62. Sayı: "Balkanlar Alâka Bekliyor"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBalkanlar Alâka Bekliyor Adnan İsmaili: Balkan Müslümanlar Birliği Kurulmalı!
İtikad

GİRİŞ Balkan Yarımadası, Avrupa ve Asya arasında uzanan bir sınır bölgesi olup denizlerde de Afrika ile sınır oluşmaktadır. Bu bölgeyi şu ülkeler oluşturmaktadır: Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Karadağ, Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan ve Slovenya. Son 7 ülke 90’lı yıllarda yıkılan Federatif Yugoslavya Cumhuriyetini oluşturmaktaydı. Doğu’da komünizmin çöküşüyle ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla Balkan Müslümanları yeni sorunlarla karşı karşıya geldi. Hepimizin malumudur ki Bosna’da yaklaşık 200.000, Kosova’da onbinlerce Müslüman ciddi bir kıyıma uğradı. Özellikle 1995 yılında Srebrenitsa’da sâdece birkaç gün içinde 6000 Müslümanın katledilmesi, Balkan Müslümanlarına karşı yapılacak zülüm ve katliamın bir nevi mührü oldu.  Dünyada medeniyet ve kültür anlayışının üst seviyede olduğu bir dönemde yaşanan bu korkunç gerçeklere rağmen, Balkanlarda Müslümanlar var olmaya devam etti. Bugün, Müslümanlar fedaral yapıda olan Bosna Hersek’te hâlâ çoğunlukta olmaya devam etmektedir. Hırvatistan ve Slovenya’da tartışmasız azınlıktadır. Sırbistan (Sancak ve Preşova Vâdisi) ve Karadağ’da zayıf derecede azınlık durumundadır. Kosova’da kesin çoğunluktadır. Makdeonya’da nüfusun hemen hemen yarısı Müslümanlardan oluşmaktadır. Arnavutluk’ta istatistiklere göre her ne kadar çoğunlukta olarak gösterilse de bu gerçek, başdöndürücü bir şekilde değişmektedir. Doğal olarak Bulgaristan ve Yuna-nistan’da Batı Trakya olarak bilinen bölgede  Müslümanlar azınlıktadır. Dolayısıyla, yapılan tüm araştırmalara ve istatistiklere göre Balkanlarda 17 milyon Müslümanın yaşadığı belirtilmektedir (Türkiye dışında Balkanların nüfusu toplam 50 milyon civarındadır). Bu şekilde Balkanlarda Hıristiyanlıktan sonra İslâm’ın ikinci din olduğu rahatça söylenebilir. GÜNÜMÜZDE BALKANLAR: DURUM VE SORUNLAR Savaşlar ve tranzisyon döneminden sonra Balkanlar, bugün artık düzelmeye başladı. En azından siyasî olarak diyebiliriz. Romanya, Bulgaristan, Slovenya ve Yunanistan gibi bazı Balkan ülkeleri AB üyesi ülkelerdir. Hırvatistan AB üyeliği için son adımlarını atmaktadır. Sırbistan, Karadağ ve Arnavutluk’un üyelik müzâkereleri yakında başlayacaktır.  Bosna Hersek’teki iç siyasî istikrarsızlık, Kosova’daki siyasî tanınma sorunları ve Makedonya’nın Yunanistanla isim sorunları yüzünden bu ülkelerin AB üyeliği ilgili problemler devam etmektedir. Bilindiği üzere Türkiye’nin üyelik müzâkere süreci başlamış olsa da mâlum nedenlerden dolayı bu doğrultuda pek te olumlu gelişmeler beklenmemektedir. Sırbistan, Bosna Hersek, Makedonya ve Kosova dışında tüm Balkan ülkeleri NATO üyesidir. Bu siyasî başarılara rağmen Balkanlarda sosyal hayattaki durum pek de iç açıcı değildir. Son olarak İtalya’yı da etkisine alan ve Avrupayı şok eden Yunanistan’daki ekonomik kriz, çok kolay bir şekilde bölgeyi etkileyebilir. Çünkü İtlalya ve Yunanistan’ın Arnavutlukta başta bankacılık sektöründe olmak üzere çok büyük yatırımları bulunmaktadır. 91’den beri artarak devam eden bu yatırımlar Arnavutluk’u ekonomik olarak İatlya ve Yunansitan’a çok sıkı bir şekilde bağlamıştır. Ayrıca Yunanistan ve İtalya’da yaklaşık 500.000 Arnavutluk göçmeni işçi olarak çalışmaktadır. Çağdaş medeniyet değerlerinin entegre edilmesi ve geliştirilmesi için önemli adımlar atılmış olmasına rağmen hâlâ Balkanların gelişmesinde bazı engeller mevcuttur. BOSNA HERSEK Balkanların târihten ders almadığının en güzel örneği Bosna Hersek’tir. Burası 90’lı yıllardaki savaşlardan en çok zarar gören ülke oldu. Bugün siyasî istikrarsızlığa sâhip bir ülkedir. Bir taraftan Sırp Cumhuriyeti diğer taraftan Boşnak ve Hırvatların oluşturduğu bir federal yapıya sâhiptir. Siyasî sistemin Sırbistan ve Hırvatistan’a bağlı olması ve zayıf ekonomik gelişmelerden dolayı Bosna’yı Balkanların kör bağırsağı hâline getirmiştir. Avro–Atlantik entegrasyonlar, ekonomik yatırımlar çok ağır yürümekte olup savaş acılarının hâlâ taze olması hasebiyle bu cumhuriyetin parçalanma fikri canlı tutulmaktadır. Bosna’nın Sırp bölümü Sırbistan’la birleşme isteklerini hâlâ gündeme getirmektedir. Bunun gerçekleşmiş olmamasının yegâne sebebi uluslararası güçlerin varlığıdır. Fakat uzun vâdede Çin ve Rusya’nın güçlenmesi hâlinde uluslararası dengelerin bozulma durumu olursa Bosna’nın parçalanması kaçınılmazdır. Bundan dolayı Bosna’nın güçlenmesi için ABD müttefiki ve NATO üyesi Türkiye’nin etkisi çok önemlidir. Bosna’nın NATO ve AB’ye üyeliği için her hâlükârda yardımcı olunması gerekir ki ancak bu şekilde devletin bütünlüğü korunabilir. Bosna’yı pozitif yönde ayıran özellik ise dinî durumdur, çünkü bu bölge yerli Müslümanların Avrupa ile sınırını teşkil etmektedir. Bosna tarihsel anlamda güçlü bir İslâm ilâhiyat kökenine sâhiptir. Çünkü Gazi Hüsrev Bey Medresesi ve Saraybosna İslâmî Bilimler Fakültesi, bu topraklarda gerçek İslâm geleneğinin oluşmasında büyük rol oynamıştır. Doğal olarak savaş ve savaş sonrası sorunlar, yeni sorunları getirdi ve Bosna’daki bazı dinî gruplardan dolayı Bosna’ya radikal dinci imajı verilmeye çalışılmıştır. Fakat gerçek şu ki Bosna, Avrupa’daki İslâm bayrağını taşıyacak Balkan Müslümanların entellektüel kapasitesi olan en önemli merkezlerinden biridir. Sâdece ekonomi, kültür, bilim alanında yeni yatırımlara ihtiyaç vardır.  KOSOVA Bosna ile aynı kaderi paylaşan Kosova da savaş yaralarını hâlâ saramamıştır. Ancak 2008 yılında bağımsızlığını îlan eden Kosova, dünyanın 80 ülkesi tarafından tanınmıştır. Fakat hâlâ hiçbir uluslararası kuruluşa üye olamamıştır. Özellikle Kosova’nın kuzeyinde yaşayan Sırpların, Kosova’nın kuzeyini ayırma isteği önemli bir sorun teşkil etmektedir. Burada da bu kırılgan siyasî istikrarı, başta Amerikalılar olmak üzere, uluslararası güçler dengede tutmaya çalışmaktadır. Fakat bu bölgenin parçalanma sesleri günden güne artmaktadır. Kosova’nın kültürel, dinî ve ilmî durumu çok ilginçtir. 70’li yıllardan beri faaliyette olan Priştine Üniversitesi, yüksek öğrenim sunmuştur. Her ne kadar bu alanda başarılı olunsa da dönemin sisteminden dolayı Osmanlı devletinden ve geleneksel kültürel İslâm’dan uzak, komünist ve atesit bir nesil yetiştirmiştir. Son dönemde Türk Eğitim Bakanı’nın târih kitaplarındaki Osmanlı karşıtı kavramların kaldırılması talebini hepimiz biliyoruz. Bu talep ciddi tepkilere yol açmış ve yabancı düşmanlığa (xenofobiye) kadar varmıştır. Bu durum ve okullarda dinî eğitimin dâhil edilme mücâdelesi, Kosova’da entellektüel alanda daha çok çalışmaların yapılması gereğini göz önüne sermektedir. Eğitim alanında yapılması gereken çalışmalar, kültürel projeler ve özellikle Priştine ve diğer şehirlerdeki medreselerin ve İslâmî İlimler Fakültesinin güçlendirilmesi Kosova’daki İslâm potansiyelini daha güçlü hâle getirecektir. Başta Kosova Diyânet İşlerine, medyaya ve sosyal hayatın diğer alanlarına yeni yatırımlar kaçınılmazdır. 1999 savaşından sonra Hıristiyan veya liberal soluklu onlarca Batı sivil toplum kuruluşları kuruldu. Bunların çalışmalarının İslâm dışı bir geleneğe sâhip olmasından dolayı toplumda olumsuz etkileri mevcuttur. SIRBİSTAN Yugoslavya’dan kalan bütün alanlardaki miras Sırbistan’a âittir. Tüm savaşlara ve geçiş sorunlarına rağmen, bugün Balkanların en önemli ülkesi hâline gelmektedir. AB, Sırbistan’ı Rusya ve Doğu Blokuna bırakmamak için her şartta AB’ye entegre etmeye çalışmaktadır. Fakat bu, bu ülkede yaşayan Müslüman, Boşnak ve Arnavut azınlığına zarar vermektedir. Sancak ve Preşova Vâdisi Müslümanları ikili görüşmelere dâhil edilmemektedir. Bundan dolayı özellikle Preşova bölgesi günden güne Müslümanlar tarafından terk edilmektedir. Sâdece son 20 yılda 11 köy tamamen boşalmıştır. Sırbistan’daki kültürel ve dinî durumdan bahsederken Sancak’taki sorunları vurgulamak gerekir. Her ne kadar Sırbistan bu bölgede uluslararası terörizmden bahsetse de gerçek sorun bambaşkadır. Burada paralel olarak iki Diyânet İşleri mevcuttur. Biri Bosna’ya ruhanî olarak bağlı Muamer Ef. Zukorliç önderliğinde, diğeri ise Sırbistan devletinin muhâtab kabul ettiği Adem Zilkiç önderliğindeki Diyânet İşleri Başkanlığıdır. Bu parçalanma Preşova vâdisinde de mevcuttur. Burda da biri Priştine’ye, biri Belgrad’a bağlı olan iki Diyânet İşleri Başkanlığı faaliyet göstermektedir. Bilindiği üzere Sırbistan’ın eğitim sisteminde dinî eğitim mevcuttur, fakat burada ancak Sırbistan’ın muhâtab kabul ettiği Diyânet İşleri Başkanlığı’na bağlı kişiler din eğitimi verebilmektedir. Bu bakış açısıyla Sırbistan Müslümanlarının birliğini sağlamak için Türkiye’ye önemli görev düşmektedir. Gerçek şu ki Sancağı birkaç defa ziyâret eden Türk yetkililer Preşova’yı bir defa dahi ziyâret etmedi. Bu durum oradaki Arnavutların tepkisine sebep oldu. İşte bütün burdaki durumlardan ötürü bütünlüğü sağlayabilmek adına devletlerüstü bir birlik sağlanması gerekir. Özellikle Balkan Müslüman Birliği’nin kurulması bütün bu ayrı gayrılıkları bir kenara atacak ve Balkan Müslümanlarına daha büyük fırsatlar sunacağına inanmaktayız. Özellikle bölegede azınlıkta olan Müslümanlar için bu birlik, büyük önem taşımaktadır. Şu anda bu alanda küçük çaptaki kültürel, eğitim, bilimsel, yayıncılık, medya projelerine yardımcı olunabilir.    KARADAĞ Coğrafî durumunu göz önünde bulundurarak, denize çıkışı ve Yugoslavya’dan ayrılma sürecinin savaşsız geçmesi avantajı, Sırbistan’dan ayrılan yeni devlet Karadağ’ı önemli bir ülke konumuna getirmiş ve gelişmesi için önemli adımlar atmaya başlamıştır. NATO üyesi olan ülke AB üyeliği yolunda önemli mesâfeler katetmiştir. Nüfusu 1.000.000 bile olmayan ve ciddi siyasî sorunları olmayan bu ülke büyük ihtimalle Arnavutluk ve Sırbistan’dan önce AB üyesi olacaktır. Dini ve kültürel alanda ise Karadağ nüfusunun % 70’i Slav Ortodokslardan oluşmaktadır. Çoğunluğu Boşnak ve bir bölümü Arnavutlardan oluşan Müslümanların oranı % 25’tir. Dolayısıyla Karadağ Müslümanlarının dinî haklarını uygulamada ciddi bir sıkıntıları yoktur. Ancak azınlıkta olmaları hasebiyle onlara da diğer kardeşlerin yardım elini uzatması gerekmektedir. Yani bir Balkan Müslüman Birliği onlara çok şey kazandıracaktır, ancak bu şekilde çalışmaları güçlenecektir. Bu alanda TİKA’nın yardımıyla inşa edilen medrese önemli bir adımı teşkil edip, daha çok çalışmaların yapılması gerekir. YUNANİSTAN AB ve NATO üyesi ve eski bir kültüre sâhip olan Yunanistan, birkaç alanda sıkıntı çekmektedir. Siyasî planda ise Yunanistan bu dönemde Balkanlarda pozitif bir güç oluşturmamaktadır. Yunanistan’ın inkâr ettiği Çamriya’daki Arnavutlara ve Batı Trakya’daki Türklere işledikleri insanlık suçları, tüm dünya tarafından bilinmektedir. Ekonomi alanında iflasın eşiğinde bir ülke olan Yunanistan, AB ve Avro Bölgesini tehlikeye atmış durumdadır. Bu iflas Arnavutluk ve daha geniş bölgeyi de etkileyebilir. Sokrat’ın torunları malesef Sokrat’a yakışmayan hareketlerde ısrarla devam etmekteler. Onlar hâlâ Batı Trakya’daki Türklere ve Arnavutluk’taki Ortodokslarla dinî sorunlar çıkarmaya devam etmekteler. Onlar Yunanistan’nın Çamriya bölgesinde yaşayan 700 bin Arnavut Müslüman tamâmen asimile edilmiş, ayrıca göçmen Arnavutların asimile edilmesinde önemli rol oynamakta ve bu asimilasyon politikasını da Arnavutluk’un güney kısmına da genişletmektedirler. Bu durumlar Türk devletine büyük vazifeler ve sorumluluklar yüklemektedir. Balkan Müslümanlarının koruyucusu olarak Yunanistan’daki Müslüman azınlığa yardım etmesi, sivil toplum kuruluşlarının dinî, eğitim ve kültürel projelerine destek sunma gereğini göz önüne sermektedir. BULGARİSTAN AB ve NATO üyesi olan Bulgaristan, Müslümanlara karşı zülüm geleneği olan ve komünist târihini miras edinmiştir. Orada azınlıkta olan Müslüman Türklerinin ve Pomakların haklarını hiç saygılamamaktadır. Orası için de Türk dünyasının ve Diyânet’in yardımı çok önemlidir, çünkü AB değerleri oradaki halkın AB’ye entegrasyonu için fırsatlar sunmuş olsa da, onları İslâm kültüründen uzaklaştırma hedefindeler. MAKEDONYA Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra kurulan Makedonya hâlâ devlet olma sorununu yaşamaktadır. Güneyindeki bölgeden dolayı Yunanistan, isim konusunda sorun yaşamaktadır. Bu sorun Makedonya’nın AB ve NATO üyeliği yolunda engel teşkil etmektedir. Bu ülkenin kilisesini tanımayan Sırbistan’la, dilini ve târihini tanımayan Bulgaristan’la da sorunları vardır. Diğer taraftan Makedonya devleti antik Makedon kimliği oluşturması için 200 milyon Avroluk anıt ve heykel projeleriyle bu kimliği oluşturma gayretindedir. Bunun da sâdece Hıristiyan ve Makedon unsurlara yönelik olduğunu vurgulamak gerekir. Bu sorunlar Makedonya’ya bir durgunluk getirmiş durumdadır. Bundan dolayı