59. Sayı: "Haşir ve Ahiret Hayatı"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiOsmanlı Devletinde Askeri İmamlar
Kültür ve Medeniyet

Osmanlı Devletinde; Kara ve Deniz kuvvetlerinde askerleri dînî konularda aydınlatmak, morallerini yüksek tutmak ve harp esnasında onlara cesâret vermek için görev yapan imam ve müftüler, cephelerde de çok büyük yararlılıklar göstermişlerdi. Yeniçeri Ocağı imamına “imam-ı hazret-i ağa”, “ağa imamı” veya “ocak imamı” denilirdi. Bu makama, ocaktan yetişen, Orta Câmii’ndeki müderristen ders alan, Ağa Kapısı Câmii’nin beş müezzininden en yetkilisi tayin edilirdi. Ocak imamı bu câmide namaz kıldırır ve seferlere yeniçeri ağasıyla beraber katılırdı. Yine onunla birlikte ayda bir defa sadrazamı ziyârete gider, bayramlarda da padişahın bayramlaşma merâsiminde bulunurdu. Selim’in kurduğu Nizâm-ı Cedid ordusunda uygulanmak üzere hazırlanan Levent Çiftliği Kanunnamesi’nde her bölüğe birer imam tayin edilmesi, askerlerin cemaatle namaz kılmaları ve Birgivî Risâlesi’ni okumaları hükme bağlanmıştı. Yeniçeri Ocağı’nın II. Mahmud tarafından 1826 yılında kaldırılmasından sonra onun yerine kurulan Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adlı teşkilâta getirilen dînî eğitim tedbirleri ise şunlardı: “Her bölük için bir mektep açılacak, buralarda her gün Kur’ân-ı Kerîm ve ilmihal dersleri verilecektir. Neferlerin beş vakit namazı cemaatle kılmaları için her bölüğe birer imam tayin edilecektir.” Asâkir-i Mansure-i Muhammediye alaylarının birinci taburlarında görev yapan alay imamları, din hizmetlerini yürütüp ahlâkî bilgiler veren, cemaate namaz kıldıran, cenâze işleriyle ilgilenen özel üniformalı askerî memurlardı ve görev yaptıkları birliğin her türlü dînî işlerinden sorumluydular. 30 kuruş olan maaşlarına “kisve-baha” adıyla 30 kuruş daha zam yapılmış, kılık ve kıyâfetleri belli bir nizama sokulmuştu. Protokolde yüzbaşıdan önce kolağasından sonra gelen alay imamları terfi ederek “alay müftüsü” olurlardı. Alay müftülerinin protokoldeki yerleri "alay emini"nin altında ve kolağasının üstünde idi. Tanzimat’tan sonra kadroları lağvedilen “ordu şeyhleri” ise özellikle savaş zamanında askerin moralini yükseltmekle görevli idiler. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulmasına çalışılan modern orduda önemli yeri bulunan ve daha sonra da Birinci Ordu’nun temelini teşkil eden “Muallem Bostaniyan-ı Hassa Ocağı”nın 31 Mart 1827 tarihli nizamnamesinde belirtildiğine göre, eskiden görevli olan imamlar yeni nizama göre her safa (bölük) yeniden tayin edilecek ve bunlar yetmezse ocağın hâfız başı tarafından imtihanla dışarıdan din görevlisi seçilecekti. İmamlar namazların cemaatle kılınmasını sağlayacak, hâfız başından ders okuyacak, buna ilâve olarak da askerlere günde birer kere Kur’ân-ı Kerîm ve ilmihal dersleri vereceklerdi. Bu hizmetlerin yürütülmesine bütün zâbitler dikkat göstereceklerdi. Çanakkale Savaşı’nın en yoğun yaşandığı günlerden olan 8 Ağustos 1915 günü, Çanakkale Boğazı’nda bir İngiliz denizaltısının batırdığı Barbaros Hayreddin zırhlısında verilen şehitlerden biri de gemi imamı Süleymanoğlu Mehmed Efendi idi.  Çanakkale savaşlarında  73. Alay müftüsü Ali Rıza Efendi çarpışmaların en fazla kızıştığı an, askeri düşmana karşı cesaretlendirirken, makineli tüfek ateşiyle şehitlik mertebesine ulaşmıştı. En kanlı muharebelerin geçtiği Kerevizdere bölgesinde görev yapan 42. Piyade Alayı’nın müftüsü, çarpışmaların en fazla şiddetlendiği ve subayların çoğunun şehit olduğu bir anda alayın başına geçerek askerleri hücuma kaldırmış ve düşmana geçit vermemişti. Galiçya cephesinde de alay müftüsü  Hasan Fehmi Efendi, 17 Eylül muharebesinde birinci hatlarımıza kadar giren Ruslar'a karşı hücuma hazırlanan ve evlatları gibi sevdiği askerlerinin önüne geçmiş, düşmana karşı hücuma geçen birliklerimizin başında tekbirler getirerek hücum etmiştir. “Allahu Ekber” nidalarıyla düşmana karşı yüreklendirdiği askerleriyle beraber koşan Hasan Fehmi Efendi bir top mermisiyle şehit olmuştur. Bahriye teşkilâtında görevli olan “gemi imamları”nın vazifeleri ise harp gemilerinde namaz kıldırmak, askerlere dînî ve ahlâkî bilgiler vermek ve mâneviyatlarını yükseltmekti. Alay imamları gibi ulemadan seçilen gemi imamları da cübbe giyer, sarık sararlardı; kollarında sınıflarını gösteren sırma şeritler bulunurdu. III. Selim’in başlattığı reform hareketleri sırasında da 1804 yılında çıkarılan bir kanunname ile üç ambarlı kalyonlara sefere çıkıldığında atama yapılmak üzere bir seferî imam kadrosu konulmuştur. 1846 yılında donanma personeli arasında yirmi dört imam görev yapmaktaydı. 1907-8 tarihli Bahriye Talimname’sinden anlaşıldığına göre donanmadaki imamların sayısı 13’ü sınıf-ı evvel (1. sınıf)’den, 1’i sınıf-ı sânii (2. sınıf)’den ve 20’si  sınıf-ı sâlis (3. sınıf)’ten olmak üzere 34 idi. Donanmada görevli hıristiyan tayfaların gemilerden ayin maksadıyla ayrılmalarından dolayı bazı firar hâdiselerinin meydana geldiğini öne süren Kaptan Paşa, 31 Ağustos 1847 tarihli başvurusuyla sadâret (başvezirlik) makamından gemilere papaz tayini için izin istemiş, ancak 6 Ekim 1847 tarihli padişah irâdesiyle bu istek  reddedilmiştir. MUHAMMED’İN (ASM) SAVAŞTAN ÖNCE OKUDUĞU DUA “Ey Rabbim! Senden ahdini, vaat ettiğin yenme yardımını dilerim. Yâ İlâhenâ, Sen olmasaydın biz doğru yolu bulamazdık; sadaka veremez, namaz kılamazdık. Bize güç ve kudret ver. Düşman ile karşılaştığımız zaman bizim direnme gücümüzü artır. Çünkü düşman bize zulüm etti. Üzerimize geldi. Fitne verince biz ondan çekindik. Ey Kur’ân’ı indiren, ey hesabı çabuk olan Allah, bu düşman topluluğunu yok et. Ey Allah'ım, düşmanı kır. Düşmanları yerinden oynat. Bizim karşımızda duramasınlar. Biz Senin kullarınız. Onlar da Senin kullarındır. Biz de Senin elindeyiz. Onlar da Senin elindedir. Ey Allah'ım, düşmanları kahreyle ve bizi muzaffer kıl. Âmîn...  "[Harp Tarihi Arşiv no:6/358, Harp Ceridesi, 19]  KAYNAKLAR    Mustafa Sabri Sözeri - “Dünya Ordularında Din Terbiyesi ve Teşkilâtı”,Ali Birinci - “Birgivî Risâlesi,Abdülkadir Özcan - “Asâkir-i Mansure-i Muhammediye”,Faruk Tut - Osmanlılar’da İmam-Hatiplik Müessesesi,

İhsan KANTAŞLI 01 Ekim
Konu resmiHaşir ve Ahiret Hayatı
İtikad

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ (O insan) kendi yaratılışını unuttu da bize bir misal getirdi “Onlar çürümüş olduğu halde, şu kemikleri kim diriltecek?” dedi. De ki: Onları ilk def‘a yaratan, (yine) onları diriltecek! Çünki O, her türlü (mahlûku ve onları) yaratmayı hakkıyla bilendir. Yâsîn, 78-79 Bu âyetin haber verdiği öldükten sonra dirilmeyi isbat eden Haşir Risâlesi’nin birinci suretini, Allah’ın ihsan ettiği anlayış nispetinde şerh etmeye çalışacağız. “Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mûtilere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı bulunmasın. Burada yok hükmündedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübra vardır.” İbn-i Sina gibi dâhiler “Haşir meselesi, âyet ve hadislerle haber verilen naklî bir meseledir. Akıl ve mantık yoluyla bu mesele izah ve isbat edilmez.” dedikleri halde, Risâle-i Nur’un hârikalığına bakınız ki iki satırlık gâyet belâgatli bir cümle ile aklı ikna edip inkârcıları susturacak derecede haşir meselesini herkesin anlayabileceği bir şekilde açıklıyor.  Şöyle ki varlığını kabul ettiren hiçbir idâre ve devlet yoktur ki itaat edip kendini dinleyen çalışanlarını, ücretsiz ve mükâfatsız bıraksın. Ve o idâre ve devlete karşı gelen hak ve hukuk tanımayıp vatandaşlara zulüm ile muamele edeni de cezâsız bırakıp edeplendirmesin. Evet, bir devletin varlığı, idârecinin varlığını; idârecinin varlığı ise o devletin merhamet ve adâletine güvenerek hizmet edenlere mükâfat, karşı gelenlere de cezânın verileceğini gösterip ispat eder. Aynen öyle de genişliği rakamlarla ifâde edilmeyen büyüklüğü ise akıl ve mantık ile anlaşılmayan, sonsuz adâlet ve merhamet ile idâre edilen bu âlemin varlığı, şüphesiz nihâyetsiz güç ve merhamet sâhibi bir idâreci olan Cenâb-ı Hakk’ın varlığını gösterir. Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ise, o idâreye itaat ve itimat ederek vazife yapan mümin kullarına lâyık bir ücret ve mükâfat yerinin bulunduğunu gerektirdiği gibi, kendine karşı gelip zulüm ve isyan eden zâlimlere de elbette onlara münâsip bir cezâevinin varlığını gösterir. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz adâlet ve merhametinin tecellisi ve icraatı, şu dünyada tam görünmüyor. Birçok zâlim zulümleriyle mağrurane hiçbir cezâ görmeden bu dünyadan göçüp gittikleri gibi, birçok mâsum ve mazlum insan da zâlimlerin zulmü altında ezile ezile ölüp gidiyor. Demek geçici ve fâni olan bu dünya, o sonsuz adâlet ve merhametin tecellisine münâsip olmadığından, Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde bulunan âhiret denilen başka bir yer var ki herkese lâyık olan ücret ve mükâfatın; cezâ ve azabın hakkıyla gerçekleşmesi orada olacaktır. Orada herkes velev ki bir zerre kadar olsun yaptığının karşılığını görecektir. Nasıl ki güneş ışıksız olmuyorsa öyle de gerçek bir idârenin varlığı da idâre ettiklerine karşı adâlet ve merhametsiz olamaz. Bu kâinat sâhibinin, böyle bir mükâfat ve mücâzatının olmaması kâinatın da onda tecelli eden hikmet ve adâletin de olmamasını gerektirir. Mâdem âlem var; elbette onu idâre eden sonsuz merhamet ve adâlet sâhibi olan Allah vardır. Mâdem Allah var; şüphesiz mükâfat ve cezâ yeri olan âhiret vardır. Madem âhiret var; elbette zâlimlere cezâ, mazlumlara da mükâfat vardır. Öyleyse hiç kimsenin yaptığı karşılıksız kalmayacaktır. İnsanın öldükten sonra dirileceğine dair şöyle bir örnek verebiliriz: 1980’li yıllarda bir otelde dört öğretmenle beraber kalmıştık. İbâdet ve inanç noktasında zafiyetleri vardı. Öldükten sonra dirilmeyi akıldan uzak görüyorlardı. Onlardan birisi dedi ki “İnsanın yaşaması yalnız dünya hayatından ibârettir. Öldükten sonra tekrar dirileceğimize inanmıyorum.” Ben de onlara anlayabilecekleri bir örnek ile tekrar dirileceğimizi izah etmeye çalıştım. Ve dedim ki “Şu anda yaşadığımız bir kış gününde değil de öldükten sonra dirilmenin de bir delili olan, sonbaharda ölen bütün hayvanların ve bitkilerin dirildiği, gâyet şaşaalı bir bahar gününde bulunduğumuzu düşünelim. Zümrüt gibi yemyeşil güzel manzaraları seyretmek için şehrin dışına çıkıyoruz. Gezerken askerî bir eğitim alanı karşımıza çıkıyor. Bakıyoruz ki  o alanda bir tabur, gâyet intizam ve disiplin altında eğitim görüyor. O askerlerin her birisi Türkiye’nin muhtelif yerlerinden buraya gelip toplanmışlar. Ve askerî tâlim ve eğitime devam ediyorlar. Eğer ben size ‘aklı başında ve şuuru yerinde olan bu askerler, hiçbir kimseden emir almadan kendi kendilerine Türkiye’nin her tarafından bir araya gelip bu alanda toplanmışlar. Ve eğitimlerine devam ediyorlar.’ desem ne dersiniz? Onlar dediler ki ‘Böyle bir şeyin kendiliğinden olabilmesinin imkân ve ihtimali yoktur. Şüphesiz bu toplanma, sevk ve idâre, ancak bir kumandanın emriyle mümkün olabilir.’ Bu hâl devam ederken bakıyoruz ki bir istirahat düdüğü çalındı. Gâyet az bir zaman diliminde o taburdaki bütün mangalar silahlarını çattılar. Nöbetçiden başka bütün o askerler, kimi su kenarına kimi ağaç altına kimi dere boyuna dağılıp ortalıktan kayboldular. Ben size desem ki önceden Türkiye’nin her yerinden bu askerleri toplayıp bir araya getiren kumandan; birbiriyle tanışan ve istirahat için dağılan o askerleri bir düdük sesiyle tekrar toplayacak; mangalar hâlinde nizam ve intizam altına alacak gâyet mükemmel bir disiplinle onlara eğitim yaptıracak. Siz diyebilir misiniz ki ‘o kumandan bu ikinci toplamayı yapmaz veya yapamaz.’ Elbette diyemezsiniz. Zîra birinci toplanmayı yapan, birbiriyle tanışan o askerleri ikinci kez daha kolaylıkla toplar. Nizam ve intizam altına alır. Disiplinli eğitimi devam ettirir. Aynen öyle de tabura benzeyen bir insan vücudundaki zerreler, kâinatın her tarafından toplanarak bir araya gelmiştir. Bir kısmı güneşten bir kısmı hava, su, toprak gibi unsurlardan bir kısmı gıda maddelerinden; ruh, âlem-i ervahtan; hayal, misal âleminden; böylece bütün hisler ve duygular ayrı ayrı alemlerden hatta ebedî yaşamak gibi birçok arzular, bahsettiğimiz âhiret gibi bâki ve sonsuz âlemlerden toplanarak bir araya gelmiş ve gâyet intizamlı bir tabur hükmündeki insan vücudunu teşkil etmişlerdir. Yukarıda geçen şuurlu askerler, bir kumandanın sevk ve idâresi olmadan bir araya gelip askerî bir taburu teşkil edemedikleri halde, acaba sudan tut, ta güneşe kadar dünyanın her tarafında dağınık bulunan şuursuz zerrelerin kendi kendilerine bir araya gelip insan vücudunu teşkil edip gâyet intizamlı ve disiplinli olarak o vücudda eğitim görmelerinin hiçbir imkân ve ihtimali var mıdır? Zerre kadar şuuru bulunan bir insan, hiçbir zaman bunu kabul edemez. Hiç şüphe yok ki insan vücudundaki mânevî his ve duygularla beraber bütün zerreleri varlık âleminin her tarafından toplayıp bir araya getiren ve onlarla vücudu teşkil eden, o vücudda onlara gâyet mükemmel talim ve eğitim yaptıran bir kumandan- âzamları vardır. Hem o kumandan öyle bir Zât-ı Zülcelâl’dir ki bütün âleme hükmü geçiyor. Ve âlemin her tarafını görüyor ve biliyor. Nihâyetsiz kudret, ilim ve hikmetle her şeyi idâre ediyor. Zîra bu özelliklere sâhip olmayan, âlemde dağınık olan o zerreleri bir araya getirip toplayamaz. Bir de bakıyoruz ki istirahat mânâsını ifade eden ölüm gelip çatıyor. Silahların başında bekleyen nöbetçi asker gibi kabirde acbü’z-zeneb denilen kuyruk sokumundaki çekirdekten başka bütün o zerreler, atomlar istirahat için dağılıyorlar.  Ben desem ‘İstirahat için dağılan bu zerreleri, önceden dünyanın her tarafından toplayan kumandan, mükâfat ve cezâ için İsrafil aleyhisselamın düdüğü ile bir daha onları toplayacak o taburu teşkil edecek.’ Siz diyebilir misiniz ki ‘O kumandan bunu yapmaz veya yapamaz.’ Böyle bir iddiada bulunmayı aklı başında bulunan hiçbir insan kabul etmez. Netice îtibariyle, âlemin varlığı hem Cenâb-ı Hakk’ın varlığını hem âhiretin varlığını hem öldükten sonra  dirilmenin gerçekleşeceğini hem cezâ ve mükâfatın verileceğini gösterip ispat ediyor. “Elhâsıl: Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki bütün kuvvetiyle "Yaşasın Cehennem!" der. Cennet dahi ucuz değildir, mühim fiyat ister.”(29. Mektup) Bu anlamda yaptığımız sohbet neticesinde Allah’a hamdolsun, âhiret hayatının varlığını kabul ettiler. Ardından böyle bir ikna metodu ile diğer îman esaslarını Allah’ın lütfu ile anlatmaya çalıştık. Ve onlar ile samimî arkadaş olduk. Cenâb-ı Hak, bütün kardeşlerimizle birlikte tahkikî îman ile Cennetü’l-Firdevsini ve cemâlini bizlere nasibe eylesin. Âmîn…

