
Uluslararası fuar ve konferans çalışmaları ile ‘TEK SES TEK YÜREK” birliğini hedefleyen GİMDES, bugün Türkiye'de uluslararası platformda helal gıda konusunda söz sahibi olacak bir noktaya gelmiştir.GİMDES’in desteği ile gerçekleştirilen CNR eşliğindeki 4. Uluslararası Helal ve Sağlıklı Ürünler Fuarı mehter marşları ile açıldı. Uluslararası alanda organize edilen fuara GİMDES helal sertifikalı firmaların yanı sıra dünyanın çeşitli ülkelerinden firmalar katıldı. 4.Uluslararası Helal ve Sağlıklı Ürünler Fuarı açılışında Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, Malezya'dan Bakan Hajı Abdul Malik Kassım, Endonezya büyükelçisi Nahari Agustini, GİMDES Başkanı Dr. Hüseyin Kâmi Büyüközer, GİMDES Başkan Yardımcısı Halim Aydın, GİMDES Yönetim Kurulu üyeleri, Sivil Toplum Kuruluşu temsilcileri bulundular. GİMDES Başkanının fuar açılışında önemle üzerinde durduğu husus helal fuarın hedefini belirtmekteydi. ’’Uzun, ince bir yolda ilerlediklerini ve bugün bütün Türkiye'de ve dünyada helal sertifikalama sektörünün ayrı bir ivme kazandığını belirten Büyüközer, "Ben isterdim ki bunun bayraktarlığını Türkiye yapsın ama yapamadı. Malezya bu işin bayraktarlığını yaptı. Fuar açılışında Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, helal fuarın İslam alemi için çok önemli olduğunu belirterek, kendisinin de yurtdışı seyahatlerinde helal sertifikalı ürün bulma konusundaki sıkıntısından bahsetti. Yeni dönemde yapılan helal sertifikalandırma çalışmaları ile dünyada da ülkemizde de helal ürün sıkıntısının artık geride kaldığını, GİMDES’in Hüseyin Kâmi Büyüközer önderliğinde Türkiye’de büyük ölçüde bu sıkıntının önüne geçilmesinde ön ayak olduğunu ve bu konuda bir ömür vakfettiğini belirtti. Arınç, Helal Sertifikalamanın mevcut devlet düzeninde devlet eliyle yapılmasının zor olduğunu, bu konuda sivil toplum kuruluşlarına görev düştüğünü ve devlet kurumlarının da sivil toplum kuruluşlarına destek olarak önlerini açmasını gerektiğini belirtti. Ayrıca “TAYYİB” kelimesinin Sayın Başbakanımız Recep Tayyib Erdoğan beyle bağdaştırılmaya çalışılmasının tamamen yanlış olduğunu ve “TAYYİB’İN” “KURAN-I KERİM’DE” bir çok ayette geçtiğini, arapça bir kelime olduğunu, mana olarak da sağlıklı ve temiz anlamına geldiğini belirtti. Sayın Başbakanımız için de ne mutlu ona ki TAYYİB ismine sahip dedi.GİMDES’in desteği ile gerçekleştirilen CNR eşliğindeki HELAL EXPO Fuarına yurt içi ve yurt dışı firmaların pazarlamacı guruplarının da yoğun katılımı gercekleşti.Helal ve Tayyib ürünlerin bir arada bulunduğu, Halal Dunya Marketlerinin de standının olduğu helal fuar 8 Eylül (Pazar) günü sona erdi.

6. Uluslararası Helal ve Tayyib Ürünler Konferansı ardından 6. Uluslararası ’’Helal ve Tayyib Ürünler’’ Konferansı, 7 Eylül 2013 tarihinde İstanbul'da GİMDES'in ev sahipliğinde gerçekleştirildi. 6. Uluslararası Helal ve Tayyib Ürünler konferansında 10 ülkeden 12 konuşmacı 4 kategoride önemli tebliğler sundular. Konferans açılışında GİMDES adına konuşan GİMDES Başkan Yardımcısı Dr.Halim Aydın, Helal sertifikalandırmanın önemi üzerinde durarak sadece Müslüman tüketicilerin değil bütün insanlığın ’’Helal ve Tayyib’’ ürünlere ihtiyacı olduğunu belirtti. Protokol konuşmalarında; Matrade başkanı IDZHAM ABDUL HAMID, Malaysia Microelectronic CEO Shafiq Akmal Ismail, İDSB Genel Koordinatörü ve Rabia Platformu Başkanı Cihangir İşbilir, Moskova Müftü Konseyi Üyesi Aydar Gazizov, Kazan Müftü Konseyi Üyesi Marat Nizamov, HDC Ceo Asad Sajjad, H.P Jhon Daeduck Lab, Memur Sen Genel Başkan Vekili ve Toç Bir-Sen Başkanı Günay Kaya selamlama konuşmalarını gerçekleştirdiler. 6. Uluslararası Helal ve Tayyib Ürünler konferansı 4 oturum şeklinde gerçekleşti. Birinci oturum Güney Afrika’dan gelen Yusuf PATEL başkanlığında yapıldı. Birinci oturumda, "Müslüman ve Gayrimüslim Ülkelerde Helal ve Sağlıklı Ürünlerin Üretim ve Ticaretinin Problemleri ve Çözüm Önerileri" konusu işlendi. Dünyada Güvenilir Helal Sertifikalandırma Kurumları Tek Bir Helal Standart Üzerinde Birleşmelidir. Oturum konuşmacıları; Amerika Helal Kurum Başkanı Mazhar HUSSAİNİ, sunumunda Gayri Müslim ülkelerdeki ticaret ve üretimi etkileyen faktörler üzerinde durarak helal sertifikalandırmada tek bir standardın zorunlu olduğunu belirtti. Oturumun ikinci konuşmacısı, İngiltere Helal Gözlem Komitesi Üyesi Zubair BUTT sunumunu gerçekleştirdi. Helal Standart İle Helal İlaç ve Helal Kozmetik Sorunu çözülebilir!.. 6. Uluslararası Helal ve Tayyib Ürünler konferansı ikinci oturumunda ‘’Tıp Ve Kozmetik Sanayinde Kullanılan Ana Hammaddelerin İslami Yönden İncelenmesi’’ konusu incelendi. Oturumda; SANHA Fıkıh Komitesi Başkanı M.Mohamed Saeed NAVLAKHİ, Türkiye’den Doç. Dr. İlker ALAT, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Başaralı tebliğlerini sundular. İkinci oturumda; M. Mohamed Saeed NAVLAKHİ, Müslüman tüketicilerin helal tüketimde, sadece gıda üzerinde bir bilinç elde ettiklerini fakat henüz ilaçlarda bu bilince ulaşamadıklarını belirterek, İslami açıdan sakıncalı durumda olan bir çok katkı maddesinin bugün ilaçlarda ve kozmetiklerde kullanıldığını belirtti. NAVLAKHİ, özellikle Jelatin katkı maddesinin ilaç ve kozmetikteki kullanım alanları üzerinde durarak helal standardın ilaç ve kozmetiklerde uygulamasının gerekliliğini belirtti. Oturumun ikinci konuşmacısı Doç. Dr. İlker ALAT, sunumunda sağlık uygulamalarındaki gelişmelerin Batı’dan nakil şeklinde olduğunu bundan dolayı haram kaynaklı içeriklerle dolu olduğunu belirterek bir an önce Müslüman bilim adamlarının alternatif çalışmaları ile bu sorunun çözülmesi gerektiği üzerinde durdu. Helal Kesim Allahın Bir Nimetidir!.. 6. Uluslararası Helal ve Tayyib Ürünler konferansı üçüncü oturumunda "Helal Kesim İle İlgili Dünya Müslümanlarının Mevcut Durumları" konusu işlendi. Üçüncü oturum Doç. Dr. Serkan ÇAKIR başkanlığında gerçekleştirildi. Oturum konuşmacıları; Türkiye’den Doç. Dr. İlker ALAT, Kuveyt Bilimsel Araştırmalar Enstitüsü Başkanı Dr. Hani Al-MAAZEEDİ, Al-Khadeem Kurumu Başkanı Hussain YEE tebliğlerini sundular. Üçüncü oturumda; Doç. Dr. İlker ALAT, Batıdan alınan yanlış uygulamalardan biri olan elektroşok uygulamanın İslam dünyasında yer edinmesinin helal kesim konusunda sıkıntıları da beraberinde getirdiğini belirterek, hayvanın şoklanması ile ortaya çıkacak problemler üzerinde durdu. Oturumda ikinci konuşmacı Dr. Hani Al-MAAZEEDİ, kesim tekniklerinin dünya İslam ülkeleri arasındaki farklılıklarından bahsederek bu farklılıkların Müslümanlar için en güvenilir yöntem ile giderilmesi ve şüpheden arındırılması önerisini getirdi. Helal Sertifikalandırmada GDO’ya hayır!.. 6. Uluslararası Helal ve Tayyib Ürünler konferansı dördüncü oturumunda ‘’Transgenik ve Genetiği Değiştirilmiş Katkıların İslami ve İnsan Sağlığı Açısından Taşıdığı Riskler’’ konusu işlendi. Oturum; ICSA Din işleri Başkanı ve ICSA Başkan Yardımcısı ve WHC İcra Heyeti Başkanı Shaigh Thafier NAJJAR başkanlığında gerçekleşti. Oturumda, Araştırmacı Prof. Dr. Aida GHANEM, GİMDES Helal Ürünleri Araştırma Enstitüsü Başkan Yardımcısı Dr. Halim AYDIN, GDO konusu üzerinde durarak Allahın emirleri doğrultusunda insanlığa zarar verecek bir konumda olan riskli ürünlere helal sertifikalandırma standardında kesinlikle izin verilmemesi gerektiğini belirttiler. Konferans süresince öne çıkan ve üzerinde önemle durulan başlıklar ise şöyledir; -Dünyada güvenilir helal sertifikalandırma kurumları bir çatı altında toplanarak birlik içerisinde olmalı bu birliktelik dünyalık hırslar uğruna dağıtılmamalıdır. -Ehil global tek bir helal standart oluşturularak uygulanabilirliği acil olarak sağlanmalıdır. -Gayri Müslimler Müslümanların helal sertifikalandırma işine karışamazlar. -GDO’lu ürünler büyük şüphe taşıdığından dolayı helal standartta izin verilmemelidir. -Müslümanların en büyük problemlerinden biri olan Helal ilaç sorunu en kısa zamanda çözülmelidir. -İslami kesim sağlıklı, hijyenik ve en üstün bir kesim metodudur. -Hayvan kesimlerinde Elektroşok ile bayıltma yöntemi tercih edilmemelidir. -Helal kozmetik konusunda Müslüman ümmetin karşılaşmış olduğu sorunlar, helal sertifikalandırma çalışmaları ile helal standart neticesinde, helal, sağlık, hijyen ve kalite sorunu çözüme kavuşturulabilir. -Hep birlikte İslam ümmetinin helal lokma sorununun çözümü için Allahın ipine sarılmalıyız yani Kur’an-ı Kerime göre hareket etmeliyiz. 6.Uluslararası Helal ve Tayyib Ürünler Konferansı, 7 Eylül 2013 tarihinde İstanbul'da GİMDES'in ev sahipliğinde gerçekleşti. Konferans programı üç oturum şeklinde yapıldı. Bugün Müslümanların tüketmekte olduğu ürünlerin büyük bir kısmında ekonomik, biyolojik ve kültürel içeriklerinin gayrimüslimlerin kontrolünde kalması Müslümanların helal yaşam için olmazsa olmazı olan helal lokma sorumluluğunu tehlikeye atmıştır. Bu maksatla, GİMDES her yıl düzenlemiş olduğu fuar ve konferans çalışmaları ile küresel dünyada Helal Sertifikalı ürün bilincinin yaygın hale getirilmesine katkı sağlamaya çalışılmaktadır. GİMDES bu yıl uluslararası 6. Helal ve Tayyib Ürünler Konferansını organize ederek 10 ülkeden davet ettiği birbirinden kıymetli konuşmacının 4 ana konuda sunduğu tebliğleri ile bütün İslam ümmetinin en çok ihtiyaç duyduğu helal lokma sorumluluğuna çözüm sunmaya çalışmaktadır. 6.HELAL VE TAYYİB ÜRÜNLER KONFERANSI SONUÇ BİLDİRİSİ 1-Helal Sertifikalandırma kurumları arasında güvenilir bir birlikteliğin ve ehil global standardın oluşturulması gerekmektedir. 2-Gayri Müslimler Müslümanların Helal Sertifikasına karışamazlar ve standartlarını oluşturamazlar. 3-Helal Sertifikalandırmanın İslam alemi ve dünya insanlığı için öneminin anlaşılması konusunda çalışmaların yapılması gerekmektedir. 4-Helal sertifikalandırma ile ilgili değişimler, yetki ve bilgilendirmeler yapılmalıdır. 5-Müslümanlar için son derece önemli olan Helal sertifikalı ürünlerde Helal logosunun yanlış ve kötüye kullanılmasının engellenmesi gerekmektedir. 6- Dünyadaki tüm Müslümanlar bir enstitü kurmalıdır. Akademik çalışmalar ile ilgili yatırımların ve araştırmaların yapılması gerekmektedir. 7-Peygamber Efendimizin "şüpheli şeylerden kaçınınız" hadis-i şerifi uyarınca genetik modifiye (GDO) ürünler İslam’a göre yasaklanmıştır. 8-Müslümanların helal ve tayyib ürünleri tüketmeleri gerekmektedir. GDO'lu ürünlerin tüketimi insan sağlığına ve vücuduna uygun değildir. İslam, zarara uğramayı da uğratmayı da yasaklamıştır. Bu nedenle, insanın şahsına ve diğer insanlara zararlı olabilecek hiçbir şeyi İslam kabul etmemektedir. 9-Kanın büyük kısmının kesim esnasında akıtılması gerekmektedir. Bu bakımdan İslami metotlarla kesim en üstünüdür. 10-Elektroşok uygulamalarında veya piston tabanca uygulamalarında ne yazık ki beyin ile kalp arasında irtibat kesintisine bağlı olarak akan kan miktarında azalma görülmektedir. Bu ise arzulanan bir durum değildir. Hayvanın şoklanması durumunda, kaslara emir gitmesi ve kaslarında bu emirleri alması gerekmektedir. Elektroşok meselesiyle kesimin caizliği ciddi manada araştırılmalıdır. 11-Kesim teknikleri ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Bir ülkede uygulanan yöntem ile diğer ülkelerde uygulanan yöntemler arasında farklılıklar bulunmaktadır. Elektroşok, hayvanlarda kısmen ölümlere neden olabileceği gibi aynı zamanda Helal kesim sırasında sersemletme işleminin takip edilmesi ve böylece bayıltılmış hayvanların ölüp ölmediğinin net bir şekilde ortaya çıkarılması gerekmektedir. 12-Bütün Müslümanların Allahın rızası doğrultusunda yaşaması gerekmektedir. Allah’a kulluk için var olduğumuzu, helal kesimin de Allah’ın bir nimeti olduğunu unutmamalıyız. Allah’a kulluk yapabilmek adına helal kesim bir şarttır. 13-Dünya İslam ümmetinin helal yaşam için en büyük sıkıntılarından biri olan ‘’Helal İlaç’’ konusu güvenilir helal sertifikalandırma kurumları ve Müslüman bilim adamlarının çalışmaları neticesinde çözüme kavuşturulmalıdır. 14-Kozmetiklerdeki helali etkileyen sorunlar helal sertifikalandırma standartları ile çözüme kavuşturulabilir.