yabancı yatırımlar eksik, kültür ve etnik unsurlararası hoşgörü de olması gereken seviyeden uzaktadır. Bu yıl, Makedonya nüfusunun dinî durumunu tespit edecek nüfus sayımı başarısız oldu. Dolayısıyla yapılan analizlere göre Makedonya’da % 40’ın üzerinde Müslüman nüfus yaşamaktadır. Müslümanların çoğunluğunu Arnavutlar, daha sonra Türk, Boşnak ve Rumlar teşkil etmektedir. Ancak saat kulelerine haçların dikilmesi, câmilerin yakılması ve inşaatına izin verilmemesi, Makedonya Diyânet İşleri Başkanlığına vakıf mallarının iade edilmemesi, Makedonya Müslümanlarının kimliklerinin korunması ve güçlenmesi için de dışarıdan bir enjekteye ihtiyaç duyulduğu âşikardır. Bu, başta Makedonya Diyânet İşleri Başkanlığı olmak üzere Medrese, İslâmî Bilimler Fakültesi ve bilimsel, kültürel, yayıncılık ve medya üzerinden gerçekleşecek projelerle mümkündür. ARNAVUTLUK En ağır komünist diktatörlük rejiminden geçmiş olan Arnavutluk, günümüzde kendi ayakları üzerinde durabilmekte, fakat siyasî birleşme eksiği, ekonomik güçsüzlük, ve kültürel, ahlâkî ve dinî dağınıklık, Kosova, Makedonya ve Çamriya (Yunanistan)’da yaşayan Arnavutlar için bu bölgeyi daha önemli hale getirmiştir. Bugün Arnavutluk, NATO üyesi ülke olmakla birlikte, Balkanların jeopolitik konumunda çok da önemli bir yer teşkil etmemektedir. Bilindiği üzere, ekonomik yatırımlar ve Yunanistan ile İtalya’ya yapılan göçler sebebiyle, adı geçen ülkeler Arnavutluktaki gelişmeleri etkileme yönünde güçlü bir potansiyele sâhiptirler. Ve bu etki, doğal olarak proyunan ve proitalyan siyasî güçlerine açık destek verme olarak sâdece ekonomik ve siyasî alanda hissedilmekle kalmayıp eğitim, kültür ve dinî konulara da etkisi çok ciddi görülmektedir. Bugün Müslüman beyleri tarafından kurulmuş bir şehir olan Tirana’yı ziyâret etme fırsatını bulan herkes, orada bulunan büyük bir katolik katedralini ve büyük bir ortodoks kilisesini fark edecektir. Fakat komünist rejimin elinden kurtulan Ethem Bey Câmii ve diğer bazı daha küçük câmiler, sâdece bu topraklarda Müslümanların varlığına şâhidlik etmekte, Tirana’nın daha geç dönemlere kadar neredeyse %  100 Müslüman şehri olduğu gerçeğini ise yansıtmamaktadırlar. Müslümanların yeni bir câmi inşa etme isteği ve Osmanlı vakfiyesinin geri verilmesi isteği ise Tirana yetkilileri tarafından umursamaz bir tavırla reddedilmiştir. Vakıf mallarının iadesi konusuna gelince, bu konuda Türkiye merkezli hukuki boyutunu ele alacak ve süreci takip edecek bir merkezin kurulmasının çok uygun olacağı kanaatindeyim. Bu yardım gerek Balkanlardaki ve özellikle Arnavutluktaki lobi icra araçları üzerinden baskı yapmak, gerekse sâdece Osmanlı vakfiyeleri işleri ile uğraşacak bir merkez kurup bu vakfiyelerin kaydı, onların geri verilmesi için baskı yapılması ve yerel ve uluslararası mahkemelerdeki adlî süreçleri desteklemek şeklinde olabilir. Kimi kesimler 90‘lı yıllarda önemli bir kısmı özelleştirilen Osmanlı vakfiyesinin geri verilmesi konusunu az da olsa dile getirmekteler ve bu durum Arnavutluk’ta önemli bir vazife olarak mevcudiyetini korumaktadır. Aslında Arnavut devletinin kendi Müslüman halkına yapmış olduğu bu yolsuzluk, günümüzde Arnavutluktaki dinî dengeleri ciddi bir biçimde tehlikeye atmıştır. Yapılan tüm analizler, ülkede yeni tamamlanan nüfus sayımının neticesi olarak Müslüman Arnavutluk imajının yıkıldığı sonucunu göz önüne sermektedirler. Artık herkes ülkedeki Müslüman ahalinin sayısının, ayrı bir din olarak kabul ettikleri Bektaşilik’ten dolayı, ortodoks ile katoliklerden daha fazla olmayacağı gerçeğinden emindir. Öyle ki yüz yıl sonra ya da son 20 yıllık demokratik bir süreçte Arnavutluğun demografik dağılımı akılalmaz bir şekilde değişmektedir. Varsayımlar üzerinden düşünürsek, eğer Türkiye veya diğer Müslüman ülkeler Arnavutluk’un geçiş döneminde daha dikkatli olsaydı, eğitim, medya ve kültürel projeler alanında daha aktif olsalardı, bugün farklı bir gerçekle karşı karşıya olacaktık. (Örneğin, Arnavutluk günümüze kadar %70 Müslüman bir ülke olarak kabul edilmiştir). Fakat Yunanistan’ın Arnavut Ortodoks Kilisesi Başrahibi Yanulatos vasıtasıyla yaptığı faaliyetler sonucu güneyde (Korça, Girokastra – burada bir medrese kapatılmış, Sarand vb.) yaşayan bazı Arnavutların sâdece Ortodoks olarak değil de Yunan olarak da deklare edilmelerini sağlamıştır. Bu duruma, Arnavutluk’un bu kısmında mümkün olduğunca fazla sayıda ortodoks ve Yunan olarak deklare edilen ahalinin sayısını arttırma amacıyla güneyde açılan kabarık sayıdaki Yunan okullarının ve yapılan yunan yatırımlarının da etkisi büyüktür. Bu duruma neredeyse görünmez olan bir Arnavut Müslüman Topluluğunun eksiği de eklenince, durum daha da acınası bir hâl alıyor. Bu topluluk henüz câmilerde İslâmî yaşam tarzını pekiştirememiş, kimi müftüler sâdece belli cemaatın çıkarlarını koruyup genel Arnavut İslâm bilinciden uzaktırlar. Tüm bunlar bu topluluğu Arnavutluktaki sosyal hayatın önemsiz bir parçası olmasını sağlamaktadır. Daha önce de yukarıda ismi zikredilen tüm ülkelerin Müslüman kardeşlerinin, doğrusu Türkiye Cumhuriyetinin yardımına ihtiyacı vardır, fakat kanımca özellikle Arnavutluk, yapacağımız çalışmaların hedefi olarak kalmalıdır. İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB)’nin bir sonraki toplantısını Arnavutluk’ta yapmayı teklif ediyorum. Bu fırsatla orada, Arnavutluk Müslümanların kimliği konusunu ele alacağımız bir bilimsel konferans da tertip edebiliriz. Özellikle önümüzdeki yılın Osmanlı imparatorluğunun Balkanlardan çekilmesinin 100. yılına denk gelmesi, Arnavutluktaki toplumsal ve bilimsel hayatın çok farklı yönleri hakkında fikir alış verişinde bulunmamızı teşvik edecektir. Doğal olarak Arnavutluk’un günümüzde her alanda yatırımlara ihtiyacı vardır. Ekonomik anlamda, en kısa zamanda fazla atakta olmayan Yunan ve İtalyan sermayesiyle dengeleme yapılmalıdır. Eğitim alanında ise, Türkiye desteğini sâdece kolejlerle sınırlılandırmamalıdır. Bu kolejler iyi bir imaj ve başarılı bir çalışma gösterse de, tüm Arnavut Müslüman ahalisinin sorumluluğunu taşıma konusunda yetersiz kalmaktadırlar. Türk devletinin dinî konularda güçlü bir katkısı olmadan ve birçok şehirlerde bu görevi üstlenebilecek medreseler olmaksızın, bu konularda yardım ve desteğin yapılması sâdece kolejlerin kurumlarına bırakılması yetersizdir. Arnavutluk, Türk kolejlerinin eğitim faaliyeti içinde olup dinî konularda da faaliyet gösterdikleri belki de yegâne ülkedir ve Müslüman Arnavut Topluluğunun rolü de göz ardı edilmiştir ki eğer bu topluluk Türk Diyâneti ile işbirliği içinde olsaydı Arnavutluk’ta İslâm’ın durumu da çok daha olumlu olacaktı. Bu durum da Arnavutluk’ta birçok şehirde nitelikli okulların, özellikle medreselerin açılması için desteğin âciliyetini göz önüne sermektedir. Diyânetin ise İslâm Üniversitesi’nin güçlenmesi ve bu üniversitenin Balkanlardaki Arnavutların ilâhiyat bilimi yuvası hâline gelmesi için destek vermesi gerekmektedir. Burada Tirana Medresesi’ni ve Durs ila İşkodra medreselerini de (ki bu ikisi “Hüdai Vakfı” tarafından desteklenmektedir), unutmamak gerekir. Bunlar da önemli rol oynamış, fakat bu da yeterli değildir. Eğitim açısından ise Türk devleti, Arnavut gençlerin Türkiye’deki okullarda eğitilmesi için özel eğitim projeleri hazırlamalıdır. 5 yıllık paket program şeklinde, imam-hatip liselerine yılda 100 – 200 öğrenci ile ilâhiyat fakültelerine yılda 100 öğrenci alınması, ancak belirli bir derceye getirilebilir. Balkanlardaki diğer Arnavutların yüzü Arnavutluk’a dönüktür. Eğer Arnavutluk başaramazsa, diğer Arnavutlar için de bir umut kalmayacaktır. Arnavutluk’ta güçlü entellektüel potansiyelin olması, eğitim, kültür ve medya kuruluşları kurmak için önemli bir avantajdır. Doğal olarak Türkiye’nin farklı kurum ve kuruluşlarının ki bu kuruluşlar kendilerini bu topraklarda az kabul görmüş olarak hissediyorlar, proje destekleri ve yardımları da çok önemlidir,. Burada özellikle belirtmeliyiz ki Hıristiyan soluklu sivil toplum kuruluşları, ister Katolik ister Ortodoks olsun, yaptıkları kültürel projeler ve yayınladıkları yayımlarla, en önemli Arnavut yazarların Müslüman olmalarına, Arnavut devletinin kurucusunun Müslüman olmasına ve Prizren Birliği’nin bir câmide kurulup bir âlim tarafından yönetilmesine rağmen tüm Arnavut kültürünün ve Arnavut milletinin önemli simalarının Hıristiyan oldukları imajını oluşturmakta başarılı olmuşlardır. Fakat bu gerçekler birileri tarafından derlenmeli, kitap hâline getirilmeli, yayınlanmalı, bu konularla ilgili seminerler, bilimsel konferanslar düzenmeli ve kamuoyunu bilgilendirmelidir. Bu sebeptendir ki Türkiye kurum ve kuruluşları bu tarz ciddi projeleri ve hatta bilimsel konferans ve diğer aktiviteleri gerçekleştirebilecek kapasiteye sâhip olan başta Arnavutluk Diyânet İşleri Başkanlığı olmak üzere, “Alsar” ve “Ardhmëria” gibi sivil toplum kuruluşlarının projelerini destekleme fikrini gözden geçirmelidir. TİKA’ya gelince, TİKA Arnavutluk için tüm özellikleriyle bir Türk USAİD’i olmuştur. TİKA tüm yatırım alanlarında faal olmuştur. Dolayısıyla TİKA başlatmış olduğu bu atılımı ve girişimleri daha geniş sahalara ve alanlara hızla yayması elzemdir. Bunu sâdece Türk devletinin dışa karşı imajı için değil; ki bu imaj Arnavutluk’ta yeniden düzeltilmesi ve güçlenmesi gerekir, gerçekten de burada en önemli sorumlulukları almak için yapmıştır. Pek tabiî ki Türk yetkililerin Bosna ve Sancak’ı birkaç kez ziyâret edişi, ancak Arnavutluk’u bölgedeki diğer tüm ülkelerden daha ender ziyâret etmelerinin bilinçli bir şekilde yapıldığı söylenemez. Arnavutluk’taki bir diğer önemli faaliyet aracı da medyadır. Burada SOROS gibi proHıristiyan ve proyahudi liberal vakıflar tarafından kurulan ve finanse edilen medya ve medya kuruluşları bulunmaktadır ve bunlar Avrupa’nın en güçlü medya kuruluşları ile rekabet içinde olup Yunan ve İtalyan lobilerinin hizmetindeler. Ya da başka bir deyişle Arnavutluk’taki Osmanlı imajına ve Osmanlı – İslâm kültürüne karşı savaşmaktadırlar. Bu yüzdendir ki bir medya kuruluşunun, özellikle de bir televizyon kanalının kurulması ve güçlenmesi yukarıda bahsedilen dâvâmızın hizmetinde olacaktır ve bu Arnavutluk’ta atılması gereken birincil ve en önemli adımdır. Özellikle Arnavutluk’taki televizyon kanallarının Kosova, Makedonya ve bölgedeki diğer tüm Arnavutlar (7 milyonluk yerli Müslüman Arnavut nüfus) tarafından ilgiyle ve dikkatle izlendiğini göz önünde bulundurursak bunun Arnavutluk’taki durumun düzelmesi yönünde atılması gereken en önemli adım olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Arnavutluk’ta özellikle bilimsel projeler, sanatsal projeler de ona kezâ, yayıncılık projeleri olmazsa olmazdır. Dini açıdan ise bir diğer önemli nokta Sünnî ve Bektaşî Müslümanların birleşmesidir, çünkü Sünnî ve Bektaşî Müslümanlar, yıllardır, ayrılmaları ve farklı dine mensup olarak deklare edilmeleri için kışkırtılmış, bunun neticesi olarak da Arnavutluk’taki Müslümanların sayısı yarıya inmiştir. Tasavvufî değerlerle alâkası olmayan bir Bektaşîlik anlayışı mevcuttur. Genel olarak bakıldığında, kanımca Balkanlardaki tüm ülkelerde bu konu ile ilgili belli bir şey yapılmış ve bunu hepimiz biliyoruz, şimdi hedefimiz ve ilgi odağımız Arnavutluk olmalıdır, çünkü burada söz konusu olan Müslümanların kimliğini kurtarmak ve daha parlak bir geleceğin temellerini atmaktır.       SONUÇ      Yukarıda zikrettiğimiz bilgiler ışığında bölge Müslüman kimliğinin muhâfazası ve güçlendirilmesi için yatırımlara ihtiyaç olduğu sonucuna varabiliriz. Balkanlarda hangi alanlarda yatırım yapılmasına gelince (özellikle Arnavutluk’ta), Balkan ülkeleri, her yıl Türkiye’deki imam-hatiplere en az 100 yüz talebe ile ilahiyat fakültelerine en az 50 talebe göndermesi, yerli medrese ve İslâmî Ilimler Fakülteleri ile Diyânetlerin güçlendirilmesi gerekir. Bununla birlikte ekeonomik yatırım, siyasî destek, medya ve kültürel yatırımlar kaçınılmazdır. Sözlerimi tamamlarken, şunu ifâde etmek isterim ki Müslümanlar İspanya’da tam 8 asır hüküm sürdü. Hıristiyanlar Endülüs’e saldırınca, dönemin halifelerinden yardım talep ettiler. Târihte, İslâm dünyasından yardım talebinde bulunmak üzere Endülüslü Müslümanlarca gönderilen onlarca mektupları herkes tarafından bilinmektedir. Ancak dönemin Müslümanları kendi dertleriyle uğraştıkları ve parçalandıkları için Endülüs’ün İspanya’dan kovulmasına, katledilmesine ve asimile edilmesine göz yumdular. Diğer taraftan Afrika Müslümanlarının Pirin yarımadasındaki 8 asırlık hükmetmesinden sonra, bugün burada hiçbir Müslüman ülkesinin olmaması acı bir gerçektir. Son olarak, bu tebliğim, inşaallah yerli Müslümanların Avrupa ile sınır olduğu bu bölgedeki vahim durumu anlatan bir uyarı niteliğinde olur.   Not:  Bu yazı,  19 Kasım 2011 tarihinde İDSB’nin İstanbul’da düzenldiği toplantıda tebliğ olarak sunulmuştur.

