
Eddai "Bu zamanda şan Şeref perdesi altında riyakarlık yer aldığından azami iblas ile bütün bütün enaniyeti terk lazımdır dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar manevi dua ve ziyaret etsinler kabrimin yanına gelmesinler Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir".(Emridağ Lahikası) Dünya hayatında ona huzur vermeyenlerin vefatından sonra da rahat bırakmayarak kabrini yıkmaları Aziz üstadın manevi büyüklüğünü bir kez daha çok açık bir şekilde gösterdi 40 sene evvel yazdığı ve bu kıta onun imzasıdır diye tarif ettiği Ed Dai şiirinde mezarın yıkılacağına haber vererek Asrın manen vazifeli bir müceddidi olduğunu gösteren imzasını tarih sayfası üzerine bu şiiri ile atmıştı hem şiirin ikinci satırındaki " yetmiş dokuz " rakamıyla hicri 1379'daki 1960 vefatını dahi tam tarihiyle haber vermişti 40 sene önceden verilen bu iki haber o mübarek zatın yüksek mertebesine ve Allah'a olan yakınlığını gösteren apaçık iki kere keramet idi. 1- Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde Said'den yetmiş dokuz emvat bâ-âsam âlâma.1- Yıkılmış bir mezarım ki, içinde Said'den yetmiş dokuz cesed, günahlarıyla ve elemleriyle yığılmıştır.2- Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş. Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm'a.2- Ayaktaki cesedim, sekseninci cesedim olmuştur. Ve o mezara sanki bir mezar taşı hükmündedir. Bütün o bedenlerim, yani bütün hayatım, âlem-i islamın düştüğü bu acı hâle ağlıyor.3- Mezar taşımla pür-emvat enindar o mezarımla Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.3- Mezar taşı hükmündeki ayakta olan bedenim ve kabre girmiş hükmünde olan önceki 79 bedenim ile birlikte bu hâlin üzüntüsüyle inleyerek ahiret yurduma doğru gidiyorum.4- Yakînim var ki: İstikbâl semâvâtı, zemin-i Asya Bâhem olur teslim, yed-i Beyzâ-yı İslâm'a.4- (Bu hüsrandan kaynaklanan hüzünlerime rağmen) Katiyen inanıyorum ki; yer ve gök yani: İstikbaldeki zaman ve Asya kıtası (yâni İslâm dünyası) İslâm'ın yed-i Beyzâsına (yani mucizekâr eline) teslim olacaktır.5- Zira yemin yümn-i imandır. Verir emn eman ile enama...5- Çünkü İslâm'ın yemini, yani imandan gelen bereket ve uğur onun mucizekâr sağ elidir. O uğurlu iman eli, eman vererek, yani barışı temin ederek âleme emniyet verir. Bugün de mele-i Ala'nın arzda medar-ı süruru (gökteki meleklerin yerdeki sevinç kaynağı) bugün de sekene-i arzın mele-i Ala'dan medar-ı iftiharı (insanların meleklere karşıya iftihar sebebi) bugün de habibullah'ın medar-ı nazarı (Allah resulünün kendisiyle alakalı olduğu kişi) bugün de Müslümanlığın Sertacı (Baştacı) bugün de hak tariklerin şahı bugün de hakikatlerin imamı hem bugün de mahbub-u Hüda (Allah'ın sevgili kulu) Hem bugün de allame-i asır (Asrın en büyük alimi) hem bugün de zulmetin (karanlığın) nuru hem bütün günlerde Mehdi A'zam hem molla said-in Nursi... hem Bediüzzaman el-fahdüddevrani (asırların iftiharı) Ahmet Hüsrev Altınbaşak Milyonları Derya gibi coşturmada sözler cennetteki alemleri seyretme de gözler Hikmet dolu her cümlede kur'an'daki nur var her lem'ada bin bir güneşin huzmesi Çağlar Nur yolcusu insanlığa örnek olacaktır Kudsi heyecanlarla gönüller dolacaktır mefkuresi günden güne erdikçe Kemale gark olmada iç alemi en tatlı visale coştukça denizler gibi kalbindeki iman bin ders-i hakikat veriyor ruhuna Kur'an Azadedir İslam'ı saran tehlikelerden davası temiz çünkü siyasi lekelerden her hamlesinin kuvve-i kudsiyesi vardır vicdanları mesteyleyen Ulvi sesi vardır Aşkın ezli sırrına erdikçe gönüller yer var donatır ufkunu Sevda dolu renkler Bir ülkeyi baştan başa fetheyledin ey Nur un olacaktır bütün insanlığa düstur Kur'an seni te'yid ediyor mucizelerle ey şanlı Gönül fatihi …

Çevresini ve dolayısıyla dünyayı kendisine verilmiş bir nimetler topluluğu olarak gören medeniyet anlayışımızda, arza en az müdâhale ile şehirler kurulmakta ve inşa edilmekteydi. Osmanlı İstanbul'unda inşa edilen evler, günümüzdeki evler gibi sonradan yere konmuş gibi durmuyordu. Sanki birer ağaç gibi, yerden çıkmış gibi duran bu evler genel olarak iki katlıydı. Her evin girişi ayrıydı ve bir kapıdan sâdece bir âile giriyordu. Asr-ı saâdette Peygamber Efendimiz'in (asm) uygulamalarıyla hayata geçirilmiş olan İslâm şehir medeniyeti, Osmanlılar devrinde en parlak zamanlarını yaşamıştır. Temelinde Cenâb-ı Hakk'ın rızasına ulaşma kaygısı olan bu medeniyet anlayışı, asırlarca başta İstanbul olmak üzere Osmanlı coğrafyasını baştan sona şekillendirmiştir. Ama elbette ki bu medeniyetin en bâriz örnekleri İstanbul'da vücud bulmuştur. Ve herhalde Târihî Yarımada bu medeniyet anlayışının zirve noktasıdır diyebiliriz. İktifâ ve Kanâat Kur'ân ve sünnetin şehir hayatına tatbik edilmesi ile ortaya çıkan İslâm şehir medeniyetinin bütün Osmanlı coğrafyasındaki uygulamaları göz önüne alındığında bazı temel esasların hayatın her noktasında uygulandığını görüyoruz. Bunlardan birincisi iktifâdır veya diğer bir deyişle kanâattir. Çevresini ve dolayısıyla dünyayı kendisine verilmiş bir nimetler topluluğu olarak gören medeniyet anlayışımızda, arza en az müdâhale ile şehirler kurulmakta ve inşa edilmekteydi. Elindeki ile yetinip ihtiyacının fazlasına tama etmeyen bu anlayışın neticesi olarak, İstanbul'da hem aşırı nüfus yoğunlaşmaları olmamış hem de mümkün olduğunca en az bina ile yetinilmiştir. Hatta öyle ki Osmanlı döneminde bugünkü mânâda kamu binalarından bahsedemeyiz. Mesela kadılar konutlarının alt katında dâvâlara bakmaktaydılar. Kamu binası olarak başta külliyeler olmak üzere câmi, medrese, kervansaray, han, hamam, imarethane ve mektep gibi binalar karşımıza çıkmaktadır. Bu tür âhireti önceleyen binalar, yüzyıllarca ayakta durabilecek şekilde sağlam, sanatlı ve birer mimarî harika olarak inşa edilirken, günlük yaşamın mekânı olan evler ahşaptan inşa edilmekteydi. Ahşap, geçiciliği sembolize etmekteydi. Ahşap evler, hem nem tutmadıkları için sıhhîydiler hem de gerektiğinde çok kolay bir şekilde yeni oda veya bölüm eklenip çıkarılabilecek bir yapıdaydılar. Aynı zamanda insana dünyanın geçiciliğini ve değişkenliğini her daim hatırlatmaktaydılar. Ahşap evler depremde yıkılmamalarına karşın yangın tehlikesi ile karşı karşıyaydılar. Bu durum da her an teyakkuzda olma hissiyatını geliştirmiş ve dünyanın bir imtihan yeri olduğu fikrini akıllardan çıkarmamayı sağlamıştır. TOPOGRAFYAYA SAYGI Şehirlere damga vuran ikinci esas olarak arza ve topografyaya saygıyı görüyoruz. Osmanlılar, şehirlerini inşa ederken yokuşları, tümsekleri veya eğimleri törpülememiş, topografya nasılsa ona uygun bina inşa etmişlerdir. Veya günümüzde olduğu gibi eğimden istifade edip fazladan kat elde etme yoluna gitmemişlerdir. Ağaçlarla ve yeşil örtü ile binalar birbirine her zaman uyumlu olmuştur. Ağaçlar mimarî şaheserlerin görünümünü engelleyen unsurlar olarak görülmemiş, tam tersine ağaçlarla eserler birbirlerini tamamlayan unsurlar olarak görülmüşlerdir. Bu târihî hakikati anlayabilmek için Haydarpaşa'dan veya Harem'den Topkapı Sarayı tarafına bakmak yeterli olacaktır. Osmanlı İstanbul'unda inşa edilen evler, günümüzdeki evler gibi sonradan yere konmuş gibi durmuyordu. Sanki birer ağaç gibi, yerden çıkmış gibi duran bu evler genel olarak iki katlıydı. Her evin girişi ayrıydı ve bir kapıdan sâdece bir âile giriyordu. Osmanlı İstanbul'unda yine arza saygının bir gereği olarak geniş, uzun ve düz caddelerle ve büyük ölçekteki meydanlarla karşılaşmamaktayız. Topografya nasılsa ona uygun ve ihtiyaca göre inşa edilen düzenli ve kıvrımlı bir sokak yapısına sâhip İstanbul'un meydanları da günümüze göre daha küçük ve insanî ölçülerdeydi. Bir mescid, çeşme ve çınarın etrafında gelişen ve şekillenen meydanlar, aynı zamanda üç dört sokağın birleşerek oluşturduğu mahallelerin merkezi konumundaydılar. Ayrıca Osmanlı dönemi yapılarını incelediğimizde aşırı yükseklikten ve büyüklükten kaçınıldığını görüyoruz. Meselâ Süleymaniye Câmii daha büyük ve yüksek olarak düz bir alana inşa edilebilecekken; daha küçük ölçeklerde İstanbul'un üçüncü tepesine inşa edilmiş ve İstanbul'un siluetinin değişmez bir öğesi olmuştur. Buna karşılık Süleymaniye Câmii'nin civarındaki evlerin pencereleri ve boyutları diğer evlere göre daha küçük ölçekteydi. Bu durum uzaktan bakıldığında Süleymaniye'yi daha azametli göstermekteydi. Bu sâyede arza, yani Cenâb-ı Hakk'ın koymuş olduğu topografya nizamına bir saygısızlık yapılmadan, gereken görünüm sağlanmış oluyordu. HULÂSA Osmanlı devrinde öyle bir şehir medeniyeti kurulmuştu ki bu şehirlerde doğan, büyüyen ve yetişen bir insan sâdece şehrin sokak yapısının ve mimarî anlayışının ona öğrettikleriyle dahi olsa İslâm medeniyetini özümseyebiliyordu. Özellikle İstanbul'da bu şehir yapısından günümüze ne yazık ki fazla bir şey kalmadı. Târihî eserlerin yüzde otuzu bugünlere ulaşabilirken, sokak yapısından eser kalmadı. Bu sebeple ecdadımızdan bize mîras kalan elimizdeki eserlerin kıymetini bilmeli ve onlara sâhip çıkmalıyız. Bu eserlerin bize anlatmak istediği medeniyet idealini tekrar yakalamak zorundayız.

Isparta, ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen Risale-i Nur Külliyatının telif edildiği merkezdir. Isparta, İslâm milletinin, hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalâlet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur'andan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin doğduğu topraklardır. Isparta, Rahmet-i İlâhiyenin ve İhsan-ı Rabbanînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm Milletinin evlâdları ve Âlem-i İslâm hakkında ebedî saadet vesilesi olan eserlerin parladığı Şâm-ı Şerif manası ve mübarekiyeti kazanan bahtiyar ilimizdir. İsparit Nahiyesi - Isparta Vilayeti Çocukluğu İsparit Nahiyesi sınırları içinde geçen Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin yaşlılık hayatının mühim bir kısmını -ismen ona çok benzeyen- Isparta vilayetinde geçirmiş olması acib bir tevâfuk olmuştur. Biri hayata gözlerini açtığı, diğeri ise cihanşümul hizmetini başlatıp temellendirdiği yerler olan İsparit ile Isparta arasındaki bu tevâfuka sonraki yıllarda kendisi de dikkat çekerek şöyle bir münasebet kurar: Evet, ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum; fakat kanaatim var ki, İsparit Nahiyesinde dünyaya gelen Said'in aslı buradan gitmiş. Hem Isparta vilâyeti öyle hakikî kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said'i onların her birisine maalmemnuniye feda eylerim.1 Aynı düşüncesini bir yerde de şöyle dile getirir: Belki muhtemeldir ki, o küçük Isparta'nın aslı, bu büyük Isparta'dan gitmiş. Benim vatan-ı aslîm, bu Isparta olmak caizdir.2 Bediüzzaman Hazretleri'nin hayatında bu iki yerin önemi hiç kuşkusuz büyüktür. Zira İsparit, bu büyük İslam kahramının dünyaya geldiği Nurs Köyü'nün içinde yer aldığı nâhiyedir. Isparta ise onun ortaya koymuş olduğu, dünyanın seyrini değiştirebilecek cihanşumül hizmetinin ev sahipliğini yapmış ve en önemli eserlerini orada telif ettiği yer olmuştur. Unutulup kaybolması kasdıyla gönderildiği bu vilayetin insanları ona ve hizmetine sahip çıkmıştır. En halis, en sadık, en sebatkâr, en sarsılmaz talebeleri Isparta'dan yetişmiştir. Isparta Üstad'ın ifadesiyle imana yaptığı hizmetle Şam-ı Şerîf'in mübarekliğine benzer bir mübarekiyet kazanmıştır. Isparta'daki Mübarek Seyyid Nesli Isparta'da böyle kahraman Nur Talebeleri'nin çoklukla çıkması bir tesadüf değildi. Asırlardır tatbik edilmekte olan güzel bir âdetin neticesiydi. Çünkü eskiden beri Isparta zenginleri hacca gittiklerinde, orada yetim kalmış seyyid çocukların bakımlarını üstlenerek Isparta'ya getirirlerdi. 1600'lü yıllarda Isparta'da 103 seyyidin yaşadığı kayıtlara geçtiği gibi, bunlardan dördü sırayla İstanbul'da seyyidlerin kayıtlarını tutmakla görevli olan Nakîbül-Eşraflık makamına getirilmişlerdi. Husrev Efendi gibi seyyidliği senedle bilinenlerin dışında, zaman içinde şerefli nesebleri unutulmuş pek çok insan Isparta halkı içinde karışarak bu şekilde Hazret-i Peygamber (asm)'ın mübarek neslinin çoğalmasına vesile olmuşlardır. Bediüzzaman Hazretleri Âl-i Beyt ismiyle anılan seyyidlerin, dine sahip çıkmakta herkesten ileri olduklarını şöyle izah eder: Âl-i Beyt'in efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve taraf girlikte (sahiplenmekte) çok ileridedirler. Çünkü İslamiyet'e fıtraten, neslen ve cibilliyeten tarafdardırlar. Cibillî tarafdarlık zaîf ve şansız, hatta haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatlı, gayet şanlı, bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata tarafdarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç tarafdarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam (sahiplenme) ve fıtrî İslamiyet cihetiyle Din-i İslam lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.5 Bediüzzaman Hazretlerinden çok kimselerin rivayet ettiği meşhur bir sözü olan, Benim talebelerim fıtridir ifadesinin bir manası, aslı seyyid olan Husrev Efendi, Hulusi Bey ve Santral Sabri Hoca Efendi gibi, yaratılışça İslamiyet'e şiddetli taraftarlık, koruma ve hizmet duygusu taşıyan Nur Talebelerine bakıyor diyebiliriz. İşte kader-i İlâhinin Hazret-i Üstad'ı Isparta'ya sevk etmesi ve sonraki yıllarda da Risale-i Nur hizmetinin en mühim merkezinin Isparta olarak devam etmesinde o mübarek neslin mühim bir hissesi olsa gerektir. Isparta Kahramanları'nın Mümtaz Vasıfları Hazret-i Üstad Kastamonuda iken, Ispartadaki talebeleriyle dâima alâkadar idi. O, izn-i İlâhî ile biliyordu ki; Risale-i Nuru dünyaya ilân ve neşredecek fedakârlardan ve nâşirlerden kısm-ı âzamı Ispartadan çıkacak veya Isparta merkezindeki hizmet ile bu büyük vazife ifa edilecek.6 Risale-i Nurların müellifi Hazret-i Üstad'ın Kastamonu'da kalması Isparta kahramanlarının Kur'an hizmetinde daha ziyâde temâyüz etmelerine bir vesîle oldu. Zirâ Hazret-i Üstad ile maddeten uzak oldukları hâlde manen çok yakın olduklarını onun yokluğunda Risale-i Nurların neşrinde hiçbir gevşeklik göstermemeleri ve pek çok yeni talebeler kazanmakla gösterdiler. Bu sadakat ve kahramanlıktan son derece memnun olan Aziz Üstad, Kastamonu gibi muhtelif vilayetlerde hizmete koşan yeni Nur Talebeleri'ne hep Isparta Kahramanları'nı numune olarak gösteriyordu. Kastamonu Lâhikası, Hazret-i Üstad'ın Isparta Kahramanlarına ne derece yüksek bir muhabbet taşıdığının ve ne kadar büyük bir değer verdiğinin numuneleri ile doludur. İki asker, kemal-i sevinçle gayet dostane ‘Sen Isparta'lısın, bizim hemşehrimizsin.' Ben de dedim: ‘Maaliftihar, her cihetle Ispartalıyım. Isparta, taşıyla toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır. Ve herbiri yüze mukabil, yüzer ve binler hakikî kardeşlerimin meskat-ı re'sleridir (doğum yerleridir).' Evet, bu havaliye (Kastamonu'ya) gelen Ispartalılar asker olsun başkalar olsun, ekseriyet-i mutlaka ile beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor, ‘Sen Ispartalı mısın?' Ben de diyorum: Maaliftihar, ben Isparta'lıyım. Ve Isparta'da o kadar hakikî kardeşlerim ve akariblerim var ki, meskat-ı re'sim olan Nurs Karyesine (köyüne) pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta'nın