
Mart ayı bizim için zaferler ve hüzünler ayıdır. Fırtınaların başladığı, ‘baharistan’ın ilk emarelerinin görüldüğü bereket müjdecisi bir vakittir Mart. ‘Çanakkale’ kapağı ile çıkan 64. sayımızda bu hali okuyacak, bu havayı soluyacaksınız. Bazı sayfalarda ‘ulvi bir hüzün’, bazılarında ise ‘Rabbani bir aşk’ hissedeceksiniz. Kışın, görünüşte soğuk ‘beyaz kefen’ini üzerinden atan ve diriliş dönemine “Bismillah!” diyen arz gibi semanın da tüm ordularıyla geçit resmine hazırlandığı, yüzbinlerce varlığın haşrolacağı ve ‘hayat’ mucizesini dünyanın sakinlerine teşhir edeceği bereketli bir mevsimin kapısıdır Mart. *** İslâm dünyası da ‘baharistan’a “merhaba!” demek istiyor. Bir buçuk milyarı aşkın Müslümanın %54’ü 26 yaşın altında ve bu üçüncü nesil gençlik, bugün, küresel ahlak anarşizmine inat, ülkelerinde yeni bir asr-ı saadet yaşamak için mücadele ediyorlar. Şehitler veriyorlar, harbin içinde pişip olgunlaşıyorlar. Bu ihtişamlı diriliş ve izzetli direnişin meyvelerini devşirmek için ‘baharistan’ sınırlarındaki muzır mahlukların tahribatının engellenmesi ve İslâm dünyasının en büyük hazinesi olan genç nüfusunun her yönden eğitimi için akıl ve insaf sahibi kişi ve kurumların seferberlik ilan etmesi lazım. Fırtınalar çürük odunları sağlam ve gürbüz ağaçlardan ayırır; yıkılanlar yakıt olur, ayakta kalanlar fabrika! Meyve fabrikası! Vefatının 52. senesinde rahmet ve şükranla andığımız Aziz Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Gül ve Nur Fabrikaları olmasa idi halimiz nice olurdu? Onlar kışın en çetin dönemlerinde inşa ettiler bu fabrikaları ve sistemleri. Tedbirde, takvada, dirayette, cesarette, hikmette, iffette, şecaatte bir ‘Peygamber varisi’nin vakar ve maneviyatı ile bizlere örnekler oldular. ‘Baharistan’ın mazeretsiz vatandaşları olan bizler bu ‘mübarek mirası’ istikbale taşımaya çalışıyoruz bugün. *** İrfan Mektebi, 6. yılında memleketimizin ve İslâm dünyasının baharına kalemlerle hizmet etme gayretinde. Takdir etmeyi tenkit etmekten daha iyi bilen ve tatbik eden, kadirşinas, hakşinas okurları ve ilim ve irfan meftunu muhakik yazarlarıyla yoluna devam ediyor İrfan Mektebi. Dua ve desteklerinizi istirham ederek...

Her namazdan sonra yapılan duâ Bir gün mü’minlerin annesi Hz. Âişe (ra), Peygamber Efendimiz’e (asm) “Yâ Resûlallah! Bana duâ et.” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) “Allahım, Âişe’nin geçmiş, gelecek, gizli ve açık bütün günahlarını bağışla.” diye duâ edince, Âişe vâlidemiz sevinçten ne yapacağını bilemedi. Peygamber Efendimiz (asm) “Yâ Âişe! Duâm seni çok mu sevindirdi?” diye sordu. Hz. Âişe (ra) “Nasıl sevindirmesin yâ Resûlallah.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm) “Ey Âişe! Allah’a yemin ederim ki ben bu duâyı her namazdan sonra bütün ümmetim için yapıyorum.” buyurdular. (Bekir Nas, Denize Varan İzler) “Molla Said gel beni ziyâret et, gideceğim” Bitlis meşâyihinden Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretleri’nin Bedîüzzaman Hazretleri’ne bedduâ ettiğini birisi yalandan söyler. Bunun üzerine Üstad Hazretleri, Şeyh’i ziyârete gider. Şeyh Hazretleri Üstad’a iltifat eder. Ve teberrüken bir ders verir. İşte Üstad Hazretleri’nin en son aldığı ders bu derstir (Üstad bu sıralarda 16 yaşındadır). Bir gün Üstad Hazretleri rüyâsında Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretleri’ni görür. Kendilerine hitâben “Molla Said gel beni ziyâret et, gideceğim.” der. Üstad Hazretleri de hemen gidip ziyâret eder. Sonra Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretleri kaybolunca uyanır. Saate bakar, yedidir. Tekrar yatar. Sabahleyin şeyhin hanesinden matem seslerinin yükseldiğini işitir. Oraya gider. Gece saat yedide vefat ettiğini işitir. Sevr Dağı Peygamber Efendimiz (asm) ve Hz. Ebû Bekir (ra), Mekke’den Medine’ye hicret etmek için yola çıktıklarında takvimler, 9 Eylül 622’yi gösteriyordu. İki kutlu yolcu Sevr Dağındaki bir mağarada üç gün konakladılar. Müşrikler, bu mağaranın kapısına kadar geldikleri hâlde içerideki, üçüncüleri Allah olan, iki yolcuyu fark edemediler. Üç günün sonunda, önceden sözleşilen bir rehber develerle birlikte Sevr Dağı’na geldi. Ve Medine’ye doğru sâhil yolundan yola çıktılar. İşte bu hâdiselerin geçtiği Sevr Dağı, Mescid-i Haram’a üç km uzaklıktadır. Dağın deniz seviyesinden yüksekliği 748 metre, dağ eteğinden yüksekliği ise 458 metredir. 07 Mart 628 Hudeybiye antlaşması imzalandı Peygamber Efendimiz’in (asm) ve ashâbının Mekke’den ayrılışının üzerinden 5 seneden fazla bir zaman geçmişti. Peygamber Efendimiz (asm) ve ashâbı Mekke’yi çok özlüyorlardı. Bir gece Peygamber Efendimiz (asm) rüyâsında Kâbe’yi tavaf ettiğini gördü. Bunun üzerine aldıkları karar doğrultusunda yaklaşık 1500 sahâbe ile birlikte Mekke’ye doğru umre yapmak için yola çıktılar. Bu mübârek kafile Mekke’ye 17 km uzaklıktaki Hudeybiye’de konakladı. Bu sırada henüz Müslüman olmayan Halid bin Velid komutasındaki 200 kişilik bir müşrik süvârî birliği Hudeybiye’ye geldi. Gelişen bu olaylar üzerine müşrikler, Süheyl bin Amr riyâsetindeki bir heyeti barış antlaşması yapmak üzere Peygamber Efendimiz’in (asm) yanına gönderdiler. Müslümanlar ve müşrikler arasında imzalanan Hudeybiye Antlaşması zâhiren Müslümanların aleyhinde görünen ama neticeleri îtibâriyle İslâmiyet’in daha da gelişmesini sağlayan bir antlaşma olarak târihe geçmiştir. 17 Mart 1406 İbn-i Haldun vefat etti İbn-i Haldun, 1332’de Tunus’ta dünyaya gelmiştir. İlk derslerini âlim bir zât olan babasından aldı. Daha sonra devrinin büyük âlimlerinin yanında tahsil hayatını devam ettirdi. İlk olarak Tunus Sultanı Ebû İshak’ın kâtipliğine getirilmesiyle birlikte siyâsî hayatı başlamış oldu. Daha sonra Kuzey Afrika ve Endülüs’te farklı hanedanlar adına elçilik ve başvezirlik görevlerinde bulundu. Bu arada ilmî faaliyetlerini de devam ettirmekteydi. Meşhûr eseri Mukaddime’yi 1374 senesinde tamamladı. Yazacağı El-İber isimli tarih kitabının önsözü olarak tasarladığı Mukaddime’de, gördüğü ve yaşadığı olaylardan edindiği sosyal, insanî ve siyâsî izlenimleri güçlü analizlerle ele aldı. Bu sebeple sosyolojinin, siyâset ilminin ve siyasî iktisâdın kurucusu sayılmaktadır. Yedi ciltlik El-İber isimli târih kitabının müsveddesini de dört yılda tamamladı. 1382’de Mısır’a gitti. Memlûk Sultanı Berkuk’un ilgisini çekti ve El-Ezher Medresesine müderris olarak atandı. Daha sonra kadılık vazifesi de kendisine verildi. Emir Timur’la Memlûk Sultanı arasındaki anlaşmazlığı sulh yoluyla çözmeyi başardı. 1406’da Kahire’de vefat etti. 24 Mart 1517 Süveyş Kaptanlığı kuruldu Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordularının Memlûk Devleti’ne son vererek Suriye’yi ve Mısır’ı fethetmeleri üzerine; ticâret ve Hac yollarının emniyet altına alınabilmesi için Süveyş’te bir kaptanlık kurulmuştur. Yavuz Sulan Selim’in fermanıyla kurulan bu kaptanlığın başına da ilk olarak Selman Reis getirilmiştir. Bu kaptanlığın faaliyetleri neticesinde kısa zamanda hem Akdeniz’de hem de Kızıldeniz’de Osmanlı hâkimiyeti sağlanmıştır. Ayrıca Hint Okyanusunda faaliyet gösteren Portekizlilerle mücâdele etmek için Süveyş’te bir gemi filosu inşâsına başlanmıştı. Hint Okyanusunda yapılan mücâdelelerde önemli bir üs konumuna gelen Süveyş Kaptanlığına 17. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren Hint Kaptanlığı denilmiştir.

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “Cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (Zariyât, 56) Bu âyet-i kerimenin ifade ettiği gibi, iman ve ibâdet insanı, gerçek insan eder. Hatta insanı bütün varlıkların sultanı haline getirir. Zira Allah’a kul ve köle olana, bütün varlıklar hizmetkâr olur. Allah’ı inkâr ise insanı, hastalık ve ölüm gibi düşmanlara karşı gelemeyen gâyet âciz, fakat tahribat noktasında canavar bir hayvan haline getirir. Acaba bütün varlık âlemini canlılara hizmetkâr, canlıları da insanın hizmetine vererek onu varlıklara sultan ve yeryüzüne halife yapan Allah’ın, o insana kendini tanıttırmaması ve bildirmemesi mümkün müdür? İşte bunun için Cenâb-ı Hakk, insanın vicdanında, insanı Allah’a bağlayan iki bağ ve ona açılan iki pencere vermiştir. Birisi insandaki nihâyetsiz âcizlik, diğeri ise sonsuz fakirliktir. Gerçekten insan âciz olduğundan, aşırı soğuk ve sıcaktan tut, dünyadaki bütün musibet, bela ve ölümler, kendisini istemeyen bir kısım insanlardan ta nefis ve şeytana kadar onu rahatsız eden hadsiz düşmanları bulunur. İnsan, bu düşmanlardan dolayı sıkıntıya düştüğü anda, o düşmanlarına karşı âcizliğini defedecek bir güce sığınır. Buna en bariz delil ise, her sıkıntıya düşenin ağlayıp sızlaması, feryad edip başkalarından yardım dilemesi ve her hastanın doktora müracaat etmesidir. Evet, düşmekte olan bir uçakta, batmak üzere olan bir gemide hiçbir ateist bulunmaz. Hatta Firavun’un bile boğulmak üzere iken “Musa’nın Rabbi’ne inandım.” demesi buna güzel bir örnektir. Bu âcizlikle beraber insanda nihâyetsiz bir ihtiyaç ve fakirlik de bulunur. Yokluktan varlığa çıkmaya, hayatını devam ettirmek için vücudundaki bütün âzâ ve cihazlara, teneffüs ettiği havaya, içtiği suya ve yediklerinden tut ta cennetteki ebedi saadet ve Cemalullahı görmeye kadar, maddî ve manevî ihtiyaçları bulunur. Hâlbuki bu ihtiyaçlarını gideremeyen bir cüz-i ihtiyariden başka hiçbir sermayesi de bulunmuyor. İnsan; sebepler ve tabiat gibi varlıklara da baktığında onların da başkasının yardımına muhtaç ve kendisi gibi âciz ve fakir olduğunu görür. Öyle ise bu durumdaki insan, ancak nihâyetsiz Kudret ve Rahmet sahibi bir Zâtın yardımıyla ihtiyacını giderebilir. O yardıma ulaşmak, âyet-i kerimede ifade edildiği gibi, ancak ibâdet ve dua ile mümkündür. Bu hususta birkaç esası beyan etmeye çalışacağız: Malum olsun ki, canlıların arasında insana verilen nihâyetsiz âcizlik ve fakirlik, onun perişan ve hakir bir duruma düşmesi için değildir. Belki insan o nihâyetsiz âcizlik ve fakirliğini anlayarak nihâyetsiz Kudret ve Rahmet sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a sığınmakla, varlıkların en şereflisi haline gelmesi için verilmiştir. Buna binaen yaratılışımız Allah’a yalvarıp ibâdet etmemizi gerektirdiği gibi, iman dahi acz ve fakrımızın giderilmesi için dua ve ibâdet etmemizi kat’i bir vesile olarak ister. Cenâb-ı Hak dahi قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ (Ey Resûlüm!) De ki: “Eğer duânız olmasa, Rabbim size ne diye ehemmiyet versin?” ferman ediyor. Hem, ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ وَقَالَ رَبُّكُمُ Rabbiniz buyurdu ki: “Bana duâ edin, size icâbet edeyim (duânıza cevab vereyim)!” Emretmekle insanın, ancak dua ve ibâdet ile insanlığını muhafaza edip, bir değer ve kıymete sahip olabileceğini kesin olarak ifade eder. Bundan anlaşıldığı gibi gerçek hürriyet ve özgürlük ancak Allah’a hakkıyla kul olmakladır. Allah’a kulluk vazifesini ihmal eden o nisbette nefis ve şeytana esir düşer. Âlemde iki alan vardır. Birincisi, Rubûbiyet alanıdır. Yani her şeyi yaratıp yararlı hale getirmek, muhtaç olanları rızıkla besleyerek büyütüp terbiye etmektir. Bu alandaki bütün işler, âlemlerin Rabbine mahsustur. Hakikat noktasında her şeyi yaratan ve yapan ancak O’dur. Zira Cenâb-ı Hakk’ın birliği ve celali böyle iktiza eder. Evet, kâinatta gerçek tesir sahibi olacak ancak O’dur. O’ndan başka yaratan, rızık veren ve terbiye eden yoktur. İkincisi de ubûdiyet alanıdır. Bütün varlıkların kendilerini yaratıp terbiye eden âlemlerin Rabbine karşı الحمد لله رب العالمین yani başlangıçsızlıktan sonsuzluğa kadar, her kimin her kime karşı övgü, teşekkür ve itaati varsa, bütün âlemdeki o ibadetlerin, duaların ve yapılan vazifelerin hepsinin Cenâb-ı Hakk’a karşı yapıldığını ve yapılması gerektiğini bilmektir. İşte Kur’ân’ın vazifesi; bu Rubûbiyet alanındaki bütün icraatları ve mükemmellikleri beşere ders verip anlatmak olduğu gibi, aynı zamanda ubûdiyet alanındaki cinlerin ve insanların, Cenâb-ı Hakk’a karşı ne yapmaları ve O’nu nasıl tanımaları lazım geldiğini ve bütün varlıkların asıl vazifelerinin ne olduğunu izah etmektir. Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikati şu şekilde izah etmektedir: “Gafil olan insan, kendi vazifesini terk eder, Allah’ın vazifesiyle meşgul olur. Evet, insan, gafletten dolayı iktidarı dâhilinde kolay olan ubûdiyet vazifesinin terkiyle, zaîf kalbiyle ağır olan rubûbiyet vazifesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatını kaybetmekle âsi, şakî, hâin adamların zümresine dâhil olur. Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silâhını vermektir. Binaenaleyh erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip -meselâ ticaretle- iştigal eden bir asker, eşkıya ve hâin olur. Bu itibarla insanın Allah’a karşı vazifesi ubûdiyettir. Terk-i kebâir takvadır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır. Amma gerek nefsine, gerek evlâd ve taallukatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah’ın vazifesidir. Evet, madem hayatı veren odur. O hayatı koruyacak levâzımatı da o verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için depolarda cem’ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttirdiği gibi, Cenâb-ı Hak da hayat için lâzım olan levâzımatı küre-i arz deposunda yaratıp cem’ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atâlet, betâlet azabından kurtulsun. Ey insan! Anne karnında iken, tıfıl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana! Her bahar mevsiminde yeryüzünde yaratılan enva’-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına getirip sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah sana insaf versin! Hülâsa: Allah’ı ittiham etmekle işini terk edip Allah’ın işine karışma ki nankör ve âsiler defterine kaydolmayasın. ” (Mesnevi-i Nuriye) Cenâb-ı Hakk bütün kardeşlerimizle birlikte ubûdiyet vazifesini hakkıyla yapan, Rububiyet-i ilahiyeye karşı da taksiratta bulunmayan kullarından eylesin. Âmin.

