
Dil bir milletin hafızasını, imanını, irfanını kültürünü ifade eden geçmiş ile gelecek arasında köprü kuran önemli bir araçtır. Bir dili anlaşılmaz kılmak belki o millete yapılacak en büyük suikasttır. Bir şeyin tanınması için öncelikle tanımının çok iyi yapılması gerekmektedir. Onun için Osmanlıca'yı anlamak için tanımının iyi yapılması gerekiyor. Ayrıca Osmanlıca mı, Osmanlı Türkçesi mi? Hangisi daha doğru bir isimlendirme oluyor? Peki, nedir Osmanlıca? Osmanlıca demek doğru mudur? Osmanlıca Türkçeden ayrı bir dil midir? Osmanlı döneminde konuşulan Türkçe midir? Edebi Türkçe midir? Bazılarının dediği gibi Türkçenin İslâmileştirilmiş hali midir? İslâm harfleri ile yazılan bir Türkçe midir? Günümüz Türkçesini İslâm harfleri ile yazdığımız zaman Osmanlıca olur mu? Öncelikle şuna karar vermeliyiz; Osmanlıca bir konuşma dili midir? Yoksa bir alfabe meselesi midir? Herkesin bu sorulardan birinin veya birkaçının cevabının Osmanlıca'nın tanımı olabileceğini söylediğinizi duyar gibi oluyorum. Osmanlıca bin senelik Türk İslâm tarihinin, kültürünün, medeniyetinin, biliminin, felsefesinin oluşturduğu, İslâm harflerini alfabe olarak kabul etmiş bir milletin konuşma ve yazı dilidir. Osmanlıca muhteva ve şekil itibariyle birbirinden ayrılmaz üç unsurdan oluşuyor. Osmanlıca'nın elbisesi İslâm harfleri, vücudu kelimeler, ruhu kelimelerin manalarıdır. İlhan Ayverdi bir yazısında: “Dil taşıyıcıdır; bir milletin kültürünü, sanatını, îmânını, düşünüş sistemini, yaşayış ِzelliklerini, sâhip olduğu değerleri dünden bugüne taşıyan kutsal bir nehir gibidir…” demektedir. Osmanlıyı anlamak için onun anlaşma dili olan Osmanlı Türkçesini anlamak zorundayız. Osmanlı araştırmalarında etkili ve yetkili bir isim olan İlber Ortaylı bir yazısında Osmanlıcayı şöyle tanımlar: “Osmanlıca, Avrupa dillerindeki Ottoman, Osmanisch kelimelerinin yanlış çevirisidir. Bir dِnemi ve bir üslubu nitelendirmek için yanlış kullanılan sıfat, üstelik bir de isim haline getirilip kavramlaştırılmış ve bilgisizce bir kimlik kompartımanına dِnüştürülmüştür. Osmanlıca ِyle Fransızca ve Rusça gibi ayrı dil olarak anlaşılamaz, Arap harfleriyle yazılan bir Türkçedir. Her dil asırdan asıra bazı değişiklikler geçirir ama bu durum ayrı bir dilden sِz etmeyi gerektirmez. Nihayet anneannemizle dedemizin mektuplaşma dilidir. Birçoğumuzun bu mektupları okutmak için ümmi kِylüler gibi adam aradığı gerçektir.” Mesele sadece Osmanlıca harflerini öğrenmekle de sınırlandırılamaz. Osmanlı medeniyetini, ilmini, irfanını bilmeyen Osmanlıcayı tam olarak okuyamaz. İslâm kültürüne yeterince hâkim olmadan, herhangi bir Osmanlıca metni tam olarak okuma imkânı yoktur; çünkü harfleri tanısanız da, eğer o kelimeyi bilmiyorsanız, okuyamaz, dolayısıyla da anlayamazsınız Hilmi Yavuz bir yazısında bu konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Elbette mesele sadece Osmanlı harflerini ِğrenmekle sınırlanamaz. Osmanlı paleografyası, Osmanlıcaya giriş için gerekli, ama yeterli değildir. Dile yeterince hâkim olmadan, herhangi bir Osmanlıca metni okumak imkânı yoktur çünkü. Harfleri tanısanız da, eğer o kelimeyi bilmiyorsanız, okuyamaz, dolayısıyla da anlayamazsınız. Osmanlıca kurslarında ders veren ِğretmenler, bu meselenin hiç şüphesiz, farkındadırlar.” Osmanlıca adıyla günümüz de kabul göre Osmanlı Türkçesi özellikle Arapça ve Farsçadan etkilenmekle birlikte özgün bir dil olarak gelişimini sürdürmüştür. Günümüz Türkçesinin de ana kaynağı durumundadır. Attila İlhan Osmanlıcanın tanımını şöyle yapar: “Osmanlıca, Türklerin yüzyıllar boyunca geliştirdikleri ِzgün bir dil, Arapçadan da, Farsçadan da yararlanmış, ama ikisi de olmamış; yeni Türk kuşakları Osmanlıcayı anlayabilmelidir ki, gelecekle geçmiş arasındaki kِprüyü sağlam kurabilsinler!” Osmanlıca'nın özgün bir dil olduğunu yapay bir dil olmadığını ifade eder. Aslına bakarsanız herkesin bir Osmanlıca tanımı var. Bu tanımları kişilerin dünya görüşleri şekillendirmektedir. Bir kısım insanlara göre Osmanlıcadır; çünkü Osmanlı dönemine aittir günümüze ait değildir. Bir kısım insanlara göre İslâm yazısıdır; çünkü alfabesi İslâm yazısıdır. Bazıları edebi dil der; çünkü zevk-i selimi Osmanlı Türkçesinden zevk alır. Bazılarına göre Osmanlı Türkçesidir; çünkü Osmanlılar döneminde kullanılmış, zamanımızda ise geçerliliğini yitirmiştir. Bizim anladığımız ise şudur: Osmanlıca'nın iki yönü vardır. Birisi dili, diğeri elifbası… Dili itibarıyla Edebi Türkçeyi, yazısı itibarıyla Kur’an harflerini ifade eder.

Hazreti Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm nübüvvet (peygamberlik) dava etmiştir. Davasına delil olarak Allah kelamı Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere bin kadar mucize göstermiştir. Bütün bu mucizelerin varlığı nübüvvet davasının vukuu kadar kesindir. En inatçı kâfirler dahi mucizelerin varlığını inkâr edememişler, kendilerini ve yandaşlarını kandırmak için bu harika hadiselere ancak “sihirdir” demişlerdir. MUCİZELER ALLAH’TAN GELİR Her şeyi yaratan Allah’tır. Mucizeler, Cenâb-ı Hakk'ın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır, ikramıdır; beşerin fiili değildir. Bizim için bir rehber ve bir önder olarak seçtiği peygamberleri hiçbir zaman yalnız bırakmayan Cenab-ı Hak, inkâr edenlere karşı nübüvvet davasının ispatı için peygamberlere mucizeler ihsan etmiştir. Mucizeler, Allah’ın kudretiyle vücuda gelmiştir. Peygamberlere tebliğ vazifesinde Allah’tan gelen manevi bir yardımdır. Örneğin, Mekkeli müşrikler bir gece Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan gökteki ayı iki parça etmesi halinde kendisine iman edeceklerini söylemişlerdi. Bunun üzerine Resulullah (asm), Allah’tan yardım istemiş ve bir parmağının işaretiyle ay yarılmıştır. Bu hadise şakk-ı kamer mucizesi olarak tarihe geçmiştir. MUCİZELER ANCAK PEYGAMBERLERE MAHSUSDUR Mucizeler, peygamberlere mahsus harikulâde olaylardır. Cenâb-ı Hak tarafından peygamberlik iddiasını fiilen tasdiktir. Örneğin, Musa Aleyhisselâm’la ilgili bir mucizeyi Kur’an-ı Kerim şöyle haber vermektedir: “Ve bir zaman Musa (Tih Çölünde) kavmi için su istemişti de (ona): Asânla taşa vur! dedik. Bunun üzerine (taşa vurunca) ondan on iki pınar fışkırdı.”1 Allah nübüvvetle görevlendirdiği peygamberlerin hakkaniyetini ispatlamak amacıyla harika olaylarla onları desteklemiştir. Mesela, Hz. İbrahim kavminin tapmakta olduğu putları gizlice kırmıştı. Kavmi daha önce söylediği sözlerden zaten bu işe niyetli olduğunu bildiklerinden onu sorumlu tutmuşlar ve cezalandırmaya karar vermişlerdi. Onu, yaktıkları büyük bir ateşe atmışlardı. Fakat Allah, “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol!” emriyle onu ateşin yakmasından korumuştur. Allah tarafından gönderilen en son peygamber Hazreti Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Peygamber Efendimiz'in en büyük mucizesi ise Kur’an’dır. Şakk-ı kamer (Ay’ın yarılması) ve mi’rac hadiseleri de onun diğer büyük mucizelerindendir. Peygamberlere has olağanüstü haller olan mucizeler Hazreti Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile sona ermiştir. MUCİZELER SİHİR DEĞİLDİR Firavun ve etrafındakiler Musa Aleyhisselâm’ın göstermiş olduğu mucizeleri sihir olarak nitelendirip kendi sihirbazları ile yarışmaya davet etmişlerdir. Düzenlenen bir yarışmada sihirbazlar maharetlerini sergilemişler; ip ve sopaları koşuyor gibi göstermeyi başarmışlardır. Gördüğü bu manzara karşısında içinden korkmaya başlayan Hazret-i Musa’ya Allah-ü Teâlâ korkmamasını, üstün gelecek olanın kesinlikle kendisi olduğunu bildirmiş ve ona “sağ elindekini (yere) bırak da (onların özenerek) yaptıkları şeyleri yutsun! Yaptıkları sadece bir sihirbaz hilesidir” buyurmuştur. Hazreti Musa’nın asâsı bir ejderha olup ip ve sopaları yutunca “sihirbazlar secdeye kapanmış, biz Harun’un ve Musa’nın Rabbine iman ettik”2 demişlerdir. MUCİZELER HARİKADIR, HAYAL ـRـNـ DEĞİLDİR Mucizeler insanların güç yetirebileceği sıradan olaylar değildir. İslam itikadında harikulade hal veya olaylara mucize denir. Musa Aleyhisselâm hakkında Kur’an’da geçen bir başka harikulâde olay da asâsı ile denizi yarmasıdır. Musa Aleyhisselâm, İsrailoğullarını Firavunun zulmünden kurtarmak için gizlice kaçırmış, fakat Firavun ve adamları arkalarına düşerek onlara yetişmiştir. İsrailoğulları bir ara neredeyse yakalandıklarını sanmışlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, “Asânla denize vur!” diye vahyetmiş, Musa Aleyhisselâm da bu emri yerine getirince deniz yarılmış ve kavmi karşıya geçip kurtulmuştur. Firavun ve adamları ise İsrailoğullarını yakalamak düşüncesiyle denize girmiş ancak hepsi de boğulmuştur.3 İSLAM DـŞMANLARININ MUCİZELERİ TASDİK ETMESİ Kâfirler, mucizeler karşısında ancak “sihirdir” demişler fakat bu harikulade olayların meydana geldiğini inkâr edememişlerdir. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle haber vermektedir: “Hâlbuki (onlar ne zaman) bir mucize görseler, yüz çevirirler ve: “(Bu) süregelen bir sihirdir!” derler.”4 Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nübüvvetini inatçı (kâfirlere) karşı ispat etmek için harikulâde işlere mazhar olur ve ihtiyaç olduğunda ara sıra mucize gösterirdi.5 Bazı müşriklerin Hazreti Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a gelerek: “Sen bize Allah katından peygamber olduğuna şahitlik eden dört meleğin ellerinde bulunan bir kitap getirmedikçe sana iman etmeyiz” demeleri üzerine şu ayet nazil olmuştur:6 “Hem eğer sana kâğıtta (yazılı) bir kitap indirseydik de ona elleriyle dokunsalardı elbette o inkâr edenler (yine): “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir!”derlerdi.7 MUCİZELERİN GـNـMـZE KADAR ULAŞMASI Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın göstermiş olduğu mucizeler, sahabe efendilerimiz tarafından nakledilmiştir. Sahabeler doğru sözlü insanlardır. Peygamberimizin en küçük bir hareketini dahi dikkatle takip edip söylediği her sözü ezberlemeye çalışmışlardır. Buhârî, Müslim, Tirmizî gibi hadis âlimleri sahabelerden aldıkları haberleri kitaplarına yazıp bugünlere kadar ulaştırmıştır. Bu büyük İslam kahramanlarının gayet yüksek bir ahlak, takva ve doğrulukta yaşadıkları tarihçe sabittir. Sarrafın altını tanıdığı gibi sözün hadis olup olmadığını bilen ve en az yüz bin hadis ezberleyerek “el-hâfız” unvanını alan birçok hadis âliminin günümüze kadar naklettikleri mucizeler elbette kesindir. Kaynaklar: (1) Bakara, 60(2) Tâhâ, 65-70(3) Şuara, 63-66(4) Kamer, 2(5) Zülfikar, 19.Mektup, 6(6) Celaleyn Şerhi, c.2, 318(7) En’am, 7

Kur’ân kelimesi, kıraattan gelir. Fu’lân bâbındadır. Baştan sona ve tamamıyla okuma ile dolu mânâsı verilebilir. Allah’ın kelâmı olduğuna kat’î îman ettiğimiz Kelâmullah’ın en çok Kur’ân ismiyle anılması tesadüfî olmasa gerek. Zâten inzal olan ilk âyet-i kerîmenin de “ikra” olması, ismiyle müsemmâ tâbirini akla getirmekte. İlk emrin “oku” olması ve bu emrin en başta, en fazla ve en çok Kur’ân’ın okunmasında uygulanması; hem ilk emrin üzerinde daha fazla düşünmemizi, hem de Kur’ân isminin hikmetleri üzerinde daha fazla durmamızı gerektiriyor. LAFIZ MÂNÂYI KALBE İNDİRİR Tahkîkî îmanı elde etmenin en önde gelen şartlarından biri, insanda akıl ve kalbin birlikte nurlanmasıdır. Sâdece aklın ya da sâdece kalbin öne çıkarılması, tahkîkî îmana ulaşmayı zorlaştırır. Aynen bunun gibi de Kur’ân’ı hayatımıza tatbik ederken sâdece Kur’ân’ın mânâsı üzerinden durur, Kur’ân hakikatlerinin anlaşılmasını yeterli görür de; Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye gerekli önemi vermez ve bu konuda gevşek davranırsak, meselenin kalb boyutunu ihmal etmiş oluruz. Böyle bir durumda mânâ, aklımıza yerleşir ancak kalbimize olması gerektiği gibi yerleşemez. Bu sebeble Kur’ân bizim için aynı zamanda bir vird ve zikirdir. Kur’ân’ı anlamaya aklımızın ne kadar ihtiyacı varsa; dilimizin de o kadar Kur’ân’ı okumaya, kulaklarımızın da o kadar duymaya, gözümüzün de o kadar görmeye ihtiyacı vardır. KUR’ÂN’IN LAFZI EKMEK GİBİDİR Hayatımız boyunca defalarca Kur’ân’dan aynı sûreleri veya aynı âyetleri okuruz, ancak hiçbir zaman usanmayız. Hatta her okuyuşumuzda da lezzet alırız. Küçük çocuklar bile çok rahat ezberlerler. Sesten ve konuşmalardan rahatsız olacak derecede ağır olan hastaların kulağına Kur’ân çok hoş gelir, hiç rahatsız olmazlar. Hatta ölüm döşeğinde yatan bir insana dahi Kur’ân, sanki tatlı bir şerbet içmiş gibi lezzetli gelir. Asr-ı saadette, kâfirler bile Kur’ân’ın lafzına hayran kalıyorlardı. Sahâbelerin evlerinin etrafında saklanıp gizli gizli Kur’ân dinliyorlardı. Bu hâdiseler de işaret ediyor ki; nasıl ki vücûdumuz havaya, ekmeğe, suya muhtaçtır. Her gün havayı teneffüs ederiz, su içeriz, ekmek yeriz; ancak yine de bunlardan sıkılmayız. Çünkü ihtiyâcımız tekrar ediyor. Aynen bunun gibi de Kur’ân’ın lafzına her gün muhtâcız. Ruhumuz, kalbimiz, vicdanımız, kısacası maddî mânevî bütün organlarımız Kur’ân’ın lafzına ve sesine muhtaçlar. KUR’ÂN RUBUBİYET-İ MUTLAKA CİHETİNDE BİR MÜKÂLEMEDİR Kâinâtın tek Rabbi Cenâb-ı Hakk’tır. Başka bir ifadeyle kâinâtı düzenleyen, tanzim ve terbiye eden yalnız Cenâb-ı Hakk’tır. Kâinatta hiçbir mevcûdât hatta hiçbir zerre yoktur ki; Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesinin dışında kalabilsin. Cenâb-ı Hakk’ın bu mutlak terbiye ediciliğinin bir tezâhürü de kulları ile konuşmasıdır. Muhâlefetü’n-li’l-havâdis sıfatının bir gereği olarak Cenâb-ı Hakk’ın konuşmak için kelimelere ve sese ihtiyâcı yoktur. Cenâb-ı Hak, bizim tam mânâsıyla idrâk edemeyeceğimiz bir şekilde konuşur. Ancak şu imtihan dünyasında, Cenâb-ı Hak, bizimle Peygamberleri aracılığıyla gönderdiği mukaddes kitabları ve suhufları ile konuşmaktadır. Emir ve yasaklarını ve kısacası nasıl bir kul olmamız gerektiğini bize başta Kur’ân olmak üzere mukaddes kitablar ve suhuflar aracılığıyla bildirmiştir. Cenâb-ı Hak, bizi Kur’ân aracılığıyla terbiye etmektedir. Biz nasıl yaşamamız gerektiğini Kur’ân’dan öğreniyoruz. O sebeble şu imtihan dünyasında herkes ve her şey susacak yalnız Kur’ân’ın sadâsı işitilecek. Kur’ân’dan başka okunan her şey, yalnız Kur’ân hesabına ve Kur’ân’ı daha iyi anlamak için okunacak. Yoksa Kur’ân’ın terbiyesi dışında kalınırsa dalâlete ve yanlış yollara sapmak işten bile değildir. KUR’ÂN DİNLEYİP MÜSLÜMAN OLANLAR Kur’ân’ın lafzında öyle bir i’câz var ki; duyan herkes şeksiz ve şüphesiz; “Bu bir beşer kelâmı değildir, bu Allah kelâmıdır.” demekte. Târih bu gerçeğin ispatlarıyla dolu. Asr-ı saadette, îman etmeyen Kureyşli müşrikler, Kur’ân’la mücadele ederken savaş yolunu tercih etmişler. Çünkü Kur’ân’ın lafzındaki i’câz karşısında âciz kalmışlar, bir söz söyleyememişler. Eğer Kur’ân’a karşı, Kur’ân’dan daha üstün bir söz bulup söyleyebilselerdi, canlarını tehlikeye atmazlardı. Arapların en zeki edipleri dahi Kur’ân’ın karşısında susmuşlar, hatta îman etmedikleri hâlde belâgatine secde etmişlerdir. Önde gelen birçok sahâbe, sâdece Kur’ân’dan birkaç âyet dinleyerek îman etmişlerdir. Çünkü Kur’ân’ı dinledikleri anda, bunun bir beşer kelâmı olmadığını anlamaktaydılar. Bu hâlin çok misallerinden birkaç misal: Hz. Ömer (ra): Hz. Ömer (ra), Peygamber Efendimizi (asm) öldürmeye giderken yolda kız kardeşinin ve eniştesinin de îman ettiğini öğrenir. Peygamber Efendimizin (asm) yanına gitmekten vazgeçip doğruca kız kardeşinin evine yönelir. Kapıya geldiğinde içeride Kur’ân okunmaktaydı. Kapıyı çalınca, içeridekiler okumayı kesip Kur’ân sayfalarını sakladılar. İçeri giren Hz. Ömer (ra), eniştesini dövmeye başlamış, araya giren kız kardeşinin ise aldığı darbeden dolayı burnu kanamıştı. Kız kardeşinin ona, ne yaparsa yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söyleyerek kararlılığını bildirmesi üzerine, ona karşı merhamet duyguları kabarmaya başlamış ve okudukları şeyleri görmek istediğini söylemişti. Kendisine verilen sahifelerden Kur’ân âyetlerini okuyan Hz. Ömer (ra), hemen orada îman etti. Hz. Osman (ra): Hz. Osman (ra) şöyle anlatır: “Teyzem Abdulmuttalib’in kızı Erva’yı ziyarete gitmiştim. Bu esnada Resûl-ü Ekrem (asm) halasının evine geldi. Ben durmadan Resûlullah’a (asm) bakıyordum. O gün Resûlullah’ın (asm) durumundan bir şeyler meydana çıkmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) bana yönelerek dedi ki: “Ey Osman! Sana ne oluyor? Niçin bana öyle bakıyorsun?” “Sana hayret ediyorum. Bizim içimizdeki durumundan da, senin aleyhinde söylenenlerden de!” dedim. Resûl-ü Ekrem (asm) bana “Lâ ilâhe illallah de!” dedi. (Allah biliyor ya, bu sözü Resûlullah’tan (asm) dinlediğim zaman tüylerim diken diken oldu). Sonra Resûlullah (asm) devam etti: “Gökte de rızkınız ve va’d edilmekte olduğunuz (Cennetler) vardır. İşte göğün ve yerin Rabbine and olsun ki, şübhesiz o, gerçekten sizin konuşmakta olmanız gibi kesin bir gerçektir.” (Zâriyât, 22-23). Resûlullah (asm) bunları söyledikten sonra çıktı. Ben de O’nun arkasından çıktım, O’na yetiştim ve Müslüman oldum. Cübeyr bin Mut’im (ra): Cübeyr bin Mut’im (ra) anlatıyor: “Peygamber Efendimiz (asm), akşam namazında Tûr Sûresini okuyordu. “Yoksa bir şey (bir yaratıcı) olmadan mı yaratıldılar? Yoksa o yaratıcılar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır! (Onlar, yaratmak ne demektir) yakînen bilmiyorlar. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa (her şeye) hâkim olanlar kendileri midir?” (Tûr, 35-37) âyetlerini işitince kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. İslâm’ın kalbime yerleştiği ilk an bu andı.