bir küçük evladı hükmünde olan İsparit Nahiyemize, büyük Isparta'nın bir tek köyünü tercih ediyorum. O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta taşı da, toprağı da, bana ve belki Anadolu'ya mübarek olmuş. İnşâallah hem Anadolu'ya, hem Âlem-i İslam'a neşrettikleri nur tohumları birer rahmete mazhar olur, sünbül verir. Hem gıda, hem ziya, hem deva olup; manevî gala (kıtlık) ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır.7 Isparta kahramanlarının gösterdikleri hârikalar ve cihanpesendane (dünyaya meydan okurcasına) hidemat-ı nuriyenin (nur hizmetlerinin) esası, hârika sadakatları ve fevkalâde metanetleridir (dayanıklılıklarıdır). Bu metanetin birinci sebebi: Kuvvet-i imaniye ve ihlas hasletidir. İkinci sebebi: Cesaret-i fıtriyedir.8 Bu zamanda hususan bu sıralarda, Risale-i Nur'un şâkirdleri tam bir metanet ve tesanüd ve dikkat etmeye muhtaçtırlar. Lillahilhamd Isparta ve havalisi kahramanları demir gibi bir metanet göstermesiyle, başka yerlere de hüsn-i misal oldu.9 Yine, Kastamonu'lu ileri gelen Nur Talebeleri'nden olan Mehmed Feyzi'ye Isparta Kahramanları gibi olmasını tavsiye ederek Üstad şöyle hitab eder: Feyzi kardeşim! Sen, Isparta Vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur'un elli-altmış şâkirdleri içinde celbkârane sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şâkirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebâkisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur'un yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.10 Üstad'ın Gözünde Isparta Talebeleri Cenab-ı Allah, Üstad Hazretlerine Isparta'da öyle kahraman, ihlâslı ve fedakâr talebeler ihsan etmiştir ki, hiçbir korku, şiddet ve hapis onları Üstadın etrafından koparamamıştır. Bediüzzaman Hazretleri, o kahramanlar sebebiyle Isparta'yı taşıyla toprağıyla seviyor, kabirde yatanlarına dahi duâlar ediyordu. Isparta Kahramanları'nın iman ve Kur'an hizmetindeki fevkalâde ihlâs ve samimiyetlerinin Risale-i Nur hizmetindeki büyük muvaffakiyetin en temel bir sebebi olduğunu, meşhur ‘İhlâs Risalesi'nde Üstad şöyle anlatıyor: Kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu davayı isbat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada sizinle yedi-sekiz senede yüz derece fazla edildi. Hâlbuki kendi memleketimde ve İstanbul'da burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmi, insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmette, eski hizmetten yüz derece fazla muvaffakıyeti gösteren manevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat'iyyen şübhem kalmadı. Hem itiraf ediyorum ki: Samimî ihlâsınızla, şan ü şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyadan beni bir derece kurtardınız. İnşâallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.3 Bediüzzaman Hazretleri doğudan sürgünle Isparta'ya getirilişi için ben insanların değil kaderin mahkumuyum der. Kader-i ilâhî sanki onu Isparta'da var olan cevherleri bulup çıkarmak ve işlemek için görevlendirmiş gibidir. Kendileri de buna işaret ederek şöyle der: Hattâ diyebilirim ki: Kader-i İlâhî beni bu yerlere (Isparta'ya) göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş.4 ISPARTA VİLAYETİ MEDRESETÜ'Z ZEHRA HÜKMÜNE GEÇTİ Bediüzzaman Hazretleri gençlik devresinden beri, asrın ihtiyacına uygun yeni bir medrese eğitim sistemi kurmayı planlıyordu. Otuz yaşlarında İstanbul'a olan ilk seyahatini de Medresetü'z-Zehrâ adını verdiği bu geniş çaplı projesini anlatmak ve destek almak için gerçekleştirmişti. Din ve fen ilimlerini birlikte ders vererek yetiştireceği tam donanımlı, asrını doğru okuyan ve yüksek bir İslamî şuur seviyesine sahip âlimler mezun ederek bütün İslam Dünyası'nı nurlandırmayı hayâl ediyordu. 1914 senesinde Van Gölü kıyısında temellerini attığı bu büyük projesi, maalesef, önce Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi, ardından da bir ömür boyu devam edecek olan sürgün hayatının başlaması sebebiyle maddi olarak hayata geçirilememişti. Fakat Hazret-i Üstad, projesinin asıl temelini oluşturan fen ve din ilimlerini mezc ederek asrın insanlarına hitab eden bir üslubla ders verme niyetini, Kur'an'dan gelen ilhamlarla telif ettiği Risale-i Nur Külliyatı ile başarmış oldu. O maddi medrese, adeta manen genişleyerek bütün vatan sathına yayıldı. Üstelik Risale-i Nur'daki dersler yalnız medrese ehli olan yüksek tabakaya değil, bütün halk tabakalarına hitab eder bir tarzda nasib olmuştu. Bu kuvvetli iman dersinin verildiği medrese ise başta Isparta olarak bütün Anadolu'ydu. Isparta Vilayeti ise, Risale-i Nur'un en birinci telif ve neşir merkezi olması ve Isparta'nın kahraman talebelerinin bu iman nurlarının dünyaya neşredilmesindeki olağanüstü gayret ve muvaffakiyetleri sebebiyle, Üstad'ın nazarında, yıllardan beri hayalini kurduğu Medresetü'z-Zehrâ hükmüne geçmişti. Hazret-i Üstad Kastamonu'dan yazdığı mektublarında bu düşüncesini mükerrer defa şöyle dile getiriyordu: Eski Saîd çok zaman Medreset-üz Zehra'yı gâye-i hayal ederek çalışmış. Cenab-ı Hak kemal-i merhametinden, Isparta'yı o Medreset-üz Zehra hükmüne getirdi. Ve nahiyemiz olan küçücük Isparta'nın mahdud akraba ve ahbab yerine, mübârek Isparta Vilâyetini verip binler kardeşi ihsan eyledi.11 Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki: Isparta Vilâyetini, eskiden beri bir gâye-i hayalim olan bir Medreset-üz Zehra, bir Câmi-ül Ezher yapmış.12 Bu defa beni çok mesrur eden ve şükre sevkeden ve bu sıralarda hâsıl olan endişemi izale eden ve Isparta Vilâyeti manevî Medreset-üz Zehra olduğunu ve Isparta şâkirdleri sebatta ve sadakatta her yere faik (üstün) olduklarını gösteren, Risale-i Nur erkânlarından üç-dört mektub ve o mektubda isimleri bulunan has kardeşlerimin Risale-i Nur'a hizmet ve kalemleriyle yardım cihetinde bize gösterdikleri fedakârane ulüvv-i cenab, böyle bir zamanda ve böyle bir mevsimde gâyet parlak bir inâyet-i Rabbânîye olduğuna kanaatımız var.13 Hazret-i Üstad, Isparta'nın Medresetüzzehra namını alarak Risale-i Nur'la imana yaptığı hizmetten dolayı eski zamandaki Şam-ı Şerif gibi, Mısır'daki Câmiü'l-Ezher Medresesi gibi bir mübarekiyet kazandığını söylüyor ve şöyle devam ediyordu: Bu vilayette, imanın kuvveti lâkaydlığa ve ibadetin iştiyakı sefahete hâkim olmasını ve umum vilayetlerin fevkınde (üstünde) bir meziyet-i dindaraneyi Risale-i Nur bu vilayete kazandırdığından…14 Isparta'nın kazandığı bu harika meziyetten dolayı Üstad, Isparta kahramanlarını sâir talebelerine örnek gösterdiği gibi Isparta vilâyetini de diğer vilâyetlere örnek gösteriyordu. Denizli'ye ikinci bir Isparta, İnebolu'ya Küçük Isparta namlarını veriyordu. Bunu gören Kastamonu Talebeleri de Isparta'ya yazdıkları bir mektublarında Isparta'ya benzeme arzularını şöyle dile getirmişlerdi. Biz bu havalideki (Kastamonu'daki) Risale-i Nur Talebeleri namına sizlere pek çok selam ile beraber, arz-ı şükran ediyoruz. Ve sizlere ebeden minnetdarız ki, muktedir ve parlak kalemlerinizle bizleri hem uyandırdınız, hem yardım ettiniz. Bu vilâyeti (Kastamonu'yu), nuranî kalemlerinizle inşâallah Isparta'ya benzettireceksiniz.15 Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu kıymettar hizmetlerinden dolayı Isparta'yı ve Ispartalı talebelerini o kadar seviyordu ki zehirlenme sebebiyle ölüme çok yaklaştığını hissettiği bir anda, Şiddetli zehirli hastalığım dahi ölüme gidiyor diye, Isparta Vilâyetinde kıymetdar kardeşlerimin kucaklarında teslim-i ruh edip o mübarek toprakta defnolmamı, kalben niyaz ettim. diyerek o mübarek Isparta'ya olan şiddet-i iştiyakını ortaya koyuyordu. Aziz Üstad'ın Risale-i Nur'da yer alan bu gibi pek çok ifadelerinde, Risale-i Nur'a membalık yapmış olan Isparta'yı gayet şuurlu bir şekilde Nur Hizmeti'nin merkezine koyduğu ve bütün talebelerinin nazarlarını Isparta'ya doğru çevirmeyi arzuladığı anlaşılmaktadır. Bu şekilde, pek çok merkezde devam etmekte olan Nur Hizmeti bir merkez etrafında toplanarak Isparta modeli üzerinde birlik sağlanmış oluyordu. Gül Fabrikasının Sahibi Husrev Efendi Bediüzzaman Hazretleri'nin Kastamonu'da bulunduğu yıllarda Husrev Efendi de Isparta talebeleri içinde çok faal bir merkez halini almıştı. Kendisi Risale-i Nur'a talebe olmadan iki ay önce, iki gece üst üste gördüğü rüyalarında, temelleri atılmakta olan bir gülyağı fabrikasına kâtib olarak tayin edildiğini görmüştü. Bediüzzaman Hazretleri bu rüyayı tabir ederken, Husrev Efendi'yi, onun gibi çarklardan oluşan mübarek bir cemaat içinde en has ve en yüksek mertebeye katib tayin edildiği tabiriyle müjdelemişti. İşte hem bu müjdeli rüya, hem Husrev Efendi'nin hayret verici bir gayret ve azim içerisinde, adeta bir fabrika gibi Risale-i Nur'u neşretmesi sebebiyle, Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu'dan yazdığı mektublarda ona, Gül Fabrikasının Sahibi diye hitab etmeye başladı. Bu faaliyetlerin bir neticesi olarak zamanla Isparta merkezinden ve köylerinden, onun vesilesiyle Risale-i Nur'dan istifade eden talebelerin sayısı bini16 bulmuştu. İşte Husrev Efendi etrafında toplanan bu Isparta merkezi ve civarı talebelerine Bediüzzaman Hazretleri Gül Fabrikası ve o fabrikanın merkezinde bulunan Husrev Efendi'ye de Gül Fabrikasının Sahibi, Gül Fabrikasının Serkâtibi namını vermişti. Gül Fabrikası heyeti içinde, Süleyman Rüşdü, Refet Bey, Mehmed Zühdü, Keçeci Mustafa, Tenekeci Mehmed, Isparta Hâfız Ali'si, Kâtib Osman, Nuri Benli gibi önde gelen bazı Nur Talebeleri yer almaktaydı. Bediüzzaman Hazretleri'nin Kastamonu mektublarında, Husrev Efendi'yi Gül Fabrikası'nın sahibi, kâtibi gibi tabirlerle taltif eden ifadelerinden bazıları şöyledir: Gül fabrikasının sahibi bizlere parlak bir Gül-ü Muhammedî (asm) bahçesini17 hediye edecekti. Onu, bütün ruh u canımızla bekliyoruz.18 Gül fabrikasının kâtibliğiyle Risaletü'n Nur'a intisab eden (bağlanan) Husrev, iki buçuk sene evvel bir küçük şişe gülyağı göndermişti. Mütemadiyen istimal ettiğim halde daha bitmedi, devam eder.19 Husrev kardeş! …Hakikaten ebedî bir gül fabrikasına kâtib tayin edildiğinize kanaatim kat'iyyet kesbetti. Rabb-ı Rahîm'e hadsiz hamd ü sena olsun.20 Gül fabrikasının Gül-ü Muhammedî (asm) bahçesini yetiştiren Husrev.21 İnşâallah o Gül fabrikasının kalemi, buraları da bir gülistana çevirecek.22 Risale-i Nur gül fabrikasının serkâtibi (başkâtibi) gibi kahraman kardeşlerin ve şâkirdlerin fevkalâde gayretleriyle…23 Risale-i Nur Kahramanı ve Isparta gülistanında Nur'un gül fabrikasının kâtibi…24 Bediüzzaman Hazretleri'nin Husrev Efendi'ye bu unvan ile latifane hitabları ömrünün sonuna kadar devam etmiştir. Üstad Hazretleri'nin, Kastamonu'dan sonraki hayatında yazdığı mektubları Emirdağ Lâhikası'nda yer alır. Bu Lâhikada geçen aynı tarzdaki hitablarından bazı numuneler şöyledir: Gül fabrikası gülistanlarını ve merhum Bedevi25 bülbüllerini konuşturan Husrev kardeş!26 Isparta kardeşlerimiz, hususan Gül-Nur kahramanı Husrev, benim bu kış münasebetiyle maddî hacetlerimi merak ediyorlar, yardım etmek istiyorlar.27 Isparta ve havalisi, Gül ve Nur Fabrikasının kahraman şâkirdleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin.28 Marangoz Ahmed'in bülbülü, gül fabrikasının mübarek gülcü kâtibinin (Husrev'in) bülbülünü tasdik etmesi pek latif olmuş.29 Nur Fabrikasının Sahibi Hâfız Ali Hazret-i Üstad'ın Kastamonu yıllarında, Risale-i Nur'un Isparta'daki kahraman, çok faal şâkirdlerinden ve Denizli Hapsinde Üstadına bedel şehid olan Hâfız Ali, İslamköy'de ve civarındaki Atabey ve Kuleönü talebeleri içinde mühim bir merkeziyet teşkil ediyordu. Hazret-i Üstad, Atabeyli Küçük Lütfi, Hâfız Zühdü ve Tahirî gibi çok çalışkan talebelerin içinde bulunduğu bu heyete Nur Fabrikası ve başlarındaki Hâfız Ali'ye de Nur Fabrikasının Sahibi namlarını vermişti. Bediüzzaman Hazretleri'nin Gül Fabrikası heyeti hakkındaki beyanları üstteki başlık altında izah edilmişti. Hazret-i Üstad'ın Gül ve Nur Fabrikaları namını verdiği bu iki heyete ne kadar büyük değer verdiğini gösteren bazı beyanları: Ben, Risale-i Nur hesabına âhir ömrüme kadar Nur ve Gül dairesindeki sebatkâr ve metin ve sarsılmaz kardeşlerimle, Kastamonu'lu fedakârlar ile ebeden müteşekkirane iftihar ediyorum ve onlarla bütün zalimlerin sıkıntılarına karşı bir kuvvetli nokta-i istinad ve tam bir teselli buluyorum. Şimdi ölsem, onlar var diye ferah-ı kalble ecelimi karşılayacağım.30 Dünyayı ışıklandıracak bir nur fabrikası ve mazi ve istikbali rayiha-i tayyibesiyle muattar edecek (güzel kokularıyla kokulandıracak) bir gül fabrikası semadan bizim imdadımıza gönderilmiş ve benim arkamda kuvvetü'z-zahr (destek kuvveti) olarak duruyor ve mütemadiyen çalışıyorlar diye mesrur oluyorum. Yüzbinler Elhamdülillah.31 Gül ve Nur fabrikası namına Husrev'in tebrik mektubu, beni sevinçle ağlattırdı.32 Isparta'da Gül Fabrikası sahibi Husrev Efendi ile İslamköy'deki Nur Fabrikası sahibi Hâfız Ali Efendi arasında, Risale-i Nur'daki kardeşlik mesleğinin gerektirdiği tam bir sevgi, dayanışma ve kardeşlik hâkim durumdaydı. Aralarındaki bu samîmi dostluk, sevgili Üstadlarından en büyük bir müjdeyi almalarına sebep oldu. O da, İhlâs Risalesi'nin gösterdiği en yüksek hedef olan, bu hizmet-i Kur'aniye'deki kardeşleriyle tam fani olmak derecesinde ihlâsın en yüksek mertebesini elde edip yaşamaktı. Hazret-i Üstad onları şu cümlelerle tebrik ediyordu: Hâfız Ali ile Husrev'in birbirleriyle ciddî bir mahviyet içinde kardeşlik irtibatları, Risale-i İhlâs'ın tam sırrına mazhar olduğunuzu bana ihsas etti, ümidlerimi fevkalâde kuvvetlendirdi.33 Hiç şüphesiz Nur Fabrikası sâhibi Hâfız Ali Efendi ve Gül Fabrikası sâhibi Husrev Efendi'nin Risale-i Nur hizmetindeki fedâkârlıkları emsâlsizdi ve bu fedâkârlıklarının menbaı olan ihlasları Hazret-i Üstad tarafından çok defa takdir edilmişti. Bediüzzaman Hazretleri'ne göre onlar bir baştaki iki göz gibi iki baksalar da bir görürlerdi: Bir zaman Barla'da, bütün tarîkatların şecere-i külliyesini tanzim ve istinsah etmek için Hâfız Ali ile Husrev o vakit o işte bulundular, çalıştılar. Tâ o vakitte bu iki zat, ileride Risale-i Nur'a ehemmiyetli hizmette bulunacaklarını ve başta iki göz gibi, iki bakar bir görür, diye kuvvetli bir temenni ile ümid etmiştim. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki; o ümidim, o zamandan beri tahakkuk etti ve ediyor ve şimdi tam oldu.34 Hâfız Ali Efendi'nin daha hizmete başladığı ilk yıllarda Bediüzzaman Hazretleri'nin huzurunda göstermiş olduğu ihlas hali onun iman hizmetinde nasıl bir samimiyet içinde olduğunu çok güzel gözlere göstermişti. Bunun üzerine Bediüzzaman Hazretleri onun bu halini tüm Nur Talebeleri'ne bir hüsn-ü misal olmak üzere şöyle kayda geçti: Kardeşlerimizden İslamköy'lü Hâfız Ali Efendi, kendine rakib olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti (kardeşlik duygusunu ) çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum: O zat yanıma geldi; ötekinin hattı (yazısı), kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. ‘O daha çok hizmet eder' dedim. Baktım ki; Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlas ile onun tefevvuku (üstünlüğü) ile iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim; gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah'a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âlî hissi taşıyanlar var. İnşâallah bu his büyük hizmet görecek.35 Bu iki Nur Kahramanı'nın birlikte mazhar oldukları Risale-i Nur'un acîb bir tevâfuk kerâmetini Bediüzzaman Hazretleri şöyle anlatıyor: Tevâfukat-ı latifedendir ki, Ramazan Bayramı'ndan bir gün evvel, Husrev Mucizât-ı Enbiya'daki sırr-ı i'câzı yazarken bayramın gecesinde bitirdi. Risaledeki sayfaların başlarındaki eliflerde bayrama işaret eden iyd (bayram) lafzı çıkmış. Aynı günde Hâfız Ali Telvihat-ı Tis'a'yı yazarken bitirdi. Dedim, başımı ne için kestiniz? Acaba Hâfız Ali'nin yazdığında başım çıkmasın? Hakikaten Hâfız Ali'nin yazdığı risalenin sahife başlarındaki elifler başımı gösterdi. Hâfız Ali'nin sini, Husrev'in iydinin başına geçti. Bu iki risale elifleri hem Said oldu, hem de iydiniz said olsun! dediler.36 Kuleönü Mübarekler Heyeti Isparta Ovası içinde bir kasaba olan Kuleönü, Risale-i Nur hizmetine fedakârâne sahip çıkan pek çok Nur kahramanı yetiştiren bahtiyar bir nur beldesidir. Bu nurlu kasabanın Nur Talebeleri'ne Bediüzzaman Hazretleri tarafından Mübarekler Heyeti nâmı verilmiştir. Bu köyden ilk olarak, 1928 yılında Bediüzzaman Hazretleri'ni ziyarete gidip talebe olan Sarıbıçak lakabıyla tanınan Büyük Mustafa olmuştu. Onun ziyareti Üstad Bediüzzaman'ın yeğeni Abdurrahman'ın vefatından dolayı büyük hüzünler içinde olduğu bir ana denk gelmişti. Onun gelişi Hazret-i Üstad'a büyük bir teselli olmuş ve hakkında şöyle demişti: Cenab-ı Hak Mustafa'yı nümune olarak bana göndermiş ki; senden bir Abdurrahman aldım, mukabilinde bu gördüğün Mustafa gibi otuz Abdurrahman o vazife-i diniyede sana hem talebe, hem biraderzade, hem evlâd-ı manevî, hem kardeş, hem fedakâr arkadaş vereceğim.44 İşte bu ziyaret sonrası Kuleönü genç ve ihtiyarları birer ikişer Üstad'ı ziyarete giderek kendisine talebe olmaya ve Risale-i Nur'u yazarak neşretmeye başladılar. Onlardan biri olan Büyük Mustafa'nın kardeşi Küçük Ali için Hazret-i Üstad aynı yerde şöyle der: İşte o Mustafa'nın küçük kardeşi olan Küçük Ali kendi güzel, sıhhatlı kalemiyle yedi yüzden ziyade Nur Risalelerini yazmakla tamamıyla bilfiil bir Abdurrahman olduğu gibi, müteaddid Abdurrahman'ları da yetiştirdi.45 Maziden gelen kuvvetli bir tarikat terbiyesi bulunan bu köyde kısa zamanda hummalı bir Nur hizmeti başlamıştır. Zamanla Risale-i Nur'u yazan kalem sahiplerinin sayısı beş yüzü bulmuştur. Nur hizmetine öyle büyük bir sadakatle baş koymuşlardı ki hiçbir baskı, zulüm ve tehdid onları durduramıyordu. Hizmet uğrunda öyle bir sebat ve metanet gösteriyorlardı ki, Büyük Mustafa, Büyük Ruhlu Küçük Ali ve Hâfız Mustafa gibi köyün önde gelen isimleri Hâfız Ali ve Sabri Efendilerin de olduğu bir toplulukta Kur'an üzerine el koyarak hizmet hakkında sorguya çekildiklerinde ser (başımızı) verip sır vermeyeceğiz diyerek yemin etmişlerdi. Yine bu üç isim Bediüzzaman Hazretleri'nin erkân-ı sitte namını verdiği en yakın altı talebesinden olma şerefini de kazanmışlardı. Diğer üçü ise Isparta'dan Husrev ve Rüşdü Efendiler ile Atabey'den Tahirî Efendi idi. Bu çalışkan mübarekler yalnız Risaleleri yazmakla kalmayıp çevre köy ve kasabalara yayılması için de yoğun bir çaba içerisine girmişlerdir. Sabahları hizmet için evden çıkmadan önce Bediüzzaman Hazretleri'nin okuduğu Cevşen gibi vird ve duâların içinde yer aldığı evrad kitapçığının tamamını okurlar, manevî bir zırh kuşanarak öyle çıkarlardı. Kuleönü Mübarekler Heyeti hakkında Hazret-i Üstad'ın Lahikalara geçmiş pek çok senâkâr ifadeleri olmuştur. Numune olarak onlardan bazıları şöyledir: (Kuleönü) Mübarekler Heyetinde öyle bir şahs-ı manevî hissediyorum ki, (hediye kabul etmemek) kaidemi ona karşı muhafaza edemiyorum. O şahs-ı manevîyi kızdırmamak ve rencide etmemek için, yalnız o paradan borç olarak beş lirayı bu bayram umur-u hayriyesine sarfetmek için kabul ettim.46 Nur fabrikasının sahibi Hâfız Ali'nin ve (Kuleönü) mübareklerin(in) köyleri ortasında, duâda Sav köyü mevki almış. Tam bir senedir ahya (hayatta olanlar) yüzünden emvat (ölüler) dahi hisse alıyorlar.47 Atabey de, İslâmköyü, Sava Köyü, Kuleönü Karyeleri gibi Nurs Karyesine arkadaş olup umum manevî kazancımıza hissedar oldu. 48 (Kuleönü) Mübarek köyünden, mübarekler cemaatinden, mübarek İbrahim'in bereketli mektubunu okudum. Beni memnun eden çok sözler var içinde. Ve bilhassa benim başıma yağan yağmurdan rü'yada içmesi ve biraderzadesi Osman'ın ileride Risale-i Nur'a talebe olması için kendini okutması bizi mesrur eyledi. Cenab-ı Hak öyle mübarekleri o köyde çoğaltsın. Âmîn.49 Cenab-ı Hakk'a çok şükürler ediyorum ki, Mübarekler Köyü Kuleönü'nde eskisi gibi Nurlara şiddetli alâkalarını muhafaza ediyorlar. Ve onların sadakat ve ihlâslarının bir kerametidir ki: Kendime mahsus on mecmua kitablarımı lüzumuna binaen Ankara'ya gönderdiğim ve çok ehemmiyetli ve uzak yerlerden benden kitabları istedikleri aynı zamanda Kuleönü mübarekleri kendilerine mahsus Nur mecmualarını, gönderdiğim mikdarın aynı olarak Medreset-üz Zehra'nın bir hediyesi olarak bana getirdiler. Hususan Birinci Abdurrahman olan Büyük Mustafa'nın kendi el yazısı olan bütün Mektubat ve Lâhika'yı içinde buldum. Cenab-ı Hak o kitabların harfleri adedince her birisine mukabil bin rahmet ihsan etsin. Âmîn.50 Nur fabrika dairesinin mübarekler heyetinden iki ehemmiyetli rükünler (Denizli Hapsi'nden) kurtulmuşlar tahmin ederdim. Elhak o daire, o heyet; altı-yedi senede yirmi-otuz sene kadar fatihane iş görmüşler. Parlak kalemlerinin yadigârları gibi, onların hizmetlerine tevakkuf etmez; onların bedeline, onların defter-i a'mallerine hasenat yazdırıyor. Hattâ Hizb-i Nurî'nin öyle bir kuvvetli fütuhatı var ve öyle ehemmiyetli yerlere girmiş ki, onu neşredenler mütemadiyen çalışıyorlar hükmündedir. Ben, pek çok çalışmış ve çalışkan Hâfız Mustafa'yı da evvelki zât gibi dışarıda zannederdim, yalnız bir defa "O da buradadır" işittim; belki başka Mustafa'dır diye teselli buluyordum.51 Bin Kalemli Sav Köyü Kahramanları Said Nursî Hazretleri'nin Isparta'da kaldığı dönemin sonlarına doğru Nur Risaleleri Isparta merkezinden başka, pek çok köylere de yayılmış durumdaydı. İnsanlar evlerinde gizlice risaleleri okuyup yazıyor, etrafa neşrediyorlardı. İşte o sıralarda, o bahtiyar köyler halkasına merkeze çok yakın, heybetli Davraz Dağı'nın eteklerinde kurulmuş şirin bir köy olan Sav Kasabası da katılmıştı. Üstad Bediüzzaman'ın Kastamonu'da bulunduğu yıllar, Sav Köyü'nün Nur Hizmeti'nde büyük bir sıçrama yaptığı yıllar oldu. Başta Hacı Hâfız Mehmed ve oğlu ile Marangoz Ahmed ve Hâfız Mehmed Gül olmak üzere pek çok kahraman insan Risale-i Nur'a talebe olarak büyük bir gayretle iman hizmetine koyuldular. Bu köyün müstesna bir hususiyeti de birkaç kişi dışında, halkın tamamının risaleleri yazmasıydı. Kur'an yazısını bilenler de bilmeyenler de yazıyordu. Çoluk çocuk, âlim câhil, yaşlı genç, kadın erkek demeden tam bin kalem bu köyde risaleleri neşrediyordu. Onların şevk içinde Nur'a hizmetleri ve yazdıkları risaleleri Kastamonu'da bulunan Üstad Bediüzzaman'a göndermeleri, Üstad'ı pek çok memnun ediyordu. Mâşâallah, bârekâllah! Kalemlerinizin mükemmel çalışmaları devam etmekle beraber tezayüd etmeleri (artmaları) ve hususan Sav'da birden çoğalması. Hacı Hâfız'a ve köyüne (Sav'a) bin bârekâllah, bizi fevkalâde mesrur etti37 tarzında Sav Köyü'nün hizmetlerini takdir eden Üstad'a ait çok sayıda ifade ve mektub Kastamonu Lâhikası'nda yer almaktadır. Onlardan biri: Kahramanlar yatağı olan Sava Köyü'nün ehemmiyetli bir talebesi olan Ahmed'in mektubunda öyle büyük bir mesele gördüm ki, beni sürur yaşlarıyla ağlattırdı. Cenab-ı Hakk'a yüzbinler şükür olsun! Risale-i Nur'un tamam kıymetini, o köyün mübarek vâlideleri ve hanımları tamam anlamışlar. O mübarek hanımların ve kıymetdar ve hâlis âhiret hemşirelerimin, Risale-i Nur'un intişarına gösterdikleri fedâkârlık, beni ve bizi kemal-i sürurdan ağlattırdı. Zaten Risale-i Nur'un mesleğindeki en mühim bir esası, şefkat olduğundan ve şefkat madenleri de hanımlar olduğundan, çoktan beri beklerdim ki, kadınlar âleminde Risale-i Nur'un mahiyeti anlaşılsın. Lillahilhamd bu havalide de (Kastamonu'da), bu yakında erkeklerden ziyade bir iştiyak ve faaliyetle buradaki hanımlar tam çalışıyorlar; Sav'lı mübareklerin hemşireleri olduklarını gösteriyorlar. Bu iki tezahür bu zamanda bir fâl-i hayırdır ki; o şefkat madenlerinde Risale-i Nur parlayacak, fütuhat yapacak. Hem Sav Köyü'nün bahadır çobanları, torbalarında Risale-i Nur'u yazmak için taşımaları, aynı oradaki hanımların fedâkârlıkları gibi bu havalide gayet tesirli bir medar-ı teşvik olacak. O hanımların ve o çobanların hususî isimlerini bilmek arzu ediyoruz. Tâ hususî isimleri ile has talebeler içine girsinler.38 Kaynaklar: Şuâlar 2, s.363 Kastamonu Lâhikası, s. 265 Lem'alar, s. 169 Barla Lâhikası, s. 250 Lem'alar, s. 18 Tarihçe-i Hayat, s. 282 Kastamonu Lâhikası, s. 325 Kastamonu Lâhikası, s. 187 Kastamonu Lâhikası, s. 273 Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 33 Kastamonu Lâhikası, s. 265 Kastamonu Lâhikası, s. 298 Kastamonu Lâhikası, s. 308 Lem'alar, s. 177 Kastamonu Lâhikası, s. 162 Husrev ve Tahirî gibi vazifelerini tam yapan ve bin Husrev ve beş yüz Tahirî meydanda bırakan iki kardeşimiz… (Emirdağ Lâhikası-1, s. 245) Hazret-i Üstad bu cümlede, Husrev Efendi'nin kendisi için yazmakta olduğu Mucizât-ı Ahmediye Risalesi'ni murad ediyor. Kastamonu Lâhikası, s. 102 Kastamonu Lâhikası, s. 7 Kastamonu Lâhikası, s. 40 Kastamonu Lâhikası, s. 105 Kastamonu Lâhikası, s. 111 Şuâlar, s. 260 Emirdağ Lâhikası'nın Zeyli, s. 126 (El yazması nüsha) Hazret-i Üstad Bedevî tabiriyle, genç yaşta vefat eden Ispartalı Mehmed Zühdü Bedevî'ye ve Husrev Efendi'nin onun yazdığı risaleleri hizmette değerlendirmesine işaret ediyor. Kastamonu Lâhikası, s. 330 Emirdağ Lâhikası-1, s. 89 Emirdağ Lâhikası-1, s. 125 Emirdağ Lâhikası-1, s. 95 Şuâlar, s. 389 Kastamonu Lâhikası, s. 40 Emirdağ Lâhikası-1, s. 95 Kastamonu Lâhikası, s. 3 Kastamonu Lâhikası, s. 312 Barla Lâhikası, s. 125 Tevâfuklu 25. Söz, s. 94 Kastamonu Lâhikası, s. 16 Kastamonu Lâhikası, s. 117 Emirdağ Lâhikası-1, s. 202 Emirdağ Lâhikası, s. 173 Kastamonu Lâhikası, s. 173 Kastamonu Lâhikası, s. 191 Şualar, s. 410 Lem'alar, s. 258 Lem'alar, s. 258 Kastamonu Lâhikası, s. 125 Kastamonu Lâhikası, s. 125 Kastamonu Lâhikası, s. 125 Kastamonu Lâhikası, s. 272 Emirdağ Lâhikası-2, s. 45 Şualar, s. 365 Lem'alar, s. 255 Lem'alar, s. 258 Emirdağ Lâhikası-2, s. 12

Barış: Selam! Savaş: Selam! Barış: Ne haber? Savaş: Eyvallah, sağolasın. Senden? Barış: Aynı. Yine unuttu bu insanlar beni. Galiba beni sevmiyorlar. Bazen böyle düşünmeme sebep oluyor bu sürekli senle(savaşla) hemhal olmaları. Savaş: Valla ben halimden memnunum. Yediden yetmişe, ülkeden ülkeye dolaşıp duruyorum. Malum bu aralar her yerde ben(Savaş) varım. Hele hele ülkeler birbirine girdi mi bana sürekli mesai. İnan yetişemiyorum. Barış: Bu insanları anlamıyorum. Değil bir insanın kalbini kırmak bunlar her gün yüzlerce insanın canına kıyıyorlar. İnsan veya insaniyet her ne dersen böyle olmamalı. Bu ancak aşağıların en aşağısı insanların harcı. Ters giden bir şeyler var. Savaş: Öyle deme. Tarihte benden çok fazla var ve olmaya da devam edecek. Ben tarihin süsüyüm. Ben dünyanın düzeniyim. İnsanlar çoğu zaman dinleri için, kimi zaman para için, kimi zaman da sırf zulüm olsun diye savaşırlar. Böylece ihtiyaçlarını giderirler. Zayıf olan ezilmezse güçlü olan ayakta duramaz, biliyorsun. Barış: Ne zamandan beri zulüm ihtiyaç oldu. Başka bir dine mensup insanlara yaşam hakkı tanımamak ihtiyaç mıdır ya da daha çok ve hazır para için öldürmek, sömürmek gereklilik midir? Çok yanlış yerlerde geziyorsun. Savaş, ben önce muhabbetle seni uyarıyorum. Kardeşim bu işin sonu yok. Niye masumlar birilerinin ihtiyaç diye tanımladığı nefsani arzularını tatmin etmek için öldürülüyor. Savaş: Sen bu boş lafları geçsene. Dünya böyle dönüyor farkında değil misin? Kimi buna yeni dünya düzeni diyor, kimi emperyalizm, kimi faşizm, kimi komünizm, kimi din savaşları, kimi de barış sağlamak amacıyla. Sen galiba ortamdan uzaklaştıkça olayları kavrayamaz oldun. Barış: Bence asıl sen dikkat et. Bir gün gelir senden sebep ölenler sana hakkını sorarlar. Sen de o zaman yeni dünya düzeni böyle gerektiriyordu mu diyeceksin. İnsanlar barışı tam olarak hissetseler savaştan daha huzurlu olduğunu görecekler. Bazılarının kalbi savaştan başka bir hissi yaşamamış. Bu nedenle barışmayı öğrenmekten korkuyorlar. Bence sen de benden korkuyorsun. Savaş: Gülerim senin haline. Ben senden neden korkayım. Baksana, benim yerim sağlam. Bu koltuğu kimseye bırakmam. Sen düşün halini, yakında yok olacaksın. Barış: Ben yok olmam, bundan şüphem yok. Ben sevginin, muhabbetin, fedakarlığın, tevazunun, aşkın neticesiyim. İnsan yaşadıkça, kalp taşıdıkça ben varım. Çünkü insanlarda vicdan var ve Vicdan Allah'ı unutmaz. İnsanlar hata edip sana yönelebilirler ama hatalarını görüp senden yüz çevirdiklerinde senin halin nice olacak. Sen insanların vahşileşmelerine, duygusuzlaşmalarına ve sanki vicdanlarını çıkarıp bir yere koymuş gibi hareket etmelerine sebepsin. İnsan aslını bilse senden uzaklaşır. Savaş: Gerçekten mi? Yani insanlar gün gelecek benden uzaklaşacaklar mı? İnanması zor geliyor. Barış: Evet, biliyorum inanması zor. Ama benim taraftarı olduğum hasletler bana savaşın bir gün biteceğini umut etmemi öğütlüyor ve ben bunun için mücadele ediyorum. Savaş: Yani beni yok etmek istiyorsun. O zaman sen de savaş istiyorsun. Barış: Hayır, ben seni yok etmek istemiyorum. İnsanlara sadece canlarını, mallarını korumak ve kendi nefsi arzularına son vermek için savaşmaları gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Şu anki savaşların sadece çıkar savaşları olduğunu gösterme gayretindeyim. Savaş: Yani benden kurtulmak istemiyorsun. Barış: Aslında senden hiç olmasa iyi olur ama bazen mecbur kalabiliyor insan. Savaş açan değil savunan konumunda veya tehlikelere karşı savaşmak zorunda kalabiliyor. Dolayısıyla senden tamamen kurtulmam söz konusu değil gibi. Hem insan kötü huylarıyla savaşmalı. Savaş: Vay be! Aslında kulağa hoş geliyor sanki. O zaman senin deyiminle insanlar beni sever mi? Barış: Elbette. Çünkü sen masumlara ve mazlumlara ışık olacaksın haliyle insanlara. Kötülere ve kötülüklere karşı var olacaksın böylece insanlar da seni sevecek. Savaş: Ne diyeyim. O ışığı göremesem de galiba bahsettiğin gibi olmak güzel olur. Madem insanlar için böyle olması daha doğru bir gün ben sana geleceğim ve sulh isteyeceğim. Ta ki insanlar benim senin için savaştığımı bilsinler. Barış: Aynen kardeşim. Sen böyle yaparsan ben de her zaman senin yanında olacağım ki insanların her aklına savaş geldiğinde barış halini hafızalarından çıkarmasınlar. Savaş: Eyvallah kardeşim. Yeniden aslımıza vasıl olalım o zaman. Hadi bakalım. Barış: Selametle kardeşim, sulh üzere buluşmak dileğiyle...