Allah’ın sıfatları olduğu gibi, isimleri de vardır. Onlara “Esma’ül Hüsnâ” yani “En güzel isimler” denilir. Bu konuda bir âyet şöyledir: “En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle duâ ediniz! Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (A’râf, 180) Allah’ın zâtı bir, fakat isimleri pek çoktur. Bu konuda Peygamberimiz (sav) “Allah’ın 99 ismi vardır, kim onları sayarsa cennete girer.” (Buhari, Tirmizi) buyurmuştur. Allah’ın isimlerinin çok olması, yapılan icraatların çokluğundan dolayıdır. İSİMLERİN SINIFLANDIRILMASI İmam Gazali, Allah’ın isimlerini dört kısma ayırır: Allah’ın zâtına delâlet eden isimler. (Allah, Rahman, Rab, İlah vb.) Tenzihî sıfatlara delâlet eden isimler. (Evvel, Ahir, Baki, Ehad, Vahid, Kayyum, Samed vb.) Subutî sıfatlara delâlet eden isimler. (Alim, Semi, Basir, Kadir vb.) Fiilî sıfatlara delalet eden isimler. (Muhyi, Mümit, Rezzak, Gaffar vb.) (Bkz: İmam Gazali İtikatta İktisad) İsimlerin ekseriyeti fi’lî sıfatlara delalet eden isimlerdir. ALLAH Allah lafza-i celali, bu kâinatı yaratan Allah’ın özel ismidir. Allah lafza-i celali, Allah’ın mükemmelliğini gösteren bütün sıfatlarını ve isimlerini tazammun eder, içerir. Çünkü lafza-i Celal, Allah’ın mükemmel sıfatları olan zâtına delalet eder. İslâm âlimleri “Allah” ismini tarif ederken “Kendisine ibâdet edilen ve ibâdete en layık olan Hak mabud”, “Ulûhiyet ve Rubûbiyet sıfatlarını tazammun eden zât”, “Vâcibu’l-Vücud, ezelî ve ebedî olan zât”, “kâinatın yaratıcısı” diyerek tarif etmişlerdir. (Kurtubî) Bazı âlimler Allah lafza-i celali için Allah’ın en büyük ismi ve ism-i A’zamdır demişlerdir. İSM-İ A’ZAM İsm-i A’zam, Allah’ın en büyük ismi manasına gelir. Bazı hadislerde onunla duâ edildiği zaman Allah’ın duâları kabul edeceği rivayet edilmiştir. Âlimlerden bir kısmı “Allah’ın küçük ismi olmaz, O’nun bütün isimleri A’zamdır, büyüktür.” diyerek isimler içinde birisinin İsm-i A’zam olmasını reddetmişlerdir. Âlimlerin ekseriyeti ise pek çok hadislerden yola çıkarak İsm-i A’zam’ı kabul etmiş, fakat onlar da İsm-i A’zam’ın hangi isim olduğunda ihtilafa düşmüşlerdir. (Bkz: Celalettin Suyuti, El-Havi Lil-Fetavi, Darül Kütüb’ül İlmiye, Beyrut, 1988, c, 1, s, 394) Üstad Bediüzzaman’ın İsm-i A’zam hakkında yaptığı izahlar âlimlerin bütün görüşlerini uzlaştıracak, birleştirecek mahiyettedir. Şöyle der Üstad: “İsm-i A’zam gizlidir. Ömürde ecelin, ramazanda kadir gecesinin gizlenmesi gibi, isimler içinde de İsm-i A’zamın gizlenmesinin de mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakikî İsm-i A’zam gizlidir, havassa [yüksek tabakaya, velilerin büyüklerine] bildirilir. Fakat her ismin de A’zamî [yüksek] bir mertebesi var ki o mertebe [o isim için] ism-i A’zam hükmüne geçiyor. Velilerin ism-i A’zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali r.a.'ın Ercuze namında bir kasidesi “Mecmuatü'l Ahzab” [adlı kitap] da var. İsm-i A’zamı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazalî onu “Cünnetü'l-Esma” namındaki risalesinde, Hazret-i Ali'nin zikrettiği ve Ism-i A’zamı kuşatmış olan o altı ismi şerh ederek, özelliklerini de beyan etmiştir. O altı isim de, ‘Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs' isimleridir.” (Barla Lahikası) Üstad, 30’uncu Lem’a Risalesi’nde bu 6 ismi şerh-eder. Orada şöyle der: “İsm-i A’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ İmam-ı Ali radıyallahü anh hakkında [İsm-i A’zam]; “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” altı isimdir. Ve İmam-ı A’zam'ın İsm-i A’zamı: “Hakem, Adl” iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam'ın İsm-i A’zamı, “Ya Hayy!”dır. Ve İmam-ı Rabbanî'nin İsm-i A’zamı “Kayyum” ve hakeza pek çok zatlar daha başka isimleri, İsm-i A’zam görmüşlerdir.” (Lem’alar, s. 399) Hülasa; Allah’ın gizli olup bazı sevdiği kullara açtığı bir İsm-i A’zam’ı vardır. Bununla beraber, Allah’ın her isminin de bir mertebe-i a’zam’ı vardır. Bu mertebenin sırlarını Allah bazı kullarına açar ve o isim, onun için, İsm-i A’zam olur. Bu yönüyle Allah’ın her bir ismi, İsm-i A’zam özelliği taşıyabilir. FİiLÎ İSİMLER Üstad Bediüzzaman, şöyle der: “Şunu iyi bil ki Allah’ın [zâtına delalet eden] zatî isimleri olduğu gibi, [fiillerine, yaptığı icraatlara delalet eden] Gaffar, Rezzak, Muhyi, Mümit ve emsali gibi çeşitli fiili isimleri de vardır. Bu isimlerin çeşit, çeşit olması ve çokluğu kudret-i ezeliyenin kâinatın nevlerine olan taallukunun [ilişkisinin] çokluğundan dolayıdır.” (İşârâtu’l-İ’câz) Bir sultan kendi hükûmetinin her bir dairesinde değişik unvanlarla, isimlerle anılır. Meselâ, ona idari yönden sultan denilirken ordunun başında olduğunda başkomutan denilir. Keza dini, ilmi işlere başkanlık etmesi yönünden halife, adliye dairesinde davalara bakarken hâkim denilir. Buna kıyasen, bir tek padişah, saltanatının dairelerinde, hükümetin değişik mertebelerinde bin isim ve unvana sahip olabilir. Bu misalden yola çıkarak nasıl bir padişah yaptığı icraatlara göre değişik isimler alıyorsa ondan daha haşmetli, daha yüce bir şekilde Allah’ın da yaptığı icraatlara göre değişik isimleri vardır. Örneğin, Allah, kâinatın sahibi olduğu için “Malikü’l-Mülk” ve “Melik”tir. Varlıkları yarattığı için “Halık”tır. Onları terbiye ettiği için “Rab” ve “Rabbü’l-Âlemin”dir. Canlılara hayat verdiği için “Muhyi”, suretlendirdiği için “Musavvir”, nimet verdiği için “Mün’im”, rızık verdiği için “Rezzak”, öldürdüğü için “Mümit” isimlerini alır. Misalleri çoğaltmak mümkündür. [1] CELALÎ, CEMALÎ VE KEMALÎ İSİMLER Mutasavvıflar ve âlimler, fi’lî sıfatlara delalet eden isimlerin, “Celalî” ve “Cemalî” olmak üzere iki kısım olduğunu söylemişlerdir. Azamet, yücelik, şiddet, kahır gibi manaları olan Aziz, Kahhar, Şedidü’l-İkab gibi isimler Celalî isimlerdir. Lütuf, ihsan, güzellik, şefkat, bağışlama manasına gelen Latif, Muhsin, Cemil, Gafur, Gaffar, Rahman, Rahim gibi isimler de Cemalî isimlerdir. Keza cennet Allah’ın cemaline; cehennem ise, Allah’ın celaline mazhar olmuştur. Bunların dışında kalan ve hem celâl hem de cemal manalarını içeren Hafiz, Evvel, Ahir, Zahir, Batın, Habir, Basir gibi isimlere bazı mutasavvıflar Kemalî isimler demişlerdir. ALLAH’IN İSİMLERİ 99 MUDUR, YOKSA BAŞKA İSİMLERİ DE VAR MIDIR? Yukarıda zikrettiğimiz gibi Peygamberimiz (sav) “Allah’ın 99 ismi vardır, kim onları sayarsa cennete girer.” buyurmuştur. Fakat bazı rivayetler Allah’ın isimlerinin 99’dan fazla olduğunu da ima etmektedir. Örneğin Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde şöyle bir hadis vardır: “Üzüntü ve kederle karşılaşan bir kimse, ‘Allahım! Ben senin kulunum, erkek ve kadın kullarının da oğluyum. Benim perçemim senin (kudret) elindedir. Hakkımda hükmün caridir. Hakkımda kaza ve takdirin adildir. Ben senden, kendini isimlendirdiğin veya yarattığın mahlûkattan birisine öğrettiğin veya kitabında indirdiğin veya senin katında olan gayb ilminde seçtiğin bütün isimlerin hürmetine, Kur’ân’ı, kalbimin baharı, gönlümün nuru, hüznümün cilası (gidericisi), kederimin gidericisi kılmanı istiyorum.’ derse Allah, onun üzüntü ve kederini giderir, yerine ferahlık verir.”[2] Bu ve benzeri rivayetlerden yola çıkan İmam Gazali ve Fahrettin Razi gibi âlimler, Allah’ın isimlerinin 99’la sınırlı olmadığını, Allah’ın bu 99 isimden farklı ve fazla isimleri olabileceği kanaatindedirler. Fahrettin Razi, şöyle der: “Âlimler arasında Kur’ân ve sünnette Allah’ın mukaddes ve mutahhar bin bir isminin olduğu meşhurdur. Bazı vaaz kitaplarında gördüğüme göre; Allahu Teala’nın dört bin ismi vardır. Onların bini Kur’ân’da ve sahih hadislerde, bin tanesi Tevrat’ta, bin tanesi İncil’de, bin tanesi de Zebur’dadır. Bin adedin de Levh-i Mahfuz’da olup beşer âlemine ulaşmadığı söylenir. Ben derim ki bu kitaplarda söylenenler akıldan uzak değildir.”[3] “Eğer Allah’ın isimleri 99’dan fazla ise Peygamberimiz (s.a.v) niçin ‘Allah’ın 99 ismi vardır.’ buyurmuştur?” Sorusu akla geliyor. İmam Gazali, bu soruya şöyle cevap veriyor: Bir hükümdarın bin askeri olsa ve bir kimse dese ki: “Hükümdarın doksan dokuz askeri vardır ki kim onları alarak harbe girerse düşmanlar kendisine asla dayanamaz [o mutlaka galib gelir].” Hükümdarın bin askeri olduğu halde, burada sadece doksan dokuzunun söz konusu edilmesi, onun 99 askeri bulunduğu için değildir. Bilakis onlarla zafer hâsıl olduğu içindir. Çünkü bu 99 asker ya çok kuvvetlidir veya zafere ulaşması için bin askerden 99’u kâfi gelmektedir. Daha fazla askere ihtiyaç yoktur.[4] İmam Gazali’nin bu izahından, Peygamberimiz (s.a.v)’in “Allah’ın 99 ismi vardır, kim onları sayarsa, cennete girer.” hadisiyle, Allah’ın isimlerini sınırlandırmadığını, bilakis pek çok isim içerisinde Allah’ın 99 ismine dikkat çektiğini anlıyoruz. Yani Allah’ın 99’dan fazla isimleri var, fakat bu isimler içinde 99 ismin çok farklı bir hususiyeti de vardır. Bu hususiyet, Allah katında bu isimlerin ehemmiyetinden kaynaklanmaktadır. Kaynaklar [1] Sözler, Altınbaşak Neşriyat, s. 119, (24. Söz).[2] Müsned-i Ahmed, Çağrı yy, c. 1, s. 452.[3] Tefsir-i Kebir, Dar’ül Fikr, Beyrut, 1993, c, 1, s, 13 ve 160 (Tercüme, Akçağ y, c. 1, s. 3 ve 216)[4] İmam Gazali, Esma-ül Hüsna Şerhi, Elifbe y, s, 282. Benzer ifadeler için bkz: Taftazani, Şerhül Makasıd, Alemül Kütüb, 1998, c. 4, s. 348.

