz (asm) fetihten sonra:"Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?" diye sordu. Kureyşliler: "Biz Sen'in (asm) hayır ve iyilik yapacağını umarak; hayır yapacaksın! deriz. Sen (asm), kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!.." dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm): "Ben de Hazret-i Yusuf'un kardeşlerine dediği gibi size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok, diyorum. Haydi, gidiniz; artık serbestsiniz!" buyurdu. Bir diğer hitabında da: "Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh'ın, Kureyşlileri İslâmiyet'le güçlendirip üstün kılacağı bir gündür." buyurdu. (İbn-i Hişâm, Vâkıdî, İbn-i Sa'd) 6. Ebu Cehil'in oğlu İkrime de sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke'nin fethinden sonra Yemen'e kaçmıştı. Karısı, Müslüman olarak onu Hazret-i Peygamberin (asm) yanına getirdi. Allah Resulü (asm) İkrime'yi memnuniyetle karşılayarak: "Ey göçmen süvârî, hoş geldin!" buyurdular ve onun Müslümanlara karşı yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp affettiler. (Tirmizî) Daha bunlar gibi birçok örnekler var. Peygamberimizin (asm) engin hoşgörüsü ve affediciliği sâyesinde çok insan İslâm'a girip Müslüman olmuştur. Sevgili Peygamberimiz (asm) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Üç şey var ki onların üzerine yemin ederim. Bunlar: Sadakadan (sadaka vermekle) mal eksilmez, kul affederse Allah onun izzetini artırır, kim de Allah rızası için alçak gönüllü olursa Allah onu yüceltir." (İbn-i Kesir) ÖLÇÜ Bir kimse kendi şahsına yapılan kötü muâmeleye hoşgörü ile bakıp affedebilir. Umumun hukuku noktasında bütün Müslümanlara veya İslâm'a yapılan kötülüklere hoşgörü ile bakmaya ve affetmeye hakkı yoktur. Çünkü sâdece kendi hakkı yoktur. Başkalarının da hakları vardır. Zâlimleri affetmek mazlumlara zulüm olduğu için yersiz affetme olamamalıdır. Çünkü zulmü onaylamak anlamına gelir. Zâten sevgili Peygamberimiz (asm) de kendisine yapılan kötülüklere hoşgörü ile yaklaşmış ve affetmiştir. Şahsî intikam almamıştır. Fakat hak ve hakikate yapılan haksızlıklara veya İslâm'a yapılan saldırılara hoşgörü ile bakmamış ve hak yerini buluncaya kadar mücâdele etmiştir. DU Cenâb-ı Hak, maddî mânevî kötü huylamızı, kötü hasletlerimizi ve kötü ahlâklarımızı lütfundan fazlından ıslah edip terbiye eylesin. Ahlâkımızı güzelleştirerek Sevgili Peygamberimizin (asm) yüce ahlâkı ile ahlâklanmamızı nasib eylesin. Âmin!

