
Mülakat: Ahmed AZAMMülakatı Yapan: Abdurrahman “Risale-i Nur'ları Neşredeceğim” İDSB Genel Sekreter Yardımcısı ve Malezya Temsilcisi Ahmed Azam Abdurrahman’ı, 1 Muharrem 1435 tarihinde ebedi aleme gönderdiğimiz şehit kardeşimiz Ahmed Ammar’ ın muhterem babasını, ziyaret edip kendisiyle bir mülakat gerçekleştirdik. Türkiye’den ricalen ve nisaen herkesin selam ve dua ve muhabbetlerini ilettiğimiz mülakatı siz kıymetli İrfan Mektebi okurlarıyla paylaşıyoruz. Azam Bey, ilk olarak Ahmed Ammar’ı hususen bilinmeyen taraflarıyla sorsak neler söylersiniz? Ahmed Ammar küçüklüğünden itibaren vefatına kadar anne ve bababasını hiç üzmedi. Bir gün olsun of dediği vaki olmadı. Daima bize itaatkar idi. Fıtraten suskun, durgun bir yapıya sahipti ama her ne iş olsa, o işi hakkını vererek yapardı. İlkokulda, lisede hatta üniversitede hep başarılı bir öğrenci idi. Daima ilk üçte idi oğlum. Küçük yaşta annesi onu tekvando kursuna gönderdiğinde çok kısa zamanda siyah kuşağa yükselmişti. İç disiplin sahibi, gayret dolu idi. Ahmed Ammar küçük iken babaannesi ve dedesi tarafından yetiştirildi. Dedesi camiye imamet yahut müezzinlik için gittiğinde torununu daima beraberinde götürürdü. Camiye tutkundu. Ahlaki bir çok değerleri küçük yaşta babaannesinden almıştı. Her gün hizmetler için sabah erken çıkar, gece geç saatlerde dönerdim. Bu sebeble ona çok büyük katkım olmadı. Büluğ çağına girdikten sonra bazı telkinlerde bulunmaya, ona ideal, ufuk vermeye gayret gösterdim. İşlerimizin nihayi hedefinin Allah ve Rasûlü’nün dinine hizmet etmek olduğunu sık sık hatırlattım. Benim katkım ancak bu şekilde oldu. Pekala, vefat haberini aldığınız vakit ve Türkiye’ye gittikten sonraki süreçte neler hissettiğinizi sorsak... İlk olarak şunu belirtmeliyim ki, bizim tek erkek evladımızdı Ahmed Ammar. İlk duyduğumuzda derinden üzüldük ama içimizde sakladık hüznü. O bize emanetti, rıza göstermeliydik Allah’ın takdirine. Bu yüzden Azlina Hanım’a sabrı tavsiye ettim ve "bugün güçlü olmalıyız" dedim. Allah’a hamdolsun bize dayanma gücü verdi. İstanbul’a vardığımızda Ahmet Semiz ve Ali Kurt Beyler, bizi karşıladı. Beraberlerinde büyük bir kalabalık vardı havaalanında. Onlar ağlayınca, ben de kendimi tutamadım. Sonra Zeytinburnu’na, hastaneye gittik. Ahmed Ammar’ı gösterdiler. Henüz yıkanmamıştı. Derin bir uykuya dalmış gibiydi. Huzur içinde uzanmıştı. Zor tebessüm eden Ammar, evladımı biliyorum, tebessüm ediyordu bize. Allah’a hamdettim o an. Hastanede bizle beraber çok farklı kesimden büyük bir kalabalık vardı. O vakit çok etkilendim ve oğlumun sadece bana ait olmadığını; belki ümmete ait olduğunu hissettim. Kendi kendime "Ahmed Ammar ne yapmış ki bu insanlara herkes böylesine üzgün gidişine?" diye sordum bir an. Defin yerinin belirlenmesi sırasında Ali kardeş "Nereye defnedilsin?" diye sordu. Bir an Fatih yahut Eyüp olsun dedim. Meğer bu iki yere defnetmek oldukça güç imiş. Fatih’e defninin mümkün olmadığını, Eyüp kabristanın da zor olduğunu ama gerekeni yapacaklarını söylediler. Nihayetinde Ahmed Ammar seçkin bir sahabe olan Eba Eyyub el Ensari’ye (r.a.) komşu oldu. Çok sevindim, Allah razı olsun. Eğer Malezya Elçiliği defin işlemlerini yürütseydi çok farklı, sıradan bir yerde olacaktı. Zeytinburnu’nda ve Eyüp kabristanında iki kez cenaze namazı kılındı. Hayrat Vakfı Başkanı Said Nuri Ertürk Hoca bizzat orda idi. Zeytinburnu’ndaki cenaze namazını O kıldırdı. Kabristanda yine değişik kesimlerden büyük bir kalabalık vardı. Ahmed Ammar hepsinin gönül teline dokunmuş da benim haberim yokmuş. Ömer Döngeloğlu isimli meşhur bir hoca güzel vaaz etti. Muharrem’in ilk günü Eba Eyyub el Ensari (r.a.) ile buluşmasının bir tesadüf olmayacağını söyledi. Allah razı olsun, duygu dolu bir konuşma idi gerçekten. Hüzün yerini iftihara bırakmıştı.Ahmed Ammar çok kısa bir zamanda gerçek mümin olmuş, bunu farkettim. Nereye gitsem aynı hissi yaşadım. O sessiz çocuk ne vermiş ki bunlara diye içimden geçirdim. Çok geçmeden anladım ki O ahlakı ile, lisan-ı haliyle konuşmuş ve öyle ders vermiş.Ahmed Ammar’ın vefatı Malezya’da nasıl yankı buldu? Vefat haberi Malezya’ya Türkiye’deki Malay talebeler vasıtasıyla ulaştı. İlkokuldan lise mektebine varana kadar arkadaşları, hocaları derinden etkilendiler. Hepsi onun gidişine üzüldü. Hatta Hindu bir arkadaşı onun için Yasin-i Şerif okunmasını istemiş. Çok ilginç değil mi? Çünkü hiçbir zorluk vermemişti onlara. Daima iyiliği dokunmuştu hepsine. Özellikle ye’de hurilerle alakalı gördüğü rüya çok büyük bir yankı uyandırdı. Gençlerin imanlarını yeniden gözden geçirmelerine sebebiyet verdi. İslam’ı ciddi yaşama noktasında onlara büyük bir şevk aşıladı hamdolsun. Ahmed Ammar'da Risale-i Nur'la tanışıklığından sonra ne gibi değişiklikler gözlemlediniz? O Hayrat Vakfı ile tanışmadan evvel de çok iyiydi ama tanıştıktan sonra, Risale-i Nur vasıtasıyla daha çok parladığını, nurlandığını ve sevildiğini gördüm. Risale-i Nur ona üç büyük katkıda bulundu. Birincisi ihlasın anlaşılması ve hayata tatbiki. Bu büyük bir inşadır. İyice ihlaslanmıştı. O yüzden hali ve kali kalplere tesir ediyordu. İkincisi işini özveriyle yapmak. Misalen ona şu bardağı yıka desem içindeki pasları giderinceye kadar yıkardı. Üçüncüsü ise hizmetkarlık. Herkesin her işine koşardı. ‘‘İnsanların en hayırlısı onlara faideli olandır.’’ hadisine tam bir misal idi. En son yaptığımız iki ay önceki kongrede Ammar da vardı. Programın başından sonuna kadar çalıştı. Diğer gençler kayıtsızdı. En önce gelen, en son giden kendisiydi. İçim elvermedi, öbürlerinin kayıtsızlığı, onun bu hali beni etkiledi. Hayıflandım, kızdım içimden. Meğer o hepimize o haliyle ders veriyormuş, şimdi daha iyi anlıyorum. Açıkçası Hayrât Vakfı bu konuda çok başarılı. Takdiri hak ediyor Evladınız üniversite imtihanında Malezya genelinde derece yapmış ve Avrupa’dan burs teklifleri almıştı. Onu Türkiye’ye göndermenizin altında yatan sebepler nelerdi? Ahmed Ammar liseye başladıktan sonra onu Türkiye’ye hazırlamaya başladım. Liseyi bitirdikten sonra Türkiye’ye gideceğini ve tarih okuyacağını sürekli söyledim. Bunun yanında Hayrât Vakfı’nın evlerinde kalacağını, Risale-i Nur külliyatından istifade etmesi gerektiğini belirttim. Sadece tarih okusa maneviyattan yoksun, kibirli bir entelektüel olmaktan öte gidemeyeceğinin altını çizdim. O da hamdolsun itaatkarlığıyla kabul etti ve Türkiye’ye odaklandı. Bu arada neden Türkiye, neden tarih? Bu suallerin altını doldurdum. Kendisine izah ettim. Kuşkusuz onu Türkiye’ye göndermeme sebep olan temel faktör İstanbul’un hilafetin merkezi olmasıdır. Malum Rum Sûresi ışığında Allah’ ın (sübhanehü ve teala) Rum’u yani İstanbul’u dünyaya hakim kılacağını tefsirlerden öğreniyoruz. Ahmed Ammar’a dedim ki İstanbul’a kim hakimse dünyaya hakim odur. Osmanlı Devleti bunu ispatlamıştır. Ona dünyanın süper gücü olacak devletin merkezinde yani İstanbul’da olmalı hatta gerekirse Eba Eyyub el Ensari (r.a.) gibi orda ölmelisin dedim. İkinci faktör, Fatih Sultan Mehmed’dir. Peygamberimiz’in (s.a.v) hadisine mazhar olmuş bir büyük değer. İstedim ki devletini süper güç haline getiren bu aziz komutanı, bu genç sultanı araştırsın ve onun gibi olsun. Bir diğer faktör, Mevlana Celaleddin Rumi’dir. Şefkat ve muhabbet kahramanıdır kendisi. Bütün insanlığı kucaklayan bu şahsiyeti bilsin arzu ettim. Hatta ney çaldığını duyunca çok sevindim. Hatıra olsun diye üflediği neyi Türkiye’den dönerken yanımda getirdim. Dördüncü etken, Recep Tayyip Erdoğan. Bence şu anda İslam dünyasının lideri konumunda. İslam bayrağını o taşıyor. Kendisine onun politikasını, devleti idare tarzını öğrenmelisin demiştim. Bir başka husus, İslam tarihi araştırmalarının yetersizliğidir. Kendi tarihimizi maalesef batılılardan okuyoruz. Osmanlı arşivleri araştırmacıları bekliyor. Batılılar bizim bu kaynaklara yönelmemizi istemiyor. Zira gerçekler o zaman gün yüzüne çıkacaktır. Bunu çok iyi biliyorlar. Bu sebeble Ahmed Ammar’a tarih okumalısın, Osmanlıca okuyup yazabilmelisin diye telkinde bulunmuştum. Çünkü doğru tarihi gerçeklere ancak Osmanlıca bilmek suretiyle ulaşabilirdi. Son olarak belirtmek istediğim faktör belki de en mühim faktörlerden biri de Bediüzzaman Said Nursi’dir. O Türk milletinin itikadını imansızlıktan kurtarmış ve onları selamete çıkarmış bir Fatih, gayet büyük bir şahsiyettir. O'nun eserlerinden muhakkak istifade etmesi gerektiğini söyledim kendisine. Vefatından iki hafta önce not defterine hedefini güncelleyip yazmış. Aynen size okumak isterim. Şu şekilde: ‘‘Türk milletinin, onların kurduğu devletlerin medeniyetlerini ve tarihi zenginliklerini araştıracağım ve bunun için tarihi ziyaretler yapacağım. Ben bir tarih seyyahı olmak istiyorum. Bununla beraber böylesine akademik çalışmalar yaparken manevi ve dini ilimlere temerküz etmek ihmal edilmemelidir. Ayrıca bunların yanında ruhun rahatı ve sükuneti ve Yaratıcı ile bağları ebedileştirmek, sağlamlaştırmak için gayret göstermeliyim. Bediüzzaman Said Nursi'nin yazmış olduğu Risale-i Nurlar bütün bunlar için çok güzel bir ilaç niteliğindedir. Eğer Risale-i Nurları tam anlamayı başarabilirsem onları araştırma için gideceğim bütün ülkelere neşredeceğim. Bu iki amacı gerçekleştirmek için benim rahat olmaya ve zaman harcamaya hiç vaktim yok. Bilakis ciddi bir şekilde günlük faaliyetleri aksatmadan, başarısızlığa uğramadan gayret göstermeliyim.’’ Risale-i Nurları çok kısa zamanda bir defa bitirmiş. Vefatından sonra öğrendim, hiç söylememişti bana. O gördüğüm kadarıyla istenilen her ne ise, o yönde mücadele vermiş. Benim gerekirse orada öl emrime bile itaatsizlik etmedi. Azam Bey, size göre Ahmed Ammar’ın bizlere hususen yeni nesle verdiği mesaj ne idi? Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki Buruc Suresinde hikaye edilen yüksek bir imana sahip o gencin haline benziyor Ahmed Ammar’ın hali. Nasıl ki o gencin vefatıyla binlerce insan imana geldi. Öyle de oğlumun ölümü de bir çok insanı uyandırdı, onların hidayetine vesile oldu. Şimdi birçok genç onun gibi olmak istiyor. Aileler onun gibi ahirete yatırım yapan gençler görmek istiyor. Bana öyle geliyor ki Ahmed Ammar’ın verdiği en büyük mesaj hayatımız ahiret için olmalıdır mesajı. O, dünyanın sıkıntı, elem ve çalışma, mücadele yeri ahiretin ise ebedi rahatın, saadetin ve galibiyetin yeri olduğunu ekti kalplere. Bizim camiadaki herkes büyük dersler aldı ondan. İyice bir sirkelendiler, kendilerine geldiler. Bana dahi ne dersler verdi. Ona yoruluyorum dediğim zaman bana ‘‘Baba burası yorulma yeri rahat orada’’ demişti geçenlerde. O ihlas, manevi cihat ve insanlığa hizmet cihetinde büyük bir örnek oldu. Gençlere verebileceği en güzel mesaj budur. Son olarak, İrfan Mektebi okurlarına neler söylemek istersiniz? Ümid ediyorum ki Ahmed Ammar’ın kıssası yeni nesle bir model olarak anlatılır. O sadece bana ait değil. Gidişiyle ümmetin oldu artık. İnanıyorum ki geride bıraktıkları yeni nesle motivasyon temin eder ve dünya hayatının gayesinin ahiret saadeti olduğu idrak edilir. Azam Bey verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyoruz. Allah şehidimize binlerle rahmet eylesin. Ahirette kendisiyle tekrar görüşebilmek nasip etsin. Amin. Vefatıyla Malezya'da Esma tesiri yapan Ahmed Ammar bizi ve herkesi kendine hayran bırakmakla beraber planlı çalışması, insanlarla muamelesi, geleceğe bakışı ve şumullü niyeti ile herkesin nazarında kısa zamanda rıza-ı İlahiye'ye mazhar oldugu kanaatini verdi. Şehadetine bu kadar insanları şahit bırakan kardeşimiz herkesin kendi vicdanında nefis muhasebesi yapıp daha bir şevkle hizmetine sahip çıkmasına vesile oldu. Bugünkü gençlere ve gelecek nesle yol gösteren bir yıldız ve bir mihenk taşı hükmünü almakla beraber, "bir kavmin efendisi ona hizmet edendir." emrini tekrar bizlere ihsas eti. Rahmeti İlahiye'den ümitvarız ki vefatıyla da en büyük hizmete vesile olan Ammar'a bedel binler Kur'ân hadimlerini bizlere ihsan edecektir. M.Sadık Özata Ahmed Ammar kardeşimizin vefat haberini aldığımda derinden müteessir oldum. Lakin anlatılan rüyalar, takdire şayan halleri ve cenaze merasimindeki atmosfer beni hayran bıraktı doğrusu. O Risale-i Nur'a intisabıyla birlikte kısa bir zamanda saff-ı evvel Nur talebesi ağabeylerimiz misüllü ihlas, sadakat ve azim göstermiş ve yine onlar gibi halis ve sadık bir Nur talebesi olarak güzel bir sonla hayatını mühürleyip rahmet-i Rahman'a dönmüştür. Allah cümlemize öylesine istikametli bir hayat ve o güzel hayata layık güzel bir son nasip etsin. Amin Abdulcelil Akar Ahmed Ammar ile tanışıklığımız Türkiye'deki ilk günlerine kadar uzanıyor. Her zaman fevkalade disiplin ve gayretiyle bizleri kendisine hayran bırakan Ammar, şehadetiyle de bizleri kendisine hayran etti. Kader bizi Malezya'da son kez buluşturduğunda, kendisiyle hedeflerine, hizmetlerine ve Risale-i Nurlara dair uzun bir mükalememiz olmuş ve nihayetinde elhamdülillah zihnen çok rahatladım demişti. Evet, sen hakiki rahata erdin Ammar, bizlerin ve binlerin yüzünü dünyadan ahirete çevirdin. Alem-i İslam'ı kuşatan, nice güzel ve azim hedeflerin bizimdir ve bize emanettir. Şehadetin bir çekirdeğin toprağa düşmesi gibi alem-i Islam'ın dört bir yanında birbirinden güzel çiçeklerin açmasına ve birbirinden fedakar kahramanların yetişmesine vesile olacak inşaallah. Şair Asım’ın Nesli demiş ama biz bundan sonra Ammar'ın Nesli de diyeceğiz. Doğduğu gün, öldüğü gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağı gün Ammar’a selam olsun! Mehmet Çakmak