23 Mart 2012 tarihi, asırların beklediği büyük müceddid Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin âhirete irtihalinin 52. Senesi olması hasebiyle bu ayki yazımızı aziz Üstadımızın adıyla özdeşleşen “iman hizmeti”ne ayırmayı düşündük. ‘İkinci binin mücediddi’ olan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, “Kelâm âlimlerinden bir zât gelecek, bütün iman ve İslâm hakikatlerini aklî delillerle, tam bir vuzuh ile ispat edecek” diyerek o büyük Üstad’ın gelişini haber vermişti. İşte o iman müceddidinin bu vasfına işaretle hayrul halefi olan Ahmed Husrev Efendi ona yazdığı şiirinde, “İşte bu dehadır beklediği bütün asırların”(1) diyordu. O büyük hidayet serdarının iman hizmetine geçmeden evvel, o hizmetin temelini ve hazırlık safhasını teşkil eden hayatına kısaca bir göz gezdirelim. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, 1877 yılında, Bitlis vilayetine bağlı Hizan kazasının Nurs köyünde dünyaya geldi. Allah’ın lütfu ile deha derecesinde bir zekâ ve hafızaya sahipti. Dokuz yaşında başladığı medrese tahsilini on dört yaşında tamamlayarak çok genç yaşta icazet aldı. Âlimler tarafından sorulan suallere verdiği hızlı ve doğru cevaplar sebebiyle kendisine, Bediüzzaman lakabı verildi. Bediüzzaman zamanın harikası demektir. Bu arada fen bilimlerini de kendi gayretleriyle tahsil etti. Genç yaşta kazandığı bu yüksek ilmi seviyesi yanında, son derece takva, zühd ve sünnet-i seniye üzerine yaşaması sebebiyle insanların sevgi ve takdirlerini kazandı. Van’da on beş yıl müderrislik yaptıktan sonra, 1908 yılında otuz yaşındayken, o dönemde Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’a gitti. Din ilimleri ile fen bilimlerinin birlikte okutulması için hazırladığı Medresetüzzehra projesini saraya sundu. Üç sene kadar İstanbul’da kalarak yazdığı kitaplar, gazete makaleleri ve konferanslarla aktif bir şekilde İslâm’a hizmet etti. Yaptığı bu faaliyetlerle, âlimler, devlet adamları ve halk katında büyük itibar gördü. 1911 yılında Şam’a giderek içinde yüzden fazla âlimin bulunduğu on binden fazla bir cemaate hutbe irad etti. İslâm âleminin içine düştüğü manevi hastalıkları teşhis ettiği bu nutku büyük rağbet gördü ve Hutbe-i Şamiye adıyla basılıp neşredildi. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşında doğu bölgesini işgal eden Ruslarla harb etmek üzere talebeleri ile birlikte harbe iştirak etti. İki sene savaştıktan sonra, Bitlis’in işgali sırasında Ruslar’a esir düştü. Moskova’nın kuzey-doğusundaki Kosturma Vilayeti’nde iki sene esir kaldıktan sonra firar ederek 1918 yazında İstanbul’a döndü. O sırada İstanbul’da Diyanet Dairesi bünyesinde yeni kurulan Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye heyeti azalığına getirildi. Mehmed Akif Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi gibi zamanın en seçkin âlimlerinden oluşan bu ulema heyetinin gayesi, son zamanlarda ülkenin içine düştüğü buhranlardan kurtulması için manevî reçeteler sunmaktı. Fakat İstanbul’da bulunduğu aynı yıllarda, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmiş, bütün memleket Yunanlılar, Fransızlar ve İtalyanlar tarafından, başkent İstanbul ise İngilizler tarafından işgal edilmişti. İşgal altındaki İstanbul’da Bediüzzaman’ın ilk işi işgale karşı Hutuvat-ı Sitte isimli bir kitap neşretmek oldu. Bu kitapla işgalin halk tarafından benimsenmesi için çalışan İngilizlerin planlarını bozması üzerine, ölü ya da dirisini getirene vermek üzere başına ödül koydular. Bu arada tüm Türkiye’de işgale karşı başlayan kurtuluş mücadeleleri zaferle sonuçlanmıştı. Fakat bu sevindirici gelişmeyle birlikte memlekette farklı bir hava esmeye başlamıştı. Osmanlı’nın son zamanlarında gittikçe güçlenen imana zıt felsefî akımlar fikirlerini çok daha açıktan yaymaya başladılar. İşgalin sona ermesinden sonra Ankara üzerinden Van’a dönen Bediüzzaman Hazretleri, manevî hayatın gittikçe kötüye gitmesinden son derece muzdaripti. Onun bu üzüntülü halini gören dostlarının sebebini sormaları üzerine: “Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat Müslümanların başına gelen elemler beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum” diye cevab verir. Buna rağmen Said Nursî Hazretleri Allah’ın rahmetinden ümidini hiç kesmiyor ve dinsizlik cereyanlarına karşı Kur’ân’dan çareler arıyordu. Bu arada 1926 senesi baharında, Van’da inzivaya çekildiği mağaradan alınarak Isparta’ya sürüldü. Böylece vefatına kadar tam 34 sene sürecek olan bir sürgün, hapis ve işkence hayatı başlamış oldu. Fakat bu sürgün aynı zamanda onun “büyük iman cihadının” da başlangıcı oldu. Bütün iman hakikatlerinin ispatına ve kuvvetli tahkiki bir imanın kazanılmasına sebeb olan 130 risaleden ibaret Risâle-i Nur Külliyatı’nı bu dönemde yazdı ve bütün memlekete neşretti. BEDİÜZZAMAN’IN İMAN HİZMETİResul-ü Ekrem (asm) Efendimiz, ahirzamanda insanların içine düşeceği büyük tehlikeye karşı müminleri şöyle ikaz eder: “Karanlık gecenin parçaları gibi olan fitnelerden önce, hayırlı ameller işlemede acele edin. O fitne geldi mi kişi sabah mü’min olarak kalkar; fakat akşama kâfir olarak girer. Mü’min olarak akşama erer, fakat kâfir olarak sabaha ulaşır; dinini basit bir dünya menfaatine satar.” (2) Bu gibi pek çok hadislerde haber verilen ahir zaman fitnelerinin bütün şiddetiyle başladığını gören Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bütün kuvvetiyle küfre karşı imanın müdafaa ve güçlendirilmesi için manevî bir cihada girişti. O, asrımızda yaşanan bütün toplumsal hastalıkların ana sebebinin iman zayıflığı olduğunu tesbit etmişti. Bu yüzden bütün mesaisini iman üzerinde yoğunlaştırarak toplumda kuvvetli ve tahkiki bir imanın yerleşmesi için çalışmıştır. Said Nursî Hazretleri eserlerinde, bu asırda, çevreden kazanılan taklidi bir imanın her taraftan hücum eden şüphe ve dalaletler karşısında dayanabilmesi çok zor bir hal aldığını, her bir Müslümanın iman esaslarının delillerini öğrenerek tahkiki bir iman sahibi olmasının asrımızda hayati bir önem taşıdığını önemle vurgular. Bu yüzden Üstad Bediüzzaman Said Nursi, toplumda tahkiki imanı kuvvetlendirmek için, Allah’ın varlığına ve birliğine, ahiret hayatının bir gün muhakkak geleceğine, Hz. Muhammed (asm)’ın Allah’ın hak peygamberi olduğuna, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna, meleklerin varlığına, kaderin hak olduğuna dair sayısız deliller ortaya koymuş, pek çok risale yazmıştır. Aziz Üstad yalnız imanı ispatlamakla kalmamış, imana zıt olan tabiatçılık, maddecilik, tesadüfçülük gibi bütün küfür felsefelerini de çok kuvvetli mantık delilleri ile çürütmüştür. Risalelerde yer alan delillerin ortak özelliği, asıllarının Kur’ân’dan alınmış olmasıdır. Buna işaretle Bediüzzaman Hazretleri, “Dert benim deva Kur’ân’ındır” der. En inatçı bir kâfiri de susturacak derecede kuvvetli bir mantığa dayanan bu Kur’ânî deliller, asrımız insanının aklını ikna ettiği gibi kalbine de hitab ederek bütün duygularını da tamamen tatmin edip doyurmaktadır. İMAN DELİLLERİNE NUMUNELERŞimdi de denizden yalnız bir damla olmak üzere Risâle-i Nur’da ele alınan iman delillerinden küçük bir demet sunmaya çalışalım. Mesela, Risâle-i Nur’da, her şeyi Allah’ın yarattığını ispat eden delillerden iki misal özetle şöyledir: Bir ilaç fabrikasında yüzlerce kavanoz içinde çeşitli kimyasal maddeler bulunduğunu farz edelim. Acaba o fabrikada bulunan ve çok hassas ölçülerle yapılabilen çeşit çeşit ilaçların, o kavanozların bir şekilde devrilerek içlerindeki maddelerin dökülüp birbirine karışmasıyla tesadüfen ortaya çıkması aklen hiç mümkün müdür? Elbette değildir. Öyleyse şu Dünya laboratuarında bulunan hava, toprak ve suda mevcut çeşit çeşit kimyasal elementlerin rastgele bir araya gelip milyonlarca canlı çeşitlerini tesadüflerle oluşturmaları hiç akla sığar mı? Nasıl ki, eczanedeki ilaçların ortaya çıkması ancak usta bir kimyagerin ilmi ve iktidarı ile oluyorsa, öyle de o ilaçlardan milyon derece harika bir yaradılışa sahip olan mesela bir insanın, bir kelebeğin, bir çiçeğin meydana gelişi de ancak ve ancak sonsuz bir ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın yaratmasıyla olabilir.(3) İKİNCİ KÜÇÜK BİR DELİL Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahibsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihayet derecede muntazam ve harika şu kâinat sahipsiz olur? Bir köy dahi muhtarsız olamıyorsa şu kâinat ülkesinin ezeli bir sultanı elbette vardır. Bir iğne ve harf dahi usta ve kâtip olmadan ortaya çıkamıyorsa, şu nihayetsiz sanatlarla süslü dünya sarayının dahi elbette bir ustası vardır.(4) HZ. MUHAMMED (ASM), ALLAH’IN RESULÜDÜR Bilirsin ki, sigara gibi zararlı bir âdeti, küçük bir toplulukta büyük bir idareci, büyük bir gayret ve çaba sarfederek ancak daimî olarak kaldırabilir. Hâlbuki bak Hz. Muhammed (asm), yalan, içki, zina ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye varıncaya kadar pek çok büyük ve kötü âdetleri; hem de gayet inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden, görünüşe göre küçük bir kuvvetle, küçük bir gayretle, az bir zamanda tamamen kaldırmıştır. Ve yerlerine, doğruluk, şefkat, iffet, yardımseverlik ve kuvvetli bir iman gibi öyle yüksek ahlakları, kan ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak yerleştirmiştir ki, evlatlarını diri olarak gömecek kadar katı kalpli olan o insanlar, karıncayı dahi incitmez hale gelmişlerdi. Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapmıştır. İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Arab Yarımadasını gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzlerce filozof ve bilim adamlarını alıp, o zamana, oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. Hz. Muhammed (asm)’ın, bir senede yaptığı ınkılab ve dönüşümün yüzde birisini acaba yapabilirler mi? Elbette az bir kuvvetle, bu kadar büyük bir toplumsal inkılabı gerçekleştiren bir insan şüphesiz peygamberdir, Allah Resulüdür AHİRET VE ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLMEK HAKTIR Allahu Teala Kur’ân’da şöyle buyurur: “İşte Allah’ın rahmet eserlerine bak! (Kışın) ölen yeryüzünü (bahar gelince) nasıl diriltiyor. Muhakkak ki (mahşer günü) ölülerin dirilten işte odur. Çünkü Allah her şeye gücü yetendir.” (5) İşte bu ayet-i kerime öldükten sonra dirilmeyi, bahardaki dirilişi misal vererek ispat ediyor. Her baharda, çiçekler ve sinekler gibi milyonlarca çeşit bitki ve hayvan türleri kışın ölüp kayboldukları halde baharda kısa bir zaman içinde bütün o türler yeniden ortaya çıkarlar. Bu olağanüstü harika düzen elbette kendi kendine olamaz; ancak nihayetsiz bir ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın işidir. Öyleyse her bahar, milyonlarca tür canlıyı misliyle dirilten Allahu Teala, kıyamet kışının ardından haşir baharında mahlukatın en eşrefi olan insan türünü de aynı kolaylıkla diriltecek. Vaat ettiği gibi iyilik yapanları cennetine koyacak, isyan edip zulmedenleri cehennemine atacaktır. Evet başta dediğimiz gibi bu misaller yalnız denizden birer damladır. Yüz otuz parçadan oluşan Risâle-i Nur Külliyatı’nda daha bunlar gibi pek çok kuvvetli ve ikna edici iman delilleri bulunmaktadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’dan aldığı bütün bu ikna edici delillerle otuz dört senelik mücadelesiyle, Allah’ın yardımıyla bu vatanda imansızlığa karşı açık bir zafer kazanmıştır. Bunun en büyük delili onun risalelerini okuyup yazarak imanlarını kurtaran milyonları bulan vatan evladıdır. Üstelik bütün küfür felsefelerini çürüttüğü ve “Bu risale tabiattan gelen küfür fikrini dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını alt üst ediyor”(6) diyerek meydan okuduğu halde bu güne kadar bir tek inkârcı o risaleleri çürüten bir tek kitap yazamamıştır. Said Nursi Hazretleri, Kur’ân’ın manevi bir tefsiri olduğunu ve Kur’ân’dan kalbine doğan İlhamlarla yazdığını bildirdiği Risâle-i Nur’un imana dair ne kadar kuvvetli izahlar içerdiğine hakkında Pencereler Risalesi’nde şöyle der: “Bu Pencereler Risalesi, İmanı olmayanı inşâallah imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kuvvetli fakat taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana bütün hakiki kemalâtın, güzel ahlakların kaynağı ve temeli olan marifetullahta Allah’ı tanımakta yükseklere çıkarır; daha nurani, daha parlak manzaralar açar.” İMAN HİZMETİNİN NETİCESİ Hizmet hayatı boyunca “zaman cemaat zamanıdır” prensibiyle hareket eden Bediüzzaman Hazretleri’nin etrafında, 1927’den itibaren kuvvetli iman ve sünnet-i seniyeye bağlılık şuuruyla dolu sadık müminlerden oluşan Isparta Merkezli bir cemaat toplanmıştır. Risâle-i Nur’dan aldıkları ümit, şevk ve heyecanla harekete geçen bu cemaat, âdeta bütün vatan sathını bir Nur Medresesi haline getirmişlerdir. Daha 1948 yılında Afyon Mahkemesi savcısı, iddianamesinde, “beş yüz bin talebesi var” diyordu. Bu talebeler dini neşriyatın yasak olduğu o dönemlerde, risaleleri Kur’ân yazısı ile ve bizzat elleriyle yazıp çoğaltarak her tarafa neşrediyorlardı. (Çok şükür ki, hâlâ neşrediyorlar.) Risâle-i Nur’un imana hizmeti 1950’den sonra daha da büyük bir gelişme göstererek memleketin her tarafına, halk tabanından üniversite talebeleri ve akademisyenlere, işçisinden bürokratına kadar hızla yayılmıştır. Allah’ın izniyle bu güne kadar Risâle-i Nur’dan, milyonlarca insan, kuvvetli bir imanı ve sünnet-i seniye dairesi içinde İslâmi bir hayat sürme şuurunu kazanmıştır. Şu anda da Türkiye’de milyonlarca insan nur derslerinden istifadeye devam etmektedirler. Rabbimize şükürler olsun ki, bu gün Risâle-i Nur birçok dünya dillerine çevrilmiş ve çeviri çalışmaları artarak devam etmektedir. Avrupa’da yapılan bir araştırma İslâmiyeti seçenlerin büyük bir oranda Risâle-i Nur’u okuduktan sonra hidayete erdiğini ortaya koymuştur. Çünkü Risâle-i Nur bu asır insanının anlayacağı dilden konuşmakta, onun kafasındaki şüphelere cevap vermektedir. İnşaallah büyük Üstad’ın buyurduğu gibi, “Risâle-i Nur asrımızı ve gelen istikbali aydınlatan bir Kur’ânî mucize” olarak tüm insanlığı ve bütün dünyayı gittikçe artan bir hızla nurlandırmaya devam edecektir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, imana hizmet uğrunda, hapis sürgün ve çile dolu bir hayatın ardından 1960 senesinde 83 yaşında hayata veda edip rahmet-i Rahmana kavuşmuş ve ardında Risâle-i Nur Külliyatı gibi bir hediyeyi ve tahkiki iman sahibi bir nesli tüm ümmet-i Muhammed’e miras bırakmıştır. Allahu Teâlâ Hazretleri kendisinden ve hizmetlerinden ebediyen razı olsun. Neticede, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi, “Tesadüf, şirk ve tabiattan oluşan fesad şebekesinin âlem-i İslâm’dan sürülüp çıkarılmasına Risâle-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.” (7 Kaynaklar (1) Şuâlar, 7. Şua, s.162(2) Müslim, iman, 186; Tirmizi, fiten, 30(3) Lemâlar, Tabiat Risalesi, s. 187(4) Zülfikar, Haşir Risalesi, s.262(5) Rum Suresi, 50(6) Lem’alar, Tabiat Risalesi, s.185(7) Mesnevî-i Nuriye, Zerre Risalesi, s.161