Peygamberimiz (asm) Cebrail (as) ile oturuyordu. (Peygamberimiz) semaya baktığında bir meleğin indiğini gördü. Cebrail (as) Bu, yaratıldığı günden şu ana kadar yeryüzüne inmemiş olan bir melektir. dedi. O melek indikten sonra Peygamberimize hitaben Ey Muhammed! Rabbin beni sana gönderdi ve Seni kral bir peygamber mi yapmamı istersin, yoksa kul bir peygamber mi yapmamı istersin? diye soruyor. dedi. Cebrail, Peygamberimize hitaben Ey Muhammed, Rabb'in için tevâzu göster. dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Bilakis, ben kul bir peygamber olmak istiyorum. dedi. İdarecilik makamına geçenler o makamla gururlanmayı bırakıp idareciliğin bir imtihan vesilesi olduğunu düşünüp Acaba bu makamın hakkını verebilecek miyim, hakkıyla vazifemi ifa edebilecek miyim? diye korkup titremelidir. İdareciliğin mükâfatı büyük olduğu kadar, cezası da büyüktür. Mütevazı liderler, yardım istedikleri zaman yardım edecek insanlar bulurlar. Onların en büyük yardımcısı ise Allah'tır. Kendini beğenmiş, kibirli insanlar Allah'ın lütuf ve yardımlarından da mahrum kalırlar. Bunun en güzel örneği Müslümanların Huneyn Savaşı'nda mağlub oluşlarıdır. Her ne zaman düşman üzerine azmetsem Allahu Teâlâ Hazretleri'nden yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda askerimin çokluğundan, ordumun ağırlığından bana ayağımın altındaki dağ çalkalanıyor gibi geldi. Kuvvete mağrur oldum. Kendi kendime, Ben dünyanın padişahıyım. Bana kim galebe edebilir? dedim. Bugün Cenâb-ı Hak, en âciz bir kulu ile beni âciz kıldı. Tek başlarına zirveye tırmananlar, oradan aşağıya baktıklarında aşağıdakileri çok küçük görürler. Fakat kendileri de aşağıdan çok küçük görünürler. Tevâzu, kendini büyük görmemek, kendinden küçüklere küçük muamelesi yapmamaktır. Diğer ifadeyle kibirlenmemek, büyüklenmemektir. Kendini büyük görmek, bulunduğu derecenin çok üstünde saymak, ona buna çalım satmak ve gururlanmak çok kötü bir huydur. Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: Allah bana birbirinize mütevazı olmanızı vahyetti. Hatta kimse kimseye iftihar etmesin (diye de emretti). Kim büyüklenerek kibirlenirse Allah onu aşağı indirir. Kim de Allah'a olan huşuundan, saygısından mütevazı olursa Allah onu yükseltir. Mütevazı liderler, Allah katında en çok sevilen, en makbul kullardandırlar. Peygamberimiz (asm), Adaletli, mütevazı sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesi ve mızrağı hükmündedir. Onun ameli yetmiş sıddıkın sevabı derecesinde yükseltilir.1 buyurmuştur. a. Peygamberimiz (asm) ve Tevâzu Peygamberimiz (asm) Cebrail (as) ile oturuyordu. (Peygamberimiz) semaya baktığında bir meleğin indiğini gördü. Cebrail (as) Bu, yaratıldığı günden şu ana kadar yeryüzüne inmemiş olan bir melektir. dedi. O melek indikten sonra Peygamberimize hitaben Ey Muhammed! Rabbin beni sana gönderdi ve Seni kral bir peygamber mi yapmamı istersin, yoksa kul bir peygamber mi yapmamı istersin? diye soruyor. dedi. Cebrail, Peygamberimize hitaben Ey Muhammed, Rabb'in için tevâzu göster. dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Bilakis, ben kul bir peygamber olmak istiyorum. dedi.2 *** Peygamberimiz (asm), çok mütevazı bir şahıstı. Sahâbelerinin yanına geldiğinde onların hürmeten kendisine ayağa kalkmalarını istemez, mecliste kendine âit hususî bir yeri de olmazdı. Nerede boş yer bulsa oraya otururdu. Dışarıdan gelip de O'nu tanımayanlar sahâbelerin içinde O'nu onlardan biri zannederdi. Bir gün huzuruna gelen bir şahıs korkudan titremeye başladı. Bunu gören Allah Resulu: Sâkin ol, ben bir hükümdar değil, Kureyş'ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum." buyurdu.3 Peygamberimiz, zengin, fakir, hür, köle ayırımı yapmaz, her insana değer verirdi. O'nun bu hâli bazı insanların îman etmesine bile vesile olmuştur. Hatem-i Tâî'nin oğlu Adiy, Peygamber Efendimizin huzuruna geldiği zaman kendisi Adiy'e bir minder koydu ve kendisi kuru yere oturdu. Adiy, Peygamber Efendimizin bu tevâzuundan dolayı: Ben şehadet ederim ki sen yeryüzünde ne ululuk ne de fesat arzu etmiyorsun. dedi. Ve Müslüman oldu. b. Ebu Bekir (ra) ve Tevâzu Peygamberimizin dört halifesi de mütevazı insanlardı. Onlar hiçbir zaman, makamlarından dolayı kibirlenmemişlerdir. Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, en üstünü olan Hz. Ebu Bekir, halife olduğunda ilk hutbesinde şöyle demiştir: Ey insanlar! Ben sizin en hayırlınız olmadığım halde başınıza getirildim. Eğer iyilik yaparsam bana yardım ediniz. Kötülük yaparsam beni düzeltiniz. Sizin en zayıfınız, hakkını alıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir. Sizin en kuvvetliniz ise (haksız olduğu takdirde) benim yanımda en zayıftır. Tâ ki başkasının hakkını ondan alıncaya kadar. Herhangi bir kavim Allah yolundaki cihadı terk ederse Allahu Teâlâ onları zelil kılar. Bir toplumda fuhuş ve fenalık yayılırsa Allah, umumî bir belâ gönderir. Ben Allah ve Resul'üne itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Allah ve Resul'üne isyan ettiğim zaman, bana itaat etmeniz gerekmez. Namaza kalkınız, Allah, size rahmet eylesin. dedi.4 Amerikalı Müslüman yazar Hişam Et-Tâlib Eğer siz bugün halife olarak seçilseydiniz Hz. Ebu Bekir'in bu konuşmasına ne eklerdiniz, ya da neyi çıkarırdınız?5 diye sorar. Bu konuşma öyle bir konuşmadır ki çıkarılacak, eklenecek başka bir söz yoktur. Fakat günümüzde Ben sizin en hayırlınız olmadığım halde başınıza getirildim. sözünü samimane söyleyecek kaç lider bulunur? Bazıları Ben hayırlı birisi olmasaydım Allah, beni bu makama geçirmezdi. diye düşünebilir. Hâlbuki târihte insanların başına Firavun, Nemrud gibi uluhiyet dâvâ edenler geçtiği gibi, hilafet makamı gibi yüksek bir mevkiye Yezid gibi bozuk insanlar da geçmişlerdir. Keza Haccac-ı Zâlim gibi zulümde en yüksek rütbede olan insanlar da Müslümanların başına geçmiştir. İdarecilik makamına geçenler o makamla gururlanmayı bırakıp idareciliğin bir imtihan vesilesi olduğunu düşünüp Acaba bu makamın hakkını verebilecek miyim, hakkıyla vazifemi ifa edebilecek miyim? diye korkup titremelidir. İdareciliğin mükâfatı büyük olduğu kadar, cezası da büyüktür. Üstad Bedîüzzaman, kendi nefsine hitaben şöyle der: Sen, ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahirlenme! (Övünme!) Salkımları o ağaç kendi takmamış; başkası onları ona takmış. Sen ey riyâkâr nefsim! Dine hizmet ettim. diye gururlanma. Allah, bu dini fâcir, günahkâr bir kimseyle de teyid eder, güçlendirir. hadisinin sırrınca: temizlenmiş olmadığın için, belki sen kendini o fâcir adam bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i sanat bil, kendini beğenmeden ve riyadan kurtul!6 c. Ömer (ra) ve Tevâzu Hz. Ömer, disiplinli, vakur bir şahıstı. Bu yönüyle herkes ondan korkardı. Bununla beraber o son derece mütevazı bir insandı. İnsanlar bu yönünden dolayı da onu hem severler hem de hak bildikleri şeyi yüzüne söylemekten çekinmezlerdi. Onlar bilirlerdi ki haklı oldukları zaman halife onlara kızmaz, itiraz etmez, kabul ederdi. Bir defasında halka hitap ederken kadınların mehrini artırmamalarını söyleyince bir kadın itiraz ederek: Ey Ömer! Senin böyle konuşmaya hakkın yok. Allah, Kur'ân'da (Mehir olarak) bir yük altın vermiş olsanız bile ondan bir şey almayın. (Nisa, 20) buyuruyor. dedi. Ömer (ra) Bir kadın, Ömer'le tartıştı ve Ömer'i yendi. dedi. Yapmak istediği şeyden vazgeçti. Onun Kadınlar bile Ömer'den anlayışlı dediği de rivayet edilir. Hz. Ömer, kibirli bir insan olsaydı kadını azarlar, susturur, hatta cezalandırırdı. Hâlbuki o tam tersine bütün insanların huzurunda hatasını kabul ediyor, Kadınlar bile Ömer'den anlayışlı. diyerek hakkı teslim ediyordu. Bazı kibirli idareciler, hatalarını kabul etmenin halk üzerindeki otoritelerini sarsacağını sanırlar ve kendilerini daima hatasızmış gibi takdim etmeye çalışırlar. Hatalarının açığa çıkarılmasına şiddetle karşı çıkarlar. Hâlbuki bu durum tam tersine insanların nefretine sebep olur ve bu yüzden otoriteleri sarsılır. Hatalarını kabul edip düzeltme yönüne gidenler ise etraflarındaki insanların muhabbetini kazanırlar ve otoriteleri daha çok artar. Peygamberimiz (asm), bu konuda Kim tevâzu gösterirse Allah, onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu aşağı düşürür. buyurmuştur. Hz. Ömer, işte tevâzuuyla otoritesini sağlamlaştırmış kimselerdendi. Tâbiinin büyük imamlarından Hasan-ı Basrî, şöyle der: Bir adam geldi, Hz. Ömer'e Allah'tan kork ey Ömer! dedi ve sözünü uzattı. Bunun üzerine orada bulunan birisi adama Sus! Emirü'l-mü'minine karşı fazla konuştun. dedi. Ömer, şöyle dedi: Bırak onu, konuşsun. Eğer onlar bize öyle söylemezlerse onlarda hayır yoktur. Eğer biz onların doğru sözlerini kabul etmezsek bizde hayır yoktur.7 Disiplininden dolayı herkesin korktuğu Ömer'e bir adamın gelip Allah'tan kork ey Ömer diyebilmesi şaşılacak bir şeydir. Adam, bu cesareti ancak Ömer'in tevâzusundan ve hakperestliğinden almaktadır. Aynı zamanda Hz. Ömer'in de ona kızmaması, bilakis ona kızmak isteyene engel olması da şayan-ı hayrettir. Günümüzde hangi Müslüman lider böyle hareket eder acaba? Kibirli, baskıcı insanların idareci oldukları yerlerde, insanlar idarecilerden korkarlar. Bu yüzden alt ve üst arasında iletişim sıkıntıları baş gösterir. Çoğu şey, idarecilere bildirilmez veya saklanır. Bu ise ileride daha büyük sıkıntılara sebep olur. Sorunlar çoğalır ve büyür. Başlangıçta çözümlenebilecek basit sorunlar bile, neticede içinden çıkılamaz bir duruma gelir. Korku insanlar arası iletişimi yok eder. Mütevazı liderler, başkalarının görüşlerine açık kimselerdir. Korku engeli ancak onların tevâzusuyla ortadan kaldırılabilir. *** Hz. Ömer, bir defasında Mekke yakınlarında Decran denilen yerden geçerken şöyle dedi Yâ Rabbi, ne büyüksün! Hayatımda öyle zamanlar geçti ki bu yerlerde deve güderdim. Dermansız kalıp da yere çöktüğüm zaman babam beni döverdi. Bugün ise en yüksek makamı işgal ediyorum. Müslümanların riyasetinde (başkanlığında) bulunuyorum. Ve Allah'tan başkasına boyun eğmiyorum.8 Gençliğinde çobanlık yapan, olgunluk çağında ise halife olan Ömer kibirlenip Ben çalıştım hak ettim ve bu derecelere yükseldim. demiyor, bunu Allah'ın bir lütfu, inayeti olarak görüyordu. Günümüzdeki pek çok idareci bir makama geçtiği zaman bu makama liyakati olduğunu hakkıyla –bileğinin gücüyle- bu makama geldiğini iddia eder. Bu da hâliyle kendilerine bir gurur, bir beğenmişlik hissini verir. d. Ali (ra) ve Tevâzu Hz. Ali (ra), vâli iken çarşılarda yalnız olarak yürür, yolunu kaybedene yolu gösterir, zayıfa yardım eder, alışveriş yapanların yanına uğrar ve şu âyeti okurdu: İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde yüceliği (kibirlenmeyi) ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takva sâhiplerinindir. (Kasas, 83). Ve Bu âyet, diğer insanlara nisbetle güç sâhibi ve idareci makamında olup adalet ve tevâzu gösterenler hakkında nâzil oldu. derdi.9 e. Tevâzu ve Allah'ın Yardımı Mütevazı liderler, yardım istedikleri zaman yardım edecek insanlar bulurlar. Onların en büyük yardımcısı ise Allah'tır. Kendini beğenmiş, kibirli insanlar Allah'ın lütuf ve yardımlarından da mahrum kalırlar. Bunun en güzel örneği Müslümanların Huneyn Savaşı'nda mağlub oluşlarıdır. Şöyle ki: Huneyn Savaşı öncesinde İslâm ordusu o zamana kadar görülmedik bir sayı çokluğuna ulaşmıştı. İşte bu görülmedik çokluk bazı Müslümanların hoşuna gitmiş ve Bu ordu, yenilmez. diyerek kendilerini beğenmişlerdi. Allahu Teâlâ da Peygamberini muzaffer kılanın kendisi olduğunu göstermek için bu savaşta önce Müslüman ordusunu hezimetle karşı karşıya getirmiş, sonra da onları o durumdan kurtarmıştır. Bu konu şu âyetle ihtar edilmiştir: Yemin olsun ki Allah, size birçok yerlerde ve Huneyn gününde yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de size hiç bir fayda vermemişti; yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti; sonra arkanızı dönüp kaçmıştınız. (Tevbe, 25) Bu âyet kendini beğenen insanların Allah'ın lütuf ve yardımlarından mahrum kalacaklarına