Bir gün gözlerini bedeni titrerken açarsa biri, yanında soğuk ve karanlıktan başka şey de yoksa eğer bir ısıtan ve ışıtandır ilk aramaya koyulduğu… İlk peşine düştüğü. Ben ilk senin peşine düştüm açtığımda gözlerimi şu hayata. Kucaklayan kollarda ilk düşündüğümdü: “BIRAKMASALAR!” Elimden kayan oyuncağa seslenişimdi: “GİTME!” Bir çalıya tutulup da benden vazgeçen çok sevdiğim elbiseme seslenişimdi. Üşüdüm. Tutup tutup bırakan anlar, sevip de terk eden yarler adedince koca koca çığlar altında kaldı yüreğim. “İçi boş-içi dolu libaslar, tuttuğum bardaklar, tutunduğum dallar, tutulduğum bakışlar, yaslandığım hisarlar, sevdiğim canlar… Canlılar ve cansızlar… Ah bırakanlar!..” Lisanıma dolandı bu serzeniş: “Ah bırakanlar!” Sen ise ey peşine düştüğüm, sen yüreğimin can damarıydın. Çünkü sen “bırakmamak”tın, kopup da gitmemek, sevip de değişmemek… Bedendeki ruh kadar hayatımda olmazsa olmazdın. İşte hep bu yüzden seni aradım. Bu arayışla yürüdüm ya yıllarca, heyhat! Adresin elimde girdiğim her sokak çıkmaz sokaktı. Çaldığım her kapıdan aldığım aynı cevaptı: “O buradan taşınalı uzun zaman oldu.” Şu bir türlü bulamayış tüketti umutlarımı. Kelebekler terk etti çayırlarımı. Ve uğur böcekleri konmadı ellerime. Nil bile artık yeşil değil, siyahtı. Musa’nın sandığı ise kırılmıştı. Gözlerimde hüzünden bir perde, âlem soğuk ve karanlıktı. Ve bir gün bilgi şehrinin kapısında Ali’ye rast geldim. Seni sordum hemen. O acıyarak baktı derunuma. “Vefâ mı?” dedi. “Vefâ… Dün gibi uçup gitti.” İşte o zaman anladım daha seni bulamayacağımı. Ağladım. Dalından kopuşla ayrılık toprağına düşen yaprağa, her bakışımda beni bir kez daha kıran aynaya, göğümdeki batan yıldızlarıma, bırakanlara ve seni asla bulamayışıma ağladım. Yürüyen cenaze olmaktı netice-i melâlim. Düşe kalka ilerlerken zaman vadilerinde bir inci tanesi gördüm pırıl pırıl. Bu Muhammed’di. Bardağına bile bir isim veren Muhammed. Şu terk edilişler diyarında annenin de babanın da bardağın da terk ettiği Muhammed. Yürüdüm. Yüreğimde hüzün… yürüdüm. Sonra bütün ürperticiliğiyle bir kabristan serildi gözlerimin önüne. Ve bir ses… Metruk mezarlar arasında dolaşan biri şöyle sesleniyordu. “Ey ِlüler! Sizler gittiniz. Eşleriniz başkalarıyla evlendi. Şimdi evlerinizden neşeli sesler yükseliyor.” Dünyanın vurdumduymazlığına onlarca göz ile ağlıyor, gam kâsesine kahır dolduruyordu. Az bir dermanım kalmıştı belki yürümek için fakat bu sesleniş bitirdi kalan takatimi. Sıkıp yüreğimi son bir gayretle tırmandığım tepeden harabe, ıssız bir şehre gelmiş olduğumu gördüm. Ya şu virane kalenin başında ağlayan kimdi? Doğruldum güçlükle, olabildiğince yakınına durdum. Esaretten bin iştiyakla döndüğü Van’da bin bir gurbetle karşılaşan Bediüzzaman’dı gördüğüm. Harp, Horhor çeşmesini, medresesini, asırlık Van kalesini, talebelerini, tüm şehrini almıştı ondan. Sekiz senelik ayrılığında sekiz yüz sene ihtiyarlayan şehrine baktıkça ağlıyordu. Yitirdiği sevdiklerinin hatıralarından kalbine elem yağmurları yağıyordu. “İçi boş- içi dolu libaslar, tuttuğum bardaklar, tutunduğum dallar, tutulduğum bakışlar, yaslandığım hisarlar, sevdiğim canlar… Canlılar ve cansızlar… Ah bırakanlar!..” Ah dedim. Öyle bir ahtı ki bu, sanki ruhumla beraber çıkmıştı içimden. Dünya denilen şu mesken nasıl bir yerdi? Baktığımda gördüklerim: arkadan hüzünle bakanlar, sevdiğinin yokluğuna uyananlar, ıstırap kışında yalın ayak titreyip duranlardan ibaretti. Vefânın ezelden terk ettiği bu mekânda herkes elem girdabında çırpınmaktaydı. Ve sen ey can! Sen nasıl bir şeydin ki; varlığın acı çekmek sebebiydi? Ey her verdiği nefes ardından zehir soluyan! Ey ayrılışların, bırakılışların imbiğinden geçen an an! Ey karış karış âlemde vefâyı arayan! Ey can! Söyle kaç bin parça halinde kalbin? Söyle! Hangi sevdiğin şey sevdi seni cihana bedel bir sevgiyle? Hangi şey seni terk edilmemeye değer buldu? Mal dediğin bir kıvılcıma, güzellik dediğin bir çıbana satmadı mı seni? Sevdiklerin senden sonra başkalarına yar olmak için kaç gün bekledi? Ey karış karış âlemde vefâyı arayan! Ey can! Tutunduğun bu gemi Nuh’un gemisi değil! Ümitle seslendiğin seni duyası değil! Bırakan bırakana hiç kimse tutası değil! Vazgeçti kalbim her güzele bağlanmaktan, ellerim her güle uzanmaktan el çekti. Beni hep terk edenleri tercih etmekten vazgeçti. Anladım. Bu yerler değildi şâyeste-i aşk. Sevda diyarı buralar değildi. Öyle ağır öyle ağırdı ki ağrıyan yüreğim, birden ellerimin içine düşüverdi. Ve işte ne olduysa o an oldu. İçimde bir çağlayandı sanki o an hissettiklerim, coşup dilimden dökülüverdi: “Ey yerlerin ve gِklerin sahibi! Ey efendim! Gaflet karanlığında katran kuyularına düştüm. اıkar beni! Ey şiddet-i zuhurundan dolayı gِrünmeyen sevgili! Aç gِnül gِzlerimi! Unutkan yârleri bir bir terk ettim. Arkasına bile dِnüp bakmadan çekip giden şu dünyadan kalbimi çektim. Kanatan çiçeklerden elimi çektim. İşte al artık yüreğim senin! Soğuk bir cehennemdeyim. Buzdan âlem içinde incecik bir gِmlekleyim. Ey güneşlerin güneşi! Isıt beni!” İşte bu seslenişti her şeyi değiştiren. Semama bir güneş doğmuştu. Gündüz gelip gece terk eden güneş değildi bu. Bulutun setriyle şulesini yitiren şems değil! Kalbi ısıtan, ruhu ışıtan şems-u’l şumustu bu. Firkat soğuğunda üşüyüp duran yüreciğimi sıcak bir battaniye gibi sarmıştı. Fena zehrini solumak gitmiş, ebediyet baharından yayılan vefânın mis kokusunu teneffüs etmek gelmişti. Ben o günden beri hiç üşümedim, O’nu bulan birçokları gibi… Sonra o güneşin şulesinde gördüm ikinci bir kez, İnci tanesini, Ali’yi, mezar seslenicisini, Bediüzzaman Said’i. Güneş hususi iltifatlarla onları okşuyordu. Artık biliyordum. Şu soğuk diyarda üşüyorsa insan, “ah bırakanlar!” diye ağlıyorsa, bu aslında ruhun hiç bırakmayan Allah’ı isteyişidir. Vefâyı soruyorsa her adreste deli-divane, hep Beka’ya seslenişidir. Kalbin çığlıkları, tüm inleyişleri aşk-ı bekanın tercümeleridir. “Yak bizi ey hurşid-i sema! Tut bedenimizi damar damar ey Mahz-ı Vefâ! Ey ısıtan! Ey ışıtan! Ey anlayan! Ey tutan! Ve ey asla bırakmayan!”