Adnan İSMAİLİ 01 Ocak
Konu resmiThink Tanklar ve İslâm Âleminin Geleceği
İnsan

Think Tank Nedir? Kelime anlamı olarak think tank “düşünce kuruluşu” anlamına gelir. Düşünce fabrikası, düşünce üretim merkezleri, Ar-ge (araştırma geliştirme)  olarak adlandırıldıkları da olmuştur. Think Tanklar herhangi bir konuda danışmanlığına başvurulan, uzmanların oluşturduğu kurumlardır. Bu kurumlar sosyal, ekonomik, siyâsî, askerî konularda araştırma yapar, görüş geliştirir, politika önerileri ortaya koyarlar. Bu kuruluşların bağımsız oldukları iddia edilse de çoğunlukla doğrudan veya dolaylı olarak devletle beraber hareket ederler. Ve onlar hükümetler, haber alma teşkilatları, ordular, silah üreticileri, şirketler için araştırmalar yapar, politikalar geliştirirler. Yaptıkları çalışmalarla kamuoyu oluşturur, ülkelerin iç veya dış siyâsetlerini yönlendirir, hatta dünya siyâsetini bile etkilerler. Bunlardan mühimlerinin milyar dolarlarla ifâde edilen dev bütçeleri vardır. Bazıları 300-500 kişilik profesyonel ekiple çalışırlar. Târihî Seyir: Think Tank terimi ilk kez 20. yüzyılın başında, ABD’de (1901-1917) yılları arasında ortaya çıkmıştır. 1950 sonrasında soğuk savaşın başlamasıyla Think Tanklarda büyük artış olmuş, ABD’de, 1907 ile 1950 yılları arasında sâdece iki düzine kadar Think Tank kurulmuşken, 1950 sonrası bu sayı katlanmış ve Think Tanklar âdeta bir endüst¬ri hâline dönüşmüştür. Bu Think Tanklar ABD’ne dünya politikasını yönlendirmede –bilhassa Soğuk Savaş döneminde Varşova Paktı ile mücadelede - büyük destek sağlamışlardır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte dünyadaki Think-Tank anlayışı ve algılaması da değişmeye başladı. Think Tanklar 1990’lardan sonra “Yeni Dünya Düzeni” projesi üzerine yoğunlaştılar. Dünya Genelinde Think Tanklar Dünyadaki etkin Think Tankların tamamına yakını ABD’de faaliyet göstermektedir. Think Tank kuru¬luşları ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra hem kendi çıkarlarını hem de Batı’nın çıkarlarını koruma sorumluluğunu kendinde görmesiyle dış politika alanındaki kurumlarını geliştirmesinin ve zenginleştirmesinin bir sonucudur. Günümüzde dünya genelinde ortalama 5800’e yakın Think Tank kuruluşu vardır. Sâdece ABD’de faaliyet gösteren Think Tankların sayısı 1777’dir. Bu kuruluşların 350’si başkent Washington’da faaliyetlerini sürdürmektedir. Bunun yanı sıra ABD’de faaliyet gösteren Think Tanklar etkinlikleri, bütçeleri, çalışan sayıları gibi kriterler açısından da dünya-nın diğer bölgelerindeki Think Tankların önündedir. Bazı istatistiklere göre İngiltere’de 283, Almanya’da 186, Fransa’da 165, Rusya’da 107, Japonya’da 105, Kanada’da 94 Think Tank faaliyet göstermektedir. Bu ülkelerde faaliyet gösteren Think Tanklar bütçeleri, çalışan profilleri, ya¬yınları ve etkinlik dereceleri bakımından da oldukça öndedirler. Diğer bazı ülkelerde de durum şöyle: Hollanda’da 55, Meksika’da 54, Romanya’da 53, Ukrayna’da 45, Kenya’da 42, Nijerya’da 38, Bangladeş’de 34, Şili’de 36, Think Tank faaliyet göstermektedir. Foreign Affairs dergisinin Think Tank indeksine göre Türkiye’deki Think Tank sayısı 21’dir. Oldukça düşük olan bu rakam, gelişmiş ülkelerdeki Think Tank sayıları ile kıyaslandığında durumumuzun ne kadar vahim olduğu görülmektedir. Nüfusu çok az veya az gelişmiş ülke görünümü veren ülkelerde dahi Think Tank sayısı ülkemiz¬den fazladır. Think Tanklar, İslâm Âlemi ve Türkiye 1990 yıllarından sonra Think Tanklar İslâm âlemine yöneldiler. İslâm âleminin kominizm gibi, hatta ondan daha büyük tehlike olduğunu iddia edenler oldu. “Yeni Dünya Düzeni”, BOP (Büyük Orta Doğu Projesi) gibi projeler ortaya atıldı. Bazı Think Tank kuruluşları Ortadoğu'daki İslâm ülkelerinin parçalanmasına yönelik projeler geliştirdiler. (Bazı gazete haberlerine göre Ortadoğu'da bölünecek devletler, başta Türkiye olmak üzere, Suudi Arabistan, Irak, Suriye, İran ve Pakistan. Şu an Sudan fiilen bölündü). Bu projelere göre “Toprakları nispeten geniş olan devletler parçalanıp küçültülmeli, birbirleri ile anlaşmazlıklar içine sokulmalı, bu topraklarda yeni kurulan devletler Amerika'ya minnet duymalı ve onun uydusu hâline getirilmeli. Bu devletler aynı zamanda İsrail için tehdit olmaktan çıkarılmalı, hatta İsrail'e yardım edip onunla işbirliğine girmeli”. Think Tanklar Türkiye üzerinde özellikle duruyorlar. Çünkü Türkiye’nin Orta Doğu, bilhassa İsrail güvenliği için son derece büyük bir ehemmiyeti var. (Bkz: ABD'li 'Think Tankların gündeminde 'Türkiye' var. Güngör Uras, Milliyet, 27. 5. 2006). Yıllık 250 milyon dolar bütçesi olduğundan bahsedilen ve CIA ile ortak çalışan en büyük Think Tank şirketi Rand 2010 Şubat Ayında Türkiye ile ilgili kapsamlı bir rapor yayınladı. Neler yapılmalı? İslâm âleminde âcilen sosyal, ekonomik –hatta siyâsî- araştırmalar yapan, çözümler üreten Think Tankların kurulması gerekmektedir. Böyle kuruluşlara olan ihtiyaç malumu îlam gibidir. “Bilgi kuvvettir” vecizesi meşhurdur. Batılı ülkelerin dünya hegemonyası, sâhip oldukları bilgiden kaynaklanmaktadır. Onların hegemonyasından kurtulup millet ve ümmet olarak temâyüz etmemiz, ancak sistemli ve uzmanlaşmış bilgi materyaliyle olacaktır. Üstad Bedîüz-zaman bu konuda şöyle der: Risâle-i Nur’da ispat edilmiş ki: Bu zaman cemaat zamanıdır. Şahs-ı mânevî hükmeder. Eski zamanda dalâlet bir şahıstan geldiği cihetle, karşısına bir dahi-i hidâyet çıkardı. Şimdi ise cemaat şeklinde bir şahs-ı mânevî olmasından, onun karşısında ancak bir şahs-ı mânevî mukabele edebilir. (Sirâcü'n-Nûr). Üstadın “şahs-ı mânevî” dediği şey, bu gün “tüzel kişilik” olarak bilinen şirketler, kurumlardır. Yani kendi bünyesinde iş bölümü yapıp organik bir bütünlük sağlayan kurumlar şahs-ı mânevîdir. Üstad’ın konuyla ilgili başka ifâdeleri de şöyle: “Ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesânüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehasıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlup düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhâfaza ettirmek [gerekir].”  (Lem’alar). Ferdî şahısların dehası, ne kadar hârika da olsalar, cemaatın şahs-ı mânevîsinden gelen dehaya karşı mağlup düşebilir. (Emirdağ Lâhikası) “Evet üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Eğer sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevâfuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi.. hakikî sırr-ı ihlas ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı târihiye şehâdet ediyor.” “Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî ve samimî bir ittifakta her bir ferd, sair kardeşlerinin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid âdemin her biri yirmi gözle bakıyor, on akıl ile düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi el ile çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.” *** Millet ve ümmet olarak siyasî, iktisadî, sosyal, kültürel pek çok sorunlarımız var. Fakat bu sorunların hiç biri çözülemeyecek kadar çetrefil değil. İslâm ülkelerinde kurulabilecek Think Tanklar, hem kendi ülkelerinin, hem de bütün ümmetin sorunlarını ele alabilir ve çözümleyebilirler. İslâm âleminin kıymeti anlaşılamamış büyük beyin gücü, maddî ve mânevî pek çok potansiyelleri, dinamikleri var. Think Tanklar, kollektif bir beyine (kollektif bir dehaya) dönüşerek, bu potansiyelleri ve dinamikleri kuvveden fiile çıkarabilirler. Bu Think Tanklar, eğitim, sağlık, fakirlik, tarım, ithalat, ihracat, sanayi, hukuk, ahlâk, siyâset, sosyal birlik, beraberlik ve benzeri pek çok konular üzerinde durabilir ve çözümler ortaya üretebilirler. Bu Think Tankların kurulması herkesten önce lider konumundaki insanların vazifesidir. Kitleleri yönlendiren liderlerin, bu Think Tankların kurulmasına öncülük etmeleri zor bir şey değildir. Aynı zamanda bu onların en âcil ve en mühim vazifeleridir. Çünkü onlar ümmetin başına geçmekle büyük bir sorumluluğu (vebâli) üstlenmişlerdir. Ümmetin sorunlarıyla ilgilenmez veya çözüm üretmezlerse, dünya ve âhirette büyük azablara dûçar olabilirler. Bununla beraber, Think Tankların kurulması ve çözümler üretmesinin önünde en büyük engel, yine liderler olacaktır. Âlem-i İslâm’da Think Tankların üstleneceği büyük misyonu kavrayamayan liderler, elbette konuya kıymet vermeyeceklerdir. Keza iktidarından başka bir şey düşünmeyen ve iktidarını kaybetmekten korkan baskıcı, bencil liderler de buna taraftar olmayacaklardır. Çünkü târih boyunca baskıcı liderler halkların bilgilenmesinden daima çekinmişlerdir. Çünkü onların iktidarı halkın cehâletiyle yürür. Tafsilat için bkz: Bilal-Karabulut,  Dünyada Ve Türkiye’de Think Tank Kuruluşları: Karşılaştırmalı Bir Analiz. http://www.ataum.gazi.edu.tr/e107_files/sayi7/05-Bilal-Karabulut.pdf

İdris TÜZÜN 01 Ocak
Konu resmiMusibetin Mâhiyeti
İtikad

وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ “Hem öyle bir fitneden sakının ki (geldiği zaman) içinizden sâdece zulmedenlere dokunmaz (umuma gelir)! Ve bilin ki şübhesiz Allah, azâbı pek şiddetli olandır.”  لو أن عبادي أطاعوني لأسقيتهم المطر بالليل ، وأطلعت عليهم الشمس بالنهار ، ولم أسمعهم صوت الرعد  "Kullarım Bana hakkıyla ibâdet etseler, gündüz rahatsız olmasınlar diye, yağmuru gece yağdırırdım. Güneşi gündüz doğdururdum. Gök gürlemesini de onlara duyurmazdım."     Bu âyet-i kerîme ve hadis-i kudsî ile ifâde edilen şu ki musibet çoğunluğun yaptığı hatanın neticesidir. Musibete mâruz kalan insanlar ise, üç sınıfa ayrılır. 1.Takva sâhibi sâlihler ve çocuklar gibi mâsum olanlardır. İmtihan gereği, deprem gibi, umuma gelen musibet onlara da zarar verir. Fakat sonsuz merhamet ve şefkat sâhibi olan Cenâb-ı Hak, bu kimselerden vefat edenlere şehid sevabını, mallarından zâyi’ olanlarına sadaka olarak âhiret sevabını, sıkıntı çekenlere ise o nisbette ecir ve mükâfat vererek o zararlarını telâfi eder. O musibet onlar için bu cihette rahmet olur. Hatta en makbul bir ibâdet hükmüne geçer. Zîra Bedîüzzaman Hazretleri’nin de izah ettiği gibi ibâdet iki kısımdır.  Biri müsbet ibâdettir. Yani isteyerek, irâde ile yapılan namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetlerdir. Bunlar irâde ile isteyerek yapıldıkları için riya karışabilir. İkinci kısım ise, menfî ibâdettir. Yani insan isteyerek onu yapmıyor. Allah sevdiği ve istediği kişilere bunu yaptırır. Bu ibâdete riya girmediği için hâlistir. Evet, İnsan “namaz kıldı desinler” diye o ibâdeti yapabilir. Fakat insan “desinler” diye deprem ile evinin yıkılmasını veya hastalıklar ile çocuğunun ölmesini hiçbir zaman arzu etmez. Demek bu musibet denilen ibâdetler irâde ile yapılmadığından riya karışmıyor. Bunlar en hâlis ibâdet olduğu için Cenâb-ı Hak en sevdiklerine daha çok bu ibâdetleri yaptırmaktadır. hadîs-i sahihte vardır ki اَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً َاْلاَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلاَوْلِيَاءُ َاْلاَمْثَلُ فَاْلاَمْثَلُ yani: "En ziyâde musibet ve meşakkate giriftar olanlar, başta peygamberler olarak insanların en iyisi, en kâmilleridirler." Mesela, Cenâb-ı Hak, İbrahim (as)’ı oğlu İsmail (as)’ı kesmek musibeti ile imtihan ettiği gibi, İsmail (as)’ı da kesilmek ile imtihan etmiştir. Hacer vâlidemizi de oğlunun kesilmesi imtihanı ile karşı karşıya getirmiştir. Bu kemâl sâhibi şahsiyetler, sabır ve Allah’a teslim olmak ile bu imtihanları kazanmışlardır. Onların bu hâli Cenâb-ı Hakk’ı o kadar hoşnud etmiş ki biz diğer kullarını, değil onlar gibi imtihana tâbi tutmak, yalnız Hazret-i Hacer’in Safa ile Merve arasındaki koştuğu gibi koşmayı veyahut İsmail (as) gibi o üç yerde şeytanı taşlamayı ve Hazret-i İbrahim (as)’ın çocuğunu kurban ettiği Mina’da bir hayvanı kurban kesmeyi ve samimî olarak onlara benzemeyi Cenâb-ı Hak, af ve mağfiretimiz için bir bahane yapmıştır. Hem Eyyüb (as)’a da insanlara sabır noktasında örnek olsun diye Kur’ân’da geçen başta hastalık olmak üzere musibetleri verdiği gibi, Yunus (as)’a da Cenâb-ı Hakk’tan başka hiçbir kurtarıcının bulunmadığını, bize göre çâresiz hiçbir musibete karşı Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden ümit kesmemek îcab ettiğini ders vermek için, Kur’ân’da zikredilen musibeti vermiştir. Hem Peygamberimiz (asm)’a maddî musibetlerle beraber ve onlardan daha şiddetli olan, mânevî sıkıntıyı vermiştir. O mânevî sıkıntı bütün peygamberlerin bile sıkıntılarından daha şiddetli olduğuna binaendir ki âyet-i kerîmede “onlar iman etmeyecekler diye neredeyse kendini helak edeceksin”  buyrulmuştur. Zîra şefkatli bir âile reisi, bütün âilenin dertleriyle dertlenip sıkıntı çektiği gibi adâlet timsali ve şefkat sâhibi bir idâreci olan Hz. Ömer (ra) da “Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu Gelir de Adl-i İlahî sorar Ömer'den onu” diyerek kederlenmiştir. Elbette cinlere ve insanlara peygamber olarak gönderilen ve âlem denilen büyük âilenin reisinin, sonsuz şefkat ve merhametiyle o âile efradına belki bütün mahlûkata karşı şefkatle gösterdiği alâkadarlık yüzünden, çektiği kederin ne kadar büyük bir sıkıntı olduğu kıyas edilebilir. Demek ehl-i kemâl için, hakikat noktasında musibet ayn-ı rahmet ve en hâlis bir ibâdettir. Rabbim bizleri bu zümreye ilhak eylesin. Âmin. Ehl-i îman olup günahkâr insanlardır. Deprem gibi musibetler onlar için de rahmet sayılır. Zîra musibet günahların kefâretidir. Cenâb-ı Hak, ekseriyetle günahkâr mü’min kullarının cezalarının âhirete ve cehenneme kalmaması için günahlarına kefâret olarak dünyada bela ve musibet verir. “Nasıl ki küçük kabahatleri işleyenlerin nâhiyelerde ve kasabalarda cezaları verilir, büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de ehl-i îmanın hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için, kısmen dünyada ve süraten verilir.  Öyle de kalb ameliyatı geçiren bir adam için vücudunun kesilmesi ve parçalanması sıhhate kavuşmak için bir rahmet sayılır. Hasta dahi bu ameliyatın sıkıntısına gönül rızasıyla katlanır. Aynen bunun gibi belalar ve musibetler, günahkâr mü’minlere âhiret hayatının sıhhati için birer ameliyat ve tedâvidir. O ebedî sıhhat ve âfiyet için acılara sabretmek gerekir. Zâten belaları ibâdet hâline getiren sabır ve şükürdür. Sabır ve şükretmeyenler için bunlar ibâdet olarak kabul edilmez. Üstelik deprem gibi musibetlere giriftar olanlar, sabır ve şükür ettikleri takdirde vefat ederlerse şehid sevabını kazanırlar. Zâyi olan malları sadaka hükmüne geçer. Çektikleri sıkıntılar da ibâdet olur. Dünyalarını kaybetseler âhiretlerini kazanmış olurlar. Sabır ve şükretmeyenler, o belaları defedemedikleri gibi, sabır ve şükür ile bütün kazandıklarını da, Allah muhâfaza, kaybederler.  Zâten hayat hâdiseler ile sıkıntılarla sâfileşir, cennete lâyık bir hâle gelir. Şu kıssa bu hakikati güzel bir şekilde ifâde eder “Bir adam Hz. Musa"dan kendisine hayvanların dilini öğretmesini ister. Hz. Musa, bu isteğin tehlikeli olduğunu, herkesin buna tahammül edecek gücü olmadığını söylerse de adam ısrar eder. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak"tan, Hz. Musa"ya onu üzmemesi, dileğinin hiç olmazsa bir kısmının yerine getirilmesi için  vahiy gelir. Hz. Musa adama yalnızca evindeki köpekle horozun dilini öğretir. Bir sabah adam hevesle bu hayvanların konuşmasını dinlemek için bahçeye çıkar. Evin hizmetçisi sofra örtüsünü bahçeye silkerken bir parça ekmek yere düşer ve horoz hemen bu parçayı kapar. Köpek, horoza onun kırıntıları da yiyebileceğini, o parçanın kendisine münâsib olduğunu söyler. Horoz, köpeğe üzülmemesini, o gün ev sâhibinin atının öleceğini ve köpeğin bol yiyeceğe kavuşacağını söyler. Bunu işiten adam derhâl pazara gider, atını satar. Ertesi sabah aynı hâdise tekrar eder. Köpek, horozu yalancılıkla suçlar. Horoz; atın satıldığını, ev sâhibinin ziyanı başkasına yüklediğini, ancak o gün katırın öleceğini ve bütün hayvanlara ziyâfet olacağını söyler. Bunu duyan adam katırı da satar. Üçüncü gün hâdise  tekrarlanır, horoz bu kez de evdeki kölenin öleceğini, yoksullara, köpeklere bol ekmek dağıtılacağını söyler. Adam köleyi de elden çıkarır. Diğer yandan üç belâdan da kurtulduğu için sevinmektedir. Dördüncü gün gelir. Açlıktan hâlsiz kalan köpek sitemde bulununca; horoz ev sâhibinin her üç ziyanı da savuşturduğunu, ancak bu defa sıranın ona geldiğini; atın, katırın ve kölenin ölümlerinin kendisine gelecek kazayı def etmek için olduğunu fakat hırsa kapılan sâhiplerinin bunu kabullenmediği için öleceğini, birçok yemeklerin yapılacağını, kurban kesilip yoksulların, hayvanların doyurulacağını dile getirir. Adam pişmanlık ve korkuyla Hz. Musa’ya gider, canının bağışlanmasını ister. Hz. Musa, atılan okun geri dönmeyeceği gibi, kazaya mâni olmanın da imkânsız olduğunu anlatır, elinden gelen tek şeyin onun îmanla ölmesi için duâ etmek olduğunu bildirir. Adamcağız durumun ciddiyetini anlayınca korkusundan hastalanır ve ölür.” Evet, “Sen burnunu kanatmak istemezsin, ama burnun kanar. Bu kanayış sana sağlık verir.”  Hikâyeden de anlaşıldığı gibi, bela ve musibetler ehl-i îman için sadaka hükmüne geçtiğinden daha büyük belaların def’ine vesile olurlar. Aynı zamanda her belanın altında rahmetin bir izi bir yüzü vardır. O hayırlı neticelere binaen, bizlere sabır ve şükür düşer. Zâlimler sınıfıdır. Maalesef ekseriyetle umuma gelen deprem gibi musibet ve belalar zâlimlerin zulmünün bir neticesidir. Zîra “küfür devam eder, zulüm devam etmez.” Çünkü zulüm başkalarının hukukuna tecâvüz olduğundan gayretullaha dokunuyor. Mazlumların âhına binaen Âdil-i Mutlak o zâlimleri âcilen cezaya çarptırıyor. Âyette “İçimizden bazı beyinsizlerin yaptığı şeyler yüzünden bizi helâk mi edeceksin? (Helâk etme yâ Rabbî!)” buyrulduğu gibi, Rabbimiz bizleri de o zâlimler yüzünden helâk eylemesin. Âmîn..  Fakat helâktan kurtulmanın yegâne çâresi hadîs-i şerifte şöyle ifâde ediliyor “Ya emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkeri yaparsınız veyahut Allah sizin şerli olanlarınızı sizlere musallat eder. (Sonra) hayırlı olanlarınız duâ ederler, fakat duâları kabul edilmez.” İşte bu hadîs-i şeriften çıkan kat’î neticeye göre, mü’minlerin dünyevî felâketlerden ve uhrevî azabdan kurtulması, ancak ve ancak emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker ile mümkündür. Yani zulme karşı İslâmî emirleri öğrenmek, yaşamak ve başkasına da öğretip yaşattırmaya çalışmak ile mümkün olabilir. Bu esas bütün ümmetler için de geçerli olmuştur. Onlar da dinlerini öğrenip yaşadıklarında ve öğretip yaşatmaya çalıştıklarında saadet ve selâmet bulmuşlar. Bunu terk ve ihmal ettikleri zaman da felâket ve helâkete mâruz kalmışlardır. Cenâb-ı Hak bizi, kardeşlerimizi ve âlem-i İslâm ile birlikte milletimizi her türlü felâket ve helâketlerden muhafaza eylesin. Âmîn…