En ağır komünist diktatörlük rejiminden geçmiş olan Arnavutluk, günümüzde kendi ayakları üzerinde durabilmekte, fakat siyasi birleşme eksiği, ekonomik güçsüzlük, kültürel, ahlaki ve dini dağınıklık, Kosova, Makedonya ve Çamriya (Yunanistan)'da yaşayan Arnavutlar için bu bölge (Arnavutluk) az da olsa önemini yitirmiştir. Bugün Arnavutluk, NATO üyesi ülke olmakla birlikte, Balkanların jeopolitik konumunda çok da önemli bir yer teşkil etmemektedir. Bilindiği üzere, ekonomik yatırımlar ve Yunanistan ile İtalya'ya yapılan göçler sebebiyle, adı geçen ülkeler Arnavutluk'taki gelişmeleri etkileme yönünde güçlü bir potansiyele sahiptirler. Bu etki, doğal olarak proyunan ve proitalyan siyasi güçlerine açık destek verme olarak sadece ekonomik ve siyasi alanda hissedilmekle kalmayıp, eğitim, kültür ve dini konulara da etkisi çok ciddi görülmektedir. Bugün Müslüman beyleri tarafından kurulmuş bir şehir olan Tirana'yı ziyaret etme fırsatını bulan herkes, orada bulunan büyük bir katolik katedralini ve büyük bir ortodoks kilisesini fark edecektir. Fakat komünist rejimin elinden kurtulan Ethem Bey Camii ve diğer bazı daha küçük camiler, sadece bu topraklarda Müslümanların varlığına şahitlik etmekte, Tirana'nın daha geç dönemlere kadar neredeyse 100% Müslüman şehri olduğu gerçeğini ise yansıtmamaktadır. Yapılan yoğun ısrarlar sonucunda geçen yıl (2012) Tiran'da büyük bir cami temel atma töreni belediye başkanı Lulzim Başa tarafından yapılmasına rağmen, inşaatı hala bir türlü başlamadı. Ne zaman da başlayacağı belirsiz. Çünkü 2013 Haziran ayında yapılan seçimler neticesinde hükümet partisi değişmiş durumdadır. Demokratların seçimin kaybetmeleri neticesinde hükümet sosyalistlerin eline geçti. MÜSLÜMAN NÜFUS NEDEN AZALIYOR? Vakıf mallarının iadesi konusuna gelince, bu konuda Türkiye Diyanet Başkanlığı ile Balkan ülkelerinin Diaynet başkanlıklarıyla birlikte bu konuda yardım edilebilir. Bu yardım gerek Balkanlardaki ve özellikle Arnavutluktaki lobi icra araçları üzerinden baskı yapmak, gerekse sadece Osmanlı vakfiyeleri işleri ile uğraşacak bir merkez kurup, bu vakfiyelerin kaydı, onların geri verilmesi için baskı yapılması ve yerel ve uluslararası mahkemelerdeki adli süreçleri desteklemek şeklinde olabilir. Kimi kesimler 90‘lı yıllarda önemli bir kısmı özelleştirilen Osmanlı vakfiyesinin geri verilmesi konusunu az da olsa dile getirmekteler ve bu durum Arnavutluk'ta önemli bir vazife olarak mevcudiyetini korumaktadır. Aslında Arnavut devletinin kendi Müslüman halkına yapmış olduğu bu yolsuzluk, günümüzde Arnavutluktaki dini dengeleri ciddi bir biçimde tehlikeye atmıştır. Yapılan tüm analizler, ülkede yapılan son nüfus sayımının (2011) neticesi olarak Müslüman Arnavutluk imajının yıkıldığı sonucunu göz önüne sermektedirler. Bir dönem % 70'in üzerinde olan müslüman nüfus, şimdi ise resmi olarak % 57 cıvarındadır. Artık herkes ülkedeki Müslüman ahalinin sayısının, ayrı bir din olarak kabul ettikleri Bektaşilik'ten dolayı, Ortodoks ile Katoliklerden daha fazla olmayacağı gerçeğinden emindir. Öyle ki, bir dönem sonra ya da komünizm döneminden başlayarak, son 20 yıllık demokratik bir süreçte Arnavutluk'un demografik dağılımı akılalmaz bir şekilde değişmektedir. Maalesef bu dönemden başlayan yozlaşma, artık temel aile çekirdeğini de bozmuştur. Hatta durum o kadar vahimdir ki karışık evlilikler (Hristiyan – Müslüman evliğiliği) normal olarak algılanmaya başlanmış, bunun yüzdesi günden güne artmaktadır. Varsayımlar üzerinden düşünürsek, eğer Türkiye veya diğer Müslüman ülkeler Arnavutluk'un geçiş döneminde daha dikkatli olsaydı, eğitim, medya ve kültürel projeler alanında daha aktif olsalardı, bugün farklı bir gerçekle karşı karşıya olacaktık. (örneğin, Arnavutluk günümüze kadar %70'in üzerinde olan Müslüman bir ülke olarak kabul edilmiştir). Fakat Yunanistan'ın Arnavut Ortodoks Kilisesi başrahibi Yanulatos vasıtasıyla yaptığı faaliyetler sonucu güneyde (Korça, Girokastra – burada bir medrese kapatılmış, Sarand vb.) yaşayan bazı Arnavutların sadece ortodoks olarak değil de, Yunan olarak da deklare edilmelerini sağlamıştır. Bu duruma, Arnavutluk'un bu kısmında mümkün olduğunca fazla sayıda ortodoks ve Yunan olarak deklare edilen ahalinin sayısını arttırma amacıyla güneyde açılan kabarık sayıdaki Yunan okullarının ve yapılan yunan yatırımlarının da etkisi büyüktür. Buna örnek olarak Yunanistan devleti Arnavutluk'un güney bölgesinde yaklaşık 18.000 emekli maaşı vermektedir. Hatta bulunduğu ekonomik krize rağmen parlamentoda bunun devam etmesi kararı çıktı. Bunun yanısıra farklı eğitim yatırımları, sosyal yardımlar vs. devam etmektedir. Bunun yanısıra %90 müslüman olan Arnavut köylerinde hiçbir cami olmamasına karşın kiliselerin mevcut olması da örnek olarak gösterilebilir. Bunun yanında Katolik dünyası, Rahibe Tereza, Pyetır Bogdani gibi önemli Arnavut asıllı katolik şahısları politize ederek, bir katolik kimliği ve kültür oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu duruma neredeyse görünmez olan bir Arnavut Müslüman Topluluğunun (Arnavutluk Diyanet İşleri Başkanlığı) eksikliği de eklenince, durum daha da acınası bir hal alıyor. Bu topluluk henüz camilerde İslami yaşam tarzını pekiştirememiş, kimi müftüler sadece belli cemaatın çıkarlarını koruyup, genel Arnavut İslam bilinciden uzaktırlar. Tüm bunlar bu topluluğu ArnavuÂtluk'taki sosyal hayatın önemsiz bir parçası olmasını sağlamaktadır. Daha önce de yukarıda ismi zikredilen tüm ülkelerin müslüman kardeşlerinin, doğrusu Türkiye Cumhuriyetinin yardımına ihtiyacı vardır, fakat kanımca özellikle Arnavutluk, yapacağımız çalışmaların hedefi olarak kalmalıdır. ARNAVUTLUK ACİL İLGİ BEKLİYOR! Doğal olarak Arnavutluk'un günümüzde her alanda yatırımlara ihtiyacı vardır. Ekonomik alanında, en kısa zamanda fazla atakta olmayan Yunan ve İtalyan sermayesiyle dengeleme yapılmalıdır. Eğitim alanında ise, Türkiye desteğini sadece kolejlerle sınırlılandırmamalıdır. Bu kolejler iyi bir imaj ve başarılı bir çalışma gösterse de, tüm Arnavut Müslüman ahalisinin sorumluluğunu taşıma konusunda yetersiz kalmaktadırlar. Türk devletinin dini konularda güçlü bir katkısı olmadan ve birçok şehirlerde bu görevi üstlenebilecek medreseler olmaksızın, bu konularda yardım ve desteğin yapılması sadece kolejlerin kurumlarına bırakılması yetersizdir. Arnavutluk, Türk kolejlerinin eğitim faaliyeti içinde olup dini konularda da faaliyet gösterdikleri belki de yegane ülkedir ve Müslüman Arnavut Topluluğunun rolü de göz ardı edilmiştir, ki, eğer bu topluluk Türkiye Diyanet Başkanlığı ile işbirliği içinde olsaydı Arnavutluk'ta İslam'ın durumu da çok daha olumlu olacaktı. Bu durum da Arnavutluk'ta birçok şehirde nitelikli okulların, özellikle medreselerin açılması için desteğin aciliyetini göz önüne sermektedir. Türkiye Diyaneti ise bir İslam Üniversitesinin açılması ve bu üniversitenin Balkanlardaki Arnavutların ilahiyat bilimi yuvası haline gelmesi için destek vermesi gerekmektedir. Burada Tirana medresesini ve Durs ila İşkodra medreselerini de, (ki bu ikisi Hüdai Vakfı tarafından desteklenmektedir), unutmamak gerekir. Bunlar da önemli rol oynamış, fakat bu da yeterli değildir. Eğitim açısından ise Türk devleti, Arnavut gençlerin Türkiye'deki okullarda eğitilmesi için özel eğitim projeleri hazırlamalıdır. 5 yıllık paket program şeklinde, imam hatip liselerine yılda 100 – 200 öğrenci ile ilahiyat fakültelerine yılda 100 öğrenci alınması,ancak belirli bir dereceye getirilebilir. Özellikle son 2-3 yılda YTB (Yurtdışı Türkler Başkanlığı)'nin Türkiye Bursları program çerçevesinde kabul edilen öğrenciler aslında ciddi ve önemli bir gelişmedir, ancak kısa vadede 20 – 30 yıllık boşluğu kapatmak adına bu yeterli değildir. Balkanlardaki diğer Arnavutların yüzü Arnavutluk'a dönüktür. Eğer Arnavutluk başaramazsa, diğer Arnavutlar için de bir umut kalmayacaktır. Arnavutluk'ta güçlü entellektüel potansiyelin olması, eğitim, kültür ve medya kuruluşları kurmak için önemli bir avantajdır. Doğal olarak Türkiye'nin farklı kurum ve kuruluşlarının, ki bu kuruluşlar kendilerini bu topraklarda az kabul görmüş olarak hissediyorlar, proje destekleri ve yardımları da çok önemlidir. Burada özellikle belirtmeliyiz ki, Hristiyan soluklu sivil toplum kuruluşları, ister katolik ister ortodoks olsun, yaptıkları kültürel projeler ve yayınladıkları yayımlarla, en önemli Arnavut yazarların Müslüman olmalarına, Arnavut devletinin kurucusunun Müslüman olmasına ve Prizren Birliğinin bir camide kurulup bir din alimi tarafından yönetilmesine rağmen tüm Arnavut kültürünün ve Arnavut milletinin önemli simalarının Hristiyan olduklarını veya Hristiyan kültürü ile içiçe olduklarının imajını oluşturmakta başarılı olmuşlardır. Fakat bu gerçekler birileri tarafından derlenmeli, kitap haline getirilmeli, yayınlanmalı, bu konularla ilgili seminerler, bilimsel konferanslar düzenmeli ve kamuoyunu bilgilendirmelidir. Bu sebeptendir ki Türkiye kurum ve kuruluşları bu tarz ciddi projeleri ve hatta bilimsel konferans ve diğer aktiviteleri gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip olan başta Arnavutluk Diyanet Başkanlığı olmak üzere, Alsar ve Ardhmëria gibi sivil toplum kuruluşlarının projelerini destekleme fikrini gözden geçirmelidir. TİKA'ya gelince, TİKA Arnavutluk, Makedonya, Kosova ve bölge için tüm özellikleriyle bir Türk USAİD'i olmuştur. TİKA tüm yatırım alanlarında faal olmuştur. Dolayısıyla TİKA başlatmış olduğu bu atılımı ve girişimleri daha geniş sahalara ve alanlara hızla yayması elzemdir. Bunu sadece Türk devletinin dışa karşı imajı için değil (ki bu imaj Arnavutluk'ta yeniden düzeltilmesi ve güçlenmesi gerekiyor) ki aslında her geçen gün bu imaj düzeltilmektedir, gerçekten de burada en önemli sorumlulukları almak için yapmıştır. MÜSLÜMANLARIN MEDYA İMTİHANI Arnavutluk'taki bir diğer önemli faaliyet aracı de medyadır. Burada SOROS gibi prohristiyan ve proyahudi liberal vakıflar tarafından 1990 yılından beri kurulan ve finanse edilen medya ve medya kuruluşları bulunmaktadır ve bunlar Avrupa'nın en güçlü medya kuruluşları ile rekabet içinde olup Yunan ve İtalyan lobilerinin hizmetindeler. Ya da başka bir deyişle Arnavutluk'taki Osmanlı – Türk imajına ve Osmanlı – İslam kültürüne karşı savaşmaktadırlar. Bu yüzdendir ki, bir medya kuruluşunun, özellikle de bir televizyon kanalının kurulması ve güçlenmesi yukarıda bahsedilen davamızın hizmetinde olacaktır ve bu Arnavutluk'ta atılması gereken birincil ve en önemli adımdır. Özellikle Arnavutluk'taki televizyon kanallarının Kosova, Makedonya ve bölgedeki diğer tüm Arnavutlar (7 milyonluk yerli Müslüman Arnavut nüfus) tarafından ilgiyle ve dikkatle izlendiğini göz önünde bulundurursak bunun Arnavutluk'ta ki durumun düzelmesi yönünde atılması gereken en önemli adım olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Arnavutluk'ta özellikle bilimsel projeler, sanatsal projeler de ona keza, yayıncılık projeleri de önem arzetmektedir. Dini açıdan ise, bir diğer önemli nokta Sünni ve Bektaşi Müslümanların daha fazla iç içe olmaları ve birleşmeleri, çünkü Sünni ve Bektaşi Müslümanlar, yıllardır, ayrılmaları ve farklı dine mensup olarak deklare edilmeleri için kışkırtılmıştır. Oysa buradaki Bektaşilik anlayışı hiçbir Tasavvufi değerlere sahip değildir. Ancak gerçek Bektaşi değerlerini gün yüzüne çıkarabilmek için Türkiye'deki kurum ve kuruluşlarla çeşitli çalışmalar yapılması gerekmektedir. Genel olarak bakıldığında, kanımca Balkanlardaki tüm ülkelerde bu konu ile ilgili belli bir şey yapılmış ve bunu hepimiz biliyoruz, şimdi hedefimiz ve ilgi odağımız Arnavutluk olmalıdır, çünkü burada söz konusu olan Müslümanların kimliğini kurtarmak ve daha parlak bir geleceğin temellerini atmaktır.

Yüce Rabbimiz “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım”1 buyurur. Bu âyetin sırrıyla insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmet ve gâyesi Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na îman edip ibâdet etmektir. İbâdetin mânâsı ise; kulun kusurunun farkına vararak acz ve fakr içinde sonsuz kemâl, kudret ve rahmet sâhibi Yaratıcısının önünde hayret, muhabbet ve acziyet içinde secdeye kapanmasıdır. Böylelikle kâinat içinde bir zerre gibi zayıf ve küçük bir mahlûk olan insan, vazife-i asliyesi olan îman, duâ ve ibâdetle mahbub ve müntehab bir kul derecesine yükselir. Cüziyetten, hakikî nuranî ve ulvî bir külliyete çıkarak halife-i zemin ve eşref-i mahlûk olur. Cenâb-ı Hak bu kulluk borcunu hakkıyla eda edenlere hitaben buyurur ki: “Allah’a tevbe edenler, ibâdet edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, iyiliği teşvik edip kötülüğü vazgeçirenler, Allah’ın hududunu koruyanlar. İşte onlar var ya! O mü’minleri müjdele…”2 Fakat bize vaad edilen bu mükâfatlar ibâdetlerimizin neticesi olarak gelmez. İbâdetin mukabilinde verilen sevap ancak bir ikram ve ihsan-ı İlahî olarak tezahür eder. Öyle ki ibâdetlerin temelinde bu dünyada bize ihsan edilen ve çok ihtiyaç duyduğumuz nimetlere karşı bir şükran borcu yatar. Bizler yokluk karanlıklarından çıkarılarak hayat hakkı verilmekle insaniyet mertebesine yükseltilmişiz. Önümüze türlü türlü nimet sofraları açılmış. Bu nimetlerden hem istifade hem de lezzet için göz, kulak, dil ve mide gibi zâhirî duygularla mücehhez kılınmışız. Ayrıca akıl, kalp, ruh ve birçok latifeler de bâtınî duygular olarak ihsan edilmiş. Rabb-i Rahîm akıl ve kalbin istikamet bulması için de îman ve İslâmiyet hakikatini insana lütfetmiş. İnsan bu îman ile üzerinde tecelli eden Esma-yı İlahîyeyi okuyabilmiş ve asıllarına müştak olmuştur. İşte Cenâb-ı Hak bu nimetler için özetle buyurur ki: “Ey insanlar! Siz ve sizden evvelki insanları yaratan Rabbinize ibâdet ediniz ki takvaya erişesiniz. Ve yine Rabbinize ibâdet ediniz ki: Arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve diğer gıdaları çıkartmış. Öyle ise Allah’a misil ve ortak yapmayınız.”3 ve: “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz.”4 Evet biz ücretimizi almışız, ona göre de hizmet ve ubûdiyetle mükellefiz. “İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın, ubûdiyet gibi lezzetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin buna da tembellik ediyorsun.”5 İBÂDETİN FAYDALARI İbâdetin en mühim ciheti şükür boyutudur. Şükür, herşey de rahmet vechini ve nimet cihetini görmektir ki içinde hakiki tevekkül ve teslimiyet taşır. Bu ise Mün’im-i Hakikî’yi devamlı tefekkür etmeye, gafleti dağıtmaya ve kalp huzuruna vesile olur. Gelmiş geçmiş bütün günahları affolduğu hâlde sabahlara kadar ibâdet eden Allah Resûlü’nün (asm) bu hâline hayret eden Hz. Aişe’ye: "Ya Aişe, Rabbine çok şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabındaki sır budur. Acziyet ve cüziyet içindeki biz kulların ibâdetini ve şükrünü küllîleştirecek ve yaratana lâyık bir ibâdet hâline getirecek şey ise niyetimizde gizlidir. Niyet her zaman amelin önüne geçmiştir. İşte bu açıdan küllî şükrün anahtarı olan namaz gibi bir ibâdetle mükellef olmuşuz. Çünkü namaz bütün mahlûkatın her çeşit ibâdetlerini içine bir fihrist gibi toplama niyetiyle küllîleşen bir ibâdettir. Diğer dünyevî mübah amellerimiz dahi bu niyet şuuru ile ibâdet makamına çıkarlar. Yüce Nebi (asm) “Duâ ibâdetin beynidir ve özüdür” buyurur. Bu cihetle duâ ibâdetin merkezine oturur. Duâ esas ubudiyettir ki insanın asıl vazifesi îman ve duâdır. Duâ naz ve niyaz makamıdır. Bu yüzden “De ki eğer duânız olmasa Rabbimin katında ne ehemmiyetiniz var”6 ihtarına muhatab oluruz. Duâ ibâdeti içinde öne çıkan en leziz ve hazır netice ve ikram ise şudur: “Duâ eden adam bilir ve duâ ile bildirir ki birisi var, onun sesini dinler. Derdine derman yetiştirir. Ona merhamet eder. O’nun eli herşeye yetişir. Ve bu boş, hâlî dünyada o yalnız değil. Belki bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Onun hadsiz ihtiyacını yerine getirebilir.”7 İbâdette öne çıkan unsurlardan birisi de sabırdır. Çünkü sabır îmanın yarısıdır. Dinin emir ve yasaklarında gösterilen sabır ve bu sabırdaki samimiyet ve süreklilik o ibâdeti zahmet olmaktan çıkarıp lezzete dönüştürür. Yine çekilen sıkıntı ve hastalıkların içinde gösterilen sabır ve şükür ile kulluğun zirvesine varılır. Çünkü içine hiçbir riya karışmadan tam bir halisiyet ile Rabbe yönelinir. “Evet, ibâdetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibâdetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır.”8 İbâdete devam etmekle itikadımız ve îman hükümleri hayatımızda sâbit kılınarak meleke hâline gelir. Hayatımızı vahyin ekseninde tutar. Taklidî îman sâhipleri de ibâdete devamla meleke kazanıp tahkikî îman sâhibi olabilir. Allah’ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden kaçınmaktan ibaret olan ibâdetle vicdanî ve aklî olan îmanî hükümler takviye ve terbiye edilerek eserleri ve tesirleri kuvvetlenir. Aksi takdirde âlem-i İslâm’ın şu hâl-i hazırdaki durumu gibi îman ve Kur’ân hükümleri hayatımızdan çıkarak tesirleri zayıflar. Ehl-i îman dahi severek ve isteyerek dünya hayatını âhirete tercih etmeye sebeb olur. Şehevî ve gadabî hislerimiz de ibâdet ile terbiye edilir. Bu da şahsî ve içtimaî hayata huzur ve intizam getirir. Ayrıca ibâdet ve takva nefisle mücadeleyi kolaylaştırır. Ruhun istidadlarını inkişaf ettirerek zâhirî ve bâtınî hislerin kemâlatını sağlayıp insanı nefsinin kölesi olmaktan kurtarır. Hakikî îman ve ibâdetin parelelinde gelen bir kuvvet ile insan hiç bir dünyevî güç önünde acze düşmez. Böyle bir insanı tüm dünya bomba olup patlasa korkutamaz. Tevekkül ve teslimiyet içinde dünyayı da huzurla ve saadetle geçirir. Evet, her çeşit ibâdet Allah’a bir yaklaşma, her yaklaşma ise bir itaattir. İtaatin neticesi de mahbub bir kul makamına çıkarak rıza-yı İlahî’yi kazanmaktır. Evet, netice olarak Cenâb-ı Hak “Senin ibâdetine muhtaç değil, hem hiç bir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibâdete muhtaçsın. Sen mânen hastasın ve senin mânevî yaralarına tiryak hükmündedir.”9 “Havf ve reca ortasında bulunmakla Rabbinizden takvayı reca ederek Rabbinize ibâdet ediniz. Ve sizlere yaptığı keramete (ikrama) karşı ibâdetle o keramete liyakatinizi izhar ediniz.”10 Kaynaklar: 1- Zâriyat, 562- Tevbe, 112 3- Bakara, 21,22 4- İbrahim, 34 5- 24. Söz 6- Furkan, 777- Mektubat 8- İşâratü’l-icaz 9- 23. Lema10- İşâratü’l-İ’caz

Balkanlarla Sürekli İşbirliği ve Temas projesi Nisan ayında Balkanlarla olan ilişkilere ivme kazandırma amacıyla çok boyutlu ve çok yönlü olarak başladı. Geçen altı aylık zaman içerisinde Proje Yürütme Kurulumuz Kosova, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Bosna Hersek ve Sırbistan'a ziyaretler gerçekleştirerek incelemelerde bulundu. Yapılan görüşmeler, incelemeler ve temaslar neticesinde ayrıntılı bir rapor oluşturuldu. Kısa, orta ve uzun vadede uygulanması ihtiyaç arz eden projeler belirlendi. Belirlenen bu projelerin bazıları ilgili kurum ve kuruluşlar vasıtasıyla hayata geçirilirken bazıları da projelendirilmeye devam etmektedir. Proje Yürütme Kurulumuz, bu ay, Hırvatistan ve Slovenya ziyaretleriyle incelemelerine devam edecek. Arnavutluk Proje çerçevesinde Arnavutluk'a yaptığımız üç ayrı ziyarette Arnavutluk'un ‘Balkanların Kalbi' olduğu gerçeğini müşahede ettik. Balkanların en kalabalık Müslüman nüfusunu teşkil eden Arnavutluk üzerinde yapılacak çalışmaların vakit kaybetmeden önemle hayata geçirilmesi gerekmektedir. Zira kalp nurlanırsa Balkanlar daha çabuk nurlanacaktır. İstikrarlı bir şekilde nitelikli projeler hazırlayarak, Arnavutluk Müslümanlarının üzerinde uygulanmaya çalışılan menfi çalışmaların önüne geçilebilir. Şunu özellikle vurgulamalıyız ki Arnavutluk Müslümanları, Türkiye'den ve diğer İslam ülkelerinden gelecek, ehl-i sünnet çizgisinde bir ele bir nefese muhtaç. Kur'an-ı Kerim ve Kırtasiye Yardımı Balkan İşbirliği projesi henüz ziyaret ve temas sürecini devam ettirirken bir taraftan da hayırlı ve güzel çalışmalar hayata geçmektedir. Hayrat İnsani Yardım Derneği geçtiğimiz ay Arnavutluk'ta 500 yetim öğrenciye Kur'ân-ı Kerim ve Kırtasiye malzemesi yardımında bulunarak önemli bir hizmet gerçekleştirdi. Bu vesile ile Hayrât İnsani Yardım Derneği yöneticilerini tebrik ediyoruz. Manevi Çalışmalar ve Projeler Yaklaşık elli yıllık şiddetli bir Komünizm sürecinden geçmiş olan Arnavutluk Müslümanlarının evlatlarına, gençlerine, Kur'ân'dan öğretilecek bir harf, güzel ahlaktan gösterilecek bir davranış, İslam'ın şartlarından anlatılacak bir şart, iman hakikatlerinden anlatılacak bir hakikat çok büyük bir projedir. Manevi çalışmalar olmazsa olmaz projeler arasında yer almalıdır. Yaz Kursları, İmam Yetiştirme Kursları, Dini Eğitim ve Öğretim Merkezleri, Kur'ân Kursları, Türkiye'ye Öğrenci Transferi ve Dindar Bir Nesil Yetiştirilmesi, Arnavutça Elifbâ Projesi, Din ve Ahlâk Bilgisi Kitaplarının Arnavutça'ya Tercüme Edilmesi gibi birçok proje Arnavutluk Müslümanlarına yapılacak büyük hizmetler arasında yerini alacaktır. Türkiye ve İslâm Âlemi sathına yayılmış tüm STK'larımızı imkanları ölçüsünde Balkan ülkelerini ve Arnavutluk'u gündemlerine almalarını önemsiyoruz.

Kuran-ı Kerim de Al-i İmran Suresi ayet: 96-97'de, Muhakkak ki mübârek ve âlemlere bir hidâyet olarak insanlar için kurulan ilk ev (ilk ma'bed), elbette Mekke’deki (Kâ'be)dir. Orada apaçık alâmetler, İbrâhîm’in makamı vardır. Oraya giren ise emniyette olur (ona dokunulmaz). Hem ona, (oraya gitmek için) bir yola gücü yeten bir kimsenin o evi (Kâ'be’yi) haccetmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim de inkâr ederse, artık şübhe yok ki Allah, âlemlerden müstağnîdir! (hiçbir şeye muhtaç değildir) Peygamber Efendimiz (s.a.v) ''Îslam beş temel esas üzerine kurulmuştur. Bunlar; Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Kabe'yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır'' buyurmaktadır. İslâm’ın beş temel esasından biri olan hac yolculuğu, pek çok hikmetin yanında, bu manevi yolculuğun da bir sembolüdür. İnsanlık için kurtuluş olan, İslâm’ın doğduğu ilk şehir Mekke’dir. Bu şehir Kur’an-ı Kerim’de (Şûrâ/7) “şehirlerin anası” olarak adlandırılmıştır. Peki Mekke’yi bu kadar değerli kılan nedir? Mekke, bu önemini yeryüzündeki ilk ibadet yeri olan Kâbe’nin burada oluşundan alıyor. Her yıl milyonlarca Müslüman haccetmek için buraya akın eder. Yılın hiçbir günü, hiçbir anı boş kalmaz Mekke, büyük bir arzuyla burayı ziyarete gelen müminleri ağırlamaktadır. Müslümanlar bu mekânda, ilk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem’in ibadet ettiği bu mescitte Allah’a yakarır; bu kuş uçmaz kervan geçmez topraklara, eşi Hacer ve oğlu İsmail’i Allah’a emanet ederek yerleştiren ve tekrar Kâbeyi inşa eden İbrahim Peygamberi hatırlar; âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed’i anar. İlâhî mesaj olan tevhidin ilk peygamberinden son peygamberine kadar bu topraklarda yeşermesine adeta şehâdet eder. Hac’da cihad sevabı vardır. Çünkü orada hem sefer (yolculuk) hali var, hem nefisle mücadele var, hem eziyet ve yorgunluklara tahammül vardır. Yine bütün hacıların aynı günde kefene bürünmüşçesine Arafat’da toplanmaları, mahşer gününde insanların Allah’ın huzurunda bulunacakları hali andırır ve o dehşet günü için bir ibret vesilesi olur. Maddeyi arkaya atarak hacca gitmek nefse ve şeytana karşı galebe çalmaktır. Hac, Müslüman’ım diyenlerin bir yerde toplanmasıdır; İslamiyet bizlere bu tecrübeyi yaşatmaktadır. Kâ’benin, bütün parçalanmışlığına rağmen Müslümanları bir yerde toplamasında özel ve ayrı bir konumu vardır. Hac, İslam Dininin temel ibadetlerinden biri olmasının yanı sıra, bireysel ve toplumsal planda insana kazandırdığı maddi-manevi nitelik ve değerlerle de ayrı bir öneme haizdir. Peygamber efendimizin müjdesinden hareketle, “anasından doğmuş gibi günahlarından temizlendikleri” inancıyla; bu önemin farkında olan dünya Müslümanları ve özellikle Müslüman halkımız asırlardan beri Hac ibadetine ve onu yerine getiren kimselere ayrı bir değer atfetmişler, hacı olmanın gurur ve sorumluluğunu, hayat boyu taşınması gereken bir meziyet olarak kabul etmişlerdir. Cenab-ı Allah’ın kudsi davetine muhatap olup Hacca gidecek kardeşlerimize hayırlı yolculuklar diler, makbul olmuş bir hacla dönmelerini Yüce Allah’tan niyaz ederiz. MEKKE'DE ZİYARET YERLERİ Peygamber Efendimiz (sav)’in doğduğu Ev Cennetü’l Mualla Kabristanı Mescid-i Cin Arafat Müzdelife Mina Hira Mağarası MEDİNE'DE ZİYARET YERLERİ Mescid-i Nebî Kuba Mescidi Bulut Mescidi Mescid-i Cuma Mescid-i Kıbleteyn Uhud Şehitliği Cennetü’l Baki Kabristanı

Medine’tüz Zehra, “Çiçek Şehri” anlamına geliyor. İslam Medeniyeti’nin en ileri noktasını yansıtan bu şehir, mimarisiyle, şehir düzenlemesiyle, su kanallarıyla, çiçek bahçeleriyle, ilim meclisleriyle bugün dahi model alabileceğimiz bir örnek durumunda. Medine’tüz Zehra, İslam güneşinin hayata yansımış şeklini en parlak bir şekilde yansıtırken, Câmi’ul Ezher, medeniyetimizin ilmi zenginliğini en akli formüllerle ortaya koymuştu. Peygamberimizin ahirete intikalinden yaklaşık 300 sene sonra kurulan Medine’tüz Zehra, Kur’an’ın hükümlerinin hakkıyla yaşanması durumunda bizi bekleyen geleceğin de erken bir müjdecisi… Teessüfle söyleyelim ki İslam dünyası bugün dahi Endülüs’ün fikri ve ufki zenginliğine ulaşamamıştır. Moğol istilasından tutun da, alfabelerin değişimine kadar, elbette bizi tedenni ettiren pek çok makul sebep de sayabiliriz. Ancak her dönemde, geçmişin o zengin birikimini sonrakilere ulaştıran bir Köprü İnsan da çıkmıştır. Mesela Mevlâna, Moğol istilasından apar topar kaçan ailesiyle birlikte, yüreğinde, aklında ruhunda biriktirdiği parlak bir dönemin bütün ilmi derinliğini de yanında getirmiştir. Bugün öve öve bitiremediğimiz Mesnevi’deki o ilmi derinlik, aslında Moğol istilası öncesinde Buhara, Semerkant ve Türkistan gibi İslam beldelerinde doğmuş olan medeniyet güneşinin yansımalarından ibarettir. Yüzlerce yılın birikimi olan kütüphaneler yakılıp yıkılmış, alimler katledilmiş, Fırat gibi nehirlerden haftalarca mürekkep ve kan akmış, böylelikle en kemal dönemini yaşayan bir medeniyet ağacı daha en mükemmel meyvelerini veremeden tarumar edilmişti. Mevlanalar, Farabiler, İbn-i Sinalar gibi o medeniyet ağacından kopan en tatlı meyvelerin tohumları olan eserler, âlemin dört bir yanına saçıldığında, güneşin varlığından bihaber olan kitleler gördükleri bu yansımaları güneşin kendisi sandılar. Aslında o parıltılar, geçmişte yaşanmış yüksek bir medeniyetin sönüşü sırasında etrafa saçılan kıvılcımlardı sadece. Moğolların istilasına rağmen yeniden küllerinden doğacak kadar güçlü ve parlak olan bu medeniyetin Hindistan dolaylarındaki temsilcilerinden İmam-ı Rabbani, son bir çabayla geçmişin bütün medeniyet hazinelerini yaşadığı döneme taşımayı başarmıştı. İmam-ı Rabbani’nin tavsiyelerini dinleyen Cihangir Şah ve Şah Cihan gibi siyasi temsilcilerin dönemlerinde İslam Medeniyetinin Hindistan boyutu en parlak dönemini yaşamıştı. Tac Mahal gibi şaheserler de işte bu dönemlerin bir meyvesiydi… Muhyiddin İbn-i Arabî, İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl, İbn-i Firnas gibi bilim adamlarını ve felsefecileri yetiştiren İslam medeniyetinin Endülüs güneşi, bir bakıma İmam Gazali gibi İslam âlimlerinin de parlamasına sebep olmuştu. Hayatını İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl gibi Endülüs merkezli felsefecilerin fikirlerini çürütmeye adayan İmam Gazali, Ortadoğu’nun zenginliklerinden istifade ettiği gibi, Endülüs’ün de ışıltılarını yansıtmıştı eserlerinde. Bediüzzaman ise, medeniyetimizin bütün bu zengin damarlarının kurtulmaya çalışıldığı, alfabenin değiştirildiği, ateizm, pozitivizm, Darwinizm gibi felsefelerin devlet eliyle enjekte edildiği bir dönemde, adeta İslam medeniyetinin Son Samuraylarından oldu ve medeniyetimizin bütün anahtarlarını son bir hamleyle bize ulaştırdı. Bu zengin mirası bize ulaştırırken o kadar titizdi ki, muhteşem medeniyet mirasımızın doğuracağı o muazzam gelecek hatırına, sâdık, sebatkâr, ihlaslı olunması gerektiğini defalarca vurguladı. Bu muhteşem hazine liyakatsiz ellere verilemezdi. Yıllar boyunca hapishanelerde, sürgünlerde, bu medeniyetin en kilit kavramlarını yaşayarak ve yaşatarak talebelerine öğretti. Kendi namına değil ama binlerce yıllık o muhteşem medeniyet hesabına endişeliydi. Herhangi bir hata olursa, bu medeniyetin son yansıması da geleceğimizi aydınlatamadan sönüverecekti. İslam Medeniyetinin en önemli anahtarlarından olan İslam Yazısını yaşatmalarını talebelerinden istediği gibi, asrın bütün felsefi saldırılarına cevap verecek şekilde İman Hizmeti yapma vazifesini de onlara vermişti. Bunu yaparken Risale-i Nur’un bugüne taşıdığı medeniyet dilinin de sadeleştirilmeden, hem de Kur’an harfleriyle muhafaza edilmesini vasiyet etmişti. Bütün bu anahtarlar, zedelenmeden, değiştirilmeden, kaybedilmeden, gelecekte bir yerlerde onları hakkıyla kullanacak olanlara ulaştırılmalıydı çünkü. Biz ise, o beklenilen günlerin başlangıcının aslında içinde yaşadığımız şu günler olduğunu çok iyi bilmeliyiz. Elimizdeki bu son parıltı da sönmeden, yani Bediüzzaman’ın tabiriyle “başımıza maddi ve manevi bir kıyamet kopmadan”, şahıslarımızı aradan çıkarıp zaman-ı hazırın bütün kıtalarında medeniyetimizin güneşinin yansımasını sağlamalıyız. Bu sefer İhlas Risalesini her gün okuyarak ve hatta her an yaşayarak, herhangi bir inhirafa ve geri dönüşe mahal vermeden, yapmamız gerekenleri çokça konuşmaktan ziyade, bizzat yaparak şu son zamanın hükmünü de tefsir etmeliyiz. Medrese’tüz Zehra kavramının sadece Câmi’ul Ezhere öykünen “ilmi bir meclis” anlamını taşımadığını, aslında “hayata yansımayı” ifade eden “Medine’tüz Zehra” kavramının da Medrese’tüz Zehra kavramı içinde dâhil olduğunu artık anlamalıyız. Programları elimize çoktan verilmiş “Zehra-Çiçek Medeniyetimizin” mimarları da yine bizler olmalıyız. Bu ulvi amaca ise, ne denenmişlerin yanlışlarını deneyerek, ne de batının kurtulmak istediği zulme bulaşmış o sistemleri ve felsefeleri taklit ederek ulaşamayacağımız açıktır. Zaman kendimize değil ama Rabbimize ve elimizdeki o muhteşem “medeniyet hazinesine” güvenme zamanıdır… Bir kere daha tüm gücümüzle “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal” diyerek, adeta yere kök salmış, hatta çivilenmişçesine azim ve sebatla cephemizde durmalıyız. Bugün, milyonlarca ruhu yeni bir şevkle harekete geçirip, adalet-i mahzaya dayanan kendi “medeniyet sarayımızı” yeniden inşa etme zamanıdır. Emin olalım ki bu son medeniyet sarayı, Endülüs’ün Medine’tüz Zehra’sından bile daha mükemmel olacaktır. Varsın susanlar sussun, varsın sadaketlerini yitirmiş olanlar yitirsin, bizim aklımız başımızda ve imanımız, sebatımız, sadakatimiz son haddinde olursa, yönlerini şaşırmış milyonları da elbette yeniden hakikatin peşinden sürükleyeceğiz. Medeniyetimizin başlangıç noktasının ne Fransız’ın İhtilal-i Kebiri, ne de Avrupa’nın Rönesansı olmadığını çoktan anlamış olmalıyız. Risale-i Nurlar, imanlarımızı hakk’al yakin mertebesine çıkartarak, bu davayı bizzat Âlemlerin Rabbinden aldığımızı bizlere her defasında öğretti. Bu eserlerdeki hakikatin dili, bizleri Sonsuz Olana o derece yaklaştırdı ki, O’ndan hiç de uzakta olmadığımızı, O’nun aslında akrabiyetiyle yanımızda olduğunu binlerce kez anladık. Cebrâil Aleyhisselam’ın Hz. Muhammed’e ulaştırdığı o Kurânî inkılabla doğan asr-ı saadet güneşinin bir ütopya olmadığını, şu zaman diliminde yeniden yaşanacak bir hakikat olduğunu yüz binlerce kez müşahede ettik. Aslında bu zaman için, kışta gelenlerin ektikleri tohumlarla, tam da bu zaman için hazırlandık bizler. Çünkü o tahkiki iman, o hakiki ihlas, o azim sebat olmadan, ne Medine fethedilirdi ne de İstanbul? Öyleyse şimdi ne yapmamız gerekiyor? Öncelikle en küçüğümüzden en büyüğümüze, her birimizin bu davanın onurlu birer ferdi olduğunu bir kere daha hatırlamalıyız. Aslında bizim olan o kudsi vazifeyi, tenbellik ve tenperverlik gibi duyguların sevkiyle başkalarına havale etmemizin zamanı çoktan geçti. Cemaatler üstü bir cemaatin, Hz. Muhammed’in önderliğindeki İslam cemaatinin fertleri olduğumuzu artık çok iyi anlamalıyız. Aslında şu anda içine dâhil olduğumuz cemaat cepheleri, o muhit İslam kalesine yönelen saldırıları bertaraf etmek için kurulmuşlardı. Yirminci Lema’da bizlere buyrulan o dokuz emirse, zamanın geniş dairesindeki vazifelerimizi bizlere hatırlatıyor. Şu anda ise bu gerçeği iliklerimize kadar hissediyoruz. 21. Lema’daki İhlâs düsturlarıyla cephemizi muhafaza ettik, ediyoruz. Şimdi ise 20. Lema’daki düsturları cemaatler bazında hayata geçirmemizin tam da zamanıdır. Bu dönem, bulunduğumuz o cephede, aslında hangi muhit kaleyi muhafaza etmek için bulunduğumuzu bizlere öğretecek olan o kutlu dönemdir. Bence fazla da geç kalmadan, 20. Lema’nın dokuz emrini uygulama sadedinde, İDSB (İslam Dünyası STK’lar Birliği) ya da TGTV (Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı) gibi çatı kuruluşlarda yerimizi almamız gerekiyor. Defalarca okuduğumuz ve anlamaya çalıştığımız o “ikinci vazife” ancak milyonlar fedâkarı temsil eden bir “birliktelikle” hayata geçirebilir çünkü. Çok şükür ki bugünlerde İDSB, TGTV, İHH gibi milyonları temsil eden STK’lar, Suriye’deki, Mısır’daki zulümleri durdurmak adına birlikte hareket edebiliyorlar. Bediüzzaman hayatta olmuş olsaydı, bin maşallah, bin barekallah demez miydi bu ittihad numunelerine? Bizler de bu gibi kuruluşlara destek verip, zulmün bitirilmesi adına, Hz. İbrahim’in ateşini söndürmeye koşan bir karınca gibi yollara koyulmalıyız. İhlaslı bir niyetin doğuracağı kerametleri ise bir kere daha anlatmayacağım. Zaman cemaat zamanı… Medeniyetimizin son “medinesini” inşa etmek için de “ittihad”dan başka çaremiz yok. Esas maksadımızsa, sadece ve sadece Allah’ın rızası olacak. Bu gerçeği bildiğimiz halde, hala daha ellerimizde “Medine’tüz Zehra’nın” çiçekleri yoksa eğer, baharımızın Pişdarının kabrini ziyaret edecek yüzümüz de yok demektir. Ülkemizin ve dünyanın her tarafını Medrese’tüz Zehra yapmak birinci vazifemizdi. Bu “tedrisin” ektiği “tohumlar” neticesinde doğacak Medine’tüz Zehra’nın kokularını ise teneffüs etmeye başladık bile. “Ha gayret!” deyip son bir hamleyle “ittihadımızı” tesis ettiğimizde ise, Çiçek Ülkesinden topladığımız bin bir renkli ve kokulu çiçekle Pişdarımıza olan vefamızı göstereceğiz. Minnet ve hediye kabul etmeyen o aziz Üstad’ın bizden beklediği “medeniyetimizin çiçeklerini” toplayıp da ona götüremezsek, eyvâhlar olsun bize! “Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kal’anın başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z-Zehrayı cismanî bir sûrette bina ediniz” Bediüzzaman Said Nursi (Emirdağ Lahikası)

Bildiğiniz gibi 3 Temmuz 2013'te Mısır'da seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi yönetimine karşı bir darbe gerçekleştirildi. Ordunun yönetime el koymasından sonra Mısır halkı, buna tepki olarak meydanlara çıktı. Ülke geneline yayılan ve bazen milyonları aşan insan kalabalığının katıldığı gösterilerin merkezi ise Rabiatu'l-Adeviyye Meydanı oldu. Meydan, adeta insan hakkının, onurunun, sivil iradenin savunulduğu; darbelerin, vesayetçi rejimlerin, kirli medya düzeninin kınandığı, lanetlendiği sembol bir meydan haline geldi. Sadece Mısır halkı değil, başta İslam Dünyası olmak üzere uluslararası kamuoyu halkın bu haklı talebini gördü. 14 Ağustos 2013'te Mısır Ordusu bu barışçıl ve sivil gösterilere silahla müdahale etti. Başta Rabia Meydanı olmak üzere, Nahda ve Ramses gibi meydanlarda sivil halkın üzerine ateş açıldı. 3500'den fazla kişi öldürüldü, on binden fazla kişi yaraladı, binlerce kişi ise tutuklandı. 14 Ağustos 2013 günü, insanlık tarihinin en acımasız sivil katliamlarından biri olarak tarihe geçti. Bu katliamda yaşananlar tüm vicdan sahibi insanların yüreklerinde derin acılar bıraktı. Tüm dünyada bu sivil katliam yüzbinlerce insan tarafından lanetlendi, protesto edildi ve halen de ediliyor. Rabiatu'l-Adeviyye Meydanı'ndaki protestolarda Mısırlıların elleriyle yaptıkları Rabia İşareti katliamın olduğu günün ertesinde tüm dünyaya yayıldı. İki gün içinde sosyal medya ve internet ortamında yüz milyondan fazla insan R4BIA İşaretinin logosunu kullanmaya başladı. Dünyada yaklaşık 20 ülkede Mısır katliamı bu işaretle protesto edildi. Yüzlerce internet sitesinde, bu işaretin anlamı ve felsefesi üzerine yazılar yayınlandı. Mısır'daki sivil katliamdan sonra Suriye'de kimyasal silahla yüzlerce sivilin öldürülmesine yönelik protestolar yine bu işaret lanetlendi. R4bia işareti bir anda İslam dünyasının zulme karşı ortak bir ruhu ve kullanılan yeni bir sembolü oldu. Bu sembol, Batıda ya da Doğuda, insan hayatını, inancını hiçe sayan, katliamlara, darbelere, zulümlere sessiz kalan her ülkeye, sisteme karşı sivil ve barışçıl yollarla itiraz eden herkesin ortak işareti oldu. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalime karşı durmak için, tarihe şahitlik etmek adına, evrensel bir erdemliler ittifakını gerçekleştirmek için, adaletten, barıştan, özgürlükten yana yeni bir dünyanın gerçekleşmesine katkı sağlamak adına R4BIA ruhunun bir insanlık inisiyatifine dönüşmesini temin etmek için bir grup gönüllü olarak Rabia Platformu'nu kurmaya ve www.r4biaplatform.com sitesini açmaya karar verdik. Bu Platform hiçbir kurumun, kişinin, partinin tek başına sözcülüğünü yapmayacaktır. Bu Platform kurumların ya da organizasyonların yaptığı veya yapacağı faaliyetleri koordine etmeden, organize etmeden sadece duyurusunu yapacaktır. Dünyanın neresinde olursa olsun R4BIA eylemlerine destek verecek, bu yeni harekete katkı sağlayacak yeni fikirlerin ve projelerin duyurulmasına yardım edecektir. Platform, dünyanın neresinde olursa olsun mazlumların sesi olacaktır. Dünyanın annesi Mısır'dan doğan ve yüzyıllar önce yaşamış bir annemizin adı olan bu işaret ve temsil ettiği ruh ve bilinç, şimdi tüm dünyada zulme, adaletsizliğe, haksızlığa, hukuksuzluğa karşı asil ve dik bir duruşun sembolü olmuştur. Tüm dünyadan R4BİA toplantıları yapan kişi ve kurumlar bu etkinliklerini www.r4biaplatform.com adresine girerek duyuracaklardır. R4BİA Platformu evrensel vicdanın buluştuğu bir iletişim zeminidir. Ortak bir akıl, ortak tartışma zemini, ortak duyuru alanı olacak platform, zulme karşı, darbelere karşı, adaletsizliğe karşı, haksızlığa karşı duran ve sesini yükseltmek isteyen tüm kişi ve kurumlara açıktır. Çok kısa bir sürede tüm dünyadan yüzlerce sivil toplum kuruluşu platforma üye oldu ve desteklerini beyan etti. Bundan böyle tüm dünyadan sendikalar, birlikler, vakıflar, dernekler, öğrenci kulüpleri, bireyler, medya kuruluşları, sanatçılar, bilim adamları, kanaat önderleri, sosyal sorumluluk bilincine sahip işadamları bu platformda etkileşim halinde bulunacaklar. Bizler de profesyonel ve gönüllü kadrolarımızla bu etkileşimin ve iletişimin sağlıklı bir şekilde devam etmesi için çalışacağız. Barışın, adaletin, insan hakkına saygının, meşruiyetin hâkim olduğu yeni bir dünya düşlüyoruz. İslam Dünyası bu yenidünyanın inşasında söz sahibidir. R4BIA, İslam Dünyasının Yeni bir dünya için benim söyleyecek sözüm var demesidir. Yeni bir kuşak doğuyor ve yetişiyor: Rabia Kuşağı. Platform, bu kuşağın yetişmesine de şahitlik edecek ve bu kuşağı da bir araya getirecektir. Hukukun temel ilkelerine bağlı, insan haklarına saygılı, etik, moral ve ahlaki değerlere sadık bir şekilde estetik kaygılar taşıyan bir hareket olarak bu gün İstanbuldan yeni global bir hareketin başlangıcını kutluyoruz. Platformumuz, İslam Dünyası için ve insanlık için hayırlı olsun. Tüm okurlarımızı İrfan Mektebi ve The Pen dergilerimizin de desteklediği Rabia Platformu'na üye olmaya davet ediyorum. Bu bir ittifak hareketidir. Güç verelim.

Hz. Râbiatü’l Adeviye (ksa) Râbiatü’l-Adeviye Hazretleri (ksa), köle olarak kaldığı evde daima oruç tutuyor, her gece sabaha kadar ayakta namaz kılıyordu. Bir gece efendisi uykudan uyandı, bir ses işitti; dikkat edince secde hâlindeki Râbia’yı gördü, şöyle diyordu: “İlâhî! Biliyorsun ki gönlümün arzusu senin fermanına uymaktır, göz aydınlığım ise dergâhında hizmet etmektir. Eğer elimde olsaydı sana hizmetten bir an geri kalmaz, durup dinlenmeden hep sana itaat hâlinde olurdum. Ama sen beni bir mahlûkun emri altına soktun, bu sebeple sana hizmetten geri kalıyorum.” Efendisi dikkat edince orada Râbia’nın başucunda asılı bir kandil gördü. Kandil bir zincire bağlı olmaksızın havada duruyordu. Ev tamamıyla nurla dolmuştu. Ayağa kalktı ve kendi kendine o artık köle olarak tutulamaz dedi ve Râbia’yı azad etti. (Feridüddîn Attâr, Tezkîretü’l-Evliyâ) Bedîüzzaman Hazretleri, Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye Azası Bedîüzzaman Hazretleri’nin 1918 senesinde esâret dönüşü İstanbul’u tekrar şereflendirmesi, ehl-i ilmi ve halkı çok fazla memnun ve mesrur eder. Ve mâlûmâtı olmadan, Dâru’l - Hikmeti’l - İslâmiye âzâlığına tâyin buyurulur. Emr-i vâki karşısında bulundurularak kabûle mecbur olur. İslâmiyet’e, hak ve hakikate, vatan ve millete resmî bir yerde maaş mukabilinde çalışmak, düsturlarına muhalif olduğu için bir müddet izin sûretiyle ayrılmış. Çok defa istifâ etmek teşebbüsünde bulunmuştur. Fakat onu çok seven ve onun gibi bir dâhiden istifâdeden mahrum kalmaktaki zarar ve ziyanın pek fazla olduğunu idrâk eden ehl-i ilim bırakmamış. Ricâ ve istirhamla vazifesine devamını temin etmişlerdir. Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye, gerek Osmanlı Devleti’nde gerekse de İslâm âleminde ortaya çıkan dinî meselelerin halledilmesi ve İslâm’a yapılan hücumlara gerekli cevabların verilmesi için kurulmuş bir teşkilâttır. Uhud Dağı Medine’nin kurulduğu düzlüğü kuzeyden kuşatan 8 km uzunluğundaki Uhud Dağı’nın Mescid-i Nebevî’ye uzaklığı 5 km’dir. Bölgedeki herhangi bir dağ silsilesine bağlı olmadığı ve tek başına bulunduğu için bu adı almıştır. Yer seviyesinden yüksekliği 350 metredir. Aralarında Hz. Hamza’nın (ra) da bulunduğu 70 sahâbenin şehid olduğu Uhud Gazvesi, Hicret’in 3. yılında burada gerçekleşmiş ve adını buradan almıştır. Uhud Dağı’nın eteklerinde, Peygamber Efendimizin (asm) ordunun arka tarafını emniyete almak için elli okçu yerleştirdiği Ayneyn Tepesi vardır. Muhârebe bu tepe ile Uhud Dağı arasındaki düzlükte meydana gelmiş ve şehidler de bu alana defnedilmiştir. Bu şehidliğin yanına da bugün Mescid-i Hamza adıyla bilinen bir mescid yaptırılmıştır. 01 Ekim 1949Çin, Doğu Türkistan’ı işgal etti Doğu Türkistan’da 1700’lü yıllarda başlayan Çin işgali, 1900’lü yıllara kadar devam etmiştir. 1931 senesinde ayaklanan Doğu Türkistanlılar, bağımsızlıklarını îlan etmişlerdir. Ancak Çin’in ittifak kurduğu Rusya, Doğu Türkistan’ı 1933 senesinde işgal etmiştir. 1933-1937 seneleri arasında ardı ardına yaşanan savaşlar sonrasında, Doğu Türkistan fiilen Rus hâkimiyeti altına girdi. 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile birlikte Rus birlikleri Doğu Türkistan’dan çekilince 1944 senesinde, Doğu Türkistan Cumhuriyeti kurulmuştur. Ancak 1949 senesinde Çin’de Mao iktidara gelince, Doğu Türkistan tekrar Çin tarafından işgal edilmiştir. Bu işgal günümüzde de devam etmekte olup Doğu Türkistanlılar Çin’in zulüm, işkence ve asimilasyon politikaları ile mücadele etmeye çalışmaktadırlar. 03 Ekim 1906SOS Kısaltmasının Kabûlü Berlin’de toplanan Milletlerarası Telgraf Konferansında SOS kısaltması, beynelmilel imdat işareti olarak kabul edildi. SOS’un, Türkçe’de “Ruhlarımızı kurtarın” mânâsına gelen “Save Our Souls” çağrısındaki kelimelerin baş harflerini karşıladığı ifade edilmektedir. Ancak aslında SOS sinyalini oluşturan Mors kodu, iletiminin kolay ve anlaşılır olması sebebiyle seçilmiştir. Deniz kazalarında yardım istekleri bu sinyal ile duyurulmaktadır. Konferansta, bu sinyali alan gemicilerin her şart altında ve bütün hızlarıyla olay yerine gitmek mecburiyetinde oldukları karara bağlandı. SOS işareti, Mors alfabesiyle üç kısa – üç uzun – üç kısa kod yollanması şeklinde verilmektedir. 22 Ekim 1333Alâeddin Beyvefat etti Osman Gâzi’nin oğlu, Orhan Gâzi’nin ağabeyidir. Alâeddin Bey, dedesi Şeyh Edebali’nin terbiyesinde büyüdü. Daha sonra Yenişehir’e babası Osman Gâzi’nin yanına gidip cihad ve gaza ile meşgul oldu. Osman Gâzi’nin vefatının ardından Orhan Gâzi, hükümdarlığı ağabeyi Alâeddin Bey’e teklif etmiştir. Fakat Alâeddin Bey kabul etmemiş, vefat edene kadar Orhan Gâzi’nin en büyük yardımcısı olmuştur. Bursa’da bir câmi yaptıran Alâeddin Bey, Kükürtlü’de bir tekke ve Kaplıca civarında ikinci bir mescid bina ettirmiştir. Bursa'da yaptırdığı Alâaddin Bey Câmii, fetihten sonra yapılan ve şehirde Osmanlı hâkimiyetinin sembolü olan ilk eserdir. 1333’te vefat eden Alâeddin Bey, babasının yanında medfundur.

Üsküp, Osmanlı Devleti zamanında Kosova Vilâyeti’nin başkenti olup mühim bir ilim-kültür merkeziydi. Şemseddin Sami Bey, Kâmusü’l-Âlâm isimli eserinde Üsküp’ten bahsederken: “Birçok âlimler, edîbler, meşayih ve evliya türbeleri mevcuttur ki bunların hepsi Üsküp’ün Osmanlı’nın ilk devirlerinde sahip olduğu ehemmiyete ve Rumeli’nde birinci derecede bir ilim yurdu halinde bulunmuş olduğuna delildir” demektedir. Bu mübarek ilim merkezi, Balkan Savaşları sonrasında maalesef Sırp hâkimiyetine girmiş ve daha sonra yeni kurulan “Yugoslavya” sınırları içinde yer almıştır. Günümüzde ise, Yugoslavya’nın dağılmasının ardından kurulan “Makedonya Cumhuriyeti”nin başkenti durumundadır. Pek çok Balkan şehrinde olduğu gibi Üsküp halkı da Osmanlı sonrasında, Türkiye ile olan güçlü bağlarını sürdürmüş, hususan sivil halk seviyesinde geliş gidişler devam etmiştir. Bu irtibatın bir bereketi olarak 1950’li yıllarda Risale-i Nur hizmeti Üsküp’e de girmiştir. Üsküp halkından çıkan bazı gayretli kimseler, gerek ziyaretler yoluyla, gerek mektuplaşarak Nur Talebeleri ile bağlarını güçlendirmişler ve kendilerine ulaşan Nur Risaleleri’ni okuyup yazmaya başlamışlardır. Hususan Üsküp Medreseleri’nde yetişmiş kıymetli bazı âlimlerin Risale-i Nur’a sahip çıkmaları orada hararetli bir Nur Hizmeti’nin başlamasına sebeb olmuştur. Bu hizmetler Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra da artarak devam etmiş, zamanla açılan Nur Medresleri’nin sayısı on bire kadar ulaşmıştır. Hâlbuki o dönemde komünist bir yönetimle idare olan Yugoslavya’ya bağlı olan o topraklarda dine hizmet etmek aynen Türkiye’de olduğu gibi hiç de kolay değildi. 1960’lı yıllara gelindiğinde, Ahmed Husrev Efendi Üsküplü Nur Talebeleri’ne ayrı bir ehemmiyet gösteriyor, o din düşmanı rejim altında zor durumda olan Müslümanların imanlarını muhafaza etmek için kendilerine hususan himmet ediyordu. Bu cihetle Üsküp’teki Nur Talebeleriyle düzenli bir mektublaşma ve oradan gelenleri Isparta Nur Medreselerinde eğitmek gibi iman hizmetini canlı tutacak faaliyetlerde bulunuluyordu. Üsküp Nur Talebeleri’nin ağabeyleri ve üstadları hükmünde olan merhum Câvid Saraçoğlu Hocaefendi Üsküp’teki Osmanlı Medreseleri’nden Murad Paşa Medresesi’nde ehl-i kalb büyük âlimlerinden İslâm ilimleri ve Arabca üzerine iyi bir eğitim almış ve dört dil bilen âlim, edîb ve şair bir Nur Talebesi’dir. Bu zat 1950’li yıllarda başladığı Nur Hizmeti’ne Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra da Husrev Efendi’nin rehberliğinde devam eder. 1987 yılında İstanbul’a hicret edinceye kadar Üsküp ve Makedonya’nın mâneviyatına büyük hizmetleri olmuş, pek çok talebeler yetiştirmiştir. Eski Yugoslavya’nın mânevî açıdan gayet zorlu şartları altında yaptıkları ihlâslı hizmetlerine âcil bir mükâfat ve bir teşvik ve kuvve-i mâneviye olarak gördüğü pek çok sadık rüyalarında başta Resul-ü Ekrem (asm) olmak üzere Bediüzzaman Hazretleri ve daha başka mâneviyat büyüklerinin iltifat ve müjdelerine mazhar olmuştur. ŞEYH İSMAİL EFENDİ’NİN KEŞFİ 1935 doğumlu olan Câvid Efendi’nin, 1942-43’lü yıllarda, henüz 7-8 yaşlarında iken başından çok ilginç bir hâdise geçer. Kapı komşuları ve manevî babası hükmünde olan mübarek bir Nakşî Şeyhi, acîb ve garib bir hâdisenin mânevî delaletiyle, istikbalde karşısına çıkacak büyük bir nasibi kendisine müjdeler. O mübarek zatın keskin firâset ve keşf sahibi bir evliya olduğunu gösteren bu ihbarını Câvid Hocaefendi hatıralarında şöyle anlatıyor: “Şeyh İsmail Efendi, Nakşibendî meşayihinden kalp gözü açık mübarek bir zattı. Kapı komşumuzdu; bize gelir gider ve beni çok severdi. Bir gün beni yanına çağırdı. ‘Acele gel evladım, koş buraya! Sana görmediğim bir şeyi göstereceğim’ dedi. Yanına yaklaştığım zaman, ‘Şimdi Yahya Paşa Camii’nin minaresinin şerefesine dikkatle bak. Oradaki kuşların benzerini herhangi bir yerde gördün mü?’ dedi. ‘Hayır babuş (babacım) ben böyle bir kuş gördüğümü hatırlamıyorum’ dedim. ‘Ben de hayatımda hiç böyle kuşlar görmedim. Bunlar olsa olsa melaikeler olur evladım’ dedi. ‘Şu renklere bak. Bu ancak cennet renklerinden; dünyada böyle kuş yok’ dedi. Hakikaten kardeşim hepsi öyle bir parıltı içindeler ki! Hem hepsi de nasıl böyle şerefenin üzerinde dizilmişler; bir parça boş yer göremiyorsun! Sonra bana: “Şimdi sana söyleyeceklerimi can kulağıyla dinle evladım. Bunlar melaike-i kiramdan olduğuna benim kalbimde kanaat var. Bunların bize anlatmak istediği mânâ nedir biliyor musun? Onu da anlatacağım şimdi, inşâallah unutmazsın. Bu hâdiseden benim anladığım şu: Hazreti Mehdî Aleyhisselam kuvvetli faaliyetlerine şu an devam etmektedir. Hazreti Mehdî müthiş faaliyettedir.’ dedi. Ondan sonra durdu durdu; böyle başını eğdi. Sonra tekrar başını bana döndürdü. ‘İhtiyarlık beni her taraftan istila etmiş. O taraflara gitsem hemen talebesi ve müridi olmaya bir an bile tereddüt etmem. Fakat ne yapalım ki benim mecalim yok, ayaklarımda derman kalmadı. Fakat çok kuvvetli kanaatim var ki inşâallah sen onunla görüşeceksin. Şayet onunla görüşemezsen başveziriyle muhakkak görüşeceksin diye kati kanaatim var. Cenab-ı Hak sana hayırlı ömürler versin. Allahü Teâlâ seni inşâallah onlarla görüşmekle müşerref edecek. Görüştüğün zaman, unutma, beni hatırla! Benim de o mübarek zatlara selamlarımı söyle’ dedi. Allah rahmet eylesin nur içinde yatsın. Çok mübarek bir zattı. Elhamdülillah yıllar sonra dedikleri aynen zuhur etti. Dediği gibi kendisiyle değilse de başveziriyle görüşmek ve selamlarını söylemek nasib oldu.” MÜJDELİ VE KERAMETLİ RÜYALAR 1950’li yıllarda Üsküp’e de gönderilmeye başlanan Hür Adam ve Sebilürreşad gazetelerinden Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında kısaca malumat sahibi olan Câvid Saraçoğlu çok geçmeden Bediüzzaman Hazretleri’nin ve talebelerinin mahiyetini gösteren acîb bir rüya görür. Kendisi bu rüyasını şöyle anlatıyor: “Bir gece rüyamda, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Avrupa’ya seyahati başlamış diye hoparlörlerle ilanat yapıldığını görüyorum. Ben de evden o heves ve merakla acaba bu zat kimdir diye çıktım. O zaman Bediüzzaman Hazretleri’nin ismini, Türkiye’den üç seferdir bize gelen bir gazeteden edindiğimiz cüz’î malumat kadar biliyorum. Ben de koşa koşa geleceği söylenen yere vardım. Bir de baktım kocaman meydanlıkta iğne düşecek yer kalmamış; müdhiş bir kalabalık! Bediüzzaman Hazretleri’nin biri sağında diğeri solunda iki talebe var. Ama dünyada, benzerlerini görmediğim güzellikte, câlib-i dikkat ve yakışıklı insanlar. Bediüzzaman Hazretleri sarıklı, onlar takkeli. Başlarındaki takkeleri sanki cennet tâcı gibi; Mevlevîlerin külahına benziyor ama biraz daha kısa, fakat parlıyor. Biri sağdan, biri soldan Üstad Hazretleri’ne kollarını geçirmişler geliyorlar. Bir anons yapıldı. Diyor ki: ‘Dikkat edin şu Bediüzzaman’ın sağında ve solundaki zatlar cennet ehlindendir’ diyor. Yani dünya insanlarından değil. O kadar güzel ve yakışıklılar. Sultan Murat Camii yokuş yerdedir. Onun yanında hazırlanmış bir kürsü var. Üstad Hazretleri’ni hususi hazırlanmış o kürsüye getirdiler. ‘Bu asrın imamı şimdi sizlere iman hakikatlerinin ehemmiyet ve lüzumundan bir konuşma yapacak’ diye tekrar anons edildi. Benim önümde de benim yaşımda ve daha yaşlı insanlar var; kocaman iri yarı insanlar. Üstad eûzü Besmele ile konuşmaya başladı. Risale-i Nur’un sözlerinden, namazın ehemmiyetinden kısa zamanda çok şey anlattı. Sonra sağ ve solunda duran o iki kişiyi merak ettim ve önümdeki iri yarı adamlardan birine, bunlar kim diye sordum. Başını bana çevirdi ve; ‘Hiç böyle bir sual edilir mi, bu ne biçim sual? Sen bilmez misin ki onlar ikisi de ehl-i cennetten, sağdaki Şehit Hafız Ali Efendi, soldaki daha nûranî olanı Ahmed Husrev Efendi’dir. Yazık değil mi sana sen bunları bu asırda tanımıyorsun! Buna ne diyelim?’ deyip başını çevirdi ve daha bizimle konuşmadı. Utancımdan yüzüm kızardı. Halbuki o zamana kadar isimlerini bile işitmemiştim. Yalnız Bediüzzaman ve Risale-i Nur’u biliyordum. Baktım ki Üstad’ın konferansı biter bitmez Hâfız Ali Efendi ayrıldı. Sanki bir kuş gibi bir daha göremedik. Husrev Efendi Hazretleri Üstad’ın aynı koluna geçti. Yavaş yavaş aldı kolunu. Bediüzzaman Hazretleri yorgun. Onun istirahati için hazırlanmış bir barakaya götürdü. Husrev Efendi hep barakanın kapısında duruyor. Halkla münasebetleri var, onlara emirler veriyor. Bazı şeylere dair emrediyor, bir şeyler söylüyor. Ben 100 metre kadar uzaktan bakıyorum. ‘Acaba bu zatı şimdi yakından görmek nasip olacak mı?’ diye üzüntüyle bunu düşünürken baktım ki mübarek Husrev Efendi bana doğru elini kaldırdı ve parmağıyla gel diye işaret etti. Halka “yol açın” dedi. İğne düşmeyecek o kalabalıkta bir metre genişliğinde ta bulunduğumuz yere kadar yol açıldı. Ondan sonra tekrar parmağıyla işaret ederek, ‘sen sen’ dedi, ‘gel buraya!’ Ondan sonra yanına vardığım zaman, ‘Seni çağırmamın sebebi Üstad Hazretleri ile görüştürmek için’ dedi. Allahü ekber dedim; bir tuhaf oldum. ‘Defter kitab okur gibi içimi okumuş mübarek’ dedim. ‘İçeriye selamla girilir, bekliyor’ dedi. İçeriye girdiğim zaman mübarek Üstad kanepe üzerine oturmuş, sağ kolunu dayamış. Böyle normal oturuyor, bekliyor. Elini öpmek isteyince, ‘Yok otur şimdi, vakit dar’ dedi. Oturunca hoş beşten sonra birkaç şey sordu. Neler sorduğunu hatırlamıyorum. Daha sonra, On Yedinci Söz’deki meşhur Dört Hatve’yi tâne tane, kelime kelime, tekrarlaya tekrarlaya ders verdi ve bitirdi. Epeyce uzun sürdü. Bitirdikten sonra, ‘Şimdi bunlar kısaca Risale-i Nur’un bir nevi fezlekesi sayılabilir ve inşâallah anladın. Ama bunu tafsilli anlamak için zamana ihtiyaç var. Sabredeceksin, bu yolda devam edeceksin’ dedi. Bu sözlerin ardından uyandım. Allah Allah! Baktım bir şeyler anladık orada, çok hoşlandım. Çok nûraniyet hissettim. Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu veya yakındı. Zaten pek çok rüyaları hep sabaha karşı gördüm.” ÜSKÜP NUR TALEBELERİ’NDEN MERHUM CÂVİD SARAÇOĞLU Câvid Hoca Efendi Yugoslavya’daki rejimin sıkıntılı şartları altında, Hizmet-i Nûriye’yi canlı tutmak için Isparta’yla sıkı bir irtibat içinde olmuştur. Her biri birer ilim ve edebiyat mahsulü olan mantıkça gayet kuvvetli mektublar yazar, hizmetlerin geldiği durum hakkında Isparta’ya düzenli raporlar verirdi. Onlardan ikisini numune olarak takdim ediyoruz: “Aziz sıddık mücahid ve çok hayırhah kardeşlerimiz. باِسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ النُّجُومِ وَالْاَقْمَارِ اَللّٰهُمَّ اشْفِ اَمْرَاضَ اُسْتَاذِنَا وَجَم۪يعَ اُمَّةِ مُحَمَّدٌ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ Cümlesi şimdilik bize vird-i zeban oldu. 11 Ağustos 1966 Üsküp Evvelen: Bayram kardeşle göndermek lütfunda bulunduğunuz müteaddid ve muhtelif hedaya-yı mübarekeyi sonsuz bir memnuniyetle alıp sizlere kalbî ve derûnî teşekkürlerde ve hayır duada bulunduk ve ilelebed bulunacağız İnşâallah. Yalnız mübarek imamelerin (sarıkların) gönderilmesi şu ruy-u siyah kardeşinize ihsan ve lütuf babında bir nevi ifrat gibi bir haleti hatırlattı ise de Cenab-ı Üveys el-Karanî’nin benim gibi mücrimûn namına niyazda bulunduğu, “Yâ Rab! Ve ente’l-alîmü ve ene’l-câhil” cümle-i hikmetfeşânı gafil başımı eğdi ve günahkâr dilimi susturdu. Sâniyen: Başta Üstad-ı âlî câhımız (Husrev Efendi) (ra) olarak siz mübarek ve çok çalışkan kardeşlerimize sonsuz minnetdarlığımızı arz eder, ayrı ayrı dua ve niyazda bulunurken sizlere bu vesileyle hizmetimize müteallik bir kaç cümleyi yazmama müsaade-i âlîlerinizi rica ediyorum. Şöyle ki, Bayram kardeşimizin buradan hareketinden iki gün sonra Cuma gecesi on iki yeni kardeşlerimizle Risale-i Nur derslerine başladık. Üç aydan beri şiddetli bir kurak vardı. O gece ise çok mübarek bir rahmet yağdı ve her tarafın yüzü güldü. Ertesi gece ise, ‘Resul-ü Mücteba aleyhi efdalü’t-tehâyâ Efendimiz rüyamda Üsküp’e teşrif buyurdular. Ve zat-ı mübareklerini istikbal eden bir cemaatle beraber arkalarından çok mübarek bir odaya girdik. Ve kendilerine mahsus şiltelerine geçip oturdular. Fakire müteveccihen ellerini uzatıp dest-i nübüvvet penâhîlerini öpüp ve hepimizle ayrı ayrı hal hatır soruşturdular. Biraz sonra şu cürmü çok hakir, odadan çıkmak iktiza etti. Çıktım. Ve (geri dönüp) içeriye girince Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz Hazretleri yerinde Üstad-ı Sânîmiz (ikinci Üstad’ımız) Efendimiz (ra) aynı şiltede aynı libas ve aynı sarıkla oturmuşlar. Adeta kendileri simaca bittamam Resul-ü Ekrem Efendimiz gibi olmuşlar ve kemal-i huzur ve iştiyakla sohbetlerini bütün o cemaat dinliyorlardı. Rahmet-i ilâhiye mirsad-ı nevmden (uyku dürbünüyle) gösterdiği şu hâdiseden Cenâb-ı Mevlâ’ya sonsuz sena ve şükürde bulunduk.’ Ve rahmet-i ilâhiye’nin mir’at-ı a’zamı ve mümessil-i efhamı olan Üstad’ımız keremkârımız (ra) efendimize edilen ihsanat-ı sübhaniyeye ve inayat-ı ezeliyeye, (bazıları) fiilen itiraza kalkışıp irade ve meşiet-i ilahiyenin mecrasını değiştirip kendi şahsî ve indî irade ve ihtiyarlarına tabi kılmayı arzu edenlerin dehşetli ve çok vahşetli hata ve hareketleri bütün zerrat-ı vücudumla beni titretti. Acaba o bedbahtlar o yevm-i dehşetten hiç mi korkmuyorlar. Ve zerre kadar insaf ve şuurla düşünseler şimdiki hallerine acı acı vâveylâ etmeleri lazım gelir. Bu hususta yalandan hiç bir menfaati olmayan ve hile ve yalanı zehr-i katil bilenlerin bunca şüpheye mahal bırakmayan mânevî ve kuvvetli vakaların herbiri bir sened ve hüccet teşkil ediyorken bunlar sabah-ı haşirde uyanmayı mı bekliyorlar? Bu hüccet ve delillerin ehl-i insaf ve basirete sûr-u İsrafil kuvvetinde tatminkâr ve kanaatâver ve ikazkâr olduğu vâreste-i beyan ve izahtır. Hatta o talihsizlere hatt-ı Kur’ân ile olan hizmet-i kudsiyemizin ne derece suhuletli ve semeredar olduğunu işittirmek için dabbetü’l-arzın dehşetli sadasıyla mı haykırmak gerekiyor? Ve bu derece kalbsizlik mûcib-i mesûliyet ve ikâb olmaz mı? Kur’ân-ı Hakîm’deki, “اِنَّكَ لَا تَهْد۪ي مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ” âyetinin her zamandaki gibi muhatabı şimdi dahi Üstad-ı Sânîmiz olmuş radiyallahu anh... Sâlisen: Medreselerimizde hatt-ı envar-ı Kur’ân’ımızı doğrudan doğruya öğrenmekle ve hatt-ı lâdinîyi ona basamak ve yardımcı yapmamak ve bizdeki tecrübelerle daha hayırlı ve mânevî ve Kur’ânî bir berekete medar oluyor. Bilahare Bayram kardeşimiz de taraf-ı âlîlerinizden aynı kanaat ve hareketimize destek olan mübarek haberleri ulaştırdı. Cenab-ı Vâhibü’l-Atâyâ ücretinizi müzdad ve her müşkilinizde siz sevgili kardeşlerimize lütuf ve imdad eylesin, amin. Bi hürmeti Fahri’l-Mürselîn... Hizmet-i Nûriyemizdeki yardımcı bir kardeşimiz haftada bir gece sırf Kur’ân-ı Kerîm okutmayı tavsiye ediyor ve kendi o şekilde tatbik ediyor. Fakir ise, Üstad’ımız Efendimiz (radiyallahuanh) Hazretleri’nin, “Birinci Söz’den başlayıp bu şekilde devam; Kur’ân’ı Kerîm dahi o talebenin kolayca okumasına ve hulasa müstakillen Kur’ân okumak için anahtarlık vazifesini görüyor” sözleri ve mübarek tavsiyeleri el’ân kulağımda çınlıyor ve şu acizin niyeti ise o çok sevgili ve müşfik ve candan aziz Üstad’ın (ra) zerre mikdar dahi olsa vesâyâ ve emirlerinden hariç hareket etmemek ve adeta bir düstur-u hayat ve harekâtım olmuş. Elhamdülillah haza min fadli Rabbi... Hem Üstad-ı Mübarekimize mümkün olduğu zamanda, “Burada perde altındaki hizmet daha münasip ve semeradar bir vaziyet veriyor çünkü daire-i kudsiyenin tevassu’ meyli gittikçe inkişaf kayd ediyor” diye rey-i mübarekleri ne olduğunu sorup bildirseniz minnettar bırakırsınız. Doğrudan doğruya (açıktan) hizmet teşebbüsünün ahvâl-i muhitiyemizle kabil-i intibak olabileceğini tahmin etmiyoruz. Evvel ve ahir söz, daima Üstad’ımız (ra) Efendimizindir. Rabian: Başta Üstad-ı âlişanımız hazretlerinin dest-i saadet peymâlarından kemal-i hürmet ve sonsuz tazimat ve tekrimatımızla öpüp biz çok aciz ve günahkâr ve biçarelere dualarını sayebân etmelerini hüsnü teveccühlerini rica ve istirham edip milyarlar selamlar ederiz. Ve siz kahraman ve mücahid ve sıddık kardeşlerimizi dahi lâyetanahî selam ve hürmetlerimizle müştakâne kucaklayıp hizmet-i Kur’âniye ve imaniyede muvaffakiyetlerinizi dua ve niyaz eyleriz ve mübarek dualarınızı rica ediyoruz. El-Bâkî Hüve’l-Bâkî dualarınıza muhtaç kardeşleriniz... Yeni derse başlayan on bir yaşında bir kardeşimiz hepimizi hayret içerisinde bıraktı. İlk gece harfleri kendisine tarif ettik. İkinci gece Birinci Söz’ün ilk sayfasını müntehi bir talebe gibi okudu. Üçüncü gece ezber etti. Diğer kardeşlere sordum. Dediler, ‘Sair mekteblerde bütün muallimler ona bir harika nazarı ile bakıyorlar.’” *** Câvid Saraçoğlu başka bir mektubunda gayet müjdeli bir rüyasını şöyle anlatmıştır: “Benim gibi bütün sermayesi hata ve kabahat olan bir bîçare, ‘mübarek gönüller sultanını acaba ziyade mahzun etmiş olmayayım’ dediğim günün gecesinde yine bir vâkıada (rüyada), sizin mübarek avlu ve odanıza giriyorum. Güya İmam Ali (ra)’ın hanesi imiş gibi içeriye girdim. Ve fakir içeriye girince İmam Ali (ra) yataklarından doğrulup hayli rahatsız olduklarını fakat şimdi ise kâmilen şifayâb olduklarını ve ellerinin avuç içini hemen uzatıp ve fakir min gayr-i haddin uzunca öpüp karşılarında diz çöktüm oturdum. Ve dediler ki “Kılıç tutan şu elim inşâallah daha pek az bir zaman zarfında tam şifa bulmak üzeredir. Ve evet kardeşim, zındıka ve küffârın çok yakında haddini bihakkın bildirmek niyetimiz katiyet kesbetmiştir. Hem artık keder ve telaşınız mânâsızdır’ deyip ve siz mübarek Üstad-ı Sânimizden (ra) ayrıca gayet senâ ve gıbtalı bir eda ile bahsettiler. Ve şu âcize de nasihat âmiz sözler söylediler. Radiyallahu ankümâ yâ Üstazî!” *** SEN HOŞGELDİN CÂVİD KARDEŞİM, HOŞ GELDİN CÂVİD KARDEŞİM! Câvid Saraçoğlu, 1960’lı yıllarda Husrev Efendi ile bizzat görüşüp tanışmak için Yugoslavya’dan Türkiye’ye Isparta’ya gelir. Kendisini Husrev Efendi ile görüştürmesi için ricada bulunduğu güya Nurcu olarak bilinen bir esnaf, bazı art niyetlere sahip olduğu için üç gün boyunca kendisini oyalar ve devamlı Husrev Efendi aleyhinde ileri geri konuşarak onu kararından vazgeçirmeye çalışır. Fakat kararından asla vazgeçmeyen Câvid Efendi’yi en sonunda küçük bir çocukla Husrev Efendi’nin evine kerhen göndermek zorunda kalır. Bundan sonrasını hatıralarında kendisi şöyle anlatıyor: “Meğerki üç gündür bana sıkıntılar vererek gitmemem için beni oyaladıkları Husrev Efendi’nin evi, üç dakikalık mesafedeymiş. Bahçe kapısına geldik ve kapının tokmağını vurduk. Bir kardeş kapıyı açtı ve avluya girdik. Bir de baktım Husrev Efendi Hazretleri, evinin avluya bakan kapısının önüne çıkmış bekliyor. Ben daha selam bile vermemişken; ‘Sen hoş geldin Câvid kardeşim, hoş geldin Câvid kardeşim! Geçmiş olsun Câvid kardeşim, geçmiş olsun! Safa geldin buyur geç kardeşim. Kurtuldun artık; hiç müteessir olma kardeşim sıkıntın bitti’ dedi. Allah Allah! Ben o anda sanki sihirlendim! İçimden “Nereden bildi benim adımın Câvid olduğunu? Ben bu kapıdan içeriye ilk defa giriyorum! Bu nasıl olur?” diye şaşkınlık geçirdim. Kim anlattı acaba diyorum? Üç gündür yaşadığım sıkıntıları nerden bildi? Ama orada beni tanıyan kimse de yok. Allah Allah! Sonra içeriye girdik. Mübarek, sedirine oturdu. Ben de elini öpüp gösterdiği münasip bir yere oturdum. Husrev Efendi ile ilk tanışmamız işte bu şekilde oldu.” 1980’li yıllarda, şiddetlenen baskılar sebebiyle artık o dönem Yugoslavya’sında hizmet imkânı kalmayınca İstanbul’a göçen Câvid Saraçoğlu hizmetlerine burada devam etmiştir. Bilhassa Hayrat Vakfı Muhtasar Meâli’nin hazırlanması için kurulan heyette Arabca ve İslâmî ilimlere vukufiyeti sebebiyle çok değerli çalışmalar yapmış, mühim katkıları olmuştur. Allah kendisinden ebeden razı olsun. İşte böyle ilim, irfan ve nurlarla dolu bir ömür geçiren Câvid Saraçoğlu, geçtiğimiz 1 Ağustos 2103 tarihinde mübarek bir Ramazan gününde bu dâr-ı imtihan olan dünyaki nurlu hizmetlerini bitirdikten sonra Mevlâ-yı Kerim'ine kavuştu. Allah ganî ganî rahmet eylesin.

Hocam öncelikle kendinizden bahseder misiniz? Şahsımdan bahsederken, belirtmek isterim ki asıl ismim Muhammed Câvid’dir, fakat Üsküp’te hep Câvid olarak anılmışımdır. Ondan sonra, 9 Haziran 1935’te doğdum. Babamın mahallesi Hacı Şeyh meydanlığı vardı, Rufai Tekkesinin orası. Karşısında Hatuncuklar Camii var harabe olan… Onun yanında dedemden kalma eski ev vardı. Ondan sonra Bulgar Çastağı yani Yahya Paşa ile Emin Bey’in evinin ortasına taşınıyoruz. Orada 52 yaşına kadar kalıyorum. Ondan sonra malumunuz 1987 yılında Türkiye’ye hicret ettik. Aşağı yukarı 20 yıl oldu. Üsküp’teki günlerinizi, genel anlamda hayatınızın Üsküp faslını bize anlatabilir misiniz? Şimdi kendi hayatımla alakalı, özellikle çocukluk ve gençlik yıllarımı zihnimde çok fazla canlandıramayacağım. Ancak aklıma gelen önemli anları dağınık bir şekilde anlatmaya çalışacağım. Zira bizler ihtiyar yolcularız, bizden sistemli bir anlatım beklemeyiniz.(Gülüyor…) Benim Üsküp’teki ilk hocamı anlatarak o günlere giriş yapabiliriz. Yahya Paşa Camii karşısında eski evlerin ortasında bir mektep vardı, yani şimdi okul diyorsunuz buna. Beni bu mektebe dört buçuk yaşında götürdüler. Komşu kadını vardı, bizim Vehbiye abla… Onun üç oğlu vardı, hepsi de ölmüştü. Bu yüzden, oğulları öldüğü içün mübtela olmuştu kadın. Beni hep evladı gibi tasarruf ederdi. Benimle sürekli aşağı yukarı, doktora vs. ailemden fazla o koşardı. Allah rahmet eylesin. Bu komşu kadının eşi, bizim Matka dediğimiz köyde doğmuş Şeyh İsmail Efendi idi. Bu adam gençlikte çok efe bir adammış, çok kahramanmış, fekat bunu söyleyeyim mi bilmiyorum… O zamanlar Üsküp müftüsü aslen Vırtekiça’lı olan Aslan Efendi’dir. Bu adam İstanbul’da vaaz etmiş o dönemlerde. Hatta onun vaazları çok beğenilmiş. Sonra Üsküp’e geliyor müftü olarak. Müftü Aslan’da Üsküp’te efeliğiyle ün yapmış Şeyh İsmail’in namını duyduktan sonra kendisini yanına çağırıyor. Ondan sonra bizim Şeyh İsmail Efendi, Müftü Aslan Efendiye geliyor ve ne için çağırdığını soruyor. Müftü de cevaben “seni bir Müslüman’a düşen en önemli vazifelerden birini tatbik etmek için çağırdım, bu vazife yüz defa Hacca gitmenden daha makbuldür” diyor. Tabi bu mühim vazifenin ne olduğunu anladıktan sonra Şeyh İsmail hemen tatbikata geçiyor. O dönemlerde çete ve komitacıların halka müthiş zulmü söz konusu. Yani tarlalar sökülüp Müslümanların malları talan ediliyor, çocuklar açlıktan ölüyor. Tabi bunlardan haberdar olan Şeyh İsmail Müftü’nün fetvasıyla Müslümanlara karşı tasarlanan bu imha planına tedbiren o çete ve komite liderlerini tek tek ortadan kaldırıyor. Dile kolay tam 31 tane komita başını yok ediyor. Gerçekten de Müslümanlar müthiş bir zulümden kurtarılıyor bu vesileyle. Bu olayların tam olarak hangi yıllarda olduğunu bilmiyorum ama kendisi seksen yaşındayken yakınlarına bunu anlatıyor, tabi ben o zamanlar daha küçük yaşlardayım. Yani takriben 19. asrın ikinci yarısı. Peki, Sırplar fark etmiyor mu, aniden çete başlarının ortadan kaldırıldığını… Anlaşılıyor tabi. Bu yüzden Sırplar bunu hapse atıyorlar. 5 ay boyunca af buyurun tuvalette, hücre hapsinde kalıyor tek başına. Çok değişik işkencelere maruz kalıyor, Şeyh İsmail Efendi. Akıl almaz işkenceler, şimdi onları anlatmak bile istemiyorum. Yani muazzam bir mücadele var o dönemlerde. Osmanlı devleti artık kudretini kaybetmiş ama buna rağmen mücadele sürüyor. Bunları anlatmamdaki maksadım “Rumeli böyle bir yer” işte. Düşmanlar tek tür değil birkaç tür ve çok sinsi. Lakin bu şartlara rağmen, devletin ulaşamadığı o topraklara Allah-u Teala birçok mücahid nasip etmiş. Mesela hepimizin bildiği Ata Efendi*, o da aynı şartlarda Rumeli’ye gelebilmiş. Efendim sınırları nasıl geçmiş, o konuda malumat veremem, kendisi en iyi bilir bunları. Çünkü şartlar dolayısıyla, ortam dolayısıyla bazı hakikatler örtülüyor ya da örtülmek zorunda bırakılıyor. Sizin de hatırlayabileceğiniz sosyalizm devrinde Üsküp’te Müslümanların durumu ne idi? Bazı kesimler, bizim Müslüman kesiminden bahsediyorum, o devrin rahatlığından ve refahından söz ediyor. Gerçekten öyle bir durum söz konusu değil. Kendi değerlerinden ödün vermek istemeyen, kendi dinini, imanını muhafaza etmeye çalışan insanlar için bu dönemler çok ızdırab ve sıkıntı dolu idi. Yani rejim, sistemin gereği ne ise yerine getirmek için elinden geleni yaptı. Daima rejimin sloganı birlik, beraberlik oldu lakin kesinlikle bunlar Müslümanlar için sadece birer palavra idi. Çünkü Müslümanların bütün malları elinden alındı. Hangi birlik ve beraberlik. Müslümanların ağzında ki ekmek bile onların hedefi oldu. Sizin Kur’an-ı Kerim meali gibi bir çalışmanızın olduğunu da öğrendik… Doğrudur. Ben böyle bir çalışmanın âcizane mimarıyım. Kur'an-ı Kerim'den doğrudan doğruya nakil, yani mana nakli yaptım. On sene sürdü bu, burada heyet başkanlığı yaptım. Heyette fazlası genç arkadaşlar vardı. Doğrudan doğruya makalat-ı Kur'aniyye yani Kur'an'ın dilinin direk karşılığını mealen yazdım. Fakat çok ince bir iş, oldukça yorucu olduğunu söyleyebilirim.. Siz Fettah Efendi’nin yeğenisiniz, ayrıca yetiştirdiği son talebesisiniz… Talebesi fakat medrese dışı talebesi, çünkü ben o dönemi çok fazla hatırlamıyorum çok küçüktüm, medreseyi kapattılar zannedersem… 1943’te medreseler dönemi bitti, Meddah Medresesi tamamen kaldırıldı. Bundan sonra malumunuz herkes evde tedrisata devam ediyor. Rahmetli hocam haftada iki defa eve gelirdi, orada ders yapardık. Ara sıra babamın dükkânında müşteri yokken ders yapardık. Mağaza vardı, böyle eski usul… Hamam gibi, onun içinde ders için gerekli her şey vardı, masa, sandalye vesaire… Oraya girerdik, çırakları dışarıda bırakıp biz içerde devam ederdi. Biraz yorgunluk olurdu ama yine de ders yapardık. Allaha şükür bu ölümüne kadar böyle devam etti. Fettah Efendi Üsküp’e Osmanlı’dan miras kalan ilmiye geleneği adına önemli bir şahsiyet. Kıymeti yeterince biliniyor mu? Fettah Efendi çağdaşları ile hatta diğer hocalar ile kıyaslanması doğru olmayabilir. Ancak kendisi mühim hususlarda diğerlerini, yüz değil yüzlerce defa katlayabilir. En ağır imtihanı veren, en ağır baskı ve zorluklarla mücadele eden kimdir, Fettah Efendi’dir. O hem ilmi hem de siyasi anlamda kendi toplumuna önderlik yapacak seviyede bir zat idi. Mesela o dönemlerde radyo kullanmak çok tehlikeli idi. Fakat benim babam vesilesiyle Fettah Efendi haber dinlerdi. Çünkü babamda radyo merakı vardı ve kendisi kısmen Fettah Efendi’ye siyasi müşavirlik yapıyordu. Demek istediğim bu adam tüm imkânsızlıklara rağmen siyaseti takib etmeyi ihmal etmiyordu. Onun ve Ata Efendi’nin kim olduğunu düşman biliyor fakat bizim halk bilmiyor. Bunlar olmasaydı belki Makedonya’daki Müslümanlar Bulgar Müslümanları gibi asimile olabilirlerdi. Ama olmadı çünkü ciddi ve güçlü âlimleri buna müsaade etmeyecek faaliyetlerde bulundu. Bu faktörleri, bu etkenleri oranın halkı anlıyor mu bilmiyorum… Başta halkı anlamamız gerekiyor. Halk işte bildiğimiz gibi Cenab-ı Hakk’ın halk ettiği kullar. Ama her türlüsü mevcud. Yarım saf, az saf, tam saf gibi. Yani akl-ı selim insan bu gerçekleri görür, görmesi gerekir. Fettah Efendi ile yaşadığınız hatırat… Şu anda aklıma gelen bir hatıra var ama Fettah Efendi bizzat kendisi bunu bana söylemedi. Etraftan başka insanlar anlattı. Bir defa bütün dünya âlimlerinin en tanınmışı, en önemli âlimlerinden biri, hocalarının reisi, ismi şu anda aklımda değil, Üsküp’e ziyarete geliyor. Bu adam Londra’da ikamet edermiş. O derece güçlü bir âlim ki dünyanın hangi üniversitesine gitse ona muazzam bir saygı ve hürmet gösteriliyor. Bu adam bütün dünyayı geziyor, değişik ülkeleri ve şehirleri ziyaret ediyormuş. Sıra Üsküp’e geliyor, burayı da gezmek görmek istiyor. Üsküp’e gelince o Centralni Komitet’i(Merkez Komite) ziyaret ediyor. Burada Dr. Matkovski var. Fettah Efendi ise bu kurumun daha alt kademelerinde görevli. Fakat burası komünistlerin en fazla önemsedikleri kurumlardan biri. Buraya gelen bu meşhur adamı karşılamak konusunda biraz panikliyorlar. Sonra Müslüman olması hasebiyle Fettah Efendi’yi heyete dahil ediyorlar. Adam Fettah Efendi’nin odasına giriyor ve çıktığında sürekli Fettah Efendi’ye methiyeler sunuyor. Misafir Fettah Efendi’nin sahip olduğu ilmi derinliği anlamış olmalı ki şapka çıkartıyor. Fettah Efendi tabi Arapça biliyor, muhtemelen bu adamla Arapça anlaşmış. Misafir âlim ise İngilizce, Arapça, Farsça, Türkçe ve doğu dillerin çoğunu biliyor. Böyle donanımlı bir adamın Fettah Efendi’ye bu kadar saygı göstermesi bizim komünistleri şaşırtıyor tabi. Sonra hemen birbirlerine şaşkın şaşkın bakıyorlar. Bu Fettah Efendi’de ne var ki bu kadar saygıyı hak edecek… Dr. Matkovski oradaki komite üyelerine Fettah Efendi’yi işaret ederek, “siz bu adamın sahip olduğu ilmin çeyreğini bile hayal edemezsiniz” diyor. Tabi Fettah Efendi onlardan farklı, çünkü bu adamın beyni Allah’ın izniyle boş malumatlarla dolu değil. Onların sahip olduğu imkânlara sahip değildi merhum. Ama onlardan kat kat daha donanımlı idi. İster dini, ister içtimai, ister siyasi anlamda. Fakat böyle bir adam yedi yıl hapislerde çürütüldü. Dünya işte, Fettah Efendi gibi âlimler kurumlarda daha alt kademelerde yer alırken cahiller yüksek mevkilere getiriliyordu. Ama o da sona erdi artık. Fettah Efendi’nin unvanlarından biri de şairliktir. Şiire merakı ne zaman başlıyor? Bildiğim kadarıyla on beş yaşından başlıyor. Yani çok genç yaşlarda şiir ile haşır neşir oluyor. Lügat bilgisi, kelime hazinesi çok geniş. Bu yüzden şiirleri de kafiye ve anlam bakımından kalitelidir. Bir de onun enteresan bir özelliği de şiir yazarken anında bu şiiri tasarlamasıydı. Yani normal bilinenden öte kâğıt kalem alıp, oturup düşünüp, şiir yazmazdı. Mesela seninle burada otururken iki ya da üç şiir yazabilirdi. Bakarken, gülerken, konuşurken aniden herhangi bir mecliste olsa bile oradaki birine “yaz” derdi ve mısralar dökülürdü dudaklarından. Bu hayret verici bir şey. Allah’ın müstesna kullarına nasib olduğu vehbî bir özellik. Hapishane yıllarında yazmaya devam etti. Oradaki kâtibi Nikuştaklı Cemal Efendi idi, Allah rahmet eylesin. Zaten bu adamın vesilesiyle Fettah Efendi’ye hapishanede yaptıklarını kısmen öğrenebildik. Yoksa kendisi bu konuda asla ağzını açmazdı. Ama şiirleri hakikaten çok anlamlı ve orijinaldi… Cemila şiiri mesela… Bir dönem ancak bu kadar şiirleştirilerek anlatılabilir… Bu şiire biz Cemile diyoruz. Bu isimde bir sinema filmi vardı. O filmi beraber sinemada seyrettik. Hacı Nimetullah Efendi de vardı. Ama bu film onu çok müteessir kılmıştı. O zaman şimdi ki gibi teknolojik imkânlara sahip değildik. Müslümanlara neler yapılıyordu bilmiyorduk. Ancak böyle filmlerle, ya da gizlice şark ülkelerinden gelen gazetelerden takib edebiliyorduk. Fransızlar gerçekten çok zulüm uygulamış ora Müslümanlarına. Çok zor günlerdi o günler… Allah bir daha tekrar ettirmesin… Peki, bu şiirler ne zaman kitaplaşıp, doğru düzgün bir şekilde elimize ulaşacak? Bende şiirleri vardı ama maalesef alanlar vermedi. Şiirleri aslında İstanbul’da Hfz. Bekir Sadak Hoca ve Kemal Efendi’ye yani Muhammet Aruçi’nin babasına gitti. Bütün şiir defterleri hepsi onların eline geçti ondan sonra Sadak Hoca güya yayına verecekti ama olmadı. Bu otuz yıllık bir mesele haline dönüştü ama inşallah olacak… Sizin de şiir ile ilgilendiğinizi öğrendik… Doğrudur, bende on yedi yaşımdan beri âcizane şiirle uğraşıyorum. Fakat tabi gençlik yıllarında yazdığım şiirler ile sonra yazdığım şiirler farklı. Arada müthiş fark var. Şiir üstadımdan kalan bir alışkanlık olsa gerek. Demek ki şiir bizim gibi aciz kulların teselli mecrası… Ben Farsça da şiir yazıyordum fakat bugün hangi Acem’e, hangi İranlı’ya anlatayım derdimi şiirimle. Ne boşuna yazacağım… Ama evvelden, daha eskiden Osmanlı zamanında bu diller moda, yani Farsça yazmak, Arapça yazmak bunlar adeta moda… Çünkü milletler karışık. Kompleks yok, kavmiyetçilik yok… Aynı millet içinde revaç bulmuş, anlamasa da hüsn-i zanı var lisana… İştiyakı var onu tatmin etmek için… İşte böyle anlamadan da dinleyenler var. Mesela size bir mısra okuyayım ve bakın kulağa ne kadar hoş gelen bir kıt’a… Zen merde civan pîre, keman tîrine muhtaç Eczâ-yı cihân, biri birine muhtaç Yani kadın erkeğe, genç ihtiyara, ok ise yayına muhtaç, cihanın zerreleri, hepside biri birine muhtaç. Üsküp’e gelmeyi düşünüyor musunuz? Sıhhatime soracağım. O eğer müsaade verirse bakalım, bilmiyorum… Doktor pek müsaade etmiyor, inşallah bakalım bazı yeni ilaçlar deniyorum… Deneme faslı başladı belki Cenab-ı Hakk muvaffak eder. Ederse insanın doğduğu yer, yani o, en yıkık yerini de sever. Dile kolay Üsküp’le ayrılığım yirmi küsur yıl oldu… Bu vesileyle derginiz kanalıyla buradan, İstanbul’dan tüm Üsküplülere selam gönderiyorum… Teşekkürler.