"Mısır, Nil’in bir armağanıdır" böyle demiş ünlü Yunan tarihçi Herodot. 7.000 yıllık kadim bir tarihi olan ülkenin yerleşimi, Nil hattı boyunca güneyden kuzeye doğru sıralanmaktadır. Ülkenin en büyük ili Kahire’dir. Coğrafi konum olarak önemli bir yere sahip olan ülke, Afrika’nın kalbi olarak nitelendirilir. Bu sebepten ötürü, tarih boyunca; Antik Mısır, Roma, Tolunoğulları, İhşitler, Eyyübiler, Memlukler ve Osmanlılar gibi devletlere ev sahipliği yapmıştır. Hal böyle olunca ülke tarihi eser ve kültür bakımından oldukça zengindir. Ama maalesef şu anda tarihten kalma bazı camiiler günümüzde Ayasofya gibi müze olarak kullanılmaktadır. İşler halde olan camilerin durumu da hiç iç açıcı değildir. Kimisi metruk halde olup kimisi de nezih değildir. İmam-ı Şafii Gazze’de doğup Kahire’de vefat eyleyen büyük imam, İmam-ı Şafii, vasiyetinde talebeleriyle birlikte kendi camisinin içerisine defnolunmayı arzuladığından dolayı, kabri ders anlattığı caminin içerisindedir. Caminin içerisinde ve etrafında gezinirken, İmam-ı Şafii’nin huzurunda olduğunuzu her an hissedersiniz. Selahaddin-i Eyyubi Kalesi Bu muhteşem kale Kahire’nin neresinden bakılırsa bakılsın her yerden etrafa saçtığı o muhteşem ihtişamıyla ben buradayım diyor… Kale El Mukattam Dağı'nın yamaçlarında ilk olarak 1171 yılında Selahaddin-i Eyyubi tarafından yaptırılmıştır. Daha sonra sırasıyla; Memluk Sultanlığı ve Osmanlı Devleti kalede tadilat çalışmalarında bulunmuştur. Kalenin içerisinde 2 camii, saray evleri, Askeri müze, Mehmet Ali Paşa’nın zindanları ve muhteşem Kahire manzarası vardır. Sultan Nasır Muhamed Kalavun Camii Selahaddin-i Eyyubi kalesinin içerisinde bulunan camii Memluk Sultanı Kalavun tarafından yaptırılmıştır. 15. yüzyıl başlarında yapılan camii üstü açık olup iç revakları tutan sütunlara Mısır’da tesir bırakmış medeniyetleri simgeleyen semboller bulunmaktadır. Mehmet Ali Paşa Camii Camii Osmanlı’nın Kahire’de çakılmış bir nişanesidir. Camii ’de son dönem Osmanlı mimarisi olan Barok ve Rokokonun etkisi görülmektedir. Camii’nin inşasına Araplarda namı diyar Muhammed (Mehmet) Ali Paşa zamanında başlanılıp, açılışı Mısır Hidiv’i Abbas Halim Paşa zamanında olmuştur. Muhteşem konumuyla kendisini ziyarete gelenlere doyumsuz bir manzara sunmaktadır. Amr bin As Camii Mısır’ın Fatihi Amr Bin As’ın adına yapılan bu camii Afrika kıtasının ilk camisi olup aynı zamanda ilk minareli camidir. Konum itibariyle Fustat’ta (Yeni Kahire) bulunmaktadır. Cami’de aynı anda 10.000 kişi namaz kılıp ibadet edebilmektedir. Ayrıca camii bulunduğu konum itibariyle Kıpti kilisesine komşuluk etmektedir. Mescid-i Hüseyin 1154’te Fatımiler tarafından inşa edilip minareleri Osmanlı döneminde yaptırılan bu camide, bir rivayete göre Hz. Hüseyin’in başı bulunmaktadır. Mescidin yeri Han El Halil çarşısının yan tarafı ve Ezher Camisi'nin karşısıdır. Mescitte cuma günleri namazdan çıkan halk yanlarında getirdikleri azıkları camii cemaatiyle paylaştıktan sonra caminin içerisinde birçok tarikatın kurmuş olduğu halkalardan birine dâhil olarak zikir çekmeye başlar. Ezher-i Şerif Kahire deyince kim olursa olsun ilk akla gelen, tabi ki Ezher-i Şerif’tir. Camii, Fatımilerin 972’de yaptırdığı külliyenin bitişiğinde bulunmaktadır. Camiinin içerisinde Ezher uleması namaz aralarında muhadaralar (dersler) düzenlemektedir. Caminin içerisinde bir tarafta ders çalışan öğrencileri diğer tarafta ders anlatan muallimleri görünce kendinizi ilim yuvasında hissedersiniz. Han El Halil Çarşısı Bu çarşı ilk olarak Memlukler döneminde kervansaray olarak inşa ettirilmiş olup Osmanlı dönemine gelindiğinde ise bölgenin önemli ticaret merkezi haline gelmiştir. Tarz ve esnaf yapısı itibariyle İstanbul’daki Kapalıçarşı’yı andırmaktadır. Mehmet Akif Ersoy’un Mısır’da sürgün yıllarında iken uğradığı kıraathanede çarşının içerisinde bulunmaktadır.

Denizin 61 metre altında (Kehf: 61) “Denizde bir iz bırakarak yolunu tutmuş” tular, öyle bir yol ki; sanki bir ölü balık gibi 300 yıldır uyumakta olan bir milletin, bir ashabın, içinden geçtiği mağara gibi bir yol. Evet, orada iki denizin birleştiği yerde, ölü balık gibi 300 yıldır uyumakta olan ve babaları ki salih bir insan olan o millet, Mâlik’el Mülk’ün mülkünü koruması, yarattıklarına adalet ve denge getirmesi için, dünyanın doğduğu ve dünyanın battığı ve her ikisi arasında olan tüm kavimlerin, o salih babanın misyonu altında huzur ve sükûn bulduğu millettir Ey! Marmaray açılmıştı o gün, 29 Ekim, o gün ki; her yer kırık dökük, hani neredeyse dokunsan yıkılacak olan bir cidar (duvar) gibiydi ve etrafta kimsecikler de yoktu sanki. Ama yıkılmasına müsaade de yoktu, ayakta kalmalıydı o duvar. Sahi neden ayakta kalmalıydı ki? O duvar ki; zamanın sonuna doğru, değil sadece insanlık, tüm kâinata kasteden muasır Ye’cüc Me’cüclerin şerrinden korunmak için, kalan son kaleydi sanki âdemoğulları için. O duvar ki; yeryüzünü de aşarak gök ehlini dahi vecde getiren bir heyecanla, kâinata ümid ve sabrı telkin ederek, ümidvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içerisinde en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır diyordu. Eğer dünyanın hala vicdanı var idiyse, işte burası o olmalıydı “ve ümmin teberreket (bereketli ana)” olan yer olmalıydı, burası Anadolu olmalıydı Ey! Ve burada kalmanın ve yaşamanın bir bedeli vardı, hem etrafta sana yardımcı olacak kimsecikler de yoktu, zahiren yalnız ve sahipsizdin. Burası öyle bir duvardı ki, başka yerlere gitme teklifi gelse bile, hicazda dahi doğulsa kalkıp hizmet için gelinecek bir yerdi burası. Çünkü Seddi Zülkarneyn (a.s.)’dan kalan son kal’a duvarıydı Anadolu. Ve duvarın orada yaşayan o iki yetim kardeş, sanki biri Türkler olmuştu diğeri de Kürtler Ey! Her milletin saadeti kendindendi, ama bu iki yetim kardeşin saadetleri birbirlerine bağlanmış idi. Değil mi ki, asrımızın Ye’cüc Me’cüclerine karşı şimdi bir Seddi Zülkarneyn (a.s.) Risale-i Nurumuzdur, elbette bu seddin mimarı olan, gerçekten zamanın fevkinde, bediisinde olan, zamanının Zülkarnenyni biri olmalıydı, bir Bediüzzaman olmalıydı Ey! (ona olsun selam). Sahi, sizin babanız hem dünya hayatını, hem de ahiret hayatını sırf sizin imanınız selamette olsun diye feda eder miydi hiç? Cehennem dahi olsa yanmaya hazır olur muydu? Hiç Ey! Ey Bediüzzman! Sen ne büyük bir baba ve ne salih bir kulsun böyle. Çocuklarını öyle seviyorsun ki, birinin içinde zuhur edip büyütüp, sonra dönüp diğerine hizmetini tekemmül ettiriyorsun. Ve istiyorsun ki, bu iki kardeş o duvarı sakın ola terk etmesin, güçleri yetene kadar biraz sabretsinler. Ve Hızır (a.s.) misüllü o duvarı tahkim ediyorsun. Şimdi bizde sabrediyoruz Ey Bediüzzaman, hem etrafımıza hem birbirimize, inşaAllah bu sabır ve çözüm sürecini sonuna kadar götüreceğiz. Bağlatacağız şeytana karalar. Çünkü duvarın altında Risale-i Nur gibi bir hazinemiz var ve kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, göklerden gelen bir karar var Ey! O gün ki, hem dünyanın doğusundan Japonya’dan, hem dünyanın batısından Polonya’dan, hem de her ikisi arasından Somali’den gelenler vardı, sahi onlar ne için oradalardı ki? İki denizin birleştiği yerde, Yuşa Tepesinde Yuşa (a.s.) ‘ın ne işi vardı ki Ey!? O Yuşa ki, tüm olup biteni gören, şaşılacak derecede tutulan o yolu gören şahidlik edendi, şahidlik makamıydı onunki. İşte şimdi o makamda o misafirler vardı, şahid oluyorlardı ölü balığın dirilmesine Ey! Hani, denizde salih kimselerin sahibi olduğu o gemiyi Hızır (a.s.) kusurlu hale getirmişti de, Musa (a.s.) dayanamayıp itiraz etmişti, “şüphesiz ki sen çok kötü bir iş yaptın” diye. Akdeniz’de uluslararası sularda bir gemi kusurlu hale gelmişti; Mavi Marmara. O zaman da demişlerdi, “siz ne kötü bir iş yaptınız, bunun hesabını size muhakkak sorarlar” diye muhibbi İsrail. Lakin Hızır (a.s.) anlatınca hikmeti Musa (a.s.)’ya, “unuttuğumdan dolayı beni mazur gör” deyip özür dilemişti hani. Sonra da tarihinde ilk kez resmi özür dilemişti Mavi Marmara için İsrail hani. Gerçi 300 yıllık uykuya birde 9 ilave edilmişti, evet o gün 9 şehid ilave etmiştik o yolculuğa. İşte böyle ey kardeş! Mavi Marmara’dan Marmaray’a şaşılacak yol. Böylece 300 yıldır farkında olarak yahut olamayarak, Beni İsrail ile yapılan bu yolculuk inşaAllah son buluyordu, çünkü ölü gibi duran o balık mecmeal bahreynde hayat bulmuştu da, o misafirler buna şahid oluyorlardı sanki, o salih babanın yetim bırakılmış çocuklarının serpilmesine şahidlik ediyorlardı bir Yuşa misali. O gün soruyordu herkes; “Ya su basarsa burayı? Ya boğulursak?” diye, ama bilmiyorlardı ki, o şaşılacak yolun, Hüdai Yolu’nun keşşafı ve muhafızı olan Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri (ona selam olsun) yüzyıllar öncesinden sanki görüyormuşçasına bu günleri, diyordu “vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret eden ve arkamızdan bir Fatiha okuyan, emin olur suda boğulmaktan” diye. Selam olsun 16’lara, 16 fedakâr kardaşlara, Selam olsun geçerken önünden Kız Kulesi'ne selam edenlere, Selam olsun ölü balığı(nı) diriltenlere. … Birden babamın sesini duydum; “Oğulcuğum haydi kalk yavrum, sabah namazı…” Meğer hepsi bir rüya imiş, oysa ne güzeldi, keşke gerçek olsaydı. Namazdan sonra babam Kehf Suresi’nden 60-99 arasını okudu. Babama neden bu ayetleri okuduğunu sorduğumda bana, “Cuma günleri Kehf suresini okumak çok sevapmış, bir hadiste Ahir zamanda Kehf Suresi’ni çokça okuyunuz, çünkü Deccal’ın fitnesinden korurmuş” dedi. Ve “Oğlum bugün 29 Ekim, boğazda Üsküdar’dan karşıya, yerin 61 metre altında, Marmaray diye bir tünel açılacakmış, istersen bizde gidip bu büyük olaya şahidlik yapalım mı? Ne dersin?” diye sormaz mı?

Rabbimize nâmütenâhî hamd ü senâlar olsun ki, yıllardır beklemekte olduğumuz Bediüzzaman Hazretleri ile Hüsrev Efendi Üstadlarımız’ın tarihçe-i hayatlarını geçtiğimiz ay yayınlamak nasib oldu. “Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak” adını taşıyan bu kitab, Hayrât Vakfı Camiası’ndan geniş bir heyetin iştirâk ve himmetleriyle on yıla yakın bir malzeme toplama çalışması ve ardından iki senelik bir te’lif süreci neticesinde hazırlandı. Kitabın hazırlanmasında en büyük kaynak ve mihenk bizzat Risale-i Nur Külliyatı oldu. Hususan Üstad Bediüzzaman’ın hayatı ve mesleği ile Hüsrev Efendi’nin şahsiyet ve hizmetlerinin tanıtılmasında en büyük ağırlık Risale-i Nur’dan yapılan nakillere verildi. “Tarihçe-i Hayat Mecmuası” ile birlikte Abdurrahman Nursî’nin 1919 yılında İstanbul’da hazırlayıp neşrettiği “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” da kitabın mühim kaynaklarındandır. Bunun yanında Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur hakkında daha evvel neşredilen pek çok eserden de istifade edildi. Külliyatta yer alan esaslara uymak, onu desteklemek ve ters düşmemek kaydıyla şahid ve ravilerin nakillerine de ara ara yer verildi. Risale-i Nur’daki sarih ifadelere aykırı indî yorumlar ve teviller dikkate alınmadı. Bu kitapta efkâr-ı umumiye için büyük sürpriz olacak ve araştırmacıların nazar-ı dikkatlerini kendine çekecek olan belgeler bulunmaktadır. Daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış, bazı ezberleri bozacak ve pek çok yanlışlıkları tashih edecek mahiyette bulunan 250’den fazla orijinal vesika artık yayınlanmış durumda. Bilindiği üzere, Hazret-i Üstad her nerede olursa olsun yazdığı Risale ve Mektubları, daima Husrev Efendi'ye gönderir, o da bu müsveddeleri temize çekerek Üstadın işaret ettiği Mecmuaya dâhil eder, sonra çoğaltarak etrafa neşrederdi. Neşir hizmetinin merkezinde bulunması hasebiyle, risale, mektub ve resmî yazı gibi pek çok vesikalar kendisinde toplanmış bulunuyordu. Hüsrev Efendi’den Hayrât Vakfı’na intikal etmiş olan bu vesikalardan; Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin kendi mübarek el yazısı ile yazdığı mektubları büyük bir tarihî kıymeti hâiz bulunmaktadır. Yine Hazret-i Üstad Barla’da iken hüsn-ü hattı bulunan talebelerine yazdırıp gönderdiği ve Risale-i Nur hizmetinin temellerinin atıldığı ilk döneme ışık tutan bazı mektublar, ehli için paha biçilmez vesikalar hükmündedir. Hüsrev Efendi’nin 1960 sonrası hizmetlerinin ve sergüzeşt-i hayatının nakledilmesinde, hâlen hayatta olan yakın talebelerinin büyük katkıları olmuştur. Uzun bir zaman zarfında iki yüz seksenden fazla Nur Talebesi’yle yapılan mülakat kayıtları, yazılı kaynaklardan sonra bu dönemin en mühim kaynaklarındandır. Bir kısmı Hüsrev Efendi’nin en has ve en yakın hizmet arkadaşları mevkiinde bulunan bu talebeler, o dönemin canlı şahidleridir ve bizzat anlatılan hâdiselerin içinde yer alan kimselerdir. Bu nakillerin kitaba alınmasında da Risale-i Nur’daki esaslara ters düşmemeleri en mühim bir şart olarak dikkate alınmıştır. Yine 1960 sonrasında yazılan ve Risale-i Nur hizmeti açısından mühim hatıraları muhtevî bazı mektubları da tarihe ışık tutan birer vesika hükmünde yayınlamış oldu. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin 1877 yılında dünyaya gelişinden, Hüsrev Efendi’nin vefatına kadar ve onun ardından talebelerince Hayrat Vakfı çatısı altında günümüze kadar devam ettirilen Risale-i Nur Hizmeti’nin anlatıldığı kitab yaklaşık yüz kırk senelik bir zaman dilimini kapsamaktadır. Ahmed Hüsrev Efendi, Bediüzzaman Hazretleri ile beraber geçen otuz yıl boyunca, imana hizmet ve küfre karşı cihad-ı manevî hizmetinde dava arkadaşları olan Nur Talebeleri’yle birlikte rızâ-yı ilâhî yolunda büyük hizmetlere vesile olmuşlardır. Hüsrev Efendi, Üstadının tabiriyle “elmas bir kılınç gibi olan kalemi” ve “gayet şirin hattı”yla Risalelerin en muntazam, en mükemmel, en sıhhatli ve tevafuklu binler nüshalarını yazıp bir matbaa gibi çoğaltarak, Risale-i Nur’un Anadolu’da kökleşmesi hizmetinde en büyük hisse ve şerefe mazhar olmuştur. Ömrü boyunca Bediüzzaman Hazretleri’ni hapisler, zehirlemeler, sürgünler ve su-i kasdlerle engellemeye çalışan din düşmanları onun vefatından sonra Hüsrev Efendi’yi hedefe koyarak taarruza başlamışlardır. Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘’Benim yerimde ve Nurun şahs-ı mânevîsinin çok ehemmiyetli mümessili’’ dediği ve kendisinden sonra hizmetin başında bıraktığı, Risalelerde en çok ismi geçen ve hizmetleriyle en çok temayüz eden Hüsrev Efendi, bir plan dâhilinde yalnız bırakılmaya çalışılmış, birçok kişi de bilerek ya da bilmeyerek buna alet edilmiştir. Bütün bu oyunları daha evvel fark eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri defalarca şu minvalde ikazlarda bulunmuştur: “Gizli düşmanlarımız iki plânı takib ediyorlar: Biri, beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkid ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki; Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir…”1 Kitabın tamamında da görüleceği üzere, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile Hüsrev Efendi'nin hizmet hayatları tam bir uyum içinde olmuş ve birbirini tamamlamıştır. Hz. Üstad, Risale-i Nurları te’lif etmiş, Risale-i Nur’un başkâtibi olan Hüsrev Efendi el yazısıyla çoğaltarak bütün Türkiye’ye neşretmiştir. Bediüzzaman Hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’deki tevafuk hârikasını keşfetmiş, Hüsrev Efendi onu bizzat yazmak şerefine ermiştir. Hz. Üstad yapılacak hizmetleri göstermiş, Hüsrev Efendi hizmeti önce kendisi yapmış sonra da Üstad nâmına umum Nur Talebelerine tebliğ etmiştir. Hz. Üstad başka şehirlere sürgün olarak gitse de te’lif ettiği eserleri ve mektupları daima Husrev Efendiye göndermiş, Husrev Efendi de Üstadının tensibiyle külliyata dâhil etmiş ve her tarafa ulaştırmıştır. Hz. Üstad tarassut ve baskılarla engellenmek istenirken, Hüsrev Efendi onun namına talebeler arasındaki haberleşmeyi ve koordineyi sağlayarak Nur’un neşriyatını sevk ve idare etmiştir. Hazret-i Üstad hastalanmış, Hüsrev Efendi o hastalığı kendi üzerine almıştır. Karşılıklı muhabbet ve fedâkârlıkta hayatlarını birbirlerine fedâ etmek derecesine gelmişlerdir.2 Küfre karşı imana hizmet yolunda öyle büyük bir muhabbet, şevk ve gayretle ittifak etmişlerdir ki, âdeta “iki beden bir ruh” manasına mazhar olmuşlardır. Bu fevkalade ittifak ve tesanüdün ve ruhânî imtizacın pek çok belgesini bu kitabın sayfaları arasında bulacaksınız. İşte bu iki İslâm kahramanının fevkalade ittihad etmiş hayatları, hizmetleri ve karşılıklı hissiyatlarıdır ki, her iki zatın tarihçe-i hayatlarının bu kitapta birlikte ele alınmasını gerektirmiştir. Evet, Risale-i Nur’un hizmet tarihini Hüsrev Efendi olmadan anlamak mümkün olmadığı gibi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni de “Benim yerimde ve Nurun şahs-ı manevisinin çok ehemmiyetli bir mümessili” dediği Hüsrev Efendi olmadan gereği gibi tanımak mümkün değildir. Hazret-i Üstad’ın şu ifadeleri bunu çarpıcı bir şekilde gösteriyor: “Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimi ve ciddi istiyor. Ben de derim: Te’lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nuriye'de benim bu azaplı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.”3 Nur’un büyük erkânlarından Hulusi Bey’in, “Risale-i Nur’un kahraman bayraktarı”4 diye vasıflandırdığı Hüsrev Efendi, “Üstad Bediüzzaman’la iki beden bir ruh” derecesindeki manevî benzeyiş ve yakınlığı ve fevkalade dirâyet ve iktidarından dolayıdır ki, Hazret-i Üstad tarafından, kendisinden sonra yerine geçecek bir “Hayru’l-Halef” olarak tayin edilmiş ve Risale-i Nur Hizmeti onun inâyet altındaki idaresine emanet edilmiştir. Bu sebebledir ki Hazret-i Üstad’ın son devir talebelerinden Zübeyir Gündüzalp, Hüsrev Efendi’ye hitaben yazdığı mektubunda; “Nur Camiasının başında daha çok uzun seneler bulunmanızı, bu mukaddes hizmette ebediyen muvaffak ve payidar olmanızı niyaz ederim.”5 şeklinde hürmetkâr ifadelerde bulunmuş onun bu vazifesine işaret etmiştir. Risale-i Nur Hizmet Tarihi açısından pek büyük ehemmiyeti olan bu hakikatin de bir çok yazılı ve sözlü delilleri kitaba alınmış durumdadır. Yalnızca bir numunesi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözleridir: “Hüsrev gibi bir Nur kahramanından, benim yerimde ve Nur’un şahs-ı mânevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir.”6 Hazret-i Üstadın tarihçe-i hayatından yola çıkarak, aslında “Risale-i Nur’un hizmet tarihçesi”ni olabildiğince bir bütün olarak vermek hedeflenen bu kitapta, Risale-i Nur’un kahraman talebelerine ve onların tabakalarına ve evsaflarına, mühim hizmet merkezlerine, Risale-i Nur’a akseden ehemmiyet dereceleri nisbetinde yer vermeye çalışıldı. Ayrıca son devrin büyük iman müceddidi Bediüzzaman Hazretleri’nin, Kur’ân’a, imana ve sünnet-i seniyyeye hizmet etmek ve küfür, dalalet ve bid’alarla mücadele etmek üzere açtığı “Risale-i Nur meslek ve meşrebini” ve “Hizmet metodunu” yine Risale-i Nur Külliyatı’na akseden aslî şekli muhafaza edilerek verilmeye çalışıldı. Bu cihetle kitap, yalnız bu iki mübarek zatın tarihçe-i hayatlarından ibaret olmayıp Rabbimizin lütuf ve inayetiyle, Risale-i Nur’un hizmet tarihine, Nur Talebeleri’ne, Risale-i Nur’un mahiyet ve mesleğine ışık tutacak zengin bir muhtevaya kavuştuğunu ümid ediyoruz. Netice-i kelâm; uzun emekler ve geniş bir katılımla hazırlanan bu kitabın, âhirzamanın büyük hidayet serdârı Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin, davasının ve eserlerinin tanınmasına en güzel, en doğru ve Rıza-yı ilâhiyeye en muvafık bir vesile olmasını Allah’ın nihayetsiz rahmetinden ümid ediyoruz. Hem Üstad Bediüzzaman’ın hayatı boyunca en büyük sancakdârı, hayatından sonra da davasını devam ettiren hayru’l-halefi olan Ahmed Hüsrev Efendi’nin hakiki mahiyetinin bilinmesine ve Risale-i Nur’un ve Nur Hizmeti’nin aslî hüviyetini muhafaza ederek bu günlere ulaşmasındaki hayatî rolünün anlaşılmasına vesile olmasını yine Rabbimizin nihayetsiz kereminden niyaz ediyoruz. Kaynaklar: 1- Osmanlıca Şuâlar, s. 5462- Bkz. “Karşılıklı Fedakârâne Duygular” başlığı, c. 2, s. 8643- Emirdağ Lâhikası-1, s. 1394- Bkz. “Hulusi Bey’in Hüsrev Efendi’yi Takdirleri” başlığı, c. 2, s. 10975- Bkz. “Hüsrev Efendi’nin Vazifedarlığı Hakkında Nur Talebeleri’nin Beyanları” isimli başlık, c. 2, s. 11876- Osmanlıca Şuâlar, s. 533

Bütün mevcudâtta sebeb-i medih ve senâ olan kemâlât O’nundur. Öyleyse, hamd dahi O’na aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ O’na aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemal ve cemal ve medâr-ı hamd olan herşey O’nundur, O’na aittir. Efendimiz Muhammed’e (sav), O’nun mübarek nesline, ehl-i beytine ve ashâbına, ilminde olanlar sayısınca, mülkün devam ettikçe devam edecek olan bir salât ile salât ve selâm eyle. İnsanoğlu hayatı boyunca küçük büyük pek çok musibete dûçar olmakta, kendi güç ve çabasıyla bunlardan kurtulamamaktadır. Bununla beraber sayamayacağımız kadar istekleri var, ama bunların pek çoğunu elde edememektedir. İşte musibetlere karşı âciz oluşumuz, istek ve arzularımıza karşı da fakir oluşumuz, onları elde edemeyişimiz, ister istemez bizden daha güçlü, her şeyi yapabilen, merhametli bir zatı yani Allah’ı aramaya bizi sevk etmektedir. Allah’a yönelip duâ ederek onun Rahmet ve Kudretine yönelmek bizim fıtratımızın bir özelliğidir. İnsan ekmeğe, suya muhtaç olduğu kadar Allah’a yönelmeye, duâ etmeye de muhtaçtır. İnsan fıtratı böyle olduğu gibi, Kur’ân’ı Kerim’ de de, Allahu Teâla bizden, ona yönelmemizi, ona duâ etmemizi, Rahmet ve Keremi’yle bizim duâlarımıza icâbet edeceğini bildirmektedir. Bu konuda Cenâb-ı Hak bizi Kurân’ı Kerim’de şöyle teşvik etmektedir: “(Habîbim, yâ Muhammed!) Kullarım sana benden sorarsa şübhe yok ki ben (onlara) pek yakınım. Bana duâ ettiğinde duâ edenin duâsına cevap veririm.”1 “De ki: Duânız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?2 “Rabbinize yalvara yalvara ve için için duâ edin!”3 Kur’ân’ı Kerim’i en güzel şekilde tatbik eden ve bize en güzel numûne olan Peygamberimiz (sav)’in ise hem sözlerinde, hem de hayatının her safhasında duânın vazgeçilmez bir yeri vardır. Hayatının her safhası diyoruz, çünkü O (sav) eve girerken, evden çıkarken, bir işe başlarken, sabah olunca ve akşama erince, yemekten sonra, gece yatacağı zaman ve bunlar gibi günlük hayatının her anına duâyı yerleştirmiş, aynı zamanda bütün ibadetlerinde de duâyı esas tutmuştur. Meselâ, abdestte abdest duâları, namazlarda ayrı ayrı çok şumullü duâlar, hutbede, mescide girerken-çıkarken, mübarek gecelerde, cenaze duâları gibi ibadete taalluk eden her durumda da duâ etmekten bir an geri durmamıştır. Ayrıca insanların duâya çok muhtaç oldukları haller olan, sıkıntılar, borçluluk ve hastalık gibi durumlarda da bizi maddeten ve manen çok rahatlatacak duâları da öğretmiştir. Peygamberimiz (sav) bizi duâya şu sözlerle teşvik etmiştir: “Duâ ibâdettir.”4 “Duâ ibadetin özüdür.”5 “Allah hayat veren ve çok cömert olandır. Kendisine ellerini kaldıran kulunu hayal kırıklığına uğratıp (onun) elini boş geri çevirmez.”6 “Duâ, Allah’ın rahmetinin anahtarıdır.”7 “Allah katında duâdan daha kıymetli bir şey yoktur.”8 Bunlar gibi Nebevî daha birçok teşvikler mevcuttur. Aynı zamanda kalplerimizi, ruhlarımızı her türlü manevi kirlerden arındıracak ve onları Rabbimize karşı tertemiz hale getirecek duadır. İmanını tahkiki hale getirmiş bir mümin hiçbir şekilde duâdan mahrum kalamaz. Çünkü o kuvvetli iman onu her an Rabbine yönlendirecek ve asıl huzuru ona için için yalvarmakta bulacaktır. Duânın muayyen bir vakti yoktur. Cenab-ı Hak kendisinin anılmasından bahsederken, “Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve yatarken Allah’ı zikr ederler.”9 buyurarak her durumda kendisinin anılmasını istemiştir. Duâyı hayatının her safhasına yerleştiren bir ferd Rabbimizin “Siz beni anın ki Ben’de sizi anayım”10 âyetine mazhar olarak Rabbinin kendisini anmasını sağlar ki işte bu mümin için muazzam ve vazgeçilemez bir nimettir. Eğer şu fâni dünyada hâlâ günlük evrâd ve ezkârımız yoksa Rabbimizle hususi baş başa bir ânımız olmuyorsa o zaman kendimize bir çeki düzen vermeli, bu halimize tevbe-istiğfar ederek bu halden dönmeliyiz. Tarihteki Hak âşıklarına baktığımız zaman her birinin hayatında duânın çok büyük bir yerinin olduğunu, bundan dolayı da Rablerine karşı sarsılmaz bir bağlarının bulunduğunu, onların yapmış oldukları ve bir kısmı kendilerine ait olan münâcâtlarından çok net bir şekilde görmekteyiz. Bizim de âhirette onlara bir nebze olsun yanaşmak için çok mühim bir sermayemizin duâ olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Bizim duâ noktasında en önemli nazarımız ise duânın hem fiilî, hem kavlî olduğunu bilmektir. Yani duâ da öncelikle yapılacak bütün işlerin hakkıyla yapmakla beraber sözlü olarak istemektir. Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin yaptıkları duâlara dikkat edersek hep fiili olarak çalışmalarının içinde Allah’a yalvarmışlardır. Kaynaklar: 1- Bakara,1862- Furkan, 773- A’râf, 554- Tirmizi, Deavât,1,h.no:33725- Tirmizi, Deavât,1,h.no:33716- Tirmizi, Deavât,105, h.no:35567- Kenzu’l-Ummal, c.2, s.62, h.no:31168- Hâkim, Müstedrek, c.1, s.4909- Âli İmran,19110- Bakara,152

Malumdur ki, İslamiyet’e göre iki daire vardır. Birisi itikad dairesidir ki, her şeyi Cenab-ı Hakk’tan bilmektir. Yani Allah’ın icadatında ve terbiye ediciliğinde şeriki ve ortağı olmadığı gibi, icraatında ve işlerinde dahi ortağı olamaz. Âlemde hakiki tesir yalnız O’nundur; kâinatta hiçbir varlığın ve sebebin zerre kadar tesiri yoktur. Nasıl ki güneşe karşı tutulan bir ayna, kendi kabiliyetine göre güneşin suretini içine alır, ışığını karşıya yansıtır. Hiçbir zaman o ayna, karşıya yansıttığı ışığın zerresine bile sahip olamaz. Belki o ışığın asıl kaynağı ve sahibi güneştir. Aynen öyle de bütün sebebler vasıtasıyla bize gelen her şeyin asıl kaynağı ve hakiki sahibi Cenab-ı Hakk’tır. Sebebler ancak birer aynadır; onlar yaptıkları işlerin bir cüz’üne bile sahip olamazlar. İtikad dairesi ile esbab dairesini karıştırmamak icab eder. Kur’ânı Kerim’in emrettiği üzere, herşeyin asıl sahibi Allah olduğunu kabul ettiğimiz yerde, sebeblere hakiki tesir vermemek gerektiği gibi, sebebleri tamamen devre dışı bırakmak, onlara sebeblik vazifesini vermemek de hatadır; Kur’ân-ı Kerim’e muhalefettir. Aynı zamanda o sebeblere müracaat ederken, onlara müracaat ettiğimiz gibi, onları sebeb oldukları işlere sahib kabul etmek de şirk ve dalalettir. Öyleyse şirk ve dalalete düşmemek için, sebeblere müracaat etmekle beraber, neticeleri de Cenab-ı Hakk’tan bilmemiz gerekmektedir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu konuda Lemaât isimli eserinde özetle şöyle demektedir: İslam dininde Allah’tan başka yaratıcı olmadığını, sebeb veya vasıtaların yaratma konusunda hiçbir etkilerinin bulunmadığını kabul etmek temel bir esastır. Çünkü tevhid inancı bu bakış açısını verir. Yalnızca Allah’a teslim olmak gerçeği bunu gerektirir. Allah’a tevekkül bu dersi verir. Allah’a kulluktaki samimiyet bunu gerektirir. İslam dininde evliyalar, bir ışık kaynağından yararlanan birer ayna gibidir. Kendileri tabiatında bizzat ışığı olmayan fakat nurunu güneşten alan bir ayna olarak görür. Demek Allah’ın salih kulları ilahi nurların, feyizlerin ve tecellilerin yansıdığı birer aynadır.2 Aşağıda bir kısım tevessül çeşitleri ve bunların cevazına dair rivayetleri aktaracağız. 1-ESMÂ-İ HÜSNÂ İLE TEVESSÜL Bu tevessül çeşidi, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden birini veya bir kaçını vesile ederek bir şeyler istemek şeklindedir. Yâ Rab! Şâfi ismin hürmetine maddi- manevi hastalıklarıma şifa ver gibi. Bu çeşit tevessüle Kur’ân’ı Kerim bizi şöyle teşvik etmiştir: “Esmâü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) ise Allah’ındır! Öyleyse ona onlarla duâ edin.”3 Konuya dair hadis-i şeriflerden bir tanesi de şöyledir: Resûlullah (sav), bir adamın: “Yâ İlâhi! Senin, kendisinden başka ilah olmayan Allah olduğuna, bir olduğuna ve her şey her cihetle kendisine muhtaç olduğu halde kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Samed olduğuna, doğurmamış, doğurulmamış olduğuna, eşin ve benzerin olmadığına şehadet ederek senden istiyorum.” Diyerek duâ ettiğini işitince dedi ki: “Nefsimi kudret elinde tutan zâta yemin olsun ki bu adam, Allah’tan İsm-i A’zam ile istedi ki onunla duâ edildiğinde duâlar kabul edilir, onun hürmetine istenildiğinde istekler yerine getirilir.”4 2- SALİH ZÂT İLE TEVESSÜL Tevessül konusunda bir kısım insanların itiraz ettiği tevessül, zât ile yapılan tevessül olmakla birlikte bu çeşit tevessülün cevazı da yine hadislerle sabit olmuştur. Aşağıdaki iki hadis buna en güzel iki misaldir. Gözleri âmâ bir sahabi gelip, Ya Resûlallah duâ et şifa bulayım dedi. Resûlullah (sav): “İstersen duâ edeyim şifa bul, istersen sabr et sonu daha hayırlı olur” dedi. Sahabi: “Duâ et” deyince, Resûlullah (sav): “Güzelce bir abdest al, iki rekât namaz kıl ve şöyle duâ et.” Buyurdular: “Yâ İlâhî! Senin peygamberin, Rahmet Peygamberi Muhammed (sav) hürmetine senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed (sav)! Şu ihtiyacım konusunda ben Rabbime senin adınla yöneliyorum, Rabbim bu ihtiyacımı gider. Yâ İlâhî! O Peygamberini (sav) bana şefaatçi eyle.”5 Bu rivayete göre Peygamberimiz (sav)’in şahsıyla yapılan tevessülde de hiçbir problem yoktur. Diğer bir rivayet ise Hz. Ömer’in Hz. Abbas’ı vesile yapmasıdır. Burada akla gelen niçin direk Hz. Peygamber (sav) ile değil de amcası ile yapmıştır. Vefat edenlerle tevessül olmaz mı? Sualine ise aşağıda ki rivayetten sonra iki güzide âlimimizin yorumu eklenmiştir. “Hz. Ömer (ra) yağmur duâsına çıktığında, Hz. Abbas (ra)’ı vesile yaparak: ‘Yâ İlâhî! Bu Nebi (sav)’nin amcası, onunla sana yöneliyoruz.’ diyerek duâ etmiş, Allah yağmur göndermiştir.”6 Kevserî bu rivayeti şöyle değerlendirmiştir: Peygamberimizin amcası ile tarzındaki tevessül, Hz.Abbâs (ra)’ın Peygamber’e olan yakınlığı ve onun yanındaki konumuyla tevessül mânasına gelir. Böylelikle bu tevessül, aynı zamanda Peygamber (sav) ile tevessül demek olur. Şevkânî’nin değerlendirmesi ise şöyledir: Gerçekten Peygamber (sav) ile hayatta iken tevessül sabit olmuştur. Ayrıca vefatından sonra ondan başkasıyla da sahâbenin sükûtî icmâı ile tevessül sabit olmuştur. Çünkü sahâbeden hiçbiri, Hz. Ömer (ra)’in Hz.Abbas (ra) ile tevessülünü yadırgamamıştır. Tevessülün cevâzını yalnız Peygamber’e (sav) tahsis etmenin, şu iki sebepten dolayı bir mânası yoktur: Birincisi, söylediğim gibi sahâbe icmâı vardır. İkincisi ise, ilim ve fazilet sahibi bir zât ile tevessül, gerçekte onun salih amelleriyle ve üstün meziyyetleriyle tevessül demektir. Çünkü fazilet sahibi olan kişi, ancak amelleriyle faziletli olur. Bu durumda, “Allâhım, falan âlim ile ben sana tevessül ediyorum”, diyen kimse, onun sahip olduğu ilim (ve amel) ile tevessül etmiş olmaktadır.7 3- SÂLİH AMEL İLE TEVESSÜL Sâlih amelle tevessülün cevazı ise Peygamberimiz (sav)’in bahsettiği mağarada kalan üç arkadaşın hikâyesinden anlaşılmaktadır. Bu rivâyet şöyledir: Resulullah (sav) buyurdular ki: “Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. Geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını kapadı. Aralarında: Bizi bu kayadan, ancak salih amellerimiz şefaatçi kılarak Allah`a yapacağınız dualar kurtarabilir!” dediler. Bunun üzerine birincisi şöyle dedi: “Benim ihtiyar anne-babam vardı. Akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün bir kısım işlerim beni uzaklara sevketti. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hala uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü: “Ey Allah’ım! Bunu senin rızan için yaptıysam, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!” Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi. İkinci şahıs ise şöyle dedi: “Ey Allah’ım! Benim bir amcakızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan nefsinden murad almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nail olacağım sırada: “Allah`ın mührünü, gayr-ı meşru olarak bozman sana haramdır!” dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terk ettim. “Ey Allah’ım, eğer bunları senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar.” Kaya biraz daha açıldı. Ancak yine çıkabilecekleri kadar açılmadı. Üçüncü şahıs dedi ki: “Ey Allah’ım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi (az olan) ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kar ettirdim. Öyle ki malı çoğaldı. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve: “Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde!” dedi. Ben de: “Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve, köleler senindir. Git bunları al götür!” dedim. Adam: “Ey Abdullah, benimle alay etme!” dedi. Ben tekrar: “Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!” diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü. “Ey Allah’ım, eğer bunu senin rızan için yaptıysam, bizi şu halden kurtar!” dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler.”8 Bu rivayetten İslam âlimleri kişinin başına sıkıntı gelince samimi yaptığı amelleri vesile kılarak Allah’tan istenilebileceğini beyan etmişlerdir. 4- VEFAT EDENLERLE TEVESSÜL Tevessül bahsinde en çok konu edilen ve ihtilafa düşülen tevessül çeşitlerinden biri olmakla birlikte yukarıda Şevkânî’nin de ifâde ettiği gibi bu çeşit tevessülde caizdir. Aşağıda ki rivâyet ise buna delildir: Hz. Ali der ki: “Annem Fatıma binti Esed vefat ettiği zaman, Resulullah (sav), kendi gömleğini sırtından çıkarıp ona kefen olarak sardırdı. Cenaze namazını kıldırdı ve cenazesinin üzerine 70 tekbir aldı. Peygamberimiz Fatıma binti Esed’in kabrine indi. Genişletir gibi kabrin köşelerine işaret etti ve kabrin içine uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşarmıştı. Gözyaşları, kabre damladı.9 Peygamberimiz, Fatıma binti Esed’i hayırla yadettikten sonra şu duayı yaptı: “Ey Rabbim! Annem, Fatıma binti Esed’i afv ve mağfiret et! O’na hüccet ve delilini öğret. Girdiği yerini genişlet! Benden önceki peygamberlerinin hakkı için, duamı kabul buyur. Ey Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah!” diye dua etti.10 Bu duada da kendi duasının kabulü için Peygamberimiz (sav) önceki peygamberleri vesile yapmıştır. 5- CÂMİD VARLIKLARI VESİLE YAPMAK Tabiînden Zührî (ra) diyor ki: “Doğruluğundan şüphe duymadığım Ensardan bir kişi bana şöyle anlattı: -Resûlullah (sav) abdest aldığı zaman sahabeler hemen koşuşur; onun abdest suyunun arta kalanından ve sıçrayanlardan alarak yüzlerine ve bedenlerine sürerlerdi. Yine bir defasında Resûlullah (sav) abdest almıştı; sahabeler de onun abdest suyunu almak için koşuşturmuşlardı. Resûlullah (sav) onlara: -Niçin böyle yapıyorsunuz? diye sorunca sahabeler: -Bununla hayır ve bereket umuyoruz, demişlerdi. Resûlullah (sav) onların böyle yapmalarına kızmamıştı, ancak şöyle buyurdu: -Kim, Allah ve Resûlu’nün kendisini sevmesini istiyorsa doğru konuşsun, kendisine verilen emaneti korusun ve komşusuna eziyet vermesin.11 Başka bir rivâyette ise şöyle gelmektedir: Halid b. Velid (ra) Yermuk Savaşı’nda sarığını kaybetti. Askerlerine “Onu arayın” diye emretti. Aradılar bulamadılar. Aramaları için tekrar emredince bu sefer buldular. Baktılar ki eski bir sarık imiş. Bunun üzerine hazreti Halid (ra) şunları söyledi: “Rasûlullah (sav) saçını kesmişti. Ashab saçlarını aldılar, bende perçeminden bir-kaç kıl aldım, bu sarığın içine koydum. Bunu yanıma alarak girdiğim bütün savaşları kazandım.”12 Yukarıda ki meselelerden anlaşıldığı üzere tevessül İslamiyet’te yasaklanmamış, aksine hadisi şeriflerden de anlaşılacağı üzere teşvik edilmiştir. Tevessülde ki hassas nokta ise vesile kılınanı kesinlikle vesilelikten çıkarmamak, istediğimiz şeyi verecek zâtın Allah olduğuna kat’i inanmaktır. Kaynaklar: 1- Diyânet İslam Ansiklopedisi, Tevessül maddesi.2- Sözler, s. 3683- A’raf,1804- Tirmizî, Deavât, 64, h.no: 34755- Tirmizî, Deavât, 119, h.no: 3578; Ahmed, Müsned, c.4, s.1386- Hâkim, Müstedrek, c.3, s.3347- Zekeriya Güler, Vesile ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri, İlam Araştırma Dergisi, c. 2, sy.1, 19978- Buhâri, Edeb 5; Müslim, Zikir 1009- Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 10810- Taberani, Mu’cemu’l Kebir, c. 24, s. 351, h. no: 87111- Abdürrezzak, el-Musannef, c,11, s. 7, h. no: 1974812- Heysemî, c. 9, s. 582, h. no: 15882

Kelime-i Şehadete Dair اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ 1 Yani: Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm'dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm'dir; ihsanı, merhameti çoktur.2 Namaz Namazın ma‘nâsı, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ve ta‘zîm ve şükürdür.3 Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe'nindendir.4 Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için, dünyada ebedî kalacak gibi nazlanıyorsun.5 Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor?6 Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer’de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?7 A'mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.8 Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir.9 Nasıl bir hurma çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar merâtib bulunur. Öyle de: Namazın derecatında da daha fazla meratib bulunabilir.10 Namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.11 Oruç Beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün ilacı oruçtur.12 Zekât Zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır.13 Zekâtı vermeyenin herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.14 A'mal-i maliyenin kutbu, zekâttır.15 Beşerin hayat-ı ictimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilalatın menşe'i iki kelimedir: Birisi: "Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?" İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim.16 Beşer salah isterse, hayatını severse; zekâtı vaz' etmeli, ribayı kaldırmalı.17 Hacc Bir hacı ne kadar âmî de olsa, kat‘-ı merâtib etmiş bir veli gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîm’i ünvanıyla Rabbisine müteveccihtir. Bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir.18 İbadet İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı ilahîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i rububiyetin ve kudret-i samedaniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.19 İbadet, şükürdür. Şükür, mün'ime edilir; yani nimetleri veren zata şükretmek vâcibdir.20 Ey şikemperver nefsim! Acaba hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun.21 Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır?22 Gaye-i fıtratın, ubudiyettir.23 İbadetin çendan zahirî bir ağırlığı var; fakat manasında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki tarif edilmez.24 Akaidî ve îmânî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren ancak ibadettir.25 Kulluk Allah'a abd olana her şey musahhardır; olmayana her şey düşmandır.26 Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise: Yalnız bir asker gibi Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.27 Takva Takva, menhiyattan ve günahlardan ictinab etmek ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.28 Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Hem takva içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünkü bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var.29 Salih Amel Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmeyerek, hukukullahı bihakkın îfa etmekten ibarettir.30 Duâ Duâ bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semerat-ı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise o nevi duâ ve ibadetin vakitleridir.31 Ferşten arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duâdır.32 Duâ ise, esas-ı ubudiyettir.33 Duâ muhal, hem masiyet olmamalı.34 Kırık bir tahta parçası üzerindeki bir fakirin ve kalbi kırık bir masumun duâsının hürmetine, denizin fırtınasının, şiddet ve hiddeti sükûnet bulur.35 Makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur.36 İlahi! Bize ve neslimize nurunla hayat ver. Bizi ve nefsimizi nurunla yaşat ve o nurunla öldür. Ve bizi ve neslimizi bize ihsanın olan pür nurunla haşret. Lutfet. Kerem kıl. Hatalarımızı ve seyyiatımızı mağfiret eyle. Ve bizi başında Habib-i Zişan'ın (a.s.m) olan fırka-i naciye-i kamileye ilhak et.37 Yâ Rab! Şu Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve manevî rızkımıza bereket ihsan et!38 Yâ Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn.39 Yâ Rab! Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvanem, alîlem, âcizem, ihtiyarem. Bî-ihtiyarem, el'aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet ilahî!40 Kaynaklar: Şehadet ederim ki, Allah’dan başka hiçbir ilah yoktur. Müslim, Kitabu’s Salat, c.1 s. 302Sözler, s.6Sözler, s.24İşârâtu’l İ’câz, s.38Sözler, s.93Sözler, s.95Sözler, s.95İşârâtu’l İ’câz, s.36Sözler, s.9Sözler, s.97Sözler, s.9Mektûbât-2, s.287Mektûbât-1, s.118Mektûbât-1, s.118İşârâtu’l İ’câz, s.38Mektûbât-1, s.119Sözler, s.333Tılsımlar, s.30Sözler, s.24İşârâtu’l İ’câz, s.145Sözler, s.93Sözler, s.95Nurun İlk kapısı, s.30Sözler, s.6İşârâtu’l İ’câz, s.131Mesnevi Nuriye, s.113Sözler, s.14Kastamonu Lahikası, s.193Kastamonu Lahikası, s.193Mesnevi Nuriye, s.101Sözler, s.109Mesnevi Nuriye, s.96Sözler, s.108Sözler, s.377Mesnevi Nuriye, s.65Mektûbât-1, s.123Şuâlar-2, s.414Zülfikâr, s.252Sözler, s.14Mektûbât-1, s.17

Hz. Mevlânâ, 17 Aralık 1273’te 66 yaşında iken vefat etmiştir. Hz. Mevlânâ Gül Bahçesi denilen bugünkü türbenin bulunduğu yere gömülmüştür. Mevlevî tarihlerine geçmiş bir bilgiye göre; Mevlâna’nın babası Sultan-ül Ulema hayatta iken Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat ile burada yürürken, “Buraya gelince torunlarımın kokusunu duyuyorum” demişti. Bu söz üzerine Alâeddin Keykubat da bu bahçeyi Sultan-ül Ulema’ya hediye etmiştir. O zamanki geleneğe göre zenginler, devletin önde gelen kişileri mezarlık yerine kendi mülklerine gömülüyorlardı. Sultan-ül Ulema öldüğü zaman buraya gömülmüş, etrafı duvarlarla çevrilip türbesi de buraya yapılmıştı. Hz. Mevlânâ da öldüğü zaman babasının başucuna gömülmüştür. Üzerine de bir türbe yapılmaya başlanmıştır. Selçuklu Emiri Süleyman Pervane’nin karısı Gürcü Hatun, Emir Alemeddin Kayser ve Sultan Veled’in birlikte çalışması ile Mimar Tebrizli Bedreddin bu türbeyi 1274 tarihinde yapmıştır. Hz. Mevlânâ’nın türbesi 6.500 m2’lik bir alan içerisinde yer almaktadır. Aynı zamanda büyük bir külliye görünümündeki bu alana üç kapıdan girilmektedir. Daha önce batı yönündeki Dervişân Kapısı denilen kapıdan Mevlâna Türbesi’ne girilmekteydi. Yeni düzenlemeyle bu kapı artık çıkış kapısı olmuştur. Mevlevî dervişlerinin bu kapının karşısında da türbe kapısı bulunmaktadır. Avlunun ikinci kapısı güneyde olup, buna da Hâmuşan Kapısı ismi verilmiştir. Üçüncü kapı ise kuzeyde, dergâh şeyhine özel olan Çelebi Kapısı’dır. Hz. Mevlânâ’nın Türbesi, Selçuklu döneminde yapılmış diğer türbelerle karşılaştırılamayacak özelliklere sahiptir. Mevlânâ’nın ölümünden sonra yapılan ilk türbenin ne şekilde olduğu kesinlik kazanamamıştır. Kanuni Sultan Süleyman, kare planlı, kesme küfeki taşından bir mescidi bu yapı topluluğuna eklemiştir. Aynı dönemde yapılan semâhânenin Mimar Sinan’a ait olduğu iddia edilmektedir. Türbe kapısının ahşap iki kanadı Selçuklu üslubunda, geometrik ve rûmi motifleri ile süslenmiştir. Üzerine Sultan Veled’in “Ey talib, öğüdümü canla başla kabul et. Doğruların eşiğine baş koy” anlamında Farsça bir beyit kabartma olarak yazılmıştır. Türbe kapısından Tilavet Odası diye isimlendirilen, daha önce Bevvap (kapıcı) ve Dervişlerin Kur’an okuduğu, kubbeli küçük bir salona geçilmektedir. Buradan üzeri gümüş levhalarla kaplanmış ceviz ağacından, Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa’nın yaptırdığı gümüş bir kapı ile Huzur-u Pîr denilen türbe salonuna girilmektedir. Bu salon, üç kubbe ile örtülü olup, âşıklar girişi (dâhil-i uşşak) ismini almıştır. Bu salonun sağında ve karşısında iki kubbenin örttüğü ve mezar sandukalarının bulunduğu bir set ile karşısındaki iki kubbeli ikinci sete ve Mevlânâ’nın üzerindeki yeşil kubbeye Kıbab’ül-Aktab (kutupların kubbeleri) ismi verilmiştir. Salonun solunda semâhâne ve mescidi bir birinden ayıran kemerlerin altındaki sete de ikişer sıra halinde altı sanduka yerleştirilmiştir. Bu altı mezarın Mevlânâ ve babası ile birlikte Belh’ten Konya’ya göçen dervişlere ait olduğu söylenmektedir. İlk türbenin dört ayağa oturan güneydoğu ve batı yanları kapalı, kuzey yönü eyvanlı, üzeri piramidal örtülü Selçuklu kümbetlerine benzediği sanılmaktadır. 1396 yıllarına doğru dıştaki çini kaplı dilimli külah yapılmıştır. Sultan II. Bâyezid devrinde de türbenin doğu ve batı duvarları kaldırılarak buraya bazı ilaveler yapılmış, içerisi kalem işleri ile bezenmiştir. Bugünkü türbenin Anadolu’daki en yakın benzerleri Sivas’taki Şeyh Hasan Türbesi ile Akşehir’deki Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi’dir. Günümüzdeki türbe dört pâye üzerine oturmuş 25 m. yüksekliğindedir. Bu yüksekliği ile de XIII. yüzyılda yapılmış hiçbir türbe ile karşılaştırılamaz. Türbe gövdesi dıştan on altı dilimli silindir şeklindedir. Gövde taş bir kornişle sona erer. Bunun üzerine yine 16 dilimli konik bir külah yerleştirilmiştir. Türbenin dilimli külahının çinilerinin Alaeddin Ali Bey’in eseri olduğu sanılmaktadır. Gövde ve külah üzerindeki firuze renkteki çiniler zaman zaman yenilenmiştir. Bundan ötürü de bu kubbeye Yeşil Kubbe (Kubbe-i Hadra) ismi verilmiştir. Kubbe gövdesinin üst kornişinin altındaki lacivert şeride beyaz sülüs yazı ile Besmele ve Ayetü’l-Kürsî yazılmıştır. Külahın en üst noktasında altın kaplama bir alem bulunmaktadır. Türbenin içerisi içten kubbemsi piramidal şekildedir. Tepe noktasından sekiz köşeli bir yıldızın kolları etrafa dağılmaktadır. Yeşil kubbenin altında Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled’in mavi mermerden yapılmış sandukaları bulunmaktadır. Bu sandukaların üzerinde 1894 yılında Sultan II. Abdülhamid’in hediye ettiği deri üzerine siyah atlas kaplamalı büyük bir puşide örtülmüştür. Mevlânâ’nın ölümünden sonra mezarı üzerine yerleştirilen ilk sanduka ahşaptan olup, XVI.yüzyılda buradan kaldırılarak babası Sultan-ül Ulema’nın üzerine konulmuştur. Selçuklu devri ağaç işçiliğinin en güzel örneklerinden biri olan bu sanduka Selimoğlu Abdülvahid ve Hüsameddin Muhammed isimli iki ustaya aittir. Sanduka kündekâri ve oyma tekniğinde yapılmıştır. Sandukanın ön, arka ve yanlarında Ayetü’l-Kürsi, Mevlânâ’ya ait beyitler, Divân-ı Kebîr’den seçilmiş gazeller ile Mesnevî’den alınmış beyitler yazılıdır. Yeşil Kubbe’nin batısında ve Mevlânâ’nın başucunda eşi Kerra Hatun (1292), Mevlânâ’nın kızı Melike Hatun (1306), Mevlânâ’nın oğlu Muzaferüddin Emir Alim Çelebi (1277), Mevlânâ’nın torunu Celâle Hatun (1283), Kadı Tacettin’in kızı Melike Hatun (1330), Çelebi Hüsamettin (1284) ve bu dergâhta postnişinlik yapmış çelebiler ile onların ailelerine ait altmış beş sanduka bulunmaktadır. Mevlânâ’nın sandukasının üzerini örten stalâktitli kubbeye Post Kubbesi ismi verilmiştir. Mevlânâ’nın sandukasını Huzur’dan ayıran gümüş bir şebeke vardır. Gümüş Kafes adı verilen bu şebekeyi 1579 yılında Maraş Mîrimîrânı Mahmud Paşa 1579 yılında Kalemkâr İlyas isimli bir ustaya yaptırmıştır. Bu kafesin üzerindeki gümüş plakada Şair Mani’nin otuz iki beyitlik Türkçe bir şiiri yazılıdır. Sultan II. Selim aynı yere iki minareli bir cami eklemiştir. Sonraki yıllarda Hüsrev Paşa Türbesi (1527), Mehmed Bey Türbesi (1534), Hasan Paşa Türbesi (1573) ve Sinan Paşa Türbesi (1574) aynı yere yapılmıştır. Bu arada Mevlânâ Dergâhı da çeşitli ilavelerle genişletilmiş ve büyük bir külliye görünümünü almıştır. Osmanlı sultanlarının hemen hepsi de bu yapı topluluğuna yeni ilaveler yapmışlardır. “Tekke, zâviye ve türbelerin kapatılması” hakkında çıkartılan kanun gereği Mevlânâ Türbesi 1926 yılında müzeye çevrilmiş olup "Mevlânâ Müzesi" olarak da anılır.