Zakir ÇETİN 01 Ocak
Konu resmiYeniden Bismillâh!
Eğitim

62. sayımızla huzurlarınızdayız. İlk sayımızdaki kadar heyecan ve şevk içerisindeyiz. Hâlâ yolun çok başında, marifet deryasının hâlâ kıyısındayız. Açıklara ve derinlere gitmek için 'sefîne'mize biraz daha kuvvet, bize de biraz daha cesaret ve ustalık gerek. Kapısında İrfan Mektebi yazan ilim meclisimizin 'hikmet'e hizmet etmesi temennisiyle yeni yılda kapılarımızı açıyoruz... 'İlim meclisleri'; edeb, tevâzu, mahviyet ve nezâket meclisleridir. Daima 'yeniden başlarsınız' seyahate. Hakîkatleri keşfettikçe, ne kadar çok 'bilinmeyen' olduğunu; 'Bilen'i tanıdıkça 'bilmeyen' sıfatınızı daha ziyade fark eder, bunu fark ettikçe, Alîm (ilmi her şeyi kuşatan) Celâl sâhibi Yaratıcı'nın sonsuz ilmini tefekkürle sermest olursunuz. Hikmet, böyle yakınlaştırır kendini 'tâlipli' 'talebe'ye işte. 'Çokça hayırlar' sağanak gibi yağar samimiyetle ilmin merdivenlerinde tırmanan talebenin semâsına... Sîmasında Rahmet'in izi görünür, izzeti okunur... Mâsivâyı kendisine yabancılaştıracak kadar, marifetin lezzeti, sinesine siner. İlimlerin şâhı da azizi de 'marifet ilmi'dir onun için. İnsanın kemâli de cemâli de 'marifet ilmi'n-dedir onun için. Bütün ilimlerin nokta-i müntehası da 'marifet ilmi'dir onun için. İrfan Mektebi'nde üç büyük küllî muarrif (tarif edici) olan 'Peygamber Efendimiz (asm)', 'Kur'ân' ve 'kâinat'tan dersler alınır ve çıkartılırken gaye ve hedef âşikârdır: Marifetullah. Bu mektepte tüm mürekkep nehirleri aynı marifet denizine akar. Kalemler, kelimeler, kelâmlar marifete hizmet eder. Bitmek tükenmek bilmeyen okuma ve yazma aşkı ve iştiyakı, vicdanı tamir, iz'anı tahkim etmek içindir; nefsi tatmin, aklı tazim etmek için değil! Yeniden "Bismillah" diyoruz bu nazar ve niyetle. Bir elimizde dua ve tevekkül, diğer elimizde tevbe ve istiğfarla. Hayra meyletmek için şerden menetmek için. Nefsimizi ve neslimizi... Yeni köşelerimizle, dopdolu Balkanlar kapak yazımızla, Aile mektebi ekimizle "merhaba" diyoruz yeni seneye. Hayırlı mübarek olsun efendim.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Ocak
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

“Şimdiye kadar muhâfınız idik, bundan sonra da hizmetçiniziz” Bedîüzzaman Hazretleri, Cizre’den sonra Mardin’e gider. Bu sırada 16 yaşındadır. Mardin’deki âlimler de Bedîüzzaman Hazretle-ri’ndeki ilmî kudreti görünce; O’nu kendilerine üstad olarak kabul ederler. Üstad Hazretleri, Mardin’de vatana ve millete hizmete başlar. Bu hizmetleri anlayamayan bir mutasarrıf, Üstâd’ı kelepçeleterek jandarmalar eşliğinde Bitlis’e gönderir. Bitlis’e giderken yolda namaz vakti gelir. Üstad Hazretleri, jandarmalardan kelepçelerinin açılmasını ister. Jandarmalar kabul etmeyince de demir kelepçeleri bir mendil gibi açarak önlerine atar. Bunun gören jandarmalar Üstad Hazretleri’ne teslim olup rica ve istirham ederler. Ve “Şimdiye kadar muhâfızınız idik, bundan sonra da hizmetçiniziz.” derler. El-İdrisî 1100 senesinde Endülüs’ün Sebte şehrinde dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Şerif el-İdrisî’dir. Kurtuba’da başlayan ilim hayatı, Anadolu, Kuzey Afrika ve Batı Avrupa’da devam etmiştir. Çalışmaları, Norman Kralı 2. Roger’ın dikkatini çekmiş ve 2. Roger ondan bir dünya haritası yapmasını istemiştir. El-İdrisî, haritasını Sicilya’nın başşehri Palermo’da 1154 senesinde tamamladı. Harita, Müslüman âlimlerin daha önceden çizmiş oldukları dünya haritaları temel alınarak; bu haritaların daha da geliştirilmiş bir modelidir. İdrisî’den günümüze, çizdiği haritaları ve coğrafî bilgileri içeren iki eser ile bitki çeşitlerinden ve hastalıkların tedâvisinde kullanılan bitkilerden bahsettiği bir eser ulaşmıştır. Coğrafya ve harita alanında hem doğu hem de batı ilim dünyasını derinden etkileyen İdrisî, 1166 senesinde Palermo’da vefat etmiştir. Güneşin ışığı nasıl kapanır? Bir zamanlar, bir âlimin yanında gençler kitap okuyor, ilim tahsil ediyorlardı. Bir gün gençlerden birisi, âlimin yanına geldi ve “Efendim, ilim tahsilime artık devam edemeyeceğim. Küçücük bir evde kardeşlerimle ve annem-babamla birlikte yaşıyorum. İlim öğrenmek için yoğunlaşmak ve dikkatini toplamak gerekiyor, ama benim şartlarım buna hiç de uygun değil.” dedi. Âlim önce gence hiçbir şey demedi, sonra eliyle gökyüzündeki güneşe işâret etti ve eliyle yüzünü kapamasını istedi. Genç talebe, denileni yaptı ve elleriyle yüzünü örttü. Bunun üzerine âlim, genç talebeye “Ellerin küçük, ama kocaman güneşin enerjisini, ışığını ve haşmetini örtmeye yetiyor da artıyor. Aynen bunun gibi, hayatında karşılaştığın ufak tefek sorunlar da seni mânevî yolculuğunda ilerlemekten alıkoyuyor. Nasıl elin güneş ışığının sana ulaşmasını engelliyorsa, yeterli azmi göstermeyişin de içindeki ışığın parlamasını engelliyor. O halde kendi gayretsizliğin için başkalarını suçlama.” der. (Bilgelik Öyküleri - Murat Çiftkaya) Hicr 605 senesinde Kâbe, Mekkeliler tarafından yeniden inşa edilirken, eldeki malzeme Hz. İbrahim’in (as) inşa ettiği büyüklüğe ulaşmaya yetmedi. Bu sebeple Kâbe’nin Rükn-ü Irakî köşesi ile Rükn-ü Şâmî köşesi arasındaki duvarının önüne denk gelen kısmı dışarıda kaldı. Fakat burasının da Kâbe’ye âit olduğu anlaşılsın diye 1,3 metre yüksekliğinde ve hatim adı verilen yarım daire şeklindeki bir duvarla bu açıklık sınırlandırılmıştır. Hicr-i İsmail de denilen Kâbe’nin bu kısmı, günümüzde de aynı şeklini muhâfaza etmektedir. Hz. Übey bin Ka’b (ra) Hazrec kabilesinden olan Übey bin Ka’b (ra), Akabe biatlarında bulunmuş ve hicretten önce Müslüman olmuştur. Aynı zamanda Ashâb-ı Bedir’den de olan Übey bin Ka’b (ra), Peygamber Efendimiz’in (asm) vahiy kâtipliğini de yapmıştır. Peygamber Efendimiz’in (asm) sağlığında Kur’ân’ı ezberleyen altı hâfızdan biridir. Übey Hz. (ra), Kur’ân’ı en güzel okuyan sahâbeler arasındaydı. Bir gün Peygamber Efendimiz (asm) kendisine “Yâ Übey, Allahu Teâlâ bana senin üzerine Beyyine Sûresi’ni okumamı emretti.” buyurunca “Yâ Resûlallah, Rabbim, zât-ı âlînize bizzat benim adımı verdi mi?” diye sormuştur. Peygamber Efendimiz’in (asm) ‘Evet’ cevâbını üzerine ise sevincinden ağlamıştır. Peygamber Efendimiz (asm), ona ‘Ebu’l Münzir’ künyesinin yanında bir de ‘Seyyidü’l-Ensar’ lakabını vermişti. Übey Hz. (ra), Hz. Ömer’in (ra) halifeliği zamanında Hicrî 19. senede Medine’de vefat etti. Hubyar Câmii Constantinus, 330 senesinde İstanbul’un etrafını surlarla çevirip; şehri kurduğunda daha doğru bir ifâdeyle şehrin açılışını yaptığında takvimler 11 Mayıs’ı gösteriyordu. Yani erguvan mevsimini… Bundan sonra erguvan ağaçları İstanbul’un simgesi hâline gelmiştir. Osmanlı döneminde de erguvan ağacına ayrı bir önem verilmiştir. İstanbul Boğazı’nın her iki yakasında tarihî binaların bahçelerinde ve tarihî korularda erguvan ağaçlarını görmek mümkündür. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de her sene Mayıs ayında bir günü Erguvan Şenliği olarak kutlama kararı aldı. 16 Mayıs’ta Beykoz Bahçeburun’a dikilen 330 adet erguvan ağacıyla da bu şenliklerin ilki gerçekleştirilmiş oldu.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiNur Postacıları
Risale-i Nur

Risâle-i Nur’un hizmet tarihi pek çok çile ve kahramanlık hikâyeleriyle doludur. Her türlü baskı ve tehdide, hapis ve zulme rağmen yıllarca evinden çıkmadan Risâleleri bir matbaa gibi çoğaltan Nur kâtiplerinin kahramanlıkları çok kimselerin malumudur. İşte bunlar gibi kahraman bir Nur Talebesi gurubu daha vardır ki bunlara Nur Postacıları denir. Evvelkilere nispeten daha az tanınan bu kahramanların da diğerleri gibi Risâlelerin neşredilmesinde ve dolayısıyla iman-ı tahkikinin bu vatanda kök salmasında pek mühim hisseleri vardır.  Bedîüzzaman Hazretleri’nin, “Resmen, perde altında her muhabereden men'im için postahanelere gizli emir verilmiş.”(1) diye haber verdiği gibi, onun mektub ve Risâlelerinin posta yoluyla neşrolmaması için memleket çapında sıkı takipler yapılıyordu. İşte bu tehlikeli şartlar altında imandan gelen bir cesaret ve fıtrî kahramanlıklarıyla bu Nur sevkiyatını Risâle-i Nur’un postacı talebeleri gerçekleştirmiştir. Tarihçe-i Hayat’ta Nur Postacıları’nın bu kahramanca ve hayatî önemdeki hizmetleri şöyle anlatılır: “Postanelerden Nur Risâlelerini ve mektuplarını göndermeyi yasak edecek dereceye varan şiddetli tazyikatlar zamanında bu mektupları ve Nur Risâlelerini, Nur Talebeleri köyden köye, kasabadan kasabaya, vilâyetten vilâyete götürmüşlerdir. Hatta kendi aralarında "Nur Postacıları" meydana getirmişlerdir. Bütün ruh u canlarıyla gönüllü olan bu Nur Postacıları, bu hizmetin en kudsî bir vazife olduğuna inanmışlardır.”(2) KULEÖNÜLÜ HACI OSMAN 1930’ların başlarında, ilk Nur Postacılarından biri olan, Isparta Kuleönülü Hacı Osman, Nur Talebesi arkadaşlarından bu vazifeyi kendisine vermelerini şöyle rica ediyordu: “Madem Risâle-i Nur'un tesiri bu kadar kuvvetlidir, ben yazmaya karar verdim; fakat hiç okuyup yazmam yok ki, böyle kıymetdar Risâle-i Nur'a yardım edeyim. Madem kalemim yok, beni hizmetçi ve postacı olarak tayin ediniz, diye müteessirane söyledim.” Bu mübarek zat Nur Postası olmaya karar verdiği aynı gece gördüğü manidar bir rüyayı şöyle anlatır: “O gece rü'yamda, kendimi ölmüş ve yıkanmış olarak kabre bıraktılar. Haşir zamanı gelip kabirden kefen ile başım açık, ayaklarım yalın olarak kalktım. Korkarak memleketimize gelirken, büyük bir köprüye yolum uğradı. Köprünün iki tarafında iki nöbetçi vardı. Birinden geçip, diğeri hemen beni yakaladı, acaba nereye götürecek diye, bütün vücudum titriyordu. Biraz gittikten sonra köprü bitmeden Üstadıma beni teslim etti. Üstadım beni yıkayıp bıraktı.             Sonra asker olarak bir câmiye bütün ahali toplandı. Bir asker geldi bana dedi: Seni büyük bir kumandana hizmetçi tayin ettiler, gideceksin. Ben dedim: Benim gibi süflî bir nefer, nasıl o müşirin yanında hizmetçilik eder. İtiraz ettim. Yine tekrar etti, gideceksin. Ben korkarak gittim, baktım ki, orada Üstadımı görünce mesrurane sevindim. Bana dedi: "Arkamdan gel." Yüksek bir saraya çıktı, bana dedi: "Bu ufak hizmetleri gör." Ben düşünmekte iken, Barlalı Süleyman Efendi geldi. Beraber bulunurken, Üstadım güzel bir gül bahçesine gitti. Ve orada bir küçük genç oturur, bana dedi: "Sen bu gence hizmet edeceksin" dedi. Hemen uyandım.” Bu mübarek rüyanın verdiği sevinç ve heyecanla tüm Müslümanlara hitab ederek şöyle çağrıda bulunur: “Ey müslümanlar! Manevî yaralarınıza ilâç ararsanız, Risâle-i Nur'da vardır. Yazın, okuyun, imanınız o kadar teâli edecektir. Hiç şübhe etmeyiniz.”(3)             Hacı Osman isimli bu mübarek Nur Talebesi, daha sonraki yıllarda Bedîüzzaman Hazretleri Barla’dan Isparta’ya nakledildiği 1934-35 yılları içinde vaki olan Risâle-i Nur hizmetinin mazhar olduğu meşhur bir keramet hadisesini Büyük Mustafa ile beraber yaşayan ikinci kişidir. Üstad Bedîüzzaman’ın 12. Reca’ya bir haşiye olarak aldığı bu hadiseyi Hüsrev Efendi şöyle anlatıyor: “Kurban arefesinden bir gün evvel (13 Mart 1935) Üstadım gezmeye gidecekti. At getirmek üzere beni gönderdiği zaman, Üstadıma dedim: ‘Sen aşağıya inme, ben kapıyı arkasından örtüp odunluktan çıkacağım.’ Üstadım: ‘Hâyır’ dedi; ‘Sen kapıdan çık’ diyerek aşağıya indi. Ben kapıdan çıktıktan sonra kapıyı arkasından sürgüledi. Ben gittim, kendisi de yukarıya çıktı. Sonra yatmış. Bir müddet sonra Kuleönülü Mustafa, Hacı Osman'la beraber gelmişler. Üstadım hiç kimseyi kabul etmiyordu ve etmeyecekti. Hususan o vakit iki adamı beraber hiç yanına almaz geri çevirirdi. Hâlbuki bu makamda bahsedilen kardeşimiz Kuleönlü Mustafa, Hacı Osman'la gelince, kapı güya lisan-ı hal ile ona demiş ki: ‘Üstadın seni kabul etmeyecek fakat ben sana açılacağım’ diyerek arkasından sürgülenmiş kapı kendi kendine Mustafa'ya açılmış. Demek Üstadımın onun hakkında ‘Mustafa istikbale (karşılanmaya) lâyıktır’ diye söylediği sözü istikbal (gelecek zaman) gösterdiği gibi, kapı da buna şahid olmuştur. Hüsrev.” “Evet Hüsrev'in yazdığı doğrudur, tasdik ediyorum. Kapı bu mübarek Mustafa'yı benim bedelime hem istikbal etti, hem de kabul etti. Said Nursî”(4) İSLAM KÖYLÜ ABDULLAH Risâle-i Nur’un ilk dönem postacılarından biri de İslamköylü Abdullah Efendi’dir. Bedîüzzaman Hazretleri’nin; “İslâmköy'lü Abdullah, Hâfız Ali zamanında Risâle-i Nur'a çok hizmet etmiş.”(5) dediği gibi, Risâle-i Nur’un büyük kahramanlarından Hafız Ali Efendi ile birlikte Risâlelerin neşrinde ve posta hizmetinde çok hizmetleri geçmiş idi. Daha sonraki yıllarda Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, yazdığı bir mektubda kendisini şöyle anmıştır: “Risâle-i Nur'un postacısı mübarek Abdullah ne halde olduğunu soracaktım. Hâfız Ali'nin mektubunda, sormadan cevabımı aldım. Allah, ikisinden razı olsun.”(6) Abdullah Efendi hatıralarında, Bedîüzzaman’ın Barla’da bulunduğu otuzlu yıllarda ifa ettiği posta hizmetini şöyle anlatır: “İslâmköyden akşamleyin çıkardım, mektub torbasını sırtıma atar, köylere uğrayarak, şafakla birlikte Barla'ya Hoca Efendi’ye (Üstad’a) ulaştırırdım. Sevinçle beni karşılardı. Sabah namazını birlikte eda eder ondan sonra yatardım.”(7) Yine Kastamonu’dan yazdığı bir mektubda; “Her vakit İslâmköy'lü Abdullah ile o Abdullah Çavuş'u duada beraber yâd ediyordum.” diyerek Risâle-i Nur’a yaptığı kıymettar hizmetlerine karşılık olarak onu her vakit dualarına dâhil ettiğini ifade etmektedir.(8) SAVLI POSTA ŞÜKRÜ O kahramanlardan biri de Savlı Posta Şükrü idi. Dış görünüşü ve kıyafeti itibariyle adeta bir dilenciyi andıran Şükrü Efendi bu görünüşü ile, “Kalemi Kur’an’ın ve Risâle-i Nur’un altın bir anahtarı olan Husrev Efendi”(9) ile Sav Köyü’nde teksir makinesi başında çalışan Nur Talebeleri arasındaki irtibatı sağlardı. Onu uzaktan görenler aklı başında olmayan bir deli zannederdi; fakat o, ne yaptığını gayet iyi bilen ve kendini bu iman hizmetine adamış bir Nur kahramanı idi. Hüsrev Efendi, teksir edilecek Risâle ve mektubları teksir işinde kullanılan mumlu kâğıtlara yazarak hazırlar ve Şükrü Efendi vasıtasıyla Sav’a gönderirdi. Fakat bu o kadar da kolay bir iş değildi. Çünkü Husrev Efendi’nin kapısı sürekli polis tarafından gözetlenirdi. Buna rağmen Şükrü Efendi, ayağında çarık, sırtında yamalı bir torbayla adeta bir dilenci gibi kapıya vurup Hüsrev Efendi’ye “Fakire verecek bir şeyiniz var mı?” diye sorardı. Hüsrev Efendi de, “Torbanı ver de koyuvereyim” diyerek içeri aldığı torbanın altına mumlu kâğıtları koyar, üzerine de yiyecek bir şeyler yerleştirirdi. Şükrü Efendi de: “Allah kabul etsin” der, Risâleleri alıp Sav’a dönerdi. Aynı şekilde, akşamları Sav’daki teksir makinesinin çalıştığı eve gelir, çıkarılan Risâleleri sandıkların içine yerleştirir, üzerine elma, ayva gibi köyde yetişen meyvelerden doldurarak eşek sırtında, kar kış demeden Isparta’ya Husrev Efendi’ye götürürdü. Yeni çıkan eserleri neşredilmek üzere Husrev Efendi’ye bıraktıktan sonra, Sav’a dönmeden kâğıt ve mürekkep satın alır, sandıklara yükler ve öyle dönerdi. İşte bu şekilde, pek çok sıkıntı ve meşakkatler altında ve bütün engelleri aşarak Risâle-i Nurlar bir yandan kahraman talebelerin elleriyle yazılırken, bir yandan da yazısı olmayan ümmî talebelerin postacılığı vasıtasıyla mühim hizmet merkezlerine ulaştırılıyor ve bütün vatan sathı adeta bir mekteb, bir medrese hükmüne geçiyordu. O mübarek Kur’an iman hizmetkârlarının bu üstün fedâkârlıkları ve cihad-ı manevî azmi ve şuuru içinde gerçekleştirdikleri hizmetlerle dinsizlik cereyanı onca imkânlarına rağmen bu mübarek İslam topraklarında galib gelememiştir. Bütün dünyevî güç ve imkânlar onların elinde olduğu halde, bu zahiren âciz, fakir, garib insanların kuvvetli iman, ihlâs ve gayretleri sayesinde, Bedîüzzaman’ın tabiriyle Risâle-i Nur bu memlekette dinsizliğin belini kırmıştır. Allah hizmeti geçenlerin cümlesinden razı olsun. Ümmeti hakkında son derece sevgi ve şefkatle dolu olan Resul-ü Ekrem Efendimiz (asm), herhalde, zorlu şartlar altında hizmet eden bu gibi İslam kahramanlarına işaret ederek asırlar öncesinden şöyle haber vermiştir: “İslâmiyet garib olarak başladı ve yine garib hale dönecektir. Ne mutlu gariblere!”(10) Kaynaklar: (1) Şuâlar, 12. Şuâ(2) Tarihçe-i Hayat(3) Barla Lâhikası(4) Lem’alar, 26. Lem’a(5) Emirdağ Lâhikası(6) Kastamonu Lâhikası(7) Son Şahitler, 1. cild(8) Kastamonu Lâhikası(9) Kastamonu Lâhikası(10) Tirmizî, İman, 2629