ve mağlup olacaklarına delildir. Bu konuda başka bir örnek de Sultan Alpaslan'dır. Sultan Alpaslan, bir kale komutanı tarafından şehid edilmiştir. Şehid edilmeden önce şöyle dediği rivayet edilir: Her ne zaman düşman üzerine azmetsem Allahu Teâlâ Hazretleri'nden yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda askerimin çokluğundan, ordumun ağırlığından bana ayağımın altındaki dağ çalkalanıyor gibi geldi. Kuvvete mağrur oldum. Kendi kendime, Ben dünyanın padişahıyım. Bana kim galebe edebilir? dedim. Bugün Cenâb-ı Hak, en âciz bir kulu ile beni âciz kıldı. deyip istiğfar etti.10 Osmanlı padişahlarına Padişahım çok yaşa! diyenlerin yanında, Padişahım gururlanma senden büyük Allah var. diyenler de vardı. *** Kibirli kendini beğenmiş idareciler, başarıyı, gâlibiyeti, zaferi kendilerinden bilirler. Bu onların kibrini artırır. Mağlubiyeti, başarısızlığı ise daima astlarına, beceriksiz elemanlara nisbet ederler. Mütevazı olan liderler ise mağlubiyeti, başarısızlığı kendilerinden; başarıyı, gâlibiyeti önce Allah'tan sonra etraflarındaki insanlardan bilirler. En iyi lider, başarı gerçekleştiğinde Biz yaptık., başarısızlık olduğunda Benim hatam. diyebilen liderdir. Bu konuda Üstad Bedîüzzaman, şöyle der: Bir işte güzellik, iyilik ve şeref hâsıl olduğunda yüksek tabakaya peşkeş edilir, kötülük ve hata olsa aşağı tabakaya taksim edilir. Mesela bir tabur, düşmana galebe çalsa şan ve şeref kumandana verilir, tabura taksim edilmez. Mağlup olduğu vakit, hata tabura taksim edilir. Mesela bir aşiret namuskârane bir iş yapsa Aferin! Hasan Ağa derler. Fenalık ettikleri vakit, Tuh! Ne pis aşiretmiş. diyecekler. Üstad Bedîüzzaman'ın ücra bir köyde başlatmış olduğu hareket, çok zor şartlara rağmen 20 yılda, 500 bin insana ulaşmıştır. Üstad, bu başarıyı hiçbir zaman kendine nisbet etmemiş, talebelerine nisbet etmiştir. Bu konuda o şöyle der: Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'ân'da arkadaşlarım! Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır; öyle de şahs-ı mânevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hâsıl olan fütuhattaki inayetleri benim gibi bir bîçareye veremezsiniz. Elbette böyle mübarek bir cemaatte, tevâfukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum; fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.11 Kaynaklar: Kenzü'l-Ummal, c, 6, s, 6, hn, 14589.Müsned-i Ahmed, c, 2, s, 231Kenzü'l-Ummal, c, 6, hn, 14965Muhammed Yusuf Kandehlevî, Hayatu's-Sahâbe, Akçağ Yayınları: 2/63-64. / Kenzü'l-Ummal, c, 5, s, 600, hn: 14064.Hişam Et-Tâlib, İslâm Dâvetçilerine Eğitim Rehberi, Koba y, 1993, s,59Tılsımlar, s. 91. (Kader Risâlesi'nin Zeyli'nden)İmam Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac, Hisar yy, 2. Bas. İst, S, 40Ekrem Sağıroğlu, Hz. Ömer, S. 16 ve 276 Yasin y. 2006. İstanbul.Kenzü'l-Ummal, hn, 36538.Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, Bedir y, C, 2, s, 244..Bedîüzzaman Said Nursî, Mektubat, s, 252.

Suçu neydi ki O'nu şehir şehir dolaştırdılarHapse atmak için inceden inceye araştırdılarYemeğine zehir katıp öldürmeyi kararlaştırdılarHayatı zindanlarda geçen Üstad Bedîüzzaman. Minnet altında kalmamak için hediye kabul etmediDünyayı elinin tersiyle itti, Karunların yolundan gitmediVarlık peşine düşüp Ebedî Âlemi kaybetmediYokluğu varlığa tercih eden Üstad Bedîüzzaman. Kur'ân'ın tefsiri Hak tarafından Üstad'a yazdırıldıRisâlelerle mü'minler îman lezzetine vardırıldıİbretli sözlerle kalpteki mânevî yaralar sardırıldıHizmet-i îman ve Kur'ân diyen Üstad Bedîüzzaman. Korkmadan küfrün karşısında zirvesindeydi izzetinEğilmedi, bükülmedi hep karşısında durdu zilletinSağlam duruşuyla temsilcisiydi bu necip milletinÎman selametini isteyen Üstad Bedîüzzaman . Bu vatanın îman yazdı toprağına taşınaİnananlara ağladı, ama bakmadılar gözyaşınaKefere-i fecereye; karşı koydu tek başınaBüyük bir komutan Üstad Bedîüzzaman. Izdırablarına karşı teselli buldu Gönüller SultanıylaKüfür ehlini dize getirdi Hak Kelâmı Kur'ân'ıylaZulümlere karşı sarsılmayan Güçlü ÎmanıylaZamanı aydınlatan Üstad Bedîüzzaman. Sürgünden sürgüne gönderdiler sudan bahanelerleÎman hizmetini durdurmak istediler türlü hilelerleSonraki nesillere örnek oldu çektiği çilelerleNur talebelerini ağlatan Üstad Bedîüzzaman. Zindanları Medrese-i Yusufiye'ye çevirdiEn azılı katilleri hamur gibi yumuşatıverdiHerkes nuranî çehrenin etrafını kuşatıverdiAsrın terbiyecisi Üstad Bedîüzzaman, Kul Sami sâyende îman hakikatlarına daldıÎman dersi almayanlar şaşırıp yolda kaldıRisâle-i Nur talebeleri Hak rızasın aldıAllah'ın sâdık kulu Üstad Bedîüzzaman.

Isparta Kahramanları başlıklı 76. sayımızla huzurlarınızdayız. Şehirlerin kendine mahsus 'ruhu', 'kokusu', 'sıfatı' vardır. Fârâbî, 'el-Medinetü'l Fâzıla'yı bu tespitten yola çıkarak telif etmiştir. Şehircilik, hemşehricilik bir 'asabiyyet' alametidir şüphesiz. Biz şehirlerimize de memleketlerimize de bir asabiyet sevkiyle değil ama medeniyetimize, inancımıza, Kur'anımıza hizmetleri nispetinde muhabbetimizi sarf ederiz. Mekke'yi, Medine'yi, Kudüs'ü, Şam'ı, Bağdat'ı, İstanbul'u bunun için severiz. Bu itibarla severiz Isparta'yı, hem de çok severiz. Zira bu asrın nasipli insanları Kur'an'ın billur gibi pak ve lahuti suyunu Barla Çeşmesi'nden içmişlerdir. Zira bu asrın İsparitli İman Mektebi Muallimi, Üstadı, Kur'an Dellalı Isparta'da eserlerini telif etmiş, talebelerini yetiştirmiş, hizmetini tesis etmiştir. Nasıl sevmeyelim Isparta'yı? Gülü, gülyağı, gülsuyu bile Sevgili Peygamberimizi (asm) hatırlatan bir şehir sevilmez mi? Faziletli Şehir olmaz mı? Kur'an-ı Kerim emsalsiz bir tarz ile yazan, doğduğunda 'Gülşen-i Mehdi' namı verilen, Üstadı tarafından Gül Fabrikası denilen, Bediüzzaman Hazretleri'nin Elmas Kalemli, Altın Başlı Omuzdaşı Tevafuklu Kur'an'ın Kâtibi Ahmed Husrev Altınbaşak da Ispartalı. Nasıl sevmeyelim Isparta'yı? Kadim bir medeniyetin 'uç beyliği', asırlardır devam eden bir harbin 'ön cephesi' olan, 'kalem'in ve 'kelam'ın 'mana' ile buluştuğu, 'talebe' ile 'üstad'ın, 'telif'le 'neşir'in İlahi bir inayetle birlikte ihsan edildiği şehir Isparta. Kuzeyden gelen inkâr dalgalarına set çeken, kalbimize saplanan hançeri çıkaran Kur'an'ın manevi tefsiri Risale-i Nur'ların telif edildiği yer Isparta. İslam Dünyasının merkezi Türkiye'nin en büyük Kur'an matbaasının olduğu şehir de Isparta. Nasıl sevmeyelim Isparta'yı? İşte bunun için, Isparta'yı, Isparta Kahramanları'nı kapak yaptık bu ay. Son devre damgasını vuran Sancaktar Şehir Isparta sayısını tüm başta 63 sene önce ahrete irtihal eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri (rh) olmak üzere bütün Isparta Kahramanlarına ve Ispartalılara ithaf ediyoruz. Bu sayıda emeği geçen yazarlarımıza, grafik ve tashih ekibine teşekkür ediyorum. Allah'a emanet olunuz.

Şakîk-i Belhî ile İbrahim bin Edhem Şakîk-i Belhî (ksa), İbrahim bin Edhem'e (ksa) sormuş: “Dünyalık geçim işlerinde hâliniz nasıldır?" İbrahim bin Edhem cevaben: "Ne zaman bulursak alır, yer ve şükrederiz. Bulamadığımız zaman da sabrederiz." demiş. Şakîk cevap vermiş: “Horasan'ın köpekleri de böyle yapar." Bunun üzerine İbrahim bin Edhem sormuş: "Peki siz nasıl yapıyorsunuz?" Şakîk: “Bulduğumuz zaman başkalarına vermeyi tercih ederiz. Bulamadığımız zaman da şükrederiz." diye cevap verir. İbrahim bin Edhem onun başını öper ve: "Bu yolda üstâdsin." der. "Ben ya ölürüm. Ya onları kurtarır getiririm." Ruslar 1. Cihan Harbi'nde Van, Muş tarafını istilâdan sonra, üç firka ile Bitlis'e hücum etmişlerdi. Bitlis Valisi Memduh Bey ile kumandan Kel Ali, Bediüzzaman Hazretleri'ne dediler: "Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllüleriniz var. Biz geri çekilmeye mecburuz." Bediüzzaman Hazretleri'nin onlara: "Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve çocukları düşman eline düşecek. Biz mahvoluncaya kadar dört beş gün mukavemete mecburuz." demesi üzerine; onlar: "Öyle ise, Muş'un düşmesiyle otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle elimize geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla mukabele ederek ahali kurtulacaktır." dediler. Bedîüzzaman Hazretleri ise: "Mâdem bana gönüllü kumandanı diyorsunuz. Ben ya ölürüm. Ya onları kurtarır getiririm." diyerek üçyüz gönüllüsünü aldı. Gece Nurşin tarafına, topların olduğu yere doğru gittiler. (devam edecek) Mescid-i Zülhuleyfe (Mîkat Mescidi) Mikat, buluşma yeri veya tayin edilen vakit mânâsına gelmektedir. Mîkat, ihrama girme noktası olup Hacc'ın başladığı yer ve zamanı ifade eder. Medine tarafından Hacc ve Umre maksadıyla Mekke'ye gidecek olanlar, ihrama Zülhuleyfe'deki mîkat mahallinde girerler. Günümüzde Hz. Ali'ye (ra) nisbetle Âbâr-1 Ali adıyla bilinen Zülhuleyfe, Mekke'ye en uzak mîkat mahallidir. Ve Mescid-i Nebevî'ye uzaklığı 11 km.dir. Peygamber Efendimiz (asm), Hicret'ten sonra iki defa Umre için (Hudeybiye, Umretü'l-kazâ) ve bir defa da Hacc (Vedâ Haccı) için burada ihrama girmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) bu mîkata geldiğinde burada bulunan bir ağacın altında dinlenir ve namaz kılardı. Daha sonraları bu ağacın yerine küçük bir mescid yapıldı. Günümüzde ise eski küçük mescidin yerine ihrama girmek için gelen hâcıların ihtiyacını karşılayacak büyüklükte bir mescid inşa edilmiştir. 23 Mart 1960 Bediüzzaman'ın Vefâtı 23 Mart 1960 Çarşamba günü gecenin ilerleyen saatlerinde, Büyük iman müceddidi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, ateşler içinde yattığı yatağında yavaş yavaş kendinden geçmiş, bu fânî dünyayı bırakıp ebed âlemlerine göç etmiştir. Vefat ettiği vakit Ramazan'ın 25. Gecesiydi. Bir ömür boyu Kur'an'ın yeryüzün de cemaatsiz kalmaması için bütün herşeyini feda eden bu büyük Kur'an hâdimi, "27" numaralı otel odasından, kimbilir belki de bir Kadir Gecesi'nde, bu dünyadaki manevî ticaret ve memuriyetini bitirip Rabb-i Rahîm'ine ve Mevlâ-yı Kerîm'ine kavuştu. 1911'de yazdığı Münazarat Risâlesi'nde "Ölüm bizim Nevruz Günümüzdür” diyen büyük Üstad, elli sene sonra bir Nevruz Günü'nün gecesinde vefat ederek “Bediüzzaman” olduğunu bir kez daha gösterdi. İslam büyükleri, “âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir" demişler. İslam dün-. yası onun vefatıyla bu hakikatli sözü bir kez daha hatırlıyor, "bir âlemini" daha ebediyete uğurluyordu. 18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi 1914 senesinde 1. Dünya SavaVefat Etti şı'nın patlak vermesiyle birlikte, İtilaf Devletleri Çanakkale Boğazı'nı geçerek İstanbul'u işgal etme planları yapmaya başlamışlardı. Bunun için Çanakkale Boğazı'na bütün güçlerini yığarak yapacakları geniş çaplı bir saldırı planı yapmışlardır. İngiliz ve Fransız donanmaları ve Yahudi gönüllüleri ile sömürgelerden toplanan ve ne için geldiklerini bile bilmeyen yüz binlerce asker, 1915 senesinin Ocak ve Şubat aylarında Çanakkale Boğazı'na saldırıya geçtiler. 19 Şubat'ta başlayan deniz harekâtı, Osmanlı topçu bataryalarına ağır kayıplar verdirdi. Ancak Nusret Mayın Gemisi'nin boğaza döşediği Osmanlı yapımı mayınları ve Seyid Onbaşı gibi kahramanları göz ardı etmişlerdi. 18 Mart 1915 günü İngiliz ve Fransız donanmaları tarihlerinin en büyük yenilgisini tattılar. 10 Mart 765 İmam Cafer-i Sâdık (ra) 669 senesinde Medine'de dünya(asm) torunu Hz. Hüseyin'in ya geldi. Peygamber Efendimizin (ra) soyundan gelmektedir. Annesi Ümmü Ferve ise Hz. Ebû Bekir'in (ra) torunu Kasım bin Muhammed'in kızıdır. Kur'ân'ı ve sünneti en iyi bilen Ehl-i Beyt ailesinin bir mensubu olarak ilk derslerini babasından ve dedesinden aldı. Ardından zamanının hadis âlimlerinin derslerine katıldı ve hadis rivayet etti. Mektûbât'ta birer mânevî mehdî hükmünde olan zâtlar arasında sayılmıştır. Şuâ'lar'da ise “Ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının Peygamberleri gibidir." hadisine mazhar olanlar arasında sayılarak, çok büyük kitleleri İslâm hakikatleri noktasında irşad ettiği ifade edilmektedir. İmam Cafer-i Sâdık (ra), 765 senesinde Mekke'de vefat etti. Kabri Cennetü'l-Bâki kabristanındadır.

Osmanlı Devleti 14. yüzyılın başında kurulmuş, 15. yüzyılda dünyanın süper gücü konumuna gelmiş 20. yüzyıla kadar dünya siyasetinin bir şekilde merkezinde kalmayı başarmıştır. Fethettiği ve sınırlarına dâhil ettiği her bölgede kendi idari yapısını kurmuş ve Osmanlı bürokrasisi çalışmaya başlamıştır. 21 milyon kilometrekare toprakta birçok farklı toplumu uzun bir müddet idare eden Osmanli askerî ve idarî kadroları, bu bölgeler ve toplumlar hakkında milyonlarca arşiv belgesi bırakmiştir. Ortadoğu, Balkanlar, Orta Avrupa, Kafkaslar ve Kuzey Afrika'yı kapsayan Osmanlı toprakları üzerinde günümüzde otuzdan fazla devletin yaşıyor olması Osmanlı arşivlerinin zenginliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu devletler kendi tarihlerini yazmak için Osmanlı arşivlerine müracaat etmek durumundadırlar. Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren gayet dikkatle ve ciddi bir hassasiyetle en ince ayrıntılara kadar resmi belgeleri arşivlemiş ve bu evraka verdiği kıymetten dolayı, kurduğu arşiv teşkilatına "Hazine-i Evrak" adını vermiştir.1 Osmanlı Devleti'nin devrettiği bu hazine bugün Türkiye'yi dünyanın en zengin arşiv potansiyeline sahip sayılı ülkelerden birisi durumuna getirmiştir. Türk araştırmacılarla birlikte dünyanın dört bir yanından bilim insanları Türkiye'ye gelip Osmanlı arşivlerinde araştırma yapmaktadır. OSMANLI DEVLETİNDE ARŞİV GELENEĞİ VE TARİHİ SÜRECİ Osmanlı'da belgelerin, vesikaların arşivlenmesi ilkesi Selçuklulardan aldıkları bir teamül olarak devam etmiştir. Daha öncesinde ise İslamiyet'in yazıya ve kâğıda verdiği ehemmiyet ile Türklerin kazanmış olduğu bir hassasiyetin ürünüdür. Osmanlı imparatorluğunda kuruluş döneminden beri belgeleri muhafaza etme fikrinin olduğu bu güne kadar elimize ulaşan milyonlarca belgeden anlaşılmaktadır. Devlete ait belgeler sandık ve kumaş torbalarda dikkatle muhafaza edilmiştir.2 Osmanlı'nın ilk başkenti Bursa'daki arşiv belgeleri Timur istilası ile yok edilmiştir. Fatih dönemine kadarki belgelerden günümüze birkaç vesikadan başka arşiv belgesi ulaşmamıştır. İstanbul fethedildikten sonra ilk olarak mahzen-i evrak olarak Yedikule kullanılmış daha sonra bu belgeler At Meydanı'na taşınmış oradan da Topkapı Sarayı'na nakledilmiştir. Fatih döneminden Kanuni dönemine kadar geçen bir asırlık sürece ait belge ancak birkaç yüz defterden ibarettir. Devletin farklı kurumları kendi binalarında belgeleri muhafaza ediyordu. Bu binalar farklı semtlerde olmasından dolayı resmi işlemleri kolaylaştırmak adına Sultan Abdülmecid döneminde merkezi bir arşiv inşa edilmiş ve arşivlerin büyük bir kısmı bu merkezde Hazine-i Evrak binasında toplanmıştır.(1846) Osmanlı Devleti arşiv teşkilatında bir takım değişikliklerle beraber devletin arşivini son dönemine kadar muhafaza etmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra ilk dönemde yaşanan bazı talihsizlikler haricinde Osmanlı arşivleri devlet tarafından muhafaza edilerek günümüze kadar gelmiştir. Bugün devletin her kurumu kendine Osmanlı'dan bakiye kalan arşivi muhafaza etmekle beraber bu arşivin büyük bir kısmı Başbakanlığa bağlı olan Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı'nda muhafaza edilip araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır. OSMANLI BÜROKRASİSİ VE ARŞİV BELGELERİ Osmanlı Devleti en küçük ve sıradan bir belgeyi bile arşivlerine alıp muhafaza etmiştir. Bağdat'tan Belgrad'a kadar Osmanlı teb'asından her bir fert yazılı bir belge ile çözülmesini istediği problemini ve şikâyetini payitahta, Topkapı'ya bildirebilirdi. Taşradaki Osmanlı idaresinin içinden çıkamadığı veya Topkapı'ya danışması gerektiği durumlarda bu durum resmi evrak haline getirilip dönemin imkânlarına göre en süratli bir şekilde Topkapı'ya ulaştırılırdı. Sadrazam bu belgeyi defterdar veya reisülküttab hangisi ilgilenmesi gerekiyorsa ona gönderir defterdar veya reisülküttab bu belgeyi okuyup Osmanlı bürokratlarının çalıştığı yirmi kadar bürodan ilgili olanlara gönderirdi. Bu daireler o konu ile ilgili daha önceki yazışmaları bir en fazla iki gün içerişinde tarayıp kopyasını çıkarırlardı. Gereği ne ise hükmü yazılır ve bir hafta içerisinde geriye cevap gönderilirdi." Osmanlı Devleti bütün idari ve .hukuki muameleleri arşiv olarak muhafaza etmiş ve gerektiğinde kayıtları taramış, arşivlediği belgeleri kullanmıştır. Birbirinden farklı uygulamaların önüne geçip standardı yakalamaya çalışmıştır. 18. Yüzyılda İstanbul'da İngiliz sefirliği yapmış olan Sir James Porter "Türklerin Davranışları, Devleti, Hukuku, Dini Üzerinde Düşünceler" adlı eserinde bu konuyla ilgili şunları söylüyor: “Osmanlı bürokrasisi gibi bir bürokrasi Avrupa Hıristiyan devletlerinin hiçbirisinde yoktur. Bunlara herhangi hir hükmü, kaydı, fermanı sorarsanız tarihini verin yeterlidir. Ne kadar eski olursa olsun hemen bulurlar ve size kopyasını çıkarırlar." Osmanlı bürokratları evrakta yanlışlık yapmaları veya mevkilerini suiistimal etmeleri gibi bir durum tesbit edilirse ağır cezalara çarptırılırlardı. BAŞBAKANLIK OSMANLI ARŞİVİ Osmanlı Devleti'nden günümüze kalan en geniş kapsamlı arşiv malzemesi Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlülüğü Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı'ndadır. Osmanlı Devleti'nin merkez teşkilatı olan Divan-ı Hümâyûn, Bâb-ı Defterî ve Bâb-ı Âsafî (Bâb-1 Âlî) kurumları ve bu kurumlara bağlı olan kalemlere ait defterler, vesikalar ve her türlü belge Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'nde muhafaza edilmektedir. Bu arşivdeki belgelerin tasnifi hâlâ devam etmektedir. Bu arşiv muazzam zenginliktedir. 150 milyona yakın belge bulunan arşivde, eğer arşiv belgelerinin muhafaza edildiği raflar yan yana konulsa 200 kilometre uzunlukta bir raf oluşacaktır. İstanbul Sultanahmet'te bulunan bu arşiv Kâğıthane'deki yeni binasına taşınıyor. Kâğıthane'deki yeni binanın açılışı İstanbul'un Fethi 2013 kutlamalarıyla birlikte 29 Mayıs 2013 tarihinde yapılacaktır. TOPKAPI SARAYI MÜZESİ ARŞİVİ Topkapı Sarayı Arşivi'nde padişahlarla ilgili evrak ve defterlerin, azledilen, idam edilen veya mallarına el konulan devlet adamlarının evlerinde bulunan belgelerin sarayda saklanması usuldendi. Bu arşivde, en eskisi Orhan Gazi zamanına kadar giden 10.726 defter ve 12.724 vesika vardır.8 VAKIFLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ ARŞİVİ Osmanlı devletine Selçuklu ve Beylikler döneminden bakiye kalan ve günümüze kadar gelen olan vakıfların hukuki dayanağını teşkil eden belgelerin toplandığı en büyük arşiv Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıf Kayıtlar Arşivi'dir. Vakıf Kayıtlar Arşivi; vakıf gayrimenkullerin tapusu, yapılacak hizmetlerin nicelik ve niteliklerini içeren vakfiye, ferman, hüccet, berat gibi vakıfla ilgili belgelerin bulunduğu arşivdir. ŞER'İYYE SİCİLLERİ ARŞİVİ Osmanlı bürokrasisinin merkezinde olan ve her bölgede görev yapan kadılar tarafından bulundukları mahallerde tutulan ve sayıları binlerle ifade edilen defterler vardır. Şer'î mahkemelerden kalan ve şer'iyye sicilleri diye adlandırılan bu defterlerde devletin hukuki, iktisadi, sosyal, askeri ve idari müesseseleri hakkında önemli tarihi bilgiler bulunmaktadır. Şer'iyye Sicilleri Arşivi, günümüzde İstanbul'un en eski semtlerinden Süleymaniye'de, İstanbul Müftülüğü bünyesinde araştırmacılara hizmet vermektedir. Osmanlı arşivleri milyonlarca belge ile tarihçilerin ve ecdadı ile irtibata geçmek isteyen Milletimizin ilgisini bekliyor. Osmanlı arşivlerinde çalışma yapmanın birinci koşulu ise Osmanlıca bilmektir. Arşiv belgeleri arasında farklı harflarle yazılmış sınırlı sayıda bazı belgeler bulunsa da bu belgelerin neredeyse tamamına Bu sahada yeni ve güzel bir gelişme ise, Hayrat Vakfı'nın Milli yakını Osmanlıca'dır. Açılan Eğitim Bakanlığı ile imzalamış olduğu protokoldür. Bu protokol ile Türkiye genelinde kurslarda bugün yüz bine yakın kursiyer Osmanlıca öğreniyor. Bu kursların özellikle dördüncü kuru Osmanlı arşiv belgelerini okumaya yönelik olarak hazırlandı. Hayrat Vakfı'nın bu çalışmaları Osmanlı arşivlerine rağbeti artırmış olmalıdır. Türkiye genelindeki bu çalışma ile artık Osmanlı'nın torunları, dedeleri ile irtibata geçip ecdadını anlayabilecek bir seviyeye gelebileceklerdir. Kaynaklar: Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın Nu: 108, İstanbul 2010, s. V. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı, Ankara 1948, s. 76-78. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın Nu: 5, Ankara 1992, s.15. 1931 Yılı mayıs ayında İstanbul Deftardarlığı Maliye Arşivi evrakının bir bölümü hurda kağıt olarak okkası üç kuruş on paraya Bulgaristan'a satılmıştır. Vagonlarla taşınan tonlarca belge Bulgarlar tarafından çok değerli bulunup kağıt fabrikasına yerine başka hurda kağıt verilip milli kütüphanelerinde muhafaza edilmiştir. Bulgaristan bu belgeler sayesinde Osmanlı arşivlerini kendi bünyesinde barındıran Türkiye ve Mısır'dan sonra dünyanın en geniş üçüncü ülkesi konumundadır. Bulgaristan'a satılan belgeler hakkında geniş bilgi için bakınız. Bulgaristan'daki Osmanlı Evrakı, Sunuş, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, yayın Nu: 17, Ankara 1994 Orhan Burian, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Dergisi, Türk İngiliz Münasebetlerinin İlk Yılları, cilt IX, sayı: 1-2, Mart-Haziran 1951, 22,24 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, İstanbul 2007, s. 23,24 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın Nu: 108, İstanbul 2010, s. VI. Ülkü Altındağ, Osmanlı Arşivleri ve Osmanlı Araştırmaları Sempozyumи, 1985 İstanbul, s. 117,118 Arif Kolay, Kütahya Şer'iye Sicilleri 72 Numaralı Defterinin Transkripsiyon ve Değerlendirilmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kütahya 2001, s.20

Mülakat: Metin Uçar Osmanlıca Dergisi G.Yayın YönetmeniMülakat Yapan: Cihangir BİLİR Merhaba Metin Bey! Öncelikle sahasında ilk ve tek olan Osmanlıca Eğitim ve Kültür Dergisi hayırlı olsun. Teşekkür ederim. Osmanlıca Dergi çıkarma fikri nasıl çıktı, bu konuda ne dersiniz? İnsanlar tarihlerine, atalarının bıraktığı mirasa her zaman ilgi duymaktadırlar ve bu ilgi artarak devam etmektedir. Fakat ilgi duydukları kaynaklara ulaşmak için önlerinde önemli bir engel vardır. Bu da teraküme eden, biriken o mirasın yazısını bilmemektir. Evet, herkeste o biriken kültüre ve yazı diline bir ilgi var, fakat zihinlerde yanlış bir bilgi de var. O da, Osmanlı Türkçesini öğrenmek çok zor. İstedik ki bu yanlışlığı düzeltelim. Bunu da insanları o zamana götürmektense kendi zamanlarındaki görsellik ve kolaylıkla öğrensinler diye düşündük. Bu gaye ile herkesin aşina olduğu formatta Osmanlı Türkçesi öğreten bir dergi çıkardık. Hakikaten Osmanlı Türkçesini öğrenmek zor mu? Osmanlı Türkçesini öğrenmek Kur'an alfabesini bildikten sonra 15 dakikadır. Temel Osmanlıcayı öğrenmek, evet bu kadar kolaydır. Peki, insanlara zor gelen nedir? İşin hangi tarafıdır? Günümüzde bir çocuk matematik öğrenmeye ne zaman başlıyor, daha ilk sınıfta. Peki, yüksek matematik diye bir şey de var mı? Evet. Osmanlıca'nın da temel eğitimi ve ileri seviyeleri var. Öncelikle Osmanlıca öğrenmeye niyet edenler sondan başlıyorlar. Ya da başlatılıyorlar. Bu işin alfabesinin öğretildiği ilk seviye sınıfları yok ülkemizde maalesef. Mesela ilköğretim birinci sınıfta Osmanlıca eğitim var mı? Yok. Onu geçtim lisede var mı? Orada da yok. Fakat anaokulunda İngilizce öğretimi yapılıyor! Ne demek istiyorsunuz tam olarak? Demek istediğim şu: Osmanlıca öğrenimi bir süreçtir. En sondan başlayarak Osmanlıca öğrenilemez. Divani veya siyakat hatla yazılmış bir yazıyı siz bir öğrencinin önüne koyar ve "Oku!" derseniz, elbette okuyamayacak ve üzerine de gitmeyecektir. Osmanlıca derginin bu noktada faydası nedir? Osmanlıca Eğitim ve Kültür Dergisi, bu işin başında olan herkesi dergiyi bitirdiğinde kolay okuma metinlerini okur seviyesine getirmektedir. Osmanlıcanın hayatın içinde, bizden biri olduğunu göstererek zor olmadığını basit kurallarla muhataba öğretme kabiliyetine sahiptir. En önemli tarafi zihinlere yerleştirilen Osmanlıca öğrenmek zor fikrini tam tersine çevirerek Osmanlıca öğrenmek çok kolaydir fikrini yerleştirme ve bunu uygulamalarıyla ispat etmiş bir çalışmadır. Derginin içeriğinden bahsedebilir misiniz biraz? Elbette. Dergi, esas itibariyle dört bölümden oluşmaktadır. Başlangıç ve harfler, kolay okuma metinleri, çevremizde Osmanlıca ve ileri seviye metinler. Dergiyi eline alan herkes kendi seviyesi ile alakalı bir şeyler bulabilecek dergide. Bu sayı başlangıç olduğu için, çok daha basit ve başlangıç seviyesinde tuttuk. Fakat ilerleyen sayılarda daha geniş metinlere, hayatın içinden Osmanlıca karelere ve uzman kişilerin görüşlerine yer vereceğiz. Osmanlıca ile teraküm eden kültür hazinemiz ve muhafazasına yönelik yapılar hakkında çalışmalar ve onlara dönük kültürel bilgiler paylaşacağız. Talepler beklentiniz doğrultusunda mı? Bizim beklentimiz, insanların Osmanlıcayı kolay bir yolla ve severek öğrenmesini temin etmektir. Eğer buna katkı sağlayabiliyorsak kendimizi bahtiyar addederiz. Bununla birlikte ciddi manada talep aldık ve zaman zaman karşılamakta zorlandık. Fakat herhangi bir aksaklık olmadan temin ettik elhamdulillah. Peki, geri bildirim alıyor musunuz? Ne tür dönüşler oluyor, müspet ya da menfi? Dergi, sahasında ilk ve tek olmak hasebiyle ciddi ilgi gördü. İnceleyenler genelde müspet bulduklarını iletmekle birlikte böyle bir çalışmadan dolayı memnuniyetlerini dile getirmektedirler. Diğer taraftan müspet katkıda bulunan ve şunlar da olsa iyi olur diyenler de oldu. Sizin vesilenizle onlara teşekkürlerimi iletmek isterim. Dergi belirli bir kesime mi hitap ediyor, yoksa herkes muhatap mıdır? Elbette ki herkes muhataptır. Osmanlıca sadece üniversitelerde belirli bölümlerde okutulan bir ders değildir sadece. Bugün Hayrat Vakfının Halk Eğitimi Merkezlerini merkez alarak icra ettiği Osmanlıca Kurslarında sertifika alan insan profilini incelediğiniz zaman ne demek istediğimi daha rahat anlayabilirsiniz. Okuma yazma bilen her yaş ve meslekten insan bu dergi sayesinde Osmanlıcaya ciddi bir temel alacaktır. Yapacağı tek şey, derginin sayfaları arasında dikkatlice gezinmektir. Kendisini o harflerin manevi atmosferine bırakmaktır. Dergi bittiğinde, tünelden geçip yeni bir şehre gelen insan gibi olacaktır. Bir de bakmış ki Osmanlıca okuyabilir bir insan olmuştur. Metin Bey, okurlarımıza son olarak iletmek istediğiniz bir şey var mı? Başta sizler olarak herkese Osmanlıcaya ve Osmanlıca Eğitim ve Kültür Dergisine gösterdikleri ilgi ve alakadan dolayı teşekkür ederim. Geçmişini bilmeyen geleceğe ışık tutamaz. Geçmişin ve geleceğin anahtarı Kur'ana ait harflerde ve onunla teraküm eden kültürümüzdedir. Eğer istikbale dönükse yüzümüz sizleri Osmanlıca dergiye ama muhakkak bekliyoruz. Metin Bey, vakit ayırdığınız için teşekkür eder, yayın hayatınızda muvaffakiyetler dilerim. Asıl ben teşekkür eder, yedi senedir devam eden istifadeli ve istifazalı yayınlarınızdan dolayı sizleri tebrik ederim.

Müdür bey söylenenden hiçbir şey anlamadığını belirtmek için sol eliyle gözündeki çerçeveli gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine bırakırken sağ elini de ters çevirerek konuştu Hangi kız çocuğunu sordunuz Şey efendim siyah gözlü kıvırcık saçlı Müdür bey ya dedi garipseyerek hele bir oturunuz çay alır mısınız Bu böyle olmayacaktı Erol bey vicdanını rahatlatmak adına başından geçenleri bir hafta boyunca yaşadığı ıstırabı kabusa dönen gecelerini ruhunun tarifsiz sıkıntılarını uzun uzun kurum müdürüne anlattı güngörmüş anlayışlı biri olan müdür bey onu gayet dikkatli dinledikten sonra yerinden kalktı ve sağ elini misafirlerin omuzuna atarak Babacan tavrıyla Hadi istersen seninle şuurdu bir gezelim olmaz mı dedi belki aradığını odalardan birinde bulabilirsin Gezdikleri bu çocuk yuvasında bir sosyal devletin yapması gereken her şeyi fazlasıyla vardı koridorlar yatakhaneler lavabolar kapılar pencereler yere döşenen renkli halılar dolapların içine özenle yerleştirilmiş süs eşyaları vazolar biblolar ve duvarlarda yerini bulmuş anlamlı tablolara kadar hepsi ama hepsi adeta yeni giyilen bir elbise gibi tertemiz ve pırıl pırıldı iki katlı olan çocuk yuvasının ilk katında aradığını bulamayan Erol bey ikinci katın merdivenlerinden adımlarını atmaya başlamıştı ki içine bir vehim kapladı acaba o gülümseyen yüzü o yuvarlak kara gözleri unutmuş olabilir miyim diye içinden geçirdi Bu duygu yüzünün bir anda limoni bir şekle bürünmesi ile yetmişti fakat sonra bu kafasındaki düşüncesinin yersiz olduğu sonucuna vardı onu bu sonuca vardıran ise neredeyse küçük kızcağızın resmini çizecek kadar hafızasında Keskin çizgilerle yer etmiş olmasıydı odalar heyecanla bir bir geziliyordu 14 numaralı o da şimdi de 15 numaralı oda derken 16 17 18 demetler tam tükenmek üzereyken nihayet aradığını sondan bir önceki 21 numaralı odada bulmuştu yine ilk gördüğü gibi bakışları mahzun öylece pencere kenarında ayakta duruyordu yine tarak izi taşımaya saçları dağınıktı küçük kız müdür bey ile birlikte odasına kadar gelen adamı tanımakta gecikmemişti amca sen misin Sen ha diye yineledi küçük kız Erol bey konuşamıyordu sanki söyleyeceği sözler boğazına kadar geliyor orada bir çalı gibi öylece kalıp duruyordu yalnız kuruyan dudaklarına inat gözlerininliydi ağlamamak için bir süre dudağını ısırdıktan sonra ancak kendisinden konuşma cesareti bulabildi He ya benim dedi hani seni kucağına alma Sözlerin devamını gözyaşları getirmişti inci gibi cümleler dizen kelime avcısı Erol Bey'in dağarcığındaki bütün sözler sanki bir anda kuruyan bir çeşmeye dönüşü vermişti kurumayan tek bir şey vardı o da gözyaşı çeşmesi o koca adam büyüklüğüne bakmadan küçük kızcağıza sarılarak nasıl da hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ağlayışı sadece küçük kız için miydi yoksa ihmal ettiği hisselerinin bir anda kendiliğinden boşalması mıydı bunu şu an kendisi de bilecek durumda değildi Konuşamıyor ağlıyor ve yanıyordu Şimdi de korkuyordu Onu korkutansa kızcağızın her an için ne için ağlıyorsun sorusunu sormasıydı sahi sorarsa ne söyleyecekti ne anlatacaktı onu hiç düşünmemişti bereket ki Babacan müdürü tam yerinde duruma el koymuş Usta bir manevra ile bir anda donup kalan Erol Bey'in elindeki oyuncağı alarak Ayşe'ye uzattı Bak cici kızım görüyor musun bu seni ziyarete gelen amcanın güzel bir hediyesi dedi Ayşe'nin yanakları sevinçle karışık utanma hissi ile pembemsi bir hal aldı yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi anne ve babasının ölümünden bu yana hiç kimse ona şimdiye kadar böyle güzel bir oyuncak hediye etmemişti hemencecik eline aldığı oyuncak bebeğe anne ve babasına sarılır gibi sarıldı aradığından sevindiğini gösterircesine bir öpücük kondurdu kır saçlı amcanın gözyaşlarının süzüldüğü yanaklarını Sevgi gücünün içtimai arena'da kökünden sökemeyeceği hiçbir problem yoktu Yeter ki gerektiği gibi macerasında kullanabilsin Erol bey ilk defa içinin bu kadar huzurla olduğunu hissetti oysa kendi çocuklarını aldığı oyuncakların sayısını bile hatırlamıyordu kuzularının yumuşak yanaklarına kondurduğu öpücüklerin ise haddi hesabı yoktu ama şimdiye kadar hiçbiri ama hiçbiri onu bu kadar büyük bir sürura gark etmemişti Bir yetim kızı sevindirmişti bir yetim kız da onu sevindirmişti demek ki yetimi sevindirmek onun başına okşamak ne Ulvi bir duygu diye düşündü sonra yıllar önce babasından dinlediği hayatını günahlarla doldurmuş bir adamın başından geçen menkıbeyi hatırladı birden Bir günahkar adam yağmurlu ve çamurda bir günde ayağı kayıp yere düşmüş düşerken üstü başı kirlenmesin diye elleriyle yere tutunup ayağa kalkmıştı elleri kirlenen bu bedevi ve görgüsüz adam elini suyla yıkayacağına bir yere silmeyi tercih etmişti silecek bir yer bulamadığından ötürü o an yoldan geçen bir çocuğun başını okşayarak elini temizleyerek oradan ayrılmıştı çocuğun ise bundan haberi bile olmamıştı adam kısa bir zaman sonra günahlarına tövbe fırsatı bile bulamadan vefat etti gideceği yer melekler tarafında gösterileceği zaman çok korktu çünkü hayatı günahlarla doluydu cehennemi beklerken melekler ona cennet bahçelerinden bir bahçe göstermişlerdi Allah'ım çok şaşırmıştı bu kadar günahım olduğu halde nasıl olur da Allah bana cenneti nasip eder diye düşünürken ilahi Emir duyulur o kuluma söyleyin bir gün eli çamurlandığında o elini silmek için bir çocuğun başını okşamıştı. Yaptığı yanlış bir şey de olsa o çocuk yetim de kimse başını okşamamıştır o kulun kötü niyetli de olsa o yetimin başını okşaması o yetimi o kadar sevindirdi ki ben de o güzel yetim kulumun yüzü suyu hürmetine o günahkar kulumu da affettim yetim başı okşamanın tarifsiz bir sevinç olduğunu şimdi ilikleri ne kadar hissedebiliyordu artık bu peygamber sünnetini nasıl da daha önce keşfetmediğini kızıyor kendi kendine hayıflanmadan edemiyordu Erol bey ve küçük kız o da daha devam eden sohbetlerini bir sürede bahçede sürdürdüler ayrılık zor olsa da saatler ilerlemiş ve veda vakti çoktan gelip çatmıştı yetim kız amca dediği Erol bey'e sevinçle son bir kere daha sıkı sıkıya sarılıp yuvasına dönerken bahçede yere düşürdü bebeğini fark etmemişti bile

Aileyi bir okula benzetirsek; baba, bu okulun müdürü, anne ise öğretmenidir. Sevgili Peygamberimiz (asm) bu vazifeye işaret olarak "Erkek, aile fertlerinin çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın, kocasının evinde çobandır ve çocuklarından vazifelidir."1 buyurmuştur. Cenab-ı Hak "Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun!" buyurarak anne ve babalık vazifesinin ne kadar önemli ve mesuliyetli olduğunu bize hatırlatmaktadır. Çocuğun hayata gözlerini açtığı ilk günden beri bütün dünyası ailesidir. Anne-babasında gördüğü her şey çocuğun eğitiminde büyük önem taşımaktadır. Baba ailenin geçimiyle meşgul olduğundan eğitimin büyük kısmı anneye düşmektedir. Çocuğun fıtratı temizdir. İçi dışı paktır. Herşeyi kabul edebilir bir yapıya sahiptir. Ve her şeyden etkilenebilir bir yaradılıştadır. Dolayısıyla annenin çocuğuna karşı hal ve hareketleri çocuğun karakterinin yerleşmesinde çok önemli rol almaktadır. Sevgili Peygamberimiz (asm) "Dünyaya gelen her çocuk ancak İslâm fitratı üzerine doğar. Daha sonra ana babası onu yahudi, hristiyan veya mecûsi yaparlar."3 buyurarak bu noktaya dikkat çekmiştir. Madem anne, değil sadece çocuğunun dünya hayatından, aynı zamanda ahiret hayatından dahi sorumludur. Öyleyse anneye çok ehemmiyetli, zor ve aynı zamanda çok mukaddes bir görev düşmektedir. Bu çok önemli vazife yerine getirilirken şu noktalara dikkat edilmesi gerekir: Anne, bir uzman gibi çocuk eğitiminde bilgi ve ahlak sahibi olmalıdır. Çünki anne; din, ahlak ve çocuk eğitiminde donanımlı olması lazımdır ki sağlıklı ve faydalı nesiller yetişebilsin. Sevgili Peygamberimiz (asm) "Çocuklarınıza edep ve terbiye verin. Onların edep ve terbiyesini güzelleştirin."4 buyurmuştur. Anne, sevgi ve şefkati çocuklarından esirgememelidir. Çünkü sevgi ve şefkatten mahrum kalan çocuk; merhametsiz, içine kapanık ve özgüveni olmayan bir çocuk olur. Annenin sürekli şefkat ve merhametle davranması ve ceza gerektiği zaman disiplin usallerini uygulamaya da mani değildir. Annenin aile içinde en büyük görevi çocuklarının eğitimidir. Ondan sonra diğer görevler gelir. Çocuklar eğitilirken elbiselerinin temizliğiyle beraber daha çok kalplerinin temizliğie ehemmiyet verilmelidir. Karınları doyarken aynı zamanda akıllarının da doyması gerekir. Bir annenin, dünya ve ahiret hayatına faydası olması yönüyle, çocuğuna birakacağı en büyük hediye elbette ki güzel ahlaktır. Zira hadis-i şeriflerde şöyle buyurulmuştr: "İnsan öldüğü zaman, (sevap kazanmaya vesile olan) üç ameli kesilmez: Sadaka-i cariye, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden çocuk,"5 "Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul der ki: Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi? Cenab-ı Hak da ona şöyle der: "Çocuğun senin için dua etti, istiğfarda bulundu." Kur-an'ı Kerim'de, "İnsana, ana- babasını (gözetip, onlara iyilik etmesini) de tavsiye ettik. Anası onu, zayıflık üstüne zayıflık çekerek (karnında) taşımıştı. (Sütten) ayrılması da iki sene içinde olur. (Bu yüzden:) "Bana şükret! Ana- babana da!" (diye tavsiye ettik). Dönüş ancak banadır." buyurulmuştur. Sevgili Peygamberimiz de (asm) Allah'ın emirlerine aykırı olmadığı sürece, bütün annelere fedakârlığına karşılık itaat etmek, saygı göstermek, cennetin önem bir anahtarı olduğu üzerinde çok durmuş ve bir hadis-i şeriflerinde "Cennet annelerin ayakları altındadır." buyurmuştur. Aile İçi İletişim Nasıl Olmalı? Toplum, huzurlu bir aile ile varlığını devam ettirebilir. Sağlam bir toplumun yapısı elbette sağlıklı bir ailenin varlığıyla mümkündür. Sağlıklı bir ailenin yapısı da onu oluşturan fertlerin iletişimine bağlıdır. İletişim ne kadar kuvvetli olursa o aile, o oranda mutlu bir ailedir. Bu iletişimin merkezinde anne ve baba olduğu için her birisine çok büyük sorumluluklar düşmektedir. Hem dünya hem de ahiret mutluluğu bedel ödemeksizin olmaz. Ömür boyu beraber hayat sürmek niyetinde olan eşlerin hüsrana uğramaması ve mutlu bir sonla hayatlarını bitirmesi ancak kendilerine düşen sorumlulukları yerine getirmekle mümkün olabilir. Anneye düşen, sadakat, emniyet ve eşine karşı sevgi, saygı ve hürmet iken; babanın görevi ise annenin bu vazifelerine karşı şefkat ve muhabbetle mukabele edip ailenin tüm ihtiyaçlarını gidermesidir. "O'nun delillerinden biri de, kendilerine (meyledip) ülfet edesiniz diye kendi (cinsi) nizden size eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir şefkat kılmasıdır. Şübhesiz ki bunda, düşünecek olan bir kavim için nice deliller vardır."8 ayet-i kerimesi ailenin temelinin sevgi, saygı ve merhamet üzerine kurulması gerektiğini ifade eder. Özellikle günümüz toplumunda televizyon, bilgisayar, internet gibi teknolojik nimetlerin kötüye kullanılması ve yapılan kötü yayınlar ve bunun yanında alkol, kumar ve uyuşturucu gibi Allah'ın yasakladığı maddeler aile fertleri arasındaki iletişimi bozmaktadır. Peygamberimiz (asm). "Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücut gibidirler. Vücudun herhangi bir azası rahatsız olursa diğer azaları da bu yüzden ateşlenir ve uykusuz kalır." buyurarak ailenin fertlerinden birinde oluşan bir rahatsızlık tüm aileyi etkilemekte ve bazen de ailenin parçalanmasına kadar varabilmektedir. Böyle olumsuz bir durumun olmaması için her bireyin maddi veya manevi sorumluluklarının farkında olması gerekir. Aile içinde sağlıklı bir iletişim, öncelikle çocuklar için gerekmektedir. Çünkü iletişim, maddi veya manevi bir nedenle bozulduğunda özellikle bunun sıkıntısını ilk olarak çocuklar çekmektedir. Çocuklar anne karnından itibaren herşeyi duyarak, hissederek veya gözlemleyerek algıladıklarından anne-baba arasındaki en küçük bir iletişim bozukluğu onun ruh dünyasına, karakterine, davranışlarına yansımakta ve ilerideki hayatını çok olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Her hususta insanlığa örnek olan Peygamberimiz (asm), aile içi İletişimde de örnek bir modeldir. Sağlıklı ve huzurlu bir iletişim çin Sevgili Peygamberimiz şöyle tavsiyelerde bulunmuşlardır: "Bir kimse hanımına buğz etmesin. Çünkü hoşlanmadığı huyları varsa, buna karşılık hoşuna giden huyları da vardır"9 "Hanımlarınıza kötü söz söylemeyin. Ona ve yaptığı işlere çirkin' demeyin. Sakın yüzüne vurmayın."10 Bir kişi, Hz. Aişe'ye Resulullah'in evdeki işlerinden sordu. "Hz. Aişe onun bizzat ev işleriyle meşgul olduğunu söyledi. O, elbiseleri yamar, evi süpürür, keçileri sağar, çarşıdan alış veriş yapar, ayakkabılarını ve delik su kırbalarını tamir ederdi, develeri bağlar ve yemlerini verirdi, hizmetçilerle birlikte hamur yoğururdu."11 "Çocuklanınıza ikram ediniz ve onlan güzel terbiye ediniz."12 "Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha değerli bir bağışta bulunmamiştir.13 "Küçüklerine merhamet etmeyen büyüklerine saygı göstermeyen bizden değildir."14 Hz. Peygamber, torunu Hz. Hasan'a sevgi ve şefkatle sevip öptüğü bir esnada Akra b. Habis adında bir kişi, "Benim on çocuğum vardır. Onların hiç birisini öpmedim." demiştir. Bu sözler Hz. Peygamber, merhametsizlik olarak değerlendirmiş ve o kişiye: "Şayet senin kalbinden Allah merhameti söküp atmışsa ben ne yapayım?" buyurmuş. Sonra da "Merhamet etmeyene merhamet edilmez" demiştir.15) Hz. Cabir bir gün Resulullah'in huzuruna girdiğini bu sırada Hasan ve Hüseyin' sırtina bindirmiş olan Hz. Peygamber'in dört ayak vaziyetinde yürümekte olduğunu) anlatır. Cabir dayanamayarak "Deveniz ne iyi deve, sizlerde ne iyi binicilersiniz "der."16 "Halka (aile fertlerine) teşekkür etmeyen Allah'a teşekkür etmiş sayılmaz."17 Kim kendisine yapılan bir iyiliğe karşı, bunu yapana; 'Allah sana bunun karşılığını daha güzel bir şekilde versin!' derse, teşekkürü en mükemmel şekilde yapmış olur."18 Mü'min ülfet sahibidir. Ülfet etmeyen (kaynaşmayan) ve ülfet edilemeyen (kendisiyle kaynaşılmayan) kişide hayır yoktur."19 Manevi duyguların ön planda tutan ailelerin iletişiminin kuvvetli: maddiyatı ön planda tutan ailelerin ise zayıf olduğu son yıllarda yapılan araştırmalar göstermiştir. Sağlıklı Toplum. Sağlıklı Aile İle Mümkündür Toplumun en küçük temel taşı ailedir. Ailenin sağlığı yerinde olursa toplumun da sağlığı yerinde olur. Düzenli aileye sahip olan toplumların daha güçlü olduğu her devirde görülmüştür. Aile yaşamı sağlıksız olan toplumlar zamanla çöker veya yok olurlar. Bundan dolayı insan için ailenin ve toplumun önemi büyüktür. Çocuğun eğitim gördüğü ilk yer aile okuludur. Çocuk, geleceği şekillendireceği en verimli derslerini bu okuldan alır. Manevi terbiyeyi, sevgi ve saygıyı, şefkat ve merhameti, doğruluk ve alışkanlık gibi güzel davranan burada kazanır. Bu değerleri kazanmak elbette sağlıklı bir ailede gerçekleşebilir. Sağlıklı ve düzenli bir hayat kuramamış bir ailenin çocuğunda ise güzel meziyetler beklenilmez. Yani manevi eğitimini tam da alamamış olan çocuklar çevrelerine zarar verirler. Adeta öldürücü bir zehir olurlar. İlk zarar verdikleri yer ise kendi ailesidir. Sonra da yaşadığı topluma zarar verirler. Ailedeki dirlik ve düzen topluma yansıdığı gibi, bozukluk da topluma yansır. Bunun için aile güçlü tutmak ve aile düzenin be bozulmasının önüne geçmek gerekir. Bu da ancak aileyi oluşturan ferdlerin, görevlerinin farkında olması ve büyük bir özenle yerine getirmesi ile mümkün olacaktır. İnsanlar sağlıklı ve düzenli aileyle kurmaya gayret ettiği nisbete büyüyüp gelişecek, çalışmadığı zaman da hasta bir toplumla karşıya kalacaklardir. Cenab-ı Hak, bu gayrete işaret olarak insana çalıştığından başkası yoktur"20 buyurmuştur. Kaynaklar: Buhârî Tahrim duresi, 6 Ebu Davud İbn-i Mace Müslim Lokman suresi, 14 Kenzü'l Ummâl Rum suresi, 21 Müslim Ebu Davud Buhârî İbn-i Mace Tirmizî Tirmizî Buhârî Kenzü'l Ummâl Tirmizî Tirmizî Ahmed b. Hanbel Necm suresi,39

Bir şehre girdiğinizde orada toplumun hizmetine sunulmus müesseseler görürsünüz. Sevinirsiniz; çünkü insanda güzel olana, faydalı olana bir meyl vardır. Içinizden o hayra sebep olanlara karşı bilmediğiniz halde bir muhabber hasıl olur. Gönlünüzün derinliklerinden samimi bir dua çıkıverir. "Sebep olanlardan Allah razı olsun" diye. Yine çalışır yorulursunuz, diliniz dudaklarınıza yapışır. Çantanızda ise suyunuz kalmamıştır. O an için bir damla su sizin en değerli dünyalığınız haline gelir. O da ne? İleride bir çeşme, yanında parlayarak duran tası. Koşarak gidersiniz. Su tasına bile gerek duymadan avucunuzla kana kana içer şükür edip ferahlarsınız. Sonra çeşmenin kenarındaki ağacın altına oturur serinlemenin verdiği hazzı yaşamaya başlarsınız. Ve yine kalbinizden bir dua demeti çıkıverir. "Bu çeşmeyi yapandan, ağacı dikenden Allah razı olsun" diye. Çok eller o çeşmeyi sonraları imar etmiş olabilir. O ağacı birçok el sulamış bakımını yapmış olabilir. Ama ilk akla gelen, ilk hatırlananlar ilklerdir. Yani saffı evvellerdir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri yirmi yedinci sözün zeylinde sahabe bahsinde bu konuyla ilgili şöyle bir tespitte bulunur. "Bir zaman kalbime geldi ne için Muhiddin Arabi gibi harika zatlar sahabelere yetişemiyor"1 Üstad bu sorunun cevabında üç sebeb sayar. Üçüncü sebebin üçüncü vecihinde "Sahabeler İslamiyet'in tesirinde ve envar-ı Kur'ân'iyenin neşrinde saffı evvel teşkil ediyor." der. Evet saffı evvel olmak bir fazilettir. İnsana manevi bir üstünlük kazandırır. Kimsenin olmadığı fırtınaların şedid estiği dönemlerde ben varım, diyerek öne atılıp saffı evvel olmak için cehd etmek elbette çok büyük bir samimiyet göstergesidir. Sahabeyi sahabe yapan, üstadları üstad yapan bu halin neticesidir. Peki ya bizler, günahların aleni işlendiği, sinsi düşmanların türlü planlar yaptığı bu zaman da böyle karlı bir manevi ticaret kapısını aralayabilir miyiz? Elbette ki aralaya biliriz. Elbette saffı evvel olabiliriz. Her şey bir soruyla başlar. Kendinize yönelttiğiniz soru sizi atalet uykusundan uyandırır. Araştırmaya sevk eder. Sonra o meşhur kaide işlemeye başlar. Allah samimi isteyenlere, talep edenlere verir kaidesi. Düşünelim bir kere insanlık biüyük bir buhranın çıkmazın içinde. Madden her şeye sahip. Ama huzuru yok. Olması da beklenemez çünkü hayatta olma gayesinin farkında değil. Kalabalıklar içinde yapayalnız. Kendisine uzanacak onu bataklıktan kurtaracak Rabbinin varlığına iman ettirecek saffı evvellerin uzatacağı elleri arıyorlar. Böyle bir insanın hayatında saffi evvel olduğumuzu düşünelim. Siz sadece o kişinin o bataklıktan kurtulmasına vesile değil aynı zamanda ailesinin, arkadaşlarını ve kendisinden sonra gelecek neslinin de kurtuluşuna vesile olacaksınız. Yani o kişinin hayatında saffı evveli oluşturacaksınız. Bu öyle bir hal ki sadece o şahısla sınırlı kalmayan bir haldir. Farabi'nin dediği gibi "Alem büyük bir insan, in san da küçük bir alemdir." İnsan denen o alemin saffı evveli olma durumudur. Her şey zıttıyla bilinir düsturunca bir de madalyonun arka yüzüne bakalım. Bozulmamış tertemiz bir fıtratı, kötü ahlakıyla tesir altına alıp onu bozarak toplumun kanayan bir yarası haline getiren bedbahtın halini düşünün. O sefahatin bozulmuşluğun saffı evveli olmak ne kötü bir hal. Allah'ın azabını üzerine çekmek değil de nedir? Hem kendini, hem de toplumu fesada uğratan bu halden Rabbimize sığınınız. Peygamberimiz bir hadisinde "İnsanlar ezan okumanın ve ilk safta yer almanın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulmazlardı."3 der. Müsber ibadet boyutunda hile saffı evvel olabilmek övülmüş teşvik edilmiştir. İşte bu kapı açık iken, ortam müsait iken muhtaç olan o küçük alemlere el uzatmalı insanlığın kurtuluşu için gayret sarf etmeliyiz. Planlı bir biçimde bıkmadan usanmadan Rabbimizi anlatımak için çalışmalıyız. Günah cihetinde ölmek sevap cihetinde yaşamanın yollarını aramalıyız. Her imkan elimizde yeter ki isteyelim. Unutmayalım yarınlar çok geç olabilir. Ne mutlu yarınları inşa etmeye çalışanlara. Ne mutlu insan denen alemde saffı evvel olanlara... Kaynaklar Yirmi yedinci söz sahife 165. Yirmi yedinci söz sahife 167. Muslim, Salat, 129: Buhari, Ezan, 9.32.

Sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın en güzel örneklerinden birisi olan "Sadaka Taşları", insan onurunun incinmeden yardım almasını sağlayan eski yardımlaşma sistemlerinden biri olarak bilinmektedir. Sadaka taşlarının diğer yardımlaşma sistemlerinden en belirgin farkı ise, yardımlaşmanın yalnızca zengin-fakir çizgisinde değil, bir mahalle içinde aynı sosyal statüye sahip insanlar arasında da kurulmuş olmasıdır. Bu noktada vakıflar, imarethaneler gibi yardım kuruluşlarının aksine sadaka taşlarının birbirleriyle daha yakın duran, komşuluk ilişkileri içerisinde olan insanlar arasında bir yardım işlevi görmesidir. Osmanlı döneminde yaygın olarak görülen bu sadaka taşları vasıtasıyla nakdî ve aynî vardım yapılmaktaydı. Nakdî yapılan yardımlarda paranın uçup kaybolmaması için kağıt para yerine madeni paralar bırakılır, aynî yardım olarak ise giyim kuşam eşyaları ve çeşitli besinler bırakılırdı. Fakir ve muhtaç kimseler, sadaka taşlarında birikenler bağışlardan sadece ihtiyacı kadar alır diğer fakirlere de birşeyler bırakmaya özen gösterirlerdi. Bu bağışlar, genellikle gece karanlığında veya kimsenin olmadığı bir zamanda, sadakaların, bu taşın tepesindeki çukura bırakılmasıyla gerçekleştirilirdi. İhtiyacı olduğu halde dilenmekten çekinen kimseler gecenin geç saatlerinde taşın yanına para almaya gelir ve kendisi için gerekli olan miktarı buradan temin ederdi. Sadaka taşları, Osmanlı İmparatorluğu'nun hâkim olduğu coğrafyada yaygın bir şekilde kullanılmış ve günümüzde de koruma altına alınması gereken kültürel unsurlar arasına girmiştir. Çeşitli bölgelerde "Zekat Taşı", "Zekat Kuyusu", "Dilenci Mihrabı", "Hacet Taşı", "İhtiyaçgâh", "Fikara Taşı", "Hayrat Deliği" gibi isimlerle de anılmakta olan bu taşların, genellikle, cami, tekke, medrese avluları, çeşme başları, üç beş semtin birleştiği köşelere, fakir, muhtaç, hasta insanların barındığı yapıların önlerine (Üsküdar'daki Miskinler Tekkesi gibi) dikildiği görülmektedir. Bunların dışında cellat mezarlıklarına da sadaka taşlarının dikildiği bilinir. Cellâtlar can almaları nedeniyle Osmanlı'da dışlanmış bir grubu oluşturmuşlardır. Bu sebeple genellikle yerleşim yerinden uzak mezarlıklarda, isimleri yazılmadan sadece mezar başlarında bir taş konularak defnedilmişlerdir. Belirli zamanlarda mezarlıkları ziyaret eden kişiler, cellât mezarlığı kenarına konan sadaka taşlarına para bırakarak cellâtların ailelerinin geçinebilmesi için sadakalarını bırakmışlardır. Kur'an-ı Kerim'de bulunan infakla ilgili âyetler ve Hz. Muhammed (sav)'den nakledilen hadisler dolayısıyla Osmanlı kültüründe sadakaya önem verilmiş, ideal İslâm toplumlarında sadaka sosyal dengenin en önemli unsuru olarak görülmüştür. Sadaka, sürekli olarak uygulanabilen bir fiil olması sebebiyle yardıma ihtiyacı olan kimselerin devamlı surette gözetilmesini, açlığın, muhtaçlığın ve bundan doğacak hırsızlık, isyan gibi kötülüklerin önlenmesini ve böylece toplumsal bir huzur ortamının oluşmasını temin eden bir ibadet olarak kabul edilmiştir. Sadakanın riyaya düşmeden ve verilen kişiyi incitmeden verilmesi gerektiğinin şehir kültüründeki yansıması sadaka taşlarıyla görülmektedir. Kale Camii (Sivas) Hekimoğlu Ali Paşa Camii (İstanbul) Ayasofya Camii (İstanbul) Yeni Camii (Emibönü / İstanbul) Doğancılar Camii (Üsküdar / İstanbul) Gül Baba Türbesi Şeyh Şaban Veli (Kastamonu) Karacaahmed Mezarlığı (İstanbul) Şahkulu Tekkesi (Kadıköy / İstanbul) Sümbülefendi Camii (K.M.Paşa / Fatih / İstanbul) Karacaahmed Camii (Üsküdar / İstanbul) Konuralp (Düzce) Hoca Kasım Günani (Fatih İstanbul) SşcıBaşı Camii (Üsküdar / İstanbul) Süleymaniye (İstanbul) Süleymaniye (İstanbul) Hekimoğlu Ali Paşa Camii (İstanbul) Büyük Piyalepaşa Camii (Kasımpaşa / İstanbul) Kambur Köprü (Kastamonu) Osmanlı iffet ve hayâsından dolayı fakirliğini gizleyenler; onur ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye açamayanlar için, ince ve farklı yardım, destek ve hima ye yol ve metotları bulunmuştur Onlara "alan el" olmanın utanç ve ezikliğini yaşatmamak için, gayet zarif yardım şekilleri geliştirmiştir. Böylece "alan el" hicaptan "veren el" de gurur ve riyadan korunmuştur. İşte, her türlü tebrik ve takdire layık yardımlaşma vası talarından birisi, hatta bir bakıma birincisi, "Sadaka Taşları"dır . Öte yandan İslamiyet'in sadaka konusunda insanlar arasında bir ayrım gözetmeden, ihtiyacı olan herkese hatta her şeye yardım edilmesini öngören yaklaşımı da evrensel bir tavır olarak karşımızda durmaktadır. Bu konuda şu âyetin nuzûlünden sonra Hz. Peygamber (sav)'in sadaka uygulamasını değiştirmesi önemlidir: " Ey Ademoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen, senin için iyi; vermemen ise kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. Veren el, alan elden daha üstündür." (Müslim, Zekât, 97; Tirmizi, Zühd, 32) Onları doğru yola götürmek sana ait değil. Fakat Allah dilediğine doğru yolu gösterir. Hayra ait bir şey verirseniz bunun faydası size. Zaten yoksullara vermeniz de ancak Allah rızası içindir. Hayır yapmak için verdiğiniz şey, size fazlalaştırılır ve siz zulüm görmezsiniz. (Bakara, 2/272). Bu âyet gelene kadar Hz. Peygamber (sav)'in, Müslümanlardan başkasına sadaka verilmemesini emrettiği bilinmektedir. Fakat bu âyetin nüzulünden sonra Hz. Peygamber (sav), el açan herkese, inancını sorgulamaksızın sadaka verilebileceğini bildirmiş ve bizzat kendisi de bunu uygulamıştır. Kısacası İslâmiyet'in yardımlaşma anlayışında evrensel bir kriterinin olduğu sabittir. Bu konu hakkında çok yakın zamanlardaki zarif bir tavrı da Ahmed Yüksel Özemre'nin hatıralarında şu şekilde görmekteyiz: "Üsküdar ahâlisi sokağa çıkarken fakirlere vermek üzere cebinde dâimâ bozuk para bulundururdu. İsteyene sadaka mutlaka verilirdi. Fikarâ, sarhoş bile olsa, asla tahkir edilmezdi. Sarhoşa nasihatin tesir etmeyeceğini iyi bilen Üsküdar'lılar yalnızca: "Allah ikrahlığını versin, umûrunu hayra tebdîl etsin, evlâdım!" diye dua eder; cevap olarak da: "Amin efendim; Allah sizden razı olsun!" duasını alırlardı." Sadaka Taşlarının bulunduğu bazı yerler; Süleymaniye Camii avlu içinde, Ayasofya Camii soğukçeşme sokağı girişinde, Karaköy Arap Camii giriş kapısı yanında, Cağaloğlu Hacı Beşir Ağa çeşmesi karşısında, Üsküdar Doğancılar İmrahor Camii yanında, Üsküdar Karaca Ahmet Fethi Ahmet Paşa Camii yanında, Karacaahmet Aşçıbaşı Camii avlusunda, Fatih Mehmed Ağa Camii ana giriş kapısı sağında, Aksaray Sofular caddesi ile Ragıp Bey sokağının birleştiği köşede, Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Camii ve türbesinde, Kocamustafapaşa Hekimoğlu Ali Paşa Camii avlusunda.