Zakir ÇETİN 01 Ekim
Konu resmi6. Yılına Doğru İrfan Mektebi
Eğitim

Okullar için tatil bitti. Yeni ders yılı başladı. İrfan Mektebi ise hep açıktı; daima da açık olmak zorunda. 59. sayımıza ulaştık bu ay; gelecek ay 60. sayımızla beş yılımızı doldurmuş, 6. yaşımıza basmış olacağız. Şükürler olsun on binlerce İrfan Mektebi talebesi gece gündüz çalışıyor; okuyor, yazıyor, anlatıyor ve hizmet ediyor. Bu noktada bir itirafta bulunmak istiyorum: İrfan Mektebi’ni hazırlayanlar olarak bizler henüz ilk mektebi bile bitiremedik, eksiklerimiz, hatalarımız çok! Yüce bir dâvâya mensup oluşumuz, söylemek istediğimiz hakîkatlerin ulvîliği başka… Sahip olduğumuz dâvâ ve tebliğ etmek istediğimiz hakîkatlerin yüceliği acemiliğimizi örtmüyor; sadece, bize daha hızlı yol almak için kuvvet, ümit ve şevk veriyor. Bizi bedbinlikten, bezginlikten alıkoyuyor; muhasebe-i nefis yapmaya zorluyor sık sık. Elinde İrfan Mektebi’nin bütün sayıları olan okurlarımız dikkatli bir tahlil ve mukayese yaptıklarında göreceklerdir ki, her geçen sayıda biraz daha gelişmiş, ilerlemiş, ustalaşmış sayıları yüzü aşkın yazarlarımız. 4000 sayfaya yakın telifle, yüce hakîkatler, güzel zarflarla takdim edilmiş, irfan dünyası daha da zenginleşmiş hamdoslun. Grafikte ise daha güzel kapaklarla ve sayfa tasarımlarıyla dergileri çıkarmaya çalışsak da her sayfanın hatta her karenin ayrı ve titiz bir çalışma gerektirdiği düşünülürse zaman zaman vahim denilebilecek hatalar yaptık, yapmaya da devam ediyoruz. Aziz okuyucularımızın hüsnü zan ederek bizlere müsamahalı davranmaları hatalarımızı görmemize mani olmuyor. Ümit ediyoruz, önümüzdeki sayılarda, hatalarımızdan dersler çıkartarak daha nezih ve İrfan Mektebi’nin dâvâ ve vazifesine yakışan dergileri sizlere takdim edebiliriz. Bu vesileyle, bu mübarek yolculuğumuzda ve sırf Rabbimizin rızâsını kazanmak ve O’nun Kelâmı’na hizmet için kalemle yaptığımız hizmette, nefsimizin kusurları ve tembelliğimizin neticesi olarak yaptığımız hatalardan dolayı Allahu Teâlâ’dan af, sizlerden binlerce özür diliyoruz. Şimdi önümüze bakmak, bilhassa yeni nesillere ve nefsimize ‘irfan’ deryasının derinliklerine dalacak bir şuur ve bu şuura münasip bir hayat tarzı kazandırmak için gayret etmek zorundayız.        Üretmek, yetişmek ve yetiştirmekle mükellefiz. Süflî hislerin esiri olmadan, dünyevî menfaatlere kapılmadan, tembelleşmeden; nemelazımcılık, vurdumduymazlık illetlerine tutulmadan; korku, enâniyet, makam sevgisi gibi desîselerin derelerine düşmeden emin ve ihtiyatlı adımlarla yürüyeceğiz. “Namaz kılmayanın sehiv secdesi olmaz” derler. Hamdolsun, namaz kılıyoruz ama gafletle ve acemilikle çok hatalar yapıyoruz. Sonra sehiv secdeleri yapıyoruz. Amellerimize de güvenmiyoruz. Rahmeti İlâhîye’den ümîdimizi de kesmiyoruz, kesmeyeceğiz aziz dostlar. O’nun kapısından başka kapı, O’nun yolundan başka yol yok! Bu itibarla, İrfan Mektebi’ni beşinci yılını doldurduğu şu aylarda daha ilerilere taşımak ve daha çok kişiye bu ulvî mektebin derslerini ulaştırmak için hem dergimizi dikkatle okuyup takip etmenizi, hem de gerek çalışmalarınızla gerekse yeni talebeler bularak bu yolculuğumuzda bizlere yardımcı olmanızı hassaten istirham ediyorum. ‘Haşir’ mevzuunu ele almaya çalıştığımız bu sayımızın ‘her sahada ve her ölçekte’ yeni bir ‘diriliş’e vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyor, hepinize hürmet ve muhabbetlerimi sunuyorum. Allah’a emânet olunuz.   

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Ekim
Konu resmiİlimsiz olmaz
Eğitim

Yüce dinimizde ilmin önemi o kadar büyüktür ki Kur’ân’ın 750 yerinde ilim kelimesi türevleriyle beraber geçer. Bununla birlikte ilme götüren okumak, düşünmek, ibret almak, akıl, nazar, hikmet, fikir gibi ilim ile alâkalı kelimeler de dikkate alındığında Kur’ân’daki her dört âyetten birinin ilimle ilgili olduğu görülür. Çünkü dünya ve âhiret saadetinin anahtarı ilimdir. Büyükler derler ki “Farzdan evvel farz, ilimdir. Farz içinde farz ise, ihlastır.” En büyük düşmanımız ise cehâlettir. Bu düşmanı ortadan kaldırmadan maddî mânevî saadete ve zafere erişmek mümkün değildir. İlim, Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatıdır ki bu âlemdeki nizam dahi hikmet sâhibi bir bileni gösterir. “Habibim! De ki: Hiç, bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?”1 buyuran Rabbimiz bu kâinatı insan için yaratmış ve ondan ilim ile tekemmül etmesini istemiştir. İlk insan ve peygamber Hz. Âdem’e eşyanın bütün isimlerini, sıfatlarını ve yaratılış gâyelerini öğretmiş ve bu ilim ile Hz. Âdem meleklerden daha üstün bir seviyeye yükselmiştir. Kur’ân’ın ilk emri oku ile başlar. “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku.”2 Öyle ki O, âlemlerin Rabbidir . Rahman ve Rahîm’dir. Bütün kâinata O’nun adıyla nazar et ve Rabbinin âlemlerde tecelli eden İlâhî sanatlarını ve üzerlerindeki vahdet mühürlerini oku. Mahlukatı nasıl terbiye ettiğini anla, O’na îman ve itaat et. Kendini de oku! Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun, sâhibin kim? Keşfet. O, ezel ebed sultanının rahmetini, keremini, celâlini, cemâlini, afvını, hikmetini de okuyarak mutalaa ve tefekkür et. İşte bütün bu okumalar marifet ilmidir ki; Allah’ı (cc) hakkıyla ve esma-i hüsnâsı ile tanımaktır. “İlim, kadın erkek tüm mü’minlere farzdır"3 hadis-i şerifi bu ilme ulaşmayı bize mecburî kılar. Ve îman ilmi ile O’na götüren Kur’ân, hadis, fıkıh, kelam gibi îmanı elde etmeyi ve hakkıyla yaşayabilmeyi sağlayan tüm ilimleri ihtiva eder. Bu cihetle Allah’ı hakkıyla tanıyan O’nu hakikî sever. O’nu seven itaatte kusur etmez. "Kulları içerisinde Allah'tan ancak ve ancak (gerçek) ilim sâhipleri korkar.”4 O’nu seven aynı zamanda hata yapmaktan, sevgiliye hürmetsizlik etmekten, rızası hâricine çıkmaktan, O’nun teveccühünü kaybetmekten korkar. Bütün bu ilimlerden mahrum bir insanın kalbi hastalanır ve mânen ölür. Bu sırdandır ki “İnsan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mâhiyet ve istîdad itibariyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esâsı da îman-ı billahtır.”5 PEYGAMBER  VÂRİSLERİ Bu okumaların ve ilmin, tevhid istikametinde olabilmesi için Rabb-i Rahîm insanlık âlemini irşad için muallimler hükmündeki peygamberlerini göndermiştir. Yüce Nebi "Ben size muallim olarak gönderildim”6 buyurur. Peygamberlerden sonra ise bu vazife “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”7 “Ümmetimin âlimleri Beni İsrail’in peygamberleri gibidir” methine mazhar Allah’ın veli ve âlim  kulları ile devam etmiştir. Bütün peygamberlerin ve hakikat âlimlerinin ortak dâvâsı ise îman hakikatlerinin neşri olmuştur. Çünkü insanın yaratılış gâyesi ve neticesi îman ilimlerinde tekemmül ile kâmil bir îmana sâhip olmaktır. Zamanımızın îman zafiyeti içindeki sersemlemiş akıl ve ruhlarına tiryak ve âb-ı hayat hükmündeki îman hakikatlerini ulaştırmak ve bu umumî hastalığı tedâvi etmek üzere Cenâb-ı Hak bu asırda da yine bir mürşid-i ekberini göndermiştir. İlmiyle, îmanıyla, takvası ve mücâdelesi ile benzersiz bir şahsiyet olan Bedîüzzaman Hazretleri bizlerin imdadına yetişmiştir. Kaleme aldığı Risâle-i Nur eserleriyle, tasavvuf ve kelam ilimlerinde tecdidat yapmış, bu ilimleri Kur’ânî bir tarz ile asrın idrâkine göre izah etmiştir. Risâle-i Nur ne şarkın din ilimlerinden, ne de garbın fen ve felsefesinden alınmadan doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’in i’caz-ı mânevîsinden gelen ve ilham ve istihraçla yazılmış bir tefsir-i Kur’ânîdir. Hakikatleri semavîdir. Eskiden 15 senede öğrenilebilecek çok yüksek ilim ve hakikatleri bizlere 15 ay gibi kısa bir sürede elde etme imkânı sağlamış, iddia ve isbat etmiştir ki “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan bu zamanın mühim hakikatli bir âlimi olabilir.”8 Said Nursî, ilmin hakikî mâhiyetini ifâde ile demiştir ki “Vicdanın ziyası (ışığı) ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak (ayrıldıkları) ettikleri vakit; birincisinden taassup, ikincisinden hile, şüphe tevellüd eder.”9 “Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u îmaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler (Risâle-i Nur) ekseriyet itibariyle inşaallah o cümledendir.”10 İLİM TALEBESİNİN FAZİLETİ İlim ile meşgul olanların en büyük kazançlarından birisi de talebelik vasfını kazanmalarıdır. Çünkü hadis-i şeriflerde “Evinden ilim talebi için çıkan hiç kimse yoktur ki melekler yaptığı işten râzı oldukları için kanatlarını onun yoluna sermiş olmasınlar.”11 “Allah’ın ateşten azad ettiği kişileri görmek isteyen âlimlere ve ilim öğrenen talebeye baksın.”12 denilmiştir. İmam Şâfii gibi çok büyük zâtlar ise “Talebe-i ulumun hatta uykusu da ibâdet sayılır diye ziyâde ehemmiyet vermişler.”13 yine “İmam Şâfii’den rivâyet var ki ‘Hâlis talebe-i ulûmun rızkına ben kefâlet edebilirim.’ demiş. Çünkü rızıklarında vüs’ât ve bereket olur. Mâdem hakikat budur ve mâdem hâlis talebe-i ulûm ünvanına Risâle-i Nur şakirdleri bu zamanda tam liyâkat göstermişler.”14 ve “Risâle-i Nur’un meseleleri medâr-ı müzâkere olsa inşaallah talebe-i ulûm’un şerefini kazandırır.” buyuran Üstad Hazretleri, Risâle-i Nur’daki talebelik vasfına dikkatleri çekmiştir. İlmin ve bu gâye ile bir araya gelerek oluşturulan ilim meclislerinin kıymeti hakkında ise “İlim müzâkeresinde bir saat oturmak yüz bin rekat nafile namaz kılmaktan daha hayırlıdır.” “Âlim olan mü’min, âbid olan mü’minden 70 derece daha faziletlidir.”15 “Bir ibâdet yerinde toplanıp Allah’ın kitabını okuyan ve aralarında O’nun mânâsını birbirlerine anlatan topluluğu melekler kuşatırlar ve üzerlerine huzur ve rahmet iner. Allah onları yanındaki meleklere över.” “Birgün Hz. Peygamber (asm) evinden çıkıp mescide geldi. Mescide girdiği zaman, toplanmış iki grup gördü. Bu gruplardan biri duâ ve zikir ile meşgul oluyordu. Öbürü ise, ilimden bahsediyor ve birbirlerine ilim öğretmeye çalışıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber zikir hâlinde olanlara işâret ederek şöyle buyurdu 'Bunlar Allah'tan isterler. Allahu Teâlâ dilerse onlara verir, dilemezse vermez. (Sonra ilim üzerine konuşanlara işâret ederek şöyle buyurdu): "Bunlar ise, halkı eğitip ilim öğretmeye çalışıyorlar. Ben de sizlere bir muallim (öğretici) olarak gönderildim." Daha sonra Hz. Peygamber ilim öğretenlerin meclisine giderek onların aralarına oturdu.”16 hadis-i  şerifleri rivâyet edilmiştir. İlim tahsilindeki mühim şartlardan ve etkili yollardan birisi, ilmî çalışmaların ilim meclislerinde, müzâkereli ve mutalaalı çalışılmasıdır. Bu hususta İbni Haldun Mukaddimesinde şöyle der: “İlimlerde meleke sâhibi olmak için en kolay usül müzâkereler ve ilmî münâkaşalardır. Meleke tahsilinde en faydalı usül, talebenin birbiriyle derslerini ve ilmî konuları çok ve derin olarak müzâkere etmesi ve münâzaralarda bulunmasıdır.” İslâm’ın ilk talebeleri olan Medine’deki genç sahâbelerin oluşturduğu Ashab-ı Suffa, ilim meclislerinde bu metodu uygulardı. Saatlerce âyetler ve hadisler hakkında müzâkerelerde bulunup en doğru mânâsı üzerinde çalışırlardı.  Ayrıca soru, cevap usûlü de ilmî çalışmalara zenginlik katar. “İlim hazinedir. Bu hazinenin anahtarı soru sormaktır. Sormaktan çekinmeyin; zîra ilmin sorulmasından dört kişi birden mükâfat kazanır: Soran, cevap veren, onları dinleyen, onları seven!”17 Sahâbe-i Kiram her zaman Allah Resûlü’ne (asm) bilmediklerini sorar öğrenirlerdi. Onlar sormadığı zaman ise Resûlullah onlara bizzat soru sorup cevabını yine kendisi verirdi. Hatta Hz. Cebrail bir çok defa insan suretinde gelip bir çok mesele hakkında Resûlullah’a (asm) sorular sorarak sahâbelerin birçok konuyu öğrenmesini sağlamıştı. Denildi ki “İlmin evveli sükût, sonrası dinlemek, daha sonrası hıfzetmek ve daha sonrası ise onunla amel etmektir. En sonu da onu insanlara öğretmektir.” İlim meclislerini genelleyecek olursak; Allahu Teâlâ’nın zikredildiği her ortamı, hatta evlerimizi de içine katabiliriz. Hatta bu hususta Üstad Hazretleri anne ve babalara seslenir ve der ki “Hâneniz bir küçük medrese-i nûriye, bir mekteb-i irfan olsun ki bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçi olsunlar. Dünyada da îman dersini tam alıp size hakikî evlat olsunlar.”18 KALEME YEMİN OLSUN Kur’ân-ı Kerîm’in ilk emri oku olmakla beraber sûrenin devamında yazının ehemmiyetine de dikkat çekilir: “… O, insana kalem ile yazmayı öğretti” ve Kalem Sûresi’nin başında “Kaleme ve yazmakta oldukları şeylere yemin olsun” âyet-i kerimelerinden de anlaşılıyor ki talebeliğin mühim bir esası da elinde kalem tutmaktır. İlim sâdece okumakla değil, yazma ile tamam olur. Abdullah ibnu Amr “İlmi bağla” der. “İlmin bağlanması nedir?” diye sorulunca “yazmaktır”der. İşte Risâle-i Nur gibi îman ve Kur’ân hakikatlerinin en yüksek ilimlerinin tahsil edildiği bu hizmet metodu içinde  kalem ve yazı düstûru da mühim bir yer tutar ki  üstad  talebe olmak isteyenlere şu şartı koyar “Risâle-i Nur’a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi onu yazmak ve yazdırmaktır. Ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan ve yazdıran Risâle-i Nur talebesi ünvanını alır.” Cenâb-ı Hak bizleri hakikat yolunun has talebelerinden eylesin. Kaynaklar1- Zümer, 92- Alak, 13- İbni Adiy, Beyhaki4- Fatır, 285- Sözler6- Ebû Tâlib El-Mekkî7- Ebû Davud, Tirmizî8- İşâretü’l-İ’caz, Lemalar9- Münâzarât10- Barla Lâhikası11- Ahmed b.Hanbel, Hakim12- Hâdimî13- Şualar, 37514- Kastamonu Lâhikası 15- İbni Adiy16- Et-Tergib ve't-Terhib17- Ebû Nuaym, Hilye18- Hanımlar Rehberi

Halenur SERHAD 01 Ekim
Konu resmiHaşir Risalesindeki Temsilî Hikâyenin Sırrı
Risale-i Nur

Günlük hayatta, muhatabımızı ikna etmek için kullandığımız metotlardan biri de temsil vermektir. “Sana bir misal vereyim” ya da “Temsil olarak söylüyorum” gibi cümlelerle giriş yaparak; ardından verdiğimiz isabetli bir temsilin, meramımızın anlaşılmasında çokça işe yaradığına şahit oluruz. Mesela, herkesin üzerine düşen vazifeyi yapmasıyla ancak düzelebilecek bir problemin çözümünde, “Herkes kendi evinin önünü süpürse şehir tertemiz olur” deriz ve bununla kişilerdeki sorumluluk duygusunu uyandırmaya çalışırız. Küçük bir çocuğa temizlik şuuru kazandırmak için, “Bak sinekler bile sürekli kendilerini temizleyip duruyorlar” deriz. Aslında, isabetli bir temsilin insanları ikna etmesi boşuna değildir. Çünkü bu gibi temsiller, hayatta cari ve herkesçe bilinen büyük bir ilâhî kanunun fark edilmesini sağlar. Kişi kendisine verilen temsilin penceresinden açıkça gördüğü kanunun, aslında çözmeye çalıştıkları meselede de geçerli olduğunu fark ettiği anda mevzuyu kavrar. Çünkü böylelikle kişi, temsil için geçerli olan, “doğru-yanlış”, “faydalı-zararlı”, “gerçekleşir-gerçekleşmez” gibi hükümlerin, aynı kanuna tabi olmaları sebebiyle kendi meseleleri için de geçerli olduğuna kanaat eder. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin tesbitine göre, bu gibi küllî kanunların numunelerini ve uçlarını gösteren temsiller, mantıktaki katî delillerden bile daha kuvvetli, daha ikna edicidirler.  Bu kuvvetli ikna ediciliği sebebiyledir ki, Kur’an-ı Kerim temsil metodunu çokça kullanmıştır. Mesela, haşirdeki dirilişin ispatı için her bahar yaşanan yeryüzündeki dirilmeyi misal getirmiştir. Münafıkların hidayet nurundan mahrumiyetlerini anlatmak için, yaktığı ateş aniden sönen bir gece yolcusunun karanlıklar içinde kalışı misal verilmiştir. İsa Aleyhisselam’ın babasız yaratılışına ikna etmek için, Âdem Aleyhisselam’ın hem annesiz hem babasız yaratıldığı hatırlatılarak misal verilmiştir. Bunun gibi onlarca misal Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Üstelik Kur’an, “Allah, insanlara böyle misâller getirir, tâ ki ibret alsınlar.”  ve “Bu misâlleri insanlara, olur ki düşünürler diye getiriyoruz.”  gibi mükerrer ayetlerle temsil metoduna ve bu metodun insanların anlayışına olan katkısına dikkat çekmiştir. Kur’an’ın bu temsil metodu, tarih boyunca yazılan İslamî eserlere de ilham kaynağı olmuştur. Mevlana Hazretleri’nin meşhur Mesnevî-i Şerif kitabı, Sadî-i Şirazî’nin meşhur Bostan ve Gülistan kitabı gibi tamamen temsillere dayanan eserler olduğu gibi, İmam-ı Rabbânî ve günümüzde Bediüzzaman Said Nursî gibi bütün büyük İslâm âlimleri kitaplarında zor meselelerin çözümünde temsillerden çoklukla faydalanmışlardır. Temsil metodu hakkında bu girişten sonra şimdi Üstad Bediüzzaman’ın en büyük şaheserlerinden biri olan Haşir Risalesi ve ondaki temsilî hikâyenin sırrını bir derece izah etmeye çalışacağız. Hazret-i Üstad, Haşir Risalesi’nde içinde bulunduğumuz dünya ve kâinatı temsil eden bir şehir tasvir eder. Bu şehrin sultanı, o şehri yalnız kendi servet ve sanat eserlerini sergilemek ve bunlarla kendini tanıtmak için geçici olarak kurmuş ve o işlerde çalışmak üzere sivil halktan bir kısmını oraya getirmiştir. Daha sonra o şehre giren iki kişi bu şehir hakkında tartışmaya başlıyorlar. Tartışma konuları ise şunlardır: 1- O şehrin bir sultanı var mı, yok mu? 2- O şehirde çalışanlar amelleri karşılığı bir mükâfat ya da ceza görecekler mi? 3- Burası devamlı bir şehir mi, yoksa bir gün kapatılıp başka dâimî bir şehre mi geçilecek? O şahıslardan birinin bunların tamamını inkâr etmesi üzerine, diğeri bunların ispatı için on iki farklı delil getiriyor. Getirdiği delillerin tamamı, o şehrin gözle görünen özelliklerine ve orada icra olunan faaliyetlere dayanıyor. 1- Sultanın varlığını ispat: O şehrin bir sultanı bulunduğunu ispat için temsildeki şahıs şu delilleri gösteriyor: a- Bir harf, bir iğne dahi ustasız sahipsiz olmaz ve bir köy dahi muhtarsız olmazken; göz önündeki bu kadar muhteşem bir şehrin, elbette bir kurucusu, bir yöneticisi ve sahibi olacaktır. b- Her saat şehre vagonlar dolusu mal ve servet gelmektedir. Bu kadar büyük ve kesintisiz servet ancak o şehrin sultanına ait olabilir ve onun varlığını gösterir. c- Şehrin her tarafına asılan yazılarda sultanın ismi, her mal üstünde ona ait olduğunu gösteren tuğrası, şehirdeki hâkimiyetini gösteren bayrak ve flamaları ve şehir halkına hitab eden yazılı fermanları o sultanın varlığını açıkça göstermekte fakat diğer adam bu yazıları okuyamadığı için anlayamamaktadır. Bunun üzerine arkadaşı sultanın halka hitab eden en büyük fermanını okur ve o da ikna olur. d- Şehirde cereyan edip durmakta olan farklı farklı faaliyetlerden on ikisi gösterilerek bu faaliyetler elbette tesadüfen olacak şeyler değildir. Muhakkak o hikmetli işleri yapan büyük bir sultanın bulunması lazımdır denilerek, bu dört yolla sultanın varlığına muhatap tamamen ikna ediliyor. Çünkü başka daimî bir mükâfat ve ceza alınacak şehrin açılması davasının ispatı, evvelâ bu şehri kuracak ve orada mükâfat ve ceza verecek sultanın varlığının ispatına bağlıdır. 2- Mükâfat ve cezanın varlığını ispat: a- Bu kadar haşmetli ve muktedir bir sultanın, idaresi altındaki halkını kendi maksadları lehinde en güzel bir şekilde yönetip çalıştırabilmesi için hizmetleri karşılığında mükâfat, isyanları karşılığında cezalarının bulunması şarttır. Aksi takdirde insanlar o sultanın maksadı lehinde çalışıp itaat etmezler. Bu şehirdeki harika intizam gösteriyor ki, o halkı gayrete getirip çalıştıran bir mükâfat ve ceza sistemi orada vardır. b- Yine, bahsi geçen şehirdeki on iki icraatın her biri, bize öyle bir sultanı gösteriyor ki; son derece muktedir, adaletli, merhametli, güzelliklere ve sanata düşkün, son derece zengin ve ikramı sever, kudretli, izzetli ve haysiyetine düşkündür, hiçbir ihmali ve özensiz işi yoktur. Hem şehirde cereyan eden her şeyi devamlı surette titizlikle kayıt altına aldırmaktadır. Böyle harika sıfatlara sahip olduğunu şehirdeki icraatlarıyla ispat eden bir sultanın, kendisine sadakatle itaat ve hizmet eden halkına mükâfat ve ücretlerini vermemesi düşünülemez. Hem bu kadar izzetli ve kudretli bir sultanın kendi maksadlarına ve halkına zarar veren âsilere seyirci kalması da düşünülemez. Elbette o servet ve haşmetine yakışacak derecede ikramları ve o yüce izzet ve haysiyetine münasip cezaları vardır. 3- O şehrin geçiciliğini ve başka bir şehrin varlığını ispat: a- Şehrin binalarını ve kuruluş tarzını incelediğimizde görüyoruz ki, yalnız muvakkat bir sergi ve fuar sezonu için kurulmuş temelsiz ve geçici yapılardır. Demek sultanın asıl şehri burası değil, başka yerdedir. b- Bu şehre getirilip istihdam edilen insanlar, o padişahın harika sıfatlarını görüp bir kısım ikramlarına mazhar olup doyamadan buradan göçüp gidiyorlar. Hâlbuki böyle bir sultanın şânına yakışır dâimî bir halkı ve onlara dâimî ikram edeceği bir yer lazımdır. Tâ ki, haşmetli icraatlarını orada dâimî tecelli ettirsin ve o tecellilerle sultanlarını tanıyıp seven halk orada devamlı olsun. Çünkü geçici olsalar, ayrılık düşüncesi halkın o sultana karşı sevgi ve hürmetlerini kıracaktır. Hem onun sınırsız şefkat ve keremi de verdiği ikramları, murad ettiği üzere kendisini tanıyıp sevenlerden geri almasına müsaade etmez. Demek ki, bu muvakkat şehirden göçenler sultanın dâimî şehrine gönderiliyorlar, orada sürekli ikramlarına kavuşacaklar. c- O muktedir, şefkatli, ikramperver ve izzetli sultanın o kadar servetine rağmen, hizmet vakti dolanların ücret almadan ayrılmaları ve o kadar izzetine rağmen zulmedenlerin hiçbir ceza görmeden buradan götürülmeleri gösteriyor ki, onlar sultanın dâimî şehri olan başkentine götürülüyorlar. Tâ ki, orada hizmetlerine layık mükâfat ve isyanlarına şayeste ceza görsünler. d- O yüce sultan, şehirde asılan çeşitli ilan ve fermanlarıyla bu şehrin geçici olarak halkına kendini tanıtmak ve onların kendisine olan sadakatini imtihan etmek üzere kendisi tarafından kurulduğunu, bir gün tamamen kapatılarak halkına mükâfat ya da cezalarını vermek üzere dâimî memleketine hep birlikte göç edileceğini pek çok tekrarla haber veriyor. Madem o yüksek sıfatlar sahibi ciddi zat yapacağım diyor, elbette yapacaktır. Bu dört temel nokta gibi şehirde göze çarpan çok özellikler, bu şehrin geçici olduğunu, vazifesi bittiği gün tamamen kapatılarak dâimî asıl şehre geçileceğini gösteriyor. Temsilde İspatlananlar Buraya kadar anlatılanlarla ortaya çıkan şudur: Temsildeki iyi arkadaş, diğer kişiye, o şehrin bir sultanı bulunduğunu; o sultanın sıradan biri olmayıp harika sıfatlara sahip olduğunu, sultanın, o şehri kendini halkına tanıtmak maksadıyla kurduğu geçici bir şehir olduğunu, orada çalışanların bir gün sultanın hakiki ve dâimî diğer şehrine geçerek orada amellerine göre mükâfat ya da ceza göreceklerini ve orada dâimî kalacaklarını ispat etti. Bu ispatları yaparken bütün delillerini, sultanın o şehirde gözle görünen icraatlarına ve o icraatlarıyla anlaşılan sıfatlarına dayandırdı. Şehir Temsilinin Hakikati Yazımızın en başında temsiller hakkında bilgi verirken, temsil yoluyla aynı kanuna bağlı diğer bir hakikatin ispat edildiğini bunun ise mantık burhanlarından daha kuvvetli etki yapan bir delil çeşidi olduğunu bahsetmiştik. Temsiller uzak hakikatleri yaklaştırıp göstermeye yarayan dürbünler gibidir. Şimdi bu şehir temsili sayesinde aklımıza açılan pencerelerden ve o temsilin dürbünüyle haşir ve ahret hakikatine bakacağız. Temsilimizdeki şehri biraz büyütürsek o şehir dünya olur. O şehir gibi bu Dünyanın da ezelî bir sultanı vardır. Ve o sultanı biz hem icraatlarından, hem fermanlarından tanıyoruz ki, gayet adalet ve merhamet sahibi kerîm bir Rab’dir. Hem aynen o temsilî şehrin halkı gibi dünyadaki insanlar da ne mükâfat, ne de ceza görmeden buradan ayrılıp gidiyorlar. Demek amellerinin karşılıklarını bulacakları bir âleme göç ediyorlar. Kısacası şehir misalini dikkatle mütalaa edip, “Bu şehrin sultanı elbette vardır ve bu şehir geçici olup orada çalışan halk sultanın pay-ı tahtına mükâfat veya ceza almak için sevk olunuyorlar” diye kanaat eden birisi, aynı kanaatlerle dünyaya baktığında ‘Bir gün kıyametin koparak insanların Cennet ya da Cehennem’e sevk olunacaklarına’ hiçbir şüphesi kalmaz. Dünyanın Allah’ın Varlığını İspatı Bu dünyada sergilenen her şey harika birer sanat eseridir ve o ezelî Sultanımızın varlığını açıkça ispat eder. Çünkü harika bir sanat, ancak harika bir sanatkârın eseri olabilir, tesadüfün işi veya aciz varlıkların eseri olamaz. Ayrıca her bahar ve yazda, hatta tüm sene boyunca yaratılıp dünya yüzünde sergilenen milyonlarca canlılar ancak o nihayetsiz kudret sahibi olan Allah’ın varlığıyla ortaya çıkabilir ve bu kadar servet ancak ona ait olabilir, sahipsiz olamaz. Üstelik Allahu Teala, bizlere kendi varlığını adeta “ben varım” dercesine gösterip ispat eden 124 bin peygamber, dört büyük kitap ve yüz suhuf göndermiş, onlarla insanlara hitab etmiştir. İnsanların en doğru sözlü ve en güzel ahlâklılarından seçtiği o peygamberlerin doğruluğunu ispat için ellerine mucizeler vererek kendi elçileri olduğuna hiçbir şüphe de bırakmamıştır. Dünya İmtihanının Mükâfat ve Cezası Allahu Teala’nın kendini tanıtmak ve sevdirmek için dünya denen şu imtihan meydanına getirdiği bu insanlardan isteği şudur: Onun emirleri ve yasakları doğrultusunda yaşayarak kabiliyetlerini geliştirmeleri ve cennet yurduna layık seçkin bir halk haline gelmeleridir. Bunun için insanların önlerindeki hayırlı vazifelere koşturmaları, şer ve zararlardan ve Allah’a âsi olmaktan sakınmaları şarttır. Bilindiği gibi insanı harekete sevk eden iki temel şey vardır. Mükâfat ve ceza… İnsanları kendi maksadı yönünde motive edip çalıştırabilen hiçbir idareci yoktur ki mükâfat ve cezası bulunmasın. Hâlbuki Rabbimizin idareciliğinin nihayetsiz mükemmel olduğuna şu muntazam koca âlem şüphesiz bir surette şahitlik etmektedir. Böyle sonsuz mükemmel idare eden bir Rabbin, insanları maksadları lehinde çalıştırmak için kendi büyüklüğü nispetinde bir mükâfat ve ceza koymaması düşünülemez. Üstelik onun dünyada gerçekleşen icraatlarını incelediğimizde; nihayetsiz bir şefkat, ikram, zenginlik, adalet sahibi ve her işi yerli yerinde yapan bir hikmete sahip olduğunu görüyoruz. O halde bu yüce sıfatlara sahip yaratıcımızın kendisini tanıyıp sevmiş, iman etmiş, emirlerine itaat etmiş mümin kullarına mükâfat vermemesi düşünülebilir mi? Fakat hiçbiri burada mükâfat almadan ölümle çekip gidiyorlar! Demek ki, bazılarının sandığı gibi yok olmuyor, ebedi mükâfat görmek için cennete götürülüyorlar. Hem nihayetsiz büyüklük ve izzet sahibi olduğuna tüm âlemleri hâkimiyeti altına alan haşmetli saltanatı şahadet eden Rabbimiz; kendine isyan eden, emirlerine muhalefet eden, halkına zulmeden, dünyadaki düzeni bozan zalimlere ceza vermemesi mümkün müdür? Fakat hiçbir ceza almadan buradan çekip gidiyorlar! Demek ki, zannedildiği gibi kaçıp kurtulmuyorlar, ölüm melekleri tarafından tutuklanarak ceza görecekleri cehenneme sevk olunuyorlar. Ve bir gün gelecek, her gün peyderpey boşaltılan bu dünya; kıyametle tamamen boşaltılarak yeni bir dünya kurulacak ve orada itaat edenler cennetin ebedi halkı olmak üzere oraya alınacak, küfreden asiler de cehennemin ebedi halkı  olmak üzere oraya atılacaklar. Dünyanın Fenası ve Âhiret Yurdu Son olarak, bu dünyanın ölümlü olması gösteriyor ki, burası Allah’ın ebedi saltanatının hakiki mekânı olamaz. Çünkü buradan başka ebedi bir yurt olmazsa, insanlar dönmemek üzere yokluğa gitmiş olacaklar. Böyle düşünen insanların artık Allah’ı doğru tanımaları ve sevmeleri mümkün olmayacaktır. Çünkü dünyada geçici olarak hayatın lezzetini tadıp sonra ebedi yokluğa atılacak insanlar Allah’a dost yerine düşman olacaklardır. Bu ise, Allah’ın dünya imtihanını açmasına tamamen zıt ve tersine bir durumdur. Yani Allah, dünya imtihanını, kendisini hâşâ yanlış tanıtarak düşmanlar kazanmak için açmış değildir. Bu tamamen abes bir durumdur. Bütün güzel sanatlarının, şefkatli muamelelerinin ve ikramlarının şahadetiyle, hem kitaplarıyla da vaat ettiği üzere Allah insanları yok etmek için değil, ebedi bir hayat için yaratmıştır. Bu sebeple bir gün gelecek imtihan müddetinin dolması ile kıyameti koparacak, yeni bir âlem tanzim ederek, şu an mevcut olan Cennet ve Cehenneme son şeklini verecektir. Ölmüş bütün insanlar haşr edilerek, vazifelerini yapanlar mükâfatlarını almak üzere cennete, cezayı hak edenler de cehenneme gireceklerdir. Madem yüz yirmi dört bin peygamberinin dilleriyle vaat etmiştir, vaadini elbette yerine getirecektir. Bu noktada daha pek çok şeyler söylenebilir. Bu kadarla iktifa edip, tafsilatını Haşir Risalesi’ne havale ediyoruz.

Cemal ERŞEN 01 Ekim
Konu resmiBir olay, bir hatıra ve netice
İtikad

 Tebük Seferi, Peygamber Efendimiz’in (asm), Şam'da toplanan kırk bin kişilik Bizans ordusuna karşı Medine'den Tebük'e kadar sevk ettiği en son ve en güçlü askerî harekâttır. Bazı Arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecekleri haberi Medine'ye ulaşınca Allah Resûlü (asm) genel seferberlik ilan etti. Allah'ın Resûlü diğer gazvelerde seferi gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karşı bir sefer düzenleneceğini açıklamıştı. Çünkü gidilecek yer uzak, havalar sıcak ve kurak, düşman güçlü idi. Ordunun buna göre hazırlık yapması gerekiyordu. Sıcak, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları bu seferi zor bir sefer hâline getirmişti. Buna binâen seferin rastladığı zamana Kur’ân-ı Kerîm'de "Sâatü'l-Usre" (güçlük zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur’ân dilinden alınarak "Gazvetü'l-Usre" (zorluk gazâsı) adı verilmiştir. Bu orduya da "Ceyşü'l-Usre (güçlük ordusu)" denilmiştir. (Tevbe, 117, Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75)   Peygamber Efendimiz (asm), savaş için hazırlık yapılmasını emretti ancak mevsimin zorlukları, ürünün hasat zamanı oluşu böyle sıkıntılı bir yolculuğa bazılarında isteksizlik oluşturdu. Bu sebeple Allahu Teâlâ mü’minleri şöyle ikaz etti: “Ey îman edenler! Size ne oluyor da “Allah yolunda cihada çıkın!” denildiğinde bazılarınız ağırdan alarak bulunduğunuz yerden kımıldamak istemiyorsunuz? Yoksa siz âhireti bırakıp sâdece dünya hayatına mı râzı oldunuz? Hâlbuki dünya hayatının geçici zevki âhiret saadeti yanında pek az ve değersizdir.” (Tevbe, 38) Nihâyet sefer gerçekleşti. Münâfıklardan pek çok kişi bu zor sefere katılmamıştı. Ancak yukarıda zikrettiğimiz İlahî ikaza rağmen mü’min oldukları hâlde sefere katılamayanlar da olmuştu. Bunlar; Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye (ra) idi.     Kâ'b b. Mâlik (ra), Akabe'de Peygamber Efendimiz’e biat etmiş, Bedir dışında tüm gazâlara katılmıştı. Tebük seferine katılmak için her türlü imkâna sâhip olduğu halde ihmali neticesinde bu gazâya katılamadığını kendisi şöyle anlatır: “Senelik yiyeceğimiz olan hurmaların toplanacağı en sıcak günlerden birinde Tebük Gazâsı’na hareket eden Resûlullah'ın ordusuna bütün iyi niyetime rağmen katılamamıştım. Cihad için gereken binek ve mâlî imkânlarım da evvelkinden daha müsâid olmasına rağmen bugün katılayım, yarın katılayım derken, ordunun hareket ettiğini öğrendim. Benden başka, münâfıklıkla damgalanmış kişilerin de geri kaldığını gördüm. Tebük'e varıncaya kadar hatırlamayan Resûlullah, orada beni sormuş. Benî Sâlim'den biri: "Cübbe ve endamına bakarak gururlanması onu yola çıkmaktan geri koydu." demesi üzerine de Muaz bin Cebel: "Ne fena söyledin! Vallahi yâ Resûlullah, onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz." diyerek beni müdâfaa etmiş.                          Tebük harbine iştirak etmeyen münâfıkların yanında benim de kalışım, beni iyice kederlendirdi ve Resûlullah gelince ne söyleyeceğim, diye düşünmeye başladım. Bu mevzuda fikrine mürâcaat ettiğim yakınlarımın verdikleri akıl beni hiç tatmin etmiyor, Resûlullah geliyor, dendiği zaman kurduğum asılsız mazeretler tamamen aklımdan silinip gidiyordu. En nihâyet ona doğrusunu söylemeye karar verdim. Resûlullah (asm) Tebük'ten dönüşünde Medine'ye girince doğrudan Mescid-i Nebevî'ye girip iki rekât namaz kıldı. Çünkü seferden dönüşte bu, Resûlullah (asm)'ın âdeti idi. Sonra mescitte oturdu. Tebük gazvesine katılamayıp Medine'de kalanlar tek tek gelip özürlerini yeminle teyit ettiler. Peygamber Efendimiz, dış görünüşlerine bakarak özürlerini kabul edip iç yüzlerini Allah'a havâle etti ve haklarında istiğfarda bulundu. Bunların sayısı seksen kadardı. Ben doğru söylemeye kararlı idim. Resûlullah bana: Niçin gazâdan geri kaldın, binek satın almış değil mi idin? dedi. Herhangi bir kimseye karşı kendimi müdâfaa etmekte olsaydım, söz söylemesini bilir, inandırırdım. Fakat size söyleyeceğim sözlerin doğrusunu Cenâb-ı Hak bildirecektir. Yemin ederim ki gazâdan geri kalmam için hiçbir özür yoktu, dedim. İşte bu doğru söyledi; kalk, hakkında Allah'ın hükmü gelinceye kadar bekle! dedi. Ben de kalktım, Allah'ın hükmünü beklemek üzere giderken yanıma gelen bazıları: “Senin hiçbir günahını şimdiye kadar görmemiştik. Ne olurdu başkaları gibi konuşsan da Resûlullah senin için de istiğfar etseydi." dediler. Benimle beraber Allah'ın hükmünü beklemek cezasına çarptırılan başka kimse var mı? dedim. “Evet, dediler. Mürre ile Hilal de senin gibi konuştular ve aynı cezaya çarptırıldılar.” Bunlar iki sâlih kimse idiler.                             Hâdiseden sonra ahâli bizden yüz çevirdiğinden memleketim bana âdeta yabancı gelmeye başladı. Diğer iki arkadaşım ise evlerine saklanarak ağlamaya başladılar. Ben bunların en genci ve dinci idim. Ara sıra çarşıya çıkar, cemaate iştirak ederdim, lâkin kimse benimle konuşmazdı. Selam verir, selamımı aldığını anlamak için Resûlullah'a gizlice bakardım; O da bana bakar, ben bakarken de hemen yüzünü başka tarafa çevirirdi. Müslümanların benden yüz çevirmeleri uzun sürünce amcazâdem Ebu Katâde'nin duvarını atlayarak bahçede yanına vardım, ne kadar istedimse de en sevdiğim amcazâdem benimle konuşmadı!   Günün birinde Medine çarşısında gezerken Şam Kıptilerinden birinin beni aradığını duydum. Gassan kabile reisinden bir mektubu elime tutuşturdu. Hemen orada baktım. “İnsan haklarının çiğnenip kadr-ü kıymetinizin bilinmediği bir yerde Efendinizin size karşı yaptığı muâmele biz Şam'daki Gassan kabilesi halkını üzmüştür. Bize geliniz, size lâyık olduğunuz ikramı yaparız.” diyordu. Kendi kendime, bu da başka bir felâket teklifidir, diyerek getirenin yanında mektubu yırtıp attım. Bu tahammülü güç hayatımızın 40. günü geçince Resûl-ü Ekrem, zevcemizden ayrı oturmamızı emretti. “Ne yapacağım, onu boşayacak mıyım?” dedim. “Hayır, ona yaklaşmayacaksın, ayrı oturacaksın.” dedi. Bunun üzerine hanımıma: “Allah bu iş hakkında bir hüküm verinceye kadar git, anne ve babanın yanında otur.” dedim. Hilal'in hanımı gidip Resûlullah'tan: “Kocam ihtiyardır, sâdece hizmet edeyim.” diyerek müsaade almış, başına gelen bu olaydan sonra da tamamen ihtiyarladığını söylemişti. Bazıları benim de müsaade almamı söyledilerse de cesâret edemedim. Bu hâl üzere tam 50 gün geçti. Sanki yeryüzü yukarıya çıkıyor, gökyüzü aşağıya iniyor da bizi aralarında eziyormuş gibi bu geniş dünya daralmış bir halde otururken Sel dağının üzerinden birinin: “Ey Mâlik oğlu Ka’b, müjde müjde!” diye bağırdığını işittim. Sesi duyar duymaz, hayırlı haber olduğunu düşünerek hemen secdeye kapandım! Peygamber Efendimiz sabah namazını kıldıktan sonra gelen âyet ile tövbemizin kabul olduğunu ilan etmiş, müjde için Müslümanlar yollara düşmüşler; biri atla, diğeri yaya olarak yola çıktığı için yaya, Sel dağına çıkarak bağırmayı uygun bulmuş, bu sebeple de onun sesi atlıdan evvel bana yetişti. Müjde olarak sırtımdaki elbiseyi çıkarıp ona verdim. Başka elbisem olmadığı için emânet olarak iki parça giyecek temin ettikten sonra, Resûlullah'ı görmek için yola düştüm. Müslümanlar bölük bölük yolda beni karşılıyorlar, "İlahî affa nâil oldun, tebrik ederiz!" diyorlardı. Mescitte ashâbın ortasında otururken Huzur-u Risâlete girdim. Talha yerinden koşarak benim elimi sıkıp tebrik etti. Selam verdiğimde yüzü parlayan Resûlullah Efendimiz (asm) şöyle buyurdular: “Annen seni doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısını bugün yaşadığını müjdelerim.” “Yâ Resûlullah, sizin tarafınızdan mı affedildim, yoksa Allah tarafından mı?” dedim. “Benim tarafımdan değil, Aziz ve Celil olan Allah tarafından" dedi. Ben de tevbemi tamamlamak için malımın tamamını Allah ve Resûlü yolunda harcayacağımı ifâde ettim. Bunun üzerine Resûlullah “Malından bir kısmını elinde bırakman hayırlı olur.” dedi. Ben de, Hayber'deki hissemden başka ne kadar malım varsa tamamını din uğruna feda eyledim. Ve o güne kadar asla tenezzül etmediğim yalana, ondan sonra da tenezzül etmeyerek beni doğruluğumdan dolayı affeden Cenâb-ı Hakk'a doğru sözlülükte sebat edeceğime dâir söz verdim.” (Zübdetü’l-Buharî) BİR HÂTIRA Bir hizmet vesilesiyle İstanbul’da bulunuyordum. Akşam bir yere sohbete davet edildim. Sohbetin akışı yukarıda anlatılan mevzuya geldi dayandı. Nice ibretleri içinde saklayan bu hâdiseyi sohbetim arasında oradakilere de anlattım. Ertesi gün, benim gibi taşradan gelmiş arkadaşlarla Eyüp Sultan başta olmak üzere mübârek zâtların türbelerini ziyâret edelim düşüncesiyle belediye otobüsüne bindik. Eyüp Sultan’ın 5-6 yüz metre yakınında bir yol ayrımında indik. Baktım, surların dibinde türbeler var. Arkadaşlara, herhalde bunlar şehit kabirleridir, buraya kadar gelmişken onları da ziyâret edip duâ gönderelim, dedim. Onlar da makul görünce türbeye vardık, bir de ne göreyim! Kâ'b b. Mâlik (ra)’in türbesi! Öyle oldum, öyle oldum ki tarif edemem. Elektik çarpmış gibi oldum. Sanki o Sahâbe efendimiz karşımda duruyor. Diğer arkadaşlara sezdirmeden bir köşeye çekildim, fakat gözyaşlarım artık beni dinlemiyordu. Neredeyse kendimi kontrol edemeyecek kadar şiddetli ağlıyordum. Nihâyet kendimi topladım ve duâmı ettim. Diğer türbeleri ziyâret etmek için oradan ayrıldık… NETİCE Asr-ı saadette yaşanan bu olaydan çıkaracağımız çok önemli dersler var elbette. Çıkarılacak her bir dersi bir yazı konusu yapmak mümkün. Ancak burada sâdece birkaçına özet bir şekilde değinip açılımını zihinlerinize havâle ediyoruz: Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları bu seferi “zor bir sefer” hâline getirmişti: Her durum bizim için bir imtihandır. Bazen zorluklarla bazen rahatlıkla bazen nimetle bazen de kıtlık ve yoklukla imtihan oluruz. Önemli olan, bütün hâdiselerin birer imtihan olduğunun idrâkinde olmak ve imtihanı kazanmaya çalışmaktır. İlahî ikaza rağmen mümin oldukları hâlde ihmal edip sefere katılamayanlar da olmuştu: Aynı İlahî ikaz bizler için de geçerli olduğu halde mânevî seferlere (çalışmalara) katılmadığımız nice zamanlar oluyor. Onlar bir defa gevşeklik gösterdikleri halde bu kadar sıkıntıya maruz kalmışlar. Ya bizim durumumuz... En nihâyet doğrusunu söylemeye karar verdim: Zor bir durumla karşılaşacağımızı bilsek bile doğruluktan ayrılmamalıyız. Doğruyu söyleyince ilk etapta aleyhimize olan sonuçlar olsa da neticesi mutlaka güzel olur. Resûlullah (asm) Tebük'ten dönüşünde Medine'ye girince doğrudan Mescidi Nebevî'ye girip iki rekât namaz kıldı: Herhangi bir seferden, yolculuktan dönünce ilk önce namaz kılmak sünnettir, bunu uygulamaya gayret etmek gerekir. Tebük gazvesine katılamayıp Medine'de kalanlar tek tek gelip özürlerini yeminle teyit ettiler: Bir işin disiplin içinde yapılması önemlidir. Önemli bir faaliyete katılmayanlar özürlerini belirtmek durumundadır. Mazeretsiz olarak çalışmaları ihmal etme lüksümüz yoktur. Müslümanların benden yüz çevirmeleri uzun sürünce amcazâdem Ebu Katâde'nin duvarını atlayarak bahçede yanına vardım, ne kadar istedimse de en sevdiğim amcazâdem benimle konuşmadı: Resûlullah’a ittiba ederek Sahâbe efendilerimiz de tavır alıyor. Hâlbuki Peygamber Efendimiz onlara böyle bir telkinatta bulunmamıştır. Sahâbe efendilerimiz, hakkın hatırını başka hatırların üstünde tutmuşlardır. Gassan kabile reisi fırsatı ganimet bilerek bir mektupla bu üç Sahâbe efendimizi kendi memleketine davet ediyor, her türlü imkânı kendilerine sunacaklarını söylüyordu. Kendi kendime, bu da başka bir felâket teklifidir, diyerek getirenin yanında mektubu yırtıp attım: Böyle durumlarda çok kararlı durmak lâzımdır çünkü dışarıdan gelecek teklifler zihinde ve duygularda tahribat yapabilir. Nefis ve şeytan en zayıf yerden vurabilir. Bu hâl üzere tam 50 gün geçti. Sanki yeryüzü yukarıya çıkıyor, gökyüzü aşağıya iniyor da bizi aralarında eziyormuş gibi bu geniş dünya daralmıştı: Kusurlar, günahlar ne kadar büyük olursa olsun Allah’ın rahmetinden daha büyük değildir. Rabbimiz kendisine tevbe-i nasuh ile gelen kişileri afv ve mağfiret eder. Ben de tevbemi tamamlamak için malımın tamamını Allah ve Resûlü yolunda harcayacağımı ifâde ettim. Bunun üzerine Resûlullah, “Malından bir kısmını elinde bırakman hayırlı olur.” dedi: Tevbenin kabul edilmesi en büyük bir nimettir. Dolayısıyla şükür ister. Bir nimete kavuşunca şükür secdesi yapmayı, şükür ifâdesi olarak sadaka vermeyi ihmal etmemek gerekir. Diğer neticeleri sizlere bırakıyor, mânevî çalışmalarda gerekli hassasiyetlere dikkat ederek muvaffak olmayı Rabbimizden duâ ve niyaz ediyoruz. 

Mustafa YANKIN 01 Ekim
Konu resmiDuamız: ebediyet
İbadet

Dinimizde inanmamız emredilen altı  temel unsurdan bir tanesidir, öldükten sonra dirileceğimize, Cennet ve Cehennem’e inanmak. Îmanımızın öylesine temeli ve direğidir ki insanlık tarihi boyunca gelmiş geçmiş bütün peygamberler, Allah’ın var ve bir olduğunu tebliğden hemen sonra ümmetlerine bu konuyu ders vermişlerdir. Tabii ki seviyelerine uygun bir üslubla. Öldükten sonra dirilmeye îman sâdece halkın değil, Müslüman âlimlerin bile akıl ile halledemedikleri, anlaşılması kolay olmayan bir konudur. Demişler ki “öldükten sonra dirilmeye ve sonsuz bir hayata mazhar ve nail olmaya inanmak, eğer bir gâye ve hedef ise o hedefe akılla ve düşünmekle varılmaz.” Böyle olmakla birlikte Allah’ın Kur’ân’da çok yerlerde bahsettiği bu gerçeği, bu îman hakikatini inkâr ve reddetmekten de ısrarla kaçınmışlar. “Biz buna inanırız, çünkü Rabbimiz bunu bize vaad ediyor ve Peygamberimiz bunu bize tebliğ edip ders veriyor” demişler. Kendilerine “ama izah ve isbat edemiyorsunuz” denildiğinde “Allah, şu sonsuz kâinattaki icraatlarının hikmetlerini bizim şu küçücük aklımızın terâzisiyle tartmak zorunda değildir” diye mukabele etmişler. Rabbimiz Kur’ân’da çok yerlerde öldükten sonra dirilmeden bahsediyor ve sonsuz bir hayatı bizlere vaad ediyor. O vaad ediyorsa muhakkak yapacaktır. Zîra O’nun gücü ve kuvveti sonsuzdur. Sonu olmayan bir kudret için öldükten sonra bütün o insanları tekrar diriltmek hiç zor değildir. Çünkü daha zor olanını gözümüz önünde zâten yapmıştır; hiç örnekleri ve modelleri yokken bütün insanları birbirine benzer, ama birbirinden farklı olarak yokken var etmiştir. İlk defasında bunu yapabilen Allah için aynı model üzere onları öldükten sonra sonsuz hayata mazhar kılmak için tekrar var etmesi hiç zor değildir. Daha zorunu yaptıysa, kolayını hâliyle yapabilir. Hele vaad ettiyse ki etmiş, katiyen yapacaktır. Çünkü sözünü yerine  getirmemek bir nevi yalancılıktır. Allah ise bundan münezzehtir. Kur’ân, insanı “çok câhil” olarak ifâde eder. Meşhur bir fizikçinin şu sözü de bu âyeti çok güzel tefsir ediyor “Biz her yaptığımız yeni bir keşiften sonra ne kadar câhil olduğumuzu daha iyi anlıyoruz.” İlmin umdesi, temeli baştâ kişinin kendini bilmesidir. Ne yazık ki bu zamanda cehâletimiz, bizim cesâretimiz olmuş; göremediğimiz veya anlayamadığımız her şeyi bize inkâr ettiriyor. Halbuki şu yaşadığımız âlemde bile var olan her şey sâdece bizim gördüklerimizden ve ne olduğunu bildiklerimizden mi ibâret? Çok şeyler var görmüyoruz, yine çok şeyler var görüyoruz, ama mâhiyetlerini, ne olduklarını bilmiyoruz. Fakat inkâr da etmiyoruz. Uzaydaki bütün yıldızlar gözümüzle gördüklerimizden ibârettir deyip göremediklerimizi yok farz etmiyoruz. Veya düşünme, sevgi, nefret gibi duyguları hepimiz biliyoruz da mâhiyetlerinin ne olduğuna dair bir fikrimiz olmadığı halde varlıklarını da inkâr edemiyoruz. Demek her şey bizim bilgimiz dâhilinde değil! Doğru! İnsan inanmak için örneklerini arıyor. Aslında öldükten sonra dirilmenin dünya yüzünde o kadar çok numûneleri var ki! Yeter ki ibret gözlüğünü gözümüze takarak bakalım, birazcık da düşünebilelim. Dünya yüzü kışın beyaz kefenini giyip arkasından gelen baharda tekrar hayatlan mıyor mu? Yaprak ve çiçeklerini dökmüş, sanki ruhu uçmuş, ölmüş, sâdece cansız kupkuru bedeni kalmış bütün ağaçlara bahar mevsiminde tekraren can verilmiyor mu? Sanki kışın donduruluyor, ruhu alınıyor, öldürülüyor, ikinci baharda yeniden hayat verilip ruh üfleniyor ve aynen geri iade ediliyor. Ya meyve ve yaprakları? Evet, onlar bir önceki bahardakilerin aynıları değiller. Sonbaharda öldüler, ikinci baharda aynısı gibi benzerleri vücuda getirilip iade edildi. İşte, bütün ağaçlar, yaprakları ve meyveleri adedince haşrin yani öldükten sonra dirilmenin örnekleri. Kış uykusuna yatmış olan hayvanlar aynı ağaçlar gibi, sâdece bir yıl yaşayabilen ikinci baharda tekraren yaratılan sinek, böcek gibi türler tıpkı yapraklar ve meyveler gibi canlandırılıyor. Mesela, bir tür olan ve sayıları trilyonları bulan sinekler kışın ölüyor, bir sonraki baharda emsalleri yaratılarak yeryüzünü tekrar dolduruyorlar. Dünya yüzünde her senede bu kadar türlerin öldükten sonra baharda yeniden canlandırılmalarını gören bir insan, sâdece bir tür olan insanın ölüp tekrar dirilmesini akıldan nasıl uzak görebilir? Hem âhiretin, Cennet ve Cehennem’in olmasını gerekli kılan pek çok hikmetler vardır. Hiç bir devlet yoktur ki kendine itaatle güzel hizmet edenlere bir mükâfatı, isyan eden âsilere de bir cezâsı ve orada tutulacakları bir hapishânesi olmasın! Allah’ın bu kadar haşmetli, heybetli ve ebedî olan saltanatının da kendisine îman ve ibâdetle itaat eden kullarına Cennet gibi bir mükâfat yeri olmaması mümkün değildir. Hem Rabbimiz bize yeryüzünde had ve hesaba gelmez nimetleri ihsan etmiş. Böylece ne kadar cömert ve merhametli olduğunu bizlere gösteriyor. Fakat nimeti nimet yapan devamlı olmasıdır. Sona ermemesidir. Yoksa tattırıp bir daha vermemek üzere elimizden alıverecek olsa veya bizleri yok etse bu nimet değil, azaptır. Bütün lezzetleri zehre çevirir. Kullarına karşı çok merhametli olan Allah, onlara asla zulmedici değildir. Hem Rabbimizin kendine isyan ve itaatkâr kullarına zulmeden âsilere de muhakkak bir Cehennem’i olacaktır. Allah (cc) âdildir, ama dünyada bu adâletin binden biri ancak görünüyor. Çünkü burada genellikle zâlimler izzet içinde, mazlumlar ise zillet içinde yaşayıp bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Demek büyük bir mahkemeye bırakılıyor, erteleniyor. Bazen bu dünyada da cezâlarını vererek başıboş olmadıklarını hatırlatıyor. Hem şöyle bir çevremize baktığımızda  görüyoruz, Allah küçük büyük sayısız canlıları yaratıyor. Hiçbiri açlıktan ölmüyor. Yani merhametli olan Rabbimiz küçüklüğüne ve önemsizliğine bakmayıp onların yiyecek için ettikleri duayı kabul ediyor ve hepsinin yiyeceklerini vaktinde kendilerine veriyor. Ve bu hâl devamlı tekrar ediyor. Böylece bize, merhametinin sınırı olmadığını gösteriyor. Allah’ın dünya yüzünde en şerefli misâfiri, insan! Yaşamak için sâdece besine muhtaç değil, başka daha önemli arzu ve ihtiyaçları da var. Ölmek, yok olup gitmek istemiyor. Altmış - yetmiş senelik bir hayat onu doyurmuyor, sonsuzluğu ve ebedî olarak yaşamayı arzu ediyor. Gök gürültüsü gibi bir ses ile Allah’tan bunu istiyor, “Yâ Rab, ebed!” diyor. En küçücük bir yaratığın sinek vızıltısı gibi bir sesle yiyecek için ettiği duâyı peşinen kabul eden ve o besini ona yetiştiren Allah’ın,  bütün insanların tek bir ses ve kâinatı çınlatan bir avaz ile “bizi yok etme, Yâ Rabbi! Cennet’inde ebedî kıl!” diye olan umumî duâsını kabul etmemesini akıl kabul etmiyor. Hem kıymetli şeylere daha fazla özen gösterilir. Çok vaktimizi ve sermayemizi sarf ederek yaptığımız nâdide bir eseri, yaptıktan hemen sonra paramparça etmenin hiç bir mantıklı izahı olamaz. İnsan da Allah’ın, tabir yerinde ise, antika bir eseri. Diğer canlılardan yüzlerce kat daha mükemmel olarak yaratılmış. Akıl verilerek seçkin kılınmış. Ona yapılan bu kadar masraf ve gösterilen ihtimam kısa bir hayattan sonra onu yok etmek için olamaz. Öyle olsa çok daha basit, bir hayvan olarak yaratılırdı. Çünkü eğer bizim için ebedî bir hayat yoksa, sözde bizi hayvanlardan seçkin kılan aklımız aslında tam anlamıyla bir azap vesilesi olurdu. Hayvanlardan yüz kat daha mükemmel olarak yaratılmış olup dünya lezzetlerinden istifâde noktasında onlardan yüz derece aşağı olmak ne acaip bir durum olurdu. Her işi hikmetli olan Allah böyle bir abesiyete müsaade etmez. İnsana verilen bu kadar eşsiz özellikler, sonsuz hayat içindir. Özet olarak; Allah’ın vaad ettiği, Peygamberimiz’in (asm) vardır deyip ders verdiği, bütün insanların hep birlikte “onu bize ver ey Rabbim!” dediği, yaradılış ve fıtratımızın varlığına şehâdet ettiği ve Allah’ın sonsuz hikmet, adâlet ve rahmetinin gerekli kıldığı ebedî hayat muhakkak vardır. Zâten biz de o ebedî hayatın varlığı itikadıyla bu dünyada insanca yaşayabiliyoruz.

Mücteba YILDIZ 01 Ekim
Konu resmiÖlümden Ürküp Duvarın Arkasına Gizlenenler
İtikad

Gözde bir üniversitede ve güzel bir bölümde eğitim alan ve çok kitap okuyan, fakat âhiret inancı olmayan bir öğrenciye annesinin de bulunduğu bir iş ortamında sohbet arasında sordum. “Anneni seviyor musun?”  Hiç gecikmeden “evet” dedi. Tekrar sordum “Annen öldüğünde nereye gidecek”, bir an durdu, düşündü. Cevap veremedi. Peki sevdiklerin? Âilen? Gençliğin? Hâtıraların? Çalışmaların? Eserlerin? Vs. arka arkaya birçok sorular sordum. Durdu. Onun sözcüsü olarak konuşmaya başladım: “Sana göre yok olacaklar. Varlık sahasından silinecekler. Görüşmemek üzere senden ayrılacaklar. Onlara kavuşmak artık mümkün olmayacak. Kısacası yok oluşla son bulacak bir hayat.” Şimdi zevk ve neşe bunları işitse acaba yüzlerinde hiçbir sevinç izi görülebilir mi? Hayır. Sorular cevap ister. Beklemeye gelmez. Cevapsız kalan sorular çoğu zaman insan zihnini kurt gibi kemirir. Onu meşgul eder. Cevapsız sorular ise hayat için ızdıraptır. Sonra başka sorular ekledim: “Annenin ölme ihtimali nedir?” “Her gün ölebilir” dedi. Her gün ölmesi muhtemel olan ve senden sonsuza dek ayrılarak yokluk ülkesinde kaybolacak bir annen göz önünde duruyorken hayatından nasıl zevk alabiliyorsun? İyi yaşadığını ve güzel günler geçirdiğini nasıl iddia edebiliyorsun? Yiyecek ve içeceklerden nasıl lezzet alabiliyorsun? Hayatın tadını nasıl çıkarabiliyorsun? Yaşarmayan gözlerle nasıl güzellikleri seyredebiliyorsun? Halbuki bir doktor bir ebeveyne “Çocuğunuz her an ölebilir, tedâvisi yok” dese o çocuk her kucağa alındığında, sevinç yerine kalbin en derin köşelerine kanlı gözyaşları akacaktır. Ayrılık endişesi, şefkat duygusuna ve sevgiye öyle hücum edecek ki sevinç yerini hüzne bırakacak. Neşe ise acıyla yer değiştirecektir. Delikanlı sustu. Derin düşüncelere daldı. Çünkü o güne kadar bu soruları kendisine hiç sormamıştı. Soramamıştı. Düşüncelerinin sonuçlarını görememişti. O güne kadar neşe, zevk, sevinç adına duyduğu her şeyin yalnızca tutkularının, heveslerinin geçici fantezileri olduğunun farkında değildi. Aklın, ruhun, vicdanın ve yüce duygularla alınan acısız lezzetlerin ne olduğunu bilmiyordu. Deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokup hayatına devam ettiğinin farkında değildi. Bu anlar sanki hayatın durduğu ve donduğu anlardı. Cismi cennette ruhu ise cehennem ıztıraplarının içinde yandığının bilincinde değildi. Acı hissediyordu. Fakat nereden kaynaklandığını keşfedememişti. İlahî bir irâdeyle dünyaya geldiğinin farkında değildi. Hayatın âhirete giden bir yol olduğunu bilmiyordu. Sonsuzluğa geçişin bu dünyadan olacağını düşünmüyordu. Belki de kendisini yuvasından hayata atlayan yavru bir kuş olduğunu sanıyordu. Bu ruh hâlindeki insanların örneğini şark klasiklerinde meşhur olan ve Bedîüzzaman Hazretleri’nin de kullandığı ve Tolstoy’un da kitabında yer verdiği hikâye güzel anlatır “Gezgin, çölde karşılaştığı yırtıcı hayvandan kurtulmak için susuz, kör bir kuyuya atar kendini. Kuyunun dibinde bir ejderha görür, ejderha adamı yutmak için ağzını açmış beklemektedir. Aslan tarafından parçalanmamak için de yukarıya çıkamamaktadır. Aşağıya da atlayamaz. Çünkü ejderha ağzını açmış gözlemektedir. Bu zavallı kuyunun duvarında göğermiş olan bir dalı yakalar ve tüm gücüyle tutunur. Az sonra elleri uyuşacak ve her iki tarafta bulunan tehlikeden birine düşeceğini bilmektedir. O esnada tutunduğu hayatî dalın iki fare tarafından kemirildiğini görür. Biri siyah diğeri ise beyazdır. Gezgin artık kurtulma şansının olmadığını bilir. Çevresine bakar. Dalın yapraklarında bal damlaları ve birkaç meyve görür. Hiçbir şey yokmuş gibi dilini uzatıp bal damlalarını yalamaya ve elleriyle meyveleri koparmaya çalışır. Aslında bu hikâye gerçeğin ta kendisidir. Bir masal değil. İşte buna benzer ecel gibi bir aslandan kaçan ve kabir gibi bir ejderhanın ağzına düşmemek için hayat dalına tutunmuş insanlardır bunlar. Gece ve gündüz, insanların günlerini fare gibi kemirmektedir. Teselli bulmak için ise hayattaki birkaç damla balı emmeye çalışırlar. Bu insanlar “düşünme, yaşa!” parolasıyla hareket etmektedirler. Ölüme rağmen ayakta kalabilen bir anlama rastlamak mümkün değildir. İnsanın her şeyini, hatta hatıralarını silip yok edecek ölümün geleceği bir gerçektir. Öyleyse ölüme rağmen mutluluk nasıl elde edilebilir? Gerçekte insana yaşama imkânı veren inancıdır. Çünkü ölümlü insana sonsuzluk mânâsını veren inançtır. İnsana hayatının anlamını öğreten, hayata güç veren, emellerini, arzularını yeşerten, insanın ümit kaynağı olan inançtır. Âhiret inancıdır. Sonun bilinmesidir. Hayat yolunun bir yok oluşla bitmediğini görmektir. Yapılan ve ilgili olunan her şeye gerçek bir anlam katan sonsuzluğu bilmektir. İnsanın heyecanını sürekli canlı tutan âhiret inancıdır. İnsan, insana lâyık yaşamak istiyorsa inançlı olmak durumundadır. İnançsız hayat sürülemez. Gerçek anlamda mutluluğu yakalayamaz. Tenteneli yalan perdeleri içinde yaşamak veya her bilgisi doğru olan doğru İslâm inancıyla yaşamak. Bir tercih meselesi.

Muhlis KÖRPE 01 Ekim
Konu resmiHaşir Risalesinin Serüveni
Risale-i Nur

Kuş uçmaz, kervan geçmez denilen bir yer: Barla. Kendilerini rejim muhâfızları görenler, böyle tanımlamışlardı bu yeri. Açık hapishane görmüşlerdi ve tecrid etmek istedikleri Bedîüzzaman Hazretleri’ni buraya sürmüşlerdi. Bedîüzzaman bir başına telef olup gidecekti, onların planına göre burada. Beşer ne söyler, kader ne söyler; kaderin planına bakın ki tam tersi olmuş, düğmeye dokunmak misal, karanlığa, yokluğa mahkûm edilen Bedîüzzaman Hazretleri, bütün dünyayı aydınlatan bir güneş misal, Barla’da âdeta yeniden dirilmiş; sanki bunun delili Çam Dağı’nda ilk olarak Haşir Risâlesi’ni telif emişti. Ve işte Haşir Risâlesi’nin serüveni böyle başlamıştı. İlk defa yazıldığı ve nokta konulduğunda yer Barla/Çam Dağı idi. Bedîüzzaman Hazretleri müsveddeyi kaleme alan Şamlı Hâfız Tevfik Ağa-bey'e dönerek “Elhamdülillah, küfrün belini kırdık!” demiş; şaşkın bakışlarla Tevfik Ağabey şöyle demişti “Üstadım! İstanbul’da harıl harıl dinsizlik kitapları basılıyor. Siz ise bir risâle yazdınız. Diyorsunuz ki küfrün belini kırdık. Benim aklım almıyor.” Bedîüzzaman Hazretleri Şamlı Hafız Tevfik Ağabey'in şaşkınlıkla itirazına ve îkazına şu tarihî ve hakikatli cümlelerle cevap vermiştir “Keçeli! Biz vazifemizi yaparız, Allah’ın vazifesine karışmayız.” Bu cümlenin hakikati, gerek Haşir Risâlesi’nin şahsında gerekse bütün Nur Külliyatının nezdinde tezâhür etmiş, küfrün şaşkın bakışları altında hükmünü icra etmiştir. Yazıyı okumaya devam ettiğinizde göreceksiniz ve siz de hak vereceksiniz. ONUNCU SÖZ DALÂLET EHLİNİ SUSTURDU Îman akidelerinin en mühimlerinden olan haşir meselesi, dinsizlerin en çok iliştiği bir mesele olmuştur. Bu sâyede insanlara sâdece dünya gösterilerek her türlü çirkinliğin yapılmasına zemin hazırlanmıştır. “Dünyaya bir daha mı geleceksin, sen yaşamana bak!”, “Gidip de gelen mi var?”, “Cennet de cehennem de burada, seninki boş laf!” diyerek insanlara nefsanî tuzaklar kurulmuş ve dünyada her türlü günahı işletecek ortamlar oluşturulmuştur. Bedîüzzaman Hazretleri’nin demesiyle, Onuncu Söz, haşir gibi büyük bir îman rüknünün etrafında çelikten bir sur oldu ve dalâlet ehlini susturdu. Mü’minlerin îmanına taarruz eden dinsiz komitenin haşiri inkâr fikirlerini, Haşir Risâlesi’nin sekiz yüz nüsha basılıp insanlara ulaşmasıyla kalplerinde sıkıştırdı. Ağızlarını tıkadı, dillerine gelmesine meydan vermedi. Haşirin harikulâde delillerini gözlerine soktu. Resimli Ay Mecmuası’nın 1927 yılı Nisan sayısında “Âhirete inanıyor musunuz?” başlıklı bir anket uygulanmış. Çok kimseler soruya verecekleri cevaplara mütereddit yaklaşsalar da Abdullah Cevdet gibi bazıları açıktan “Allah’a îmanın büyük bir safdillik” olacağı tarzındaki açıklamalarıyla açıkça haşri inkâra gitmiştir. Hatta A. Cevdet mevzubahis Haşir Risâlesi hakkında -nazire olmak üzere- bir çalışmaya girişmiştir. “Şu Müslümanların îman ettikleri haşirin olmadığını ispat edeceğim” diyerek güya Üstad’ın delillerini çürütecekti. Haşir Risâlesi’ni okuduktan sonra kendisinden netice bekleyenlere şöyle cevap verdiği rivâyet edilir: “Arkadaşlar! Said Nursî bu eseri ile beni âdeta "haşirin sokaklarında" gezdirdi. Ben nasıl inkâr ederim gezdiğim sokakları?” Şer odaklarının planı çerçevesinde yürütülen îmansızlaştırma çalışmaları, beraberinde sosyal toplumda birçok ârızaların çıkmasına sebep olmaktaydı. Allah’a ve âhirete îmanını kaybetmekle yüzyüze gelen insanlar, içtimaiyatta da problem oluyorlardı. Îmansızlık, kaos ortamını tetikleyen en önemli faktör ve hükümetin en önemli meselesi olarak ortada durmaktaydı. Dönemin hükümeti Haşir Risâlesi’nin basılıp dağıtılmasıyla dinsizlik cereyanına yaptığı tesirden memnun olsa gerektir ki Onuncu Söz o dönemde milletvekilleri, vâliler ve büyük memurların ellerinde serbestçe dolaşmıştır. Mary F. Weld kitabında konuyla ilgili şunları anlatır “Bu risâlenin Ankara'ya gönderilmesi, Eğitim Komisyonu'nun cismanî haşiri inkâr eden fikirlerin telkin edilmesine dair aldığı resmî kararla aynı zamana denk gelmişti. Komisyon çalışmalarında bulunan bir üye, bu konunun tartışıldığı bir toplantının ardından, yanında Haşir Risâlesi olan bir mebusla karşılaştı. Kitabı fark edince o mebusa şöyle dedi “Said Nursî, bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor ve bize karşı eserler yazıyor.” Bir süre sonra Kazım Karabekir Paşa, Said Nursî'yi bu gelişmelerden haberdar etti. Bunun üzerine Nursî şu değerlendirmeyi yaptı “Kardeşim! Maarif Şûrası'nın böyle bir karar aldığından benim haberim yoktu. Onların kararına göre Cenâb-ı Hak Haşir Risâlesi'nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı.”  Haşirle ilgili yazılan deliller öylesine kuvvetli idi ki Bedîüzzaman Hazretleri “Onuncu Söz, yüzlerce Kur’ân âyetinden süzülmüş delil damlalarından oluşmuştur. Diğer risâlelerin çoğu da böyledir.” “Eğer haşirin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat'î bir surette anlamak istersen; haşire dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz'e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen gel, parmağını gözüme sok!” diyordu. ONUNCU SÖZ HAKİKÎ BİR MÜRŞİDDİR Üstad’ın biraderzâdesi Abdurrahman, vefatından bir iki ay evvel amcasına bir mektup yazar. Mektubunda Onuncu Söz’ün eline geçmesiyle aktardığı hissiyatı, Haşir Risâlesi’nin nasıl bir kıymette olduğu hakkında bizlere ciddi malumat vermektedir. “Ellerinizden öper, duânızı dilemekteyim. Sıhhat haberinizi, irşad edici olan Onuncu Söz risâlenizle beraber Tahsin Efendi vâsıtasıyla aldım, çok teşekkür ederim. Himâye ve himmetiniz sâyesinde, din ve âhiretime dokunacak ef'al ve harekâttan kendimi muhâfaza ettim ve etmekte berdevamım. Gerçi dünyanın değersiz çok musibetlerini gördüm ve çektim ve birçok da lezâiz ve safasını gördüm, geçirdim. Hiçbir vakit ve hiç bir zaman unutmadım ki bunların hepsi heba olduğu ve dünyanın Allah için olmayan lezâiz ve safası neticesi, zillet ve şedid azab olduğu ve dünyada Allah için ve Allah'ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan zahmetler neticesi, sonu lezzet ve mükâfat verildiğini bildiğim ve îman ettiğimden, fena şeyleri işlemekten kendimi muhâfaza edebildim. Bu his ve bu fikir ise terbiye ve himmetinizle zihnimde ve hayalimde yer yapmıştır. Hakikat böyle olduğunu bildiğim için bütün meşakkatlere şükür ile beraber sabretmekteyim.” Bedîüzzaman Hazretleri’nin mektubu okuduktan sonraki değerlendirmesi de şu şekildedir: “Demek Onuncu Söz onun hakkında bir mürşid-i hakikî hükmüne geçmiştir ki birden onu velâyet derecesine çıkararak şu üç kerâmeti söylettirmiştir. Benden sekiz sene evvel ayrılmış. Onuncu Söz eline geçmiş, mektubun başında söylediği gibi çok istifâde edip sekiz sene zarfında aldığı kirleri onunla silmiştir. [Hem Onuncu Söz ile tam kurtuldu, sonra gitti.] Hatta atlanmış, mektubunun diğer bir parçasında Onuncu Söz'ün şevkinden demiş “Yazdığın Sözler’in hepsini bana gönder, kendi hattımla her birisinden otuzar nüsha yazar ve yazdırırım. Ta intişar edip kaybolmasın." İşte böyle bir kahraman vârisi kaybettim. Ruhuna el-Fâtiha.” ÂHİR-İ KELAM Ve günümüzde Haşir Risâlesi elhamdülillah birçok dillere çevrilmiş, bütün dünya insanlarına ulaşması için gayret edilmektedir. Bedîüzzaman Hazretleri kendisi, kendi yazdığı bu risâleyi 70-80 defa okuduğunu söylemektedir. Ve haşre îman etmenin gereklerini ve neticelerini güzel bir şekilde anlatır. Haşir Risâlesi’ni okuyanlar bilir ki dünyanın her türlü dengesi haşrin bilinmesi ve haşre îman ile mümkündür. Tez zamanda Haşir Risâlesi’nin okullarda gençlerimize ders kitabı olarak okutulmasını arzu ediyoruz. NOT: Risâle-i Nur’un serkatibi Ahmed Husrev Altınbaşak Efendi’nin kaleminden tevâfuklu olarak yazılan Haşir Risâlesi’ni görmenizi şiddetle tavsiye ederiz.  KAYNAKLAR: Mary F. Weld, Bedîüzzaman Said Nursî'nin Entellektüel Biyografisi, s.251, Etkileşim Yayınlar-2006Altınbaşak Neşriyat Yayınları.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Ekim
Konu resmiRisâle-İ Nur’dan Ölçüler Risâle-İ Nur’dan Ölçüler
Risale-i Nur

BATI MEDENİYETİNİN 5 BOZUK ESÂSI Dayanak noktası olarak "kuvvet"i kabûl eder. Kuvvetin özelliği ise, tecâvüzdür. Hedef ve maksadı, "menfaat" olarak gösterir. Menfaatin özelliği ise, birbirine zahmet ve eziyet vermektir. Hayat düsturu olarak "cidâl"i (mücâdele) gösterir. Cidâlin özelliği ise çekişmek ve kavga etmektir. Kitleler ve cemaatler arasındaki râbıtayı, "ırkçılık" kabûl eder. Irkçılık ise, başka ırkları yutmakla beslenir. Semere olarak, hevâ ve hevesleri kışkırtarak arzularını tatmindir. O hevâ ise, insanın  mânevî olarak tahribine sebeptir. KUR’ÂN MEDENİYETİNİN 5 ESÂSı Dayanak noktası, "hak"tır. Hakkın husûsiyeti, ittifaktır. Gâye olarak, fazilet ve rızâ-i İlâhîyi kabul eder. Faziletin husûsiyeti ise tesânüddür (dayanışmadır). Hayat düstûru olarak "yardımlaşma düstûru"nu esas tutar. Bu düstûrun özelliği, birbirinin imdâdına yetişmektir. Cemaatlerin râbıtaları olarak din, vatan ve sınıf râbıtalarını kabûl eder. Dinin husûsiyeti, kardeşlikliktir ve bir araya gelmektir. Semere olarak, nefsânî arzuların tecâvüzlerine sed çekip rûhu yüksek gâyelere teşvik etmek, ulvî hisleri (yüksek hisleri) tatmin etmek ve insanı kemâlâta sevk etmektir. Bunun da neticesi, iki cihan saadetidir. NİMETLERDEKİ LEZZETİ TAKİP ETMENİN 4 ŞARTI Rûhun, cesede hâkim olması. Kalbin, nefse hâkim olması. Aklın, mideye hâkim olması. Lezzeti şükür için istemek. MÜ’MİNLER ARASINDA DÜŞMANLIK VE KİNE SEBEP OLAN 3 HASTALIK İnad. TAarafgirlik. Hased. İHLÂSI KIRDIRAN 2 SEBEP Süflî (alçak ve rezil) hisler. Cüzî menfaatler. UYANDIRMAK İÇİN GELEN ŞİDDETLİ MÂNEVÎ ÎKAZLARIN 4 SEBEBİ Nefis. Hevâ. His. Vehim. RIZKIN 2 ÇEŞİDİ Hakikî rızık. Ölmeyecek kadar, hayatta kalmamız için verilen ve Cenâb-ı Hakk’ın taahhüdü altında olan zarurî rızıktır. Mecâzî rızık. Kulun kendi irâdesi ve hırsı ile kazanmaya çalıştığı ve Cenâb-ı Hakk’ın taahhüdü altında olmayan rızıktır. İKİ CİHAN HARBİ YAPAN SON ASRIN İNSANININ GAFLETİNİ DAĞITAN 2 ŞEY İlim ve fenlerin ilerlemesiyle ilmî hassasiyetin artması. Her gün 173.000 kişinin tasdik ettiği ‘ölüm’ hakikatinin kendini bütün bütün hissettirmesi. RİSÂLE-İ NÛR’UN HİZMETİNDE BULUNMANIN 4 ŞAHSÎ MENFÂATİ Kalpte Dimağda (kafada) Bedende Maişette (geçimde) bereket, inkişâf, ferahlık ve genişlik.

Mustafa TOPÖZ 01 Ekim
Konu resmiRisâle-İ Nûr’un Haşri Ve Âhiret Hayatını İspatı
Risale-i Nur

Âhiret inancı îmanın altı esasından biridir. Kur'ân'ın da hemen hemen üçte biri âhiretten bahseder. Allah'a ve âhirete îmana, büyük ehemmiyetleri dolayısıyla îmanın iki kutbu denilmiştir. Hazret-i Üstad ta bu konuda muhtelif, müstakil risâleler telif etmiştir. Geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında Allah'ı ve âhiret gününü inkâr fikirleri her tarafı istila etmişti. Îman esaslarını kuvvetli delillerle ispat eden Risâle-i Nurlar, ehl-i îmanın imdadına yetişti ve îmanlarının kurtulmasına vesile oldu. Bu meyanda telif edilen ve öldükten sonra dirilmeyi ispat eden, Onuncu Söz Haşir Risâlesi, külliyatın ilk eserlerinden biridir. Te’lif edildiğinde, Hz. Üstad kendi ifâdeleriyle “elhamdülillah küfrün belini kırdık” diyerek, içindeki delillerin ne kadar kuvvetli olduğunu belirtmişlerdir. Bu kıymetli risâlenin, yüzden fazla Kur’ân âyetinden süzüldüğünü ifâde etmektedirler. Öldükten sonra dirilme, ispatı müşkil bir meseledir. İbn-i Sina gibi büyük bir dâhi dahi, “akıl haşre yol bulamaz” demiştir. İslâm âlimleri ise “öldükten sonra dirilme meselesi aklî bir mesele değil, naklî bir meseledir; haşrin delili nakildir” diye hükmetmişlerdir. Risâle-i Nurlar’da ise öldükten sonra dirilme o kadar güzel ispat edilir ki Hz. Üstad şöyle buyurur “10. Sözü insafla oku, eğer bu gecenin sabahının geleceği katiyette, haşrin ve kıyâmetin geleceğine inanmazsan gel, iki parmağını gözüme sok, çıkar”. Başka bir yerde de söyle buyururlar “Ben kendi kendime hususî, belki elli defa mütâlaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risâleyi bazıları bir defa okuyup diğer ilmî risâleler gibi “yeter” der, bırakır. Halbuki bu Risâle îman ilimlerindendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi ilme her vakit ihtiyaç var.” ONUNCU SÖZÜN HAŞRİ  İSPATI Haşir Risâlesi’nde on iki hakikat vardır. Herbirinde, Cenâb-ı Hakk’ın  isimlerinin tecellileri ve bu isimlerin öldükten sonra dirilmeyi nasıl gerektirdiği ispat edilir. Şimdi kısaca bu hakikatlerdeki haşir delillerinin bazılarını fikir vermesi  için anlatmaya çalışalım: 1-  Cenâb-ı Hakk'ın Rab yani terbiye edici ismi âhireti ister. Çünkü böyle mükemmel bir kâinatı kemâlâtını göstermek için yüksek gâyeler ve maksadlarla yaratan âlemlerin Rabbinin,  elbette kendine îman ve kullukla mukabele eden mü’minlere bir mükâfatı olacaktır. Ve o yüksek maksadları reddeden ve onlara hakaret eden dalâlet ehline de bir cezâsının olmaması düşünülemez. 2- Kerîm ve Rahîm isimleri âhireti iktiza ederler. Allahu Teâlâ Hazretleri, en âciz ve zayıftan tut, en güçlüye kadar herkese lâyık bir rızık veriyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriyor. Dünya yüzünü her baharda güzel bir surette süsleyip türlü türlü nimetleriyle beziyor. İzzet sâhibi olan Rabbimiz, bu suretle sonsuz kerem ve rahmetini bizlere gösteriyor. Nihâyetsiz celâl ve izzet, edepsizlerin edeplendirilmesini ister. Nihâyetsiz kerem nihâyetsiz ikram ister. Nihâyetsiz rahmet kendine lâyık ihsan ister. Halbuki bu fâni dünyada ve kısa ömürde, bu bahsettiğimiz hakikatlerin denizden bir damla gibi ancak milyondan bir cüzü yerleşir ve gözükebilir. Demek ki o kereme ve o rahmete lâyık bir saadet yeri olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, dünyada görünen bu rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü bir daha dönmemek üzere yok olup gitmek; şefkati musibete, muhabbeti düşmanlığa çevirir. Nimeti azaba ve aklı da uğursuz bir âlete döndürür. Bütün o lezzetler eleme dönüşür ve böylece o rahmet de söner gider. Hem de o celâle, o izzete uygun bir ceza yeri olacaktır. Çünkü bu dünyada ekseriyetle zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübra’ya bırakılıyor, tehir ediliyor. Hem bazen bu dünyada da cezâsını verir. Geçmiş asırlarda âsi ve inatçı kavimlere gelen azaplar gösteriyor ki; insan başıboş değil. 3- Hakîm ve Âdil isimleri de âhireti isterler. Zîra etrafımıza dikkat ettiğimizde görüyoruz ki her şeyde maslahatlara ve faydalara riayet ediliyor. Her şeyin yaratılışında hârika bir sanat, bir mükemmellik ve bir intizam göze çarpıyor. Bütün bunlar gösteriyor ki nihâyetsiz bir hikmet eliyle işler görülüyor. Hem fevkalade bir ölçü ve adâletle icraatlar yapılıyor. Çünkü her şeye hassas ölçülerle vücut veriliyor, suret giydiriliyor. Her şey yerli yerine konuluyor ve hayat sâhiplerinin vücutlarına ve yaşamalarına lâzım olan her şey, en münâsip bir tarzda veriliyor. Yani kâinatta güneş gibi parlayan, en küçük bir mahlûkun, en küçük bir ihtiyacı için yardımına koşan bir hikmet ve adâlet ayan beyan görünüyor. En küçük bir mahlukun, en küçük bir ihtiyacını bile ihmal etmeyen bu hikmet ve adâletin; insan gibi en büyük mahlûkun, beka gibi, ebedî yaşamak gibi en büyük bir ihtiyacını ihmal etmesi ve bu en büyük yardım isteğine ve talebine cevap vermemesi hiç mümkün müdür? Hem Allah'ın terbiye ediciliğinin büyüklüğü, kullarının hak ve hukuklarını muhâfaza etmeyi gerektirir. Çünkü hakikî adâlet ister ki bu küçük insan, cisminin küçüklüğü nisbetinde değil, cinâyetinin büyüklüğü, vazifesinin ehemmiyeti ve azameti nisbetinde mükâfat ve cezâ görsün. Mâdem şu fâni ve geçici dünya, ebedî yaşamak için yaratılmış olan insan hakkında, öyle bir adâlet ve hikmete mazhar olmaktan çok uzaktır. Öyleyse elbette o Âdil ve Hakîm olan Allah'ın dâimî bir Cehennem’i ve ebedî bir Cennet’i olacaktır. 4- Mücîb ve Rahîm isimleri de Cennet’i isterler. Çünkü Cenâb-ı Hak, en küçük bir mahlûkunun en basit bir ihtiyacını ummadığı yerden şefkatiyle ona gönderiyor. En gizli bir sesi, en gizli bir varlıktan işitip merhametiyle ona icâbet ediyor. Böyle bir şefkat ve merhamet, hiç mümkün müdür ki en sevgili, en büyük bir kulun, en büyük bir ihtiyacını görmesin veya görüp de yerine getirmesin. Sinek vızıltısını işitip gök gürültüsünü duymamak olmaz. Küçücük midenin hâl diliyle açlık için ettiği duâyı işitip şefkatiyle o duâya icâbet eden Allah, dünya yüzünü bir nimet sofrası hâline getirmiş. Mümkün müdür ki o Allahu Teâlâ Hazretleri, âlemleri yüzü suyu hürmetine yarattığı Habib-i Ekrem’inin gök gürültüsü gibi bir sadâ ile "ededî saadet için, beka için, Cennet için" ettiği duâyı işitmesin ve icâbet etmesin? Aynı zamanda bütün insan nev'i de o zâtın arkasında durup, duâsına âminlerle iştirak ederek, "evet Yâ Rabbenâ ver biz dahi istiyoruz" diyorlar. Evet, o Habib-i Ekrem’in kulluğu saadet diyarının açılmasına sebebiyet verdi. Eğer âhiret hayatının olmasını gerektiren had ve hesaba gelmez sebeplerin hiç birisi olmasaydı bile, yalnız şu Zât’ın tek duâsı, Cennet’in binâsına sebebiyet verecekti. 5- Esma-yı hüsnadan Celîl ve Bâki isimleri âhireti isterler. Allahu Teâlâ Hazretleri’nin öyle haşmetli bir saltanatı var ki bütün mevcudatı, güneşlerden zerrelere kadar, itaatkâr bir nefer gibi emrine boyun eğdiriyor. Fakat bu kadar ihtişamlı saltanat ve terbiye edicilik, şu geçici, kararsız dünya ve fâni varlıklar üstünde durmaz. Ona lâyık ebedî bir memleketi ve o memlekette ebedî olarak kalacak sâkinleri ister. Şu dünya geçici bir sergi ve imtihan yeridir. Dâima değişir; giden gelmez, gelen gider. Burada çabalamak ebedî bir âlem içindir. Burada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin, eğer kaybetmezse istidadına göre orada bir saadeti vardır. 6- Cemîl ve Celîl isimlerinin cilvesi olan Allah'ın vadi âhireti ister. Allahu Teâlâ Hazretleri, başta Kur’ân olarak bütün semâvî kitaplarında, beşerin öldükten sonra dirileceğini vaad ediyor. Başta Hazret-i Muhammed (asm) olarak bütün yüz yürmi dört bin peygamber, ittifakla, Cenâb-ı Hakk'ın Cennet ve Cehennem’i yaratacağını haber veriyorlar. Mâdem O vaad etmiştir, elbette âhireti getirecektir. İtaatkâr kullarını Cennet’ine, âsi düşmanlarını Cehennem’ine koyacaktır. 7- Muhyî ve Mümît isimleri âhireti iktiza ederler. Yeryüzünde hayvanlar ve bitkilerden, sayıları yüz binler olan türler, kışın öldükten ve kuruduktan sonra, bir sonraki baharda beş altı gün zarfında tekrar yaratılıyor ve canlandırılıyorlar. Meselâ, bir tür olan ve sayıları trilyonları bulan sinekler kışın ölüyor, bir sonraki baharda emsalleri yaratılarak yeryüzünü tekrar dolduruyorlar.  Kışın yapraklarını dökmüş, ölmüş olan ağaçlara baharda tekrar hayat veriliyor. Bu suretle Allahu Teâlâ Hazretleri kudretinin, ilminin ve hayat vericiliğinin ne kadar kuşatıcı ve sonsuz olduğunu bize gösteriyor. Hiç mümkün müdür ki bu işleri yapan Zât’a bir şey ağır gelebilsin ve insanı bir emir ile öldükten sonra diriltemesin? Rabbimiz, her baharda yüz binlerce canlı türünü yeniden yaratıyor, hayat veriyor, bir cihette haşrediyor. Elbette o Allah, kıyâmet kışı ile ölmüş olan insan nevini, arkasından gelecek olan haşrin baharıyla diriltecek, ikinci defa yaratacaktır. Kur’ân-ı Kerîm, bahar mevsiminin, öldükten sonra dirilmeyi ispatını şöyle ders veriyor "Şimdi Allah'ın rahmet eserlerine bak! Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltiyor? Muhakkak ki O ölüleri de öyle diriltendir ve O’nun gücü her şeye yeter." (Rum, 50) 8- Hak ismi dahi âhireti istilzam eder. Çünkü Allahu Teâlâ, insanı en güzel kıvamda ve en güzel surette, bir kudret mucizesi olarak yaratmıştır. O’nu her şeyi kuşatan terbiye ediciliğine karşı en ehemmiyetli bir kul yapmıştır. Kendine has yüksek hitabinâ karşı tefekkür edebilen bir muhâtap ve bütün güzel isimlerin yansımalarını üzerinde gösterebilecek kapsamlı bir ayine kılmıştır. Ebedî yaşamayı çok arzu eden insanın böyle mükemmel bir surette yaratıldıktan sonra yokluğa atılması mümkün değildir. Cenâb-ı Hak bu haksızlıktan berîdir.  Hem o Allah ki insanı halifelik makamıyla meleklerine tercih etsin ve sonra ona bütün vazifelerin gâyesi, neticesi olan ebedî saadeti vermesin; mümkün değildir. Hem insana en mübârek, nurlu ve saadet vesilesi olan aklı, hikmetinin bir hediyesi olarak versin. Sonra ebedî saadeti ona vermemekle, o aklı o zavallı insana azap verici bir âlet durumuna düşürsün ve hikmetine zıt böyle büyük bir merhametsizlik etsin. Hâşâ ve kellâ. Aklın bir hizmetkarı olan hayale denilse; sana bir milyon sene ömürle birlikte dünya saltanatı verilecek, fakat sonunda yok olacaksın. Nefis karışmamak şartıyla 'ohh' yerine 'ahh' diyecek ve teessüf edecek. Demek en büyük bir fâni, geçici nimet; en küçük bir duyguyu doyuramıyor. İşte bu vaziyetteki insanın ebede uzanmış arzuları, kâinatı kuşatan fikirleri gösterir ki o insan ebed için yaratılmış ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhânedir ve âhiretine bir bekleme salonudur. Örnek olarak buraya kadar zikrettiğimiz isimler gibi, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimleri öldükten sonra dirilmeyi, cennet ve cehennemi isterler. Düşünün ki, fevkalâde mükemmel bir komutan var. Yüz binlerce insandan oluşan düzensiz bir kalabalığı kısa bir zamanda intizamlı, düzenli bir ordu hâline getirdi. Bir emirle oturuyor, bir emirle kalkıyor, bir emirle yürüyor, bir emirle duruyorlar. Artık birbiriyle tanıştılar, vazifelerini biliyorlar. Sonra komutan bir boru sesiyle onları istirahat için dağıttı. O komutan ikinci bir boru sesiyle onları tekrar toplayamaz, hiç denir mi? Elbette denmez. Aynen onun gibi; cesedin içinde demirbaş olarak bulunan ve birbiriyle tanışan zerreler ölüm ile birlikte, istirahat için dağılan neferler gibi dağılıyorlar. İsrafil aleyhisselam ikinci defa sûru üflediği zaman, toplanın emrini alan o zerrelerin o cesedi oluşturmak üzere toplanmaları akıldan hiç uzak bir şey değildir. Zîra, İsrafil aleyhisselamın sûru komutanın borusundan geri kalmayacağı gibi, o zerrelerin Cenâb-ı Hakk’ın emrine itaatleri de askerlerin komutanlarına itaatlerinden daha aşağı değildir. Yirmi Dokuzuncu Söz’de âhiret âleminin yaratılacağının ispatı Yirmi Dokuzuncu Söz’de, Hazret-i Üstadın zikrettiği şöyle güzel bir misal ve izah vardır: Nasıl ki bir saray ve şehir hakkında biri dâvâ etse; bu saray veya şehir tahrip edilip yeniden daha sağlam bir şekilde bina ve tamir edilecektir. Bu dâvâya karşı altı tane sual aklımıza gelir. Birincisi; niçin tahrip edilecek? Sebep var mı? Evet var diye ispat edilse şöyle ikinci bir soru daha aklımıza gelir. Bunu tahrip edip tamir edecek usta muktedir midir, yapabilir mi? Eğer, evet yapabilir diye ispat edildi, arkasından iki sual daha terettüp eder. Bu saray ve bu şehrin tahribi mümkün müdür? Hem tahrip edilecek midir? Eğer tahriplerinin mümkün olduğu, hem de tahrip edilecekleri ispat edilse, o zaman şöyle iki sual daha akla gelir. Pekiyi, bu saray ve şehrin tamiri mümkün müdür ve eğer mümkünse, acaba tamir edilecek midir? Evet, mümkündür ve tamir edilecektir diye bu iki sual de cevaplansa, o zaman bu meselede hiç bir cihetle şüphe kalmaz. Aynen bu misal gibi; bu dünya sarayının ve kâinat şehrinin tahribi ve tamiri için çok sebepler mevcuttur. Fail ve ustası muktedirdir. Tahribi mümkündür ve olacaktır, tamiri mümkündür ve vâki olacaktır. Evet şu dünya sarayının ve kâinat şehrinin tahrip edilmesi ve yeniden ebedî âhiret âlemi olarak bina edilmesi için had ve hesaba gelmez sebepler vardır. Bir kısmını az önce saydığımız Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfat ve isimleri, bu fâni dünyanın aradan kalkıp yerine bâki ve ebedî âlemlerin kurulmasını isterler. Şu yaşadığımız hayatta güneş gibi parlayan hikmet, adâlet ve rahmet, bizlere bu geçici dünyanın tahrip edileceğini haber verir. Bu işleri yapacak Allah da muktedirdir. O öylesine kudretlidir ki hiç bir şey O'na ağır gelmez. O’nun kudreti için az çok, büyük küçük aynıdır, hiç farketmez. Bir baharı içindeki bütün çiçekler ile birlikte yaratmakla, bir çiçeği yaratmak arasında O'nun için fark yoktur.  "Ol" der, hepsi oluverir. Cennet’i yaratmak da O’nun için bir bahar kadar kolaydır. Mü’min kulları için ebedî Cennet’i yaratan Allah, onları oraya dâvet ediyor. Dünya ise önlerinde bir engel, aradan kaldırılması lâzım. Sayılarla ifâde edilmeyecek kadar çok ve bir kısmı dünyadan milyon kat büyük olan yıldızları, sapan taşı gibi çeviren Allah, o ebedî ziyâfetine dâvet ettiği misâfirlerinin yolundan dünyayı nasıl kaldıracak, hiç denir mi? Elbette denmez. Hem, dünyanın ve kâinatın ölümleri mümkündür. Çünkü, bir şey tekâmül yani olgunlaşma kanununa dâhil ise, herhalde onda neşv-ü nema yani büyüme ve gelişme vardır. Eğer büyüme ve gelişme varsa, muhakkak onun bir fıtrî ömrü vardır. Eğer fıtrî bir ömrü varsa, katiyen bir eceli de vardır. Ve ilmen sâbittir ki böyle şeyler ölümün pençesinden kurtulamazlar. Hem, bu dünyanın ölümü vuku bulacaktır. Bütün semâvî dinler bu hususta ittifak ediyorlar. Hem kâinatın sâbit ve durağan olmaması, sürekli değişmesi, başkalaşması, bir halden başka bir hâle dönüşmesi, bir gün onun da öleceğini işâret ediyor. Hem dünya üzerinde her asırda, her senede canlılar dünyasının ölmesi, bir gün asıl dünyanın da öleceğini bize gösteriyor. Ve bu ölecek âlemin tekrar dirilmesi mümkündür ve vâki olacaktır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinde noksan yoktur. Dünya ve kâinatın ise, tekrar daha sağlam bir şekilde bina edilmesi için çok kuvvetli sebepler vardır. Bu ise olabilecek bir hâdisedir, imkân dâhilindedir. Bir mesele, olabilmesi mümkün bir mesele ise, olması için çok kuvvetli sebepler varsa ve onu yapacak zâtın kudretinde bir noksanlık yoksa, artık o meseleye olmuş ve vâki nazarıyla bakılabilir. Evet, kıyâmet ile birlikte ölecek olan şu dünya ve kâinat, haşrin sabahında âhiret olarak diriltilecektir. Allahu Teâlâ Hazretleri, peygamberlerine göndermiş olduğu bütün semâvî kitaplarında kıyâmeti ve öldükten sonra dirilmeyi vaad etmiş. Mâdem o vaad etmiş, elbette yapacaktır.

Mücteba YILDIZ 01 Ekim
Konu resmiOsmanlıca-Latince Mukayeseli Risale-i Nur Külliyatı Hakkında Mülâkat
Mülakatlar

Mülakat: Cemal ERŞEN YazarMülakatı Yapan: İrfanmektebi - Öncelikle bize Risale-i Nur Külliyatı hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz? Risale-i Nur son devrin büyük âlimi ve asrının müceddidi olarak bütün İslâm Dünyası’nda genel bir kabule mazhar olmuş Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin yazdığı yüz otuz risaleden oluşan külliyatın adıdır. Bu risaleler, son asırlarda iman ve İslâm’a yapılan bütün felsefî saldırıları çok kuvvetli delilerle çürüterek, ele aldığı Kur’anî delillerle, imana dair hiçbir şüphe bırakmayacak şekilde akıl ve kalbi tam manasıyla doyuran, iman-ı tahkikiyi kalblere sağlam bir surette yerleştiren manevî Kur’an tefsirleridir. Bediüzzaman Hazretleri, İslamiyet üzerinde büyük bir baskının sürdüğü ve dini neşriyatın yasak olduğu o yıllarda, risalelerini, talebelerine elle yazdırmak suretiyle memleketin dört bir yanına neşretmiş, altı yüz binden fazla neşrolan bu risaleler sayesinde, yapılan bütün aleyhte çalışmalara rağmen Türkiye’deki İslamî şuurlanma gittikçe kuvvetlenmiştir. Önceleri, insanlar adeta, açıkça “Allah” demeye korkar hale gelmişken, günümüzde tam tersi bir durum ortaya çıkmış, imanın toplumda kazandığı kuvvet sayesinde dinsizlik ve imansızlık açıktan savunulamaz bir hale gelmiştir. Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur’daki bu kuvvetin, Risalelerin Kur’an ayetlerindeki delillere dayanmasından ve o ayetlerden gelen ilhamlarla yazılmış olmasından kaynaklandığını mükerreren bildirmekte, Risalelerin kendi fikrinin ürünü olmadığını haber vermektedir. - Risale-i Nur’un elle yazılmak suretiyle neşredilmeye başladığını söylediniz. Bu mevzuyu biraz açabilir misiniz? Bediüzzaman Hazretleri, Risaleleri yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra memlekette harfler değişmiş, Osmanlıca kaldırılarak, yeni harflere geçilmiştir. İslâm’a, Kur’an’a ait her şeyi koruyup muhafaza etmeyi hayatının en büyük gayesi bilen Bediüzzaman Hazretleri, bizi Kur’an’a, mazimize ve dinimize bağlayan en önemli bir vasıta olan Osmanlıcayı (Kur’an harflerini) bütün gayretiyle koruyup yaygınlaştırmaya devam etmiştir. Bunun için bütün Risalelerini Osmanlıca olarak yazmış ve yazdırmıştır. - Said Nursî Hazretleri eserlerin Latince basılmasına izin vermemiş mi? Yeni harflere, Risalelerini yazmaya başladıktan otuz sene sonra, “yeni nesil bu iman derslerinden mahrum kalmasınlar” diye izin vermiştir. Fakat bu, asla Kur’an alfabesiyle yazılan Osmanlıcadan vazgeçmek değildi. Bediüzzaman Hazretleri, talebelerinin eskimez yazı dediğimiz Kur’an yazısıyla okuyup yazmayı terk etmemesini istiyor, “Yeni harflere zaruret miktarınca” izin verdiğini beyan ediyordu. Bu konuda ne kadar büyük bir kararlılık taşıdığını, “Risale-i Nur küfre karşı imanı korumaya çalışması gibi, bid’ate (Latin harflerine) karşı da Kur’an harflerini ve Kur’an yazısını koruması bir vazifesidir” diyordu. Onun ve talebelerinin yoğun çalışmaları sayesinde ve memlekette neşrolan yüz binlerce el yazması Risale nüshalarıyla elhamdülillah Kur’an yazısı unutulmaktan korunmuştur. Bu gün başta Risale-i Nur Talebeleri olarak memleketimizde Osmanlıca okuyup yazabilen geniş bir halk kitlesi bulunmaktadır. - Osmanlıca tam olarak ne anlama geliyor? Osmanlıca farklı bir dil midir? Osmanlıca farklı bir dil değildir. Başta Arapça olarak, Farsçadan da aldığı zengin kelime hazinesiyle birlikte özbeöz Türkçedir. Türk dili, bir asırdır planlı bir şekilde icra olunan kısırlaştırma faaliyetlerinin sonucunda oldukça fakirleştirilmiş durumdadır. Bununla birlikte, Osmanlıca denilince, daha çok Osmanlı döneminde kullanılan yazı ve alfabe kastediliyor. Osmanlıca yazısı, Türkçe’nin Kur’an harfleriyle yazılmasından ibaret bir yazıdır. Osmanlıca yazısına, “Kur’an hattı, İslâm Yazısı, Arap Hattı” gibi isimler de verilmektedir. Bazen de önceki kullanılan alfabe manasında, “eski yazı” da denilmektedir. - Neden Osmanlıca-Latince karşılıklı külliyat? Risale-i Nur Külliyatının Osmanlıca el yazması orijinal nüshalarını bu şekilde ilk defa basarak piyasaya sunmuş olduk. Bununla insanlar, öncelikle, son asırda yazılmış olmakla beraber, Risale-i Nur’un aslının Latince olarak değil, Osmanlıca yani Kur’an harfleriyle yazılmış olduğunu öğreniyorlar. Bunun, dikkatleri Kur’an harfleri ve Kur’an yazısı üzerine bir kez daha ciddi bir şekilde çekeceğini ümit ediyoruz. Hem böylelikle herkese, Risale-i Nur’u aslından, orijinalinden okuyabilme imkânı sağlamış oluyoruz. - Karşılaştırmalı Risale-i Nur Külliyatının kültür hayatımıza ne gibi faydaları olabileceğini düşünüyorsunuz? Araştırmacılar için bu güne kadar Risalelerin yalnız ikinci dereceden bir kaynak olabilen Latince Nüshaları yerine, birinci dereceden orijinal bir kaynağa ulaşabilme imkânı vermiş olduk. Ayrıca Risale-i Nur’u yeni harflerden okuyarak Üstadın izahlarından Kur’an yazısının ehemmiyetini kavramış ve öğrenmek istediği halde buna çare bulamayan büyük bir kitleye, Risale-i Nur’u asıl nüshalarından kendi kendine okuyabileceği bir fırsat sunuyoruz. Nur Talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’in Afyon Hapsinde iken yazdığı ve Hazret-i Üstad’ın Risale-i Nur’a dahil ettiği şu satırlar, bu bakış açısını gayet güzel tarif etmektedir: “Yeni harf ile teksir edilebilen Asâ-yı Musa eserini okuyan gençler, Kur'an harfleri ile yazılmış diğer eserleri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bu şekilde birçok ilimlerin öğrenilmesine engel olan ve dinden imandan çıkarmak için telif edilen eserleri okumaya mecbur eden Kur'an hattını bilmemek gibi büyük bir seddi de yıkmış oluyorlar.” - Bu kitaplar yardımıyla Osmanlı yazısını öğrenmek mümkün müdür? Bu kitaplar yardımıyla Osmanlıca öğrenmek gayet kolay bir hal almıştır diyebiliriz. Hususen Kur’an okumayı bilenler, hiçbir yardımcıya ihtiyaç duymadan bu kitaplar sayesinde Osmanlıcayı öğrenebilirler. Kur’an okumayı hiç bilmeyenler ise, önce dinimizin temel kitabı olan Kur’an’ın harflerini öğrendikten sonra, yine bu kitaplarla zorlanmaksızın Osmanlıcayı öğrenebilirler. - Bu eserler düzenlenirken nelere dikkat edilmiştir? Ya da şöyle sorayım, bu eserlerden en kolay şekilde istifade etmek için izlenmesi gereken hususi bir yol var mı? Evet var. Bu kitaplarda, Bediüzzaman Hazretleri’nin en yakın talebesi ve Risale-i Nur’un başkâtibi olan rahmetli Husrev Efendi'nin kendi orijinal el yazısıyla yazılan Risaleler esas alınmıştır. Karşılıklı iki sayfanın bir sayfası Osmanlıca, diğeri aynı sayfanın Latincesidir. Üstelik her bir Osmanlıca satırın tam karşısında bulunan Latince iki satır, Osmanlıca satırın okunuşunu vermektedir. Bu şekilde satır satır mukayese ederek okumak mümkün olmaktadır. Ayrıca her sayfada mevcut olan kelimelerin okunuşlarını ve manalarını sayfa kenarındaki lügatçeler yardımıyla öğrenmek mümkün hale gelmiştir. Bu lügatçelerden faydalanmayı ihmal etmemek işi daha da kolaylaştıracaktır. - Husrev Efendi’den bahsettiniz. O'nun hakkında da biraz malumat verebilir misiniz? Husrev Efendi Ispartalı ilk dönem Nur Talebelerinden olup 1899 yılında dünyaya gelmiştir. Bediüzzaman’ın 1927’lerde Isparta’da Risalelerini yazmaya başladığı ilk yıllarda kendisine talebe olmuştur. Ömrünü, bu iman-Kur’an hizmetine vakfetmiş, gayet güzel olan yazısıyla Risale-i Nurların yayılmasında en çok emeği geçen Nur Talebesi olmuştur. Risale-i Nur’un bu günlere sağlıklı bir şekilde ulaşmasında onun dikkatli yazılarının çok büyük katkısı vardır. Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Kalemi gibi, kalbi de harika” dediği Husrev Efendi, fevkalade hizmet ve fedakârlıkları sebebiyle Bediüzzaman’ın büyük sevgi ve takdirlerini kazanmıştır. Risale-i Nur’un Anadolu’ya neşrinde o kadar mühim hizmetleri olmuştur ki, Bediüzzaman Hazretleri onun bu hizmetlerini şöyle anlatır: “Husrev müstesna ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risaleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kırdı ve tecavüzünü durdurdu ve bu mübarek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli ilaçları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve gelecek nesli büyük bir tehlikeden kurtarmağa vesile oldu.” (14. Şua) Üstad Said Nursî Hazretleri’nin her üç hapsinde de onunla beraber hapis yatan Husrev Efendi, Bediüzzaman’ın 1960’da vefatından sonra onun hizmetini başladığı aynı çizgi üzerine devam ettirmiştir. 1974 yılında, yine Bediüzzaman Hazretleri’nin bir keşfi olup kendisine yazdırdığı tevafuklu Kur’an’ı tab etmek üzere Hayrat Vakfı’nı kurmuştur. Bilindiği gibi Tevafuklu Kur’an’da, 2806 adet Allah lafızlarının çok harika tevafuklarla Kur’an’da dizilmiş olduğu gösterilmektedir. Bunun da gazeteciler için araştırma konusu olabilecek ayrı bir konu olduğunu söyleyebiliriz. - Günümüzde Osmanlıcaya olan ihtiyaç hakkında neler söyleyebilirsiniz? Osmanlıca bizi Kur’an’a bağlayan bir yazıdır. Çünkü Kur’an harflerinden oluşmaktadır. İnsan günlük hayatında bu yazıyla okuyup yazabil(ir)se Kur’an’la daha fazla yakınlık kurmuş olur. Çünkü Kur’an harflerindeki kudsiyetin insan ruhuna verdiği feyizleri, başka harflerin verebilmesi mümkün değildir. Hem bin yıllık tarihimiz boyunca Kur’an harfleriyle ve Türkçe olarak yazılmış eserlerden günümüz insanı istifade edememektedir. Kütüphanelerimizde ve arşivlerde bulunan milyonlarca kaynak, istifadesiz şekilde tozlu raflarda beklemektedir. Çok nadir araştırmacıların dışında insanlar o hazinelerden mahrum durumdadırlar. Osmanlı yazısını bilen nesiller arttıkça o ilim, kültür ve tarih hazinelerinden hem istifade edenler artacak, hem de çok gizli kalmış cevherleri o hazineden keşfetmek mümkün olacaktır.

Mülakatlar * 01 Ekim
Konu resmiKültür-Sanat
Kültür ve Medeniyet

65 yıl sonra tekrar ezan okunacak Üsküp'teki Osmanlı eserlerinden olan 500 yıllık Arasta Camii, Bursa Büyükşehir Belediyesinin destekleriyle yeniden ibadete açılacak. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nden yapılan yazılı açıklamaya göre, Makedonya'nın başkentindeki Eski Üsküp Çarşı'sında yer alan Arasta Camii, restorasyon çalışmalarının ardından eski ihtişamına yeniden kavuşuyor. 15. yüzyılda inşa edilen ancak 1946'da ibadete kapatılan ve 1963 depreminde ise tamamına yakını yıkılan tarihi caminin birkaç ay içinde ibadete açılması planlanıyor. İBB engellileri de gezdirecek İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Turizm Müdürlüğü tarafından İstanbul’da yaşayan gençler başta olmak üzere, bütün İstanbul halkına ve yerli-yabancı turistlere İstanbul’un doğru tanıtılmasına yardımcı olmak amacıyla başlatılan “İstanbul Okulu Kültür Elçileri Projesi”nin 2011 yılı 2. Dönem gezileri başlıyor. Bu yıl Eylül, Ekim, Kasım ve Aralık aylarını kapsayan 4 ay boyunca 50 adet gezi düzenlenecek. Proje kapsamında özürlülere yönelik olarak da 15 gezi planlanıyor. “İstanbul Okulu Kültür Elçileri Projesi”nin 2011 yılı 2. Dönem gezileri, 11 Eylül Pazar günü gerçekleştirilecek olan Boyacıköy-Emirgân gezisiyle başlayacak. Gezilere katılım için “Müze Kart” sahibi olunması gerekiyor. Bu konuda 0212 312 63 40 numaralı telefondan bilgi alınabilir. Arapça eğitimi artık daha modern İçerisinde 500 hikaye kitabı, çocuk ansiklopedileri ve dünya klasiklerinin Arapçalarının yer aldığı Model Arapça Dil Kütüphaneleri imam hatip liselerine gönderildi. Akademi Lisan ve İlmi Araştırmalar Derneği ile Akademistanbul'un ortaklaşa düzenlemiş olduğu İmam Hatip Liselerinde Arapça Öğretimini Geliştirme Projeleri kapsamında hazırlanan Model Arapça Dil Kütüphaneleri okulların adreslerine gönderildi. Geçtiğimiz sene sadece İstanbul'daki 25 İmam Hatip Lisesi'ne hediye olarak verilen kütüphaneler bu sene 2. Arapça Bilgi ve Etkinlik Yarışmalarında bölge merkezi olarak görev yapan iller ile yarışmada Türkiye geneli ilk 3'e giren okullara gönderildi. İçerisinde altı farklı seviyede 500 Arapça hikaye kitabı, edebi eser, çocuk ansiklopedileri ve dünya klasiklerinin Arapçalarının yer aldığı Model Arapça Dil Kütüphanesi Ürdün, Suriye, Mısır ve Lübnan'daki çocuk yayınları içerisinden seçilmiş eserlerden oluşuyor. Kütüphane projesinin asıl amacı okullarda Arapça derslerinde öğretmenlere yardımcı kaynak sağlamak, öğrencilerin küçük, sevimli, anlaşılması kolay Arapça hikaye kitapları ile dile aşinalıklarını arttırmak. Kitapların yanı sıra 100 adet CD ve DVD'nin de yer aldığı kütüphanede öğrencilerin evde seyredebilmeleri için ödünç alabilecekleri görsel malzemeler de yer alıyor. Çağrı, Ömer Muhtar filmi gibi bir çok klasik filmlerin Arapçasının yanı sıra herkesin yakından bildiği çizgi filimler Arapça olarak kitapların yanında teslim edilen CD’lerde bulunuyor. Kitapların temini ve tasnifi Akademistanbul tarafından, sponsor temini ise Akademi Derneği ile okul aile birlikleri tarafından yürütülüyor. Proje hakkında kapsamlı bilgi akademistanbul.com.tr  adresinde yer alıyor. 2011 sonbahar dönemi Osmanlı Türkçesi kursları Kültür A.Ş,  Divan Araştırma ve Eğitim Derneği, Küçükçekmece Belediyesi, Bahçelievler Belediyesi, Yazmalar Başkanlığı, Fatih Halk Eğitim Müdürlüğü, Bahçelievler Belediyesi, Başakşehir Halk Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle aşağıda belirtilen merkezlerde 2011 Güz Dönemi Osmanlı Türkçesi kursları başlıyor. Uzman Öğreticiler tarafından her seviyede Osmanlı Türkçesi okuma ve yazma dersleri verilerek, kültürel mirasımızla doğrudan iletişim kurmak isteyen bireylere katkıda bulunulması amaçlanıyor. “Kültür ve Tarih Mirasımızla Buluşmak” başlığıyla gerçekleştirilen programda katılımcılara, hem Osmanlı Türkçesi ile basılmış eserleri hem de İstanbul başta olmak üzere tarihi eserlerimiz üzerindeki Osmanlı Türkçesi yazı ve kitâbeleri okuyabilme kabiliyetini artırıcı eğitim faaliyetlerinde bulunulmaktadır. Program çerçevesinde; kültürel geziler, konferanslar ve atölye çalışmaları tertip edilerek, bu sayede tarihi ve kültürel mirasımızla barışık bireylerin sayısını artırmak amaçlanmaktadır. Osmanlı Türkçesi kursları her biri 12 hafta ve 4 kur’dan oluşmaktadır. Osmanlı Türkçesi kursuna kayıt yaptırmak isteyen adaylar aşağıda verilen e-posta adreslerinden ve telefon numaralarından iletişime geçebilecekleri gibi yine aşağıdaki linkten online başvuru formunu doldurarak da başvurularını tamamlayabilirler.  Mecidiyeköy Kültür Merkezi Fatih Millet Yazma Eser Kütüphanesi Küçükçekmece Cennet Kültür ve Sanat Merkezi Bahçelievler Belediyesi Necip Fazıl Kısakürek Kültür Merkezi Başakşehir Onurkent İdare Merkezi İrtibat : TEL : 0554 846 38 38 -0536 706 24 76 www.divander.org – info@divander.org – divander2010@gmail.com Ayrıca başvurularınızı Küçükçekmece Belediyesi Cennet Kültür ve Sanat Merkezi, Bahçelievler Belediyesi ve Millet Yazma Eser Kütüphanesine şahsen de yapabilirsiniz. Edebiyat yarışması sizleri bekliyor Sanatalemi.net sitesi vefat etmiş beş yazar adına 1. Edebiyat Yarışması düzenliyor. Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’ne bağlı  olarak yayın yapan Sanatalemi.net, daha önce sitede köşe yazarlığı yapan vefat etmiş beş yazarı için ortak bir edebiyat yarışması düzenliyor. Şiir, hikâye, makale, deneme ve hâtıra dallarında açılan yarışma, Ahmed Yüksel Özemre, Ergun Göze, Hamit Can, Olcay Yazıcı ve Ümit Fehmi Sorgunlu adına düzenleniyor. Her yıl tekrarlanacak yarışma ile hem yazarların adının yaşatılması, hem de genç edebiyatçıların teşvik edilmesi amaçlanıyor. Yarışmada konular serbest. Edebiyat yarışmasına iştirak etmek isteyenler, eserlerini yarisma.sanatalemi@gmail.com elektronik posta adresine gönderebilecekler. Arzu edenler ise (Edebiyat Yarışması, ESKADER, Cağaloğlu, Alemdar Mahallesi, Çatalçeşme Sokağı, İmamoğlu İşhanı, No: 4-8 Fatih-İstanbul) adresine yazı ve şiirlerini yollayabilecekler. Yarışmacıların, yazıların başına hangi türde katılmak istediklerini, açık posta adresleri ile diğer iletişim bilgilerini belirtmeleri gerekiyor. Eserlerin en geç 31 Ekim 2011 tarihine kadar gönderilmesi gerekiyor. Ahmed Yüksel Özemre adına “Hâtıra”, Ergun Göze adına “Makale”, Hamit Can adına “Deneme”, Olcay Yazıcı adına “Şiir”, Ümit Fehmi Sorgunlu adına da “Hikâye” yarışması.

Sena İKBAL 01 Ekim
Konu resmiSelsebil
Kültür ve Medeniyet

Etkili temsil İslâm’ı tanıtacak fertlerin İslâm’ı sadece tanıması değil hazmetmesi ve en etkili, hak vasıtalarla mücehhez olması gerekir. İslâm karşıtlığına karşı en etkili silah ‘mücessem misaller’, ‘konuşan deliller’, müdara prensibini iyi bilen fedakâr fertler yetiştirmektir. Başta Peygamberimiz olmak üzere Peygamberlerin en mühim hususiyetlerinden birisi budur. İslâm ahlâkını söylemde bırakmayarak fiillerine yansıtan toplumları oluşturmak, İslâm karşıtlığını gidereceği gibi, İslamı çok kuvvetli bir cazibe merkezi haline getirecektir ki tarihte görülen en haşmetli tebliğ ve hidayet hadiseleri hep ancak böyle gerçekleşmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, bu noktada şöyle demektedir: “Bizler hakâik-i İslamiyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sâir dinlerin etba’ları, fevc fevc kıt’alarla İslamiyete dehalet edeceklerdir.” Avrupa ve Osmanlı 1908’de İstanbul’a gelen Ezher reisi Şeyh Bahit Efendi, Bediüzzaman Hazretleri’ne Osmanlı’nın ve Avrupa’nın geleceği hakkında ne düşündüğünü sorar. Bediüzzaman Hazretleri’nin cevabı hayret ve hayranlık uyandırıcıdır: “Avrupa, bir İslâm devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa’ya hamiledir, o da (vakti geldiğinde) onu doğuracak.” Dağ balığı Kızılderili kabilelerinden biri tamamen vejetaryenmiş. Sebze ve meyveyle ömür sürerler, et olarak yalnızca balık yerlermiş. Derken bir gün bir hadise olur, göldeki balıkların nesli tükenir ve o yıl sebze de az yetişir; kıtlıktan ölen ölene... Dağlarda yaban geyikleri cirit attıkları halde dönüp de onlara bakan olmaz. Çünkü bu kabilenin inancına göre, geyik eti yedirmeye imkân yok. Toplanmışlar, düşünüp taşınmışlar, sonra yaban geyiğine bir ad koymuşlar: ‘Dağ Balığı’. O günden sonra geyikler kapışılır olmuş. Bu hususta bir mütehassıs şöyle der: İnsan başkasının muhitine inek, otomobil ve binaları sokarak dünyasını değiştirebileceği gibi, kelimeler sokarak da bir başkasının dünyasını değiştirebilir. Böylece ferdin dünyasını kelimeler yoluyla değiştirerek davranışında, diğer objelerin değiştirilmesiyle elde edeceğimiz türden bir değişme elde etmek imkânı vardır. Taberî Büyük târihçi ve müfessir Taberî’nin on beş yaşından seksen altı yaşına kadar geçen günlerini ve yazdığı eserleri hesaplamışlar. Her günü için on dört yapraklık bir eser yazdığı görülmüş. Kitap Muhyiddîn-i Arabî diyor ki; hayatımda kitap gibi, cübbenin yenine sığabilen bir bağ, kucakta taşınabilen bir bahçe, ölülerle konuşan ve dirileri konuşturan bir şahıs görmedim. Ancak seninle birlikte yatıp kalkan ve sâdece senin hoşlandığın şeyleri konuşan, sır sâhibinden daha fazla sır saklayan, emânet sâhibinden fazla emâneti muhâfaza eden, uysal bir dost başkaca var mıdır? Onun kadar iyiliksever bir komşu, insaflı bir dost, itâatli bir arkadaş, mütevâzi‘ bir yoldaş, bıktırıp usandırmayan, kötülük yapmaya imkân vermeyen, kavgadan uzak duran ve kıtâlden alıkoyan birisini tanımıyorum. Nar Bir kudret ve tasarım hârikası olan narın, insan sağlığına pek çok faydalı özellikleri tesbît ediliyor. Bu ni‘metin; kanın yapımına destek olucu, enerji verici ve tansiyonun düşmesine yardımcı olan özellikleri var. Nar aynı zamanda ishale karşı, bağırsak parazitlerine karşı çok faydalıdır. Bir cennet meyvesi olan nar, potasyum ve demir açısından da çok zengindir. Aynı zamanda C vitamini deposudur. Vücûddaki zararlı maddelere karşı kış aylarının vazgeçilmez meyvesi nar çok kuvvetli bir antioksidandır. Cumhuriyet “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reîsinden başka, sizler daha dünyaya gelmeden ben dindâr cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki târîhçe-i hayatım isbat eder.” Hulâsası (özü) şudur: O zaman, şimdi gibi bir türbe kubbesinde inzivâda idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yiyordum. İşitenler benden soruyordular. Ben de diyordum: “Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Onların cumhuriyetperverliklerine (cumhuriyet severliklerine) hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum. Hulefâ-yı Râşidîn (dört büyük halîfe) hem halîfe, hem reîs-i cumhûr (cumhurbaşkanı) idi. Sıddîk-i Ekber (Hz. Ebû Bekir) (ra) Aşere-i Mübeşşere’ye (cennetle müjdelenmiş on sahâbeye) ve Sahâbe-i Kirâm’a elbette reîs-i cumhûr hükmünde idi. Fakat ma‘nâsız isim ve resim değil, belki hakîkat-i adâleti (adâletin hakîkatini) ve hürriyet-i şer‘iyeyi (İslâmî hürriyeti) taşıyan ma‘nâsıyla, dindâr cumhuriyetin reisleri idiler.”  (Şuâ‘lar) Sezai Karakoç diyor ki… “Avrupa, Arapları bin parçaya böldü ve bizi de şimdi paramparça etmek istiyorlar. İşte, düşünelim, buna karşı çare nedir? Zehire karşı panzehir nedir? Onun zıddıdır. Mademki, Avrupa bizi bölmek istiyor; biz de akıl varsa bunun anlamını idrâk etmeliyiz. Ve tersini yapmalıyız. Bunun tersi, bütünleşmektir. Nedir bütünleşme? Onlar Türkiye’yi mi parçalamak istiyorlar, bizim dememiz lâzımdır ki, sadece değil Türkiye, Suriye de bizimdir, Irak da bizimdir, Arabistan da bizimdir. Buralar da oradakilerindir aynı zamanda. Çünkü: eskiden olduğu gibi hükmeden bir hanedan bulunmadığı için, hanedanındır diyemiyo¬ruz. Bütün bu topraklar bu topraklar¬da yaşayan milletindir. Bu milletin bir ismi var. Bu milletin ismi İslâm milletidir. Irklardır gerisi. Türkler vardır, Araplar vardır, Kürt vardır ve Çerkez vardır, Çeçen vardır. Fakat bunların hepsi, bir araya gelmiş, kaynaşmış, dinleri ve kanları bir olmuş tek bir millettir. Bu milletin adı İslâm milletidir. Bu milletin bir vatanı vardır; bu vatan, Türkiye, Suriye, Irak, Arabistan, Mısır, Kuzey Afrika ne kadar ülke varsa hepsidir. Hepsi birden ve tüm olarak bu milletin vatanıdır.” (Çıkış Yolu-III, Diriliş Yayınları, s.166)       

Muhammed TARIK 01 Ekim
Konu resmiTarih Sandığı
Tarih

Kâbe-i Muazzama Muhakkak ki mübârek ve âlemlere bir hidâyet olarak insanlar için kurulan ilk mâbed, Mekke’deki (Kâbe) dir.” (Âl-i İmrân, 3) Mekke’nin kalbinde müslümanların kıblegâhı ve dünyanın en mukaddes mekânı olan Kâbe, yaklaşık kare bir taban üzerinde yükselen 14 metre yüksekliğinde bir binadır. Rivâyetlere göre bugüne kadar 12 defa inşa ve tamir geçirmiştir. Kâbe ile ilgili en meşhur inşa faaliyeti, Hz. İbrahim’in (as) ve oğlu Hz. İsmail’in (as) inşasıdır. Hz. İbrahim (as), Cenâb-ı Hakk’ın emriyle Kâbe’yi bugünkü sınırlarıyla inşa etmiş ve Cebrail’in (as) gösterdiği şekliyle de ilk Hacc’ı yerine getirmiştir. Kureyşlilerin yaptığı tamir esnasında ise Hacerü’l-Esved’in yerleştirilmesi sırasında sorun çıkmış, Peygamber Efendimiz (asm) bu olayda hakemlik yaparak Hacerü’l-Esved’i bizzat elleriyle yerine yerleştirmiştir. Osmanlılarda da Sultan 1. Ahmed ve Sultan 4. Murad zamanlarında Kâbe tamir görmüştür. "Kılıç Kesmez El Keser" Bedîüzzaman Hazretleri, Tillo’dayken bir gece rüyasında Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylanî Hz.’ni görür. Gavs Hazretleri, Üstad’a “Molla Said! Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya gidiniz. Ve kendisini tarik-i hidâyete dâvet ediniz. Ve yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i mârûfa müdâvim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.” der. Üstad Hazretleri, bu rüya üzerine Miran aşiretine doğru yola çıkar. Aşiretin bulunduğu yaylaya varınca doğruca Mustafa Paşa’nın çadırına girer ve beklemeye başlar. Mustafa Paşa çadıra girince; Üstad Hazretleri’ne niçin buraya geldiğini sorar. Üstad Hazretleri’nin cevâben, “Sizi hidâyete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın. Veyahud seni öldüreceğim.” demesinden hiddetlenen paşa dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra, yine çadıra girer. Suali tekrarlayınca Üstad, “Sana söyledim ya, onun için geldim.” der. Mustafa Paşa çadır direğinde asılı bulunan kılıca işâret ederek, “Bu pis kılıçla mı?” der. Bedîüzzaman Hazretleri “Kılıç kesmez, el keser.” cevabında bulunur. Bedevînin Ferâseti Devesiyle birlikte çölde giden bir bedevî; güçlükle yürüyen, dudakları susuzluktan kurumuş bir adama rastlamış. Adam, bedevîyi görünce su istemiş. Bedevî, devesinden inip adama su vermiş. Suyu içen adam birden bedevîyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış. Bedevî arkasından bağırmış: “Tamam! Deveyi al git, ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma.” Bu isteği tuhaf bulan hırsız duraklayıp sebebini sormuş. Bedevî cevâben, “Eğer anlatırsan, bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.” demiş. Hz. Hacer Aslen Mısırlı olan Hz. Hacer, Hz. İbrahim’in (as) hanımıdır. Hz. İbrahim (as) yaşlandığı halde çocuğu olmamıştı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’a duâ edip çocuk sâhibi olmayı istedi. Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’in (as) duâsını kabul etti ve Hz. Hacer’den Hz. İsmail (as) dünyaya geldi. Hz. İsmail’in (as) doğumundan bir müddet sonra Cenâb-ı Hakk’ın emriyle Hz. İbrahim (as), eşi Hz. Hacer’i ve daha bebek olan oğlu Hz. İsmail’i (as) o sıralarda kimsenin yaşamadığı Mekke’de Kâbe’nin olduğu yere bırakır ve geri döner. Hz. Hacer, susayan ve acıkan oğlu için telaşla su ararken Safa ve Merve tepeleri arasında 7 defa gider gelir. Yedinci turunu Merve tepesinin üzerinde tamamladığı esnada Cebrail (as) gelir. Ve ayağının ökçesi ile yeri eşelemesini söyler. Hz. Hacer, yeri eşeleyince yerden Zemzem suyu çıkar. Hem kendi doyar hem de oğlu Hz. İsmail’i (as) emzirir. Hz. Hacer’in bu hâdisedeki Cenâb-ı Hakk’a olan benzersiz teslimiyeti binlerce yıl öncesinden yolumuzu aydınlatıyor ve bize en güzel örneklerden birini teşkil ediyor. Kaside-i Bürde Şairi İmam-ı Busirî 7 Mart 1212’de Mısır’ın Behnesa şehrine bağlı Behşim’de dünyaya geldi. İsmi İmam Muhammed bin Said Şerefüddin’dir. Babası Busirli olduğu için Busirî lakabıyla anılmaktadır. Kahire’de İslâmî ilimlerin yanı sıra dil ve edebiyat tahsili gördü. Hadis ve Siyer ilimleriyle çokça meşgul olan İmam Busirî’nin kaleme aldığı eserlerin büyük kısmı manzumdur. Manzum olan bu eserlerinin çoğu da Peygamber Efendimiz’e (asm) yazılan kasidelerden meydana gelmektedir. İmam Busirî hayatının sonuna doğru felç geçirdi. Vücudunun yarısı tutmaz oldu. Şifa niyetiyle Peygamber Efendimiz’e (asm) bir kaside yazdı. Kasideyi yazdıktan sonra rüyasında Peygamber Efendimiz’i (asm) gördü. Peygamber Efendimiz (asm) kasideyi beğendiği için üzerindeki hırkayı çıkararak Busirî’nin üzerine örttü ve felçli olan yerlerini mübârek elleriyle sıvazladı. İmam Busirî, uyandığında hırka üzerindeydi ve felçten eser kalmamıştı. İmam Busirî’nin yazdığı bu meşhur şiir Kaside-i Bürde ismiyle meşhur olmuştur. Hıdiv Kasrı Zamanın Mısır Hıdivi (Vâlisi) Abbas Hilmi Paşa’nın, İngilizlere karşı Osmanlı’nın desteğini alabilmek için bir müddet İstanbul’da kalması gerekmiştir. İstanbul’da kaldığı süre içinde 1903 yılında Çubuklu’da iki ahşap yalı satın alır. Zamanla yalılarının arkasındaki yamaçları ve üst düzlüğü kapsayan 270 dönümlük bahçeyi de alan Paşa, bahçenin içerisine 1907 senesinde İtalyan mimar Delfo Seminati'ye o devrin mimarî modasına uygun olarak bir kasır yaptırır. Günümüzde Hıdiv Kasrı ismiyle anılan kasrın çevresindeki koruluk, gülleri, bülbülleri ve sincaplarıyla tanınır. Şato biçiminde 1000 metrekare üzerine inşa edilen kasırda, İstanbul’un ilk buharla çalışan asansörlerinden biri bulunmaktadır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ekim