Cemal ERŞEN 01 Ocak
Konu resmiKur’ân Ve Kâinat Kitabındaki Şifre: Tevâfuk
İtikad

 Son zamanlarda toplumun büyük bir kesimi tarafından gelişigüzel kullanılan bazı kelimelerin dikkatle bakıldığında inançlarımıza ters düştüğünü görmekteyiz. Bu durum maalesef pek çok kişinin dikkatinden kaçıyor. Farkına varamadığımızda zihin dünyamızda yanlış yer eden bu kelimeler zamanla itikadımızı bozacak derecede tehlikeli boyutlara ulaşabiliyor. Bu tehlikeden kurtulmanın bir yolu da yanlışı fark edip doğru kelimeyi kullanmaktan geçiyor. Bu bağlamda devam edecek olan yazı dizisinde öncelikle tesadüf ve tevâfuk kelimelerinin üzerinde durmak istiyoruz. Daha sonra da Kur’ân ve kâinat kitabındaki tevâfuku mercek altına almaya çalışacağız.  Bedîüzzaman hazretlerinin Risâle-i Nur Külliyatı’nda çok sık kullandığı tevâfuk kelimesi pek çoğumuzun dikkatini çekmiştir. Hazreti Üstad tesadüf kelimesine yanlış anlamlar yüklenmesi, kelimenin inancı tehlikeye sokacak derecede halk nezdinde yer etmesi, yapılan yanlışa dikkat çekmek ve insanları bu hatadan vazgeçirmeyi amaçlaması gibi sebeplerle tesadüf kelimesine karşılık tevâfuk kelimesini kullanmıştır. Bu nedenle Nur Risâlelerini okuyan kişiler tesadüf kelimesine karşılık tevâfuk kelimesini daha çok tercih etmektedirler.  Tevâfuk lügatte birbirine uyma, uygun gelme, uygun düşme, ittifak etme gibi manalara geliyor. Tesadüf ise rastlantı, rast gelme, önceden bilinmeyen, hesaplanmayan karşılaşma olarak ifade ediliyor. İşin bu tarafında bir sıkıntı görünmüyor. Asıl mesele tesadüf kelimesine son zamanlarda yüklenen yanlış anlamlardır. Örneğin tesadüfü bilinçsiz bir rast geliş ve iradesiz bir denk geliş, kendi kendine oluş biçiminde anlamak son derece yanlıştır. Bu anlamlarla kullanılan tesadüf kelimesi inançlarımıza ters düşmektedir.  KÂİNATTA TESADÜFE YER YOKTUR Kâinat üzerinde cereyan eden her fiilde, her hadisede ilahi iradenin tesiri vardır. Cenâb-ı Hakk’ın külli iradesi olmadan hiçbir şey meydana gel(e)mez. Bir yaprak dahi Allah’ın emri ve izni olmadan dalından yere düşemez. Şimdi hem fikir vermesi hem de meselenin ispatı açısından bazı ayetleri misal olarak zikredeceğiz. Mesela Sebe Sûresi 3. âyette:  “Ne göklerde, ne de yerde zerre ağırlığınca (bir şey) O’ndan gizli kalmaz ve ne bundan daha küçük, ne de daha büyük hiçbir şey yoktur ki, apaçık beyân eden bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) bulunmasın!” denilmiştir. Hicr Sûresi 21. âyette ise: “Hiçbir şey de yoktur ki, onun hazineleri yanımızda olmasın; artık onu ancak belli bir miktarda indiririz”  denilmektedir. Enam Sûresi 59. âyetinde ise şöyle buyuruyor yüce Rabbimiz: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin; ne yerin karanlıklarında bir dâne, ne yaş ne de kuru (hiçbir şey) yoktur ki, apaçık bir kitapta (Kur’ân’da) bulunmasın!”  Yukarıda bahsi geçen âyet-i kerimelerden gayet açık bir şekilde anlaşılacağı gibi Allahu Zülcelâl Hazretlerinin izni, emri, iradesi, kudreti ve ilmi haricinde kâinatta en küçüğünden en büyüğüne kadar hiçbir hareket, hiçbir fiil meydana gelemez. Biz mü’minler bu hakikate iman ediyoruz. Öyleyse bilinçsiz rastlantı ve şuursuz oluş anlamında kullanılmakta olan tesadüf kelimesine kendi dünyamızda yer veremeyiz. İmanımız buna hiçbir surette müsaade edemez. Gaflet ve cehalet sebebiyle tesadüf kelimesini kullanmaya devam edenler belki bir derece mazur sayılabilirler. Fakat tesadüf kelimesini gelişigüzel bir rastlantı, gayr-i şuuri bir denk gelme anlamı yükleyip bilerek ve inanarak kullanmak kişinin imanını tehlikeye sokabilir. Bu anlayış Cenâb-ı Hakk’ın kâinat üzerindeki mutlak hâkimiyetini, ilminin her şeyi kuşatıcılığını, iradesinin her şeye nüfuzunu, kudretinin bütün mevcudata her an ve zamanda tesirini tamamen ve külliyen değil, kısmen kabul etmek anlamına gelir. Bu da imanın kemalini, itikadın kuvvetini zedeler. Üstad Hazretlerinin Tabiat Risâlesinde dile getirdiği “Ey insan! Katiyen bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam (dinsizlik kokan) eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmeyerek istimal ediyorlar. (kullanıyorlar)” hakikati bu tehlikeli noktaya işaret ediyor. Çünkü bunun bir adım sonrası Allah muhafaza etsin küfre girmektir.   Madem ki kâinatta tesadüf yok. Her şeyde kudret ve irade-i ilâhiyenin mutlak hâkimiyeti var. Her şey onun emriyle, ilmiyle, izniyle vücut bulur. Hem madem kâinatta hiçbir yer yoktur ki orada nizam ve intizam olmasın. Muhteşem bir uyum ve harika bir ahenk her yerde gören gözlere görünüyor. Zerreden, atomdan tut ta galaksilere kadar harikulade bir düzen, bir ölçü, bir denge var. Âlemdeki düzen, ölçü, denge, ahenk, uyum durup dururken tesadüfen ortaya çıkmaz. Arkasında bir ilim, bir irade, bir kudret, bir hikmet olduğunu gösterir. Bu ise nihayetsiz ilim, irade, kudret ve hikmet sahibi bir Zat’ın varlığına delildir.  İşte bu noktada İslâmiyet her şeyin ilahi takdirin bir planlaması, tasarlaması, tercihi ve tedbiri ile varlık sahasına çıktığını ifade ediyor. Yani her şey, her hadise, hatta bize göre en basit işler bile Cenâb-ı Hakk’ın takdiri ve tercihi ile meydana geliyor. Şimdi bu hakikat varken tesadüf kelimesi nasıl kullanılabilir? Umum kâinatta bu anlamda kullanılan tesadüfe hiç tesadüf edilebilir mi? Kâinat bütün mevcudatıyla ve o mevcudatta (bütün bilimsel gerçeklerin şahitliği eşliğinde) aşikâre gözlemlenen nizam, intizam, mizan, denge, ahenk, uyum gibi hakikatlerinin diliyle tesadüfe tesadüf edilemeyeceğini ispat eder. Peki, tesadüf kelimesinin bu anlamda kullanılması son derece yanlış ise doğru kelime nedir? Bu anlamda iman ve itikadımızın bize telkin ettiği tesadüf yerine koyabileceğimiz bir kelime var mıdır? El-cevap: Var. Nedir? Tevâfuk. En doğru kelime tevâfuktur. Madem kâinatta denge var. Ahenk var. Uyum var. Düzen var. Hem madem bütün bunlar şuurlu fiilleri gerektirir. İşte tevâfuk bütün bu hakîkatleri karşılar. Şuurlu denge, şuurlu düzen, şuurlu uyum, şuurlu ahenk ancak tevâfukla izah edilebilir. Çünkü tevâfukun ardında irade vardır. Tevâfukun ardında ilim vardır. Tevâfukun ardında hikmet ve kudret vardır. Tevâfukun ardında Cenâb-ı Hakk’ın kast etmesi, tercihi, istemesi, ilimle belirlemesi, kudretiyle düzenlemesi fiilleri vardır. İşte kâinattaki bütün dengeler, düzenler, ölçüler, benzerlikler, denk gelişler, uygunluklar, uyumlar, ahenkler tevâfuku gösterir. Bu anlamda kullanılan tevâfuk kelimesi Allah’ı hatırlatır. Allah’a ulaştırır. Bir mü’minin iman ve itikadına zıt kelimeleri gelişigüzel kullanmasının doğru olmadığını düşünüyoruz. Çünkü insanlar çoğu zaman inandıklarını söyler, söylediklerine de inanırlar. Öyleyse ağzımızdan çıkan kelimeleri özenle seçip doğru yerde kullanmalıyız.