Yılın değişik zamanlarında farklı şahıslar ve durumlar için anma programları yapılır. Bu anma programlarının bir kısmı, “Bak zamanında böyle bir insan yaşadı, şunları şunları yaptı; bilginiz olsun” manasında gerçekleşir. Bir kısmı ise, çağını aşan insan ve hadiselerle ilgili olduğundan, anmaktan, sadece “Bak böyle bir şey de vardı” demekten öteye geçer. Anmak anlamaya değişir. Meyve, ağacın kökünden ne kadar uzakta da olsa ona bağını her zaman hatırda tutmak, bağını unutup koparmaya bedel daha da sıkı yapışmak zaruretinde olduğu gibi, bu anlamak da anılanın -kendisinden öte- vazifesini, geride bıraktıklarını ve geleceğe ışık tutan taraflarını görmek üzerine bina edilir. Ta ki gerçek manada istifade söz konusu olsun. Bediüzzaman Hazretleri, -bu manayla- anılmaktan çok anlaşılması gereken bir zattır. Ki o, dünyaya gelmeden, geldiğinde ve geldikten sonra da adından çok bahsedilen bir şahıs olmuştur. Hatta gittikten sonra da çok konuşulacağını, yaşadığı dönemdeki kötü niyetli insanların yüzüne bizzat söyleme imkânı bulmuş bir şahsiyettir.[1] Ve dediği gibi de olmuştur. Bütün bu hadiseler, elbette Bediüzzaman Hazretlerinin yüklendiği misyondan, vazifeden kaynaklanmaktadır. Bu vazifenin kendinden menkul olmadığı, İlahi bir tasarruf ve tavzifle olduğunu anlamak için, Tarihçe-i Hayatını okumak herkese ciddi bir kanaat verecektir. Hem en zor şartlar altında telif ettiği ve yazdırıp neşrettiği risaleleri de okuyanlar anlayacaklardır ki, Bediüzzaman Hazretleri hakikaten anlaşılmayı en çok hak eden zattır. Hem sadece Üstadın mahkemelerini ve mahkemelerin kararlarını inceleyen birisi görecek ve gördükleri karşısında, “Ben Said Nursi isimli şahsı tanımalı ve ne yaptığını muhakkak öğrenmeliyim” diyecektir. 1960’ta yaşanan siyaseten katillerin bile perdeleye-mediği Bediüzzaman’ın vefatını –hiç olmazsa gazete-lerden- takip eden birisi, üç ay sonra kabrinden alınıp meçhul bir yere doğru götürüldüğüne –manen- şahit olduğunda, gözleri bir yerlerde onu arayacaktır. Ve vefa-tından sonra sadece Arap âleminde hakkında ciltlerle kitap yazıldığını görecek ve kendisi onu hala tanımamış olduğuna eseflenecektir. Yazdığı eserlerin yüzlerce mah-kemeye girmesine ve yok edilmek için bunca uğraşıya rağmen yerli yabancı onlarca enstitüye konu olduğunu fark ettiğinde ise, bir kez daha eseflenecektir. Her şeye rağmen, canları bahasına etrafına toplanan ve hayatları boyunca Üstadlarının çizdiği çizgiden asla ayrılmayan talebelerinin yaşadıklarını okuduğunda veya gördüğünde, Osman Yüksel Serdengeçti gibi, şöyle diyecektir: “Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı. Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış: Allah’a, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, onun ulu Peygamberine, onun büyük kitabına. Kur’ân henüz yeni nazil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdeta Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur. Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz bir şeye bağlanmak; her yerde hazır, nâzır olana, âlemlerin yaratıcısına bağlanmak; o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak. Evet, ne büyük saadet!” Ve diyecektir ki “Kim bu Bediüzzaman?” Kendisine cevap verenlere ise şöyle diyecektir: “Gerçekten kim bu Bediüzzaman?” Ben (Said Nursi) yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Çünkü dünya, büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ânın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum.. ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmağa koşuyorum. Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harblerde, bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür.. hiç ehemmiyeti yoktur. -Nitekim öyle oldu- Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi Said bugün asılmış ve masumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade- imanını kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allaha bin kere hamdolsun. Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. ULEMANIN GÖZÜNDE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ[2] Bediüzzaman Hazretleri henüz çocukken, hocalarından Abdurrahman Taği Hazretleri talebesi Said hakkında diğer talebelere şöyle demiştir: “Cenab-ı Hak bu çocuğa ilim merhalelerini tayyettirdiği gibi, maneviyatı da ona öyle tayy buyurmuştur.” (Kütüphaneden iki cilt kitabı alarak) bu kitabı görüyor musunuz, işte Bediüzzaman Hazretleri bu iki kitabı iki kere okusun, hepsini ezber edebilecek harika bir hafızaya, o nispette de zekâya malik ve sahiptir. Ahmed Hamdi Akseki Bu genç, gençlere hizmetle görevli. İstikbalde gençlere iman davasında çok büyük hizmetler yapacak. Ama hala kendisi bunu bilmiyor, kendisine söylenmedi. Esad Erbili Efendi Hâkim Bey! Ben Said Nursi’yi büyük bir İslam âlimi olarak bilir, sever ve sayarım. Risalelerini okuyup istifade etmek için aldım ve çok faydalandım. Daha önceleri ismini, resmini ve eserlerini biliyordum. Şimdi burada kendisini görmüş olmaktan dolayı fevkalade bahtiyarım. Gönenli Mehmed Efendi Biz hocalar, Bediüzzaman biraz fazla gidiyor, diye kendilerine mani olmaya çalışmıştık. Kendilerini durdurmak için, aman fazla ileri gitme diyerek, ceketinin eteğini çekmiştik. Bizler biraz da korkuyorduk. Bediüzzaman çok pervasızdı. Hiç kimseden çekinip korkmuyordu. Ama yıllar geçince Bediüzzaman’ın ne kadar haklı olduğunu gördük, bizlere hakkını helal etsin. Biz rahat döşeklerinde uyurken o, Allah yolunda, Resulüllah izinde bütün işkence ve hapislere rağmen İslam’ı savunuyordu. Ne yazık ki, hiç birimiz onun gibi olamadık. Hasan Basri Çantay Zamanın kutbudur Bediüzzaman. Selamımı söyleyin. Bana da dua etsin. Hacı Hilmi Okur Efendi Viktor Hugolar, Şekspirler, Dekartlar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler. Darü’l-Hikmette iken, Bediüzzaman söze başladı mıydı, biz hayran hayran onu dinlerdik. Mehmed Akif Ersoy Ben müfessirim. Geçmiş birçok müfessirleri tenkit de etmişimdir. Ama Bediüzzaman’ın eserlerini okurken, baktım bütün latifelerimde ayrı bir intibah hissettim. Evet, o zatın eseri sünuhat-ı kalbiyedir. Muhammed Ali Sabuni Ya Said! Demek yaşıyorsun. Sen yurdumuzda kaldın, cihada devam ettin ve ediyorsun. Biz hata ettik, bundan mahrum kaldık. Ya Said! Ya Said! Mustafa Sabri Efendi Bediüzzaman ile Darü’l Hikmet-i İslami-ye’de tanışmıştım. Bütün İstanbul ulemasının takdirlerini kazanmıştı. Ben bizzat birkaç kez sohbetinde bulundum. O dönemde yazdığı bütün makalelerini okudum. Fikirlerinde fevkalade bir tesir vardı. Telif ettiği eserlerden yalnızca ‘Sözler’ isimli eserini mütalaa ettim, harikulade bir eserdi. Doğrusu ilm-i kelamda bir tecdit hareketi yaptı. İmanın bütün rükünlerini kemal-i vuzuhla ortaya koydu. Onun eserleri, ileride İslam dünyasında tek mehaz olacak değerdedir. Ömer Nasuhi Bilmen Sohbeti tesirli, sireti tatlı, beyanı alımlı idi. Metodu nurdu. Öyle ki ben Nursi’ye şu sözü yakıştırmaktan çekinmiyorum: “Kur’anın manasını arz etmekte, Beyan Emiri.” Evet, hiç şüphe yok ki Nursi, İslam akidesinin hakikatini anlama ve idrakte beyanın emiridir. Prof. Dr. Vehbe el-Zuhayli Risale-i Nur, modern asırda Kur’an-ı Kerim tefsirleri içinde en derin bir tefsir olarak göze çarpmakta ve Allahü Teâla’nın Kitab-ı Mübini indirmekten murad ettiği hakikate ulaşmada en tesirli bir tefsirdir. Said-i Nursi ise kendini, sadece ihlaslı bir talebe olmaya çalışan ve sünnet-i seniyyeye ittiba etmeye gayret eden birisi olarak görüyordu. Nur Talebelerini tanımayan, kuvvetli bir imana, yüksek bir ahlaka ve masum bir sükûnete haiz olan genç nurcularla arkadaşlık etmeyen biri; Said-i Nursi’nin genç nesilleri Allah ve Resulünün sevgisiyle, ilim, irfan ve hikmet muhabbetiyle terbiye edişindeki derin izleri kavrayamaz. Dr. Muhsin Abdulhamid[3] Risale-i Nur, kalpleri gafletten kurtarıp İslam nuruyla ziyalandırarak, tebliğ sahasında başarılı olmuştur. Risale-i Nur İslam’ı kavramada ve tebliğde normal bir tefsir kitabı görünür; fakat Risale-i Nur hakikaten Kur’an-ı Kerim’in çok kıymetli bir tefsiridir. Hem öyle bir tefsirdir ki, ondaki özellikler diğer tefsir kitaplarının hiçbirinde bulunmaz. Bu özelliklerin en önemlilerinden birisi, müellifi Said Nursi’nin Kur’an’dan başka üstadının ve mürşidinin olmaması ve Kur’an’ın onu başka hiçbir kitaba muhtaç bırakmamasıdır. Dr. Ahmed Behçet Bunlar, Bediüzzaman Hazretleri hakkında söylenenler. Söylenti değil, gözlemlenmiş ve hakkı tespit edilmiş sözlerdir. Bediüzzaman Hazretlerini anlamak ise, onun vazifesini bilmek, kaderin tayinini anlamak ve eserlerinden faydalanmakla olacaktır. Haydi, onun bıraktığı mirasa sahip çıkalım. Dipnotlar [1] “Madem sizlerle -itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran- küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve ahiretinizi, dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde tahminimizce bulunan muhalefet sırrıyla biz dahi hilâfınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve ahiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimane ve vahşiyane hükmünüz altında bir-iki sene zelîlâne geçecek hayatımızı, kudsî bir şehadeti kazanmak için feda etmek, bize âb-ı kevser hükmüne geçer. Fakat Kur’ân-ı Hakîm’in feyzine ve işaretine istinaden sizi titretmek için size kat‘î haber veriyorum ki: Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız! Kahhar bir el ile bu fâni cennetinizden ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip ebedî zulümâta çabuk atılacaksınız! Arkamdan pek çabuk sizin nemrutlarmış reisleriniz gebertilecek ve yanıma gönderilecek! Ben de huzur-u İlâhîde yakalarını tutup, adâlet-i İlâhiye onları esfel-i sâfilîne atmakla intikamımı alacağım. Ey din ve ahiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz, bana ilişmeyiniz! İlişirseniz, intikamım muzâaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhiyeden ümit ederim ki; mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm, başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak. Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa, göreceğiniz de var!” (Şualar-2 Mecmuası, 238) [2] Salih Okur, Ulemanın gözüyle Bediüzzaman, Kayıhan Yayınları, İstanbul 2011. [3] Kalu ani’n-Nursi, Altınbaşak Neşriyat, 2008.

Tevâfuk, Cenâb-ı Hakk’ın fiil ve eserlerinde her vakit gözlemlendiği gibi insanın fiil ve eserinde de görülebilir. Yalnız insanın mazhar olduğu tevâfukun iki yönü vardır: Biri sunîlik yönü, yani bizzat insan tarafından bilerek ve tasarlayarak ortaya konulan tevâfuk; diğeri gayr-i şuurîlik ciheti, yani insanın irâdesiyle değil de Allah’ın irâdesiyle meydana çıkan tevâfuktur. Birincisi insanın ilmine, irâdesine, mahâretine, sanatına, ustalığına bakarken; ikincisi Hak Teâlâ Hazretleri’nin her şeye nüfuz eden küllî irâdesine, mahlûkatı her yönüyle kuşatan ilmine, kudretinin azametine, hikmetinin nihâyetsizliğine alâmettir. Örneğin; insan eseri olan bir binada tevâfuk göstergesi olan simetri önemli bir yer tutar. Mimarî tasarım yapılırken simetriye özellikle dikkat edilir. Çünkü binada simetri olmazsa denge bozulur, estetik kaybolur, ortaya çarpık bir yapı çıkar. Modern şehirlerde simetri ve estetik şehir planlamasının vazgeçilmezidir. Teknoloji hârikası olan bir otomobilde ya da bir uçakta; çalışan aksam arasındaki düzen, ölçü, uyum ve ahengin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye bilmem gerek var mı? Sistemler arasında, saat gibi tıkır tıkır işleyen bir düzen olmazsa o otomobil veya uçakla sıhhatli bir yolculuk yapmak mümkün olabilir mi? Edebî sanatlar yönünden zengin bir şiirde zâhiren görünen uyum, kafiye, ölçü bir yönüyle tevâfuku gösterirken; diğer yönden şairin mahâretini, ustalığını, ilmindeki derinliği, ruhundaki güzellikleri gözler önüne serer. Örneğin Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’e yazdığı hârika şiire baktığımızda tevâfuk hemen dikkatimizi çeker. Soldan sağa ya da yukarıdan aşağıya doğru satır satır, sütun sütun okuduğunuzda aynı sözlerin büyük bir ustalıkla kasten denk getirildiğini görürüz. Bu hususta misalleri çoğaltmak mümkündür. Sunî (yapay) insan eserindeki bütün bu uyum, ölçü, düzen, ahenk tevâfuku gösterir. Tevâfuk ise insanın irâdesini, ilmini, mahâretini, ustalığını yansıtır. İnsanın fiil ve eserinde bazen irâdesinin dışında da tevâfuklar görülebilmektedir. Bu tarzdaki tevâfuk insanın şuur ve tedbirinin ürünü değildir. Farkında olmadan, düşünüp tasarlamadan, tamamen irâde dışı ortaya çıkan bu tevâfukta Cenâb-ı Hakk’ın küllî irâdesi devreye girer. Örneğin herhangi bir konuda yazılmış olan bir metinde benzer kelimeler birbirine denk gelebilir. Bu tarzdaki tevâfuklarda mânâ cihetindeki uyum ve mutâbakata bakılır. Eğer zâhiren tevâfuk ettiği gibi mânâ îtibariyle de mânidar hikmetler görünüyorsa orada bir işâret-i gaybiye vardır. Çünkü o tevâfuk beşerin fikrinin mahsulü değildir. İşte bu tarzdaki tevâfukun ardında pek çok şifreler saklıdır. RİSÂLE-İ NUR’DAKİ ŞİFRELİ ANAHTAR: TEVÂFUK Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nurları telif ederken özellikle Osmanlıca olarak yazdırmıştır. Harf inkılâbından sonra çok zor şartlarda bile hatt-ı Kur’ândan asla vazgeçmemiştir. Çünkü Kur’ân harflerinin mazhar olduğu pek çok sırlı hikmetler vardır. Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinin büyük bir kısmında bu sırlı, şifreli hikmetler ekseninde risâleler telif edilmiştir. Hem İslâm âleminde ve Osmanlı’da ilim erbabı, mütefekkirler, edebiyatçılar, târihçiler cifir ve ebced ilmini tarih düşürmede, şifreli haberleşmelerde, edebî eserlerde kullanmışlardır. Tevâfuk bu bahsi geçen alanlarda genellikle kastî ve sunî olarak görülmektedir. Risâle-i Nur’un yazılışında pek çok latif tevâfuk açık bir surette müşâhede edilmektedir. Üstad Hazretleri bu durumu Risâle-i Nur’un makbuliyetinin bir alâmeti olarak kabul etmektedir. Tevâfuku bazen sırlı hakikatlerin anahtarı, bazen de bir işâret-i gaybiye hatta delil olarak da takdim etmiştir. Risâle-i Nur’daki tevâfuklar sunî, kasdî ve irâdî değil umumen gayr-i irâdîdir. Yani bizzat kasıtlı olarak denk getirerek ya da birbirine uydurarak değil bilakis haberleri olmadan daha sonradan fark edilen tevâfuklardır. Bu tarzdaki tevâfuklar ya talebeler bir arada Risâleleri yazarken ya da yazıldıktan çok sonra fark edilmişlerdir. Bedîiüzzaman Hazretleri ve Nur talebeleri bu tevâfukların Allah’ın inâyetiyle meydana geldiğine şâhid olmuşlardır. Hatta bizzat Said Nursî Hazretleri tarafından imza edilerek tasdik edilmiştir. İnsafla bakan herkesin kabul edebileceği bu gerçeğe Risâle-i Nur’da pek çok yerde işâret edilmiştir. Bu tarzdaki tevâfukta gaybî bir elin müdâhale ettiğini Üstad Bedîüzzaman Haz-retleri şöyle açıklıyor “Tevâfuktaki müdâ-hale-i gaybiyeyi bir mektubda size böyle bir temsil ile beyan etmiştim: Mesela, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam; üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa, hiç şübhe kalır mı ki elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdâhale edip sıralamasın. İşte hurufat ve kelimat o maddelerdir, ağzımız o avuçtur.” (Barla Lâhikası, 200) Şimdi şu latif tevâfuktan birkaç numune sunalım “En kısa bir tarik-i Kur'ânî olan Kader Risâlesi’nin zeyli, en acemî bir müstensihin (nüsha çoğaltan) tevâfuku bilmeyerek perişan bir surette yazdığı nüshasında birinci sahifesinde altmış altı kelime tevâfuka girdiğini hayretle gördük. İşâret koyduk. Aynen istinsah ettik (çoğalttık). Âdeta misil kelime kalmamış. İlla birbirine tevâfuk etmiştir. Bundan anladık ki: Bu küçük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.” (Sözler, 84, Altınbaşak Neşriyat, Osmanlıca asıl nüsha) “Kerâmetli Yirmidokuzuncu Söz'ün bir sikke-i tasdik suretinde Risâle-i Nur şakirdlerinin tasdiknamesi yazıldığı vakit tevâfuka kat'iyen istidadı olmayan, hiç tevâfuku hatırına getirmeyen ve baştan savma derecesinde dikkatsiz yazdığı bir tek sahifede hârika bir surette seksen bir tevâfuk olup o sahifenin ikinci satırı olan o tasdiknamenin mânâsını ifâde eden (sikke-i tasdik) cümlesindeki (sikke) kelimesini aynı adedine tevâfuk edip Risâle-i Nur şakirdlerinin sikke-i tasdiklerine cifrî bir sikke-i tasdik basmış denilebilir. Arkadaşlar tevâfuku tasdik ettiler. Tevâfukta dönüp onları tasdik etti. Sikke-i tasdiklerine bir sike-i tasdik oldu.” (Sözler, 212, Altınbaşak Neşriyat, Osmanlıca asıl nüsha) Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi tevâfuk kasdî değil, bilakis kasıtsız tamamen irâde dışı gerçekleşmiştir. Mânidar pek çok hikmet ondan sudur etmektedir. Sırlı hakikatlerin kapılarını aralarken nurlu bir anahtar vazifesini görmektedir. Bu tarzda ihtiyarsız (irâde dışı) gelen tevâfukun Risâle-i Nur’un yayılmasında ve herkese kendisini okutturmasında mühim bir rolü olduğunu bizzat Hazret-i Üstad ifâde etmiştir.