Türkiye’nin önündeki engeller birer birer kalkmaktadır, lakin eğitim hala en büyük engeldir; gençlerimiz hatta çocuklarımızın başında Demokles’in kılıcı gibi durmaktadır. Haşmet Babaoğlu’nun dediği, “Birbirimizi aldatmayalım! Milli Eğitim hiçbir zaman iyi bir ‘öğretim’ kurumu değildi… Çünkü hedef hep halkın ‘eğitilmesi’; yani biçimlendirilip yönetilir hale getirilmesi olmuştur. Müfredat ‘bilen’ yetişkinlerden çok ‘itaatkâr yurttaş’lar yaratmaya göre kurgulanmıştır!” Eğitimin çok temel bir probleminden bahsetmeyeceğiz. Böyle bir problem olmasa dahi eğitimimiz yine kriz içindedir; bu krizin kendimize mahsus nedenleri olduğu gibi, bilgi çağının getirdiği dünya ölçeğinde yaşanan eğitim krizine de düşmüş durumdayız. Bilgi çağının getirdiği ve tüm dünyada yaşanan eğitim krizinden biz de ciddi şekilde etkilenmekteyiz. Biz de bu yazıda memleketimizi derinden etkileyen fakat çok kimsenin mesele dahi saymadığı veya farkında bile olmadığı bir mevzuyu ele alacağız. BİLGİLERİ HİKMET VE MARİFETE DÖNÜŞTÜRECEK PROGRAMLAR Memleketimizde bir eğitim çılgınlığı ve karmaşası sürmektedir. Bugün eğitime bu kadar harcama yapılmasına rağmen, eğitim çıktısı olarak yeni bir keşif yeni bir şey çoğunlukla ortaya konulamamaktadır. Mesela bütçesi milyar dolarlar olan ‘Google’ diye bilinen arama motorunu kuranlar birkaç tane üniversite talebesiydi; böyle özgün düşünen gençler yetiştirebildik mi? Maalesef Jack Kilby gibi mühendisler yetiştiremiyoruz. Jack Kilby Texas Instruments şirketine girdiğinde, herkesin tatilde olduğu bir zamanda entegre devreyi yani bugünkü minyatür elektronik cihaz çığırını açmayı başarmıştı. Misaller çoğaltılabilir. Bunun ana sebebi çocuklarımızı "Google" tarzı bir makina yapmaya yönelik eğitim vermekteyiz, yani onlara sadece bilgi transferi yapılmaktadır ve öyle yoğunlukta yapılmaktaki çocukların çoğunun merakı ve ilme karşı zevki söndürülmektedir. Yapılan genel sınavlarda (LYS-YGS/SBS) o kadar çok detay gençlerden soruluyor ki; çocuklar adeta sınavların altında ezilmekteler. Dershane yoluyla öğrendikleri çabucak cevabı bulma işlemi, çocuklarımıza ve gençlerimize hiç bir şey kazandırmamaktadır! Haşmet Babaoğlu eğitim sistemimizi bakın nasıl özetliyor: “Karlofça Antlaşması, Öklid teoremi, Türkiye'nin bitki örtüsü, yasama ve yürütme arasındaki farklar, aruz ölçüsü, noktalama işaretleri, duyularımız, etçil ve otçullar... Sanıyoruz ki, okulda bunları öğreniyoruz! Hayır! Bunlar işin ‘talim’ tarafıdır. Talim eder, belleriz ve bazıları zihnimize yerleşir, birçoğu çarçabuk uçar gider. Kalanların gerçek ‘bilgi’ye dönüşmeleri daha farklı bir süreçtir.” En can alıcı tespitlerinden biri ‘öğrenmiyoruz’ diğeri ise ‘farklı süreç’, işte bunun hayati önemi var; yani çocuklarımıza ve gençlerimize yönelik ilme olan meraklarını yeniden sağlayacak, onlara gelen bilgileri özümsetip hikmet ve marifete çevirecek programlar yapılması ve ilme olan meraklarını tahrik edecek atmosferler hazırlanması lazımdır. “BEN KENDİMİ İYİ BİR HOCA ZANNEDİYORDUM” Kuru bilgi problemini 20 yıl önce fark ettiğinde, “Eğitim algılarım kökten değişti” diyen Harvard Üniversitesi fizik profesörü Eric Mazur, şimdi dekan, gayet mükemmel bir hoca ve tanınmış bir araştırmacıdır. Optikte en büyük araştırma grubunu yönetmektedir. Optik çalışmalarının yanında, fen eğitimi, fenlerin en yaygın ve doğru algılanmasına, halka dahi yaygınlaştırma ve fen politikaları üzerinde de çalışmaları bulunmaktadır. Fen eğitiminde mefhuma/kavrama dayalı öğretme metodu geliştirmiştir ve metot yaygın olarak uluslararası sahada kullanılmaktadır. Memleketimizde bu metot hakkında tezler ve eğitim konferansları düzenlenmiş bulunmaktadır. Burada, bu hocanın “Zor tecrübelerle elde ettim.” dediği eğitime dair tespitlerini irdeleyeceğiz. “Ders vermeye dair itiraflarım!” dediği ‘Youtube’daki konuşmasından sunacağımız göz açıcı tespitleri var inşallah faydalı bir paylaşım olur. Konuşmanın reklamındaki özet şöyle: “Ben kendimi iyi bir hoca zannediyordum. Bir gün talebelerimin dersi öğrenme ve anlama yerine sadece ezberlediklerini fark ettim. Kimi suçlamalıydım? Talebeleri mi? Dersi mi? Size sıkıntının bu ikisi olmadığına dair ulaştığım acı sonucu açıklayacağım. Talebeyi başarısız kılan aslında benim öğretme tarzımdı. Size öğretme tarzımı nasıl değiştirdiğimi ve talebelerin performanslarının nasıl ciddi bir şekilde iyileştiğini göstereceğim.” mevzuyu hikâye tadında ‘Youtube’daki konferansından bizce ilginç olan alıntıları sunacağız. Hoca 1984 yılında Harvard’da vazife aldığında tıp talebelerine fizik dersi vermesi istenir. Bu dersi diğer hocalar vermek istemiyorlarmış zira dönem sonunda hoca ve ders için yapılan talebe değerlendirmelerinin istatistikleri tutulmaktaymış ve tıp talebeleri hocaları hakkında hoş olmayan sert değerlendirmelerde bulunuyorlarmış. Bu talebe değerlendirme işlemini hatırda tutalım, buna tekrar geleceğiz. Vazifeyi alır almaz şöyle düşünmüş: “Normalde yeni bir şeye başladığınızda bunu nasıl yaparım diye kendinize sorarsınız. Fakat bu benim aklımın ucundan bile geçmedi. İlk aklıma gelen neler anlatacağım ve hangi kitabı okutacağımdı. Dersin bütününü bu minvalde değerlendirdim; hangi yaklaşımla dersi anlatmalıyım demek yerine, kendim nasıl öğrenmiş isem aynı yolla yapmalıyım diye düşündüm. Zira biz kendi deneyimlerimizi karşımızdakilere yansıtmaz mıyız? Neticede biz de ders ortamında öğrenmiştik ve tabii olarak talebelerin de ders ortamında öğreneceklerini düşünmüştüm. Fakat şunu unutuyordum, bu talebelerin çoğu fizik kariyeri yapmayacaklardı, hatta dalı fizik olanlar dahi kalkıp fizik profesörü olmayacakları gerçeğini unutuyordum. Bu unutkanlıkla sınıf önünde ders vermeye başladım. Kısa zaman içinde gelen sinyaller, ‘Eric güzel iş çıkartıyorsun’ dedirten cinstendi.” “FİZİK ÇOK SIKICI FİZİK ÇOK BERBAT!” Profesör Mazur sınavlarında en ağır sualleri sormasına rağmen, talebe değerlendirmelerinden 5 üzerinden 4,6 gibi ortalama ‘puan’ alıyormuş (dikkat ediniz talebeler hocaya not veriyor). Yani talebeler hocayı mükemmel hoca kategorisinde notlandırıyorlarmış. Dediğine göre: “Talebelere öyle zor sorular soruyordum ki bazen sınav heyecanıyla o sualleri kendim cevaplayacağımdan emin değildim. Harvard’lı talebeler için sorun değildi, hepsini yapıyorlardı. Hulasa, bütün bunların nihayetinde benden hoşlanıyorlardı, talebenin önünde verdiğim dersi beğeniyorlardı ve en karmaşık sualleri yapabiliyorlardı. Dolayısıyla doğru yaptığımı düşünüyordum, fakat yanlış giden bazı şeyler olduğuna dair emareler de yok değildi. Bazı talebeler değerlendirme sonunda görüş belirttiklerinde: Bana yüksek puan vermelerine rağmen “Fizik çok sıkıcı!”, “Fizik berbat!” gibi şeyler yazıyorlardı. Bunlara bir türlü anlam veremiyordum. Dişçim bile fizikçi olduğumu öğrendiğinde, ‘Sen fizikçisin öyle mi? Biliyor musun, üniversitede fizikten A almama rağmen fizik hakkında tek bir şey bile bilmiyorum’, dedi. Bu yorumlar beni rahatsız ediyordu, anlam veremiyordum ama göz ardı ettim.” Hoca bir gün (1990) fizik eğitimi hakkında bir makale okur; 5000 talebe üzerinde yapılan araştırmaya göre talebeler hiçbir şey öğrenmiyorlardı! Kendi ifadesiyle: “Fizik makalesi okuyan talebelerin Newton kanunlarını mefhuma/kavrama dayalı anlayış kazanıp kazanmadıklarını ölçmeyi hedeflemişti. Şunu hatırlatayım: farklı dallarda uzmanların dinleyiciler arasında olduğunu tahmin ediyorum, ben fizikçi olduğum için verdiğim örnekler fiziktendir, fakat ben fizik dediğimde siz kendi dalınızı, kimya, biyoloji hatta sosyal bilimler (Risale-i Nur, Pirahmedoğlu) her ne ise fizik yerine koyabilirsiniz. Örneklerdeki fizik içeriğinin kendisinin bir önemi yok, dikkat edilmesi gereken şey öğrenme/kavramayı test etme tekniği olmalıdır.” Makale yazarları KMD (İngilizce FCI) kısaltmasıyla “Kuvvet Mefhum Dökümü” dedikleri testleri hazırlamışlar, bunlarla Newton “kanunları” nasıl anlaşılmış/kavranmış belirlemek istemişler. Talebelerin kavrama derecelerini ölçtükleri sorulardan bir misal: Ağır bir araçla hafif araç çarpıştığında hangisi daha fazla kuvvet uygular? a-) Ağır araç, b-) Her ikisi eşit, c-) Hafif araç, d-) Bu araçlar biri diğerine kuvvet uygulamazlar sadece birbirinin yoluna çıkmışlardır. Bu son şıkkı söyleyince, dinleyiciler güldüler. Hoca bir parantez açarak; gerçekten uygun test hazırlamanın çok zor olduğunu, yani doğru cevap hemen yazılabilirken, yanlış şıklar için böyle olmadığını açıkladı. Zira öğrenme zorluğunu, talebenin takıldıkları yeri ortaya çıkaracak şıklar hazırlamanın her zaman kolay olmadığını hatta hiçbir normal fizikçinin böyle bir yanlış cevap yazmayacağını belirtti. “BENİM TALEBELERİM BÖYLE OLAMAZ” Araştırmacılar yapılan KMD testi cevapların hangi sıklıkla işaretlendiğine dair tablolar oluşturmuşlar. Talebeler Newton’un üçüncü “kanunu” öğretilmesine rağmen ve sorulduğunda ‘Etki tepkiye eşittir.’ demelerine rağmen, çoğunluk ağır araç daha fazla kuvvet uygular demişler. Ayrıca azımsanmayacak sayıda d şıkkını işaretleyenler olmuş. Prof. Mazur’un ifadesiyle; “Ben Avrupa’da okudum, 4 yıllık lise tahsilimde gayet kuvvetli fizik arka planımız oluşmuştu, Newton kanunlarını gayet iyi anlamıştık. Ben makaleyi bu suale kadar okuyunca, pek anlam veremedim, bu sualler sadece lise fiziği seviyesinde, üniversite ile alakasız dedim. Üstelik Harvard’da idim ve talebelerim fizik olgunluk sınavından A alarak Harvard’a girebilmişlerdi. Makaleyi okumaya devam ettiğimde bir şey fark ettim: Hazırlanan sorularda teknik tabirler asgari tutularak, soruları herhangi birinin, avam dahi olsa doğru veya yanlış bir cevabı olacak şekilde tasarlamışlardı. Böylece dersin başında henüz bir şey öğretilmeden talebeler bu testi alabilirler, ders verildikten sonra tekrar bu testi bir daha vermek suretiyle ne kadar bir anlayış/kavrayış seviyesi kazandıkları müşahhas ölçülebilecekti.” Sınavlar Amerikan’ın güney batısında birçok üniversitede yapılarak 5000 talebe üzerinde araştırma yapılmıştı. Test neticelerini dört kategoride toplamışlar: 1- Eğitim madalyası olan hocaların dersini alanlar, 2- Küçük sınıf ölçeğinde ders alanlar, 3- Sınıfında deney-gösterisi yapan hocalardan ders olanlar, 4- Talebe değerlendirmesine göre en berbat, en kötü ve en sıkıcı seçilen hocalardan ders alan talebelerin sonuçları olmak üzere. Grupların test ortalamaları arasında ders başında verilenle ders sonunda verilen arasında hiçbir ciddi fark olmamış, madalyalı hocaların grubu ortalaması ile berbat hocaların grubu arasında hiçbir fark yokmuş, yani talebeler hiçbir şey öğrenmemişler ve daha ilginci mükemmel hoca ile kötü hoca arasında da bir fark oluşmamış. Sonuç hayret vericiydi; talebelerin önünde ne yapılırsa yapılsın öğrenmelerine hiçbir faydası yoktu. Prof. Mazur devamla, “Tepkimi tahmin edersiniz herhâlde: Benim talebelerim böyle olamaz! Ben haliyle Harvard’daydım, bunlar güney batıda bazı sıradan okullardı!” diye aklından geçirmiş. Kendi sınıfında böyle bir farkın imkânsız olacağını düşünür fakat emin olmak için bu testi kendi sınıfına da vermek ister. Prof. Mazur ilginç tespitlerine şöyle devam ediyor: “Fakat her halükarda ben bu KMD (Newton kanunları için hazırlamış) testleri vermeyi çok arzuluyordum. Talebelerime diğer bir ‘quiz’ (kısa-sınav) daha almaları gerektiğini söyledim. ‘Quiz’ dedim zira onları korkutmak istemiyordum, ‘Bu ‘quiz’ hiçbir şekilde finalin sonucunu etkilemeyecek, sadece benim öğretmedeki etkimi ölçmeye yarayacak.’ dedim. Tıp öğrencilerini siz de tanıyorsunuz, onlara final notunu etkilemez derseniz ‘quiz’in yanına bile yaklaşmazlar. Onları ‘quiz’e çekecek bir şeyler söylemeliydim. Dedim ki, ‘Bu ‘quiz’i almakla gelecek vize sınavına hazırlanmış olacaksınız.’ Sonra aklıma geldi ki bu KMD soruları o kadar kolaydı ki, vizede daha zor soracağımdan onlara kocaman bir yalan söylemiş olacaktım. Belki de talebeler bu kolay suallerden dolayı rencide olacaklardı! Maalesef benim bu endişelerim kısa zaman sonra boşa çıktı. Sualleri gören bir talebe, ‘Profesör Mazur, bu sualleri senin öğrettiğin gibi mi cevaplayalım, yoksa bu konularda genellikle düşündüğümüz gibi mi cevaplayalım?’ Şaşırmıştım, nasıl cevap vereceğimi bile bilemedim.” EĞİTİMDE ‘ODAK’ NERESİ? “Sonra göstereceğim verilere (data’ya) baktığımda, fildişi kulemden çok fena halde sürüklenerek düştüm. İşte bu benim hocalık kariyerimi ve eğitim üzerine algılarımı tamamen değiştirdi. Benim talebeler tarafından yüksek not almama ve sınıf içinde iyi performansıma rağmen talebeler hiçbir şey öğrenmiyorlardı! Bugün size bir mesaj vermek istiyorum detaylarını yarınki tebliğimde ilgilenenlere sunacağım. Bu açık bir mesaj gibi gözükür, fakat değildir. Özetle yapılması gereken: eğitimde odağımızı “öğretme (işin)” den, talebelere öğrenmelerinde yardım etmeğe kaydırmamız lazım. Bunu üç kısımda anlatacağım. Birincisi eğitimdir. Eğitim gerçekte nedir? Biz bunu bildiğimizi sanırız, tartışma esnasında muhatapların da bildiğini kabul ederiz. Ben bundan fazla emin değilim. Eğitim nasıl bir şey, insanları eğitmekle neyi başarmış oluyoruz? Eğitimin süreçleri nelerdir? Bu suallere karşı benim ne yaptığımı, zor yoldan edindiğim tecrübelerime dayanan akran eğitimi metodu (peer instruction)’ı anlatmak istiyorum.” “Bir parantez açacağım, eğitimde verilerin önemi çok büyüktür. Umumiyetle öğretim üyesi toplantılarında, aralarında Nobel mükâfatı alanlar da var; ne zaman sohbet fizikten ders vermeye/eğitime değişse, en tanınmış ilim adamları dahi, eğitim hususunda ilmi metot takip etmeyi tamamen terk ediyorlardı. Buna hayret etmişimdir, münakaşa eğitime gelince hemen anekdot’a başlıyorlardı: ‘Şu durumda şöyle yapmıştım…’ veya ‘Şunu yaparsam sınıf çok beğeniyor…’ gibi. Sanki hoşlanmak iyi eğitime eşdeğermiş gibi davranıyorlardı. Yakın zamanda duyduğum eski Carnegie Vakfı başkanının bir sözü var: ‘Anektod’ların birden fazla olması veri oluşturmaz!’. Evet, veri çok önemlidir. Kendi disiplinlerimizde kullandığımız ölçüleri, ilmi metotları, titizliği ve muğlak olmamayı eğitimde niye göstermiyoruz? Veri toplayarak kendi görüşümüzü gösterme yoluna neden gitmiyoruz da, kendi düşünce ve hislerimize göre eğitimi değerlendiriyoruz.” “Eğitim başlığına geri dönelim. Herhangi bir sınıfa ders esnasında giriniz, ne göreceğiz? Benim 90’larda verdiğim sınıfın resmi yandadır: önde ben talebelere ders anlatıyorum. Bunun adı ders, zan ediyorum bu model eski Yunanlıların amfi tiyatroyu bulmasından sonra kullanıla gelmektedir. Size soruyorum, resimde ne görüyorsunuz, burada gerçekleşen aktivite nedir? Öğretim ve öğrenme sözcüklerini istemiyorum, onlara geleceğim, sadece bu resmi nasıl tavsif edersiniz? (Dinleyici cevapları: söylemek, dinlemek ve oturmak oldu.) Söylemek ve dinlemek çok önemli, resmi tavsif edebilir; hocanın talebeler önünde tek yönlü bilgi transferi yapıyor diye tavsif ediyorum. Kendi kendimize soralım, eğitim sadece bilgi transferi midir? Elimdeki veriler böyle olmadığını gösteriyor, bilgi transferinden çok fazlası var! Biliyor musunuz daha ilk dersi verdiğimde ve sonraki 6 yıl içinde talebelerim bunu yüzüme çarpmışlardı da ben göz ardı etmişim çünkü verdikleri mesaj hoşuma gitmemişti.” ÖĞRENCİLER NİÇİN ROBOT GİBİ Bu uzun alıntı(lar)dan her okuyucu kendisi bundan birçok dersler çıkartabilir, çıkartmalıdır da. Şimdiye kadar Prof. Mazur’un söyledikleri ne anlama geliyor? Kısaca toparlarsak; en iyisi ve kötüsü fark etmeksizin üniversite eğitimi geleneksel ders verme usulüyle arzu edilen bilinç/şuuru artık gençlere kazandırmakta zorlanıyor zira talebeler bilhassa fenlerde suallerin cevaplarını ‘mekanik hareketle robot gibi’ en zor sualleri bile cevaplayabiliyor fakat ne yaptığının ne öğrendiğinin çoğunlukla farkında değiller. Bunu yapılan mukayeseli çalışmalarla görmüşler. Dolayısıyla dünyanın ileri devletleri üniversite eğitimini yeniden tasarlamaya çalışmaktalar, tedbirler almaktalar. Dünyanın yaşadığı bu kriz daha fecaatle bizim memleketimizde gençleri kasıp kavurmaktadır ve henüz düzeltme yolunda ciddi bir adım atılmış da değildir. Son ilan edilen rakamlara göre 17 milyar lira harcayarak gençlerimize ve çocuklarımıza bu ‘mekanik hareketleri’ talim etmelerini sistem gerektirmektedir ve talimin takibi de velilerimize yaptırılmaktadır. Bunun sonucu ne oluyor biliyor musunuz; tahtaya her yazılan şeyin mantık bağlantılarını kuramadıklarından ezberlemek zorunda his ettiklerinden fizik, kimya, matematiği sayfalarca ezber edecekleri şey haline dönüştürmekteler. Dolayısıyla talebeler bu dersleri oldukça sıkıcı bunaltıcı bulmaktalar (hâlbuki bu dersler zihinleri açıp uzak görüşlülük kazandırması lazımdı), işte böyle bir gençlik bütün potansiyelini heba etmiş para verip eğiterek robot haline getirmiş bulunuyoruz. Hatta bu ağır sınavda başarılı olmak için günde 300-500 soru çözen genç asosyal garip biri olmaktadır, içim burkularak numunelerini her sene gelen talebeler arasında istisnasız görmüşümdür. ÜNİVERSİTE İMTİHANLARI NEYİ ÖLÇER? Prof. Ahmed Yüksel Özemre hocanın 1990’larda Türkiye gazetesinde (Prof. Mazur gibi) probleme işaret edip uyarmış: “Bir başka sebep de üniversite seçme sınavlarıdır. Bu sınavlarda, özellikle fen dersleriyle ilgili sorularda, öğrenciye doğru cevabı bulmak için akıl yürütüp hesap yapacak kadar değil de, yalnızca doğru cevabı tahmin edecek kadar zaman süresi bırakılmaktadır. Bu ise, öğrencileri, hükümlerinin akıl yürütme sonucu, yâni akıllarının bir ürünü olarak değil de, hayallerinin ilham ettiği acul bir tahminin ürünü olarak davranmalarını temin edecek şekilde şartlandırmaktadır… İlk ve orta öğretimden amaç, çocuğu, içinde yaşadığı ortamla ve çevresi ile uyumlu kılacak yol-yordam, vokabüler (kelime hazinesi) ve davranış biçimleriyle donatmak olmalıdır; oysa çağdaş bilimin ve çağdaş hayatın gereğidir teranesine dayalı uzun senelerdir süregelen çarpık bir bakış açısı ve sinsi bir evrimle çocuklarımız bir sürü fuzulî bilginin yüklendiği hasarlı ‘bilgisiyar disketleri’ne dönüştürülmüşlerdir (İlimde Demokrasi Olmaz, Ahmed Y. Özemre).” “NE BİLİMİ ALLAH AŞKINA!..” Hocanın, “Sağlıklı akıl yürütmede beceriksiz; hüküm vermede acul, temkinsiz ve isabetsiz; sezgi yoksunu kütleler üreten…” diye özetlediği sorun daha da katlanarak bugün de devam etmektedir; Haşmet Babaoğlu’nun ifadesiyle, “Üniversite kapısına dayanan gençlerin beklentileriyle üniversitelerin hedefleri arasında uçurum var ve bu uçurumun kapanması için daha uzun yıllar geçmesi gerekecek. Bir kere... Ne bilimi Allah aşkına!.. İlk ve ortaöğretimi tümüyle resmi tarih ve demode fen bilgilerinin ezberiyle geçiren çocukların üniversiteye bilim için geleceğini mi sanıyorsunuz?” Daha da elimi: akıl yürütmekte zorlanan, fenleri formülleri ezberlediğinde başardığını düşünen neslin iş başına gelmeleri halinde memleketin geleceğini nasıl karartacağını düşünmek bile dehşet vericidir. Mesela böyle bir eğitimden geçen ‘ezberci’ mühendisin kritik bir tesisin ihale safhasında ve tesis yapıldıktan sonraki vereceği kararlar ne kadar vukufiyetle olur, düşünelim; ne yazık ki örneklerini bulmakta hiç zorlanmayacaksınız. Dikkat ederseniz mevzu çok boyutludur birçok şeyi atlamış olduk, mesela üniversitelerimizin ve üniversite hocalarının çoğunun seviyesi dünya standartlarının çok altında olduğu gerçeğinin gençlerin yetişme(me)sinde ki etkisinden bahis bile etmedik.

Güneşin doğması için yıldızların kaybolması mı gerekir? Evet, bir istisna dışında öyledir… Şi’ra-yı Yemaniye (Ak Yıldız) o kadar parlaktır ki güneş doğsa da ihtişamıyla göz kamaştırır… Bazen bir şehid, binlerce şahidin doğuşunu müjdeler… Bosna’nın, Mısır’ın, Suriye’nin şehidleri gibi… Unutmazsak Keşmir’in, Rohingya’nın, Moro’ nun şehidleri gibi… Malezyalı Ammar’ın şehadeti gibi… Bir ölüp bin dirilmek böyle bir şeydir… Evet, onlara “ölü” demeyiz biz, hem hayattadırlar hem de hayata, dirilişe, doğuşa vesiledir şehidler… Ölümlü dünyanın imtihanını kolaylaştırırlar şehidler… Onlarla ölemediysek de onlarla yaşarız hep… *** Kapağa taşıdığımız Şehid Ammar’ın babası, dostumuz, Ahmed Azam Abdurrahman’ın “Risale-i Nurları Neşredeceğim” ahdi, biricik oğlu Ammar’a ve davasına olan vefasının alameti. Bu ne güzel bir şehadettir… Bu ne güzel bir ders ve ibrettir kalanlara; kalıp da duranlara; durup da düşünenlere… *** Hicret, imanın bir son-ucu, cihadın ise ön-şartı... Ammar’ın İstanbul’a hicreti kendi cihad’ına hazırlanmak içindi; Ahiret’e hicreti ise başta ailesi olmak üzere geride kalanları cihad’a hazırlamaya vesile oluyor şimdi… Kısacık hayatında, öyle keyfiyetli hicretlere mazhar olmuş ki genç şehid, devasa bir şuura çekirdek olacak izler bırakıyor ardında… Mübarek olsun! *** Kardeşlerimizin kıymetini hayattayken bilmek ne büyük talih ve nimet… Şehid olunca, vefat edince zaten öğreniyoruz. İrfan Mektebi, Aralık sayısında bir şehidin hikâyesini kapağa taşıyarak bu dersi almamızı arzu ediyor; dirilmemizi, kenetlenmemizi ve yeni Ammarlar yetiştirmemizi… Şehadet dersine talebe olanlar için bulunmaz bir fırsat. Bu sayımızda emeği geçen tüm editör, yazar ve tasarımcı dostlarımıza teşekkür ediyoruz. Gelecek ay yepyeni bir İrfan Mektebi ile karşınızda olacağız. Allah’a emanet olunuz.

Yanlış fetvalara karşı korkusuzca mücadele etti Bedîüzzaman Hazretleri işgal yıllarının İstanbul’unda, Dâr’ül Hikmet’il İslâmiye’de demir gibi dayandı. Ecnebî tesîrâtı Dâr’ül Hikmet’i, kendine alet edemedi. Yanlış fetvâlara karşı, pervâsızca mücâdele etti. İslâmiyet’e muzır bir cereyân ortaya atıldığı vakit o cereyanı kırmak için İstanbul’da eser neşretti. İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakiyetli hizmetinden, Türk milletinin pek fazla istifâde ettiğini müşâhede eden Ankara hükûmeti, Bedîüzzaman Hazretlerinin kıymet ve ehemmiyetini takdîr ederek müteaddid defalar Ankara’ya davet ederler. Üstâd Hazretleri defalarca yapılan bu davetlere cevâben: “Ben tehlikeli yerde mücâhede etmek istiyorum. Siper arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyâde burayı daha tehlikeli görüyorum.” demiştir. Mescid-i Aksâ Hz. Âdem’den (as) beri yerinde hep bir mabed bulunduğu rivayet edilen Mescid-i Aksâ’nın ilk hâli Hz. Süleyman (as) tarafından inşa ettirilmiştir. Tarih boyunca çeşitli değişikliklere uğrayan mabed, İranlıların ve Romalıların şehri ele geçirme mücadeleleri sırasında büyük tahribata uğramıştır. Hz. Ömer’in (ra) 636 senesinde Kudüs’ü fethetmesinin ardından, Mescid-i Aksâ yeniden inşa edilmiştir. Emevi halifesi Velid bin Abdülmelik döneminde ise genişletilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman döneminde ise Mescid-i Aksâ’nın surları ve kapıları restore edilerek yenilenmiştir. Yine Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde de toplam 50 bin altın harcanarak Mescid-i Aksâ yenilenmiştir. Her canlıya şefkat Peygamber Efendimiz (asm) bir gün, Ensârdan bir zâtın bahçesine girdi. Orada duran bir deve Rasûlullah’ı (asm) görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Şefkat Peygamberi deveye yaklaştı ve gözyaşlarını sildi. Deve sakinleşmişti. Peygamber Efendimiz (asm) sordu: “Bu devenin sahibi kim?” Orada bulunan bir genç: “Devenin sahibi benim yâ Rasûlallah!” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm), o genci şöyle uyardı: “Allah’ın sana verdiği bu deve hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bak! Bana şikâyette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun.” 06 Aralık 1877 Fonoğrafla ses kaydı gerçekleştirildi Thomas Edison tarafından geliştirilen fonoğraf isimli aletle ilk ses kaydı yapıldı. Fonoğraf, ses titreşimlerini, döner bir silindire sarılmış bir kalay folyoya izler hâlinde kaydediyordu. Bu alette bir diyafram, iğne ve iğnenin üzerinde gezdiği kalay yaprağı kullanılmaktaydı. Kaydetme ve dinleme işleri için iki ayrı sistem vardı. İzleyen yıllarda fonoğraf geliştirilerek gramofon adını almıştır. Gramofonda ses kaydı ve dinlemek için plak kullanılmaktaydı. Plaklar, gomalaka ve mumlu maddelerle (son yıllarda plâstik maddelerle) yapılan bir disktir. İki yüzünde helezon şeklinde oyuklar vardır. Bu oyuklar, girintili çıkıntılıdır. Özel olarak yapılmış olan gramofon iğnesi, bu oyuklar arasında dolaşırken, meydana gelen titreşimler, plâğa alınan sesin tekrar duyulmasını sağlar. 15 Aralık 1574 Sultan 2'nci Selim Vefat Etti Kanunî Sultan Süleyman’ın oğlu olarak 1524’de İstanbul’da dünyaya geldi. Padişah olur olmaz ilk seferini Batı’ya yaptı. Ülke sınırlarını Orta Avrupa’ya kadar genişletti. Basra, Bağdad, Kıbrıs ve Tunus onun döneminde kayıtsız şartsız teslim olan şehirler arasındadır. Babası gibi ülkesinin denizlerdeki hâkimiyetini genişleterek, deniz egemenliğine önem verdi. Oruç Reis, Turgut Reis gibi kaptanlar onun zamanında yetişti. Sokullu Mehmed Paşa gibi çok güçlü bir vezire sahipti, devlet işlerinde en önemli yardımcısıydı. Silah kullanmasını iyi bilirdi, aynı zamanda usta bir okçuydu. Devrinin usta mimarı, Mimar Sinan’a Edirne’de Selimiye Camii'ni yaptırdı. Türbesi Ayasofya Camii’nin bahçesinde olup, Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. 25 Aralık 1144 Urfa’nın Fethi Urfa, 1'inci Haçlı seferi sırasında 1098 senesinde Avrupalı Hristiyanların eline geçmiştir. 50 seneye yakın işgal altında kalan Urfa, Zengi hanedanının kurucusu İmadeddin Zengi tarafından kuşatılmış ve uzun süren muhasaradan sonra 25 Aralık 1144'de fethedilmiştir. Bu zafer Haçlılara karşı Müslümanların ilk büyük başarısı olarak kabul edilir. İmadeddin Zengi'nin 1146 yılında vefat etmesini fırsat bilen II. Joselin, Urfa'yı yerel hristiyanlarla anlaşarak kısa süreliğine tekrar ele geçirdi. Urfa'nın düştüğünü duyan Halep Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi hızla hareket ederek şehri kısa zamanda geri almış ve Urfa Kontluğu'nun tekrar diriltilmesine fırsat vermemiştir.

Sadece şişedeki alkol zarar vermiyor. Yediğiniz ette, çikolatada, kahvede, kuruyemişte dahi alkol kullanılabilmektedir. Hem de etiketlere yazılmadan ve kimsenin haberi olmadan! Bu konuda medyada çıkan haberlerin özeti ise şöyledir; Doğum günü pastası almak isteyen baba, kızıyla beraber lüks bir pastaneye girdi. Pasta siparişinden sonra baba, kızı için kuru pasta ile çikolatalardan istedi. Garsonun ‘Olmaz efendim’ cevabını anlayamamıştı. Sonra ‘Çocuğunuz yiyecekse o çikolatalar alkollü’ sözlerini duyunca başından kaynar sular döküldü âdeta. “Nasıl olur, o zaman etiketinde neden yazmıyorsunuz?” sorusu ise bildik şekilde geçiştirildi: “Soran müşterilerimize izah ediyoruz efendim.” Aile, alışveriş yapamadan ayrıldı. Ankara’da yaşanan bu olay, alkollü ürünlerin pastane ve restoranlarda bilinçsiz ve etiketlere dahi yazılmadan nasıl üretilip satıldığını gösteren örneklerden sadece biri. HEM ÇABUK BOZULUYOR HEM PAHALI Kanyaklı yaş pasta, viskili çikolata, şarapla terbiye edilmiş tavuk, moka likörlü kahve... Belki hayatınız boyunca içkinin tadına bakmadınız; ya da bıraktıktan sonra ağzınızı bile sürmediniz. Ama gelin görün ki, saydığımız bu yiyeceklerden tatmış olmanız kuvvetle muhtemel. Pastanelerdeki çikolataların ve yaş pastaların; alışveriş merkezlerinde satılan kuruyemiş ve tavukların sosunda genelde içki kullanılıyor. Fakat çoğunlukla bu gıdaların üzerinde ‘alkol vardır’ ibaresi yazılmadığı için haberiniz olmadan bu alkollü gıdaları midenize indirmiş oluyorsunuz. İçerisinde likör kullanıldığı belirtilmeyen çikolatalar portakallı, vişneli, kahveli denilerek satılıyor. Fiyatlar ise normal çikolatalara oranla daha pahalı. Normal çikolatanın kilosu 20 TL’den satılırken, likörlü çikolataların fiyatı 45-120 TL arasında değişiyor. Tercihler ise genelde vişne likörlü çikolatalardan yana. Likörlü çikolatalar daha kısa sürede bozulduğu için sağlık riski de taşıyor. Normal çikolata 4-5 ay, likörlü olanlar en fazla 1 ay saklanabiliyor. Yaş pastalarda ise değişik tat vermesi amacıyla rakı ve kanyak kullanılıyor. ETLERE ALKOLLÜ TERBİYE! Alkol sadece çikolataların, pastaların, gazozların içinde yok. Biftek, kırmızı et, tavuk gibi gıdaların daha çabuk pişmesi ve yumuşak olması için alkolle terbiyesi yapılıyor. Fakat bu yapılırken çoğu zaman müşterilere bilgi verilmiyor. Ankara’daki meşhur kanatçılardan biri, et ve tavukların pişirilmesi sırasında da alkol kullanıldığını şu örnekle açıklıyor: “Etleri pişirirken genellikle şarap kullanılıyor. Kızartılırken çıkan ateş de bunun bir göstergesi.” Hasılı, denetimin sağlıklı yapılmaması yüzünden bu konuda tüketici hassasiyetinin devreye girmesi gerekiyor. Aldığınız ürünün içerisinde ne olduğunu soruşturmayı ihmal etmeyin! ALIŞVERİŞ YAPARKEN ŞUNLARA DİKKAT ETMELİYİZ! 1.Satın alacağınız ürünün içindeki maddeleri belirten etiketinin bulunduğundan emin olunuz. Etiketi olmayan ürünü satın almayınız. 2.Daima etikette yazan maddeleri tek tek kontrol ediniz. Sakıncalı madde bulunan gıda maddesini satın almayınız. 3.Helal kesim et ürünü sattığından kesin olarak emin olmadığınız market veya kasaptan et almayınız. 4.Fast-food lokantalarda çok dikkatli olunuz. En önemlisi kendinizi ve çocuklarınızı bu yerlerden uzak tutunuz. 5.En son açıklanmış helal-haram katkı maddeler listesini inceleyerek bilgi edininiz. 6.Özellikle şu ürünleri satın alırken dikkatli olunuz: Et ürünleri, peynirler, cipsler, kekler, pastalar, yemekler, margarinler, yoğurtlar, yağda kızartmalar, hazır çorbalar, kremalar, soslar, çikolatalar, şekerlemeler, dondurmalar. 7.Bilmediklerinizi sağlam bilgi kaynaklarına ulaşarak öğrenmeye çalışınız. 8.Takva üzere yaşamak istiyorsanız, emin olmadığınız gıda maddelerini satın almayınız. 9-Güven duyduğunuz bir helal sertifikalandırma kurumunun sertifikalı ürünlerini tercih ediniz. Alışveriş yapmaya gittiğiniz zaman, herhangi bir gıda maddesini satın almadan önce bu listeyi hatırlayınız.

Uluslararası Rabia Platformu ve platforma destek veren sivil toplum kuruluşları üyelerinin çağrısıyla Fatih Camii'nde toplanan mü'minler, Rabia ve Guta katliamlarında hayatını kaybedenler için teheccüd namazı kıldı ve kunut duası okudu. Türkiye genelinde yapılan yüzlerce hatm-i şerifin duasını Hayrat Vakfı Başkan Yardımcısı Ahmed Semiz Fatih Sultan Mehmed Han'ın türbesi yanında yaptı. Yapılan hatimler Mısır'da, Suriye'de, Arakan'da, Filistin'de, Doğu Türkistan'da ve bütün İslam Dünyasında zulümlere, katliamlara uğrayıp şehid olan mü'minlerin ruhlarına hediye edildi. Teheccüd namazı ve duaya İstanbul ve çevre illerden yoğun katılım oldu. Uluslararası Rabia Platformu Koordinatörü Cihangir İşbilir, yaptığı açıklamada, başta Rabia ve Nahda meydanlarında olmak üzere Mısır'ın her yerinde adalet, meşruiyet, hürriyet ve insan hakları için bir araya gelen ve darbeye karşı barışçıl gösteri yapan sivillere saldırıldığını hatırlatarak, yaşanan katliamları protesto eden ve duaya iştirak eden kardeşlerime teşekkür ediyorum" dedi.

Divan Derneği tarafından düzenlenen, ''Rabia Katliamı’nın 100. Gününde Mısır'' adlı panelde konuşan Fehmi, Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan) yönetiminin başarısının ABD ve Batılı ülkelerin bölgedeki projelerini tehdit ettiğini öne sürdü. "Dünyayı ele geçirmek için çalışan Siyonist proje ve buna karşı duran İslam projesi" olduğunu söyleyen Fehmi, "Siyonist projenin temel isteği, İsrail'in güvenliğini sağlamak, enerji kaynaklarını ele geçirmek ve bölgede Siyonistlerle uyumlu hükümetleri iş başına getirmektir. ABD’nin Irak işgali işte bu amaçları gerçekleştirmek için yapıldı. Mısır’daki İhvan yönetiminin başarısı, ABD’nin ve Batılı ülkelerin bu projelerini tehdit ediyordu. ABD ve Batı, Mısır’da İhvan'a karşı gerçekleştirilen darbeyi destekleyerek, Ortadoğu'daki demokrasi anlayışının değer değil de araç olduğunu ortaya koydu" şeklinde konuştu. - "Mursi bir yıl hiç maaş almadı" - Ordunun 3 Temmuz'da yönetime müdahalesi sonucu görevinden alınan Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin, görev süresince Batılı devletlerin beklentilerine cevap vermediğini savunan Fehmi, "Mursi, Batılı devletlerin kendisine çizdiği kırmızı çizgileri dinlemedi. Beyaz Saray'ı ziyaret etmedi. Halkının daha da rahat etmesi için tüm dünyayı gezdi. Ailelerin değil, kurumların güçlenmesi için çalışmalar yürüttü" diye konuştu. Mursi'nini, Mısır'da yerleşik olan derin devletle mücadele ettiğini vurgulayan Fehmi, "Mursi bir yıl hiç maaş almadı. Bölgesel barış için komşu ülkelerle diyaloğa geçti" ifadesini kullandı. Fehmi, Mursi'nin yerel kalkınmaya büyük önem verdiğini dile getirerek, "Mısır için büyük anlam anlam taşıyan Süveyş Kanalı'nın geliştirilmesi projesini başlatan Mursi, birçok alanda teknolojik yatırım yaptı" diye konuştu. -"Gazze, Mısır'dır"- Mursi'nin, İsrail'in Gazze'ye yönelik 2012 yılında düzenlediği saldırılara ilişkin eski ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'a "Gazze, Mısır'dır" diyerek tepki gösterdiğini aktaran Fehmi, "Muhammed Mursi'nin daima Gazze'nin yanında yer aldığını" söyledi. Fehmi konuşmasını "Batı'yı ve onların işbirlikçilerini rahatsız eden Mursi yönetimini devirmek için tüm yolları denediler. Bir yıl gibi uzun bir süre ekonomiyi daraltmaya ve diğer tüm dolaylı baskılara rağmen yıkamadıkları hükümeti, darbe ile devirmeye karar verdiler" ifadeleriyle tamamladı. - "Salih insanlar her zaman imtihana tabi tutulmuştur" - Panelde söz alan eski milletvekili Adil Raşid de Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın (İhvan), İslamın gerçek yüzünü topluma göstermek için 1928 yılından itibaren tüm zorluk ve sıkıntılara rağmen sabırla çalıştığını belirtti. "Ne zaman İslamın gerçek şeklini uygulamaya çalışan bir hareket ortaya çıkarsa tüm rejimler onu devirmek için mücadele eder" diyen Raşid, "Bu bağlamda İhvan hareketi, İslamın tümünü kapsayan anlayış ile İslama sarıldı. Gerçek İslamı istemeyen Batı, son çare olarak halkın oyları ile yönetime gelen İhvan'ı darbe ile devirerek yönetimden aldı" görüşünü savundu. Raşid, iyi ve kötü arasındaki mücadelenin Hz. Adem'den bu yana süregeldiğini hatırlatarak, "Salih insanlar her zaman imtihana tabi tutulmuştur. Hz İbrahim'i, putlara tapmadığı için idam ile cezalandırdılar. Günümüze kadar bir çok peygamber ve salih insan güvenliği bozmak veya suç işledikleri iddiası ile bir çok ağır cezaya mahkum oldu" şeklinde konuştu.

Botanik bahçesini andıran cami görenleri şaşırtıyor Adana'da minaresi ve kubbesi sarmaşıklarla kaplı olan 83 yıllık Yeşil Cami, bahçesindeki onlarca çeşit çiçekle botanik bahçesini andırıyor. Merkez Yüreğir İlçesi'ndeki Kışla Mahallesi'nde bulunan Yeşil Cami'nin üzerindeki sarmaşıkların yaklaşık 50 yıldır bulunduğu belirtilirken, mahallede oturanlar, bahçedeki çiçeklerin ve sarmaşıkların korunması için çaba sarf ediyor. Camide 17 yıldır imamlık yapan Yakup Övenç, sarmaşıkların özellikle yazın sıcaktan koruduğunu söyledi. Geçen yıl Adana'da düzenlenen en güzel cami yarışmasında da 2'inci olduklarını belirten Övenç, "Camimiz, yeşilliği ve güzelliği ile göz dolduruyor. Yeşilliği ve bahçesi sayesinde Adana'da bilinen bir cami olması bizi mutlu ediyor" dedi. Adana depreminde birçok minarenin zarar gördüğünü ancak sarmaşık kaplı olan minarelerinde çatlak dahi oluşmadığını belirten Övenç şöyle konuştu: "Camimiz, botanik bahçesini andırıyor, her yanı yemyeşil. Benim buraya tayinim çıktığı zaman sarmaşıklar, minarenin yarısına kadar gelmişti. Şimdi, caminin hiç açık yeri kalmadı, tamamı sarmaşıklarla kaplandı. Şimdi tam olarak Yeşil Cami olduk. 1998'de meydana gelen Adana depreminde birçok caminin minaresinde zarar oluştu, bazıları yıkıldı. Ancak bizim minaremizde çatlak dahi oluşmadı. Bilimsel olarak bilmesem de, minarenin zarar görmemesini sarmaşıklara bağladık." Dünyada iple yazılan ilk Kur'an-ı Kerim Suriyeli Mohammed Maher Hadri'nin, iplerle bezüzerine işlediği Kur'ân-ı Kerim görenleri şaşırtıyor. Siyah bez üzerine iplerle nakşedilen Kur'ân-ı Kerim'in işlenmesi, kontrol edilmesi ve ciltlenmesi tam 12 yıl sürmüş. Alanında ilk olma özelliği taşıyan Kur'ân-ı Kerim, Guinness rekorlar kitabına da girecek. Suriye'nin Halep şehrinde terzilik yaparken içinde Kur'ân-ı Kerim yazma isteği uyanan Hadri, 12 yıl süren Kur'ân yazma hikâyesini şöyle anlattı: ''Küçükken devamlı Kur'ân yazmak istiyordum. Terzilik mesleğini tam öğrendikten sonra Kur'ân-ı farklı, özel bir şekilde yazmak istedim. Eşimle hep istişare ederek planlar yaptım. İple, ilk olarak, 'veme tevfigi, ille billeh' yazdım. Çok güzel bir görüntü ortaya çıktı. Sonra Vakıa Suresi'nin tamamını yazdım. Gören herkes çok beğendi. Bundan sonra Kur'ân-ı Kerim'i yazmayı aklıma koydum. Bu konuda eşimden büyük destek gördüm.'' Hadri, çalışmaya 2000 yılında tasarım yaparak başladığını belirterek, ''12 cilt olarak tasarım yaptıktan sonra, bez üzerine iplikle Kur'ân-ı Kerim ayetlerini yazmaya başladım. Her bir ciltte 2,5 cüz oluşturdum. Boyu 80, eni 60 santimetre olan sayfaların üzerine Kur'ân-ı işleme işi 8 yılımı aldı. Sonra işlediğim bu sayfalar üç değerli hoca tarafından, 2 yılda defalarca kontrol edildi. Hocaların kontrolünden sonra 2 yıl da ciltlerin yapımı sürdü. Her bir cilt 15 kilogram geliyor. Harflerin işlenmesinde altın renkli, özel bir ip kullandık. 12 yılın sonunda çok arzu ettiğim esere kavuştum." açıklamasını yaptı.

Uluslararası Rabia Platformu ve birçok sivil toplum kuruluşu Rabia katliamının 100'üncü Günü dolayısıyla Saraçhane Parkı'ndaydı. Üstad Hazretleri’nin vecizelerinden derledikleri dövizlerle, Nur talebeleri de Mısır’daki zulmü protesto ettiler. Mısırlı öğrencilerin sosyal medya üzerinden yaptığı, “Sokağa inin ve katliamı dünyaya duyurun” çağrısı üzerine Rabia Platformu ve çeşitli STK’lar Saraçhane’de biraraya geldi. Pek çok ismin ve sivil toplum kuruluşu temsilcisinin yer aldığı etkinlikte Sisi cuntası ağır dille eleştirildi. Rabia Platformu Genel Koordinatörü Cihangir İşbilir, Namaz Gönüllüleri Sözcüsü Abdullah Yıldız ve daha birçok ünlü isim gecede konuşmacı olarak yer aldı. Gecede ellerinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin vecizelerinden derledikleri dövizlerle Risale-i Nur talebeleri de yer alıyordu. Osmanlıca ve Latin harfleriyle hazırlanan, “Zalimler İçin Yaşasın Cehennem”, “Zalim izzetinde Mazlum Zilletinde Buradan Göçüp Gidiyorlar, Demek Bir Mahkeme-i Kübra’ya Bırakılıyor” dövizleri dikkat çekti.