Divân Orhan Bey döneminden itibaren Fatih dönemine kadar her gün toplanmıştır. Divân toplantıları 16. yüzyıldan itibaren haftada dört güne, 17. yüzyıl ortalarında haftada iki güne, 18. yüzyılda III. Ahmed döneminde haftada bir güne indirilmiştir. Bir dönem divan toplantıları kaldırılmış fakat ihtiyaç hissedildiği için tekrardan haftada bir gün olarak devam etmiştir. Sabah namazından sonra başlayan toplantı öğleye kadar devam ederdi. Divân-ı Hümâyun padişah nerede ise orada toplanırdı. Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar padişahların başkanlık ettiği toplantılara, Fatih’in devlet protokolünde yaptığı bir takım değişiklikler neticesinde sadrâzamlar başkanlık etmişlerdir.1 Fakat padişahlar divânhâneye açılan kafesli bir bölümden divân toplantılarını takip etmişler, toplantıya katılan devlet adamlarına da padişahın huzurunda oldukları hissi verilerek toplantılara ciddiyet verilmiştir. Divân-ı Hümâyun toplantılarının bir takım protokol kuralları vardı. Toplantılarda protokol kurallarına âzami derecede dikkat edilirdi. Her bir devlet görevlisinin protokoldeki yerine göre önceden belirlenen yerini alması ile toplantı başlardı. Protokol ve toplantının icrâ ediliş tarzı, yabancı devletlerin elçilerine Osmanlı Devleti’nin haşmetini göstermek açısından önemli bir uygulama olmuştur. 1430’lu yıllarda II. Murad döneminde Osmanlı sarayını ziyaret eden Bertrandon de la Brocquiere katıldığı bir Divân-ı Hümâyun toplantısı ile dönemin divân toplantılarını şu şekilde tasvir ediyor: “Birinci kapıdan geçtik. Kapı içeri doğru açılıyordu ve hepsi elinde değnek, otuz kadar kul (kapı muhafızı) tarafından korunuyordu. Biri izinsiz girmeye kalkarsa ِnce uzaklaşması için uyarırlar; direnirse ellerindeki değneklerle onu uzaklaştırırlar… Milano elçisi gelince kapının yanında oturtuldu. Ne zaman bir elçi gelse (hemen her gün bir elçi gelir), sultan kapıda divan kurar, bizim (Fransada “kralın huzuruna kabul edilmek” anlamında) “cour du roi” dediğimiz şeye Türkler “Padişah Kapısı” derler. Sultan içeri girdi ve yandaki bir divânhâneye gitti. Oturması için hazırlanmış kadife dِşeli beş basamakla çıkılan bir sedirde, âdetleri üzere, terzilerin çalışırken oturdukları biçimde, oturdu. Sonra divânhânenin yanında başka bir yerde beklemekte olan paşalar gelip sultanın ِnünden geçtiler. Divânhâneye girdiler ve divâna katılması âdet olan herkes yerini aldı. Divânhânenin duvarı boyunca sultandan olabildiğince uzakta idiler.” 2 Divân-ı Hümâyun ـyeleri Divân-ı Hümâyun’un asli üyeleri “Erkân-ı Erbâa” adıyla anılan: başta sadrâzam ve vezirler, kadıaskerler, defterdârlar ile nişancıdan oluşan dört mevkîde devlet adamlarıdır. Divânın bu üyeleri toplantıda fikir beyan etme ve vazifeleri çerçevesinde karar verme yetkisine sahiptiler. Yeniçeri ağaları ve kaptanıderyalar belirli şartlara hâiz iseler aslî üyeler arasında sayılıp toplantılara katılabilirlerdi. Beylerbeyleri de aslî üyeler arasında idiler. Divân-ı Hümâyun’un aslî üyesi olmayıp divânda bir takım hizmetleri gören, divân bürokrasisini yürüten bir grup kâtipte toplantılara katılmışlardır. Fikirleri ile değil, hizmetleri ile Divân-ı Hümâyun’a katılan bu gruptaki görevliler ise: tezkireciler, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdâsı, teşrîfâtçı, asesbaşı, subaşı, muhzırbaşı, Divân-ı Hümâyun tercümanı, divân imamı, duâcı, tenbihci, divân şeyhidir.3 Divân-ı Hümâyun Osmanlı Devleti’nin yönetim kadrosunu içine alan ve Osmanlı bürokrasisinin işleyişini en teferruatlı görebileceğimiz bir yapıya sahipti. Bu bağlamda Divânı Hümâyun’a katılan Osmanlı devlet adamlarını, vazifelerini ve yetkilerini inceleyebiliriz: Padişah: Osmanlı padişahı bütün ülkenin hakimi ve idarecisidir. Padişahın geniş yetkileri vardır. Yeni bir Osmanlı padişahı, tahta geçtiğini, topraklarındaki vâli ve kadılara gönderdiği bir fermanla, genellikle şöyle bir ifâde ile bildirirdi: “Allah’ın yardımı ile saltanat benim oldu. Bugün, vezirler, ulemâ ve büyük, küçük, her makamdan kişilerin tam icmâ’ı ile bana atalarımdan kalan sultanlık4 tahtına oturdum. Adıma hutbe okunmuş ve sikke kesilmiştir. Bu fermanı alır almaz bütün kent ve kasabalarda halka cülûsum bildirilsin. Adım hutbelerde okunsun, kalelerden selam topları atılsın, kent ve kasabalar bayram şenlikleri ile aydınlatılsın.”5 Aslında padişahın bu ifâdeleri diğer devlet adamları üzerindeki otoritesini de açıkça beyan etmektedir. Devletin tüm kurumları ve Divân-ı Hümâyun üyeleri başta olmak üzere tüm devlet adamları padişaha karşı sorumlu ve bağlıdır. Padişahlar katıldıkları Divân-ı Hümâyun toplantılarına başkanlık ederlerdi. Sadrâzam: “Veziriâzam” deyimiyle de adlandırılmıştır.6 Osmanlı devlet adamları arasında padişahtan sonra en yetkili devlet adamıdır. Fatih tarafından çıkarılan Kanunnâme-i آl-i Osman’da, “…vüzerâ ve ümerânın vezîr-i âzam başıdır, cümlenin ulusudur, cümle umûrun vekîl-i mutlakıdır ve malının vekîli defterdârıdır ol vezîr-i âzam nâzırıdır ve oturmada ve durmada ve mertebede vezîr-i âzam cümleden mukaddemdir” ifâdeleri ile tavsif edilmiştir.7 Sadrâzamlara padişahın ismini taşıyan bir mühür (Mühr-i Hümâyun) verilirdi. Sadrâzam bu mührü yanında taşır ve azledilirse bu mühür alınır, yeni sadrâzama teslim edilirdi. İlk dönemlerde vezir bir tane idi. I. Murad döneminden itibaren vezir sayısı artırılmış ve birinci vezire veziriâzam ünvânı verilmiştir. Padişahın katıldığı Divân-ı Hümâyun toplantılarında konuşma ve reyini sunma yetkisi vardır. Sorumlu kişidir. Padişahın katılmadığı Divân-ı Hümâyun toplantılarında ise sadrâzam başkanlık görevini yapmıştır. Diğer vezirler de Divân-ı Hümâyun’nun asli üyelerinden olup toplantılara katılmışlardır. Kadıaskerler: Osmanlı Devleti’nin askeri sınıfına ait hukuki işlemlerini yürüten yetkili devlet adamıdır. İlk olarak Orhan Bey tarfından kadıasker tâyin edildiği bilinmektedir. 1480 tarihinden sonra sayısı Anadolu kadıaskeri ve Rumeli kadıaskeri olarak ikiye çıkarılmıştır. Kadıaskerler protokolde vezirlerin hemen arkasında yer almaktaydı. Kadıaskerler Divân-ı Hümâyun toplantılarında görülen davalara bakarlar, tâyin edilecek kadı ve müderrislerle ilgili bilgileri padişaha arz ederlerdi. Defterdâr: Osmanlı padişahının malının vekili ve onun temsilcisi durumundadır. Defterhâne ve hazinenin açılması vazifeleri vardır. Divân-ı Hümâyun’un asli üyelerinden olan defterdâr bir grup kâtiple beraber toplantıya katılırdı. Salı günkü divân toplantısının sonunda kendi dâiresi ile ilgili bilgileri arz ederdi. İlerleyen dönemlerde defterdâr sayısı artmış ve başdefterdârlığa Anadolu defterdârı geçmiştir. Divânı Hümâyun’daki yeri kadıaskerlerin alt tarafı olarak belirlenmiştir. Nişancı: Padişah adına yazılacak fermanlara, beratlara, nâmelere hükümdarın imzası manasında olan hükümdarın tuğrasını çekerdi. Diğer bir vazifesi, devlet arâzi kayıtlarının tutulduğu Tahrir Defterleri’ndeki düzenleme ve değişiklikleri yapardı. Divân-ı Hümâyun huzurunda yapılan bu düzenleme ve değişiklikler nişancıya mahsus bir görevdir. Padişah mektupları yazımı işi 16. yüzyıldan itibaren reisülküttaplara verilince nişancılar sadece tuğra çekmek vazifesini yapmışlardır. Beylerbeyi: Osmanlı taşra teşkilatının en büyük idâri birimi olan eyâletin askerî ve idarî amirlerine beylerbeyi denilmiştir. Aynı zanda vali ünvânıda kullanılmıştır. Beylerbeyleri sadrâazam ve vezirlik makamlarına da yükselebilirlerdi. Osmanlı toprakları genişledikçe beylerbeyi sayısı artmıştır. Eğer İstanbul’da bulunuyorlarsa beylerbeylerinden herhangi birisi Divân-ı Hümâyun toplantılarına katılabilirlerdi. Kaptanıderya: Osmanlı devletinin donanma kuvvetlerinden sorumlu devlet adamıdır. 16. yüzyıla kadar beylerbeyi rütbesinde daha sonra ise vezir rütbesindedir. Osmanlı devletinin deniz eyâletleri olan Cezâyir, Tunus, Trablusgarb, Akdeniz adalarını doğrudan yada atanılan paşalar aracılığı ile idâre ederlerdi. Üzerinde vezirlik payesi bulunan kaptanıderyalar eğer İstanbul’da iseler Divân-ı Hümâyun toplantılarına katılırlardı. Yeniçeri Ağası: Yeniçeri ocağının en rütbeli komutanıdır. Yeniçeri ocağı ile birlikte Acemi ocağından da sorumludur. Başkentin korunması ile sarayın askerî güvenliği Yeniçeri ağası sorumluluğu altındadır. Fatih dönemine kadar yeniçeri ocağından seçilen yeniçeri ağaları Fatih’ten sonra sekbanbaşılardan tayin edilmiştir. Vezirlik rütbesi olan yeniçeri ağası Divan-ı Hümayun toplantısına katılırdı. Divân-ı Hümâyun’da Gِrülen İşler Divân-ı Hümâyun’da devletin dahili ve harici meseleleri istişâre edilir, birinci ve ikinci derecedeki siyâsî, idârî, askerî, örfî, şer’î, adlî ve mâlî işler görüşülüp karara bağlanırdı. Divân-ı Hümâyun toplantılarında idarî örfî işlerden sadrâzam, şer’î ve hukukî işlerden kadıasker, arâzi işlerinden nişancı, malî işlerden defterdâr, sorumludur. Divân-ı Hümâyun’da görülen işler reisülküttap ve beylikçinin nezaretinde farklı kalemler tarafından defterlere kaydedilirdi. Divan kalemleri tarafından mühimme, ahkâm, tahvil, ruûs, nâme, ahidnâme adında defterlere kaydedilip sadrâzamdaki padişahın mührü ile mühürlenip defterhâneye kaldırılırdı. Yıldırım Bayezid’in Mısırlı tabîbi Şemseddin Divân-ı Hümâyun hakkında en önemli işlevinin adâleti icrâ etmek olduğunu şöyle ifâde ediyor: “Osmanlı hükümdarı, sabahları erkenden geniş ve yüksek bir sedirde oturur. Halk sultanı gِrebilecekleri bir yerde biraz uzakta durur ve haksızlığa uğramış herkes gelip şikayetini bildirir. Dâvâ hemen karara bağlanır. ـlkede güvenlik ِyledir ki, hiçbir yerde kimse sahibinin bırakıp gittiği yüklü bir deveye el süremez.” Divân-ı Hümâyun’a hangi din ve milletten olursa olsun halkın her kesiminden kadın erkek herkes başvurabilirdi. Divân-ı Hümâyun yüksek mahkeme olarak çalışmıştır. Osmanlı topraklarının herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören, kadılar tarafından haklarında yanlış hüküm verilen, valilerden, askeri sınıftan ve idarecilerden şikayeti olan herkese divânın kapısı açıktı. Osmanlı Devleti’ni ayakta tutan en önemli unsur adaleti sağlamak olduğundan devletin en yetkili kurumu da bir mahkeme olarak çalışmıştır. Kaynaklar: (1) Yusuf Halaçoğlu, “Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul 1993, C.12, s.316,317(2) Halil İnalcık, “Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600)”, İstanbul 2010, s.95(3) Erhan Afyoncu, “Sorularla Osmanlın İmparatorluğu VI”, İstanbul 2008, s.220(4) Osmanlı hükümdarları için II. Murad’tan itibaren “Padişah” ünvânı kullanılmıştır. Daha önceki Osmanlı hükümdarları için “Sultan” ünvânı kullanılmıştır.(5) Halil İnalcık, “Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600)”, İstanbul 2010, s.68(6) Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren “Veziriâzam” deyimi yerine “Sadrâzam”, “Sadr-ı Âli” ve “Sadâret-Penah” deyimleri almıştır. 19. yüzyılda bir ara “Başvekil” adı da kullanılmıştır.(7) Ahmet Emin Yaman , “Sadr-ı Âzamlık”, Türkler, Anakra 2002, C.13, s.1041

Aslında daha en başında insan fıtri bir zikirÂle yaşamak zorunda bırakılmıştır. İnsanoğlu yaşamak için nefes almaya, dolayısıyla Hu zikrini her dâim tekrarlamaya mecburdur. Yani bu fıtri vird, insanoğlunun yaşaması için kaçınılmaz bir evraddır. Öyle ki sonsuz hayat için de; isteyerek, bilinçlice hakkı zikretmemizi bizlere her an öğütler. Hatta Hu zamirinin bütün dillerde ilginç ses benzerlikleri göstererek O anlamına geldiğini düşündüğümüzde, bu virdin lisanlar ötesi bir ilâhi yönlendirme olduğunu hemen fark ederiz. İnsanoğlunun tekrar etmesi gereken asıl evradı ise, üzerinde yazılı Esma-yı Hüsna şifrelerini tek tek çözmek ve böylece hakk'al yakin derecesinde bir ilm'el yakin imanı elde etmek için gayret göstermektir. Cevşen'ül Kebir evradımızdan Sekine duaÂsına kadar Üstadlarımızın bizlere talim ettikÂleri evradlar da, işte bu kudsi amaca, yani Rabbimiz'in ma'rifetine erme hedefine bizleri ulaştırırlar. Sekine duasındaki ism-i âzam virdi, RabbiÂmizin kâinatta tecelli eden bütün isimlerinin mücmel bir tarifnâmesi gibidir. Bu isimleri vird-i zeban etmenin yanında hayatın esası eylediğimizde doğacak güzelÂliklerin ise hadd u hesabı elbette yoktur. Mesela Hz. Süleyman'ın inşa ettiği o yüksek medeniyet, azametli tezahürünün gücünü muhtemelen Sekine'den yani ism-i âzamdan alıyordu. Hz. Musa'ya vahyolunan tabletlerin içinde bulunduğu sandığa Sekine isminin verilmesi gerçeğini aklımızda tutalım bir kere. Sekine sandığı Hz. Musa ve Hz. Harun'dan sonra Hz. Davud'a intikal etmiş, onun döneminde Kudüse taşınmıştı. Bize göre sekine sandığının en önemli husuÂsiyeti içinde ism-i âzamın yazılı olduğu tabletÂlerin de bulunmasıydı. Nitekim Üstad Hz'leri de 6 ism-i azam için Mektubat'ta Sekîne denilen esmâ-i sitte-i meşhure diyerek o isimlerin Sekine olarak adlandırıldığını belirtmiştir. Bu manada Hz. Davud ,sekineden yani ism-i azamdan azaÂmi derecede istifade etmiş olmalıdır. Genç yaşına ve maddi güçsüzlüğüne rağmen ism-i azamın (sekinenin) tesiriyle büyük güçlere sahip Calut'u yerle bir etmiştir mesela. Daha sonraki yıllarda da Allah'ın yardımı ve ism-i âzamın bereketiyle Kudüs'ü ele geçiren Hz. Davud, krallığını Fırat nehrine kadar genişletmişti. Milattan önce 900'lü yıllarda yaşamış olan Hz. Süleyman, babasından devÂraldığı saltanatı adeta kendisinden sonraki asırları da etkileyen muhteşem bir medeniyet seviyesine çıkarmıştı. Hz. Davud elbette ki Allah'ın adını ve emirÂlerini yaymak adına devletin sınırlarını oldukça genişletmişti. Ancak bu durum yükÂsek bir medeniyet oluşturmak için yeterli değildi. Zira medeniyet, müşahhas örneklerle inşa edilir. Mücerred olan fikriyatın kuvveden fiile çıktığı noktadır medeniyet. İşte Hz. Süleyman, o dönemin azametli ism-i âzam medeniyetini evvel emirde Beyt'ül MuÂkaddesi inşa ederek ilan etmişti. Hz. Davud'a nasip olmayan böyle bir mücessem inşa faaÂliyeti, Hz. Süleyman'a nasip olmuştu. Demek ki, bir medeniyetten bahsedebilmeÂmiz için öncelikle bu medeniyetim somut örneklerini hayata geçirmemiz gerekiyor. Bilhassa da sanat ve mimari alanında kendini gösterecek olan medeniyetimiz, ism-i âzamdan beslendiği ölçüde mükemmel olacak. Beyt'ül Makdis olarak anılan ve mimari etkileri bugüne kadar ulaşan o muhteşem mabed, adeta o dönemde ism-i âzamın haÂyaÂta geçişinin somut bir örneğiydi. Bu mabeÂdin isminde geçen Makdis kelimesi köken olarak kuds kelimesinden gelmektedir. Hatta bu mabedin içinde bulunduğu Kudüs şehrinin ismi bile, Hz. Süleyman'ın inşa ettiği o muhteşem medeniyetin bilhasÂsa Kuddüs ism-i âzamına dayandığına işaret olabilir. Kuddüs kelimesiyle bu medeÂniyetteki kimi mabed ve şehir isimlerinÂdeÂki paralelliğin Arapça'dan kaynaklandığını düşünmeyelim. Zira İbranice'de bu mabedin ismi Beta Mikdaş'tır. Burada geçen Mikdaş kelimesi Makdis kelimesiyle benzer kökene ve anlama sahiptir. İki kelimenin kökeni de kuds kelimesine dayanır. İbranice ve Arapça'da aynı anlamlara sahip olan bu kelime, temizlik, mukaddes olma, başkalarına benzememe, farklılık, üstünlük, mukaddes olan Allah gibi anlamları ifade etmek için kullanılır. İlginçtir ki Kuds-Kudş kelimesi Tevrat'ta da en çok tekrar edilen kelimelerden birisidir. İbranice dini metinlerde Allah'ın ismi olan Kuddüs sıfatının Kaddiş şeklinde telaffuz edildiğini de hatırlatalım. Bu ilginç benzerlik, İmam Ali tarafından ümmete öğretilen ism-i âzamın Beni İsrail'in kimi peygamberleri tarafından çok iyi bilindiğini göstermektedir. İşte Hz. Süleyman da bugün örneklerini göstereceğimiz şekilde ism-i âzamdan azami derecede istifade etmiştir. Bediüzzaman da 30. Lema'da, öncelikle Kuddüs ismiyle başlıyor sekine sandığını açmaya. Belki de son İslam medeniyeti de öncelikle Kuddüs isminin yansımalarıyla tezahür edecek. Ancak biz inanıyoruz ki, ahir zamanda, 6 ism-i âzamın tamamı da farklı farklı renkleri ve yansımalarıyla muazzam medeniyetimize kaynaklık edecektir. Hz. Süleyman döneminde tezahür eden medeniyetin dayandığı ism-i âzamın hayata geçmiş mücessem bir örneği olan Beyt'ül Makdis medeniyet inşasının ne anlama geldiğini anlamak adına oldukça önemlidir. Şunu da hatırlatalım, bugün Mescid-i Aksa olarak anılan cami Hz. Ömer Camii'dir. Gerçek Mescid-i Aksa yani Beyt'ül Makdis M.S 70'li yıllarda tamamen yıkılmıştır. Hz. Ömer Kudüs'ü fethettiğinde bu mabedin kalıntılarının yakınlarına bir cami yaptırmıştır. Hz. Ömer'in bu inşa faaliyeti, ism-i âzam medeniyetini devam ettirme kaygısının Hz. Muhammed'in bir isteği olduğunu da göstermektedir. Çünkü medeniyet boşluk kabul etmez. Tevhide dayanan bir medeniyet inşa edemediğiniz takdirde, putlara dayanan bir Roma veya ateşi kutsayan bir Sasani ya da günümüzdeki gibi inançsız-maneviyatsız seküler bir medeniyet, o bıraktığınız boşluğu dolduruverir. Bu açıdan bakıldığında itiraf edelim ki kendi medeniyetimizi inşa edemezsek hepimiz mesul olacağız. Bediüzzaman Hazretlerinin bu milletin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım çırpınışının sırrını şimdi daha iyi anlıyoruz. Sahabelerin, tabiinin, tebe-yi tabiinin onca yokluğa rağmen, inşa ettikleri gemilerle KıbÂrıs'a, İstanbul'a, Endülüs'e gerçekleştirdikÂleri yolculukların sırrını, gözyaşlarımız ve pişmanlıklarımız eşliğinde daha iyi anlıyoruz şimdi. Bugün de Kur'an-ı Kerim'in hakikatli bir tefsiri olan Risale-i Nur'un açtığı mariÂfeÂtullah yolundan geçerek tahkiki imanı elde edenler, ellerinde hazır buldukları Hz. Süleyman medeniyetinin sekinesini yani ism-i âzamı hayata sokmanın gayreti içine girmelidirler. Medeniyetimizi inşa etmek demek, Kâbe'nin etrafına dev ve ruhsuz gökdelenler inşa etmek demek değildir. Çünkü bizim medeniyetimiz tevazu medeÂniyetidir ve Kâbe'nin Allah'ı huzurunda huÂşu ile rüku edenlerin kuracağı bir yeni medeniyettir. Hz. Süleyman'ın, cinlerin de yardımıyla inşa ettiği Beyt'ül Makdis'te tezahür eden isimleri her alanda yansıtmak demektir medeniyetimizi inşa etmek. Şunu da söyleyelim ki, aslında Beyt'ül Makdis bile ilk inşa edilen mabed olan Kâbe'nin bir yansımasıdır. Hz. Süleyman'ın inşa ettiği Beyt'ül Makdis, Kâbe gibi küp benzeri bir yapıdır. Muhtemelen Kâbe örnek alınarak tasarlanmıştır. Bu yapının etrafı zamanla duvarlarla çevrilmiştir. Bugün Ağlama Duvarı olarak anılan yapılar o duvarlardan kalıntıdır. Bildiğimiz gibi Kâbe küp şeklinde bir yapıdır. Bütün kübik yapılarda olduğu gibi ilk Kâbe'nin de 6 eşit yüzü vardır. İlk Beyt'ül Makdis'te de aynı yapıyı görüyoruz. Birbiriyle eşit alan ölçülerine sahip küp yapısı hayatın her alanında muhteşem bir düzeni inşa etmeyi öğütlemektedir bize. Ayrıca kâinatta tecelli eden 6 ism-i âzamın da bir çeşit sembolüdür bu eşitlik. Hayatımızın 6 ciheti, Kur'an'ın, Kâbe'nin 6 cihetiyle ve 6 ism-i âzamla iç içe geçecek derecede uyumlu olmalıdır. O halde medeniyetimizin merkezi olan Kâbe örnekliğinde muhteşem bir denge ve düzen girecektir hayatımıza. Kuddusiyet, Adâlet, Hikmet-Hâkimiyet, Ferdiyet, Hayat ve Kayyumiyet hakikatleri hayatımızın 6 cihetini de aydınlatacaktır. Böylelikle insanlık gerçek sekinete yani huzura kavuşacaktır. Demek ki Hz. Süleyman, aldığı vahye istinaden ilk mabed olan Kâbe'nin simetrik yansımasını Kudüs'ün bağrında inşa ederken aslında tabut-u sekineyi de şerh ediyordu. Kendi dönemindeki İslamî medeniyeti inşa ederken hayatın 6 cihetini de aydınlatan 6 ism-i âzama dayanıyordu. Mühr-ü Süleyman olarak anılan Hz. Süleyman'ın mührünün 6 köşeden oluşması, bu geometrik tarzın Selçuklu ve Osmanlı mimarisini de derinden etkilemesi asla tesadüfi değildir. Bu durum Hz. Davud gibi Hz. Süleyman'ın da 6 ism-i âzamdan kendi kabiliyetlerine göre istifade ettiklerini gösterir. Ayrıca bizim medeniyetimizin, o dönemde inşa edilen yüksek medeniyetin devamı ve en mükemmel meyvesi olacağını gösterir. Bilindiği gibi sekine sandığında 10 Emrin de bulunduğu rivayet edilmektedir. Bu bakış açısıyla bakıldığında Hz. Musa'ya verilmiş olan 10 emrin, 6 ism-i âzamın bir nevi tefsiri olduğu anlaşılacaktır. İmam Ali'nin üstadımızın şahsında Nur Talebelerine hitaben kendini Sekîne ile dua edip muhafazaya çalış! emrini vermiş olması da bizi muhteşem geleceğimiz adına ümitlendirmektedir.