Analarının kına ile süsleyerek gönderdiği Türkiye’nin her yerinden koç yiğitler, tek dişi kalmış canavarın ateş kustuğu Gelibolu Yarımadası’nda kanları ile Dirilişin Destanı’nı yazdılar. Bu destan tarihin silinmesi mümkün olmayan altın sayfalarına yine altın harflerle de kaydedildi. Ezan ve Kur’ân sevgisi ile gönülleri dolu, bayrak aşığı, vatan aşığı, namus aşığı, hürriyet aşığı, o aziz şehitlerimize bugün çok şey borçluyuz. Onların; 253.000’den ziyade şehitle Allah ve Peygamber aşkı için ölüme koştuklarını ve bizim için sevdiklerini, hayallerini, hayatlarını feda ettiklerini asla unutmamalıyız. Onları daima hatırlamak, sıra serviler gibi kanlı elbiseleri ile bu toprağın kara bağrında bizi beklediklerini düşünmek ve onları bizzat mekân edindikleri bu kutsal Çanakkale topraklarında dualar eşliğinde ziyaret etmek namus ve vefa borcudur. Biz de bu şehitler diyarını onları incitmeden ve onları memnun edecek şekilde manen dolaşalım istedik. Çanakkale savaşının manevi olaylarından ve kahramanlarından bazılarının yaşanmış gerçek hikâyelerini burada kısaca aktarmaya çalışacağız: “MEHMETÇİKLERİMİZ BAYRAM NAMAZI KILIYORDU” İşgal Birliklerinin Baş Kumandanı Gen. Jean Hamilton’un kendi kaleminden çıkmış birkaç hatırasını alıntılıyoruz. “…-Evet insan ruhunu yenmek mümkün olmuyor! Dünyada hiçbir ordu bu kadar süre ile böyle bir güç karşısında ayakta kalamazdı. Aylardan beri gemilerimiz Türk mevzilerini bombalıyor. Daha bu gün 1.800 top mermisi gönderdik. O son derece hırpalanmış Türk’leri koruyan Allah’larından ayırmak için daha başka ne yapılabilir ki! Biz Gelibolu’da Türklerle değil onların Allah’ı ile harb ettik!...” (Evet, doğrusu hiçbir şey yapılamazdı ve yapılamadı. Bu karşı taraftan gelen çok samimi bir itiraftır.) “13 AĞUSTOS 1915 bu sefer İsmailoğlu Tepesini (Suvla ovasında) hiçbir kuvvet elimizden kurtaramazdı. Ama sabahın erken saatlerinde durumda hiç umulmadık bir değişme başladı. Gittikçe yoğunlaşan bir sis etrafı göz gözü görmez hale getirmişti. Top tüfek sesleri bir-bir dindi ve cephe sustu. Allah yine Türklerden yana idi.” (O gün Ramazan Bayramının 1. günüdür ve Mehmetçiklerimiz Bayram Namazı kılıyordu. Hamilton onu bilmiyordu ve elbette o sisi çözemiyordu.) Nitekim aynı eserinde anlattığı “2 Eylül 1915 günü gırtlağını sıkan bir el”den bahsetmektedir ki bu kadar açık tecellileri başkası yaşasa, belki de imana gelirdi ama o gururundan dolayı bunu yapmamıştır. MUMLA YEMEK KAZANLARININ PİŞİRİLMESİ Eceabat’a bağlı Kakmadağ’ın eteklerinde 14 ay süren savaş boyunca 450.000 Mehmetçiğimize bir öğüncük de olsa sıcak çorba’nın kaynatıldığı mutfak görevini Gelibolu Mevlevileri üstlenmişlerdir. Kilitbahir köyünden Zeynel dede, 13 yaşlarında gördüklerini vefat ettiği 1970’li yıllara kadar çevresindekilere anlata gelmiştir. Şöyle ki: Bir ihtiyar küçük Zeynel’in eline iki bakraç tutuşturur ve 3-4 km. ötede bulunan Kakmadağ’daki mutfaklardan sıcak bir çorba almaya gönderir. Genç Zeynel hoplaya-zıplaya Kakmadağ’a gelir ve nöbetçilere meramını anlatır. Beklemeye koyulur. Uyanık Zeynel, çocuk merakı ile çevreyi gözledikçe oralarda inanılması güç enteresan şeylerin olduğunu fark eder. Yemek dolusu kazanların altında ufacık bir mum yanmaktadır. Nurani yüzlü aşçılar kazanların başında yemek pişirmektedir. Çok şaşırır ama belli etmez. Hatta bir ara böyle yemek pişmeyeceği ve yemek alamayacağı şüphesine bile kapılır. Fakat uzun sürmez, 100-150 kişiye yetebilecek kazanlardan yüzlerce karavana kepçe-kepçe yemek doldurulur ve at-eşek-katırlar üzerine yüklenip cepheye gönderilir de kazanlardaki yemekler hala bitmez. O da bakraçları yemek dolu olarak köyüne döner. Erzakın çok az olduğu resmi kayıtlarda sabit olduğu halde 450.000 Mehmetçiğimizin neden hiç aç kalmadığı, Zeynel dedenin bu anlattıklarından sonra daha iyi anlaşılmaktadır. 26 KUTLU MAYIN ve “KEF” VE “VAV” HARFLERİ Boğazın Savunma Kumandanı Cevat Paşa bu sıkıntılı hal içinde o gece yatağa yatar ve rüyasında Karanlık Liman’da altından çiçeklerin “Kef” ve “Vav” harfleri şeklinde dizildiğini görür. Bir anlam veremez. Uyanınca bu sıkıntılı durumdan kurtulmak ve rahatlamak için boğazı kuşbakışı gören Ahmed Cahidi Sultan’ın türbesini ziyarete gider. Burada karşılaştığı derviş kılıklı birisi ona rüyasını sormadan “Kef” ve “Vav” harflerinin ebced hesabıyla 26 rakamını teşkil ettiğini ve depolarında 26 mayın var ise hemen döşemesini tavsiye eder ve kaybolur. Cevat Paşa bu durumdan çok etkilenir ve Karargahına döner dönmez cephane Kumandanı Binbaşı Hafız Nazmi Bey’i çağırtıp depolarında mayın kalıp kalmadığını sorar. Türk ustalarının yaptığı ve patlamaz diye döşenmemiş 26 mayının olduğunu öğrenir. Bu 26 mayının döşenmesini ister. Yerli malı olup depolarda bırakılan mayınlar Bnb. Hafız Nazmi Bey ve Yzb. Hakkı Bey tarafından 17/18 Mart gece yarısı Nusrat Mayın gemisiyle Karanlık Liman civarına döşenmeye başlanır. Bu mayınlar döşenirken enteresan bir olay daha olur. Bir düşman karakol gemisi güçlü ışıldağı ile denizi taramaktadır. İlahi bir yardım ile Nusrat mayın gemisi düşman gemisine gözükmeden 26 kutlu mayını birer birer boğaza döşer. Ertesi gün 26 kutlu mayın göreve başladı. Denizin temiz olduğundan emin olan düşman gemileri birer ikişer kutlu mayınlarla tanışıyor ve sonra da büyük gürültülerle mısır patlağı gibi patlıyorlardı. Avrupalıların övünç kaynağı yenilmez armada şimdi kaçacak delik arıyordu. Kıyıda sevinç ve tekbir sesleri arşa yükseliyordu. HAVRAN’LI SEYİD ONBAŞI …Fakat hiç beklenmeyen bir olay oldu. Dev zırhlılardan Ocean, 26 kutlu mayın hattını geçti. Bu en çok bir gün sonra İstanbul’un düşmesi demekti. Artık zırhlıların önünde bir tek Mecidiye tabyası kalmıştı. Mecidiye Tabyası’da bombalanmıştı. Bu tabyadan sağlam birkaç kişi kalmıştı. Birisi de Havranlı Seyid Onbaşı ve vinç sistemi arızalanmış bir top idi. Havranlı Seyid dudaklarında dua ile 276 kg. ağırlığındaki mermiyi sırtına aldı ve topun basamaklarına yöneldi mermiyi namluya yerleştirdi. Kulakları sağır eden top sesi ile Ocean zırhlısı homurtu ile boğazın derinliklerine gönderildi. Bu olayı duyan Cevat Paşa şükür secdesine durmuş, sonrada Mecidiye tabyasına koşmuştu. Seyid Onbaşıyı bulup sordu; ”Evladım bu merminin tutulacak bir yeri yok ve tam 276 kg.dır! Onu yirmi kişi kaldıramaz sen nasıl kaldırdın.” dedi. Seyid, “Paşam anam bana bir dua öğretmişti. Birden aklıma geldi ve üç defa onu okuduktan sonra mermiyi kucakladım. Aslında ben değil, mermi kendisi kalktı.” diyordu. Cevat Paşa hem ağlıyordu, hem de bu duayı merak ederek sordu. Seyid bir çırpıda tekrarladı. “Vela havle vela kuvvete illa billa hil aliyil azim” KAHRAMAN YAHYA ÇAVUŞ VE 67 ARKADAŞI Ezineli Yahya Çavuş 28 yaşında Balkan Harbi’ni de görmüş tecrübeli bir yiğitti. Kumandanı Sabri Bey’e kıyamet günü buluşmak üzere randevu verip arkadaşlarını toplayarak Ertuğrul Koy’una doğru kayboldu. Kıyamete kadar yatacakları topraklarda adeta yer seçmeye çalışır gibi araziyi önce seyrettiler ve sonra siperlere yerleştiler. Sabaha kadar hiç uyumadılar çünkü yarından sonra uyuyacak çok ama çok zamanları olacaktı. 25 Nisan 1915 sabahı beklendiği gibi sadece bu koya 4.650 top mermisi gönderdiler. Yahya Çavuş arkadaşlarını çok güzel hazırlamıştı. Bedava harcanacak tek bir can ve tek bir mermi yoktu. İşgalciler ise kıyıda hiçbir hareket olmaması ve onlara ateş edilmemesi üzerine erken jübileye bile başlamışlardı. Ardından da River Clyde gemisi karaya oturtularak karıncalar gibi coniler kıyıya üşüşmeye başladılar. O zaman Yahya Çavuş ve arkadaşları Besmele ile kurşunları, hedeflerini oniki’den devirmeye başladı. Evet, cephaneleri ve sayıları çok azdı, silahları ise düşmana göre çok demode! Ama Vatan, Bayrak, Namus ve Din aşkı son modeldi. 67 koçyiğidimize karşı düşman gücü önce bir alay, sonra bir alay daha ve ertesi gün bir alay daha. Yani bir takıma karşı üç alay, 67 Mehmetçiğe karşı 6.000-7.000 coni mücadele etti. Kahramanlar, 48 saat düşmanın binlerce top mermisi ve askerine karşı kıyı ve siperleri korumuştur. Düşman bir tümen bildiği Türk Birliği’ni kıyıca çıkınca siperlerde 62 kahraman ve şehidin cesedi ile karşılaşınca hayretler içinde kalmıştır. Yahya Çavuş kopan diğer bacağını, tüfeğinin kayışı ile bağlamış olarak diğer beş arkadaşı ile birlikte Alçı Tepesi eteklerinde 27 Nisan günü şahadet mertebesine ermiştir. Yüce kahramanları dua ile anıyoruz. KINALI HASAN Çanakkale’de Bölükler, Taburlar ve Alaylar sık sık eriyip, cepheye yeni gelen acemi gönüllülerle dolduruluyordu. Bunun için Kumandanlar da her gün yeni askerlerini savaşa hazırlamak için istirahat anlarında veya ihtiyata çekildikçe onları içtimaya toplayıp, manevi içerikli ve cesaret verici konuşmalar yaparlardı. Onlarla tanışıp kaynaşmaya çalışırlardı. 64. P.Alayı 1.Tabur 2. Bölük Kumandanı Yzb. Sırrı Bey’de böyle yapardı. Bir gün ihtiyatta iken yeni askerleri ile içtima halinde tanışmaya başlamıştır. Sıra halindeki erlerle tanışırken sıra Yozgatlı Hasan’a gelir. Hasan’ın başındaki kına Sırrı Bey’in dikkatini çeker ve tanıştıktan sonra Hasan’a başındaki kınanın bir anlamı olup olmadığını sorar. Gerçi cepheye gelen her askerin istisnasız sağ elinin üç parmağı ve sağ ayağının parmaklarının bir kısmının kınalı olduğunu çok görmüştür. Bir de boyunlarındaki Cevşen muskalarını. Ama bu defa Hasan’ın başının da kınalı olması onun dikkatini çekmiştir. Sırrı bey; -Hasan, ellerinizdeki kınaları biliyorum da bu saçındaki kınanın sebebi ne? Hasan biraz mahcup, biraz da üzgün; -Valla bilmem ki Kumandanım, buraya geleceğim gece anam yaktı. Ben de sormadım. Bir anlamı varsa da anam bilir, der. Sırrı bey; -Peki, öyleyse hadi bir mektup yaz da sor bakalım. Hem biz de öğrenmiş oluruz, diye devam eder. Hasan; - Ben yazı yazmasını bilmem ki Kumandanım, der. -Öyle mi? O zaman bölük yazıcısına söyleyeyim de, sana yardımcı olsun. Sen söyle o yazsın olur mu? diye emir verir. Kumandanı emretmiş Hasan durur mu; hemen Bölük yazıcısının yanına koşar. Başlarlar mektup yazmaya. Selam, kelamdan sonra konuyu kınaya getirir. -Anacığım! Kumandanım saçımdaki kınayı sordu, ben bilemedim. Arkadaşlarımın arasında mahcup oldum. Kardeşlerimi askere gönderirsen, sakın ola saçlarını kınalama. Onlar benim gibi mahcup olmasınlar. Kınanın bir anlamı varsa bana bildir de Kumandanıma deyivereyim. der. Selamla mektubu bitirir ve postaya verirler. Aradan 2-3 ay geçmiştir. Bir gün Sırrı Bey’in karargâh çadırındaki sahiplerince alınmamış birkaç mektup dikkatini çeker. “Bunları sahiplerine neden vermediniz.” der ve içlerinden bir tanesini öylesine açar. Köy kâtibinin işlek yazısıyla yazılmış bu mektubu okumaya başlar. -Yavrum Hasan’ım kınalı kuzum… diye başlar mektup. Devamında... Kumandanın saçındaki kınayı sormuş. Bunda bilemeyecek ne varmış ki yavrum? Bizim buralarda Allah için kurban seçilen koçları önce kına ile süsler sonra kurban ederler. Ben de dört kardeşinin içinden en çok seni sevdiğim için bu vatana seni kurban seçtim. Hz. İsmail’e sen kardeş olasın istedim. O da senin gibi kurban edilmek için kınalanmamış mıydı? Hem düşündüm ki, Kıyamet günü Mahşer yerinde, o kına senin işaretin olsun da, kalabalıkta seni kolayca bulabileyim. “Aha işte benim kınalı kuzum da burada” deyip bağrıma basayım, senin şefaatine sığınalım istedik. Sırrı bey’in iki gözü iki çeşme, mektubun devamını okuyamaz artık. Sadece en sonundaki ”Anan Hatçe’yi görür ve en son “Bulun şu Yozgatlıyı, o okuma bilmiyor, anasının mektubunu ona ben okuyacağım” diyerek posta erini Hasan’ı aramaya gönderir. Çok geçmez posta eri geri döner. -Kumandanım Hasan bir hafta önceki Arıburnu çarpışmasında hakka yürümüş, cebinden şu kâğıtla bir mecidiye para çıkmış! diyerek Sırrı Bey’e ikinci bir acı yaşatır. Hasan’ın cebinden çıkan kâğıtta başlanıp yarım kalmış şu dörtlük vardır. -Anam yakmış kınayı adak diye, -Ben de vatan için kurban doğmuşum! -Anamdan Allah’a son bir hediye, -Kumandanım, ben İsmail doğmuşum! Yzb. Sırrı Bey elinde ona emanet kalan Hatçe Ana’nın mektubuna bir daha bakar ve kendi kendine şöyle mırıldanır; -Bilmeliydim! Bilmeliydim! Kurbanlar kınalı olmak gerek! Bu yiğitlerin hangisi bu vatana kurban seçilip buralara gönderilmedi ki! Onun için hepsi kınalı kurban, her biri Hasan gibi! SALATEN TUNCİNA OKURDUK Savaş sonrası Ankara Ayaş’lı Çanakkale gazisi Mustafa oğlu Ecir’le bir sohbet esnasında; -…Düşman nasıldı? -Hiiç on para etmezdi gavurun oğlu!... -Şöyle eğlence eder miydiniz, ara sıra? -Tövbe hiç eğlence olur mu, harp yerinde bey!... -Hani şu istirahat yerinde canım? -Eh oturur konuşurduk. Salaten Tuncina’yı okurduk çokça. Türkü neyn söylerdik biraz!... -Sen okuma yazma bilir misin? -Yok, bilmesine bilmem de, velakin Salaten Tuncina’yı biz çocukken ağızdan bellerdik. Hocalarımızdan… Evet, Çanakkale savaşlarına katılan tüm askerler ve komutanlar okuma-yazma bilsin veya bilmesin istirahat anlarında dahi kendi aralarında Salaten Tuncina’yı bol bol okurlardı. Ya bizler? YARBAY HASAN BEY ŞEHİTLİĞİ 11 Temmuz 1915 günü cepheyi demir tarlasına çevirenler yenilip kıyıya kadar kaçmışlardı. Cephe sakinleşince insanlık görevi başlamıştır.Kendi şehit ve yaralılarımızın yanında bilhassa Fransızların yaralı diye (!) bırakıp kaçtıkları askerlerin tedavisi de bize kalmıştır. Her alay kendi bölgesindeki yaralı ve ölüleri toplama işine koyulur. 17. Alay Kumandanı Yarbay Hasan Bey’de bizzat yaralıları toplama işine nezaret etmektedir. İnsanlık icabı Türk ve Fransız yaralılarını hiç ayırt etmemektedir. Ama düşman düşmanlığını yine de yapar. Yaralı numarası yapan bir Fransız asker bir anda fırlayıp belinde sakladığı kasaturasını Alay Kumandanı’nın göğsüne saplar. Göğsünden oluk gibi akan kan ile birlikte yüzü solmuştu. Düşman onun hayatını kurtarmaya gelen çalışan bir insanın, hayatına kast etmiştir. Yarbay Hasan Bey’in “Vallahi oraya kötü bir niyetle gitmemiştim” dediği duyuldu. Alay İmamı başında Kur’an okumaya başladı. Alay Komutanı birden beni ayağa kaldırınız dedi. Çevresindekiler koltuk altlarından tutarak ayağa kaldırdılar, birden; “La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah” dedi. Gözlerini ileriye doğru dikmişti, yüzünde bir tebessüm belirdi ve yüksek sesle “Niçin zahmet buyurdunuz ya Rasulullah, ben zaten geliyordum” derken ruhunu tekbir sesleri arasında teslim etti. O Hasan Bey ki şehitler bahçesine girerken kendisini Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed’in (sav) bile bizzat karşılamaya geldiği şanlı bir Subayıdır. ÇANAKKALE HARBİ İŞTE BÖYLE KAZANILMIŞTIR Ey şehid torunu, bu topraklarda; hilal haça, iman inkâra, kınalı koçyiğitler yedi düvele, et ve kemik ateş kusan çeliğe, vatan ve istiklal aşkı gözü doymaz sömürgeciliğe galip gelmiştir. KAYNAKLAR Gelibolu Günlüğü, Gen. Jean Hamilton.Çanakkale Savaşları ve Menkıbeleri, M.İhsan GençcanHavranlı Koca Seyid, Ali ErdilYaşayan Çanakkale’li Muharipler, C.ÖnderÇanakkale Gezi Rehberi, S.Dağ