Zafer ZENGİN 01 Ocak
Konu resmiHakk’a Vâsıl Olmada Acz Ve Aşk
İtikad

GİRİŞ Allahu Teâlâ’ya yaklaşma, O’na vâsıl olma, muhabbetullah’ı elde etme çabaları, yüzyıllardır İslâm toplumunun amacı ve arzusu hâline gelmiş, şu nokta-i nazarda çok ehemniyet kesbetmiş mevzulardandır. Bundan dolayıdır ki İslâm cemaatinin muhtelif zümreleri, bahsettiğimiz mukaddes gâyelere vâsıl olabilmek için meşreblerine, kabiliyetlerine, anlayışlarına ve zamanın şartlarına göre çeşitli usulleri takip etmişlerdir. Hiç şüphesiz bu tariklerin (yolların) en meşhurlarından biriside tasavvuf tarikidir. “III./X. asırlar Tayfuriye, Muhâsibiye, Kassâriye, Harraziye, Sehliye, Hâkimiye gibi bir takım tasavvufî zümreler ortaya çıktı. Bunlardan her birinin, tasavvufun genel usulün­den başka kendilerine özgü usulleri de vardı. Tayfuriye'de sekr, Muhâsibiye'de rıza, Harraziye'de fena, Sehliye'de riyâzet, Kassariye'de melâmet, Hâkimiye'de velâyet bir esas olarak or­taya çıkmıştır. Burada bahsedilen tasavvufî zümreler daha sonraki dönemlerde daha sistemli ve düzenli bir takım hareketlerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Daha sonra ortaya çıkan ve bir kısmı günü­müze kadar gelen Kâdiriye, Rifaiye, Şâziliye, Kübreviye, Bedeviye, Kazeruniye ve Halvetiye gibi tarikatların zeminini söz konusu tasavvufî hareketler oluşturmuştu. Bu tarikatların örgütlü bir şekilde ortaya çıkışında, esaslarını ve usullerini oluşturmalarında yukarıda ismi geçen zümrelerin etkisi büyük olmuştur.”[3] “Tarikatlardan her birinin kendine göre bir usulü vardır ve usul sâ­yesinde diğer tarikatlardan ayırt edilir. Necmeddin Kübrâ'nın Usul-i aşere isimli eserde tasavvufun esasları 10 olarak tesbit edilmiş, ayrıca târihî süreç içinde gelişim tarzı da dikka­te alınarak bütün tasavvufî hareketler üç ana kategoride mütâlaa edil­miş, bunlardan her birinin usul ve esasları da kısaca gösterilmiştir: 1-) Ahyâr tariki, 2-) Ebrâr tariki, 3-) Şuttâr tariki.”[4] Burada arz etmeye çalışacağımız, Risâle-i Nur’daki acz tarikine mukabil, onunla kıyas etmeyi tercih ettiğimiz, Şuttar tarikinin usulüdür.[5] Zîra tasavvuf denince daha ziyâde akla gelen Ebrar ve Şuttar tarikidir.[6] Bu çalışmanın okuyucularına faideli olmasını yüce Allah’tan niyaz ederim. Mine’l-abdi el-cehdü ve minallahi’t-tevfik.*  ACZ’İN TÂRİFİ VE KAYNAĞI Sözlükte acz, bir nesneye gücü yetmemek, kudreti olmama durumu, güçsüzlük, kifâyetsizlik olarak tanımlanmıştır ve bu sıfatları üzerinde bulunduran kimseye de âciz denir. Acz, kudretin zıddıdır. Bir şeyi yapmaya gücü yetmeyen kimse ondan âcizdir.[7] Değişimlere, felâketlere maruz kalan şu insan bedeninde ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvveler kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye olarak tesmiye edilmiştir. [8] Bunlardan kuvve-i şeheviye cinsî istek kudreti, yemek, içmek, konuşmak, uyumak gibi kabiliyetleri ifâde eder. Kuvve-i gadabiye ise insanı, zararlı şeyleri def'e sevk eden his ve kuvvenin adıdır. Kuvve-i akliye de yararı ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için insana verilen kuvvedir. Bazı hikmetlere binaen bu kuvvelere Zât-ı Zülcelâl tarafından had konulmamıştır.[9] Ayrıca insan acâyip ve latif bir mizaç ile yaratılmıştır. Bu mizaç yüzünden insanda çeşitli meyiller, arzular meydana gelmiştir. Sözgelimi, insan en güzel şeylere meyleder ve en ulaşılmaz şeyleri dahi ister.[10] Bununla beraber görüyoruz ki insan nihâyetsiz hâcâta giriftar, nihâyetsiz belalara ve düşmanlara müptela bir vaziyettedir; bundan dolayı da nihâyetsiz istekleri ve arzuları vardır.[11] Şu halde tedkik edilmesi gereken nokta, nihâyetsiz istek ve arzuları karşılamada hem nihâyetsiz belâları def etmede, insanın düştüğü durumdur. “Evet, insan nihâyetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde bir şey, hem nihâyetsiz musibetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde bir şey, âdeta sermâye ve iktidar dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise dairesi, gözü, hayâli nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.”[12] Şu bahsettiğimiz hakikatlerden pek kati anlaşılır ki insanda acziyet hükmetmektedir. Bu hakikate, yani insanın âcizliğine, Kur’ân-ı Kerîm pek çok âyet ile dikkat çekmiştir. “Semada olanın sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz? O vakit bakarsınız ki yer çalkalanmaktadır. Semada olanın üzerinize taş yağdıran bir kasırga göndermesinden emin mi oldunuz? Bu uyarımın nasıl olduğunu yakında bilirsiniz. Onlardan öncekiler de yalanlamıştı. Ama benim onları reddim nasıl oldu gördünüz."[13] “Eğer O dilerse rüzgârı durdurur da yelkenle giden gemiler denizin üzerinde duruverirler. Şüphesiz ki bunda sabırlı olan ve çok şükreden kimseler için nice ibretler vardır.”[14] Yukarıda zikredilen âyetler gibi daha birçok âyât-ı Kur’âniyede, müfessirler tarafından, insanın acziyetini vurgulayan deliller arasında yerini almıştır. Buna karşın Allahu Teâlâ (cc) ise sıfat-ı kâmile ile muttasıftır. Eksiklik, acz ve devamsızlık belirten şeylerden de münezzehtir.[15] Bu hakikate hem âyetlerde hem de birçok hadis-i şerifte dikkat çekilmiştir. "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allah'ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Şüphesiz O, bilendir, güç yetirendir."[16] “Resûlullah (asm)’ın (Hak Teâlâ`dan hikâye ederek) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Allahu Teâlâ buyurmuştur ki: Âdemoğlu bana noksan sıfat isnad eder. Hâlbuki ona Beni noksan sıfatla tavsif etmek gerekmezdi. Âdemoğlu beni tekzib de etmek ister ki bu da ona yakışmazdı. Onun Bana noksan sıfat isnadı, (güya İsa) benim oğlum olduğuna dair tefevvühatıdır (münâsebetsiz söz söylemesidir). Âdemoğlunun beni yalanlaması da Allah beni ilk yarattığı gibi iade suretiyle yaratacak değildir, demesidir (ki bu da putlara tapan ve ba’sı inkâr eden müşriklerin sözüdür).[17] Acz’in târifini, mâhiyetini açıkladıktan ve Allahu Ehadü’s-Samed ile insandaki hükmünü ispat ettikten sonra tasavvufta aşk ve buna mukabil Risâle-i Nur’daki acz-fakr-şefkat-tefekkür tariklerinden, konumuz olan acz tarikini izaha geçebiliriz. AŞKIN TÂRİFİ VE KAYNAĞI Aşk “müfrit muhabbet, aşırı sevgi, sevginin son mertebesi, sevginin insanı tam olarak hükmü altına alması varlığın aslı ve yaratılış sebebi” gibi mânâlara gelmektedir.[18] Bedîüzzaman Hazretleri de “muzaaf iştiyak muhabbettir, muzaaf muhabbet dahi aşktır.” diyerek aşkı târif eder. İnsanoğlu, fıtraten, şu kâinatın yaratıcısına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü insanın fıtratında cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemâl ve kemâl ve ihsan derecesine göre o muhabbet ziyâdeleşir, aşkın en son derecesine kadar gider.[19] “Mutasavvıflar aşkı, mecâzî ve hakikî olmak üzere iki türde incelerler. Mecâzî aşk, geçici sûretlerden birini sevmektir. Şehvetsiz, İlahî ve hakikî aşka götüren bir köprü olmak şartıyla, böyle bir aşk da hoş karşılanmıştır. Herkeste hakikî aşka kabiliyet olmayabilir. Bu yüzden mecâzî aşk hakikî aşka bir alıştırma niteliği taşır. Ancak güzelliği ve ondan kaynaklanan aşkı, İlahî kaynağı bilmeyenlerin aşkı, tabiî aşktır. Meşrû sınırlar için de kalmak şartıyla bu da caizdir. Mecâzî aşkın tabiî olandan farkı, erdirici özelliğe sâhip olmasıdır. Hakikî aşk ise, mutlak varlığı; yani Allah'ı sevmektir. Hak'tan başka her şeyden geçmektir. Hakikî aşka eren kendinden geçmiş, fena fillaha ermiştir.”[20] TASAVVUFTA AŞK Aşırı derecedeki sevgi ve muhabbet¸ sevginin son mertebesi¸ sevginin insanı tam olarak hükmü altına alması şeklinde tanımlanan aşk¸ mutasavvıflara göre varlığın aslı ve yaratılış sebebidir. Aşk¸ sevenin sevgilisinde kendini yok etmesi; öyle ki âşığın yok¸ sâdece mâşukun var olması¸ her şeyin ondan ibâret olması hâlidir. Hz. Mevlâna nazarında¸ uğruna bir ömür bağışlanan¸ yanıp yakınılan eşsiz sevgili¸ Allah'tır. Gerçek ilhama mahzar olmuş ve gerçek yokluğu zevk edinmiş âşıkların en büyük arzusu¸ ‘İlahî vuslat’tır. Bu yolun coşkun âşığı olan¸ aşktan doğup¸ aşkla yoğrulan Hz. Mevlâna “Bizim Peygamberimizin yolu¸ aşk yoludur. Biz aşk çocuklarıyız¸ aşk bizim anamızdır.” der ve hakikî diriliğin aşkta yok olmakla mümkün olabileceğini söyler.[21] Aşkı, Zât-ı Zülcelâl’in ve Cemil-i Zülkemâl’in sırlarını, güzelliğini, isim ve sıfatlarını anlamak, hakikatin nurunu görmek için en mühim bir vâsıta olarak kabul eden tasavvufçular; mecâzî aşkı da hakikî aşkın bir köprüsü olarak görmektedirler. Bu noktada Mevlâna şu hususa dikkat çeker, ona göre aşk güzele değil, güzelliğedir.[22] Yine Mevlâna “Âşıklık ne sûretle olursa olsun bizim için hakikat rehberidir.”[23] diyerek mezkur tasavvufî anlayışı desteklemektedir. Ayrıca “aşk fikrî bir mesele değildir; hâlî ve vicdanîdir. Yani, matematiğin, kimyanın meseleleri gibi, net ifâdelerle anlatılması ve anlaşılması mümkün olmayıp, ancak hâlen ve vicdanen bilinir. Bu noktada aşk, sübjektif bir karakter arz eder.”[24] Gerçek aşka ilim ile ulaşılamayacağına dair tasavvufî görüşü, Fuzulî şu beyit ile çok güzel anlatmaktadır “Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kil u kal[25] imiş ancak.” Yine Mevlâna Hazretleri Mesnevî’sinde,  aşkın olduğu yerde aklın, çamura saplanıp kalmış eşek gibi olduğunu, aşkı ve âşık olmayı yine aşkın kendisinin anlatabileceğini ifâde eder. Tasavvuf anlayışına göre, belirli bir şeye sevgisi olmayan kişinin her şeye bir bağlılığı vardır. Hakikî olmasa dahi bir şeyi seven kişi ise, dünyayı ve ona âit şeyleri kalbinden çıkarmış¸ yalnız mâşukuna gönül vermiş ve fikriyatını O’na mahsus kılmıştır. Kalbi ve düşünceleri her şeyden kurtulmuş sâdece bir râbıtayla bağlı kalmıştır. Prof. Dr. Kadir Özsöke’nin deyişiyle “İnce kalın¸ yüzlerce binlerce kördüğüm olmuş bağlardan kurtulmak kolay değildir, ama tek bağdan kurtulmak mümkündür. O tek bağ da mürşid-i kâmilin himmeti ile çözülür.”[26] ve bu suretle Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olunur. RİSÂLE-İ NUR’DA ACZ Risâle-i Nur’da acz tariki, insanı Zât-ı Zülcelâl’e ulaştıran çok değerli bir araç olarak zikredilmiş, bu ıstılah Risâle-i Nur’da çok yoğun olarak işlenmiştir. Öyle ki Risâle-i Nur külliyatının ekser mevzularında acz hakikati vurgulanmış ve okuyucularına benimsetilmeye çalışılmıştır. Otuz Üçüncü Söz’de denildiği gibi “kâinattaki mevcudata bakıyoruz ve görüyoruz ki zaaf-ı mutlak içinde bir kuvvet-i mutlaka tezâhüratı var ve acz-i mutlak içinde bir Kudret-i Mutlaka’nın âsârı görünüyor.”[27] Elbette bu kadar yoğun olarak acz hakikatinin işlenmesinden dolayı, Risâle-i Nur ile hemhal bir zât, kendini, kâinatı ve mahlukatı acz gözlükleri ile temâşa eder. Bundan ötürüde, her anda ve her yerde görebileceği acz-i mutlak içerisindeki mahlukattan yola çıkıp, Kudret-i Nâmütenahî sâhibi Allahu Azimüşşan’a hızla vâsıl olabilir. Bedîüzzaman Hazretleri acz tarikini, tasavvuftaki aşk tarikine göre hem daha selâmetli hem de daha umumiyetli, vartasız bir cadde-i kübra olarak zikreder. Risâle-i Nur’da şöyle anlatılır “Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacak (ulaştıracak) tarikler (yollar) pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân‘dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kâsır fehmimle Kur’ân’dan istifâde ettiğim “acz* ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarikidir. [28] ACZ’İN AŞK’A ÜSTÜNLÜĞÜ Bedîüzzaman Hazretle-ri’nin dediği gibi acz tariki daha kısadır; çünkü sıkıntı veya ihtiyaç anında, kişinin ilk olarak yardıma çağıracağı nefsidir; yani kendisidir. Bir başka deyişle, mezkûr vakitlerde insan, mevcud (zannî) kuvvet ve kabiliyetiyle sıkıntısını aşmaya çalışır. Eğer insan kendi havl ve kuvvetine güvenmeyip, kendisinde hükmeden acziyeti ve zaafı kâmil mânâda anlayıp görse, tüm nevinin aczini de görür; hem tüm mevcudatın acziyetini de hisseder. Şu halde doğrudan Kadîr-i Zülcelâl’e yapışır, ondan istimdad eder, Kudret-i Mutlaka sâhibini bulur ve ona vâsıl olur. Hem doğrudan bütün hacâtını temin edebilecek bir hazine-i rahmet kapısının sâhibini bulur, O’na teveccüh eder. Bu hakikati Bedîüzzaman Hazretleri şöyle ifâde eder “Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâl’e verir.”[29] Buna karşın aşk tarikinde mesâfe daha uzundur; çünkü insan ilkin ve en çok kendisini sever. Eğer keskin bir tarik olan aşk, nefisten elini çekse; yani nefis, kendisini sevmekten vazgeçse bir mâşuk-u mecâzîye yapışabilir.[30] Zîra güzellik envaları pek çoktur ve bunların kesretinden dolayı o güçlü muhabbeti onlara veya onlardan birine sarf edebilir. Ancak o meftun olduğu mecâzî güzelliğin varlığının sona ermesiyle ya da o güzelliğin bir mâkes olduğunu derk etmesiyle hakikî güzelliğe ve sevgiliye vâsıl olabilir. Bu ise vuslat müddetinin uzamasına sebeptir. Hem aşk tarikinde bazı vartalar söz konusudur. Bu vartaların daha somut bir şekilde anlaşılabilmesi için tasavvufun güneşlerinden olan İmam Rabbanî’den (ks) birkaç alıntı yapmayı uygun görüyoruz. “Tasavvuf yolunda bulunanların birçoğu kendilerine namazın hakikati bildirilmediği ve ona mahsus kemâlât tanıtılmadığı için, dertlerinin ilacını başka şeylerde aradı. Maksatlarına kavuşmak için, başka şeylere sarıldı. Hatta bunlardan bazısı, namazı bu yolun dışında, maksatla ilgisiz sandı. Orucu namazdan üstün bildi. Fütühat kitabının sâhibi Muhyiddin-i Arabî (ks) dedi ki ‘Oruç, yiyip içmeği bırakmak olduğu için, Allahu Teâlâ’nın sıfatları ile sıfatlanmak, O’na yaklaşmaktır. Namaz ise, başkalaşmak, uzaklaşmak, ibâdet edici ve ibâdet edilen ayrılığını kurmaktır.’ Bu söz de görüldüğü gibi, tevhid-i vücudî meselesinden doğmaktadır. Bu mesele ise aşk-ı İlâhî sarhoşluğunun bir tezâhürüdür. (…) Bunlara eğer namazın kemâlâtından bir şey tattırılmış olsaydı, sima’(güzel zikir ve sözler) ve nağmeyi ağızlarına almaz, vecde gelmeği hatırlarına bile getirmezlerdi.”[31]  Yine Mektubât-ı Rabbanî’de (ks) şöyle bir varta[32] zikir edilmiştir “Büyükler, aşk sarhoşluğu denilen hâllerinde, uygunsuz şeyler de söylemişlerdir. Bayezid-i Bistamî Hazretleri ‘bayrağım, Muhammed aleyhisselamın bayrağından daha yüksektir’ dedi. Bu sözünden, onun daha yüksek olacağı anlaşılamaz. Çünkü onu söylemek zındıklık olur. Bu fakirin yazılarında ise böyle şeyler, hiçbir zaman bildirilmemiştir.”[33] Bedîüzzaman Hazretleri de “Telvihât-ı Tis’a” adlı risâlesinde bu mevzuya şöyle değinir “Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, “şatahat” namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur. Meselâ, nasıl ki bir mülâzım*, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neşesiyle gururlansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini o küllî daire ile karıştırır. Öyle de çok ehl-i velâyet var ki bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşâhede ediyor, kendini haklı buluyor. Hatta ben gördüm ki yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velâyetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini Kutb-u Âzam telakki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim: Kardeşim, nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î, küllî cilveleri var. Öyle de velâyetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Her bir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su bir küçük denizdir. O zât şu cevabımdan inşaallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.” Evet, İmam-ı Rabbanî’nin (ks) ve Bedîüzzaman Hazretleri’nden misaller verdiğimiz bu mevzuya dair örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Bununla beraber acz tariki böyle vartalara sâhip değildir; dolayısıyla daha selâmetli ve güvenlidir. Çünkü acz ve fakr ile yoğrulmuş olan nefsin kendinden geçip (istiğrak hâli), o mânevî sarhoşlukla pervasız iddiaları bulunamaz. Bu mevzuya Bedîüzzaman Hazretleri şöyle değinir “Hem şu tarik daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat( mânevî sarhoşluk, kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen müvâzenesiz sözler) ve bâlâpervazâne (yüksekten uçar gibi) dâvâları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki haddinden fazla geçsin.”[34] Yine Mektubat adlı eserinde Bedîüzzaman Hazretleri şöyle der “Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde (mânevî terakkilerinde) fahri, nazı, şatahatı (mânevî sarhoşluk), teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti şükre, niyaza, tazarruata (tevâzu ile yalvarmaya) ve nastan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Hâlbuki en yüksek mertebe ise, ubûdiyet-i Muhammediyedir ki “mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubûdiyetin ise sırr-ı esası niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatin kemâline mazhar olur. Bazı evliya-ı azime, fahir ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez (tâbi olunmaz). Hâdidirler (hidâyete ermişlerdir), -fakat- mühdi değillerdir (hidâyete götürücü değillerdir), arkalarından gidilmez.”[35] Evet, hem bu yolun daha umumiyetli olduğundan bahsetmiştik. Bunun ispatı için aşk tarikinin iki büyük mesleği olan vahted-i vücud ve vahted-i şühud mesleklerine kısaca değineceğiz. AŞK TARİKİNİN İKİ BÜYÜK MESLEĞİ: VAHDET-İ VÜCUD VE VAHDET-İ ŞUHUD  Aşk tarikinin yaygın mesleklerinden olan vahdet-i vücud mesleğinin en büyük temsilcisi Muhyiddin İbn Arabî ve onun görüşlerine yaptığı şerhlerle, izahlarla bu anlayışı gelecek nesillere taşıyan Sadreddin Konevî bu ekolü tesis ve neşretmişlerdir. Bu ekolün diğer tanıdık simalarından olan Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî gibi meşhur zâtlarında savundukları bu görüşe göre Allah’ın zâtı dışında hiçbir şey yoktur. Yani “la mevcuda illâ Hu” anlayışıyla eşyanın vücudu reddedilmektedir. “Eşyanın varlığını kabul etmemelerinin sebebi ise,  huzur-u İlahî’yi kazanmak içindir.”[36] Zîra eşya Allah ile kul arasında bir mânidir. Bu yol, aklıdan çok, hâlî ve kalbî bir meslektir. Bundan dolayı sâdece kalbin inkişaf ettirilmesi esasına dayanan tasavvuf mesleği, insandaki diğer latifelerin ve hissiyatların ihmal edilmesine yol açmıştır. Bu noktada bazı mahzurlar söz konusudur ki materyalizmin, felsefenin ve aklın ön planda olduğu asrımızda eşyanın varlığının reddedilmesi -ki ehl-i sünnet itikadında eşyanın hakikati sâbittir[37]- hem insanların umumiyetle bu yolda gidebilmesi ve mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîyi kazanabilmesi neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Şimdi de aşk tarikinin diğer bir büyük mesleği olan vahdet-i şuhud mesleğine kısaca değineceğiz. Vahdet-i şuhud anlayışı, İbn Arabî’den (ks) iki yüz elli yıl sonra yaşamış İmam-ı Rabbanî’nin (ks) vahdet-i vücud görüşünün eksikliklerini tespit edip onun yerine sistemleştirdiği tasavvuf görüşüdür. Bu meslekte Allah’ı hatırlamak için her şey nisyana atılmaktadır. Yani “la meşhude illa Hu” Allah’ı gör, eşyayı unut anlayışını ifâde etmektedir. Yalnız şu kadarı var ki bu meslekte eşyanın vücudunun inkârı söz konusu değildir; şu nokta-i nazarda bu anlayış, ehl-i sünnet akidesine münâsip bir yapı arzetmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz hakikatleri Bedîüzzaman Hazretleri şu cümlesiyle ifâde eder “Aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, her şeyi mahbubuna feda eder yahut mahbubunu i'lâ (şanını yüceltmek) ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve mânen zemmeder (kötüler) ve hürmetlerini kırar.”[38] Yukarıda zikrettiğimiz anlayışlara mukabil, Bedîüzzaman Hazretleri acz tarikinin daha umumiyetli ve cadde-i kübra olduğunu söyler. Çünkü (acz tariki), mevcudatı ‘ehl-i vahdetü’l-vücud’ gibi Allah’ın varlığından başka varlıkları inkâr edip, sâdece Allah’ın varlığına hasr-ı nazar etmeye mecbur kılmıyor. Veyahut ‘ehl-i vahdetü’ş-şühud’ gibi huzur-u daimi için kâinatı unutmaya, nisyan-ı mutlak hapsine mahkûm etmeye mecbur etmiyor. İşte, Kur’ân-ı Azimüşşan mevcudatı yokluğa atmadığından veya nisyana göndermediğinden acz tariki dahi mahlûkatı yokluğa atmaktan ve nisyandan azletmiştir. Hem mevcudatı kendi hesabına hizmetten dahi azledip Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam etmiştir. Onların esma-i hüsnaya mazhariyet ve âyinedarlıklarına dikkat çekerek, kâinata mânâ-yı harfî[39] penceresinden baktırıp, insanı mutlak gafletten kurtarıp, huzur-u daimî yolunu göstermiştir. SONUÇ İmam-ı Rabbanî’nin (ks) Mektubât adlı eserinde “insan, kulluk vazifelerini yapmak için yaratıldı. … Aşk ve muhabbet aranılacak, özenilecek şey değildir. Abdiyet makamına[40] (kulluk makamına) kavuşmak için birer aracıdırlar. (...) Din bilgilerinin doğrusu, ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin “Rahmetullahi Teâlâ aleyhim ecmain” anladıkları bilgilerdir. Bunlara uymamak ya zındıklık ve ilhaddır, yani doğru yoldan ayrılmaktır, yahud sekr (mânevî sarhoşluk) hâlinde söylenmiştir. Sekirden tam kurtulmak, abdiyet makamında olur. Başka makamların hepsinde az çok sekr bulunur.”[41]  demiştir. Risâle-i Nur’da ise “acz de aşk gibi Allah'a îsal eden yollardan biridir. Amma acz yolu, aşktan daha kısa ve daha selâmettir.”[42] denilmiştir. Şu halde, mezkûr sözlerden yola çıkarak diyebiliriz ki mâdem aşk da, acz de Allah’a vâsıl olmada birer araçtırlar. Öyleyse, elbette bu tariklerden, maksadı elde etmede, hem daha kısa ve güvenli hem de daha umumî bir yapı arz eden acz tariki, materyalizmin revaçta olduğu ve ilmin ve aklî muhâkemelerin kesinlikle kenara bırakılamayacağı asrımızda, Allahu Azimüşşan’a vâsıl olmada tercihe şâyan bir yoldur.[43] Hem bu yolda, ne ehl-i sünnet itikadına ters bir anlayış, ne de aşktaki gibi nihaî mertebeye vâsıl oluncaya kadar tam kurtulunamayan mânevî sarhoşluk hâlinin neticesi, ilhadı, zındıkayı işmam edecek (hissettirecek) bir davranış bulunmaktadır. Ayrıca her yönüyle Kur’ân’a ve Sünnet’e mutâbık bir çizgi izlediğinden, müşkilattan uzaktır, her yerde ve her an insanı Zât-ı Zülcelâl’e süratle ulaştırır. Umum mahlûkata, Allah’ın sanatı ve eseri nazarı ile baktırdığından insana bir çeşit huzur-u daimîyi kazandırır. İnşaallah. Gayret bizden, Tevfik Allah’tandır.