(Seyahat edilecek mescidler) Ebû Hureyre (r.a.), Hz. Peygamber'in (s.a.v) şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "(İbadet için) sadece (şu) üç mescide yolculuk yapılır: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksa..." "Yapılış gayesinin ulviyetinden ve yapanların ihlâsından dolayı makbuliyet sırasına göre İslam'da en yüksek mertebeli ibadethâne Mekke'deki Mescid-i Haram'dır. Hadiste "Yolculuk yapmaya değer" diye kaydedilen, ziyaret etmek maksadıyla seyahat edilecek üç makam sıralaması şöyledir. 1. Mescid-i Haram (Mekke), 2. Mescid-i Nebevi (Medine), 3. Mescid-i Aksa (Kudüs) dır. Bu üç mescidin üstünlükleri, onların peygamberler eliyle kurulmalarından gelmektedir. Mescid-i Haram, yani Kâbe, bütün varlıkların kıblesi, Mescid-i Nebevî, takvâ üzerine kurulan Son Peygamber'in mâbedi, Mescid-i Aksâ ise eski Peygamberlerin kıblesi; müslümanların da ilk kıblesidir. Bu üç mescid, diğer mescid ve ma'bedlerden üstündür, faziletlidir. Bu üç mescid için yolculuk yapmak meşrudur. Hadis-i şerîf bunu bilhassa teşvik etmektedir. Bu sıralamaya İslam ulemâsı Emeviye Camii (Şam), Bursa Ulucamii ve Diyarbakır Ulucamiyi de ekleyerek şu mabedleri sıralamışlardır. Bu sıralama da bazen değişiklikler olsa da genellikle sıralama şöyledir. 1- Mescid-i Haram (Mekke) 2- Mescid-i Nebevî (Medine) 3- Mescid-i Aksa (Kudüs) 4- Emeviyye Camii (Şam) 5- Bursa Ulucamii / Diyarbakır Ulucamii En Faziletli ـç Mescid’in Ortak ضzellikleri Hadisin kaynaklık ettiği hükümler üzerinde alimler çok detaylı görüşler ortaya koymuşlardır. Biz bunlardan sarf-ı nazar ederek, hadisteki yolculuk teşvikinin bu üç mescide tahsis edilmesinin hikmetleri üzerinde duracağız. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, bu üç mescidin diğer mescidlere üstünlüğü tartışmasızdır ve bunun bazı ortak sebepleri de bulunmaktadır. Bu mescidlerin üçü de peygamberler eliyle inşa edilmiştir. Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa kıble, Mescid-i Nebî de din-i mübîn-i İslâm'ın kuruluş merkezi, ilk mescidi, İslâm medeniyetinin ilk müessesesidir. Bu üç mescidi ziyaret, başlangıçtan beri tevhid ehlinin büyüklerini ve onların hizmetlerini, mücadelelerini anmaya vesiledir. Böylece mü'minlerin imanı, tarihî bir boyut kazanır. Ziyaretçi, önceki mü'minlerle beraber olma şuur ve zevkini tadar. Ziyaretçi kendini tam bir dinî hava, saf, temiz ve yoğun bir kulluk şuuru içinde hisseder, yenilenir. Bir başka ifade ile tarihi günde yaşar, güçlenir, bilenir, dinçleşir. Bu üç mescid, tevhid dininin şeâirindendir. Şeâirine (ibadet vesileleri alâmet-i farîkalar) saygı göstermek de kelimetullahı i'la, yani cihad etmektir. Bu merkezlerin ziyaretle imar ve ümranı, tevhid akidesinin dünyaya yayılmasına çalışmak anlamını taşır. Bir de tarihi gerçek vardır ki, Mescid-i Aksa, gerek musevî gerekse, Hristiyanlarca değişmeyen kutsal ziyaret (hac) merkezi olarak hep ziyaret edilegelmiştir. Mescid-i Haram da aynı şekilde Kâ'be ziyareti dolayısıyla Hz. İbrahim'den bu yana uzak mesafelerden yaya veya binitli olarak gelenlerce ziyaret edilmiştir. Mescid-i Nebî ise, Hz. Peygamberin hicretini müteakip, müslümanlarca yolculuk yapılan aslî merkez olmuştur. Şu anda Rasûlullah'ın kabr-i saadetlerini ihtiva etmesi bakımından, "O'nun sağlığında ziyaret etmiş gibi" olmak için ziyaret edilmektedir. Fazilet Sırası Bütün mescid ve ma'bedlerden üstün olduklarında hiç şüphe olmayan üç mescid'in fazilet açısından kendi aralarındaki sıralama hadisde gösterilmiştir. Bu sebeple aynı sıra ile bu üç mescid'in her birine ait müstakil özelliklerinden de kısaca söz etmek faydalı olacaktır. Mescid-i Haram Âlimlerin ittifakı ile Mescid-i Haram efdal-i mesacid (dünyadaki mescidlerin en faziletlisi) dir. Bunun da elbette sebepleri vardır. Önce ta başlangıçtan beri, "İnsanların bir olan Allah'a kulluk etmeleri için vaz’ edilmiş ilk ev olan Kâ'be" Mescid-i Haram'dadır. Aynı zamanda Müslümanların kıblesidir. Hac farizasının yerine getirilebilmesi için varlığı zarurî merkezdir. Ayrıca Hz. Peygamber'in, "Şu benim mescidimde kılınacak bir namaz, Mescid-i Haram müstesna, öbür mescidlerde kılınacak bin namazdan daha hayırlıdır" buyurmuş olması da Mescid-i Haram'ın en faziletli mescid olduğunun nassî delilidir. Kâ'be ve onu çevreleyen Mescid-i Haram, zaman zaman tevhid dışı anlayışların istilasına uğramış da olsa, temeli Tevhid'in merkezi olmak üzere atılmış ilk mukaddes ev'dir, beyt-i atîk'dir. Bunun için de ziyaret ve ibadet için yolculuk yapılabilecek mescidlerin başında gelmektedir. Mescid-i Nebî Medine İslâm toplumunda Mescid-i Nebî'nin yerini düşünmek, onun müslümanlık ve müslümanlar açısından taşıdığı önem ve fazileti anlamak için yetecektir. Koca bir İslâm tarih ve medeniyetinin odak noktası ve "Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş", örnek kul, "son Resûl"ün sayısız hatıralarını saklayan ve "Takva üzere te'sis edilmiş mescid" (Tevbe Suresi, 108), Mescid-i Nebî'dir. O, İslâm ile özdeşleşmiştir. Hz. Peygamberin gerek kendisini ziyaret gerekse Mescid-i Nebî'de kılınacak namaz hakkında vârid olan hadisleri, bu mescid'in hâiz olduğu önem ve faziletin delillerini oluşturmaktadır. Mescid-i Aksa Mirac'da Hz. Peygamber Efendimiz’in ilk durağı olan Mescid-i Aksa, yüzyıllar boyu inananların yöneldiği bir kıble olarak yaşamıştır. Başlangıçta müslümanların da kıblesi olan Mescid-i Aksa, üç büyük dinin ortaklaşa mukaddes bildiği bir merkezdir. Mescid-i Aksa çevresindeki tevhid mücadelesi de oldukça yoğun ve çetindir. Hz. Süleyman'dan itibaren dinî otorite ve yönetimlerin merkezi olan Mescid-i Aksa ve Kudüs, halen bu görevini sürdürebilecek tarihi nitelik ve potansiyele sahiptir. Abdullah b. Ömer (r.a.) in rivayet ettiği bir hadisi şerifte belirtildiğine göre; Süleyman aleyhisselam Mescid'i Aksa (beyt-i makdis)nın inşaasını bitirince Allah Teâlâ'dan üç dilekte bulunmuştur: Kendisinden sonra kimselere nasib olmayacak bir mülk ve saltanat Allahın hükmüne uygun hüküm verme gücü ve kabiliyeti. Yanızca namaz kılmak niyetiyle Mescid-i Aksa'ya gelenlerin bağışlanması. Hadisin devamında Hz. Peygamber'in şu açıklaması yer almaktadır: "Cenâb-ı Hak, Süleyman'a bunlardan ilk ikisini vermiştir. Üçüncü dileğinin de kabul edilmiş olmasını umarım". Söylemeye gerek yoktur ki, bağışlanma (gufran) vesilesi olan her şey teşvike, her yer de ziyarete değer. Netice Hadisimiz, müslümanların ziyaret ve ibadet için yolculuğu göze almaları gereken sadece üç mescidin bulunduğunu, bunların da Mekke, Medine ve Kudüs şehirlerinde olduklarını açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır. Günümüz şartlarında bu mescidlerden sadece ilk ikisini -kısıtlayıcı bazı kayıtlara ve durumlara rağmen- ziyaret imkanı bulunmaktadır. Ancak üçüncüsü bir büyük hasret, bir büyük acıdır. Şu günlerde hac ibadetini yerine getirmek için mukaddes topraklarda bulunan kaç müslüman, hadisimizde "yolculuk yapmaya değer" diye kaydedilen Mescid-i Aksa'yı ziyaret etme imkanı bulabilmiştir, ya da bulabilecektir? Sanıyorum hadisimizin şimdi en büyük teşviki Mescid-i Aksa'nın da müslümanların ziyaretine açık tutulması yönündedir. Yani Kudüs'ü Yahudiden kurtarmaya davet etmektedir...