“Ameller niyetlere göredir.”1 hadîs-i şerîfi hakkında içlerinde İmam Şâfii Hazretleri’nin de bulunduğu bir çok âlim şahsiyet “Bu hadîs-i şerîf İslâm’ın üçte birisini teşkil eder.” diye hükmetmişlerdir. Niyet bir ameldeki kasdedilen ve irâde edilen şey mânâsına gelir. İnsanın kalp ve düşünce ekseninde yeşeren hissiyatı ve kasdı, amelini sahih ya da fâsid kılar. Çünkü Allah katında amelden önce, onun ruhu hükmündeki niyet kıymet arzeder. Niyetsiz bir amel olamaz. Fakat amele dökülemediği halde sâhibine ecir kazandıran pek çok niyetler vardır. Niyetimizin sâfiyeti ve istikameti nisbetinde küçük amellerimiz büyür. Bazen de büyük görülen amellerin zerre kadar dergâh-ı İlahî’de kıymeti olmaz. Bu da Rabbimizin, bizi amellerimizin cüssesiyle ve kemiyetiyle değil, onun ruhu hükmündeki niyetimizle hesaba çekdiğinin bir delilidir. “İhlas ile yapılan ibâdet az da olsa insana kâfi gelir.”2 Üstad Hazretleri “Niyet öyle bir haysiyete mâliktir ki âdetleri, hareketleri ibâdete çeviren pek acip bir iksir ve bir mayadır. Ve keza niyet ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı âdetlere çeviren bir ruhtur. Demek niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır.”3 der. İslâm’da ilim, amel, ihlâs üçlüsü olmadan ameller kabul görmez. Îlimden sonra amelin ihlâs ile yoğrulması gerekir. Allah Resûlü (asm) mevzunun ehemmiyetini şu hadisle beyan etmiştir “Âlimler hâriç bütün insanlar helâkettedir. Amel edenler hâriç bütün âlimler de helâkettedir. İhlaslı olanlar hâriç bütün amel edenler de helâkettedir. İhlaslı olanlar da (onu kaybetme gibi) büyük bir tehlike içindedir.4 Farz ibâdetlerimizin ihlâsla eda edilmesi kadar âhiretin tarlası hükmündeki dünya hayatımızın mübah işlerinin her dakikasının ibâdet ruhu içinde bâkileşmesi de niyet ile gerçekleşir. Mesela yemek, içmek, yatmak, kalkmak gibi tüm dünya insanlarının yapmakta olduğu bu fıtrî âdet ve hareketlerimiz de sünnet-i seniye düsturlarına ittibâ etmeyi niyet etmeliyiz. Çünkü sünnet-i seniye, Allahu Teâlâ’nın râzı olduğu bütün amelleri içine alan en mükemmel Kur’ânî hayat tarzıdır. Böylelikle âdet ve hareketlerimiz ibâdete çevrilir, bütün hayatımız meyvedar ve sevaptar bir vaziyet alır. Ayrıca “Namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır.” Öyleyse ihlâs dediğimiz şey amelimizde sâdece Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksad yapmak gayretidir. Halkın teveccühüne kıymet verip nefsi riyâkâr amellerle beslemek ancak amellerimizi zâyi edip cehennem azâbını netice verir. “İbâdetine riyâ karıştırana âhirette denir ki: Git sevabını o kişiden iste!”6 Kur’ân-ı Kerîm’de ihlâs ile yapılmayan ibâdet ve ameller hakkında Rabbimizin müteaddid ihbar ve tehditleri bulunmaktadır. “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar kıldıkları namazlarından gâfildirler.”7 “Ey îman edenler! Sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah’a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın.”8 Allah Resûlü de (asm) “Nice oruç tutanlar vardır ki orucundan kendisine aç ve susuz kalmaktan başka birşey yoktur.”9 “Ümmetimin şirke düşmesinden korkuyorum. Gerçi onlar, puta, aya, taşa tapmazlar. Ancak amelleri ile riyâkârlık yaparlar”10 buyurmaktadır. Riyâ, âhiret amelleriyle dünyevî makam ve menfeatler elde etme niyetidir. Yahya b. Muaz “Ben ihlâsta ilerlemek istiyorum. Nasıl anlarım ihlâsta ilerlediğimi?” diye soran birisine şu cevabı vermiştir “Seni övenle yeren, nazarında eşit oluyorsa ihlâsta ilerliyorsun demektir. Öyle değil de seni öveni seviyor, yerene kızıyorsan ihlâsta yerinde sayıyorsun, ilerleme yok demektir.” Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki riyâ korkusuyla, tam ihlâslı yapamıyorum zannıyla ibâdetleri terk etmek de büyük hatadır. Ancak şeytanı memnun edip büyük zâyiata sebeb olur. İhlasa tam muvaffak olmuş zâtlardan birisi olan Hz. Ali’nin (ra) şu hâdisesi çok mânidardır: “Bir vakit İmam Ali bir kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman o kâfir, ona tükürmüş. O da kâfiri kesmemiş, bırakmış. Kâfirin “Neden beni kesmedin?” sualine Hz. Ali “Seni Allah için kesecektim, bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karışdığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.” O kâfir ona dedi “Beni çabuk kesmen için, hiddete getirmek içindi. Mâdem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir. O din haktır.”11 İşte Hz. Ali (ra) ihlâsıyla bir müşrikin ebedî cehennemini, cennete çevirmeyi başarabilmiştir. NİYET VE AMEL İLİŞKİSİ Ameline muvaffak olamadığımız ölü hükmünde, öyle güzel ve hâlis niyetlerimiz de vardır ki Cenâb-ı Hak, onları dergâh-ı izzetinde kabul buyurup hayatlandırır. Mesela Hz. Osman (ra) eşinin hastalığı sebebiyle Bedir Savaşı’na iştirak edememişti. Fakat o da Bedir ashâbının ecirlerine ortak olduğu gibi Allah Resûlü (asm) ona savaş gânimetlerinden de pay vermişti. Bir hadîs-i şerifte, “Kim yatağına geldiğinde gece kalkıp namaz kılmaya niyet ederse; sabahlayıncaya kadar uykusu ağır basarsa, niyet ettiği şey onun için (amel defterine namaz kılmış gibi) yazılır.”12 Yine bir askerin hassas bir mevkide kısa bir süredeki nöbeti içinde, her an cihada hazır halde beklemesi de onu cihad sevabından hissedar yapar. “Ve niyette öyle bir haysiyet vardır ki seyyiâtı hasenâta ve hasenâtı seyyiâta tahvil eder.”13 Bir insanın canına kasdetmek bir seyyiedir, fakat bu cihad meydanında küffara karşı olursa büyük bir haseneye tebdil eder. Yine yalan söylemek, gıybet yapmak büyük günahlardandır. Fakat dargın iki kişi arasını düzeltmek kasdıyla ve bir savaşı kazanmak gâyesiyle söylenen yalan, seyyie olmaz. Bir şahsı sâdece tanıtmak maksadıyla herhangi bir kötü niyet taşımadan târif etmek de zâhirde gıybet gibi gözükse de bir sakınca arzetmez. Yine İslâm’ın ilk dönemlerinde ictihad farklılığından dolayı karşı karşıya gelen ve birbirini öldüren mü’minler zâhirde müslüman kanı akıtmıştır. Fakat iki tarafın da maksat ve matlubu Allah’ın rızasına uygun bir içtihad yapıp onun hükmüyle amel etmek olduğu için bu savaşlardan mesul değildirler. Dolayısıyla her iki tarafın da ölenleri şehid, kalanları gâzidir. Evet demek ki “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.”14 Öyle haseneler de vardır ki sâhibine ancak günah kazandırır. Riyâ ve gösteriş ile yapılan her türlü ibâdet ve hayr böyledir. Bir hadîs-i şerîfte “Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyle ise kimin hicreti Allah ve Resûlüne ise onun hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa ve nikahlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”15 buyrulur. Müslümanların Medine’ye hicretine izin çıktıkdan sonra Ümmü Kays isimli bir kadın da hicret etmişti. Onunla evlenmek isteyen bir adama da Medine’ye hicret etmesi şartıyla onunla evleneciğini söylemişti. Bunun üzerine bu şahıs Ümmü Kays ile evlenmek niyetiyle hicret etti. Böylelikle bu niyeti ona hicret edenlerle aynı meşakketi çektiği halde hicret sevabı kazandırmadı. Kuzman isimli bir Medineli de Uhud Savaşı’na katılmış ve öldürülmüştü. Herkes onu şehid zannederken Allah Resûlü (asm) bunu yalanladı. Çünkü Kuzman Medine’deki bahçelerini düşmanın istilasından korumak ve aynı zamanda kahraman olarak anılmak niyetiyle bu savaşa katılmıştı. Nice şehidler, hâfızlar, âlimler de vardır ki âhiret işleriyle dünyevî makamları kazanmayı niyet ettikleri için sonları ancak helak olmuştur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Mesnevî-i Nûriye’de devamla “Az bir ömürde cennet bütün leâiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.” der. Zâhirî adâlete göre insanın, amelleri neticesinde sâdece yaşadığı ömür kadar ceza veya mükâfat alması gerekir. Halbuki ebedî mükâfata sebeb, insana ne kadar ömür verilirse verilsin hep îman ve İslâm üzere gitmeyi niyet ve kasdetmesidir. Aynı şekilde ebedî mücâzatın sebebi de inkâr ve küfür fikrine devam etme niyet ve kastıdır. Yine o niyettir ki insanı her an Rabbinin nimetlerine hamd ile tesbihe koşturup daimî şâkir yapar. İnsan kendisine ihsan edilen ve Kur’ân’ın ifâdesiyle “Allah’ın nimetlerini saymakla bitiremezsiniz.”16 âyet-i kerîmesi mûcibince bu hadsiz ve küllî nimetlere hakkıyla şükretmeye güç yetiremez. Halbuki bu âciz insan kendi ibâdet, duâ ve hamdlerini niyetini küllîleştirmek suretiyle muazzam bir hâle getirebilir. Çünkü küllî niyet âdeta bir komutanın kendi askerlerinin yaptığı bütün hizmetlerini kendi namına padişahına teslim etmesi gibidir. Böylelikle bütün mahlukatın ve mevcûdatın duâ, salat, tahiyye ve hamdlerini kendi ibâdet ve duâlarının içine almayı niyet eden insan hadsiz bir hamd ve şükre muvaffak olur. Husûsen namaz farizasının dergâh-ı İlahîde en mühim ve makbul bir amel olması bünyesinde barındırdığı bu küllî niyet sırrıyladır. Bizler de Rabbimizden O’na hâlis kullar, Allah Resûlüne (asm) hakikî ümmet ve ihlâsa tam mazhar olmuş üstadlarımıza lâyık, halis talebeler olmayı duâ ve niyaz ediyoruz. Kaynaklar Buharî, Müslim, Ebû Davud Dare Kutnî Mesnevî-i Nuriye Keşfü’l-Hafa 2:312 4.Sözİbni Mace Ma’un Sûresi, 3-4 Bakara Sûresi, 264 İbni Mace, Hakimİbni Mace22. MektupNesai, İbni MaceMesnevî-i NûriyeAclunî, Kesfü’l-Hafa 2:143Buharî, Müslim, Tirmizî, Ebâ DavudNahl Sûresi, 16

Ehl-i Sünnet’in amelde dört hakmezhebinden biri olan Mâlikî Mez-hebi’nin imamıdır. Asıl adı, Mâlik bin Enes’tir. Künyesi Ebu Abdullah’tır. H. 95 (M. 711) senesinde Medine’de doğmuş, H. 179 (M. 795)’de yetmiş altı yaşında iken Medine’de vefat etmiştir. İmam-ı Mâlik’in âilesi, aslen Yemenli ‘Beni Esbah’ kabilesine mensup olup asılları bir hükümdar hânedanına dayanır. Atalarından biri Medine’ye gelip yerleşmiştir. Dedesi Ashâb-ı Kirâm’dan olan Ebû Amr’dır. Rivâyet edilir ki birçok kişiye mürâcaat ettiği halde müşkilatını halledemeyen bir adam, İmam-ı Mâlik’in huzuruna gelir. Mağrip’ten (Fas) geldiğini, bir sualinin olduğunu ve buna ancak kendisinin cevap verebileceğini ifâde eder. Adam sorusunu sorar. Fakat İmam, bilmediğini söyler. Bu cevap karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen kişi “Yâ İmam! Altı aylık mesâfeden size soru sormak üzere gönderildim, eğer cevap almadan memleketime gidersem, ben bu durumu nasıl izah ederim.” deyince, Mâlik bin Enes (ra) “Lâ edrî (ben bu meseleyi bilmiyorum), gidin ve bilen birisine sorun.” demiştir. Medine’de, Resûlüllah Efendimiz’in mânevî ruhâniyetinin hâkim olduğu, ilim deryası Tâbiîn İmamları’nın hayatta olduğu bir beldede yetişen ve dönemin birçok uleması tarafından ilmî derinliği tasdik edilen büyük imam, bilmediği konuda rahatlıkla “Lâ edri” diyebilmiştir. İşte: “Ne mutlu o kimseye ki haddini bilir, haddinden tecâvüz etmez.” sözüne mâsadak bir zât olduğunu göstermiştir. Tebe-i Tâbiîn’den olan İmam-ı Mâlik, hadis rivâyeti ve ilim ile meşgul olan bir âile ve çevrede yetişmiştir. Yaşadığı muhit, Peygamber Efendimiz’in (asm) yaşamış olduğu ve İslâm’ın hükümlerinin tesis edildiği ve çok ilim ehlinin bulunduğu Medine-i Münevvere’dir. İmam-ı Mâlik, ilk önce Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi. Kendisinin isteği ve âilesinin yardım ve teşvikiyle ilim öğrenmeye başladı. Bu hususta kendisiyle en çok alâkadar olan annesidir. İlim tahsiline gitmek istediğini söyleyince, annesi, onun en güzel elbiselerini giydirerek, sarığını sarıp “Şimdi git, oku, yaz!” demiştir. ŞAHSİYETİ Peygamber Efendimiz (asm) “Öyle bir zaman gelir ki insanlar her tarafı ararlar, Medine’deki âlimden daha âlim bir kimse bulamazlar.” buyurmuşlardır. Süfyân-ı Sevrî ve Abdullah ibn Ömer’in azatlısı olan Nâfi’ (ra) ve İmam Zührî, Medine’deki âlimden maksat İmam-ı Mâlik’tir demişlerdir. İmam-ı Mâlik Hazretleri; Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilminde büyük bir âlimdir. Tefsir ilminde, âyet-i kerimelerden binlerce dinî hüküm çıkarmış büyük bir müfessir ve müctehittir. Tefsir ilminde ‘Garîbü’l-Kur’ân’ adlı bir eseri vardır. Hadis ilminde ise pek meşhur bir âlim ve muhaddistir. Amir bin Abdullah bin Zübeyr bin Avvam, Nâfi’ Mevla ibn Ömer, Seleme bin Dinar, Kadı Şüreyk, Salih bin Keysan, İmam-ı Zührî ve daha çok sayıda hadis âliminden hadîs-i şerif rivâyet etmiştir. Hadis ilminde hüccet olduğuna dair ittifak vardır. Zehebî, Tabakatü’l-Huffaz adlı kitabında İmam-ı Mâlik’i şöyle anlatır: “Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivâyet, diyânet, adâlet, Sünnet-i Seniyye’ye bağlı, fıkıhta ve fetvada kaidelerin sıhhatinde önde gelen bir zâttır. Fetva vermede aceleciliği sevmez, çok kere ‘Bilmiyorum.’ derdi. Ve ‘İlim kalkanı, bilmiyorum demektir.’ buyurmuştur.” İmam-ı Mâlik, insanlara hayırlı ve güzel işler yapmalarını tavsiye ederdi. “Kendisine hayrı olmayan kimsenin başkasına hayrı olmaz. İnsan, kendisi için hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz.” buyurarak Peygamber Efendimiz’in (asm) “Kişinin mâlayaniyi terk etmesi, Müslümanlığının güzelliğindendir.” (Tirmizî, Zühd, 11) hadîs-i şerifîni rivâyet ederdi. Hazret-i İmam, ilim bakımından ne kadar yüksek ise ahlâk, zühd, takva ve kerem bakımından da öyle yüksek birisi idi. Âlime hürmeti şaşılacak derecede fazlaydı. İmam-ı Mâlik Hazretleri, derslerinde vakar ve ciddiyet sâhibi olup lüzumsuz sözlerden tamamen uzak kalırdı. Bu hususu, ilim tahsil edenler için de şart koşardı. Bir talebesi şöyle dediğini nakleder “İlim tahsil edenlere vakarlı ve ciddi olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sâhiplerinin, bilhassa ilmî müzâkereler sırasında kendilerini mizahtan uzak tutmaları gerekir. Gülmemek ve sâdece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken adaptandır.” Helâya üç günde bir giderdi. “Helâda çok bulunmaktan hayâ ediyorum.” derdi. Ayrıca İmam Mâlik, Cafer-i Sadık’ın derslerini hiç bir zaman kaçırmazdı. Onun ilmine, zühd ve takvasına hayranlık duymakta idi. İmam-ı Mâlik onun hakkında “Abdesti olmadan hadis rivâyet etmez, Hz. Peygamber (asm)’in adı anılınca yüzü sararırdı.” demektedir. HADİS KONUSUNDAKİ TİTİZLİĞİ Günümüzde bazı oryantalistlerin de etkisiyle, bir takım çevrelerde Kur’ân Müslümanlığı adı altında Kur’ân bize yeter anlayışı ortaya çıkmış ve Efendimiz (asm)’in hadislerine karşı birtakım cephe almalar başlamıştır. Onlara göre hadisler yeterince sened ve metin tenkidine tâbi tutulmamıştır ve dolayısıyla hâlihazırda elimizde mevcut olan hadis kitaplarında birçok mevzu hadis bulunmaktadır. Oysaki çok erken dönemlerde ortaya çıkan İmam-ı Mâlik Hazretleri “Allah Resûlü (asm) şöyle dedi diyen yetmiş kişiye rastladım, fakat bunların hiçbirisinden hadis almadım. Bunların hepsine güvenim tamdı. Öyle ki bunlara çok rahat devlet hazinesini teslim edebilirdim. Fakat bu kimselerin hiçbirisi kendilerinden hadis rivâyet edilmeye liyâkatli değillerdi.” demek suretiyle kendisi için hadis rivâyetinin ne kadar ciddi bir iş olduğunu bize hâliyle ders vermiştir. İmam-ı Şâfii “Hadis okunan yerde Mâlik, gökteki yıldız gibidir. İlmi ezberlemekte, anlamakta ve korumakta hiç kimse, Mâlik gibi olamadı. Mâlik ile Süfyan bin Uyeyne olmasalardı, Hicaz’da ilim kalmazdı.” demiştir. ESERLERİ İmam-ı Mâlik Hazretleri, birçok kitap tedvin etmiş olup, bunların arasında en önemlisi ‘Muvatta’ adlı eseridir. Bu eseri çok kıymetli olup kırk senede telif etmiştir. Muvatta’ı yazınca, kendi ihlâsından şüphe etti ve suya koydu “Eğer ıslanırsa, bu kitap bana lâzım değildir.” dedi. Fakat kitabın hiçbir yeri ıslanmadı. Bu eser, hadîs-i şerifleri fıkıh konularına göre işlemiş olup yazılan ilk hadis kitabıdır. Ayrıca, İmam-ı Mâlik’in ictihad ettiği fıkhî mevzular da bu kitapta bulunmaktadır. İmam-ı Mâlik, bu kitaba Hicaz’ın en sağlam râvilerinin hadislerini almaya özen göstermiştir. Ayrıca Sahâbe sözlerine ve Tâbiîn fetvalarına da yer vermiştir. Muvatta, Kütüb-i Sitte’nin altıncısı olarak kabul edenlere göre derece îtibarıyla Sahihayn’dan sonra gelmektedir. Ancak bir kısım muhaddisler, ondaki mürsel hadislerin, fıkhî görüşlerin ve Tâbiîn fetvalarının çokluğunu ileri sürerek Muvatta’ın daha çok bir fıkıh kitabı olduğunu söylemişlerdir. İmam-ı Şâfii ile Ahmed bin Hanbel; İmam-ı Mâlik’in sohbetinde bulunup ilminden çok istifâde etmişlerdir. Bu zâtların, İmam-ı Mâlik’in talebelerinden olması, onun şeref ve üstünlüğüne kâfidir ve en büyük vesikadır. Hadis ilminde hüccet olduğuna dair ittifak vardır. İmam-ı Mâlik’in rivâyet ettiği hadîs-i şerifler ayrıca ‘Kütüb-i Sitte’ denilen meşhur altı hadis kitabında yer almıştır. VEFATI Hayatı boyunca Medine’den başka bir yere gitmeyen İmam-ı Mâlik, Resûlüllah’a olan aşırı sevgi ve saygısından dolayı, Medine’de bir defa olsun at sırtında dolaşmamıştır. İmam-ı Mâlik, Hicri 179 yılında Rebiü’l-Evvel ayının on dördüncü günü vefat etmiştir. Safer ayında öldüğüne dair rivâyetler de vardır. Cennetü’l-Bâkî mezarlığına defnedilmiştir. Rabbim, cümlemizi şefaatlerine nail eylesin. Âmîn. Kaynakça: 1- Rehber Ansiklopedisi c. 8, s. 1382- Hilyetü’l-Evliyâ c. 6, s. 3163- Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye. s. 10344- Mîzânu’l-Kübrâ c. 1, s. 455- İslâm Âlimleri Ansiklopedisi6- İslâm’da Fıkhî Mezhepler Târihi, Prof. Muhammed Ebû Zehra, Hisar Yayınevi: 2/301-302.

Artık yaz sıcakları iyice bastırmaya başlamıştı. Gül diyarının bağ ve bahçelerinden geçerek epeydir özlem duyduğu köyüne nihâyet varabilmişti. Daha ömrünün baharındaydı Abdullah Çelebi. Soranlara “sıla-i rahim” diyordu, sıla-i rahim ömrü uzatır. Sözde bu müjdeye mazhar olmak için tepmişti bunca yolu. Ancak ziyâretinin başka bir sebebi daha vardı. O da seneler önce verdiği bir söz. Yıllar önce vefat etmiş o çok sevdiği dedesinin mezarı başında ezbere Yâsîn-i Şerif okuyacaktı. Hâfız değildi, fakat Yâsîn Sûresi’ni daha yeni ezberlemişti. Deyim yerindeyse, daha teri soğumadan soluğu köy kabristanında almıştı. Mevsimlerden yaz olmasına rağmen hava biraz serinceydi. Sabahın erken saatleriydi ve namaz vakti daha yeni çıkmıştı. Güneşin ilk ışıkları göz kamaştırıyordu. Gök kubbenin altında sanki yapayalnızdı. Mezaristanın gıcırdayan demir kapısını çekerek araladı. İçeri girdi. “(Ey) mü’minlerden bir topluluğun diyarı! Selam sizin üzerinize olsun.” diyerek ehl-i kuburu selamladı. Çimlerin üzerine basa basa tâ aradığı makberin başucuna geldi. Yeşil takkesinin üzerine beyaz sarığını sardı ve kıbleye dönüp kabrin yanına çöktü. Eûzü besmele çekerek Kelâmullah’tan bazı sûreleri okumaya başladı. Yâsîn-i Şerif okurken ahde vefa göstermenin derin hazzını yaşıyordu. Dedesinin sağlığındayken öpüp koklayamadığı mübârek, nurlu elini, şimdi mânen öpüyor, ‘berhudar ol evladım!’ deyişini sanki işitiyor gibiydi. Çelebi’nin mezarı başında oturduğu sâdece biricik dedesi değildi. Ninesi, ablası ve âbisi de yan yana sıralanmış vatan-ı aslîlerine kavuşmayı bekliyormuşçasına sessiz sedasız yatmaktaydılar. Bir de henüz mezar taşı yapılmamış bir başka kabir daha vardı. Kendisi vatanî görevini yapmaktayken hayata gözlerini yummuş olan amcasınındı bu mezar. Geçtiğimiz yaz katılmıştı ehl-i îman kafile-i emvâtına. Derken Çelebi’ye ölüm hakikatinin mânâ sahifesi açılır gibi oldu. Baktı ki sevdikleri amcasını terk etmeden o sevdiklerini bırakıp gitmişti. Fâni olan mâsivâdan yüz çevirip bâki olan Cenâb-ı Hakk’a yönelmişti. Acaba amcasının öbür taraftaki durumu nasıldı? Kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe mi olmuştu onun için? Bilmiyordu, ama bunlar gibi daha birçok sorunun cevabını bulmaya çalışırken okuduğu Kur’ân’ın sonuna gelmişti. Sonra ellerini açtı ve şöyle duâ etti: Yâ Rabbî! Okumuş olduğum sûreleri dergâh-ı izzetinde kabul eyle. Başta Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) Efendimizin mübârek rûh-u âlilerine hassaten hediye eyledik, vâsıl eyle yâ Rabbî. Sâniyen, cümle peygamberlerin ruhlarına hem Ashâb-ı Kirâm’ın ruhlarına ayrı ayrı hediye eyledik, vâsıl eyle yâ Rabbî. Hem âhirete göçmüş bütün âbâ ve ecdadımızın, akraba ve taallukatımızın ve umum ehl-i îman mü’min ve mü’minâtın ruhlarına da ayrı ayrı hediye eyledik, vâsıl eyle yâ Rabbî! Âmîn.

SORU Caiz, haram, mekruh, farz, vacib gibi kavramların tanımı nedir? CEVAP Hüküm: Karar, bir şeyin sonucu olma, bir sonucu gerektirme, etki, emretme manalarında kullanılır. Din deyiminde ise, bir şeyin üzerine düşen eser demektir. Yükümlülerin (mükelleflerin) işleri ile ilgili olan dine ait hükümlerden her birine “Şer’î hüküm, çoğuluna da Ahkam-ı Şer’iye (Şer’î hükümler) denilir.Örnek: Zekat farzdır, hırsızlık haramdır, denilmesi birer Şer’î hükümdür. Farz: Yapılması din yönünden kesin şekilde gerekli olan herhangi bir görevdir. Farz, kat’î ve zannî diye ikiye ayrıldığı gibi, farz-ı ayın ve farz-ı kifaye olarak da kısımlara ayrılır. Vacib: Dinimizde yapılması kesinlik derecesinde bir delil ile sabit olmayan ve yine kuvvetli bir delil ile sabit görülen şeydir. Vitir ve bayram namazları gibi...Vaciblerin yapılmasında sevab vardır. Terk edilmeleri de azabı gerektirir. Vacibin inkar edilmesi bid’attır ve günahtır. Bunlar, vaciblerin hükmüdür. “Vecibe” sözü, bazen farz yerinde ve bazan da vacib yerinde kullanılır. Çoğulu “Vecaib”dir. Helal: Dinde caiz görülen herhangi bir şeydir. Yapılmasından ve kullanılmasından dolayı ayıplama gerekmez. Helalin her çeşit lekeden arınmış olan saf ve tertemiz kısmına “Tîb ve Tayyib” denir. Mubah: Yapılması ve yapılmaması dinde caiz görülen şeydir. Ne yapılmasında, ne de yapılmamasında günah vardır. Helal olan bir yemeği yahut meyveyi yiyip yememek gibi... Mekruh: Lügatta sevilmeyen ve hoş görülmeyen şey demektir. Din deyiminde, yasaklığı sabit olmakla beraber, ona aykırı olarak da bir delil veya işaret görülen şeydir. Yapılması doğru olmayıp yapılmaması iyi olan bir iştir. Haram: Bir şeyin yapılması, kullanılması, yiyilip içilmesinin İslâm dininde kesin bir delille yasaklanmış olmasıdır. Bu da “Haram liaynihi ve Haram ligayrihi” kısımlarına ayrılır. Sahih: Rükün ve şartlarını toplayan herhangi bir ibadet veya işlemdir. Farz ve vaciblerini gözeterek kılınan bir namazın sahih olması gibi... Caiz: Dince yapılması yasak sayılmayan şey demektir. Bazan sahih yerinde, bazan da mubah yerinde kullanılır. Bazı işlemler dünya ahkamı bakımından sahih olduğu halde, ahiret ahkamı bakımından caiz olmaz. Cuma namazını kılmakla yükümlü olan bir kimsenin cuma ezanı okunurken yaptığı alışveriş muamelesi gibi. Böyle bir muamele sahihtir ve geçerlidir. Fakat manevî sorumluluğu gerektirdiği için caiz değildir. Fasid: Kendi başına sahih ve meşru iken, gayri meşru bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru olmaktan çıkan şeydir. İbadet konusunda fasid ile batıl aynı hükümdedir.Meşru olan bir işi bozan, hükümsüz kılan şeye de “Müfsid” denir. Kasden yapılması azaba sebeb ise de, yanılarak yapılması azabı gerektirmez. Namaz içinde gülmek gibi. Gülmek, aslında sahih olan namazı bozar. Batıl: Rükünlerini veya şartlarını büsbütün veya kısmen kendisinde toplamayan herhangi bir ibadet ve muameledir. Bir özür bulunmaksızın abdestsiz kılınan namaz gibi. (Büyük İslâm İlmihali, Ömer Nasuhi Bilmen) SORU Allah’ın Beka ve Vücud sıfatları zati olması hasebiyle yarattıklarından herhangi birine vermek caiz değilse biz nasıl var oluyoruz ve nasıl cennet veya cehennemde ebediyyen yaşayacağız? CEVAP Mutlak ezeli ve ebedi olan sadece Allah’tır. Ruhun ebediyeti mahlukiyete ait bir ebediliktir. Allah’ın (cc) Vücud ve Beka sıfatları Allah’ın zatına ait olan ezelî sıfatlardır. Ruhun beka bulması ise Allah tarafından ruha verilmiş olan bir özelliktir. Ruh bakidir demekle Allah’ın beka sıfatının (haşa) ruhta da olduğu ifade edilmiş olmaz. Ruh kayyumiyet sırrıyla bekaya mazhar olur. Onu beka ile mükafatlandıran kudret, dilerse fena ile de cezalandırabilir. “Ruh bakidir” ifadesi ruha verilen ilahi mizacı ifade eder. Haşa Allah (cc) ruhu bekaya mazhar etmek zorundadır manasında değildir. Allah (cc) ruhun baki olmasına izin verdiği için ruh bakidir. Ruhun bakiliğini anlamak için önce Allah’ın sonsuz hikmetinin her yaratılan gibi ruhun mahiyetinde de tecelli ettiği anlaşılmalıdır. Nitekim ruh, beden gibi parçalardan oluşmuş değildir. Bu sebeple baki olması hikmetçe mahiyetine uygun olandır, ceset ise dağılmaya makhum olduğundan ölümsüz olması mümkün değildir. Ancak Allah’ın ruhu yok etmesi ile ruh fena bulabilir ki sonsuz merhamet sahibi Allahu Teala’nın yarattığı hiç bir şeyi yokluğa göndermek gibi bir adeti yoktur. Asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleri, ruhun baki oluşunu şöyle ifade etmiştir: “Ruhun fenası (yok olması), ya tahrib (bozma) ve inhilal (dağılma) iledir. O tahrib ve inhilal ise, vahdet (ruhtaki birlik) yol vermez ki girsin, besatet (parçalardan oluşmaması) bırakmaz ki bozsun. Veyahut i’dam (yok etmek) iledir. İ’dam ise Cevvad-ı Mutlak’ın (sonsuz cömerd olan Allah’ın) hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu (cömerdliği) bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu (varlık nimetini) o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.” (29. Söz) Zât-ı Akdes-i İlâhî madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve esmâsı daimî ve sermedîdirler; elbette onların aynaları ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekadaki bâkiyat ve ehl-i beka, fenâ-yı mutlaka, bizzarure, gidemez.” (Mektubat)