Abdülkadir SALİH 01 Ocak
Konu resmiTecessüs
İtikad

ولاتجسسوا Casusluk yapmayınız! (Birbirinizin gizli kusurlarını araştırmayınız!) (Hucurât, 12) Tecessüs; insanların gizli kusurlarını araştırmak demektir ki bu âyetle haram kılınmıştır. İbn Ömer (ra) şöyle rivâyet etmiştir: Bir gün Resûlullah (asm) minbere çıktı ve yüksek bir sesle şöyle nida etti: “Ey diliyle îman edip, kalbine îman girmemiş kimseler topluluğu! Müslümanlara eziyet etmeyiniz! Onların gizli kusurlarını araştırıp durmayınız! Çünkü her kim Müslüman kardeşinin gizli kusurlarını araştırırsa, Allah da onun gizli kusurlarını araştırır. Allah kimin ayıbını araştırırsa o kimseyi evinde (bile olsa) kepaze eder.” (Tirmizî, İbn Hibban, Ebû Davud) İbn Abbas (ra) Resûlullah (asm)’den şöyle rivâyet etmiştir: Kim mü’min kardeşinin gizli kusurunu örterse, Allah da kıyâmet gününde onun gizli kusurlarını örter. Kim Müslüman kardeşinin gizli kusurunu ifşa eder, açıklarsa, Allah da onun gizli kusurlarını ortaya çıkarır, hatta onu kendi evi içinde rezil eder. (İbn Mâce) Ebû Said El-Hudrî (ra) Resûlullah (asm)’den şöyle rivâyet etmiştir: Mü’min bir kimse kardeşinin bir kötülüğünü görüp de onu örter, gizlerse, muhakkak Allah bu amelinden dolayı onu cennete girdirir. (Taberanî ) Ebu Hureyre (ra) Resûlullah (asm)’den şöyle rivâyet etmiştir: Kim bir Müslümanı dünya sıkıntılarının herhangi bir sıkıntısından nefes aldırırsa (rahatlatırsa), Allah da onu kıyâmet gününün sıkıntılarının bir sıkıntısından, nefes aldırır (rahatlatır). Kim bir Müslümanın (hata ve kusurlarını) örterse, Allah da onun (hata ve kusurlarını) dünya ve âhirette örter. Bir kul kardeşinin yardımcısı olduğu müddetçe, Allah da onun yardımcısıdır. (Müslim, Ebû Davud, Tirmizî, Nesei, İbn Mâce) (Sahâbelerden) Mesleme b. Mahled şöyle anlatmıştır: Ben Mısır’da iken, bir gün kapıcım geldi ve “Kapıda bir bedevî var, izin istiyor” dedi (Ben de evimin sundurmasına çıktım) “Sen kimsin” dedim. Adam “Ben Cabir b. Abdullah’ım” dedi. Ben “Şeref verdiniz! Ben aşağı mı ineyim, siz yukarı mı çıkarsınız?” dedim. O da “Sen aşağı inme, ben de yukarı çıkmayayım. Bana ulaştığına göre, sen Resûlullah (asm)’den naklen mü’minin aybını örtmekle ilgili bir hadis rivâyet ediyormuşsun. Ben onu bizzat senden dinlemek için geldim” dedi. Ben de “Resûlullah (asm)’ın şöyle dediğini işittim “Kim bir mü’minin gizli kusurunu örter, ifşa etmezse, o kimse diri, diri toprağa gömülmüş kız çocuğunu kurtarmış gibi olur.” Cabir (hadisi dinledikden sonra) dönmek için devesini topukladı ve gitti. (Taberanî ) Sahâbeden Ukbe b. Amir’in kâtibi Ebu Heysem şöyle demiştir: Ben Ukbe b. Amir (ra)’a “Bizim içki içen komşularımız var, ben onları yakalamaları için polis çağıracağım” dedim. Ukbe bana “Böyle yapma! Onlara nasihat et, tehdid et!” dedi. Ben de “Ben onları nehyettim, fakat vazgeçmediler. Ben onları yakalamaları için polis çağıracağım” dedim. Ukbe bana “Yazık sana! Böyle yapma! Ben Resûlallah (asm)’ın “Kim gizli bir kusuru örterse, kabre diri, diri gömülmüş kız çocuğunu hayata kavuşturmuş gibi olur” dediğini işittim.” dedi. (Ebû Davud, Nesei, İbn Hibban) Sahâbeden Hezal’ın bir akrabfsı, ona zina ettiğini söyledi. Hezal da ona Pey-gamberimiz’e gidip söylemesini emretti. O şahıs Peygamberimize geldi, itiraf etti ve recmedildi. Peygamberimiz Hezal’a “Sen bu işi elbisenle (örter gibi) örtseydin, senin için daha hayırlı olurdu” buyurdu. (Onun bu işi açığa çıkarmasından hoşlanmadı) (Ebû Davud, Nesei) Abdullah b. Mes’ud (ra)’a bir adam hakkında “Bu falancadır, sakalından şarap damlıyor” denildi. Abdullah da “Biz insanların hatalarını araştırmaktan nehyolunduk. Fakat bize bir şey açıkça görünürse, onunla muamele ederiz.” dedi. (Ebû Davud) Hz. Ömer hilâfeti döneminde gece sokaklarda gezerken, bir evden şarkı sesi duydu ve duvardan atlayarak içeriye girdi. Adamın içki içtiğini, yanında da şarkıcı câriyesini gördü. Adama ayıplayıcı sözler söyleyince adam şöyle dedi: Ey Ömer acele etme! Ben bir hata işlemişsem, sen üç hata işledin. Allah “Gizli kusurları araştırmayın” (Hucurât,12) dediği halde, sen araştırdın. Allah “Evlere kapılarından girin” (Bakara, 189) dediği halde, sen duvardan atladın. Allah “Bir eve izin isteyip, selam vermeden girmeyin” (Nur, 27) dediği halde sen izinsiz içeri girdin.” dedi. Ömer (ra) adama “Ben seni affedersem, sen de beni affeder misin?” dedi. Adam da “Evet” dedi. Ömer evden çıktı ve adamı cezalandırmadı. (Bu olayı kimseye de söylemedi.) (Hayatü’s-Sahâbe, C.2. s.405) Muaviye (ra) Peygamber (asm)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: Eğer sen Müslümanların gizli kusurlarını araştırırsan onları ifsad etmiş olursun veya nerdeyse ifsat etmiş olursun. (Ebû Davud, İbn Hibban) Mikdam b. Madîkerib (ra) şöyle demiştir: Resûlullah (asm) Mikdam’ın omzuna vurdu ve şöyle buyurdu “Ey Mikdamcık! İdâreci veya (idârecilere) kâtip veya casus olmadan ölürsen, felaha erdin, kurtuldun demektir.” (Ebû Davud, Ahmed ) Muaz b. Cebel (ra) Resûlullah (asm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: Kim bir kardeşini (tevbe ettiği) bir günahından dolayı ayıplarsa, o günahı işlemedikçe ölmez. (Tirmizî) Vasile b. Eska (ra) Resûlullah (asm) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Kardeşinin başına gelen bir şeye sevinip gülme, sonra Allah ona merhamet eder (o halden onu kurtarır) da seni o şeyle imtihan eder.” (Tirmizî ) Enes (ra) Resûlullah (asm)’dan şöyle rivâyet etmiştir:  “Ne mutlu o kimseye ki kendi kusuruyla meşgul olmak, onu diğer insanların ayıplarıyla meşgul olmaktan alıkoyar.” (Beyhakî) Ebû Hureyre (ra) Resûlullah (asm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: Sizden birisi kardeşinin gözündeki çöpü görüyor da kendi gözündeki direği unutuyor. (İbn Hibban) İmam Malik’e ulaştığına göre İsa (as) şöyle demiştir: İnsanların günahlarına onların Rableriymiş gibi bakmayınız. Siz kendi günahlarınıza kul olduğunuzu hatırlayarak bakınız. İnsanlar (iki kısımdır) ya belaya müptela olmuş ya da âfiyettedirler. Belaya dûçar olmuşlara merhamet edin, âfiyetten dolayı da Allah’a hamdedin. (Muvatta)  

İdris TÜZÜN 01 Ocak
Konu resmi2. Türkiye Dergi Günleri
Kültür ve Medeniyet

Geçen yıl ilki düzenlenen Türkiye Dergi Günleri’nin ikincisi, bu yıl 10-14 Aralık tarihlerinde, İstanbul’da, Sirkeci Tren Gar’ında düzenlendi. Çocuk dergilerinden ilmi, akademik dergilere, edebiyat dergilerinden mizah, gençlik dergilerine, aile dergilerinden tasavvufi, güncel dergilere kadar 70′ten fazla derginin katıldığı fuarı beş günlük süre zarfında yüzlerce insan ziyaret etti. Programlanan etkinlikler çerçevesinde yayın dünyasından birçok yazarla çeşitli söyleşiler yapıldı. Süeda yayıncılık bünyesinde çıkarılan ve okuyucuyla buluşan İrfan Mektebi, Şirin Kalem ve The Pen Magazine dergilerinin standının da bulunduğu fuarda, gelen ziyaretçilere dergiler hakkında tanıtıcı bilgiler verildi. Yayıncılık dünyasında çeşitli çalışmalar yapan kişiler de, kendileri için bir fırsat olarak nitelendirdikleri fuarda dergileri inceleme imkanı buldular. Düzenlenen etkinlikler çerçevesinde, Şirin Kalem Dergisi Pedagojik Danışmanlığını da yapan Mehmet Teber ile “Çizgi Film ve Çocuk” konulu bir söyleşi gerçekleştirildi. Söyleşide, haberlerdeki şiddet olaylarının ve çizgi filmlerin içerdiği yanlış mesajların çocuklarda olumsuz davranışlar oluşturduğu vurgulandı. Bu konuda tedbir alınması ve müspet yayınların yapılmasının gereği üzerinde duruldu. Şirin Kalem Çocuk Dergisi yöneticilerine teşekkür eden Teber, bu tarz yayınlardan ümitli olduğunu vurgulayarak bu yayınların desteklenmesini söyledi.

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiParmağın Gösterdiği, Gözün Gördüğü Olsun
İbadet

Toplumlar da insanlar gibidir. Azalardan oluşur. Fakat toplumların da bir beden gibi bütüncül, uyumlu hareketler sergileyebilmesi, her bir azanın üzerine düşen vazifesini -haddini aşmadan- icra edebilmesiyle mümkündür. Toplumların, toplulukların veya cemaatlerin verimli neticeler ortaya koyabilmesi, birlik ve bütünlüğünü gösteren fotoğrafın oluşabilmesi için en önemli şart ise, ehemmiyetli bir hedefin ortaya konulabilmesinden geçer. Referans noktasının net bir şekilde belirlenebilmesiyle ilgilidir. *** Değişen dünya konjonktüründe İslami yapıların ve Müslüman cemaatlerin üstlendikleri misyonun bittekrar farkındalığının sağlanması, aciliyetle gereklidir ve gayet öneme haizdir. Çünkü, ekonomik altyapı olarak orta doğuya bağlı olan dünya devletleri, siyasi olarak da orta doğuya yani Müslümanların yoğunlukta yaşadıkları coğrafyaya yönelme mecburiyetinde kalmışlardır. Kaderin de sevkiyle Müslümanlar, gelecek vizyonu adına mühim bir misyonun icrasına namzettirler. Geleceğe uzanan hadiseler ve elan cereyan eden olaylar, istikbalin bütün insanlığı kuşatacak fıtri güzellikler üzerine bina edilme müjdesini vicdanlarda terennüm ettirmeye başladı, elhamdülillah. Bu da; Müslümanların fıtri olan, bütün insanlığın mutluluğu adına, bütün insanları kuşatabilecek bir dine sahip olmalarıdır. Bununla beraber, Müslümanların farkında olmaları gereken önemli bir konu daha vardır. Bu konunun anlaşılması için, bedeni bir hastalık olan şaşılığı merkeze koyarak bazı değerlendirmelerde bulunacağım. Ta ki göz çift olduğu halde tek görsün; parmağın gösterdiği, gözün gördüğü olsun. Şaşılık; gözlerde herhangi bir sebepten dolayı ortaya çıkan her türlü kayma olarak adlandırılır. Sadece görmeyle ilgili bir problem değil, bazen çok daha önemli ve hayatı riske atan hastalıkların uyarıcısı olmaktadır. Şaşılık, doğuştan da olsa sonradan da ortaya çıksa halk arasında bilinen görüşün aksine zaman geçmesiyle kendiliğinden iyileşen bir hastalık değildir. *** Bununla birlikte, İslam toplumundaki cemaatler, guruplar, meşrepler her ne kadar gittikleri yollar farklı olsa da hedefleri tektir. Hepsi, nihayetinde Allah’a ulaşmak gayesi ve gayretindedirler. Bu toplulukların arasında en dikkat edilmesi gereken, kendi hak olan mesleklerinde ihlasla çalışmak, diğer çalışmaları da yok saymadan, tenkit etmeden hareket edebilmektir. Bütün Müslüman toplumun bir manaya hizmet edebilmesi için ise, tekil olarak İslami ülkelerin, Müslüman cemaatlerin ve o cemaatleri oluşturan fertlerin istikametli olabilmesi gerekmektedir. Bundan bahisle, bir cemaat veya topluluğun fertlerinin müstakil bir fert olmakla birlikte, cemaat bütünü içerisinde tek gayeye hizmet edebilmesi ve neticenin düzgün olarak ortaya çıkabilmesi için, her bir ferdin birbiriyle uyumlu, senkronize çalışabilmesi mecburidir, üzerine bir vecibedir. İşte tam bu noktada, güya bir beden hükmündeki toplum ve cemaat fertlerinin oluşturduğu ruhun korunması ve sağlıklı bir şekilde çalışabilmesinin önemi anlaşılmaktadır. Yukarıda şaşılık ile ilgili teknik bilgi verdim. Bundan sonra konuya o referansla devam edeceğiz. *** İnsan, nasıl ki bir beden ve ruhtan ibarettir; cemaatler de fertlerden oluşmakla, cemaatin ruhu mesabesinde bir şahs-ı manevi oluştururlar. Bu şahs-ı manevi büyük bir güçtür; fertlerin aynı istikamet ve hedefi ihlas dairesinde koruyabilmesiyle doğru orantılıdır. Fertlerde en küçük bir nazar kayması -gözlerdeki kaymadan bahisle- hedefi, hareketleri ve beklentileri farklılaştırabilir. Bu da o şahs-ı manevinin gücünü azaltmakla birlikte, manevi lütuf ve ihsanların kesilmesine de sebep olabilmektedir. Bakış açısında farklılaşma gözlenen cemaate mensup fertler, görmezden gelinmemeli, bu husus ihmal edilmemelidir. Sebep ne olursa olsun küçük bir kayma, arkasında büyük problemlerin habercisi olabilir. Göz kayması ile nazar kayması birbirine çok benzer. Göz kayması yaşayan insan şaşı olur, biri iki görür; nazar kayması yaşayan fert ise, cemaatin şahs-ı manevisinin gösterdiği istikametin dışında bir hedefe yönlenebilir. Göz kayması ihmale gelmeyeceği, bir şey olmaz geçer demek yanlış olduğu gibi, kendi benliğinin tazyiki ve yönlendirmesiyle haddi aşacak derecede nazar ve buna bağlı olarak tavır kayması yaşayanlar da ihmale gelemez. Çünkü kayan göz tembelleşiyor. Tedaviye geç kalındığında ise göz tembelliği düzelmiyor. 1 yaşında 2 ayda düzeltilebilecek kayma, 4 yaşında 2 senede, 7 yaşında 3 senede, 10 yaşında 4 senede belki düzelebilir. *** Göz kaymasının farklı sebepleri olabileceği gibi, nazar kaymasının da farklı sebepleri olacaktır. Bu kaymaların yaşanmaması için, Bediüzzaman Hazretlerinin -seksen yıllık bir tecrübeyle doğruluğu anlaşılan- şu beyanlarına kulak vermek ve hayatımızda düstur yapmak önemli olacaktır. İşlerimizin önceliğini Allah’ın rızası olarak belirlemek gerekmektedir. Ve ömür boyunca bu referans noktasından ayrılmamak zaruridir. İkinci olarak -bir beden misal- oluşturulan bu teşekküldeki diğer fertleri, kendisi gibi o bütünün bir parçası bilmek ve ona göre davranmaktır. “Çünkü insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez; belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.” Karşılaşılacak iç-dış bütün problemlere dayanacak kuvveti ihlasta ve hakta bilmelidir. Aynı hedef ve davaya baş koyduğu arkadaşlarının nefislerini kendi nefsine; şerefte, makamda, teveccühte, hatta maddi menfaatlerde tercih edebilmelidir. *** Unutmamak lazımdır ki, göz çifttir, fakat baş birdir. Bütün beden baş ve kalbe mutidir. Elin uzandığı gözün gördüğü, ayağın gittiği çizilen istikamete kalbin eğrilmeden yönelebilmesidir. Beden fizyolojisi, baş ve kalbe bağlılıkla sıhhat ve selamet kazanır. Toplum fertleri de birlikteliğin kalbi ve beynine itaatle sıhhat bulur ve doğru neticeler ortaya koyabilir. Dünyanın gözü üzerimizde olduğu ve olmaya devam edeceği bundan sonraki zamanlarda, nazarlarımıza dikkat etmeliyiz. Ayrıştırıcı olacak bakış açılarından uzak durmalıyız. Şaşı bakan ve şaşıranlarımız varsa aciliyetle tedavisine gitmeli, senkronize çalışacak duruma gelmeliyiz. Yine unutmamalıyız ki, bir bütünde yer edinen bir fert, kendi başına buyruk değil, umuma fayda veya zarar verecek konumdadır. Kaderin üzerimize yüklediği vazifenin farkında olmalıyız.   