İlyasi RAMAZANOĞLU 01 Ağustos
Konu resmiManevi Cihad - 1
İtikad

"Ey îman edenler! Sizi (pek) elemli bir azabdan kurtaracak bir ticâreti size göstereyim mi? (o ticâret ise) Allah'a ve Resulüne îman edip mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz! Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. (Böyle yaparsanız, O) günahlarınızı size bağışlar ve sizi, altlarından ırmaklar akan Cennetlere ve Adn Cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte büyük kurtuluş, budur!" 1 "Onlara karşı gücünüzün yettiği her kuvvetten ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlardan (sürekli bakımı yapılan savaş vâsıtalarından) hazırlayın; bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin kendilerini bilmediğiniz, Allah'ın onları bildiği diğer (düşman) kimseleri korkutursunuz. Hem Allah yolunda her ne şey sarf ederseniz, karşılığı size tam olarak verilir ve siz (aslâ) haksızlığa uğratılmazsınız." 2 "Müşriklere karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle savaşın." 3 "Cihadı terk ettiğiniz zaman, Allah size zilleti musallat kılar (sizi zelil ve rezil eder ). Tekrar dininize dönünceye kadar, onu üzerinizden atamazsınız." 4 Bu âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerde Cenâb-ı Hak, sonsuz şefkat ve merhametiyle dünya hayatındaki saadeti, âhiretteki ebedî bir mülkü, sonsuz bir saadetle bâki bir hayatı ve bilhassa bütün nimetlerin ve saadetlerin özü ve esası olan Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini kazandıran bir ticâret denilen mücâhede yolunu bize gösteriyor. Bu kazanç ancak böyle bir ticâret ile olabilir. Başka hiçbir yol ile bu neticeleri kazanmanın imkân ve ihtimali yoktur. Âyet ve hadis-i şeriflerde geçen "cihad" kelimesi Arabca "cehd" kelimesinden türetilmiştir. "Cehd" lügatte, çalışmaya gayret etmek. Güç ve kuvvet sarf etmek. Azim, gayret, fedakârlık mânâlarına gelir. Cehdin ıstılâhî mânâsı, "Bezlü'l-mechudi fi husuli'l-maksud"dur, yani maksada ve belirlenen hedefe ulaşmak için bütün gayretini sarf etmek anlamına gelir. Bu da meşakkat ve sıkıntılara sabır göstererek nefisle, şeytanla, din düşmanlarıyla, ahlâksızlık olan fısk ve sefâhatle, kötülüklerle ve zulümle her nevi mücâdeleyi yapmak5 demektir. Yukarıda görüldüğü gibi, Allah yolunda mücâhedenin kıymet ve faziletine dâir birçok âyet ve hadis-i şerif vardır. Zâten burada zikrettiğimiz âyet-i kerime ve hadis-i şerifler başka izâhatlara ihtiyaç bırakmamaktadır. Biz yalnız burada cihadın kısımlarından ve uygulama tarzından bir nebze bahsedeceğiz. Bilindiği gibi her bir idarenin; hak ve hukuku savunacak, mazluma arka çıkacak, zalimin zulmüne engel teşkil edebilecek bir çalışmanın içinde bulunması gerekir. Yoksa o idâre ya zulüm ve baskı ile hayatını devam ettirmeye çalışacak veyahut yıkılmaya mahkum olacaktır. Yapılan bu hizmetin adı ne olursa olsun farketmez. İster cihad olsun ister insan hakları olsun ister hılful fudul gibi mazlum ve zayıfları müdâfaa olsun, değişmez. Bu vazifeyi görmek için İslâmiyet, insanların getirdiği sistemlerden birçok noktada farklı olarak, başta dünya ve âhiret olmak üzere, insanlık için her türlü saadeti tekeffül eden ve her türlü zulüm ve sıkıntılara engel olabilmek mânâsını ifâde eden cihadı, farz kılmıştır. Evet, cihad; zulüm değil, adâlettir. Tecâvüz değil, müdâfaadır. Öldürmek değil, hayatı muhâfazadır. Hak ve hukuku çiğnemek değil, kurtarmaktır. Buna delil ise, İslâmiyetin 1400 seneden beri dünyaya hâkim iken masum insanların, ihtiyar, kadın ve çocukların o cihad sâyesinde hayatlarının katliamlardan muhâfaza edilmesidir. Hâlbuki İslâmî hâkimiyetin sarsılmasından bugüne kadar geçen zaman içinde Avrupa medeniyetinin hâkimiyeti altında tahakkuk eden katliamlar ve zulümler bu iddiamızı isbat için delil olarak yeter. Zîra İslâmî hâkimiyetin etkisini kaybettiği ve Avrupa medeniyetinin hâkim olduğu geçen asırda, yapılan araştırmalara göre, yaklaşık 191 milyon insanın katledilmesi, insanların cihad denilen adâlete ne kadar muhtaç olduğunu gösterir. Bu da mühim bir farklılıktan ileri gelmektedir. Zîra İslâmiyet, İlahî bir dindir. Peygamberliğin şefkat ve merhametinin icrâ edilmesidir. Peygamberlik metodu tabandan başlayarak tâ tavana kadar herkese şefkat ve muhabbetle kendini sevdirerek kabul ettirir. Başa geçtikten sonra merhamet ve adâlet ile idâreyi devam ettirir. Fakat Avrupa medeniyeti ve felsefesi ise "kim kuvvetli ise o haklıdır" düsturu ile kuvvetli olanı haklı gördüğünden, tavanı ele geçirdikten sonra, kuvveti baskı unsuru yaparak, tabandaki fertlere kadar zulüm ve tahakküm ile kendini kabul ettirmeye çalışır. Şuna da dikkat etmemiz gerekir ki İslâmiyet her zaman, mânevî cihad denilen tebliğ ve nasihati esas alarak delil ve burhanlarla aklı ikna etmeyi düstur hâline getirmiştir. Zaruret olmadan silahla cihada müsaade etmemiştir, ç ünkü Peygamberimiz (asm), cihada gönderdiği ordu komutanlarına şu hususu talim etmiştir "...Müşrik düşmanlarla karşılaşınca onları önce üç şeyden birine çağır. Bunlardan birine cevap verirlerse onlardan bunu kabul et ve artık dokunma! Önce İslâm'a dâvet et. İcâbet ederlerse hemen kabul et ve elini onlardan çek... Bu şartlarda Müslüman olma teklifini kabul etmezlerse, onlardan (kimseye zarar vermemek ve devlete itaat etmek mânâsını ifâde eden) cizye (vergi) iste. Müsbet cevap verirlerse hemen kabul et ve onları serbest bırak. Bu da olmaz ise o zaman savaşı tercih et!"6 Hatta bu hususta çok önem arzeden şöyle bir hâdise vuku bulmuştur: Usame b.Zeyd (ra)'dan şöyle rivâyet edilmiştir : "Resulullah (asm) bizi bazı kabilelere gönderdi. Onlar da bizim gelişimizden haberdâr olarak kaçtılar. Biz bu grubun içinden birisine yetiştik. Onu yakalayınca, 'Lâ ilâhe illallah'deyiverdi. Fakat biz kendisini öldürdük. Döndüğümüzde bu olayı Peygamber (asm)'e aynen anlattım. Peygamberimiz (asm): 'Kıyâmet gününde o adamın söylediği bu tevhid kelimesinin kıymet ve büyüklüğünden dolayı sana kim yardımcı olacak?' dedi.Ben: 'Ey Allah'ın Resulü, o adam, bunu ölümden korktuğu için söyledi.' diye cevap verdim. Peygamberimiz (asm): 'Kalbini yarıp baktın mı ki bunu başka bir sebepten dolayı söylemiş olduğunu bilesin! Kıyâmet gününde ‘Lâ ilâhe illallah' kelimesinin karşısında, senin yardımcın kim olacak?' buyurdu. Bu sözü o kadar çok tekrar etti ki ‘keşke Müslümanlığa o günden sonra girmiş olsaydım.' dedim." 7 Yukarıda geçen âyet ve hadis-i şerifler gibi daha birçok âyet ve hadis-i şeriflerden anlaşıldığı üzere Bedîüzzaman Hazretleri de cihadın maddî ve mânevî olmak üzere iki kısma ayrıldığını ifâde eder. Maddî cihad, İslâm ordusunun düşmana karşı mecbur kaldığı zaman, izzet-i İslâmiyeyi muhâfaza, mazlumların hak ve hukukunu müdâfaa etmekten ibârettir. Bu ise Müslümanları dünyevî felâketlerden ve âhiret azabından kurtarmaya bir vesiledir. Bu cihad, farz-ı kifâyedir. Yani ordu; din ve mukaddesatı, vatan ve milleti müdâfaa etme gücüne sâhib olursa o farziyet halkın üzerinden kalkar. Eğer ordu, bu vazifeyi yerine getiremeyecek olursa veya Allah muhâfaza etsin, memleket düşman istilasına uğrarsa, o vakit bu maddî cihad her Müslümana farz-ı ayn olur. Bu cihadda ölenler yüce bir mertebe olan şehâdete nail olurlar. Kurtulanlar veya zaferi kazananlar ise gâzi olur. Zâten böyle felâket ve helâket bir asırda, îmanı kurtarmanın en kısa yolu ya şehid veya gâzi olmaktır. Fakat bu maddî cihad dâhilde, milletin arasında değil; gerektiğinde hâriçte, dış düşmanlara karşı, yapılır. Saff, 10-12 Enfal, 60 Ebu Dâvud A.g.e Cihad ve'l-Kıtal Fi Siyâseti'ş-Şeriye, C:1, Beyrut-1997, s. 38 Müslim, Cihad 3, (1731): Tirmizî, Siyer 48, (1617) Müslim, Ebu Davud

Zakir ÇETİN 01 Ağustos
Konu resmiİslâm Medeniyetinde Zekât
İbadet

Zekât, temizlik arınma ve bereket demektir. Allah'ın rızık olarak verdiği malın içinden fakirin hakkının çıkarılması; insanı cimrilik, tamahkârlık, kul hakkı yemek gibi mânevî kirlerden temizlemesi ve malda berekete vesile olması münâsebetiyle mal ile yapılan ibâdete zekât denmiştir. Aynı zamanda kulun Allah'a karşı sadâkatinin delîli olması cihetiyle zekâta "sadaka" da denmiştir. Fıkıhta ise zekât, nisap miktarına ulaşmış bir malın kitap ve sünnette belirlenmiş miktarını, Allah'ın Kur'ân-ı Azimüşşan'da saydığı sekiz sınıftan birisine veya bir kaçına Allah rızası için vermektir. Risâle-i Nur zekâtın tafsilat ve teferruatını fıkıh kitaplarına bırakmış, bu meseleyi daha ziyâde toplum hayatında birlik ve düzeni temin etme noktasındaki hikmeti cihetiyle ele almıştır. Zekât, Kur'ân-ı Kerim'de pek çok yerde namazla beraber zikredilir. Bedîüzzaman Hazretleri, Kur'ân'da namaz ve zekâtın birlikte zikredilmesinin hikmetini mealen şöyle açıklar: "Beden ile yapılan ibâdetlerin fihristi, özü namaz olduğu gibi, mal ile yapılan ibâdetlerin kutbu, merkezi de zekâttır. (الصلاة عماد الدین) (الزكاة قنطرة الاسلام) hadis-i şerifleri mucibince, namaz dinin direği olduğu gibi; zekât da İslâm'ın kantarası, yani köprüsüdür. Birisi dîni, diğeri asâyişi muhâfaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır." Kur'ân, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara ve insanlığın bütün tabakalarına hitab ettiği için düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Kur'ân'ın hükümleri ve kanunları, o kadar sâbit ve sağlamdır ki asırlar geçtikçe ihtiyarlamıyor, değişmiyor, belki daha ziyâde kuvvetini gösteriyor, gençleşiyor. Batı medeniyeti, Kur'ân'ın hükümlerini beğenmeyip muhâlefet ettiği için alternatif sistemler geliştirmeye çalışmıştır. Kapitalist ve sosyalist sistemler, iki asırdır en iyi idâre şekli olarak insanlığa sunuldu. Fakat beşerin eserleri ve kanunları; beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Hazret-i Üstad, insanlık âleminde ve bilhassa Batı medeniyetinde meydana gelen bütün ihtiâlallerin ve bütün kötü ahlâkların kaynağının iki cümle olduğunu söyler. Bu cümlelerden birincisi, "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne."dir. Bu cümle ile zekâtı toplum hayatından kaldırıyor. İkinci cümle ise, "Sen çalış, ben yiyeyim."dir. Bu cümle ile de fâizi yaygın hâle getiriyor. Evet, insanlar, toplum hayatında havas ve avam, yani zenginler ve fakirler arasındaki dengeyle rahat yaşayabilirler. Toplum hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Yüksek tabaka aşağı tabakadan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvâsalayı yani birbirleriyle irtibatı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Yoksa yukarıdan avamın başına zulüm, tahakküm ve baskı iner, avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer dâimî bir mücâdele-i mâneviyede, fikrî ayrılıklar, sosyal karışıklıklar ve çatışmalar içinde bulunur. İşte medeniyet, bütün hayır kuruluşlarıyla, ahlâkî terbiyeyi vermeye çalışan mektepleriyle, caydırıcı kanunlarıyla, her türlü güvenlik önlemleriyle, ordusuyla, polisiyle, yazılı ve görsel basın yayın vâsıtalarıyla beşerin o iki tabakasını barıştıramadığı gibi, hayat-ı beşerin bu iki müthiş yarasını da tedâvi edememiştir. Çünkü "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne." şeklindeki birinci cümle yüksek tabakayı zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir. İkinci cümle olan "Sen çalış, ben yiyeyim." ise, aşağı tabakayı kine, hasede, çatışmaya sevk edip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır mahvetmiştir. Bu dâvâya delil olarak Fransız ve Bolşevik ihtilallerini örnek gösterebiliriz. Her iki ihtilâlin oluşunda da birçok sosyal ve siyasî sebep yanında asıl öne çıkan sebep yoksulluk ve toplum tabakaları arasındaki ekonomik uçurumdur. Toplum tabakaları arasında birleşme, kaynaşma ve dengeyi temin edecek ancak zekât ve sosyal yardımlaşma kültürüdür. O dengenin esası ise yukarı tabakadan aşağı tabakaya merhamet ve şefkat; aşağı tabakadan yukarıya hürmet ve itaattir. Kur'ân, zekâtı farz kılarak birinci cümleyi; fâizi haram kılmakla da ikinci cümleyi ortadan kaldırır ve bu toplumsal yaraları tedâvi eder. Bu nokta-i nazardan bakıldığında zekâtın fert ve toplumun saadet ve selâmetinin devam ve bekasında ne derece ehemmiyetli bir direk, sarsılmaz bir esas olduğu görülür. Bütün muâvenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekât hakkında sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm (الزكاة قنطرة الاسلام) buyurmuşlardır. Yani Müslümanların birbirlerine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zîra yardım vâsıtası, zekâttır. Toplum hayatında intizam ve asâyişi temin eden köprü zekâttır. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilaflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı zekâttır, muâvenettir.Medeniyet yaşanan ihtilal tecrübelerine rağmen Kur'ân'ın bu emirlerini dinlemedi. Dinlemeyişinin tokadını da yedi. I. ve II. Dünya savaşları insanlığın başına bela olup 100 milyondan fazla insanın hayatına mal olmakla beraber, tamiri mümkün olmayan maddî ve mânevî yıkımlara da sebebiyet verdi. Üstad Hazretlerine göre bu zamanın en büyük sıkıntılarından birisi de dünya hırsıdır. Derd-i maişet ve hırs-ı dünya hastalığı insanları yanlış ve zararlı yollara sürüklemektedir. Bu hırs, haram helâl demeden her malı kabule ve hayat-ı ebediyeye lâzım olan çok şeyleri feda etmeye sebeb olmaktadır. Eskiden insanlık üç şeye muhtaç iken şimdi, su-i istimâlât ve isrâfât ve hevesâtın galeyânı ile yüz şeye muhtaç olmuştur. Eskiden on kişiden ikisi ihtiyacını karşılayamıyordu. Şimdi ise insanlardan o yüz ihtiyacı tam helâl bir tarzda tedarik edecek ancak on kişidir. Doksanı muhtaç hükmündedir. Demek bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor, fakirleştiriyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk ediyor. Bu noktada Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, ümmeti mealen şöyle uyarmaktadır: İşte ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler! Hırs çok zararlı ve belalı bir şey olduğu halde; nasıl hırs yolunda her zillete, alçalmışlığa râzı olarak haram helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz? Hatta erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz? Hâlbuki zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve belaların defedicisidir. Zekâtı vermeyenin herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak ya lüzumsuz yerlere verecektir ya bir musibet gelip alacaktır. Bu dâvâsına müşahhas bir misalle şöyle açıklık getirir: Hakikatlı bir rüya-yı hayaliyede, Harb-i Umumî'nin beşinci senesinde, bir acib rüyada benden soruldu: Müslümanlara gelen bu açlık, bu zâyiât-ı mâliye ve meşakkat-ı bedeniye nedendir? Rüyada demiştim: Cenâb-ı Hak, bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir, kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların duâlarını kazandırsın ve kin ve hasedlerini menetsin. Biz hırsımız için tamâkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak birikmiş olan zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı. Hem her senede yalnız bir ayda yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık, muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak yetmiş cihetle belalı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu. Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faideli bir nevi talimât-ı Rabbaniyeyi bizden istedi. Biz tenbellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zâyi ettik. Cenâb-ı Hak onun keffareti olarak, beş sene tâlim ve tâlimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı, demiştim." Bedîüzzaman Hazretleri insanlar arasındaki maddî dayanışma ve yardımlaşmada zekâtın öne çıkarılması noktasında önemli bir hususu da şöyle hatırlatır: Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehâvet ve ihsan! İhsanlar, yardımlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen de fâidesiz gider. Çünkü Allah namına vermediğin için, mânen minnet ediyorsun; bîçâre fakiri minnet esâreti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duâsından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakk'ın malını kullarına vermek için bir tevziat ve dağıtım memuru olduğun halde, kendini sâhib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun. Eğer zekât namına versen; Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevâb kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç âdem dahi sana tabasbusa, yani kendini küçülterek beğendirmeye mecbur olmadığı için izzet-i nefsi kırılmaz ve duâsı senin hakkında makbul olur. Evet, zekât kadar, belki daha ziyâde nafile ve ihsan yahut sair suretlerde verip riya, gösteriş ve şöhret gibi, fakiri minnet altında bırakarak küçültüp alçaltma gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duayı kazanmak nerede? MEDRESETÜ'Z-ZEHRA PROJESİNDE ZEKÂTIN YERİ Hazret-i Üstad hayatının ideâli olan Medresetü'z-zehra projesinde zekât ve zekâtın akrabaları olan sadaka, hediye, adak, bağış ve yardımları çok mühim bir iktisadî kaynak olarak görür. Bunların bu nevi ilim menbalarının tesisini, devam ve bekasını temin etmesi gerektiğini ifâde eder. Neticeyi mealen şöyle özetler: Âlem-i İslâm'da Medresetü'z-zehra'nın neşredeceği meyveler, neticeler ve İslâmiyet'e edeceği hizmetlerle Müslümanların yardım vâsıtaları olan zekât, adak ve sadakalar kısmen ona yönelecektir. Ezkiyâ, zekiler zekâvetlerinin zekâtını ve ağniyâ, zenginler velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler; milletimiz de terakkide, ilerlemede başka milletlere yetişebilir, der. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığını ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi gerektiğini belirtir. Zekât, Cenâb-ı Hakk'ın ihsan ettiği nimetleri O'nun hesabına sarf ederek ibâdet yapmaktır. Bu noktadan baktığımızda her nimeti ibâdet ve hakka hizmete sarf etsek o nimetin şükrünü edâ ile beraber bir cihette zekâtını da vermiş oluruz. Mesela aklın zekâtı onu marifetullahta kullanmak, ilmin zekâtı bilmeyene öğretmek, gözün zekâtı Allah hesabına hakka, hakikate, ibrete, marifete, ibâdete sevk etmektir, diyebiliriz. Ve hâkeza... Kapitalist sistemlerde mal şahsındır ve tasarruf hakkı da onun olduğundan şahıs, malını dilediği gibi sarf edebilir. Sosyalist sistemlerde mal devletindir, tasarrufu devlet yapar. İslâm'a göre ise malın hakikî sâhibi Allah'tır. Malın tasarrufu insana verilmekle beraber insanın israf ve harama sarf etmesi günahtır. Onu Allah hesabına sarf etmek ise fazilet ve ibâdettir. Netice olarak: insan tabakaları arasında kaynaşmanın, birlik ve beraberliğin temini, ancak ve ancak İslâm'ın rükünlerinden olan zekât ve zekâtın akrabaları derecesindeki sadaka, hediye ve bağışların toplum hayatına yerleşmesiyle olur. İnsanlık; sosyal adâleti, saadeti, huzur ve refâhı istiyorsa daha fazla tokat yemeden Kur'ân'ın zekât emrini dinlemelidir.

Zafer ZENGİN 01 Ağustos