Türkiye tanıtım kitabı 12. dilde yayımlandı Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğünün (BYEGM) 'Türkiye' tanıtım kitabı, 12. dilde yayımlandı. BYEGM'den yapılan yazılı açıklamada, 'Türkiye' tanıtım kitabının yayımlandığı diller arasına bu yıl İtalyanca'nın da eklendiği bildirildi. Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürü Murat Karakaya, kitabın geçmiş yıllarda Avrupa'da en başarılı tanıtım yayını olarak seçildiğini ifade ederek, ''Türkiye kitabına, yurt içinde ve yurt dışında yoğun ilgi gösteriliyor'' ifadesini kullandı. Türkiye'yi her yönüyle tüm dünyaya tanıtmayı amaçladıklarını vurgulayan Karakaya, Türkiye'yi dünyanın her yerinde doğru şekilde tanıtabilmek için kitabı her yıl daha fazla dilde çıkarmaya gayret ettiklerine işaret etti. Karakaya, ''Mevcut dillere ek olarak bu yıl İtalyancayı da ekleyerek okuyucu coğrafyamızı daha da genişlettik'' bilgisini verdi.'Türkiye' kitabında Türkiye'nin tarihi, siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki durumu, dış politikadaki temel ilkeleriyle çeşitli kurumları ve doğal güzellikleri ayrıntılarıyla anlatılıyor. Kitap, Türkçenin yanı sıra İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça, Rusça, Japonca, İspanyolca, Portekizce, Çince ve Farsça ve İtalyanca olmak üzere 12 farklı dilde hazırlandı. ‘Hangi Oryantalizm?’ eleştirel bir inceleme sunuyor Zachary Lockman' ın 'Hangi Oryantalizm?' adlı kitabı Küre Yayınları'ndan çıktı. Hangi Ortadoğu? Batı’daki ve özellikle de 50 yılı aşkın bir süredir Birleşik Devletler’deki İslâm ve Ortadoğu çalışmalarının kapsamlı ve eleştirel bir incelemesini sunuyor. Ortadoğu’ya ve İslâm’a ilişkin “bilginin üretimini, yayılımını ve kabulünü etkileyen koşullar, münakaşalar, çatışmalar ve süreçler” hakkında yaşanan tartışmaları keşfetmeye çalışan Lockman; özellikle 11 Eylül 2001’den sonra Ortadoğu ve İslâm hakkında akademisyenler, gazeteciler, yorumcular ve devlet görevlileri tarafından üretilmiş, yaygınlaştırılmış ve hâlihazırda da devam ettirilen bilgi türlerinin daha iyi, daha eleştirel ve daha tarihsel bağlamlar içerisinde anlaşılmasının hayati önemde olduğuna vurgu yapıyor. Bu bağlamda kitap, pek çok Amerikalının Ortadoğu’yu kavrama biçimlerinin ve dolayısıyla da Birleşik Devletler’in bölgede neden bu şekilde davrandığının anlaşılmasına yardımcı olacak. Ayrıca Hangi Ortadoğu? oryantalist söylemi devam ettiren söz konusu okuma ve davranma biçimlerinin yaratılmasında belirleyici olan kişi ve kurumların tarihine, amaçlarına, çalışma tarzlarına, iç içe geçmiş ilişkilerine ve örgütsel yapılarına ilişkin aydınlatıcı değerlendirme ve bilgiler de sunuyor. Tarihi yeniden yapacaklar Sultan Vahdeddin’in Çengelköy’de bulunan 4 köşkü, İTÜ ve özel bir firmanın iki raporu doğrultusunda yıkılıp aslına uygun olarak yeniden yapılacak. Çengelköy'de bulunan ve 1955 ve 1984 yıllarında alınan iki ayrı kararla 'restore edilmesi' öngörülmesine rağmen, uzun yıllar ihmal edilerek kendi haline terk edilen 'Vahdeddin Köşkleri' "güçlendirme çalışmalarının ekonomik olmaması" gerekçesiyle iki rapor ve iki onayla yıkıldı. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve özel bir müşavirlik firması tarafından hazırlanan raporu onaylayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile 6 No.'lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarihi köşklerin yıkılmasına olur verdi. Köşklerin en büyüğü olan ve padişahın şehzade iken ikamet olarak kullandığı Soğanbaşlı Sultan Vahdeddin Köşkü'nün yer aldığı Köçeoğlu, Ağalar ve Kadınefendi köşkleri 60 dönümlük koru içinde bulunuyordu. Bir yangında harabeye dönen bu en büyük köşk, merhum Özal döneminde Cumhurbaşkanlığı Konukevi olmak üzere yeniden yapılmıştı. Kırım Harbi sırasında İtalyan askerlerinin hastanesi olarak kullanılan Köçeoğlu Köşkü ise, Cumhuriyet döneminde Ağalar Köşkü ile birlikte yıktırılıp yeniden yapılmıştı. Kâgir bodrum katı üzerine 2 katlı bu köşk yıkım öncesinde zaten harabe olarak bekliyordu. İstanbul silueti için oldukça önemli olan bu 4 köşkün yıkılması için, "köşklerin deprem güvenirliklerinin yetersiz olduğu, güçlendirme ya da yenilenmelerinin gerektiği, yenilenmenin daha uygun ve gerekli görüldüğüne" ilişkin İTÜ raporu ile özel bir müşavirlik firması tarafından hazırlanan iki rapor yetti. Kur’an kursunda yaş sınırı kalktı Diyanet’le ilgili kanunda yapılan değişiklikle Kur’an kurslarına yaş sınırlaması getiren düzenleme yürürlükten kaldırıldı. 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda değişiklik öngören Kanun Hükmünde Kararname, Resmi Gazete'nin bugünkü sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Değişikliğe göre, Başkanlığın yurtdışı faaliyetlerinde verimliliği artırmak, uluslararası düzeyde yapılacak şura toplantılarını organize etmek, yurt dışı din hizmetleri bölgelerini grup ve sınıf esasına göre düzenlemek ve bu bölgelerde görevlendirileceklerin niteliklerini belirlemeye yönelik çalışmalar yapmak, yurt dışı din hizmetlerinin etkin ve verimli bir şekilde yürütülmesine katkı sağlayacak altyapıya ve dini tesislere ilişkin iş ve işlemleri yürütmek, yurt içinde ve yurt dışında inceleme ve araştırmalar yapmak ve Diyanet İşleri Başkanı tarafından verilen diğer görevleri yürütmek üzere 40 ''başkanlık müftüsü'' atanabilecek. Din hizmetleri din hizmetlerinde etkinliği sağlamak amacıyla Başkanlık tarafından belirlenen yerlerde görevlendirilmek üzere ''başkanlık vaizi'' kadrosu ihdas edildi. Ayrıca, il ve ilçe müftülüklerine bağlı olarak taşra teşkilatında Başkanlıkça yürütülen hizmetlerin denetimiyle görevli ve en az dört yıllık lisans düzeyinde dini yüksek öğrenim mezunları murakıplar atanabilecek. Vaiz, Kur'an kursu öğreticisi, imam hatip ve müezzin kayyım kadrolarından boş olanlara 657 sayılı Kanunun 86'ncı maddesi uyarınca yapılacak açıktan vekil atamalarında uygulanacak sınavla ilgili usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenecek. Yurtdışı din hizmetlerinin müşavirlik ve ataşeliklerle karşılanamadığı yerlerde din hizmetleri koordinatörlükleri kurulabilecek ve buralara din hizmetleri koordinatörü atanabilecek. Din hizmetleri koordinatörlüklerinin kurulacağı yerler, bu kadroya atanacaklarda aranacak nitelikler, bunların seçimi, görev süreleri, bunlara yapılacak ödemeler ve bu fıkranın uygulanmasına ilişkin diğer usul ve esaslar ilgili Bakanın teklifi ve Maliye Bakanlığının görüşü üzerine Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilecek. Yurt dışı aylığı ise herhangi bir vergiye tabi tutulamayacak. Bu camide 27 şehit sahabe yatıyor Anadolu’nun keşfedilmeyi bekleyen hazinelerden biri olan 27 şehit sahabenin yan yana yattığı Hz. Süleyman Camii’nin restorasyonu tamamlandı. Büyük İslâm komutanı Halid bin Velid'in oğlu Hz. Süleyman'ın da aralarında bulunduğu 27 sahabe kabrinin bulunduğu caminin açılışını, Başbakan Yardımcı Bülent Arınç’ın yapması bekleniyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 2010 yılında restorasyona tabi tutulan camide çalışmalar tamamen sona erdi. 1,5 yıldır ibadete ve ziyarete kapatılan camideki çalışmalar, mimarlar gözetiminde yapıldı. Taşları nemden korumak için aralarına özel yöntemle koruyucu sıvı enjekte edildi. Cami ve minarenin derz işlemi tamamlandı. Caminin beton olan damına bir daha akmaması için kurşun dökülecek, iç duvarlarındaki sıvalar sökülerek yerine ahşap yapıldı. Projenin bir ayağı olan İçkale’de çalışmalar devam ederken, sahabelerin yattığı caminin çevresinde çalışmalar ilerliyor. Kendi kitabınızın yayıncısı olmak ister misiniz? Kaç zamandır 'Hayatımı yazsam roman olur' diyor ama bu romanı hangi yayınevine bastıracağınızı bilmiyorsanız işte fırsat! Teknoloji devi Apple ve yayıncılık devi Amazon, kendi kitabını yazmak ve yayınlamak isteyen kullanıcılar için ücretsiz araçlar sunuyor. Artık kitabınızı hem yazıp hem de satışa sunabilirsiniz. Apple, geçtiğimiz hafta iBooks Author adlı yeni bir uygulamanın tanıtımını yaptı. Mac bilgisayarlar için dizayn edilmiş bu özel uygulama ile artık herkes bir kitap yayıncısı olabilir. iPad için dijital kitap hazırlamaya yardımcı olan bu uygulama App Store'dan indirilebiliyor ve üstelik ücretsiz. Türkçe desteği de olan iBooks Author ile hazır kalıplar kullanılarak, zengin multimedya içerikli interaktif kitaplar hazırlamak mümkün. Sürükle ve bırak yöntemiyle kitaplara kolayca video, ses, resim dosyaları ile interaktif bir önsöz eklenebiliyor. JavaScript ve HTML5 kodlarını da destekleyen uygulama ile hazırlanan kitaplar PDF, Text ve iBooks olmak üzere üç farklı formatta kaydedilebiliyor. Uygulamanın bir diğer önemli özelliği iPad üzerinden ön izleme yapmaya imkân vermesi. Böylece hazırlanan kitabın son hali anında iPad ekranından kontrol edilebiliyor. iBooks Author'un kuşkusuz en ilginç özelliği, bireysel kullanıcıların kendi zevklerine göre kolayca bir kitap hazırlayıp bunu bir yayıncı gibi dağıtabilmesi. Hatta bu yayınlardan para kazanmak bile mümkün. Bu uygulama ile hazırlanan kitaplar ücretli olarak sadece iBookstore üzerinden satılabiliyor. Bu platform üzerinden yapılan satışlarda kitapların fiyatı 14,99 USD'yi geçemiyor. Apple ise kitap satış ücretinin yüzde 30'unu komisyon olarak alıyor. Kitabını ücretsiz dağıtmak isteyenler ise başka platformları kullanmakta serbest.

“Mûsâ da Firavun da ölmediler!” “Benim rûhum, Mûsâ; aklım ise Hârun’dur. Nefsim, Firavun; hevâ ve heves de Firavun’un veziri Hâmân’dır. Firavun’un sihirbazları ise; evhâm ve hayâlât ve İslâm’a yöneltilen îmansızca neşriyattır. Onlara karşı koyacak olan da Kur’ân’ın mu’cizeleridir.” Muhyiddin-i Arabî Hazretleri “Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşmaya devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir.” Mevlânâ Hazretleri BALIK VE KAVAK Balık kavağa çıkmış Zift turşusun yemeğe Leylek koduk doğurmuş Baka şunun sözüne Yunus Emre Hazretleri “Balık, ilham yolu ile kalbe gelen ‘marifetullah’tır. Marifetullah tevhid deryası halinde gelen ariflerin kalbinde, okyanus dalgaları gibi zuhur eder. Oradan taşan dalgalar sahil-i arifte inci taneleri gibi dökülmeye başlar. Dökülen bu inci tanelerinin lezzetinden canlar, kalpler ve ruhlar gıdasını alırlar. Kavak uzun boylu, meyvesiz bir ağaçtır. Marifetullah davasında bulunan, nefsinin esiri zahidi temsil eder. Bunlar yüce velilerin bazı söz ve ıstılahlarını papağan gibi ezberleyip cahil kimselere o sözleri kendi sözleri imiş gibi satarlar. Bundan maksatları da dünyalık kazanmalarıdır. ‘Zift turşusu’ bize onların bu tavırlarını anlatmaktadır. Dinleyenler onların sohbet ve sözlerinden haz duymazlar. Çünkü ‘Candan söylenmeyen sözler lezzetsizdirler.’ Kâmil insanlar onların gerçek hallerini bize böylece açıklamışlardır. ‘Onların çadırları Hak dostlarının çadırları gibidir. İçinde bulunanlar ise onlar değillerdir.” Niyâzi Mısrî Hazretleri (1618-1694) “Kalp padişah, diğer organlarsa onun askerleridir. Padişah düzgünse ordusu da düzgündür. Onun habis olması ordusunun da habisliğine sebep olur.” Ebu Hureyre (ra) Dinde reform sevdalıları “Birinci zümre dinsiz olup, din ile alay etmek, onu Nasreddin Hoca merhumun kuşuna benzetmek isterler. Onlara göre Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetlerini atarak, yerlerine insan sözlerinden vecizeler koymalı ve bunlar namazlarda okunmalı, camiler gazinolarda, dans salonlarına benzetilmelidir… İkinci zümre: Dinlidir. Bunlar, Müslümanlığı kalkındırmak sevdasındadırlar. Fakat kaş yapayım derken göz çıkarmışlar.” (Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri, Bedir Yay. İstanbul 1997, s.47) Batı Medeniyeti “Dinleri, inançları ne olursa olsun, dünyamızda binlerce erkek ve kadın, eğer geleceklerini seviyorlarsa bilsinler ki, Batı medeniyeti iflas etmiştir. Eğer bu medeniyetin akıntısına kendimizi bırakacak olursak, o bizi toplu bir intihara sürükleyecektir.” “İslâm mesajının berraklığına ve evrenselliğine yeniden kavuşturulmasına duyulan büyük ihtiyaç bu gün Batının siyasi ve manevi yönden iflas etmiş olması yüzünden artık gün gibi ortadadır.” (Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, S.27) DEHA MI HÜDA MI? * Hüdâ, semâvîdir; semâdan inmiştir. Dehâ ise zeminden çıkmıştır. * Hüdâ, kalpte işler, dimağıda işletir. Dehâ ise dimağda işler, kalbi de karıştırır. * Hüdâ, rûhu nûrandırır, tohum hâlindeki kabiliyetleri sümbüllendirir, tabiatı ışıklandırır. İnsanı kemâle sevk eder, nefsi emirber nefer eder. İnsanda melek sîmâsını gösterir. Dehâ ise cisme, bedene, nefse bakar. Nefsin kabiliyetlerini daha da geliştirir ve insanı insanlıktan hayvanlığa dönüştürür. Ruhu nefse hizmetkâr eder, cevherlerini köreltir. İnsanda şeytanın sîmâsını gösterir. * Hüdâ, iki cihanda insan hayatına saadet verir, iki dünyayı da aydınlatır, insanı yükseltir. Dehâ ise deccal gibidir; hayat deyince sadece dünyayı anlar. Maddeperest, dünyaperest yaptığı insanı canavara dönüştürür. * Dehâ, sağır tabiata tapar. Kâinâtın varlıklarına ilâhlık verir; şirki teşvik eder. Tabiat kanunlarını ‘Rab’ zanneder. Hüdâ ise, şuûrlu sanatı görür, sanatkârını bilir. Hikmetli kudrete bakar, hikmet ve kudret sahibi Mâlik’ini görür. * Dehâ, Kâinâta küfrân perdesini çeker; bütün İlâhî imzaları örter. Bunun için ‘kefere’ olur. Hüdâ ise, kâinâta şükrân nûrunu serper. Her varlıkta İlâhî kudret ve rahmetin izini, yüzünü, gözünü görür ve gösterir. Bediüzzaman Hazretleri, Lemaat