İSTİŞÂRENİN EHEMMİYETİ Dağları görmek için ovalara inmek, ovaları görmek için dağlara çıkmak gerekir. Dağdaki insanın gördükleriyle, ovadaki insanın gördükleri nasıl farklıysa, toplum hayatında değişik yerlerde duranların, şahsi veya toplumsal olayları algılama ve değerlendirmeleri de o derece farklıdır. İstişâre toplantıları bu farklı algı ve değerlendirmeleri bir araya getirerek, bir tefekkür zenginliği ortaya koyar. Bu toplantılara katılanların her biri dahi olmayabilirler, ama akılların ittifakıyla oluşan grubun beyni, kollektif bir deha özelliği yansıtır. Üstad Bedîüzzaman buna işareten şöyle der: “Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.” (Lem’alar) Şer’an belli olan (farz, haram gibi) meselelerde istişâre yapılmaz. İstişâre şeriatın izin verdiği, fakat bizim için “faydalı mı, zararlı mı” olduğunu bilmediğimiz konularda yapılır. İstişârede gaye Allah’ın rızası doğrultusunda, mü’minlerin umumunu ilgilendiren bir meselede, faydalı, selametli olan yolu bulabilmektir. Usulüne uygun istişâre müminlerarası muhabbeti, dayanışmayı artırır. Usulüne uygun olmayan istişârede kin ve fitneyi netice verir. TOPLANTI ÇEŞİTLERİ Toplantılar genellikle ‘bilgi vermek’ için veya herhangi bir ‘problemin çözümü’ için yapılır. Bilgi vermek için yapılan toplantılarda toplantıya katılanların görüşü alınmaz. Onların bir şeyden haberdar olmaları veya bir şeyi yapmaları istenir. Problem çözmek için yapılan toplantılarda ise, toplantıya katılan kişilerin görüşlerine müracaat edilerek, problemi çözmede onların yardımı istenir. Bazen bir toplantıda bu iki konu üzerinde de durulabilir. İki konunun beraber ele alındığı toplantılarda, ‘bilgi verme’ ile ‘sorun çözme’nin birbirine karıştırılması toplantı başkanıyla toplantıya katılanlar arası çatışma doğurabilir. Bu yüzden bilgi verme ile problem çözme, kesin, net hatlarla birbirinden ayrılmalıdır. Bu konular ya ayrı ayrı ele alınmalı veya açıkça belirtilmelidir. ‘Problem çözmek’ için yapılan toplantılarda, toplantı başkanı veya yetkili birisinin kendi görüşünü öne sürmesi ve toplantıya katılanlara kendi görüşünü kabul etmelerini istemesi ve kabul ettirmesi doğru değildir. Bu hal ‘sorun çözme’ toplantısını ‘bilgi verme’ toplantısına dönüştürür. Toplantıyı tertip eden başkan bir işi yapmaya veya yaptırmaya kesin kararlıysa, bunu istişâre etmemelidir. Kesin kararlı olduğu konuda bazı tereddüdleri varsa ve bu konuda başkalarının görüşünü de almak istiyorsa, bunu birebir danışma şeklinde yapmalıdır. İSTİŞÂRE EHLİYLE YAPILMALI! İstişârede en mühim esas istişârenin ehil olan kimselerle yapılmasıdır. Peygamberimiz (asm) “İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman, kıyameti bekle!” buyurmuştur. Ehil olmayan kimselerin toplantıya katılması da toplantının kıyametini koparır. İstişâre yapılacak konulara göre, şahıslar da değişebilir. Beşerî münasebetlerde bilhassa yaşlı, olgun insanlarla, ticari mevzuda ticaretten anlayan kimselerle, ilmi mevzularda ise âlimlerle istişâre yapılır. Bir insanın bütün alanlarda uzman olması ve her şeyden anlaması mümkün değildir. Hulâsa İstişârede ‘belli şahıslar’ değil, ‘ehil şahıslar’ özelliği aranmalıdır. Ehil olan insanlarla istişâre yapılmalı ama, onların da ihlaslı olmalarına dikkat edilmelidir. Toplantı başkanı toplantıya çağıracağı kimselerin bilgi ve becerisine güvenmiyorsa onları toplantıya çağırmamalıdır. Başkanın toplantı yapıp, toplantıda ortaya konulan görüşlere itimad etmeyerek, muhalif hareket etmesi toplantıya katılanları incitir. Toplantı başkanı, bilgisine itimad etmemekle beraber görüşünü almak istediği kimselerle birebir görüşmelidir. Bu, iletişim açısından daha sağlıklıdır. HAZIRLIK Sorun çözme toplantısına katılacak olan kişiler daha önceden üzerinde tartışılacak, karar verilecek konudan haberdar olmalı ve toplantıya konuyla ilgili araştırma yaparak melidirler. Habersiz, hazırlıksız, acele yapılan toplantılarda ekseriyetle isabetli görüşler alınamaz. Bilhassa araştırma ve uzmanlık isteyen konular, iki, üç saat içerisinde -hazırlıksız- yapılan toplantılarda çözüme kavuşturulamaz. Alınan kararlarda hatadan hali olmaz. ORTAM Toplantı yapılacak oda, yeterli büyüklükte, iyi havalandırılmış, rahatsız edici ışık ve gürültüden arındırılmış, temiz olmalı. Ortam gerginleştirici, zorlayıcı değil dinlendirici olmalı. Oturma şekli üyelerin birbirlerini rahatça görebileceği konumda olmalı. Toplantıyı hiç kimse rahatsız etmemeli ve bölmemeli. Toplantı odasında telefon olmamalıdır. Gerekli araç ve gereçler önceden hazır edilmelidir. (Kağıt, kalem, tahta, tebeşir, tepegöz vs.) TOPLANTIYI AÇIŞ Toplantı kararlaştırılan saatte başlamalıdır. Toplantı Kur’ân kıraatiyle ve duâ ile başlatılmalı ve duâ ile bitirilmelidir. Mümkün mertebe Kur’ân’dan okunan kısım toplantı konusuyla veya toplantı düsturları ile ilgili olmalıdır. Toplantıya yeni katılan, grubun tanımadığı kimseler varsa, başkan onları takdim etmeli ve tanıtmalıdır. Önce son toplantıda alınan kararlar ve raporlar gözden geçirilmelidir. Raporlardan sonra, başkan gündem maddelerini baştan sona okumalı, kısaca bilgi vermeli ve ehemmiyet sırasına göre konular ele alınmalıdır. Toplantı sonrasına doğru dikkatler dağıldığı ve yorgunluk oluştuğundan, en mühim konuların başa alınması kararların sağlıklı olması için önemlidir. GÜNDEM MADDELERİ Gündem maddeleri yalnızca başkan tarafından tesbit edilmemelidir. Grup üyeleri de gerekli gördükleri, önemli meseleleri gündem maddeleri olarak teklif etmelidir. Gündem maddeleri toplantı öncesinden toplantıya katılacaklara bildirilmiş olmalıdır. Toplantı konuları ‘efradını cami ağyarına mani’ olarak ele alınmalı, toplantı konularının dışına çıkılmamalıdır. Hususî şahısları ilgilendiren meseleler, ayrıca konuşulmalı toplantı meşgul edilmemelidir. Ele alınan konular sınırlandırılmalıdır. Mesela “Hedeflerimiz neler olmalıdır?” sorusu oldukça geneldir. Bu konu “Eğitimde hedeflerimiz neler olmalı?”, “Mali yönde hedeflerimiz neler olmalı?”, “Beşeri münasebetlerde hedeflerimiz neler olmalı?” gibi başlıklar altında sınırlandırılmalıdır. Ele alınan gündem maddeleri ve oturum zaman yönünden sınırlandırılmalıdır. Uzun zaman, dikkatlerin dağılmasına ve usanca sebep olabilir. İHTİLAF ADABI İstişâre değişik kimselerin fikirlerini bir araya getirmek olduğu için, ihtilaf da zaruridir. İhtilaf farklı görüşleri bir araya getirdiği için bir zenginlik olduğu kadar, toplantının geleceği açısından da tehlikelidir. İhtilaflar nefsanî garazların işe karışmasıyla zenginliği bir fitne ve düşmanlığa dönüştürebilirler. İhtilafların zenginliğinden istifade etmek ve tehlikelerinden kurtulmanın tek yolu Üstad Bedîüzzamanın dediği gibi, ihtilafı müsbet ve menfî olmak üzere ikiye ayırmak ve ihtilafı müsbet çizgide tutmaktır. Müsbet ihtilâf; toplantıya katılan şahısların herbirinin kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa'y etmesidir. Kişiler birbirlerinin görüşünü çürütmek veya yanlışlığını isbat etmek yerine, tekmil ve ıslahına çalışmalıdırlar. Bu tür ihtilaflar “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” hadisiyle de övülmüştür. Yönetim bilimlerince geliştirilen ‘Beyin Fırtınası’ tekniği de buna benzer bir yaklaşım uygular. Beyin fırtınası, bir toplantıda kişilerin eleştirilme endişesi olmadan fikirlerini rahatlıkla ifade ettikleri grup tartışma tekniğidir. Beyin fırtınasının birinci basamağının genel ilkeleri kısaca şöyledir: - Bütün teklifler kabul edilir ve listelenir. - Fikirlerin özgürce açıklanması desteklenir.l Fikirler söylenirken ortaya atılan fikirle ilgili olarak hiçbir yorum ve eleştiri yapılmaz, fikirler sorgulanmaz, yargılanmaz. - Konuya değişik yönlerden bakmak teşvik edilir. - Bütün fikirler ortaya konuncaya kadar önerilerin ortaya konuşu devam eder. Menfî ihtilâf ise garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin görüşünü çürütmeye çalışmaktır. Bu tarz ihtilaflar Kur’ân ve sünnet tarafından şiddetle yasaklanmıştır. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler. Üstad Bedîüzzaman, bu konuda şöyle der: “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur. (وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ وَلكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا) (Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır.) sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez. Üstad Bedîüzzaman, Hakîkat Çekirdekleri’nde de şöyle der: “Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan, bazan hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine "Hüve hakkun" (o haktır) demeli, "Hüve'l-Hakku" (hak yalnızca budur) dememeli. Veyahut "Hüve hasen" (o güzeldir) demeli, "Hüve'l-Hasen" (yalnızca o güzeldir) dememeli.” "Tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden hakîkat tamamıyla tezahür eder" cümlesini ise şöyle tahlil eder: “Hak namına, hakîkat hesabına olan tesadüm-ü efkâr, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakîkatin her köşesini izhar edip hakka ve hakîkate hizmet eder." Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakîkat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihâyetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir. (Uhuvvet Risâlesi) Hulasa; İstişâre toplantılarındaki ihtilaflar bir zenginliktir. Fakat bu zenginlikten istifade edebilmek, ihtilafı ‘müsbet ihtilaf’ çizgisinde tutmak şartıyla mümkündür. Bu da ancak şahıs veya fikirlerin eleştirilmemesiyle veya bunun ölçülü olmasıyla gerçekleştirilebilir. TOPLANTIYI YÖNETMEK Toplantıda en büyük görev, toplantı başkanına düşmektedir. Başkan toplantıyı idare etmeli, adeta orkestra şefi gibi olmalıdır. Gündem maddelerinin dışına çıkıldığı zaman ikaz etmeli, konuşmayanları cesaretlendirmeli, konuyu aşırı uzatanlara kısa tutmasını tavsiye etmeli, toplantının kırıcı tartışmalara dönüşmesini engellemeli, herkese âdil davranmalıdır. Bununla beraber amir gibi değil, arkadaş gibi hareket etmelidir. İstişârede hür bir ortam olmalıdır. Herkes fikrini korkmadan, utanmadan, çekinmeden ortaya koymalıdır. Aynı zamanda muhatapların fikrini gizlemelerine sebep olacak durumlardan uzak durulmalıdır. Toplantı başkanı veya yetkili şahıslar mümkün mertebe en son konuşmalıdır. Çünkü toplantıya katılanlar orijinal düşünceleri, teklifleri olsa bile, onlara muhalefet etmekten çekinerek fikir beyan etmeyebilirler. Hiç kimse kendi fikrini kabul ettirmek için ısrar etmemelidir. Fikrini söylemeli, müdafaa ve isbat etmeli, fakat cebr etmemelidir. İstişârede fikri kabul edilmemiş olanlar kırılmak, gücenmek, küsmek, kızmak, kin gütmek gibi bir tavra gitmemelidirler. Peygamberimiz (asm) Uhud Savaşı öncesi istişâre yapmış, kendi görüşüne muhalif sahâbelerin reyini kabul etmiştir. Hz. Ömer (ra) bir meselede kendine itiraz eden kadının sözünü kabul etmiş, kendi görüşünden vazgeçmiştir. Bu olgunluğu istişâredeki her fert gösterebilmeli ve “Ben böyle düşünüyorum. Fakat yanlış olabilir” veya “Benim söylediğim yanlış, arkadaşımın söylediği isabetlidir” diyebilmelidir. Önemli olan “benim fikrim” değil, umumun menfaati, yani “bizim menfaatimiz” olmalıdır. Ortaya konulan fikirler tenkit edilirken, şahıs değil, fikir tenkit edilmelidir. Şahsa yönelik tenkit, istişârenin sıhhatini bozar. Toplantıda aykırı veya uç fikirler olabilir. Fakat bu fikirleri dile getirenler -genel prensiblere aykırı olmamak şartıyla- fikirlerinden dolayı yargılanmamalıdır. Her fikir toplantıda bir zenginlik olarak değerlendirilmelidir. İstişârede bir fikir çok güzel olabilir. Fakat fikrin güzelliğinden ziyade uygulanabilir olması daha mühimdir. Bir fikrin mümkün olması ayrı, uygulanabilir olması ayrıdır. Bazı şahıslar çok iyimserdirler ve her şeyin iyi tarafını görürler. Bazıları da tam tersine karamsardırlar ve her şeyin kötü tarafını görürler. Bir karar alınacağında istişâredeki şahıslar renklerin tamamını görmeye çalışmalıdırlar. Ne yalnızca toz pembe tablolar çizmeli ve görmeli, ne de karamsar olunmalıdır. Alınacak kararın muhtemel neticelerinin iyi, kötü bütün yönleri masaya yatırılmalı, gerçekçi ve dengeli olunmalıdır. Toz pembe tablo hoşumuza gidebilir veya karamsar tablolar bizi rahatsız edebilir, fakat önemli olan bizim bir şeyden hoşlanmamız veya rahatsız olmamız değildir. Önemli olan gerçekçi bir bakış açısıyla renkler arasındaki azlığı/çokluğu ve dengeyi doğru bir şekilde görebilmek ve bunun neticesinde de sağlıklı bir çözüm ortaya koyabilmektir. İstişâre isabetli görüşü bulmak için en mühim yoldur. Fakat bazı durumlar istişâreyi istişâre olmaktan çıkarır. Kendi görüşünü çok beğenen şahıslar, bazen istişâre kurallarını çiğneyerek ısrarla görüşünü gruba kabul ettirmeye çalışır. Kendi fikrine muhalif görüşleri dinlemez, dinlese de onları sudan bahanelerle reddederler. Hatta bazen kendi fikrine muhalif olanlara kızar, tahkir ve techil ederler. Fikri kabul edilmediği zaman gücenir, fikri kabul edilince de bir zafer kazanmış gibi olurlar. Eğer istişârede bu şahısların fikri onların ısrarına binaen kerhen kabul edilirse, bütün sorumluluk ve vebal bu şahıslara âit olur. Bu tür istişârelerin sonunda menfî durumlar ortaya çıktığı zaman “Ne yapalım istişâreden bu karar çıkmıştı” diyerek, suçu istişâreye nisbet etmek doğru değildir. Bir şahıs kendi fikrinin isabetli olduğuna inanabilir. Bu bir eksiklik değildir. Fakat hata etmesi de her zaman mümkündür. Bu yüzden “Her zaman hata edebilirim” düşüncesi göz önünde bulundurulmalı ve “Ekseriyet iştirak etmediği takdirde, benim ısrarımla bu fikir kabul edilirse ben vebal altında kalırım” endişesiyle hareket edilmelidir. Her şahıs fikrini ortaya koymalı, savunmalı, izah etmeli, fakat kararı çoğunluğa bırakmalıdır. Üstad Hazretleri şöyle der: “Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini itham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslektaşına taraftar olmak... Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın uleması mâbeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu ‘Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.’ Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur. İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakîkat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlâsı kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlâhiye ile kurtulurlar.” İSTİŞAREDE GİZLİLİK Toplantıda konuşulanların başka yere taşınmayacağına dair tam bir güven olmalıdır. Bu güven oluşmadığı takdirde üyeler düşüncelerini rahatça söyleyemeyebilirler. Toplantıya katılan her fert ‘sır tutma’ konusunda emin/güvenilir olmalıdır. Aynı zamanda toplantıya toplantıyla ilgisi olmayan yabancı kimseler alınmamalıdır. Teknik bir konuda fikrini almak için çağrılan kimseler konuyla ilgili malumat verdikten sonra, -grup üyeleri rahatsız olacaksa- toplantıdan ayrılmalıdır. Peygamberimiz (asm)’ın istişârelerde gizliliğin ehemmiyetinden bahseden bazı hadisleri şöyledir: “Kendisiyle istişâre edilen kimse, güvenilen kimsedir” “İki kişi bir yere oturduklarında emanetle otururlar. Onlardan birisinin arkadaşının (aralarında konuşup da anlatılmasını) çirkin gördüğü bir şeyi ifşa etmesi helal olmaz." (Beyhaki) “Bir şahıs başka birine bir şey anlatıp da sağına soluna baktığında o (söylemiş olduğu şey) emanettir.” (Ebu Davud, Tirmizî, Ahmed) “Üç meclis haricinde, meclisler emanet yerleridir. (Onlarda) haram bir kanı dökmek, zina, haksız yere başkasının malını gasbetmek.” (Ebu Davud, Ahmed) Meclislerin emanet yeri oluşu, konuşulanların başkalarına anlatılmasının haram olduğunu ifade etmek içindir. Mecliste konuşulanların başka yere taşınması, emanete hıyanet olur. “İhtiyaçlarınızı temin ederken onu gizlemekle (Allah’dan) yardım isteyiniz. Muhakkak ki her nimet sahibine hased edilir.” (Deylemi) İSTİŞAREYİ KARARA BAĞLAMA Gündemdeki her madde değerlendirmenin sonunda özetlenip karara bağlanmalıdır. Kararlar ‘oy çokluğu’ndan ziyade ‘oy birliği’yle alınmalıdır. Oylama veya oy çokluğu şekli değil, görüş birliğiyle alınmalıdır. İstişârede alınan karar, umumu ilgilendiren bir konu olduğu için kararla ilgili bütün insanların hukuku göz önünde bulundurulmalıdır. Bir kişinin istişâre kurallarını çiğneyerek kendi görüşünü kabul ettirmesi, umumun hukukuna bir tecavüz sayılır. İstişâre sonunda meydana gelecek bütün vebal ve sorumluluk bu şahsa ait olur. Bu yüzden karar alınırken bu vebalden korkarak, şahsi görüşlerden ziyade umumun görüşüne nazar etmek gerekir. Umumun aldığı karar, açıkça Kur’ân, sünnet ve maslahatlara aykırı değilse vebalden de uzaktır. Çünkü Peygamberimiz (asm) “Ümmetim dalalet üzere ictimâ etmez” buyurmuştur. Toplantı sonrasında ekseriyetle alınan kararlar açık, net olmalı, yoruma ve yanlış anlamaya müsait olmamalıdır. İSTİŞARE İLE İLGİLİ HADİSLER1 İbn Abbas (ra) şöyle demiştir: “İş konusunda onlarla istişâre yap” âyeti indiği zaman Resulullah (asv) şöyle buyurdu: "Biliniz ki, Allah ve Resulü müşavereden müstağnidirler. Fakat Allah bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim İstişâre ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz". (İbn Adiy, Beyhaki) (Tabiin müfessirlerinden) Dahhak “Allah Resulüne müşavereyi emretmesi ondaki fazilet ve bereketi bildiği içindir.” demiştir. Süfyan-ı Sevri de “bana ulaştığına göre, müşavere aklın yarısıdır” der. (İbn Ebi Şeybe, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim) Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir: "İnsanlardan ashabıyla İstişâre eden kimseler içerisinde Resulullah (asv)’dan daha çok İstişâre edeni görmedim." (İbn Ebi Hatim) Hz. Ömer ra’da pek çok meselede daima sahâbelere müracaat eder, onlarla İstişâre ederdi. Hatta onun kadınlarla bile İstişâre ettiği olurdu. Abdurrahman b. Ganem şöyle demiştir: Resulullah (asv) Ebu Bekir ve Ömer’e “Bir İstişârede ikiniz ittifak ederseniz, ben size muhalefet etmem” buyurdu. (Ahmed) İbn Ömer (ra) Peygamber (asv)’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Kim bir iş yapmak istedi ve müşaverede bulundu ve ona göre hareket etti ise, işlerin en doğrusuna hidâyet edilmiş demektir." (Beyhaki) Hasan-ı Basri şöyle demiştir: "Müşavere eden bir toplum, mutlaka işlerinin en doğrusuna hidâyet edilmiş olur." (İbn Ebi Şeybe, İbn Cerir, İbn Münzir) Enes (ra) Peygamber (asv)’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "İstihare eden zarar etmez, İstişâre eden de pişman olmaz." (Taberani) Ali (ra) şöyle dedi: Peygamberimize dedim ki “Ya Resulallah! Bir iş olduğunda bize (sizin aracılığınızla) vahiy geliyor. Senden sonra hakkında Kur’ân(dan âyet) inmemiş ve senden de duymadığımız bir iş olduğunda ne yapalım? Resulullah şöyle buyurdu: (Böyle bir iş olduğunda) ümmetimden abid (ibadet ehli) olanları toplayınız ve o işi aranızda meşveret ediniz. Bir kişinin sözüyle hareket etmeyiniz. (Hatibi Bağdadi.) Ebu Hureyre ra Peygamber asv’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Akıllı kimselerden doğru yolu göstermelerini isteyin ki, doğru yolu bulasınız. Onlara muhalefet etmeyin pişman olursunuz. (Hatibi Bağdadi.) Kaynak: (1) Hadisler Ed-Dürrül Mensur. C. 2. s. 358 ve c. 7. s. 357 den alınmıştır. ASYA KIT'ASININ İSTİKBALİNİN KEŞŞAFI VE MİFTAHI ŞÛRÂDIR Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer'iyedir. (وامرهم شوري بينهم) (onların işleri kendi aralarında İstişâreyledir) âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır. Asya kıt'asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyedir ki, o hürriyet-i şer'iye, âdâb-ı şer'iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir? Elcevap: Nurun Yirmi Birinci Lem'a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihâyetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihâyetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şûrâ-yı şer'î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.. (Hutbe-i Şamiye) “Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur. (Mektubat) Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder. Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatın şahs-ı mânevîsinden gelen dehaya karşı mağlûp düşerler.” (Sunuhat) MÜNAKAŞA İHTİLAFA, İHTİLAF TEFRİKAYA SEBEBDİR Tefrikaya sebeb olabilecek münakaşalar Kur’ân ve sünnet tarafından yasaklanmıştır. Münakaşayı yasaklayan bir âyet şöyledir: “Allah’a ve Resulüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin (münakaşa etmeyin); sonra içinize korku düşer de kuvvetiniz elden gider. Bir de sabredin. Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal Sûresi, 46) Bu konuda Peygamberimiz (asm)’ın bazı hadisleri şöyledir: “Bir kimse haksız iken münakaşayı terk ederse, ona, cennetin kenarında bir köşk inşa edilir. Bir kimse de, haklı olduğu halde mücadeleyi terk ederse, onun için de cennetin ortasında bir köşk inşa edilir. Bir kimse, ahlakını güzelleştirirse, onun için de, cennetin en yüksek yerinde bir köşk inşa edilir.” (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mâce, Beyhakî)

Bilindiği gibi dünya imtihan yeri olduğundan o imtihanın gerçekleşmesi için Allah’ın (cc) haram ve günah saydığı şeyler vardır. Allah günahları yasakladığı için onları zararlı hale getirmiştir. Gerçekten akıl ve mantığımızla düşündüğümüzde bakıyoruz ki, bütün o günahların hepsinin de insana büyük zararları vardır. Ve yine bir kısım şeyleri de helal ve sevaplı yarattığı için onları da hikmetli ve faydalı bir duruma getirmiştir. Çünkü Cenab- ı Hakk bir varlığa iyi ve güzel dedikten sonra o iyi ve güzel oluyor, bir varlığa da kötü ve çirkin dedikten sonra o da kötü ve çirkin oluyor. Tebliğ; akıl, vicdan ve hissiyata tesir edebilecek durumda olmalı. Evet, yapılan tebliğ aklı ikna etmekle beraber vicdanı da tatmin etmelidir. Kalbe gıda olup onun alacağı kudsî lezzetleri vermekle beraber, nefis için de hayırlara müşevvik olmaya, günahların içindeki elem ve sıkıntıları göstererek onlardan vaz geçirmeye vesile olmalıdır. Mesela, dinleyenleri günahlardan vazgeçirmek için şöyle bir usul takip edilebilir. Malumdur ki her dost, dostunun mes’udane hayatından lezzet aldığı gibi, onun zarara düşmesini de istemez. Eğer o dostu bilerek veya bilmeyerek bir zarara düşerse ve bir sıkıntıya maruz kalırsa onun çektiği elem ile de müteellim olur. Öyle ise şöyle bir düşünelim; insanın en büyük dostu kimdir? Şüphesiz, bu soruya ‘Dünyada dost istersen Allah yeter.’ gerçeğine binaen her mümin “Allah” diye cevap verecektir. Allah kimin dostu ise -ki umum âlemde bir karış boş yer yok, hepsi meleklerle doludur- bütün o melekler de onun dostlarıdır. Yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya, had ve hesaba gelmeyen ehl-i iman ve Allah’ı bir bilip seven bütün mahlûkat da onun dostlarıdır. Ancak bu kişinin düşmanı ise Allah’ın da düşmanı olan şeytan ve yardımcılarıdır. Bilindiği gibi dünya imtihan yeri olduğundan o imtihanın gerçekleşmesi için Allah’ın (cc) haram ve günah saydığı şeyler vardır. Allah günahları yasakladığı için onları zararlı hale getirmiştir. Gerçekten akıl ve mantığımızla düşündüğümüzde bakıyoruz ki bütün o günahların hepsinin de insana büyük zararları vardır. Ve yine bir kısım şeyleri de helal ve sevaplı yarattığı için onları da hikmetli ve faydalı bir duruma getirmiştir. Çünkü Cenab- ı Hakk bir varlığa iyi ve güzel dedikten sonra o iyi ve güzel oluyor, bir varlığa da kötü ve çirkin dedikten sonra o da kötü ve çirkin oluyor. Bu hakikate binaen bir insan herhangi bir günah işlediği zaman kendisine zararı olduğuna göre acaba başta Allah olmak üzere bütün o dostlarının onun o işlediği zarardan razı olmaları mümkün olabilir mi? Hayır, asla razı olmadıkları gibi belki o insan o günahı işlemekle bütün o dostlarını kırmış olur. Ancak Allah’ın da o insanın da düşmanı olan nefis ve şeytanı ve yardımcılarını sevindirmiş olur. “Allah size şah damarınızdan daha yakındır.” Ayetinin ifade ettiği gibi, mağarada Rasulullah’ın “Üzülme Allah bizimledir” hadis-i şerifi ve yine ihsan hadisindeki “Allah’ı görüyormuş gibi Allah’a ibadet et. Eğer (basiretin açık değilse) sen onu görmüyorsan, muhakkak ki o seni görüyor.” ifade edilmesine binaen bizler her an huzur-u ilahîdeyiz. İster gece karanlığı içinde olalım, ister yorganın altında olalım, ister kendisinden utandığımız hiçbir arkadaşımız yanımızda bulunmadan sokaklarda yürümekte olalım Allah mekândan münezzeh olarak yanımızda hazır ve nazırdır. O (cc) bizi görüyor. Hiçbir şey O’nun bizi görmesine engel teşkil etmiyor. Nasıl ki evimizin elektrik lambasından ta santrale kadar elektrik telleri bulunduğu halde o kablolar santralle lambanın irtibatını kesmeye değil belki elektriğin gelmesine ve lambanın yanmasına bir vesiledir. Öyle de bizimle Allah arasındaki maddiyat Allah’ın bizi görmesine ve mekândan münezzeh olarak bizimle beraber bulunmasına bir engel teşkil etmiyor. Demek, biz bir günah işlerken Allah’ın huzurunda olduğumuz ve O bizi gördüğü halde biz o günahı işliyoruz. O anda şöyle bir manzara tahakkuk ediyor: bize zararı olan o günahı işlerken Allah bizi görüyor, razı ve hoşnud olmadığı için bize: “Ey kulum! Yapma” dediği halde nefis ve şeytanımız ise bizi dürterek, o günahta bulunan muvakkat ve aldatıcı lezzete binaen “Rabbini değil, bizi dinle, onu yap” diyorlar. İmtihanın gereği olarak Allah irademizi serbest bıraktığından biz eğer Cenab-ı Hakk'ın emrine uyarak o günahı terk edersek hem kendimiz zarardan kurtulmuş oluruz, hem de başta Cenab-ı Hakk olmak üzere önceden saydığımız bütün dostlarımızı da hoşnud etmiş oluruz. Ancak nefis ve şeytanımızı ve onların arkadaşlarını üzmüş oluruz. Aksi takdirde huzur-u ilahide olduğumuz halde irademizle nefis ve şeytanımıza uyarsak, onları memnun edersek hem kendimiz zarar ederiz hem de Cenab-ı Hakk'ın huzurunda “ya Rab! En büyük dostum olarak Sen ve Senin sevdiğin bütün dostlarım bu günahı işlememi istemediğiniz halde, nefis ve şeytanımı sevindirmek için işleyeceğim.” Dercesine, çok korkunç bir manzarayla karşı karşıya gelmiş oluruz. Acaba bozulmamış hangi vicdan var ki bu hakikati fark ettiği halde başta Allah (cc) bu kadar dostlarını bile bile üzsün ve başta şeytan olmak üzere bu kadar düşmanlarını da sevindirmeye razı olsun. Cenab-ı Hakk’ın mekândan münezzeh olarak her an bizimle beraber olup, daima bizi gözettiği ihlas risalesinde şu mealde izah edilmiştir: insan, tahkiki bir iman ile Cenab-ı Hakk’ın yarattığı varlıkları tefekkür ederek, o varlıkların üzerinde her an tecelli edip icraat gösteren isimleriyle Cenab-ı Hakk'ı tanımak, her şeyin her an bizim gibi O’nun huzurunda bulunduğunu bilmek, O’nun huzurunda başkalarından yardım gibi herhangi bir iltifat beklemenin, uygun olmadığını ve Allah’a karşı edebe muhalif bir hareket olduğunu düşünmek ile başkalarına karşı riyakârlık yapmaktan ve Onun huzurunda günah işlemekten kurtularak ihlâsı kazanır. Zira “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” şeklindeki kaideye binaen, kâinat ve kâinatın içindeki bütün varlıklar, Cenab-ı Hakk’ın aynalarıdır. Nasıl ki bir ayna her an karşısında bulunanı gösterir ve o zatı her an o aynada görmek mümkündür. Öyle de her an değişen, tazelenen kâinat, onun içindekiler ve yeniden yapılan varlıklar Cenab-ı Hakk'ı gösteren birer aynadır. O aynalardaki imanî bir tefekkür neticesinde bizler her an huzur-u ilahide ve gözetim altında olduğumuzu idrak ederek günahlardan ve riyadan kurtulup ihlâsı kazanabiliriz. Bu tefekkürden herkes kendi hissesine göre istifade edebilir. Aslında hatanın küçüğüne büyüğüne bakmaktan ziyade, kimin yanında ve kime karşı işlendiğine bakmak icab eder. Hatta sigara içmeyi küçük bir hata sayan bir adam dahi, büyük bir zatın huzurunda onu içmeyi büyük bir hata kabul eder. Günahlardan sakınmayı bu tarzda anlatmanın çok müessir olduğunu gösteren küçük bir numuneyi misal olarak gösterelim: Bir zamanlar bir dükkânın kapısında yaşlı ve hasta bir amcanın durmadan öksürdüğünü ve zorlukla ayakta kalmaya çalıştığını gördüm. “Bu halin nedir?” Diye kendisine sordum. O da: “Hiç sorma, bu melanet olan sigara beni öldürüyor.” Dedi. Ben de ona “Sigaranın, eli, ayağı, gücü ve silahı yok ki gelsin seni öldürsün, zira ayaklarıyla dükkâna giden, eliyle de parayı çıkarıp sigarayı alan ve düşmanının evini yakmaya çalışır gibi vücuduna zarar vermek için o sigarayı ağzına koyup yakan sensin. Demek sen kendi kendini öldürüyorsun ve kendi elinle intihar ediyorsun” dedim. O da; “Bir ara sigarayı terk ettim, fakat bende unutkanlık meydana geldi onun için tekrar başladım.” dedi. Ben de ona; “Amca bunlar nefsin hileleridir, desiseleridir. Sigarayı terk etmek unutkanlık getirmez. Velev ki unutkanlığa da sebep olsa, yine de terk etmek icap ediyor. Bak seni perişan ediyor neredeyse ölümüne sebep olacaktır. Şüphesiz unutkanlık, perişan olmaya, ölmeye tercih edilir. Onun için sigarayı terk etmekten başka çaren yoktur. Hem sana güzel bir açıklama yapayım, sigara içeceğin zaman onu düşünsen, inşallah sigaradan kurtulursun” dedim ve sonra ona sordum: İnsanın en büyük dostu kimdir? “Allah’tır” diye cevap verdi. Bunun üzerine yukarıda geçen açıklamayı kendisine anlattım. İşte sigara içeceğin zaman Allah’ın huzurunda onun istemediği ve sana da zararı olan bir işi yaptığını ve bu hareketinle başta Allah olmak üzere bütün dostlarını üzdüğünü ve şeytana uyarak bütün düşmanlarını sevindirdiğini düşün, eğer bu manzarayı bile bile vicdanın kabul ediyorsa, o zaman içebilirsin. Şeklinde bir izahta bulundum. O da; “Allah razı olsun” dedi ve ayrıldık. Üç ay sonra bir otobüs durağında onunla karşılaştım, beni tanıdı. Yanıma geldi, bana sarıldı ve: “Allah senden razı olsun. O günden sonra sigarayı terk ettim, Elhamdülillah iyileştim.” diyerek bana bol bol dua etti. Cenab-ı Hakk hepimizi rızasına uygun olmayan bütün günah ve seyyiattan muhafaza eylesin. Rızasına uygun ve Habibi'ni hoşnud edecek ibadet ve hareketlerde bulunmayı ihsan eylesin. Âmin. Bi hurmeti Seyyidil murselin.

1434 Ramazan-ı Şerifi’ni uğurluyoruz; Cenâb-ı Hak gelecek Ramazan ayına sıhhat ve afiyetle kavuşmayı nasip eylesin. Bu sene Ramazan ayı öncesi İstanbul Gezi Parkı düzenlemeleri bahanesiyle Türkiye’de meydana gelen hadiseler, 3 yıldır tüm Arap âleminin yaşadığı ve halen de Suriye’de devam eden inkılâplar ve nihayet Mısır’daki son gelişmeler sadece siyasileri değil, sosyal bilimcileri, ekonomistleri, stratejistleri de düşündürüyor. Hepsinden de önemlisi ‘davet’ çalışması yapan, bilhassa gençlere yönelik ilim ve irşad programları gerçekleştiren hareketleri de teyakkuza sevk ediyor. Nasıl etmesin? İslâm Dünyası’nın nüfusunun % 60’ı 25 yaşın altında ve dünyanın tüm şer odakları bu büyük kitleyi yönlendirme yarışına girmişler. Binlerce düşünce kuruluşu, akademi, medya organı, cemiyeti, derneği mütemadiyen “Nasıl İslâm Dünyası’nı kontrol edebiliriz?” sorusuna cevap aramakla meşgul. Peki, aynı kararlılığı ve hassasiyeti İslam Dünyası için söylemek mümkün mü? Çok zor maalesef… Temennilerle, fotoğrafın işimize gelen taraflarını görerek gerçekleri saklayamayacağımız gibi sağlıklı kararlar alıp sağlıklı yol haritaları çizmemiz de mümkün değil. Oysa enerjimiz de beşeri sermayemiz de belli ve sınırlı. Bu sermayeyi en faydalı şekilde en ulvi gayeye isabetle sevk etmenin yolu ise sağlıklı istişareler gerçekleştirerek isabetli adım atmaktan geçiyor. İşte bugün İslâm Dünyası’nın her ölçekte eksiği ve ihtiyacı tam da bu. Onun için bir kez daha ‘istişare’ mevzuunu kapak yapıyoruz İrfan Mektebi’nde. İslam Dünyası’nın bayramı için önce sağlıklı istişare meclisleri sonra da bu meclislerin kararlarını uygulayacak beşeri sermayenin yetiştirilmesi ve bu kararların uygulanacağı müesseselerin tesis edilmesi gerekiyor. Tahakkümün ve istibdadın olmadığı, fikirlere kıymet verilip fikir sahiplerinin yargılanmadığı, mefkûrenin siyasi mülahazalara, dünyevi his ve kavgalara kurban verilmediği meclisler olmalı istişare meclisleri. Böyle olursa keramet zuhur eder. Beklenmedik fevkalade neticeler ve meyveler elde edilebilir. Yeni devrin en önemli imtihanı budur. Siyasiler için de budur, sosyal hayatın tüm müesseseleri için de budur. Hepinize hayırlı ve huzurlu bayramlar diliyorum. Bu bayramın Filistin’de, Suriye’de, Irak’ta, Doğu Türkistan’da, Mısır’da, Patani’de, Arakan’da, Kafkaslar’da zulüm gören, mağdur olan, muhacerete mecbur edilen kardeşlerimize sulh ve selamet getirmesini Hak Teâlâ’dan niyaz ediyorum.

“O hareketinizin mukaddesâtınıza olanbağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim” Bedîüzzaman Hazretleri, Rus Başkumandanının karşısında ayağa kalkmayınca, divân-ı harbe verilir. Zâbit arkadaşları, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler. Fakat Bedîüzzaman Hazretleri: “Bunların îdam kararı, ebedî âleme seyâhat etmem için bir pasaport hükmündedir.” deyip kemâl-i izzet ve şecaatle, hiç ehemmiyet vermez. Nihâyet îdamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit namaz kılmak için müsaade ister. Vazife-i dîniyesini îfâdan sonra atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Fakat öyle garib ve acib bir vaziyettir ki Rus kumandanı gelerek, Bedîüzzaman Hazretleri’nden özür diler. Ve der ki: “O hareketinizin mukaddesâtınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim. Tekrar tekrar ricâ ederim. Beni affediniz.” diyerek verilen îdam hükmünü geri aldırır. Mescid-i Kıbleteyn Medine’nin kuzeybatısında ve Mescid-i Nebevî’nin 5 km. uzağında yer almaktadır. İlk adı, içinde bulunduğu kabile bölgesinden dolayı Benî Selime Mescidi idi. Hicret’in 2. senesi Receb ayında Peygamber Efendimiz (asm) bu mescidde ashâbına namaz kıldırdığı esnâda, Bakara Sûresi 114. âyeti nâzil oldu: “(Ey Habibim!) Yüzünün göğe çevrilip durduğunu muhakkak görüyoruz. Artık seni, hoşnud olacağın bir kıbleye elbette döndüreceğiz; bundan sonra yüzünü Mescid-i Harâm tarafına (Kâbe’ye) çevir! (Ey mü’minler!) O hâlde (siz de) nerede olsanız, artık (namazda) yüzünüzü onun tarafına çevirin!” Bu âyet-i kerîme üzerine namazın ilk iki rekâtını Mescid-i Aksa’ya doğru yönelerek kıldıran Peygamber Efendimiz (asm), kalan iki rekâtı ise yönünü Mescid-i Haram’a doğru çevirerek tamamladı. Bu sebeple bu mescide Mescid-i Kıbleteyn ismi verilmiştir. Gemideki üç adam Numan bin Beşir (ra), Resûlullah (asm) Efendimizden dinlediği şu hikâyeyi anlatıyor: “Allah’ın hukukuyla dalga geçen, o hukuku çiğneyen ve buna riayet eden üç kişinin durumu, birlikte gemiye binen şu üç kişinin durumuna benzer: Bunlardan biri en üst, biri orta, diğeri de en alt kata yerleşmiştir. Onlar bu şekilde yolculuk ederlerken aralarından biri eline bir keser alır. Bunu gören diğerleri; “Sen ne yapıyorsun?” diye sorarlar. Adam: “Bulunduğum yere bir delik açıyorum. Böylelikle su bana daha yakın olacak ve ihtiyaçlarımı kolaylıkla giderebileceğim.” der. Adamın bu cevabına karşılık bir diğeri; “Onu kendi hâline bırakın. Ne hâli varsa görsün.” der. Öteki ise; “Onun gemiyi delmesine izin vermeyelim. Yoksa hem kendisini, hem de bizi helâk edecek.” der. Eğer bu kimseler adama engel olup elindeki keseri alırlarsa, hem kendilerini hem de onu kurtarırlar. Yok, engel olmazlarsa hepsi birden helâk olurlar.” (Buhârî Nr. 2493 - Tenbîhü’l-Gâfilîn) 01 Ağustos 1326 Osman Gazi vefat etti Osman Gazi, 1258 senesinde Söğüt’te dünyaya gelmiştir. Babası Ertuğrul Bey’in 1281 senesinde vefatı üzerine beyliğinin başına geçti. Bir uçbeyi olarak, Bizans’a birçok başarılı seferler düzenledi. 1300 senesinde Selçukluların dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan etti ve Osmanlı Devleti’ni kurdu. Karahisar, Yenişehir, Bilecik, İnegöl, Göynük, Karamürsel ve Kocaeli fethettiği yerler arasındadır. 1326 senesinde oğlu Orhan Gazi komutasındaki Osmanlı ordusu, Bursa’yı fethettiğinde, Osman Gazi hasta yatağında yatıyordu. Fetih haberini, vefat etmeden önce bizzat Orhan Gazi’den aldı. Kur’ân’a olan saygısı, Şeyh Edebali’ye olan bağlılığı ve îlây-ı kelimetullah dâvâsında gerçekleştirdiği fetihlerle koca Osmanlı çınarının doğmasına vesile oldu. 19 Ağustos 1855 Osmanlı Devleti’nde 2. telgraf hattı hizmete girdi Osmanlı Devleti’nde, inşa edilen ilk telgraf hattı, Kırım’ı Bulgaristan sahilindeki Varna’ya bağlayan sualtı kablosudur. 1854 senesinde çekilen ve 340 km. uzunluğunda olan bu hat, o sırada dünyadaki en uzun sualtı telgraf hattıydı. Bundan kısa bir süre sonra Varna’yı İstanbul’a bağlamak için yeni bir sualtı telgraf hattı daha döşendi. Ardından ikinci telgraf hattı ise Edirne – İstanbul arasında planlandı ve inşasına 1855 senesi Mart ayında başlandı. Telgraf hattı için gerekli malzemeler Fransa’dan, direkler ise Karadeniz Ereğlisi’nden getirtildi. 19 Ağustos 1855’de ilk mesaj, Hâriciye Nâzırı’na çekildi ve böylece hattın inşası bitmiş oldu. Hattın Eylül ayında Şumnu’ya kadar uzatılmasıyla birlikte İstanbul, Avrupa şehirleriyle telgraf hattıyla bağlanmış oldu. 21 Ağustos 1678 Çehrin’in fethi 1676-1681 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında cereyan eden ilk büyük savaştır. Bu savaş sırasında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadrâzam olmuştur. 1678 senesinde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa serdarlığındaki Osmanlı ordusu, İstanbul’dan hareket etti. Sultan 4. Mehmed, orduyla birlikte Silistre’ye kadar geldi. Osmanlı ordusu, 21 Ağustos 1678’de Çehrin’i fethetti. Çehrin, günümüzde Ukrayna’nın Çerkasi iline bağlı bir ilçedir. 5 yıllık savaş neticesinde, Rusya yenildi. Osmanlı ordularının yeni fetihlere girişmesinden korkan Rusya, anlaşma istedi. 31 Ocak 1681 târihindeki Bahçesaray Anlaşması ile Ruslar, Çehrin'i ve Ukrayna'daki Dinyeper Nehrinin batı tarafında kalan toprakları, Osmanlılara bıraktılar.

Rabbenâ yâ Rabbenâ çok lûtfettin insana!Hem gizli, hem açıktan boğdun bizi ihsâna!Birçoğumuz düşünmez, dalar türlü isyana!Bilmez ki; her nankörü kapatırlar zindana! Tevhidsiz felsefeci, bırakırmış zulmette,Bundan hüküm sürmekte harp, kargaşa ümmetteYalnız şakî müstesna, zerre-kürre hizmetteKalpler, vicdanlar hasret bugün emn-ü emâna Kalbin temevvüc etsin derya gibi şefkatle,Mazlumlara duyduğun merhamet ve rikkatle,Beşeri tenvir gerek Kur’ânî hakikatle!İlk şartı ittibâdır o bedî-ul beyane! İsterdim ki her sözüm Rahman’ı hatırlatsın,Kutsî davayı hamil insanı hatırlatsınGeniş tenvir fikrini, irfanı hatırlatsınVe şu zulümatlı âlem dönsün Firdevs-i gülistana! Müsebbib zâttan başka her şey sebep, müsebbebToprak şuursuz iken, insan en olgun sebepHâcet anında Vâmık sırf Rabb’inden talepSonra yapış esbâba, taat budur Rahman’a

Kâğıt, selüloz lifleri suya batırılıp, fazla suyunun alınması için bir eleğe konduktan sonra kurutulduğunda oluşan lif keçesine denir. İnsanların kullandığı ilkyazı malzemesinin kilden tabletler olduğu kabul edilmektedir. İbn Nedîm'in Hz. Âdem'e kadar götürdüğü tabletlerin yanında1 geçmişte tesviye edilmiş taş, tahta, kurşun, kalay, tunç, pirinç, fildişi ve kemik levhaların yazı için kullanıldığı bilinmektedir. Ancak gerek yazmanın gerekse bunları taşımanın zorluğu insanları yeni arayışlara sevk etmiştir. Bunun sonucunda Mısırlılar, milâttan önce 4000'de Nil kenarında yetişen papirüs bitkisinden (cyperus papyrus) kâğıt benzeri bir yazı malzemesi elde etmeyi başardılar. Batı dillerinde kâğıt karşılığında kullanılan paper, papier, papel kelimeleri Grekçe ve Latince'deki papyrus, papyrostan gelmektedir. Batlamyuslar'dan Epiphanes'in Bergama'ya koyduğu papirüs ambargosunun ardından burada yazı için özel bir şekilde terbiye edilen deri kullanılmış, daha sonra bu malzemeye "Bergama İşi" anlamına pergamen denilmiş, kelime zamanla parşömen şeklini almıştır. Araplar, üzerine yazı yazılan beyaz ince deriye “rak” diyorlardı. Nitekim Kur'ân'da rak kelimesi2 zikredildiği gibi "tomar denilen büyük kâğıt" anlamında sicl 3 de geçmektedir. Araplar kâğıda esas olarak kırtâs (kurtâs, kartâs), beyaz sayfa veya parşömene mührâk ve varak derler. İki yüzyıl geriye götürenler olsa bile genellikle kâğıdı milâttan sonra 105'te Çin'de Tsai Lun'un icat ettiği kabul edilmektedir. Çince kâğıt mânasına gelen ku-chih (ku-şı) kelimesi bazılarına göre Çince'den Farsça'ya, oradan da Arapça'ya geçmiştir. İthali zor olduğu için Sâsânîler döneminde sadece bazı devlet belgelerinin yazımında kullanılan Çin kâğıdı denizyoluyla Japon adalarına, Orta Asya üzerinden İpek yolunu takip ederek İran'a gitmiştir. Çinlilerin, Göktürklerin zayıflamasıyla tarım havzasına bir süre hâkim oldukları sırada bölgede kâğıt sanatını geliştirdikleri anlaşılmaktadır. Bazı araştırmacılara göre Semerkant’ta kâğıt sanatı, Talas Savaşı'nda alınan esirler aracılığı ile 756'da başlamıştır. Müslümanların bölgeyi ele geçirmesinden sonra Semerkant'ta kâğıt sanayii daha da gelişti. Üretilen kâğıt, dünyanın her tarafına ihraç ediliyordu. Yakındoğu'da ilk kâğıt imalâthanesi Hârûnürreşîd döneminde 178 (794–95) yılında Bağdat'ta açıldı. Ortaçağ İslâm kültürünün üstün olmasının sebepleri arasında İslâm dünyasında bol miktarda kâğıt üretilmesi ve kullanılmasının payı küçümsenemez. Kâğıt İslâm fütuhatıyla İspanya'ya geçmiştir. XII. yüzyılda Müslümanların Endülüs'te kurdukları Avrupa'nın ilk kâğıt imalâthanelerinin Belensiye (Valencia) bölgesinde Şâtıbe (Xativa, Jativa) şehrinde bulunduğunu, burada yapılan eşsiz kâğıtların her tarafa gönderildiğini yazmaktadır. Belgeler, XV. yüzyılda Osmanlı sarayında hem Doğu hem Batı menşeli kâğıtların kullanıldığını göstermektedir. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi'ndeki 1505 tarihli filigranlı kâğıtlardan oluşan Enderun Hazinesi defterinde, sarayda mevcut eşya listeleri verilirken "bir sandık içinde Hin-dî kâğıtlar ve Semerkandî kâğıtlar" ibaresine rastlanmaktadır. Yine burada nakkaş kâğıtları da zikredilmektedir. (Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi Kılavuzu, S. 13, 21. vesika) XV. yüzyıla ait Başbakanlık Arşivi'nde mevcut belge ve defterlerde hem filigranlı hem filigransız kâğıtlar kullanılmıştır. Âlî Mustafa Efendi'nin verdiği bilgiye göre XVI. yüzyılda Osmanlı bölgesine Şam, Semerkant, Çin, İran ve Hint menşeli kâğıtlar gelmekteydi. Doğu menşeli kâğıtların en düşük kalitelisi hasebî denilen ve ağaç liflerinden imal edilen odun kâğıdı ile dımaşki denilen Şam kâğıdı idi. Ardından sırasıyla devletâbâdî. hatâyî, âdilşâhî, harîrî semerkandî, sultanî semerkandî, hindî, nizamşâhî, kasımbeg,. harın hindî, gûnî tebrîzî, muhayyer gibi kâğıtlar kullanılmıştır. Menâkıb-ı Hünerverân, s. 11) Sultânî ve âbâdî kâğıtların ham maddeleri ipekti. Gûnî tebrîzî ve muhayyer şeker renginde kâğıtlardı. Hattatlarca Buhara kâğıdı olarak tanınan Semerkant kâğıdı ise kalın, koyu renkli, fakat sağlamdı. Osmanlı Devleti'nde bilinen ilk kâğıt imalâthanesi XVIII. yüzyılda açılmıştır. 1844'te İzmir'de bir kâğıt fabrikasının temeli atıldı ve 1846 yılında üretime geçildi. Buhar gücüyle çalışacak fabrika Brya Donkin tipinde makine ile donatıldı. Ancak Avrupa'da kâğıt fiyatlarının yarı yarıya azaldığı bir sırada imal ettiği kâğıtların fiyatlarının on yıl içinde iki buçuk kat artması ve rekabet gücünü yitirmesiyle bu fabrika da kapanmak zorunda kaldı. Fabrikanın mamulü kâğıt "eser-i cedîd" adıyla anıldı. II. Abdülhamid zamanında İstanbul Beykoz'da yeni bir kâğıt fabrikası kurulması için teşebbüse geçildi. Serkarîn Osman Bey'e bu iş için şirket kurma yetkisi ve fabrika imtiyazı verildi. Osmanlı-İngiliz ortaklığı ile 1893 yılı Ocak ayında açılan Hamidiye Kâğıt Fabrikasının üretim süresi çok kısa olmuştur. Cumhuriyet döneminde ilk olarak 1936'da İzmit Kâğıt Fabrikası açıldı. Daha sonra SEKA'ya bağlı Çaycuma, Aksu, Dalaman, Afyon, Akdeniz, Balıkesir, Kastamonu fabrikaları kurularak ülke ihtiyacı büyük miktarda yerli sanayiden karşılanmaya çalışıldı. Bunları bazı özel fabrikalar takip etti. Günümüzde elektrik gibi kâğıtta da kişi başına düşen yıllık tüketim gelişmişliğin göstergeleri arasında kabul edilmektedir. 1980 yılında bu miktar Türkiye'de 12, Amerika Birleşik Devletleri'nde 272, Kanada'da 192, Japonya'da 153 kg. idi. Kâğıdın yapılışı; kâğıt yapımında kullanılacak paçavralar toplanır, demir dibekler içinde sürekli dövülür, işçilerin suyla karıştırıp dövdüğü paçavralar yoğurt kıvamına gelir. Kâğıt ana maddesi suyun yüzeyinde toplanır, bu beyaz madde toplanarak alınır, büyük kaplarda biriktirilir. Yeterli miktarda biriken kâğıt ana maddesine su katılarak ayran kıvamına getirilir. İstenen kâğıt ebatlarında hazırlanan tel elekli kasnaklar ayran kıvamındaki sıvı yarı mamule daldırılır, kasnak içine yeteri kadar yarı mamul sıvı alınır, süzülür. Süzüldükten sonra geriye ince bir zar halinde mamul madde olarak kâğıt kalır. Hemen alınan bu ince tabakalar keçeler üzerine yayılır, suyunu çekmesi sağlanır. Daha sonra şap ile terbiye edilerek sırıklarda kurutulur. Kâğıt haline getirilen ürün tunç mengenelerde sıkıştırılarak mühürlenerek son şeklini almış olur. İslâm sanatının özellikle hat, tezhip, ebru ve kâtı' gibi dallarında kâğıdın niteliği ve terbiyesi önemlidir. Kullanılabilmek için, terbiye edilmeleri şarttır. Genellikle beyaz renkte olan bu “ham kâğıt”lar, önce arzu edilen renge boyanır. Bu renkler çoğunlukla gözü yormayacak ve mürekkeple iyi bir uyum içinde olan renklerdir ki, krem rengi ve biraz koyusu yaygındır. Kâğıt boyamak için, genellikle bitkilerden istifade edilmiştir. Renk veren bitki, suda kaynatılır; o rengi alan su bir tekneye boşaltılır, kâğıtlar içine batırılır, suyu emerler. Kurutulunca, istenen rengi alırlar. Yahut da, bu renkli su bir sünger veya pamuk yardımı ile kâğıt üzerine sürülür, sonra kurutulur. Bu usûlde, sürülme yolları leke gibi belli olabilir. Kâğıdın daha koyu renkli olması arzu edilirse, kurutulduktan sonra, tekrar tekneye daldırılır. Kâğıt boyamakta kullanılan maddelere ve verdikleri renklere bir kaç misâl: çay; krem rengi, cevizin yeşil dış kabuğu veya nar kabuğu; kahverengi, cehrî (tohum); sarı, al bakkam, kırmızı, mor bakkam; mor (Bu son iki boya Hindistan'da bulunan bir ağacın odun kısmından talaş haline getirilir). Şekerci ocağı isi; şekerrengi, soğan kabuğu; kırmızımtırak... Daha pek çok boyama vasıtaları varsa da, biz buraya en fazla kullanılanları aldık Suya dayanıklı olmayan kâğıtlar önce kenarlarından murakkaya yapıştırılırlar daha sonra boyanıp, âharlanırlar. Bunlar, teknede boyanamazlar. Bazen, yazı yazılacak kısım ayrı, etrafında boş kalacak kısım ayrı renge boyanır. Bu usûle, “Akkâse” böyle kâğıtlara “Akkâseli kâğıt” denir. Bunu yapmak için, önce bütün kâğıt, yazı yazılacak yerin rengine boyanır. Sonra, yazılacak kısım, o büyüklükte bir çinko plâka ile kapatılır, etrafı için kullanılacak ayrı renk, bir sünger yardımı ile sürülür. Ortada kalan yazı yazılacak mahalli boyamamak için, bu ikinci ameliye teknede yapılamaz. Hat, minyatür ve tezhipte mürekkebin dağılmaması için; nişasta, yumurta akı, şap, balık tutkalı, üstübeç hatmî veya gül yaprağından değişik formüllerle yapılan bir mayi sürülür ki buna âhar denilir. ÂHAR NASIL YAPILIR? Âhar yapmaya başlamadan önce âharlanacak kâğıdın yapısını dikkate almak gereklidir. Kâğıdın dokusunu, incelik-kalınlık, pürüzlülük vb. durumlarına göre yapılacak âhar belirlenir. Kâğıda önce nişasta âhârı sürülür. Nişasta, önce çok az bir su ile macun kıvamında karıştırılır. Daha sonra su katılarak, kaynamaya bırakılır. Bu arada nohut danesi büyüklüğünde bir parça şap atılır. Şap kâğıdı haşarata karşı koruyacaktır. Kaynama esnasında daima karıştırılır. 1 dakika kaynatıldıktan sonra ateşten alınır. Necmeddin Okyay hocanın anlattığına göre, kendilerinin âhâr muallimi olan Özbekler Şeyhi Edhem Efendi (1829–1903) nişastanın pişmesini, içine soktuğu yanmış ve külsüz bir kömür parçası ile anlarmış. Kömür sönerse, nişasta daha pişmemiştir, sönmezse pişmiştir. Elde edilen muhallebi süzülürse daha ince olur ve âhar kâğıtta pürüz yapmaz. Soğuduktan sonra, kâğıt düz bir zemine konulur. İyi bir süngerle yavaş yavaş hazırlanan mahlûl ince bir tabaka sürülür. Tercihen kuruduktan sonra mühre yapılmalıdır. Eğer kâğıt pürüzlü ise bir veya iki kat daha nişasta âhârı yapılabilir. Ortalama olarak, normal kâğıtlarda iki kat nişasta âhârı yapmak, tashihte ve yazmada iyi netice alınmasını sağlar. Nişasta âhârından sonra yumurta âhârı yapılır. Yumurta âhârı ise şöyledir: Âharlanacak kâğıt sayısına göre belirlenen sayıda yumurtanın akı sarısından ayrılır. Ayrılan yumurta akları derin bir kâsede yumurta büyüklüğündeki bir şapla kesilinceye kadar çırpılır ve öylece süzülmeye bırakılır. Meyilli olarak beklemeye bırakılır. İyice süzüldükten sonra, sertleşen köpük üzerinden delinir ve dibe çöken sıvı geniş bir kaba alınır. Artık sürülmeye hazır demektir. Köpük sıvıdan tamamen alınmalıdır, yoksa kâğıt yüzeyinde pürüzler oluşur. Düz zeminde yayılan kâğıdın üzerine sünger veya fırça ile yumurta akı ince tabakalar halinde 3-4 kat sürülür. Burada dikkat edilecek nokta âhârın ince sürülmesidir. İnce olarak sürülmezse bir müddet sonra çatlamalar olabilir ki, bütün emek boşa gider. Yumurta âhârı tamamlandıktan kurumaya bırakılır ve bir hafta içerisinde mührelenir. Sonradan mührelenmeye bırakılırsa kırılmalar ve kırışmalar meydana gelir. Mühreleme çakmak taşı, akik, cam vb. maddeden mamul âletle kâğıdın parlatılması ve âhârın tesviye edilmesidir. Mühre yapılacak tahtada budak vb. pürüzler bulunmamalıdır. Tercihen ıhlamur ağacı kullanılır. Ihlamur ağacı esnek olduğu için mührelemeye elverişlidir. Küçük işlerde, sabun yerine, yeni yıkanmamış (yani yağlı) bir vücudun saç veya alnında dolaştırılmış bir bez de, bu maksatla kullanılabilir. Yağlı bez kâğıt üzerinde gezdirildikten sonra mühre, kâğıda tazyikle sürülmeye başlanır. Mühre, bir ileri bir geri muhtelif istikametlerde hareket ettirilir. Kâğıt hemen pırıl pırıl parlar ve ütülenmişçesine düzelir. Mühreleme işi de tamamlandıktan sonra üzerine ağırlık konularak kıvam bulması için 1 yıl kadar bekletilir, böylece kullanıma hazır hale gelmiş olur. Âharlandıktan sonra kâğıt ne kadar beklerse o kadar yazmaya elverişli olur. Eskilerin ifadesiyle “kalemgîr” olur. Yani kalemin üzerinde kaymadan rahatça yürüyüp yazabileceği bir hale gelirler. Kazınarak veya yalanarak tashih imkânı da bu kadar müddetin geçişine bağlıdır. Âhârlı kâğıda yazı yazabilmek için, eski hattatlar çoğunlukla tebeşir tozu veya odun külü dolu bir çuhayı kâğıt üzerinde dolaştırarak kâğıdın yağını almışlardır. Yağlı zeminde mürekkep tutmaz. Günümüzde ise bu iş artık kaliteli pudralar marifetiyle yapılmaktadır. Âhârlı kâğıd üstünde yazarken, meydana gelecek bir mürekkep pürüzü veya yanlışlık, «tashîh kalemtıraşı» ile hafifçe kazınırsa, âhârlı kısım mürekkeple beraber oradan çıkar. Âharlı kâğıt yalanarak veya nemli süngerle silinerek de temizlenebilir. Kur'ân-ı Kerîm'den başka, diğer yazma kitaplarda da, kâğıdın her iki yüzüne yazı yazılır. Bu sebeble, her iki tarafın da ayrı ayrı âhârlanması lâzımdır. Nesih veya ince ta'lik yazılar, tashihe lüzum göstermediğinden kâğıdın hafifçe âhârlanması maksada kâfidir. Kitap şeklinde olmayan, levha yapılacak yazılar, kâğıdın bir yüzüne yazıldığı için, sadece o yüzün kuvvetlice âhârlanması yeter. Âhârlı kâğıt üzerindeki yazı, kazınarak veya yalanarak değiştirilebildiği için, Osmanlı İmparatorluğunda bütün resmî kayıtlar, âhârlanmadan, sadece mührelenerek üstündeki pürüzler giderilmiş kâğıtlara yazılmıştır. Böyle kâğıtların üstündeki yazılar, yalamakla ve kazınmakla çıkmaz. Resmî kayıtlarda kazıntı ve silinti kabul edilmemekle, herhangi bir tahrifatın önüne geçilmiştir. Kaynaklar: Alparslan, Ali. Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, İstanbul, 1999.Çetin, Nihad M. “İslâm Hat San’atının doğuşu ve Gelişmesi”, İslâm Kültür Mirâsında Hat Sanatı, IRCICA, İstanbul, 1992. Derman, Uğur. “Kâğıda Dâir,” İslâm Düşüncesi, c. I, sy. 5, İstanbul, 1968Ersoy, Osman. “Kâğıt”, DİA, XXIV, Ankara 2001, s.163-166.İbn Nedim, el-Fihrist, Muhammed b. İshâk, el-Fihrist, Beyrut, ts. M. Bloom, Jonathan. Çev. Zülâl Kılıç. Kâğıda işlenen Uygarlık, İstanbul, 2003.Mustafa Âli, Menâkıb-ı Hünerverân, İstanbul, 1926.Serin, Muhittin. Hat Sanatı ve meşhur Hattatlar, İstanbul, Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı, 1999. Kaynaklar: (1) el-Fihrist, s 7(2) et-Tûr 52/2-3(3) el-Enbiyâ 21/104

Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü ile Hayrat Vakfı tarafından Nisan-2012 târihinde imzalanan protokol gereğince İzmir ili genelinde de Halk Eğitim Merkezlerine bağlı olarak talep ve ihtiyaç duyulan her ilçe ve bölgede ücretsiz olarak Osmanlı Türkçesi Kursları açıldı. Bir sene boyunca İzmir ilinde toplam 50 ayrı sınıfta olmak üzere 1.200 civarında kursiyer kurslarımıza müracaat etti. Bunlardan 750 kursiyerimiz kurslarımızı başarı ile tamamlayarak Osmanlı Türkçesini okuyup anlayacak bir seviyeye gelerek Milli Eğitim Bakanlığı onaylı sertifika almaya hak kazandı. Hâlen değişik sınıflarda olmak üzere 300’ü aşkın kursiyerimizde kurslarımıza devam etmektedirler. Talep olunan bölgelerde devamlı yeni sınıflar açılmaktadır. Osmanlı Türkçesi kurslarını başarı ile tamamlayan kursiyerler bu kurslar sâyesinde; millî kültürün en önemli kaynaklarını teşkil eden kütüphâneler, arşivler ile diğer şahıs ve kurumlarda mevcut olan Osmanlıca basma ve yazma eserleri okuyup anlayacak, bu eserlerdeki bilgi ve belgelerden âzamî derecede faydalanacak ve bunları kültür hayatına kazandıracak seviyeye gelmektedirler. Kursa başladığında Kur’ân-ı Kerîm’i okumasını bilmeyenler, kurs sonunda farkında olmadan Kur’ân-ı Kerîm’i okumaya başladıklarını sevinçle kurs hocalarına iletmektedirler. Tüm kursiyerlerimiz, bu kursların açılmasına vesile olan Hayrat Vakfı’na ve gönüllülerine hayır duâları etmektedirler. Bir yıllık emek ve gayretlerin semeresi olarak 18 Haziran 2013 târihinde İzmir-Alsancak Gazi Ortaokulu Konferans salonunda başta değerli protokolümüzün ve kursiyerlerimizin iştiraki ile sertifika töreni düzenlendi.

300 yıllık Osmanlı kitabeleri Rusya’da çıktı Osmanlı'nın Bulgaristan'da bulunan kalelerinden sökülen Osmanlı kitabeleri, Rusya'nın St. Petersburg şehrindeki bir kütüphanede ortaya çıktı. Rusya gündemi ile Türkçe yayın yapan www.haberrus.com haber portalında yer alan habere göre, aralarında Sultan II. Mahmut'un tuğrasının da bulunduğu kitabelerin en eskisinin 300 yıllık olduğu belirtiliyor. St. Petersburg Ulusal Kütüphanesinde bulunan 10 adet kitabenin üzerindeki hat dahil, ilk günkü orijinalliğini koruması dikkat çekiyor. Kitabelerle ilgili olarak açıklama yapan Ulusal Kütüphane El yazmaları Bölüm Yardımcısı ve Tarihçi Anatoliy Alekseev, kitabelerin 1877-78 Osmanlı-Rus harbi sonrasında Rus askerleri tarafından işgal edilen Vidin ve Şumla gibi Türklere ait kalelerden Rus topraklarına getirildiğini söyledi. Rusya'da koruma altına alınan kitabelerin Savaş Bakanlığı'na devredildiğini ifade eden Alekseev, buradan da kütüphaneye hediye edildiğini belirtti. Kitabelerin kütüphanede antik Yunan ve Arap yazıtlarıyla birlikte sergilendiğini kaydeden Alekseev, "Yazıtların kütüphanede sergilenmesinin sebebi, gelen okuyuculara dünya tarihinin zenginliğini göstermek. Ayrıca ziyaretçiler yazıların sadece ağaç ve kağıda değil, taşlara da işlenmiş olduğunu görüyorlar." şeklinde konuştu. Kütüphanede kitabeler dışında zengin bir Osmanlıca el yazması arşivi de bulunduğunu sözlerine ekleyen Alekseev, "Ayrıca Kırım hanlığına ve İranlılara ait el yazması koleksiyonlarımızda var. Bu koleksiyonlar bir yandan araştırmacıların ilgisine sunulurken, bir yandan da uluslararası projeler üretmemizi sağlıyor." dedi. Sergilenen eserler içinde, 1093 yılına ait Filistin'in Aşkelon şehrinden getirilen Arapça kitabeler ve 300'lü yıllara ait antik yunan eserleri de bulunuyor. Katip Çelebi'nin Cihannüma'sı İngilizce'de Boyut Yayınları tarafından tam 3,5 yıl süren üstün bir çalışma ile bir başyapıt niteliğinde yayınladığı Kitab-ı Cihannüma şimdi de The Book of Cihannüma adıyla küçük ebat İngilizce baskısıyla çıktı. 1648 yılında Kâtip Çelebi tarafından yazılmaya başlanan, 1654 yılında Çelebi'nin eklemeler yaparak yeniden yazdığı ve 1732 yılında İbrahim Müteferrika'nın da eklemeleri ile Matbaa-ı Amire'de bastığı Kitâb-ı Cihannüma, aslına sadık kalınarak günümüz teknolojisi ile yeniden yaratılmış ve Boyut Koleksiyon eserleri arasındaki özel yerini almıştı. Astronomi ve coğrafya bilgilerinin yanı sıra sosyal bilimlere de geniş yer ayıran, kentlerin enlem ve boylamları, birbirlerine uzaklıkları, bölgelerde gerçekleştirilen üretim türleri, dönemin sanayisi, halkların din ve dilleri, hatta nüfusları erkek, kadın ve çocuk sayıları saptanmış olarak aktaran bu eşsiz eserin İngilizce baskısı da tarih ve coğrafya meraklısı koleksiyonerler için kaçırılmaması gereken bir çalışma. Türkiye'nin tek peygamber mezarlığı Diyarbakır'da Kur'an-ı Kerim'de isimleri geçen Zülkifl ile Elyesa peygamberler dahil 4 peygamberin mezarının bulunmasıyla Türkiye'de tek olma özelliğine sahip Eğil ilçesindeki "Ziyaret Tepe", ev sahipliği yaptığı değerleriyle yerli ve yabancı binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor. Diyarbakır kent merkezine yaklaşık 52 kilometre mesafede Dicle Nehri'nin hayat verdiği ve antik çağlardan günümüze kadar tarihin yapı taşlarını oluşturan birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış olan Eğil ilçesi, Nebi Harun-i Asefi, Nebi Hallak, Nebi Harut, Nebi Zünnun, Nebi Hürmüz, Nebi Ömer ve Danyal ile Kur'an-ı Kerim'de isimleri geçen Zülkifl ve Elyesa peygamberlerin kabirlerinin bulunmasıyla eşsiz bir değere sahip. Daha önce bakımsız olan ancak valilik, kaymakamlık ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün koordinesinde restore edilerek yeni bir çehreye bürünen Ziyaret Tepe, camisi, yemyeşil dinlenme alanları ve ev sahipliği yaptığı değerleri ile ziyaretçilerine manevi bir hava sunuyor. Geçen yıl Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından açılışı yapılan, Zülkifl ile Elyesa peygamberler, Nebi Harun ve Nebi Ömer'in mezarına ev sahipliği yapan Ziyaret Tepe bu özelliğiyle Türkiye'de tek olma özelliğine sahipken manevi huzuru arayan yerli ve yabancı ziyaretçilerle de dolup taşıyor. İslam dünyasının izinde ümmet yolculuğu Gazeteci Adem Özköse’nin Ümmet Coğrafyası kitabı, farklı ülkelere yapılan seyahatler esnasında gerçekleştirilen birbirinden önemli görüşmelerin bir araya getirilmesiyle oluştu. Kitapta Filistin’den Fas’a, Moro’dan Suriye’ye, Libya’dan Makedonya’ya, Kosova’dan Suud’a, Tunus’dan Yemen’e, İran’dan Patani’ye, Nepal’den Malezya’ya, Cezayir’den Pakistan’a, Latin Amerika’dan Arakan’a kadar uzanan güzergâhta nelerin olup bittiği, Müslümanların neler yaşadıkları, tecrübeleri, hangi imkân ve zaaflara sahip oldukları, Müslüman toplulukların umutları, beklentileri, gelecek perspektifleri, Türkiye’ye nasıl baktıkları konu ediliyor. Kitap bu yönüyle ümmetten haberler getiren bir çalışma olma özelliği taşıyor. Kitabın amaçlarından bir diğeri de Arap isyanlarıyla başlayan süreçle ilgili okuyucuya bizzat kaynağından, bu sürecin önemli aktörlerinden doğru bilgiler aktarmak. İslam dünyasının nerelerden geldiğini, hangi acıları çektiğini, hangi bedelleri ödediğini hatırlatarak içinden geçtiğimiz günlerin daha da iyi anlaşılmasını sağlamak. Hasan el Benna, Seyyid Kutup, Erbakan Hoca, Şeyh Ahmet Yasin, Malcom X, Rantisi, Abdulhamid Han, Ömer Muhtar, Ali Şeriati, Aliyaİzzetbegoviç ve Mevdudi’den arda kalan düşünsel ve mücadele mirasının izleri de kitabın bir başka konusu. Ümmet Coğrafyası, Adem Özköse, 258 Sayfa, 12,00 TL. Pınar Yayınları