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Ocak
Konu resmi2 Soru İki Cevap
İtikad

 SORU 1: Günah ne demektir? İnsanlar neden günah işlerler? Günahın manası nedir? Allah’ın, kullarını cehenneme sürükleyen günahları yaratmasındaki hikmet nedir? CEVAP 1: Günah ne demektir? Günah lügatte; cezayı gerektiren amel, dine aykırı iş ve Allah’ın (cc) emirlerine uymayan hareket manasına gelir. Allah (cc) günahları, kulların kendisinden af istemeleri için yaratmıştır Günah işlemek şüphesiz insanlık gereğidir. Kulun işlediği günahlardan sonra, kendisini âlemlerin Rabbine affettirmesinin en güzel yolu ise tevbedir. “Kudret ve iradesiyle yaşadığım Allah’a yemin ederim ki, eğer günah işlemeseniz Allah sizi yok eder, günah işleyen bir millet halk eder ki, Allah’tan günahlarının affını istesinler. Allah da onları affeder. (Böylece Allah’ın affedici oluşu meydana çıkar)” (Müslim) Eğer kullar günah işlemeseydi; Allah (cc) günah işleyen bir kavim yaratırdı Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir: “Peygamber Efendimiz’e (asm): “Ey Allah’ın Resulü! Sizi gördüğümüzde kalbimiz inceliyor ve ahiret ehlinden oluyoruz. Ama sizden ayrıldığımızda dünya hoşumuza gidiyor; kadınlara ve çocuklara yaklaşıyoruz.” dedik. Resulullah (asm): “Eğer her zaman benim yanımda bulunduğunuz üzere olsanız, melekler sizinle musafaha eder ve sizi evlerinizde ziyarete gelirlerdi. Eğer siz günah işlemeseydiniz Allah, bağışlayabilmek için günah işleyecek bir kavim yaratırdı.’ buyurdular…” (İmam Ahmet, Tirmizî) Günah işlememek kişiyi ucba düşürür “Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucba (ibadetlerle gururlanma) düşeceğinizden korkarım.” (Terğib ve Terhib) Günahlardan kaçınmak bütün amellerden daha kıymetlidir “Ufacık bir günahtan kaçınmak bütün cin ve insanların ibadetleri toplamından daha iyidir.” (Riyaz’üs Nâsihin) Mü’min kendi günahını dağ gibi görmelidir “Mü’min günahını dağ gibi görüp, üstüne düşeceğinden korkar. Münafık ise, burnunun üzerine konan ve hemen uçacak sinek gibi görür.” (Buharî) Günah işlemek kişinin aklını noksanlaştırır “Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.” (İmam-ı Gazâlî)

sorusorcevapbul .com 01 Ocak
Konu resmiKültür-Sanat
Kültür ve Medeniyet

Akif'in 75 yıllık anıları gün ışığına çıktı Mehmet Akif Ersoy'un, aile fotoğrafları, imzalı Safahat’ları, dostlarına ve ailesine yazdığı mektuplar İstiklâl marşı hatıraları ve muallimlik zamanına ait imtihan kâğıtları sergileniyor ‘Vefatının 75. Yılında Mehmet Âkif Ersoy Sergisi’nin ilki, Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde açıldı.Türk Telekom’un altı aylık bir çaba sonunda hazırlıklarını tamamladığı ‘Vefatının 75. Yılında Mehmet Âkif Ersoy Sergisi’nin ilki, Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde açıldı. 11 Aralık’a kadar gezilebilecek sergi, 17-31 Aralık tarihlerinde İstanbul Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’ne taşınacak. Vefatının 75. yılı nedeniyle Türk Telekom’un düzenlediği Mehmet Âkif Ersoy Sergisi, İstiklal Marşı şairinin aile fotoğrafları, imzalı Safahat’ları, dostlarına ve ailesine yazdığı mektuplar, ilk meclis dönemi belgeleri, İstiklâl marşı hatıraları, darülfünun muallimliği zamanına ait imtihan kâğıtları ve vefatından sonra yapılan anma toplantılarıyla ilgili dokümanlardan oluşuyor. Sergi, Mehmet Âkif’in hatırasına yakışır büyüklükte ilk kez bu kadar orijinal belgeyi bir araya getiriyor. Özel koleksiyonlardan alınan ve ilk kez gün yüzüne çıkacak olan sürpriz belgeler de var. Ömer Faruk Şerifoğlu’nun küratörlüğünde hazırlanan 75 Yıl Sergisi’nde, Mehmet Âkif’in vefatına (27 Aralık 1936) kadar olan döneme ait orijinal belgeler yanında; 2011 yılına kadar yapılmış çalışmalardan da örnekler, kitaplar, hatıra paraları, ilk gün zarfları, dergilerin özel sayıları ve daha pek çok eser sergileniyor. 2011 yılı aynı zamanda Mehmet Âkif’in yazdığı ve Türk milletine armağan ettiği İstiklâl Marşı’nın 90. yılına denk geliyor. Mehmet Âkif’in iki yanında duran çocuklarla çekilmiş fotoğrafı ilk kez, Mithat Cemal’in Mehmet Âkif kitabında yayımlandı. Fotoğrafın altında “Mehmet Âkif ve torunları. (Ömer Rıza’nın çocukları)” yazıyordu. Bu yanlışlık günümüze kadar kitaplardan mecmualara, mecmualardan gazete sayfalarına taşınıp durdu. Oysa bu fotoğraftaki çocuklar, Mehmet Âkif’in iki oğlu Tahir (gözlüklü) ve Emin’di. Arap baharını anlattılar Arap bahar bir grup aktivist tarafından masaya yatırıldı. Arap baharını yerinde gözlemleyen gençler izlenimlerini aktardı. Moderatörlüğünü Gazeteci- Adem Özköse’nin yaptığı programda, Muttalip Tütüncü, Halil Anlar, Muhammet Halil Kaya, Selman Maltaş ve Abdurrahim Boynukalın, Mısır’dan Endülüs’e, Romanya’dan Tunus’a ve 7.2’lik depremin vurduğu Van’a kadar gözlemlerini paylaştı. İHH Konferans Salonu’nda düzenlenen konferansta, Tunus ve Mısır devrimi ile ilgili yorumlar dikkat çekti. Arap Baharı’nın ilk isyan ateşinin alevlendiği ve ayaklanmaların sembolü olan Buazizi’nin memleketi olan Tunus’a giden Muhammet Halil Kaya, devrim sonrası Tunus’taki son durumu “Devrim sonrası bir kaos ortamı bekliyordum ama gördüklerim beni şaşırttı. İnsanların mutlu bir yaşam sürmeye devam ettiğini gördüm. Halkın şu an ulaşılan durumdan memnun olduğu apaçık ortada.” diye özetledi. Kuran-ı Kerim tuvale aktarılıyor Ressam Ziya Buyuk, Kuran-ı Kerim'i, ince bir fırçayla tuvalin siyah fonuna taşıyor. Buyuk'un ''dünyada ilk olduğuna'' inandığı çalışma tamamlandığında, Kuran-ı Kerim'in bütün ayetleri, 5 metre genişliğinde 2,5 metre uzunluğundaki tuvale aktarılmış olacak. Çalışmalarını Hamamönü-sanat sokağındaki atölyesinde yürüten Buyuk, hafız ya da hat sanatçısı olmadığını, ancak mitolojiye ve dinler tarihine büyük merakı bulunduğunu belirterek, yazım sürecine 1 ay önce başladığını ve çalışmanın yaklaşık 1 yıl süreceğini kaydetti. Nesilden nesile Osmanlı eserleri sergisi Koleksiyoner ressam Adil Menemencioğlu, Astoria'da "Nesilden Nesile Hat, Ebru, Minyatür ve Gravür" isimli bir sergi düzenledi. Sergide Osmanlı Cihan Devleti'nin ihtişamını gözler önüne seren yüzlerce eser yer aldı. Hat, tezhip, minyatür, ebru, kalemişi, kaatı, resim, gravür, taş baskı, elyazması ve Osmanlı tekstil ürünlerinden oluşan sergide nesilden nesile, ustadan ustaya aktarılan Osmanlı kitap sanatlarındaki gelişime şahit olmak mümkün...Güncel mimari unsurlar taşıyan Astoria'nın sanat ve estetik unsurlara tahsis edilmiş  koridorunda sergilenen Osmanlı şehir ve cemiyet hayatına ilişkin gravüler, taşbaskılar ve minyatürler bir yandan Osmanlı'nın şehircilik ve mimari düşüncesine ışık tutarken diğer yandan eskimez Osmanlı medeniyetinin ihtişamına atıfta bulunuyor. Sergi ziyaretinde görüştüğümüz Ressam Adil Menemencioğlu, serginin amacını Osmanlıdan günümüze sanat eserlerini İstanbul'un orta yerinde kamuoyunun ilgisine arz ederek gönüllerde eskimez medeniyetimize ait kapılar açılması olarak özetliyor ve ekliyor: "Osmanlı sanat eserlerine ilgi her geçen gün artıyor. Bu keyfiyet sadece Türkiye'ye özgü bir durum değil, Avrupa insanı da Osmanlıyı keşfetmeye başladı. Edebiyat Mevsimi ödüllerini dağıttı Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü'nün desteğiyle gerçekleştirilen 3. İstanbul Edebiyat Festivali, atölye çalışmalarından açık oturum ve panellere, film gösterimlerinden konserlere kadar 20 farklı etkinliğe sahne oldu. Festivalin son günü 'Edebiyat Mevsimi Büyük Ödülleri'ni kazananlar, TYB İstanbul Şubesi Başkanı Ali Ural tarafından açıklandı. "2011 Edebiyat Mevsimi Büyük Ödülü'', 'roman' dalında Emine Işınsu'ya, 'deneme' dalında Nurdan Gürbilek'e, 'hikâye' dalında Necati Mert'e, 'şiir' dalında ise Sedat Umran'a verildi. Işınsu ödülünü İBB Kültür Müdürü Hüseyin Öztürk'ün; Nurdan Gürbilek, A. Ali Ural'ın, Necati Mert, yazar Hüseyin Su'nun, Sedat Umran ise Üsküdar Belediyesi Başkan Yardımcısı Ömer Saraç'ın elinden aldı. Diyanet "Helal Gıda"yı masaya yatırdı Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu helal gıdayı masaya yatırdı. “4. Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı” 26-28 Kasım tarihleri arasında Afyonkarahisar’da düzenlendi. Toplantıda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez 'helal' konusunun sadece bir beslenme konusu değil aynı zamanda bir ahlak konusu olduğunu belirtti. Görmez, "İnsanın yeme ve içmesini yönlendiren, normatiflik ifade eden ve birçoğu da formel durumdaki bu ölçülerin kaynağının yüce olması müteal bir varlığa dayanması ve sonuçlarının sadece dünyevi değil, uhrevi de olması önem derecelerini bir o kadar artırmaktadır. Hak dine dayanan bu normların ihtiva ettiği değerden kuşku duymadığımız aşikârdır. Amacımız bunların duygularımıza, davranışlarımıza güncel beslenme alışkanlıklarımıza ve ticaret ahlakımıza hükmedebilmesini sağlayacak bir çaba ortaya koyabilmektir. Bu uğurda şüphesiz önümüzde Allah'ın kelamı Kuran-ı Kerim ve onun bütün insanlığa numune-i imtisal olarak gösterdiği ve azim ahlak sahibi olarak ilan ettiği Hz. Peygamber'in örnekliği ve geleneğimizin birikimi bulunmaktadır. Hususiyetle, gıda olarak ürettiklerimiz ve tükettiklerimize müteveccih başta gelen Kur'an'ı ilke, bu helal olmasıdır. 'Ey insanlar; yeryüzünde bulunanların helalinden ve tayyibattan olanlarından yiyin' ilahi buyruğu, dikkatlerimizi bu kavramlara çeker." açıklamasını yaptı.    

Sena İKBAL 01 Ocak
Konu resmiSandukça
Kültür ve Medeniyet

“Nûn. Kaleme ve yazmakta oldukları şeylere yemîn olsun”                                                                                                        Kalem Sûresi, 1 NESL-İ CEDİT “İşte ey iki hayatın rûhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..” Bedîüzzaman Saîd Nursî (rh) “Bu yüzden çok yazdım!”                 Mektûbât müellifi, İmam-ı Rabbânî’ye çok uzun yazmasının sırrını sorduklarında şöyle cevap vermiştir:                 “Bize bütün yazılarımızın âhir zamanda gelecek olan Mehdî tarafından okunacağı ve hepsini makbul bulacağı bildirildi. Bu yüzden çok yazdım.”  DİVİTİN YANINDA MI? Bir hadisinde “Allah ilk olarak kalemi yarattı” diyen Sevgili Efendimiz (asm) bir gün ashâbıyla sohbet ederken, yanında bulunanlardan Hz. Hilâl (ra)’a: “Divitin yanında mı?”, diye sormuşlar. Onun “Hayır” demesi üzerine: “Yâ Hilâl, Diviti (kalemi) yanından ayırma, zîrâ kıyâmete kadar hayır divittedir.” buyurmuşlardır. KALEMİN MÜREKKEBİ  “Kalemin mürekkebiyle öyle bir vuruşu var ki, kılıcın şarabından, yani döktüğü kandan daha keskindir. Harap olup gitmeyecek bir yazar yoktur; ancak onun elinin yazdıkları dünya durdukça durur.”                  “Ellerinle kıyâmette gördüğün zaman seni sevindirecek olan şeylerden başkasını yazma!” Kâtip Çelebi ELMAS KALEM Kalemşörler bir süre sonra ‘kalem’ ismiyle anılırlar. Kalem tutmak sıfatları iken, bazı kalem erbabı için ‘kalem’ isim olmuştur. ‘Usta kalem’, ‘keskin kalem’, ‘hırçın kalem’ deriz bazı kalem ehline. ‘Kömür kalem’, ‘berbat kalem’ hatta ‘münkir, kalem’ diye tanınanlar bile olmuştur. Ama dünyanın rengini değiştiren, kalemini sadece Yaratan’ının rızası için kullanıp hidâyet rehberi olan ehl-i kalem için en lâyık sıfat ‘Elmas Kalem’ değil midir? EL VE DİL Lisan, hayat tarzının kelimelerle tezâhür etmesidir. Bunun için “Lisan, aynı ile insan” denilmiştir. Kezâ, İmam el-Cilî “Hak lisan, insan-ı kâmildir” der. Hayat tarzımızı altüst etmek için kollarını sıvayan bedbahtların, karanlık emellerine ulaşmak için önce dilimizin ifsat edilmesi gerektiğini düşünmemeleri imkânsızdı! ‘El’imizdeki ‘dil’, bir zamanlar ‘dil’imize uzanan ‘el’lerin ne kadar îmansız, amansız ve acımasız olduklarının en açık delili. Çünkü ‘el’imizdeki ‘dil’e Türkçe demeye şâhit dayanmaz! ‘El’imizdeki ‘dil’ ile muhteşem mâzimizle irtibat kurup parlak bir istikbâl tesis etmek ise hayalden de öte kof bir hülya!  “Yüksek debili bir su dalgası karşısında bu dalganın iç mekanizmasını ve gücünü hesap etmeden yapılan bireysel bir direniş ile gönüllü bir teslimiyet arasında netice itibariyle büyük bir fark yoktur. Her iki tepki de zamanla akıntıya sürüklenmek zorundadır. Akıntıya hükmederek onu müsbet bir yöne sevk edecek ve kullanacak olanlar hem kendi güç ve kapasitelerini hem de akıntının özeliklerini iyi bileneler ve bu bilgi ile birlikte baraj vs. gibi ara unsur ve araçları devreye sokabilenlerdir.” Ahmet Davutoğlu FECR-İ SÂDIK “İmsakın hakikati, fecr-i sadık (doğru fecir)tır. Fecr-i kâzibe ancak "kâzib, yalancı" kaydıyla fecir denir. Bunun için günün başlangıcının ve imsakın vacib oluşunun, fecr-i sadıkın başından başladığına dair icma (ittifak) vardır. Böyle olmakla birlikte buna şöyle bir soru yönetilmiştir: Beyaz ipliğe benzeyen sabah beyazlığı, fecr-i kâzibin beyazlığı olmalıdır. Çünkü bu, dik ve uzun olduğundan ipliğe benzer. Fecr-i sadıkın be yazı ise ufukta daire şeklinde olur. Bu yüzden imsakın, fecr-i kâzibden başlaması lazım gelmez mi? Cevab: Lazım gelmez. Çünkü yemenin haramlığını gösterece k olan beyazlık miktarı, fecr-i sadıkın başlangıcı ve ilk anıdır. Fecr-i sadık, ilkin yayılmadan önce küçük ve ince olur. Ufukta daire şeklinde olması, ipliğe benzetilmesine engel değildir. Hatta fecr-i kâzib ile fecr-i sadık arasında şöyle bir fark vardır: Fecr-i kâzib incecik doğar, fecr-i sadık önce incecik görülür ve uzayarak yükselir.” Elmalılı Hamdi Yazır İTTİHAD-I İSLÂM Bizim basın tarihinde ‘ittihad-ı İslâm’ fikrinden bahseden yazılar önce Ekim 1873’te Basiret gazetesinde çıkmıştır. Mevzu hakkında ilk yazı yazan da Ticaret-i Bahriye Mahkemesi Zabıt Kâtibi Esad Efendi’dir. Esad Efendi’ye göre İslâm tarihi aslında bir İttihad-ı İslâm tarihidir ve Osmanlı Devleti kurulduğunda ‘kâffe-i Müslimîn için bir merci ve hâmi’ olmuştur. “Dîn-i İslâm vahdet-i kelimeyi [tevhidi] emrettiği cihetle bizde vâsıta-i ittihad [birlik sebebi] cihet-i câmia-i İslâmiyettir.” diyen Esad Efendi, ittihad-ı İslâm’ı bedevilere ve insanlığa medeniyet götürmenin yegane yolu olarak görür. Namazın cemaatle kılınmasındaki ehemmiyetten yola çıkarak her ibadette ittihada işaret eden taraflar olduğuna dikkat çeker. Esad Efendi, ittihadın esas vasıtalarından birisinin de ‘dil birliği’ veya ‘alfabe birliği’ olduğuna dikkat çeker ve Müslümanlar arasında ortak dilin Osmanlıca olması gerektiğini söyler.                 1899’da sürgünde ölen Esad Efendi’nin bu hayali henüz gerçekleşmedi. O tarihten sonra memleketin başına gelenleri görse idi şayet ümidini koruyabilir miydi acaba? Bir çoklarının artık elini eteğini çekip kıyameti beklediği en karanlıklı gecelerden daha karanlıklı fitne döneminde ancak Bediüzzaman Hazaretleri cesaretle ‘İttihad-ı İslâm’ ve ‘Fecr-i Sâdık’ fikirlerini projelendirmiş ve Müslümanların ayrılığından beslenen zındıka komitelerine dünyayı dar etmiştir.

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak