
Merhaba irfan dostları! Meclis-i irfanın Mart sayısıyla tekrar sizlerleyiz, elhamdülillah. ‘Ârife tarif gerekmez’ derler, fakat maruf da olsa tekerrür ve teceddüd de var ve cari olan bir hakikattir kâinatta. Biz de her Mart ayında olduğu gibi, asra damgasını vuran; telif ettiği eserlerle ufkumuza bir fener yakan büyük Üstadı sayfalarımıza taşıdık. Üç devri yaşamış; koptuğumuzla bulduğumuzu telif ederek bütün bir insanlığa yol çizebilmiş Üstadı, istifade edebilme gayretiyle yeniden kalb ve zihin aynamıza yansıttık. Yaşadığımız dünyada pek çok sıkıntılar ve problemler var, evet. Herkes bu türbülanstan çıkmak, rahatla seyr ü seferine müdavim olmak arzusunda. İşte tam da bu noktada o büyük Üstad çıkıyor karşımıza. Çünkü problemin asıl kaynağı: cehalet. Bilgi eksikliği ya da malzeme değil kastettiğimiz; vahiyden kopmuş, imanilikten arınarak sekülerleşen ve bizi yokluğunda değil çokluğunda boğmaya çalışan bir cehalet. İnsanı içinde yaşadığı ve olabildiğince derununa daldığı, fakat ne yaptığını fark edemez hale getirip hem dünyasından hem de ahiretinden eden bir cehalet. Ondandır ki, “Anahtar Bediüzzaman/da/dır” diyordu, sevgili Yusuf Kaplan. Bir de biz sorduk, “Hocam ne demek istiyorsunuz?” diye. Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nuru konuştuk kendisiyle. “İkinci medeniyet buhranı” dediği sıkıntıdan kurtulmanın açılmış yollarında Bediüzzamanın izlerini sürdük birlikte. “Sonra stratejik açıdan Bediüzzaman Hazretlerinin misyon ve vizyonu nedir?” sorusuyla sorumluluk sahasının hudutlarını bir nebze olsun keşfetmeye çalıştık. Ve Nurun ikinci Üstadı Ahmed Husrev Altınbaşak. Şu yaşadığımız zaman diliminde hatt-ı Kur'ân üzerine damgasını vuran faaliyetleriyle biraz daha tanınan Hayrat Vakfı’nın kurucusu veli zatın, Bediüzzaman Hazretleri ile olan muhabbetini bir derece hissettik. İki dava erinin nasıl bir birliktelik sergilediklerine, davayı yüceltmek adına benliklerini nasıl geride tuttuklarına ve birbirlerine nasıl adandıklarına şahit olduk. Ve de ‘gençlerimiz’. Gelecek ümidimiz. Ruhumuz, kuvvetimiz, hakikatimiz. Gözünü ufka dikmiş fakat sırtını asla tarihine dönmemiş, kökü derinlerde olan bir medeniyetin müntesipleri olma ameliyesinde ve idealinde görmek istediğimiz enerjimiz. Sevgili gençler! Sizlere de Bediüzzaman’dan haberlerimiz var. Sizlere de –farkında olduğunuz veya olmadığınız- sorumluluklarınızı haber verme ihtiyacıyla sesleniyoruz. “Lüzum olursa, inşallah çok ileri geçeceğiz. Bizler dinde olduğu gibi, kahramanlıkta da ecdadımızın varisleri olduğumuzu göstereceğiz.” İrfan Mektebinin sevgili dostları! Rabbimize şükürler olsun ki parlak bir istikbali müjdeleyen bir dinin müntesipleriyiz. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “İstikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacaktır.” Bize düşen, buna iman ve buraya kadar olan yolculukta istikamet ve hayır üzere olmaktır. Dün Çanakkale ve sair cephelerde kılıç ve silahla şehadete yürüyen büyüklerimize bedel, bugün kalemle, irfanla yol almak ve medeniyet burcuna sancağımızı dikmek durumundayız. Çanakkale’de şehit olan büyüklerimizi hayırla yad ediyor, irfan yolculuğunda hepinize muvaffakıyetler diliyorum. Kalın sağlıcakla.

Kâtip Çelebi (1609-1657), Osmanlı devri Türk ilim tarihinin en büyük bibliyografyacısı ve coğrafyacısıdır. Sosyal ilimlerde dünyaca tanınmış ve birçok ilim dalında nitelikli eserler vermiştir. Onu diğer meslektaşlarından ayıran en önemli özellikleri; eserlerini çok titiz bir şekilde ve kaynaklara dayandırarak kaleme alması, günümüzdeki bilimsel araştırma yöntemlerine uygun olarak eleştirel ve tarafsız bakış açısına son derece riayet etmesi, kitaplarında Batı dünyasına ait bilimsel eserlere başvuran ilk Osmanlı münevveri olmasıdır. Kâtip Çelebi, hem tarih, coğrafya, biyografi, bibliyografi, otobiyografi, tasavvuf, terbiye, tıp, etnoloji, şeriat, ahlak gibi birçok konularda telif ve ansiklopedik eserler meydana getiren bir yazar, hem de dönemindeki siyasi, dini ve toplumsal meseleler üzerine ele aldığı eserlerle de önemli bir düşünürdür. Doğma büyüme İstanbullu olan Kâtip Çelebi'nin asıl adı Mustafa’dır. Babasının devlet görevinden dolayı da kalemiye sınıfında görev almış (bu sebeple “Kâtip” olarak anılmıştır). Klasik medrese tahsili görmemiştir. Buna rağmen ilme olan sevgisinden dolayı zamanının birçok alimini geride bırakmıştır. Az konuşan, iyi huylu ve vakar sahibi biri olarak tanınan Çelebi, ilme bazen kendisini o kadar kaptırırdı ki, odasındaki mum sabaha kadar yanardı. Genç yaşından itibaren seferlerde ordu katibi olarak görev yapan Çelebi, fırsat buldukça gittiği yerlerin sahaflarını ziyaret ederek kitap kültürünü geliştirmiş, 25 yaşında katıldığı son seferden sonra İstanbul’a gelerek parasının çoğunu sahaflardaki kitaplara vermiş, aralıksız on sene boyunca büyük âlimlerden ve kitaplardan ders almıştır. Ölene kadar kitap telifiyle uğraşan Kâtip Çelebi, ömrüne binlerce sayfalık eserler sığdırmış, Türkçe, Farsça ve Arapça dillerinde telif, şerh ve tercüme olmak üzere toplam 21 kitap ve risale yazmıştır. En bilinen eserleri: İçinde yaklaşık 14.500 kitap ve 10.000 kadar yazar isminin geçtiği ansiklopedik eseri Keşfü'z-Zünûn, Osmanlı döneminde yazılmış en meşhur coğrafya kitabı olan Cihannümâ, dünya tarihini anlatan Fezleke, dinî ve ictimaî konularda çok güzel tespitlerin bulunduğu Mizânü'l-Hakk isimli kitaplarıdır. Kâtip Çelebi, kitaplarının hazırlık safhasında notlarını fişlere yazmış, bir esere başlarken evvelâ önsöz ve plan kısmını çıkartarak günümüz ilmî metoduna yakın bir usulle çalışmıştır. Genelde yalın ve kısa cümleler kurmuş, az da olsa cinas ve benzetmelere başvurmuştur. Herhangi bir tartışma konusunda farklı görüşleri beyan etmiş, daha sonra bu görüşleri tarafsız bir şekilde inceleyerek itidal yolunu seçmiştir. Bu yazımızda, şark ilminin en mühim bibliyografik eseri olarak nitelenen Keşfü'z-Zünûn isimli kitabını temel kaynak alarak, Kâtip Çelebi'nin ilimle ilgili görüşlerini özetlemeye çalıştık. İlmin tarifi, yöntemi ve çeşitleri İlim genel bir tanım olarak bir şeyi olduğu gibi tasdik etmektir. Bilenle bilinen şey arasındaki ilişki, bir şeyin şeklinin zihinde ortaya çıkmasıdır. Bir başka deyişle ilim, anlamanın ta kendisidir. İlim öğrenmek insanın yaratılışında vardır, zira onu hayvanlardan ayıran şey düşünmesidir. Hayvanlarda işitip hayal etme yetisi olsa da, onlarda insan gibi bilinen bir şeyden bilinmeyen bir şeye ulaşma kabiliyeti yoktur. Hayvanlar hadiselerin ve nesnelerin iç yüzünü bilemezler, herhangi bir konuda öğrenip kendilerini geliştiremezler. Ancak fil ve maymun gibi bazı hayvanlar bazı sanatları sınırlı olarak öğrenebilir. Allah “Biz insanı en güzel bir kıvamda yarattık” ve “Size şekil verdi ve şekillerinizi güzelleştirdi” buyurmuştur. Buradaki “en güzel kıvam” hem beden güzelliği, hem akıl yönünden iç güzelliğini ifade eder. Tabi bu üstünlük, ilim ve güzel amel şartına bağlıdır. Bu noktada insan hak ettiği ölçüde melek mertebesine de ulaşabilir, hayvan derekesine de inebilir. İnsanın yaratılışından gelen merak, onun bilenlere danışmasına sebep olmuştur. Bundan sonra ise olayları izlemeye başlar, buradan elde edilen bilgi “deneye dayalı ilim” olur. Bazen de akıl yürütme ile bilgiye ulaşır ki, bunun ismi de “kıyasa dayalı ilimdir”. İlim üç vesile ile öğrenilebilir: İşaret, söz ve yazı. İşaret gözle görmeye bağlıdır, söz hitap eden kişinin var olmasına bağlıdır. Yazı ise bu ikisine bağlı değildir ve yararı en çok olandır. Bundan dolayı ilim öğrenen kişinin yazısı güzel olmalıdır. Bütün ilimler üstün olmakla birlikte taşıdıkları şeref bakımından birbirinden farklıdır. Kimileri konusu bakımından önemlidir. Meselâ tıp ilminin konusu insan vücudu, tefsir ilminin konusu Allah Teâlâ’nın kelâmıdır. Bazı ilimler amacı bakımından şereflidir, ahlak ilmi gibi. Bazı ilimler muamelelerde ihtiyaç duyulduğu için önemlidir, fıkıh ilmi gibi. Bazı ilimler delillerinin sağlamlığı bakımından şereflidir, matematik ve hesap ilmi gibi. Yine de ilimlerin bazıları bazılarından önce gelir. Maksat olan ilim için onun yollarını öğrenmek gerekir. Nitekim söz konuları mana konularından önce gelir. Çünkü sözler anlamlara götürür. Edep ilmi ise mantıktan öncedir. Bunların her ikisi de fıkıh ilminden öncedir. Neticesi ve delillerinin sağlamlığı bakımından bazen bir ilim diğerine üstün gelir. Mesela din ilmi netice bakımından tıp ilminden üstündür; çünkü ilkinin neticesi ahiret hayatı, ikincisinin ise fani dünya hayatıdır. Delillerinin sağlamlığı bakımından hesap ilmi gramer ilminden daha üstündür. Neticenin üstünlüğü, anlam üstünlüğünden daha önde gelir. Bu noktada netice bakımından ilimlerin en üstünü iman esaslarını bilmektir, zira neticesi ebedi mutluluktur. Ey öğrenci! Sakın ilimle uğraşmayı, can çekişme sırasında bile tekrarı vaktini geçirecek kadar kalbini zapt eden bir sanat haline getirme. İlim öğrenme ve öğretmenin kendisi amaç değil araç olmalıdır. Bu amaç da yüce Allah’ı tanımaktır. İlmin lezzeti ve faydaları İlmin bizzat kendisi lezizdir. Bu lezzet manevidir. Bilhassa gayb âleminin gerçekleri ve ilahi ilimlerin sırları için bu geçerlidir. İlim, öğrenme devam ederken hiç kimseye sıkıntı vermez, çünkü bilgilerin sürekli artması insana büyük bir rahatlama verir. İlim başka bir lezzete aracı olduğu için de lezizdir. Mesela ahiret lezzetlerine ve ebedi mutluluğa araçtır. Dünyada araç olduğu şeyler ise değer, ağırbaşlılık, sözün tesiri ve hürmettir. İlmin hem dini, hem de dünyevi faydaları vardır. Dini faydaları, Allah için öğrenilen ilmin Allah’a karşı duyulan saygı olması, bilmeyene öğretilen ilmin de sadaka ve ibadet olmasıdır. Dünyevi faydaları ise, vicdanı rahatlatması, kişiyi yalnızlıktan kurtarması, ilim için yalnız kalan kişiyle dostuymuş gibi konuşmasıdır. Ayrıca ilim, sahibine mutluluğun ve çarelerinin, darlığın ve sebeplerinin neler olduğu hakkında yol göstericidir. Zira hadiselerin kötü sonuçlarını bilmemek ruha acı verir. İlim kişiyi bu üzüntülerden de uzaklaştırır. İlim bâtılı sildiği, şüphe ve bilgisizliği yok ettiği için düşmanlara karşı büyük bir silahtır. Doğru ve yanlış ancak ilimle bilinir ve insanı kusurlardan ancak ilim uzaklaştırır. İlim, dostların kalplerini çeken bir güzellik ve olgunluk olduğundan arkadaşlar katında bir süstür. Allah ilimle uğraşan toplumları yükseltir, yani ancak ilimde yükselen insanlar toplumlara lider olabilirler. Melekler, ilimle meşgul olanların dostluklarını isterler, zira bu kişilerin kalplerinde güzellik vardır. Yerde ve gökte olanlar ilim taliplerinin hataları için bağışlanma dilerler. İlimle ilgili bahsedilen bu faziletler, Muaz bin Cebel (ra)'dan rivayet edilen Hz. Peygamber(sav)'in şu özlü sözünde vücut bulmuştur: “İlmi öğreniniz. Onu yüce Allah için öğrenmek ona saygı göstermektir, onu istemek ibadettir, ondan bahsetmek tesbihdir, onu araştırmak cihaddır, bilmeyene öğretmek sadakadır, onu ailesine vermek yakınlıktır. O helal ve haramın bulunacağı yerdir, cennet ehlinin yollarının ışık kaynağıdır, yalnızlıkta arkadaştır, gurbette dosttur, yalnız kalınca konuşandır, mutlulukta ve darlıkta yol gösterendir, düşmanlara karşı silahtır, dostlar yanında süstür. Yüce Allah onunla toplumları yükseltir de iyilikte onları lider ve önder yapar, izleri takip edilir, işlerine uyulur. Melekler onların dostluğunu umar, kanatlarıyla onları sıvazlar, yaş ve kuru her şey, denizin balıkları ve hayvanları, karanın yırtıcı ve evcil hayvanları onlar için istiğfar eder. İlim cehalete karşı kalplerin diriliğidir, zulme karşı gözlerin kandilleridir. Kul ilimle hayırlı kişilerin mertebelerine, dünya ve ahirette yüksek derecelere ulaşır. Onun hakkında düşünmek oruç gibidir, onun dersini görmek namaz gibidir, onunla sıla-i rahim yapılır, onunla helal ve haram bilinir, o önderdir, amel ise ona uyandır. O mutlu kişilerin kalbine konur, azgınlar ondan mahrum edilir.” İlmin faziletleri o kadar çoktur ki, amelden beş hususta üstün tutulmuştur: Amelsiz ilim amel yerine geçer, ilimsiz amel ise amel olarak kabul edilmez. Amelsiz ilim fayda verirken, ilimsiz amel fayda vermez. İlimle olan amel gerçek nura ulaştırır, aksi için böyle bir şey söz konusu olamaz. Amel edenler evliya makamındadırlar, alimlerin makamı ise peygamberlerin makamıdır. İlim yüce Allah’tandır, amel ise kulların işlerindendir.

Âhirzaman asrının büyük iman müceddidi Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile onun Hayru’l-Halefi ve Nur Talebelerinin ikinci Üstadı olan Ahmed Hüsrev Efendi arasında, hayatları boyunca fevkalade bir hizmet birlikteliği olmuştu. Bütün Nur Talebeleriyle beraber, milletin imanını kurtarmak uğruna giriştikleri bu hizmet yolunda fiilen ve amelen tam bir ittifak gösterdikleri gibi aralarındaki ruhi yakınlık cihetiyle dahi, insana hayret verecek derecede sevgi, şefkat ve fedakârlık gibi ulvî duygular taşımışlardı. Aşağıda, karşılıklı bazı beyanlarını okuduğumuzda göreceğimiz üzere kendileri, Hazret-i Mevlânâ ile Şems-i Tebrizî arasındaki yüksek dostluk ve muhabbetin âdeta bir benzerini yaşamışlardır. Şimdi bu ulvî hissiyatın aksettiği bazı mektuplardaki ifadelerine bakalım. Bediüzzaman’ın Hüsrev Efendi’ye Karşı Yüksek Muhabbeti Üstad Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da yer alan mektuplarında, Hüsrev Efendi’ye karşı nasıl yüksek bir muhabbet beslediğini gösteren pek çok beyanlarını görmek mümkündür. Öncelikle, yeni yayınlanan bir mektubundaki bazı harika ifadeleri paylaşmak istiyoruz: “Hüsrev mektubunda demiş ki: ‘Yüzümüzden çektiğin zahmetlerden hakkını helâl et.’ Ben de derim: Yüz bin defa helâl ediyorum. Çünkü o zahmetler (زحمتلر) bütün rahmetler (رحمتلر) oldu, noktaları silindi. Fakat benim hatalar ve kusurlarımla, sizin çektiğiniz zahmetler cihetiyle hakkınızı siz bana helâl etmelisiniz. Ben itiraf ediyorum ki, sizin gibi hâlis, safi zatlara tam kardeş olmağa lâyık değilim. İnşallah Cenab-ı Hak merhametiyle sizlerin yüzünden beni de affeder. Said Nursî”(1) Şu gelen mektuba ise, kendisinden manevî himmet isteyen Hüsrev Efendi’ye hitaben Üstad Bediüzzaman’ın “Asıl ben sizin himmetinize muhtacım” mealindeki gayet mütevaziyâne ve muhabbetdârâne cevabına şahid oluyoruz: “Aziz, sıddık, çok mübarek, çok faal, çok hâlis, çok kıymetdâr kardeşim Hüsrev! …Ben, size nisbeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben, sizin kusuratıma (kusurlarıma) karşı şefkatkârâne dua ve himmetinize muhtacım; benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım (hakkım) var.”(2) Hazret-i Üstadın şu ifadeleri ise, her iki mübarek zatın arasında nasıl bir hissî kaynaşma ve tam bir kalbî uyum bulunduğunu gösteriyor: “Hüsrev’in mümtaz bir hâsiyeti (seçkin bir özelliği) budur ki, şimdiye kadar bana gelen bütün mektuplarının hiçbirisi beni incitmiyor. Elîm (acılı) zamanlarımda da yumuşak geliyor, ruhumu okşuyor. Bu cihette dahi ona şahsım itibariyle çok minnettarım.”(3) Hüsrev Efendi’nin Üstadına Karşı Yüksek Muhabbeti Aynı hakikat yolunda birlikte imana hizmet ettikleri halde, yaşanan sürgünler sebebiyle uzun yıllar sevgili Üstadı Bediüzzaman Hazretleri’nden ayrı yaşamak zorunda kalan Hüsrev Efendi, ona olan şiddetli sevgi ve özlemini aşağıdaki gibi satırlarla dile getiriyordu: “Aziz mübarek Üstadımız! Bu kusurlu talebeniz Hüsrev’in sevgili Üstadının mufarakatlerine (ayrılığına) tahammülsüzlüğü ruhunu yakmış. Fakat bu hakir Hüsrev, Şinasî isminde bir şairin dediği: ‘Ey Şinasî, içimi havf-ı ilâhî dağlar (Allah korkusu yakar)! Sûretim (görünüşüm) gerçi güler, kalb gözüm kan ağlar’ diyerek sûreten arkadaşlarına karşı fevkalhad teessürünü (aşırı derecedeki üzüntüsünü) hissettirmiyor, iç halini sevgili Üstadına arz ediyordu… Fakat aziz ve sevgili Üstadım! Kalb-i Hüsrev’de yaşayan bu acı, hayalim ne vakit o vadiye (ayrılık düşüncesine) uğrarsa kalbimizi kesilmiş bir cesed gibi kanatıyor, sızlatıp ağlatıyor. …Bu yakıcı hâletten uzaklaşmak için, okumakta olduğum evrâd ve ezkâr (vird ve zikirler) yerinde geceleri geç vakte kadar tashihat ile iştigâle (Risaleleri tashih etme vazifesine) vaktimizi sarf etmeye karar verdiğimizden tashihata devam ediyoruz.”(4) Hüsrev Efendi’nin Üstadı Hakkında İçten Yakarışları Bu ümmetin imanına hizmet uğruna çekmediği ezâ ve cefâ kalmayan Üstad Bediüzzaman’a Emirdağ’da sürgün kaldığı günlerde yapılan zulümler zirveye çıkmıştı. Mükerrer zehirlemeler ve suikastlarla ortadan kaldıramadıkları aziz vücudunu tam bir tecrid içine alarak kimseyle görüştürmemek için geceleri kapısını dışarıdan üzerine kitleyecek derecede mahrumiyetler içerisine almışlardı. Bütün bu zulüm ve işkence haberlerinden ve Üstadın yapayalnız kimsesizliklerinden büyük acılar çeken Hüsrev Efendi, teselli için Üstadına gönderdiği aşağıdaki mektubunda içten gelen samimi yakarışlarla Aziz Üstadı için Rabbine dualar etti ve yüksek ecirlerle mükâfatlandırılması için şöyle niyaz etti: “Çok sevgili, çok mübarek, çok aziz, çok kıymetdâr Üstadımız Efendimiz Hazretleri! Âlem-i maddîde ufûl eden (batan) güneş gibi, ömrünüzün sonlarında hem ücrâ köşelerde, hem gurbetlerde, hem kimsesiz, hem pek çok mahrumiyetler içerisinde idrak etmekte olduğunuz ıyd-i said-i edhânızı (kurban bayramınızı) bütün talebeleriniz bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Bu hazin hallerinize âh enîn ederek (inleyerek) ağlayan kalplerimiz sevgili Üstadımız için dua ederek derler: ‘İlâhî yâ Rabbî! Kur’ân-ı Kerîm’in hürmeti hakkı için ve o Kur’ân’ı üzerine inzâl ettiğin Habib-i Ekrem’in (asm) kıymeti hakkı için ve senin bin bir esma-i hüsnanın kudsiyeti hakkı için, sen sevgili Üstadımızın sona eren ömürlerini pek çok nurâni talebeleri Risale-i Nur’a vermekle taze ve parlak bir gençliğe ve onun bu dar-ı dünyadaki ücrâ köşelerini cennette Habib-i Zişan’ın (asm) komşuluğuna ve onun kimsesizliklerini Zat-ı ulûhiyetinle ünsiyete (İlâh olan zatınla dostluğa) ve onun pek çok mahrumiyetlerini dünya ve âhireti Risale-i Nur’un hamelelerine (taşıyıcılarına) vermekle mesudiyete tebdil eyle (değiştir). Ve onu dünyada bize bir müşfik Üstad ve rahîm (şefkatli) bir kardeş ve enîs (sıcak dost) bir arkadaş vermekle bize vesile-i hidayete sebeb ettiğin gibi âhiret yolumuzda, hem kabirde hem mahşerde hem mizanda hem sıratta onu bizim başımızdan ayırma! Cennette de bize lütfedeceğin bir karış yeri onun komşuluğundan uzak etme!’ İnşâallah sevgili Üstadımız bizi affederler; ferah ve süruru (sevinci) ilkâ etmek (vermek) zamanı olan mahallerde kalemlerimiz hüzünlü ifadeleri yazıyor. Evet, sevgili Üstadımız, başka elden gelmiyor. Size bakıp kalplerimiz mütemadiyen (sürekli) ağlıyor… Çok kusurlu talebeniz Hüsrev.”(5) Hüsrev Efendi Üstadına Bedel Hasta Oluyor Bediüzzaman Hazretleri yetmişli yaşlarını yaşadığı Afyon-Emirdağ Günlerinde, 19 defayı bulan zehirlenmelerin vücudunda meydana getirdiği zafiyetler sebebiyle sıklıkla hasta oluyordu. Hastalık haberleri Isparta’ya ulaştığında Hüsrev Efendi canından aziz bildiği Üstadına karşı büyük bir şefkat hissederek onun hastalıklarını kendi üzerine almak istiyor ve şöyle diyordu: “Bu hakir talebeniz Hüsrev çok mütehammildir (dayanıklıdır); size gelen hastalıklarınızı kendinize değil Hüsrev’e tahmil ediniz (yükleyiniz). Hem Hüsrev bu istirhamının olsun, kabulünü çok ister. Ne olur ahir hayatınızda size gelen pek çok, pek büyük elemlerinizden bir parçasına olsun ortak olabilsem âh!” Hüsrev(6) Bediüzzaman Hazretleri de Hüsrev Efendi’ye Bedel Hasta Olmak İçin Dua Ediyor Hüsrev Efendi bu samimi taleplerine devam etmiş ve Üstadın hastalıklarını kendisine vermesi için Allah’a dualar etmişti. Hazret-i Üstadın, çok kolay kurtulamayacağını düşündüğü zehirlenmekten gelen hastalığı sırasında, Hüsrev Efendi Isparta’dan Üstadının imdadına manen koşturmuş ve onun hastalığından mühim bir kısmını üzerine alarak kendisi hastalanmıştı. Bediüzzaman Hazretleri bu zehir hastalığından onun fedakârlığı ile kurtulduğunu şöyle ifade etti: “Aziz sıddık kardeşlerim! Mektubunuzdan Hüsrev’in hastalığını hissettim. Cenab-ı Erhamu’r-râhimîn şifa ihsan eylesin âmin. Şüphem yok ki benim hastalığımdan bir kısım kendine aldı. Bana yardım etti. Yoksa ben ucuz kurtulmayacaktım. Fakat sizi temin ederim ki, elimden gelse idi, onun ve onun gibilerin hastalık ve sıkıntılarını kendime alırdım. Çünkü onlar elmas kalemleri ve ihlaslarıyla benim bitmiş vazifemi daha parlak bir tarzda kendi vazife-i kudsiyeleri içinde idame ediyorlar (devam ettiriyorlar).”(7) Hazret-i Üstad, yine Hüsrev Efendi’nin kendi hastalığını üzerine alarak yardım ettiğini öğrendiği başka bir defasında, Hüsrev Efendi’nin hastalığının bir kısmının kendisine verilmesi için Allah’a dua ederek şöyle dedi: “Ben her vakit Hüsrev’in sıhhatiyle alâkadarım. Onun hastalığı olsa, ben canım ve ruhumla kendime almak istiyorum. Fakat hissediyorum, haber aldığıma göre Hüsrev benim hastalığımda bana yardım ediyor. Benim hastalığımın bir kısmını kendine alıyor. Çünkü onun hastalığı benimkine benziyor. Cenab-ı Hak ona şifalar versin, hastalığının bir kısmını bana versin. Ta Nurlara muvaffakiyetle çalışsın.”(8) Hüsrev Efendi Üstadına Bedel Ölmek İstiyor Üstad’ın Emirdağ’da düşmanlarınca gizlice zehirlenmesi üzerine vasiyetnamesini yazıp Isparta’ya göndermesinden sonra, Hüsrev Efendi sevgili üstadına onun bedeline ölmek istediğini şu gayet hazin satırlarla arz etmişti: “Çok Aziz, çok kıymetdâr, çok faziletkâr, sevgili Üstadımız efendimiz hazretleri! İstifsar-ı hatır ile (hatırınızı sorarak) ellerinizden öpüyoruz. Firak elemleri ile ruhlarımızı dolduran vasiyetnâmeniz üzerine uzun uzun teessürlerimi arz etmekle mukabele etmek isteyen zavallı talebeniz fakir Hüsrev, kendi seyyielerinin (günahlarının) yakıcı ateşleri içinde yanıp kavrulurken çok sevgili Üstadının “vuslat başka diyara kaldı” diyen çok hüzünlü manevi sadâsı karşısında ahir hayatına kadar inleyerek âh edecek! Seherlerin tatlı rüzgârlarıyla, sevgili müşfik Üstadı, zavallı Hüsrev’in kendisinden manevi tuhfeler (taze hediyeler) istediğini hatırladıkça, hakiki bir rabıta (bağlantı) ile hak için ağladığı muezzez Üstadının yerine (ahirete gitmek üzere) merhum Hâfız Ali, Asım Bey gibi bu kere de kendisinin bir üçüncü olarak kabulünü çok sevdiği Üstadından istirham eder. Kusurlu Hüsrev’in bu istirhamı kabul edilse, bu dünyada Cenab-ı Hakk’ın şefkatle terbiyesine verdiği sevgili vâlidesine âlem-i misalde (kabir âleminde) kavuşsa, hem sevgili Üstadının, (kendisi) hakkında edeceği makbul rahmet dualarına (kabirde) mazhar olsa ne kadar çok ister! Hak şâhiddir ki kusurlu Hüsrev talebeniz bî-riyâ (riyasız) konuşur… Hakir Hüsrev daha çok ateşlerini dökerek Üstadını incitmemek için sükût eder. Hem çok sevdiği Üstadından afvını rica etmekle hayalen gittiği hüzün âlud (hüzün dolu) vaziyetlerden sînesine aldığı yakıcı bir ateşle kudsî vazifesine döner.”(9) Üstad Bediüzzaman da Hüsrev Efendi’ye Hayatından Vermek İstiyor ve Veriyor Hüsrev Efendi’nin Üstadına hayatını teklif etmesi karşısında, Bediüzzaman Hazretleri’nin verdiği cevab ise çok manidardı. Daha önce kendisi için hasta olmayı istediği Hüsrev Efendi uğruna hayatını dahi feda edebileceğini bildiren şu harika mektupla cevap verdi: “Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimi ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te’lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi Hizmet-i Nûriye’de benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.”(10) Bediüzzaman Hazretleri’nin üstteki mektubu, aslında mühim bazı işaretleri ihtiva ediyordu. Hazret-i Üstad kendi vazifesi olan risale telifinin sona erdiğini, risaleleri neşretme hizmetinde ise Risale-i Nur Gül Fabrikası’nın ser kâtipliğine manevi olarak tayin olunan Hüsrev Efendi’nin, bundan böyle kendisinden daha faideli hizmetler yapabileceğini ve eğer elinden gelse Hüsrev Efendi’ye hayatından vereceğini beyan ediyordu. İşte Nur Talebeleri’nin Büyük Üstadları Bediüzzaman Hazretleri ile Risale-i Nur’un neşrinde misilsiz gayret ve fedakârlıklarıyla Üstad-ı Sânî (İkinci Üstad) unvanını kazanan Hüsrev Efendi arasında, birbirlerine sağlıklarını, hatta hayatlarını feda edecek derecede yüksek bir sevgi ve şefkat gibi ulvî hissiyat vardı. Bu fevkalede yüksek değer veriş, elbette Üstad Bediüzzaman’dan sonra Nur Talebeleri’nin başına Hüsrev Efendi’nin geçeceğinin habercisiydi. Zaten son zamanda, Üstad Hazretleri, hem vazifesinin devamını, hem de ömrünün kalan sekiz senesini Hüsrev Efendi’ye vererek âhirete öyle gitmiştir. Hüsrev Efendi’nin talebelerine anlattığı Nur Hizmeti için gayet ehemmiyeti bulunan bu hatırasını naklederek bahsimize son veriyoruz: “Bediüzzaman Hazretleri, benim kaldığım bu eve gelip, yukarı kata çıkmıştı. Yaz ortasıydı. Yeni çıkan çekirdeksiz üzümlerden aldırmıştım. ‘Efendim çekirdeksiz üzüm arzu eder misiniz?’ diye sorunca sessiz kaldı. Ben de arzu ettiğini anladım ve yıkayıp getirdim. Hazret-i Üstad: -Otur kardeşim Hüsrev dedi. Sonra; ‘Hüsrev! Benim vekilim sensin.’ buyurdular. Daha sonra: ‘Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (ks) Hazretleri’nin kasidesinde bana hitaben كُنْ قَادِرِيَّ الْوَقْتِ (Vaktin Abdülkâdir’i ol!) buyurması benim ömrümün de Şeyh-i Geylânî (ks) Hazretleri gibi 91 sene olacağına işaret ediyor.[1] Fakat ben pek çok zehirlenmelerden dolayı âhirete sekiz sene önce gideceğim. Ömrümün kalan sekiz senesini de sana veriyorum’ dedi. Bunun üzerine: - Üstadım ben sizden ziyade hastayım. Sizin yerinize âhirete ben gideyim, siz hizmetinize devam edin dedim. Bediüzzaman Hazretleri cevaben: - Hayır Hüsrev, benden sonra sana on beş yaşındaki delikanlı gibi sıhhat verilecek buyurdular.”(11) Kaynaklar; (1) Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru'l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 2, s. 866(2) Emirdağ Lahikası-1, s. 72(3) Emirdağ Lâhikası-1, s. 95(4) Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru'l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 2, s. 869(5) age. c. 2, s. 870(6) age. c. 2, s. 859(7) age. c. 2, s. 865(8) age. c. 2, s. 865(9) age. c. 2, s. 859(10) Emirdağ Lâhikası-1, s. 139(11) Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru'l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 3, s. 1185[1] 1) Şeyh Geylanî (ks) 91 yıl, Üstad Bediüzzaman ise 83 yıl yaşamıştır. Aradaki fark sekizdir.

Bir padişah iki köylüyle karşılaşmış. Köylülerden birine “Dile benden ne dilersen! Fakat dikkat et! Benden ne istersen, arkadaşına iki mislini vereceğim.” demiş. Köylü çok hasud birisiymiş. Düşünmüş, at istese, arkadaşına iki at verilecek. Ev istese keza. Bir türlü karar verememiş. En sonunda “Padişahım! Benim bir gözümü çıkarınız!” demiş. Onun bir gözü çıkarılırsa, arkadaşının iki gözü çıkarılacak. Padişah köylünün isteğini kabul etmiş mi bilmiyoruz, ama bu hikaye hasedin ne kadar çirkin olduğunu göstermeye kâfidir zannediyoruz. Hased; bir kimse maddî veya manevî nimetlere sahip olan bir kişinin elinden nimetlerin gitmesini istemek veya bu nimetlerin kendisine intikal etmesini istemektir. Başka birinde bulunan nimetin yok olmasını istememekle beraber, o nimetin kendisinde de olmasını istemek gıptadır. Gıpta, haram ve çirkin şeyler olmamak şartıyla caizdir. Bu yüzden “Mümin gıpta eder, münafık haset eder” denilmiştir. Hased öyle kötü nefsani bir hastalıktır ki, bazı insanların küfre girmelerine, cemaat ve milletlerin ihtilaf ve tefrikaya düşmesine sebep olmuştur. Hatta iblisin bile Allah tarafından lanetlenip kovulması Âdem (as)’a hased etmesinden dolayıdır denilmiştir. Hasedin bu kötülüğünden dolayı, Cenab-ı Hak “Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden, sabahın Rabbine sığınırım” diye dua edilmesini Ümmeti Muhammed’e talim etmiştir. Aynı zamanda şu ayetle de hased haram kılınmıştır: “Allah'ın bazınızı bazınızdan üstün kılmaya vesile yaptığı (dini veya dünyevi) şeyleri temennî etmeyin (birbirinize hased etmeyin). Erkeklere çalışmalarından bir nasîp vardır; kadınlara da çalışmalarından bir nasîp vardır. Allah'tan lütfunu isteyin! Şüphe yok ki Allah her şeyi bilir.” (1) Peygamberimiz de şöyle demiştir: “Hased (sıfatına) sahip olan, insanlar arasında söz taşıyan (onları birbirine düşüren), hıyanet hasletine sahip olan, insanları küçümseme hasletine sahip olan bizden değildir.” Sonra Allah Resulü şu ayeti okudu: “Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (2) Hased ve İman Hased, bazen insanı küfre götürecek kadar çirkin işlere sebep olabilir. Yahudiler Tevrat’ta ahir zamanda bir peygamber geleceğini okuyup, bekliyorlardı. Fakat o peygamberin kendi içlerinden çıkacağını zannediyorlardı. Kendi içlerinden çıkmayınca hasetlerinden ahir zaman peygamberini (sav) inkâr ettiler. Şu ayet Yahudiler hakkında nazil olmuştur. “Yoksa Allah'ın lütfundan insanlara (Peygambere ve müminlere) verdiği şeylerden dolayı onlara haset mi ediyorlar?”(3) Onlar hasetlerinden müminlerin de dinden çıkmalarını istiyorlardı. Şu ayet bu çirkin duyguya işaret eder: “Ehl-i kitaptan birçoğu, iman etmenizden sonra sizi küfre döndürmeyi istediler. Hakikat kendilerine belli olduktan sonra, sırf nefislerinden gelen bir hasetten dolayı (böyle istediler).” (4) Kur'ân’ın Yahudilerin bu hallerini bize beyan etmesi, bizi dikkatli olmaya sevk etmek içindir. Ümmeti Muhammed’den de bazı kimselerin bu yüzden küfre veya büyük günahlara gitmesi her zaman mümkündür. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Acı sabır otunun balı ifsat etmesi, bozması gibi, hased de imanı ifsat eder, bozar.” (5) “Bir kulun kalbinde iman ve hased bir araya gelmez.”(6) “Fakirlik nerdeyse küfür olacaktı. Hased de neredeyse kadere galebe edecekti.” (7) Hasedin Haram Olma Sebebi Nimetleri veren Allah’dır. Hasud kimse ise Allah’ın verdiği nimetlere karşı bir itiraz duygusu taşır. Bu yüzden hased haram kılınmıştır. İmam Gazali şöyle der “Naklettiğimiz rivayetler hasedin haram olduğuna delalet eder. Hasedin bu çirkinliği Allah’ın hükmüne, takdirine ve bazı kullarına üstünlük vermesine (hased eden şahıstaki) öfkeden kaynaklanmaktadır. Bunun için hiçbir özür, hiçbir ruhsat yoktur. Sana zararı dokunmadan bir Müslümanın rahata ulaşmasına hoşlanmamak kadar günah ne olabilir. (8) Üstad Bediüzzaman da bu konuda şöyle der: “[Hâsed eden adam mümin kardeşine] gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (9) Tabiinden Asmai (ra) şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre Allah Azze ve Celle şöyle demiştir: “Hased eden nimetimin düşmanı, hükmüme öfkeli, kullarım arasındaki taksimatıma razı olmayandır.” (10) Hased Kötü Ahlakın Menbaıdır Peygamberimiz (sav) “Muhakkak ki, hased, ateşin odunu yiyip, bitirmesi gibi, hasenatı, sevapları yer, bitirir.” buyurmuştur. Âlimler bu hadisi “Hased, su-i zan, gıybet gibi günahlara vesile olduğu için, kişinin hasenatını, iyiliklerini yer, bitirir” diye tefsir etmişlerdir. Çünkü hased eden hased ettiği şahsın kusurlarını araştırır, su-i zan eder, gıybet eder, iftira eder. Bu yönüyle hased, kötü bir haslet olmakla beraber, pek çok kötü hasletin de kaynağıdır diyebiliriz. Hased Fitneye Sebeptir İnsanlar arası ihtilafın, düşmanlıkların en büyük sebebi haseddir. Kur'ân’da şöyle buyrulur: “Onlar ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki azgınlıktan (hasetten) dolayı ayrılığa düştüler.” (11) Peygamberimiz (sav) de şöyle der: “Diğer ümmetlerin hastalığı size de geldi; hased ve buğz. İşte o tıraş edicidir. Ben saçı tıraş eder demiyorum, o dini tıraş eder. Nefsim kudret elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Bunu aranıza yerleştirecek bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırınız.” (12) “Size kibirden kaçınmanızı tavsiye ederim. İblisin Âdem’e secde etmemesine kibir sebep olmuştur. Ve size hırstan kaçınmanızı da tavsiye ederim. Âdem (as)’ın yasak ağaçtan yemesine hırs sebep olmuştur. Ve yine size hasedden kaçınmanızı tavsiye ederim. Çünkü Âdem’in oğullarından biri diğerini hasedden dolayı öldürmüştür. Bu üç haslet bütün hataların aslıdır.”(13) “İnsanlar birbirine haset etmedikleri müddetçe hayır üzerindedirler.”(14) “Ümmetim için ancak üç şeyden korkuyorum. Onlardan biri malın onlar arasında çoğalması, bu yüzden birbirlerine hased etmeleri ve birbirlerini öldürmeleridir”. (15) “Hasetten kaçının! Muhakkak ki, hased, ateşin odunu yiyip, bitirmesi gibi, hasenatı, sevapları yer, bitirir.” (16) “(Su-i) zandan çekininiz! Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Başkalarının gizli kusurlarını araştırmayın, birbirinizle ilgili gizli şeyleri dinlemeyin, birbirinizle rekâbet etmeyin, hasedleşmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah'ın kulları, Allah'ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkîr etmez. Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her Müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümana haramdır.” (17) “Yüksek dereceler, lanet edici, başa kakıcı, cimri, azgın, çok hased eden şahıslara helal olmaz. (Onlar o yüksek derecelerden mahrum kalırlar).” (18) Üstad şöyle der: Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir. (19) Mütesanid (dayanışma içindeki) bir cemiyet, sükûneti, hareketsizliği, harekete çevirmek için yaratılmış bir alettir. İçinde hasetleşmelerin olduğu bir cemaat ise, hareketleri sükûnete dönüştürmek için yaratılmış bir alettir. (20) Haset eden şahıs, Allah’ın rızasını düşünmeyen, kendi menfaati için ümmetin zararına aldırış etmeyen bir hodgâmdır. Tarihte pek çok fitne, haset edenlerin yüzünden çıkmış, pek çok millet bu yüzden felaketlere dûçar olmuştur. Kaynaklar: 1) Nisa, 322) Ahzab, 58. (Taberani, İbn Merduye, İbn Asakir) 3) Nisa, 54 4) Bakara, 1095) Deylemi 6) Beyhaki, Nesei7) İbn Ebi Şeybe, Beyhaki.8) İhya, c, 3, s, 4269) Mektubat, 22. Mektup.10) Beyhaki11) Şura, 1412) Tirmizi13) İbn Asakir14) Taberani15) Taberani16) Ebu Davud, Beyhaki17) Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî18) İbn Merduye19) Hucumat-ı Sitte20) Hakikat Çekirdekleri

Risale-i Nurlar ve Bediüzzaman özellikle sosyal bilimler konusunda irdelenecek çok şeyleri içerisinde barındırmaktır. Çünkü bu hareket, sadece dini bir hareket değildir. Aynı zamanda sosyolojik bir harekettir, kültürel bir harekettir. Bir dönüşüm ve ihya hareketidir. Paylaşılamayan bir vizyonun pratikte bir etkisi yoktur. Bugün birçok organizasyonun vizyon ifadesinin sadece yazılı ifadede kalıp eyleme dönüşmemesinin en önemli nedenlerinden birisi de vizyonun paylaşılmaması, benimsenmemesidir. Zira bu kolay bir iş değildir ve güçlü bir liderliği gerektirir. Paylaşılan bir vizyon, eylemle birleştiği zaman dünyayı değiştirebilecek bir güce ulaşılabilir ki bunun en önemli uygulama örneği Bediüzzaman hareketidir. O halde Bediüzzaman Hazretlerinin misyonu: “Kur'ân'ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları küfr-ü mutlaktan ve idam-ı ebedîden kurtarmak, bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmek ve tüm bidatlere karşı esasat-ı ve şeair-i İslamiyeyi ihya ve muhafaza etmek suretiyle Kur'ân’a ve imana hizmet etmektir.” “İnsan bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taalluk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vâkıf olduktan sonra davasını o esaslara bina etmesi, o fende mahir ve mütehassıs olduğuna delildir.”(1) Bu yazımızda Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nurlarla ilgili analizleri sizlerle paylaşacağız. Ağırlıklı olarak Bediüzzaman Hazretlerinin nasıl bir stratejik yaklaşıma sahip olduğunu irdelemeye çalışacağız. Bugün dünyanın her tarafına ulaşmış, milyonlarca takipçisi ve etbaı olan bir hareketin lideri olan zatın ve ortaya koyduğu yaklaşımın stratejik olduğu aşikârdır. Bu yaklaşımların nasıl olduğu, ne tür stratejik analizler, yönlendirmeler, uygulamalar ve yönetim faaliyetleri yaptığına bu satırlarda şahit olacağız. Risale-i Nurlar ve Bediüzzaman özellikle sosyal bilimler konusunda irdelenecek çok şeyleri içerisinde barındırmaktır. Çünkü bu hareket, sadece dini bir hareket değildir. Aynı zamanda sosyolojik bir harekettir, kültürel bir harekettir. Bir dönüşüm ve ihya hareketidir. Bediüzzaman Hazretlerinin Misyonu ve Vizyonu Bediüzzaman Hazretlerinin misyon ve vizyonunu tanımlamaya çalışırken tamamen Risale-i Nur'da Üstadın kendi diliyle kullandığı ifadeler analiz edilmiştir. Diğer bir ifadeyle, Risale-i Nur da geçen ve misyon ve vizyon anlamı yüklenen ifadelerin, analizi ve derlenmesi ile elde edilen bir misyon ve vizyon ifadesi sunulacaktır. Yoksa kendi bakış açımızla bir misyon ve vizyon ifadesi oluşturma gibi bir mülahazamız yoktur ve böyle bir yaklaşımımız olamaz da. Bu ifadelere, sadece bakış açısını değiştirerek, farklı bir pencereden bakılmasını sağlamaya çalıştığımızı ifade etmek isterim. Yoksa daha önce duyulmamış, gün yüzüne çıkmamış şeylerden bahsetmeyeceğiz. Amacımız, sadece aynı yöne farklı bir gözle bakmak ve bakılmasını sağlamaktır. Misyonu Misyon çok farklı kaynaklarda farklı şekilde tanımlanmaktadır. Fıransızca görev anlamına gelen “mission” kelimesinden kullanılagelmiştir. Terim anlamı olarak “Bir organizasyona yön vermek ve anlam kazandırmak amacıyla belirlenmiş ve o işletmeyi benzerlerinden ayıran görev ve ortak değerler”dir. Bu bağlamda misyon, bir işletme veya örgütün “kuruluş ve varoluş nedeni”ni açıklayan, temel amaç ve hedefini net bir şekilde ortaya koyan bir ifadedir.(2) Türkçe olarak da “özgörev” olarak kullanılan yerler vardır. Bu tanımlamanın ışığında bizler misyonu, yaratılış amacı, vazife-i fıtrat, sebeb-i vücud olarak nitelendirebiliriz. Yani ‘Herhangi bir varlık neden yaratılmıştır? Onun var ediliş sebebi nedir?’ sorularının cevabı, bizi misyona götürmektedir. İnsanoğlu için misyon ifadesi “Ben insanları ve cinnileri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım”(3) ayet-i kerimesinde gizlidir. Bu ayetteki ibadet manasının altında Allaha iman ve Allah’ı tanıma manaların da varlığını Bediüzzaman Hazretleri “Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat'ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz'an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”(4) şeklinde ifade etmiştir. Bu ifade insanoğlunun misyonunu açıkça göstermektedir. Bu açıklama ve misallerden sonra, Üstad Bediüzzamanın misyonunun ne olduğunu ortaya koymaya çalışılırken özellikle, ‘vazifemiz’, ‘gayemiz’, ‘maksadımız’, ‘hedefimiz’ gibi kendi ağzından ifadeler analiz edilmiştir. Bu ifadeler koyu olarak; ifadenin açıklayıcısı cümleler ise altı çizili olarak ifade edilmiştir. Aşağıda bu ifadelerin bir kısmına yer verilmiştir. 1) Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşr ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitamamiha Risale-i Nur'da görmüşler.(5) Hem madem bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir.(6) 2) Mademki gayemiz neşr-i envâr-ı hakaik-i Kur'ân'dır.(7)Vazifemiz, ihlâs ile iman ve Kur'ân'a hizmet etmektir.(8) 3) Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife; imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır(9) Vazifemiz de, Kur'ân'ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî ve berzahî haps-i münferitten kurtarmaktır. (10) 4) Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi rıza-yı İlahî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını i'dam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtînin bîçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır.(11) Kur'ân-ı Hakîmin sırr-ı hakikatiyle ve i'câzının tılsımıyla, benim ve Risale-i Nur'un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedîsinden iman-ı tahkikî ile biçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir. (12) 5) Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız, evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferitten kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhâya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur'un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır. (13) 6) Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid'ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur'ân'ı muhafaza etmek bir vazifesi iken…(14) Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir.(15) Hakikaten senin bu sualinin çok ehemmiyeti var. Fakat Risale-i Nur'un en ehemmiyetli vazifesi, beşeri dalaletten ve küfr-ü mutlaktan kurtarmak olmasından, bu çeşit meselelere sıra gelmiyor, onlardan bahis açmıyor.(16) Evet Risale-i Nur'un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla gayet kat'î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur'âna hizmet etmektir. (17) 7) İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı sünnet-i seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir.(18) Yukarıdaki ifadelere bakıldığı zaman açıkça görüleceği üzere; “imanı kurtarmak”, “vatanı anarşistlikten kurtarmak”, “imana ve Kur'ân’a hizmet”, “idam-ı ebedîden kurtarmak”, “bid’atlere karşı”, “esasat-ı İslâmiyeyi muhafaza”, “şeair-i İslamiyeyi muhafaza” ifadeleri ağırlık kazanmıştır. O halde Bediüzzaman Hazretlerinin misyon ifadesi: “Kur'ân'ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları küfr-ü mutlaktan ve idam-ı ebedîden kurtarmak, bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmek ve tüm bidatlere karşı esasat-ı ve şeair-i İslamiyeyi ihya ve muhafaza etmek suretiyle Kur'ân’a ve imana hizmet etmektir.” olarak düşünülmüştür. Vizyonu Vizyon terim olarak, kişilerin veya kurumların, kendilerinin veya işletmelerinin gelecekte olmasını arzu ettikleri durumun ifadesidir. Bu anlamda vizyon, “Gelecekteki varılması veya olması arzu edilen bir durumla ilgili rüya veya hayalin ifade edilmiş bir şeklidir.”(19) Bu açıklamalara göre biz de vizyon için gaye-i hayal, hedef-i ruh ve netice-i fıtrat, nihai hedef diyebiliriz. Yani ‘Bir kimsenin, varlığın veya organizasyonun ila nihaye hedefi nedir? Hayal ettiği ve ulaşmayı özlemle beklediği ana hedefi nedir?’ sorularının cevabı, vizyon ifadesidir. İnsanoğlunun vizyonu, rızay-ı ilahiyi kazanmaktır. Vizyon öyle bir ifade olmalıdır ki, insanları bir arada tutmalı, motive etmeli, insanın rüyalarına girmeli, bütün hayatını gerçekte idare eden ve yönlendiren en önemli teşvik unsuru olmalıdır. Bir kimsenin kıymeti, idealleri ile ölçülür. İdeali yüksek olan insanlar yüksek ruhlu insanlardır. İdeali olan insan, cildi buruklaşsa da ihtiyarlamaz. Vizyon insanın zamana karşı ayakta durabilmesini sağlayan en önemli ve en büyük idealidir. Karanlıkların etrafı tamamen sardığı bir hengâmede bile yüksek ideal sahibi vizyoner kişilikler ayakta durabilmiş peşinden gelenlerin yolunu aydınlatıcı birer kandil hükmüne geçmişlerdir. Bediüzzaman Hazretlerini en sıkıntılı günlerinde ayakta tutan onun idealleri ve vizyonu idi. Yüksek ruhlu ve vizyon sahibi bir kişiliği olan üstadın ümmetin çok sıkıntıya düştüğü, ümitlerin kesildiği bir hengâmede “Evet ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içerisinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır.” (20) demesi, onun vizyonerliğini göstermektedir. Bu vizyonerliğinden ve yüksek ideallerinden aldığı motivasyonu, sadece onu değil, onun açtığı bu yolda bugün milyonlarca insanı da aynı şevkle götürmekte, onları bir arada tutmaktadır. Aynı ideal için insanların kendilerini feda edebilecek konuma gelmesi, kitlesel etkileyiciliğinin açık bir örneğidir. Bu açıklamalardan sonra, Üstad Bediüzzamanın vizyonunun ne olduğunu ortaya koymaya çalışırken, özellikle vizyonu ifade edebilecek, ‘vazifemiz!, ‘gaye-i hayalim’, ‘maksadımız’ gibi kendi ağzından ifadeler ile ruhunda İslam ve Kur'ân adına kopan fırtınaların tezahürü bazı meşhur olmuş sözleri analiz edilmiştir. Bu ifadeler koyu olarak; ifadenin açıklayıcısı cümleler ise altı çizili olarak ifade edilmiştir. Aşağıda bu ifadelerin bir kısmına yer verilmiştir: 1) Kur'ânın sönmez ve söndürülemez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim. (21) 2) Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız i'lâ-yı kelimetullahtır.(22) Kur'ân'ın feyzinden gelen ve i'câz-ı mânevîsinin lemeatı olan ve hakikatlerinin tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur'un revacını ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zahir mânevî kerâmâtını ve iman noktasında zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlûp ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz. (23) 3) Eski Said çok zaman Medresetü'z-Zehrayı gaye-i hayal ederek çalışmış.(24) Bu ifadelere bakılınca, daha çok Kur'ânın i’cazını ve yüksek kıymetini Risale-i Nurlar vasıtasıyla tüm dünyaya göstermek gayesi ön plana çıkmaktadır. Bununla birlikte Medresetü'z-Zehrayı da sürekli gaye-i hayalim olarak nitelendirmektedir. Medresetü’z-Zehra projesi, her ne kadar maddi olarak akim kalmış gibi görünse de Medresetü’z-Zehranın hakikati Risale-i Nurlar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Bu önemli konuyu Üstad Hazretleri muhtelif yerlerde ifade etmiştir. Aşağıda bu konudaki birkaç ifadesine yer verilmiştir. 4) “Hem bu Münazarat Risalesi'nin ruhu ve esası hükmünde olan, hâtimesindeki Medresetü’z-Zehra hakikati ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur'a bir beşik, bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevk olunuyordu. Fakat Cenab-ı Erhamürrâhimîn o medresenin manevî hüviyetini Isparta Vilayetinde tesis eyledi, Risale-i Nur'u tecessüm ettirdi. İnşallah istikbalde Risale-i Nur şakirdleri, o âlî hakikatın maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar.”(25) Isparta Vilayetini, eskiden beri bir gaye-i hayalim olan bir Medresetü’z-Zehra, bir Câmiü’l-Ezher yapmış. (26) 5) Cenab-ı Hakk'a yüz bin şükür ediyoruz ki, elli beş sene bir gaye-i hayalim ve hayatımın bir neticesi olan Medresetü’z-Zehra'nın manevî hakikatını, siz Medresetü’z-Zehra erkânları tamamıyla gösteriyorsunuz. (27) 6) Zâten o Medrese-i Nuriye şakirdleri benim nazarımda, eskiden beri bir gaye-i hayalim olan Medresetü’z-Zehra'nın talebeleri suretinde düşünüyordum.(28) Yukarıdaki açıklamalar ışığında, Üstadın Vizyon ifadesi, “Kur'ân'ın sönmez ve söndürülemez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, dünyaya Risale-i Nur’un kıymetini takdir ederek göstermek ve isbat etmek ve Medresetü’z-Zehranın hakikatini gerçekleştirmek.”olarak düşünülmesi yerinde olacaktır. Paylaşılan Vizyon Vizyondan bahsederken atlamamak gereken önemli bir konu da, ortaya koyulan vizyonun müntesipler tarafından özümsenmesi ve takipçilerinin o vizyona göre hareket etmesidir. Paylaşılamayan bir vizyonun pratikte bir etkisi yoktur. Bugün birçok organizasyonun vizyon ifadesinin sadece yazılı ifadede kalıp eyleme dönüşmemesinin en önemli nedenlerinden birisi de vizyonun paylaşılmaması, benimsenmemesidir. Zira bu kolay bir iş değildir ve güçlü bir liderliği gerektirir. Paylaşılan bir vizyon, eylemle birleştiği zaman dünyayı değiştirebilecek bir güce ulaşılabilir ki bunun en önemli uygulama örneği, Bediüzzaman hareketidir. Amaç ve Hedefler Yukarıdaki misyon ve vizyon ifadeleri oluşturulurken analiz edilen ‘hedefimiz’, ‘maksadımız’ gibi ifadeler ile Risale-i Nurlarda geçen diğer bazı yerlerdeki ifadeler, Üstadın amaç ve hedefleri konusunda oldukça açık bilgiler vermektedir. Bu ifadeleri toparlarsak, özet olarak amaç ve hedeflerinin bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz: 1) İnsanların imanını kurtarmak 2) Neşr-i envâr-ı hakaik-i Kur'ân 3) Sünnet-i seniyyeyi ihya etmek 4) Hatt-ı Kur'ân'ı muhafaza etmek 5) Lisanı muhafaz etmek 6) Vatanı anarşistlikten kurtarmak 7) Asayişi sağlamak 8) Esas-ı azimet, esas-ı takva ve esasat-ı sünnet-i seniyeyi muhafaza etmek Bu konuda daha birçok amaç ve hedef yazılabilir. Bu konu üzerinde çok detaylı durmayacağız. İnşallah ileride stratejiler konusunu incelediğimiz zaman, Üstadın uyguladığı stratejiler ile bu hedeflerin birçoğunu gerçekleştirdiğini gördükçe, bu konu da zenginleşmiş olacaktır. Allaha emanet olunuz. Kaynaklar: 1- İşârât-ül I'caz (108 )2- (Ülgen ve Mirze, 2010)3- Zariat, 564- Şualar, 100 5- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 4 6- Kastamonu Lahikası, 1087- Barla Lahikası, 193 8- Emirdağ Lahikası-2, 559- Emirdağ Lahikası-1, 62 10- Şualar II, 44911- Şualar II, 32712- Emirdağ Lahikası-1, 28 13- Şualar II, 43514- Kastamonu Lahikası, 9415- Mesnevi-i Nuriye, 102 16- Şualar 40817- Şualar, 42118- Kastamonu Lahikası, 9419- Ülgen, Mirze, 201020- Hizmet Rehberi, 23921- Tarihçe-i Hayat, 5122- Hutbe-i Şamiye, 8623- Emirdağ Lahikası-1,19524- Kastamonu Lahikası, 26525- Kastamonu Lahikası, 9626- Kastamonu Lahikası, 298 27- Emirdağ Lahikası-2, 109 28- Kastamonu Lahikası, 319

Milletlerin gelecek ümidi gençlerdir. Ülkeler, medeniyette ilerlemeyi ve yükselmeyi, gençlerin gayretlerinden bekler. Onun için gençlik, yaşamın bir anı, bir dönemi değil, istikbaldir. Yarınki tarihin şimdinin gençlerinden beklentisi vardır. Bir milletin ruhu, kuvveti, hakikati gençleridir. Bundan dolayıdır ki tarih sahnesinde özne olarak rol almak isteyenler, gençlerine ciddi yatırım yapmışlardır. Çünkü hastalıklı bir ruh, yarım bir kuvvet, zayıf bir hakikat, varlığı devam ettiremez. Dinin, ideolojinin ve tarihin son bulduğunu ilan eden Batı medeniyeti, birçok kavramın anlamını değiştirdi. Dinden, tarihten ve ahlaktan soyutlayan dünyevi manalar yükledi. İnsanlar, “Bir teşehhüd miktarı sahip oldukları gençlik niçin verilmiştir? İnsan bunu nasıl kullanmalıdır?” sorularına cevap bulmalıdır. Onun için Bediüzzaman Hazretleri, her şeyden önce gençliğin varoluş sırrını çözmekle işe başlamıştır. Üstad Hazretlerine göre gençliğin hakikati, mahiyeti Cenab-ı Hakk'ın insanlara verdiği latif, şirin ve güzel bir nimet oluşudur. Veriliş gayesi ise, istikamet, iffet ve hayratta kullanmaktır. Neticesi ise, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve diğer varlıklara bir nevi sultan olmaktır. Yoksa şimdi yanlış telakki edilen günahlarda boğulmak, taşkınlıklarda bulunmak; maddi, bedeni, cesedi zevkler, hazlar, ihtiraslar peşinde koşmak, gayr-i meşru lezzetler arayışına girmek için bir vasıta değildir. Böyle kabul edildiği takdirde, gençliğin neticesi, hem dünya istikbalini, hem mesud hayatını, hem ahretteki saadetini ve sonsuz hayatını azablara, acılara, hüzünlere, kederlere çevirip mahvetmek ve suiistimal ve sefahatle hastanelere ve hayatın taşkınlıkları ile hapishanelere düşmek olacaktır. Bu sırdan dolayıdır ki, Bediüzzaman Hazretleri, gençlere aid hususi bir risale telif etmiştir.(1) Risalelerinde gençler üzerinde önemle duran Üstad Hazretleri, hizmetinin ana gayesini şöyle açıklamaktadır: “Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah'ın birliğine hizmet edeyim.” Tesis edilen İslam Medeniyetini, bitirilmemiş bir hizmet olarak gören, tarihinin omuzlarına yüklediği mirası hisseden ve zamanın akışına tabi değil, yönlendiren bir gençliğe Hazret-i Üstad risalelerinde şöyle yer vermiştir: “Lüzum olursa, inşallah çok ileri geçeceğiz. Bizler, dinde olduğu gibi, kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz.” Hz. Üstad, gençlerin yapacağı hizmetlerin “yarım adamların, yarım adımları”derecesine düşmemesi için öncelikle kendisi olması, kendisine yabancı olmaması gerektiğini önemle vurgular. O, gözünü ufka dikmiş ama sırtını asla tarihine dönmemiş, kökü derinlerde olan bir medeniyetin müntesipleri olduğunu her daim hatırlayan gençlik istemektedir. Bunun gerçekleşmesi için gençleri şöyle ikaz eder: “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akılla onların sefahat ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.” Hz. Üstad, kimliğini tamamlamış, bölünmemiş bir kişiliğe ve düşünce zenginliğine sahip bir gençlik için manevi servete dikkat çeker. Gençlerdeki kemalatın inşası için, hakikat dersinin lüzumu üzerinde ısrarla durur. Çünkü Üstada göre yıpranmaz bir imanın bulunduğu bir yere, menfi bir ideolojinin aşıladığı ahlâksızlık ve sefahat giremez. Hz. Üstad, tarihi bir cehalet içinde olan, İslam dinine aidiyet duygusunu kaybeden, idraki aşınmış, düşünce fakiri ve amelî bir dindarlık yaşamayan bir gençliğin toplumsal ahlakta ve ferdi hayatta yıkıcı izler bırakacağı görüşündedir. Gençleri bu tehlikeden kurtarmak ve Müslümanca bir hayatı yaşamak için şöyle ders verir. “İnsanların hayat-ı ictimâiyesinin medârı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyâtlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevâlarını tecavüzâttan ve zulümlerden ve tahribâttan durduran ve hayat-ı ictimâiyenin hüsn-ü cereyânını temin eden, yalnız Cehennem fikridir. Yoksa Cehennem endişesi olmazsa, "El-hükmü li’l-galib" kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesâtları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere dünyayı Cehenneme çevireceklerdi. Ve yüksek insaniyeti, gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.” Gençliğin gaflet uykusunu gerçekte uyanmak istenilen bir kâbus olduğunu Hz. Üstad şöyle tasvir eder: “Gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaretmiş.” Gençlerin çok büyük sorumlulukları üstelenebilecek bir potansiyel taşıdığını fark eden Hz. Üstad “fıkdan-ı nefs” dediği öz güven eksikliğinden dolayı gençlerin atalet için ürettikleri şu mazereti kabul etmez. “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz" diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil.” Bu idrak kaybını önlemek isteyen Hz. Üstad, gençlerin kendilerinde var olan gerçek sermayeye şöyle dikkat çeker: “İhtiyar, zayıf, aciz bir Said yerine genç, kavî, iktidarlı çok Said'ler sizlerde vardır. Aynı ruh, aynı ifade, aynı iman.” Üstad Bediüzzaman, tarihin akışında sürekli bulunmak ve ümmeti yükseltmek için kendi köklerini unutmamak ve tarihe vefalı olmak noktasında gençlere şöyle vasiyet eder: “Ey yüzden, tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafi-i gaybî ile beni temâşâ eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed vs. size hitap ediyorum. Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbâlinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz, inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki: Mâzi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.” Bediüzzaman’ın Gençlere Bir Kısım Tavsiyeleri - Gençlikte kazandığın ibadetler, o fani gençliğin baki meyveleridir. İbadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi, dar-ı saadette ebedi bir gençliktir. - Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. - Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahatlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenleridir. - Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi katiyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. - Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem ahirette kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile, o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve namusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik manen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak Kaynak: Bediüzzaman Said Nursi, Gençlik Rehberi. Gençliği, inanç ve amel noktasındaki yanlış sapmalardan kurtaran ve imanda bu dünyada dahi bir cennet lezzeti, dalalette ise cehennemî bir azap bulunduğunu misallerle açıklayan bir risaledir. Kalın, İ,2013 Akıl ve Erdem, Küre yayınları.

“Risale-i Nur'un mühim bir vazifesi, âlem-i İslam’ın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Kur'âniyeyi muhafaza etmek” olarak tanımlanmıştır, Risale-i Nurlarda. Diğer taraftan “Risale-i Nur'a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risale-i Nur talebesi unvanını alır” denilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, “Böyle bir zamanda hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı şeriata ve sünnet-i seniyeye hizmet eden mübarek hâlis kalemlerden akan siyah nur ve âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedânın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size fâide verebilir. Öyle ise, onu kazanmaya çalışınız.” tavsiyesinde ve emrinde bulunur. Hâsılı Kur'ân’ın hakikatlerini neşir vazifesi ile muvazzaf Risale-i Nur Talebeleri için Kur'ân’ın yazısını muhafaza etmek de bir vazife olarak görünmektedir. Risale-i Nur hizmetinin telif ve neşrini beraber kapsadığı ilk dönemlerinde bu vazife olabildiğince yoğunlukta icra edilmiştir. Bu vazifenin yapılabilmesi için de kâğıt, divit gibi malzemelere ihtiyaç duyulmaktadır. Elbette buna uygun bir düzenek ve de mürekkebe. Harflerin değişmesiyle beraber sarf malzemeleri de farklılaştığı için, istenilen materyalleri bulmak da muhakkak zordu. Hali hazırda dahi bu zorluk yaşanmaktadır. Yıllarca divit ucu temini için Almanya’da bir depoda kalan uçlar değerlendirildi. Ülkemizde ihtiyaç duyulmadığı için seri üretim de yoktu. Fakat Nur Talebeleri bu faaliyetleri yürütmek için ihtiyaç duydukları divit, uç, kâğıt, masa, mürekkep gibi sarf malzemelerini bu meseleye kafa yoran bazı talebelerin gayretleriyle devam ettirdi. Bunlardan birisi de bu çalışmalarını mütevazı bir dükkânda devam ettiren Necati Yayla’dır. Necati abimizle küçük, mütevazı dükkânında çalışmalarını izledik, neleri nasıl ve niçin yaptığını tarihten bu tarafa gelerek konuştuk. Hizmeti ne zaman tanıdınız? Hizmeti 1964 senesinde tanıdım. Askerde iken gazetelerde Bediüzzaman Hazretleri ile ilgili yazılar okuyorduk. Bu zat kimdir, derken asker arkadaşım Mehmet Börekçi o zat hakkında bazı malumatlar veriyordu. Terhis olduktan sonra İstanbul Yeni Camide birisi bir kitap verdi. Baktım Gençlik Rehberi. Okuduklarım kafamda bazı şeyler oluşturdu. Ben de askerden tanıdığım Börekçi’yi ziyarete gittim. Ödemiş’te ziyaret içinde bulunduğum o dönemde arkadaşım “Bu Nurcu olmasa buralara kadar gelmez” diyerek benimle ilgilendi. Daha sonra beni Isparta’ya yönlendirdiler. Ben de Yayla Mahallesindeki medreseye gittim. Akabinde Husrev Üstadımızı ziyarete gittik. Ziyaretiniz nasıl geçti? İçeri girdim, elini öptüm; ondan sonra oturdum. Durdu bana, bu sima dedi, bu simada kötülük yok dedi, üstadımız. Sonra, “Nereden?” dedi. Ben de “İstanbul’dan” dedim. “Yazı öğrenmek ister misin?” dedi. “İsterim Üstadım” dedim. “Medreseye götürün” dedi. Geldim. 3-5 gün kaldım. Okumaya başladım. Bir iki gün durduktan sonra tekrar Hüsrev Üstadımın yanına gittim. “Aferin!” dedi bana. Sonra yavaş yavaş köylere filan gönderdi bizi. Daha sonra rahmetli Halil Özer ile beraber Konya’ya gittik. Bir müddet orada kaldık. Daha sonra İstanbul’a tekrar döndüm. Peki, bu divit, masa, mürekkep çalışmaları nasıl başladı? İstanbul’a döndükten sonra, vaktimin bir kısmını bu çalışmalara ayırdım. Kalem yapıp Husrev Üstadımıza gönderdiğim de oldu. İlk masa çalışmalarına başladığımda Said Nuri Hocamızın da yönlendirme ve katkıları önemli yer tutmaktadır. Yazı Risale-i Nur talebelerinin iki önemli vazifesinden bir tanesi; divit olmadan, masa olmadan nasıl olacak? Ben kendimce bunu dert edindim. İki önemli husus vardı. Birisi bunlara olan ihtiyaç, diğeri ise en kullanışlı nasıl olabilir? Divit için ahşaptan ve farklı madelerden çalışmalar yaptım. Vidalı olanlarda mürekkep temizleme, mürekkepli kalınca kaynama problemleri çıktı. Bende plastik başlık koydum. Daha sonra tamamen plastik çalışmalar yaptım. Süreç içerisinde hem pratik hem de ekonomik olacak ne varsa denemeye gayret ettim. İlk başladığınızda yıl kaçtı? Divit ve masa çalışmalarına ilk başladığım tarih 1967’lerdir. Masa çalışmanız da var değil mi? Evet. Yazı Üstadımızın hattı üzerinden geçilerek yazıldığı için aydınlatmaya ihtiyaç duymaktadır. Bu da kendine göre bir düzeneği mecburi kılıyor. Elektrik aksamı gerektiriyor. Bunlara ait farklı çalışmalar yaptım. Bazı incelikleri de gözetmeye gayret ettim. Nasıl mesela? Mürekkep her evde problemdir. Halılar mürekkep dökülmesinden dolayı rengârenk olmuştur. Bunun için masanın kendisinde bir yer yaptım. Fakat mürekkep kutusu yuvarlak olduğundan dönmesin diye hem mürekkep kutusu için, hem de yerleştiği yerde dönmeyi engelleyecek sistemle çalıştım. Son zamanlarda üstteki pleksiden de koparıp ana mekanizma içerisinde değerlendirdiğim için mürekkep dökülme riskini en aza indirmiş olduk. Işığın her yeri tutması için LED kullandık. Kalem ve kâğıtlar için masada yerler ayırdık. Ve masayı bir çanta şekline getirerek her yerde yazabilir duruma taşımış olduk. Bazı ayrıntılar basittir fakat başa gelince ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Ya da basit de olsa işin konfor ve kolaylığını artırır. Bunlar tamam da mürekkep çalışması neden? Piyasada birçok mürekkep var. Elbette piyasada mürekkep var. Fakat o mürekkepleri diviti batırıp yazmaya başladığınızda kâğıda ilk temasında yoğun mürekkep bıraktığı için yazıyı bozar. Kâğıtta bir istikrar olmaz. Yayılır, çiçeklenir. Bunu dert edindim ve çözmenin yollarına baktım. İlk önce isten yapmaya çalıştım. Sonraları kimyager bir kardeşimin yardımıyla istediğimiz kıvamı yakaladık. Şimdi yazılar daha istikrarlı elhamdülillah. Necati Ağabeyimizi çalışmalarından dolayı tebrik ediyoruz. Onun yaptığı kalem ve masalar çok çalışmalara vesile oldu. Ve o hala o mütevazı dükkânında “Daha güzel nasıl yapabilirim?” derdiyle çalışıyor. Bizlerin de hem yazılarımıza devam, hem de bulunduğumuz noktada “Daha neler yapabiliriz?” derdiyle dertlenmemiz gerekmez mi?

Registan Meydanı Registan, Farsça’da "kumlu yer" manasına gelmektedir. Registan Meydanı, üç medreseden müteşekkildir: Uluğbey Medresesi (1417-1420), Şirdâr Medresesi (1619-1636) ve Tilakâri Medresesi (1646-1660). Uluğ Bey Medresesi, 15. asırda İslam dünyasının âlim yetiştiren önde gelen medreselerinden biriydi. Uluğ Bey, derslerini burada vermiştir. 17. asırda ise Uluğ Bey Medresesinin iki tarafına Şirdâr ve Tilakâri Medreseleri, dönemin Semerkand Valisinin talimatlarıyla inşa edilmeye başlanmıştır. Şirdâr Medresesi mimar Abdülcabir tarafından tasarlanmıştır. Tilakâri Medresesi ise sadece bir eğitim kurumu olmakla kalmamış, meydanın "Ulu Camii"si vazifesini de üstlenmiştir. 21 Mart 1836Reisü’l-Küttâblık Makamı Kaldırıldı Divan-ı Hümâyûn kâtiplerinin âmiri olan Reisü’l-Küttâb, günümüzdeki Dışişleri Bakanının vazifesini yürütmekteydi. Fatih Sultan Mehmed zamanında kurulan Reisü’l-Küttâblık makamı, 186 sene boyunca, kalemiye sınıfının başı olan Nişancı’ya bağlı olarak vazife görmüştür. 1650 senesinden itibaren ise Reisü’l-Küttâb, Sadrazam’a bağlanmış ve dışişlerinde tek yetkili olmuştur. 2. Mahmûd döneminde Divan-ı Hümâyûn’un yapısının tamamen değişmesinden Reisü’l-Küttâblık da nasibini almış ve kaldırılmıştır. Reisü’l-Küttâblığın yerine Umûr-u Hâriciye Nezâreti (Dışişleri Bakanlığı) kurulmuştur. 11 Mart 1621Venedik’e Türk Ticaret Merkezi Açıldı Venedik’te 13. asırdan kalma bir saray, yeniden düzenlenerek Osmanlı tüccarlarının kalacağı bir merkeze dönüştürüldü. 11Mart 1621’de açılışı yapılan saraya Fondaco dei Turchi (Türk Ticaret Merkezi) ismi verilmişti. Sarayda aynı anda 120 kişi ikâmet edebiliyordu. Osmanlı tüccarları, saraya bir cami ve hamam eklemişlerdir. Venedik Cumhuriyetinin 1797 senesinde tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, Venedik eski ticarî cazibesini kaybetmiş ve Osmanlı tüccarları şehri zamanla terk etmişlerdir. Sarayda kalan son tüccar Sadreddin Efendi’nin de Venedik’ten ayrılmasıyla birlikte, Türk Ticaret Merkezi kapanmıştır. Saray, 1923 senesinden itibaren Venedik Doğa Tarihi Müzesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bedîüzzaman Hazretlerinin Kahvaltısı Bedîüzzaman Hazretleri, 1923 yılının yaz aylarının sonlarına doğru, yaklaşık on aydır kaldığı Ankara’dan ayrılarak Van’a gider. Burada bir müddet kardeşi Abdülmecid Efendi’nin yanında kalmıştır. Kardeşinin yanındayken ziyaretçileri çok geldiği için, Üstad Hazretleri Nurşin Camii’ne geçmiştir. Her gün bir talebe, Abdülmecid Efendi’nin evine Üstad Hazretleri için hazırlanan kahvaltıyı almak için gider ve hazırlanan kahvaltıyı Nurşin Camii’ne götürür. Üstad Hazretleri’nin kahvaltısını Abdülmecid Efendi’nin eşi Rabia Hanım hazırlamaktadır. Rabia Hanım, Bedîüzzaman Hazretlerinin kahvaltısının çok basit şeylerden meydana geldiğini ifade etmektedir. Meselâ bir çay tabağı bal üzerine konulan kırılmış ceviz, bunlardan birisidir. Üstad Hazretleri, bu kadarcık kahvaltısından dahi başkalarına ikram ederdi. 01 Mart 1992 Bosna-Hersek Bağımsızlığını İlan Etti Eski Sosyalist Yugoslavya'nın altı federal cumhuriyetinden biri olan Bosna-Hersek bağımsızlığını 1990'ların başında, Yugoslavya'nın çözüldüğü yıllarda kazanmıştır. 1992 yılında Yugoslavya'dan ayrılan Slovenya ve Hırvatistan'ın bağımsızlığını tanıyan AB ve BM, Makedonya ve Bosna-Hersek'in bağımsızlığını referandum şartına bağlamıştı. Bu sebeple 1 Mart 1992’de Bosna-Hersek'te yapılan referandumda halk bağımsızlıktan yana oy kullanınca yeni devlet kuruldu. 5 Aralık 1990’da yapılan seçimleri kazanarak Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı olan Aliya İzzetbegoviç, 3 Mart 1992’de yeni kurulan bağımsız Bosna-Hersek’in de Cumhurbaşkanı olmuştur.

Mülakat: Yusuf KAPLANMülakatı Yapan: Muhammed SEMİZ Muhterem Hocam, Bediüzzaman Hazretlerini, Risale-i Nurları ne zaman tanıdınız? Bediüzzaman Hazretleri’nin eserleri Risale-i Nurlarla ilk gençlik yıllarımda tanıştım. O zaman okuduğumda hiçbir şey anlamadığımı şimdi geriye dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum. Bediüzzaman’ın hala bu şekilde anlaşıldığını düşünüyorum. Anlaşılmakta zorlanıldığını düşünüyorum. Bediüzzaman ‘mana-yı ismi, mana-yı harfi’ diyor ya... düz bir algılama, okuma biçimi var. Bu algılama biçiminin ötesine geçemediğimi fark ettim daha sonra. İmam Hatip’in ilk yıllarından itibaren, hatta İmam Hatip’ten önce de baya ciddi okuma yapardım. Çağdaş düşünce, çağdaş İslam düşüncesi, sonra edebiyat sanat okumaları… O dönemde Bediüzzaman Hazretleri'yle kurduğumuz ilişki, fikri bir ilişkiye dönüşmedi. Bunun nedenleri ne olabilir diye düşünüyorum; Bediüzzaman’ın avami okunmuş, algılanmış olması. İslâmi kesimlerin de Risale-i Nurlara mesafeli davranması… Fakat bu, benim Risale-i Nurlarla ilişkimi etkilemedi. Ama Risale-i Nurların fikri boyutunu kavramamı engelledi. Tabi o dönemde Risalelerin çapını anlamak da zordu açıkçası; onu da söyleyeyim. 20 yıl sonra 2000’li yılların başında Risale-i Nurları yeniden okumaya başladığım zaman başka bir şey çıktı karşıma. Kişinin, insanın kendisini yetiştirebilmesi için önünü açacak, kendisine öncülük yapacak insanlara ihtiyacı var; bu bir arayış. İslâm’la ilişkisi sıfırlanmış bir toplum var. 60’ların ortaları ve 70’lerden itibaren İslami eserlerin çeviri hareketleriyle İslami entelektüel yapı oluşmaya başladı. 80’lerden sonra artık cemaatler arasındaki ilişkiler biraz daha birbirinden beslenen ilişkilere dönüştü. Belki benim Bediüzzaman’ı, Risale-i Nurları yeniden okumamda bunun kısmi bir etkisi oldu. Biz bu dünyaya ne söyleyeceğiz? Bizim bu dünyaya söyleyeceklerimizin olması lazım. Bu dünyaya söyleyecek bir sözümüz yoksa bu dünyada yaşamamızın da bir anlamı yoktur. Dolayısıyla bizim kendi kaynaklarımızdan yola çıkarak hem dünyanın karşı karşıya kaldığı temel varoluşsal sorunları, hem de İslam dünyasının yaşadığı medeniyet krizinden sonraki temel sorunları anlamamızı ve aşmamızı sağlayabilecek ne söyleyebiliriz, nasıl bir yolculuk yapabiliriz: Fikri bir yolculuk. Bu sorunların izini sürünce, ister istemez Bediüzzaman çıktı karşıma. Bediüzzaman’la alakalı ilk yazdığım yazıda söylemiştim. 2006 olması lazım. “Anahtar Bediüzzaman’dadır”. O yazı Türkiye’deki entelektüel çevrelere Bediüzzaman’ın ulaştırılması açısından önemli bir yazı. Bediüzzaman’ın hem İslami çevrelere, hem de İslami olmayan çevrelere ulaştırılması, iletilmesi açısından bayağı işe yaradı. Arkasından o süreçte Bediüzzaman ve eserlerine dair ard arda 8-10 yazı yazdığımı hatırlıyorum. Bediüzzaman Hazretlerinin gerek yaşadığı dönemdeki, gerekse kendinden önce yaşamış olan âlimlerden farklı yönleri nelerdir? Çağdaş Müslüman düşünürlerden bütün İslam dünyasına etkileri olan iki şahsiyet var. Biri İkbal, birisi Bediüzzaman. İkbal İngilizce yazdığı için yaygın. Bediüzzaman Hazretleri 10-15 senedir biraz daha Türkiye’nin dışında ilgi görmeye başladı. Ama bence henüz düşünce dünyasının ufuklarına taşınmadı. Bu bizim için en büyük sorumluluklardan bir tanesi. Bediüzzaman’ın, bizim Müslümanca bir zihne kavuşabilmemiz fikrini hallettiğini görüyoruz. Bediüzzaman’ın, çağdaş İslâm düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum. Bediüzzaman’ın çağdaş İslâm düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslâm düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslâm düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır. Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil. "Anahtarın Bediüzzamanda" olduğu fikriyatına sizi iten sebep nedir? Her insan çağının çocuğudur.Bize bir şey söyleyecek olan düşünür çağının ağlarını, bağlarını, kavramlarını aşabilen ve çağ açabilen düşünürdür. Çağının ötesine taşabilecek yolculuk yapabilen bir düşünürdür. Bediüzzaman, hem insanlığın sorunlarına ilişkin hem de Müslümanlığın insanlığa ne verebileceği meselesine ilişkin ortaya esaslı bir külliyat, fikriyat koyan kişidir. Bediüzzaman’ı çağının çocuğu yapan, çağının düşünürü yapan, klasik dönemdeki Müslüman mütefekkirlerden ayırt eden, dolayısıyla bize hitap etmesini sağlayan şey; çağının temel varoluşsal sorunlarını, entelektüel sorunlarını, felsefi sorunlarını, ahlaki sorunlarını kavramış birisi olmasıdır. Bu yüzden deizmin bütün insanlığı bir felakete sürükleyeceğini görüyor. Bu çok önemli! Bediüzzaman’ın bize, çağımıza, dünyamıza -sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa- ne söylenebileceğini göstermesi açısından burası önemli. Bediüzzaman’ın çağdaşı olan diğer Müslüman düşünürlerden ayrılan en önemli yanı, bizim klasik İslam düşünce geleneğinin son halkası olmasıdır. Biz şu an aslında bu gelenekle irtibatı koparmış durumdayız. İslâm’ın ilim, irfan, hikmet geleneğiyle irtibatını koparmış durumdayız.İlim, irfan, hikmet diyoruz ama bu kavramların içini de boşaltmış durumdayız. O yüzden bizim İslam düşünce geleneğiyle ilişkimiz sakatlanmış durumda. Biz, İslam düşüncesini bilmiyoruz. Sıkıntı orada. Çağın bizim için ağ olduğunun, ağa dönüştüğünün farkında değiliz.“Çağ Körleşmesi”, “Semantik İntihar” diyorum, bundan kast ettiğim şey şu; çağ körleşmesinin bize sunduğu çıkmaz sokaklardan birincisi; bütün insanlığın Batıya mahkûmiyetidir. İkincisi; bütün insanlığın kendinden mahrumiyetidir. Yani bütün insanlık batılı, seküler, kapitalist bir düşünceye, var olma biçimine hapsolmuş durumda şu anda. Ekonomik, kültürel, entelektüel sınırlar ortadan kalktı. Küresel ölçekte hareket ediyoruz artık. Dünya küçüldü. Ama ölçeğin büyümesi ufkun genişlemesini doğurmadı. Tam tersine ölçek büyüdü, ufuk daraldı. İnsanlar atomlara hapsoldu. İnsanlar kendi dünyalarına, kendi fetişlerine, kendi hız ve haz ayartılarına hapsoldu. Bütün dünyada yayılan kültür bu! Özellikle Amerikan kültürü üzerinden yayılan kültür, popüler, burger kültür bu. Yani bir anileşme bir tektipleşme öğretti. Bütün dünyanın Amerikanlaşması diyebiliriz buna. Bütün dünyanın sığlaşması! Bediüzzaman Hazretlerini farklı kılan en önemli etken ise ümmileşmiş olması. Batı uygarlığının insanlığı getirdiği noktayı, çağ körleşmesini aşabilmemiz için bizim ümmileşmemiz lazım. Ümmileşmekten kast ettiğim şey ise, bu çağ körleşmesinin bizi ağlarına hapseden prangalarını fark etmek. O prangalardan kurtulmak, hakikate -neyse o olarak- nüfuz edebilmek. Şu an insanlık böylesi bir şeyden yoksun ama biz bütün insanlığa, “hakikate nüfuz edebilecek bir yolculuk” armağan edebilecek kanatlara sahibiz. Ben o yüzden şunu söylüyorum: “Bugün dünyaya söylenebilecek tek bir söz var. İnsanlığın ihtiyacını hissettiği tek bir söz var. O sözü söyleyecek olan biziz. Ama biz yokuz!” Avamın, havasın ve havassu’l-havassın ümmileşmesi. O yüzden burada Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin inanılmaz bir şekilde önümüzü açabileceğini bilmemiz lazım. Bediüzzaman Hazretleri, çok zorlu bir dönemde çağa damgasını vuran bir eser ortaya koydu. Risale-i Nurları telif etti. Sizce Risale-i Nurların İslâm düşünce tarihindeki yeri nedir? Çağımızda sadece Bediüzzaman Hazretleri’nin geliştirdiği iki dil var. Birincisi şu: Bediüzzaman Hazretleri bütün İslam düşünce geleneğini deşifre etmiş birisidir. Şifresini çözmüş birisidir. Bunu çağdaşı düşünürlerde başarmıştır belli ölçüde. Kimi kastediyorum? Mustafa Sabri Efendi’yi kastediyorum. Kimi kastediyorum? Elmalılı Hamdi’yi kastediyorum. Mehmet Akif’i, Filibeli Ahmet Hilmi’yi, İzmirli İsmail Hakkı’yı, Ahmet Cevdet Paşa’yı, Said Halim Paşa’yı kastediyorum. Ama ikincisini hiçbiri yapamamıştır, sadece Bediüzzaman yapmıştır. Bediüzzaman Hazretleri’nin kurduğu ikinci dil; bütün bir İslâm medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslâm düşünce geleneğini harekete geçirerek yeniden kurulmuş, yeniden inşa edilmiş bir dildir. Dünya ve hayat tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslâmî bir düşünce inşası ameliyesi ile şifrelenerek yeniden deşifre edilmesi çabasıdır bu. Kur'ân’dan aldığı ilhamı, Kur'ân’dan devşirdiği ruhu üflemiş ve yeni bir dil kurmuştur. Yani Bediüzzaman Hazretleri’nin dilinin, Risale-i Nur külliyatının dilinin, Kur'ân’ın dili olması meselesi biraz böyle bir şeydir. Eğer Bediüzzaman Hazretleri, İslam düşünce geleneğini bilmemiş olsaydı, Kur'ân’la doğrudan irtibat kuramazdı. Bu çok önemli bir şey! İslam düşünce geleneğini bilmeden doğrudan Kur'ân’la irtibat kurmaya çalışanların hallerini görüyoruz. Ortaya çıkan vaziyeti görüyoruz. Yaşar Nuri Luther’ler ortaya çıkıyor. Bediüzzaman, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde düşüncesini kuran, hem İslâmî ilimlere, hem de çağdaş dünyanın bütün dünyayı büyük uçurumların eşiğine fırlatan felsefî sorunlarına derinlemesine ve vukûfiyetle vâkıf, tek ve son düşünürdür: Yani anahtardır. Ve her bakımdan anahtar ondadır. O yüzden, İslâm’ın kapısını, İslâm düşüncesinin kapısını, İslâm medeniyetinin kapısını ve bütün bunları mümkün kılacak, her alanda, yeni İslâmî bir dil -esaslı bir duyuş, duruş, düşünüş, söyleyiş, yaşayış, kısacası varoluş biçimi- geliştirebilme çabasının kapısını Bedizüzzaman anahtarıyla açabiliriz ancak. Medeniyetimizin solmaya yüz tutan dilini, bu dile hayatını ve hayatiyetini kazandıran ruhu, ruh kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için Bediüzzaman’ı tanımak zorundayız. Bir dil, Bediüzzaman’ın iki dil’i gibi, bir medeniyeti ifade ediyorsa ve bir medeniyetin -bütün boyutlarıyla- ifadesiyse hakiki bir dildir. Ve o dil üzerinden yeni yemişler devşirebilmek için yürünebilir ve yeni koridorlar açılabilir ancak. Bizim Bediüzzaman’ı avami bir şekilde anlama çabasını artık bir tarafa bırakmamız lazım. Bediüzzaman, eserlerini sadece avam için yazmış değildir. Bediüzzaman heves için yazmadığı gibi, havas için de yazmıştır. (Biraz esprili olsun diye böyle söyledim.) Risale-i Nur külliyatının havas ve havassu’l-havas düzeyinde de anlaşılması lazım. Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur Külliyatı’nın dünyanın düşünce ufkuna taşınması böylelikle olabilir. Öbür türlü mümkün olmaz. Bütün büyük düşünürler, mütefekkirler çağ açan ve çağını aşan bir eser ortaya koymuşlardır. Aslında ilk bakışta çok sade bir metin sunarlar önümüze. Birazcık derinlemesine nüfuz etmesini bilirsek, derinlemesine nüfuz edebilecek duruma, bir düzeye ulaşabilirsek; aslında o sadeliğin arkasında müthiş bir deruniliğin şifrelendiğini görürüz, gizlendiğini görürüz. Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok. Bu abartı mı? Şimdi söyleyeceğim: Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin, hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz. Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz. Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz. Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey! Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor. Bediüzzaman Hazretleri’nin ortaya koyduğu ikinci dil, yeniden İslam düşüncesini şifrelemiş olmasıdır. Yeni bir İslam tefekkür dili kurmuş olmasıdır, bunu şifrelemiş olmasıdır. Bediüzzaman’ın eserlerinde sistematik bir yapı yok. Belki bu yüzden biraz anlaşılamıyor. Sistematik olmaması Risale-i Nur Külliyatı’nın bir açmazı değil, avantajıdır. Sistematik olmaması bizim için metnin zenginliği anlamına gelir. Sistematik bir metin şu şudur, bu budur diyecektir. Sistematik olmayan bir metin daha sembolik, daha metaforik, daha deruni, şifreli bir dil kullanacaktır. Büyük kriz zamanlarında sistematik düşünürler bizi yanlış yerlere sürükler. Büyük varoluşsal kriz zamanlarında bize ihtiyaç olan düşünürler sistematik olmayan düşünürlerdir. Bu metinle bugünden geçmişe, bugünden geleceğe doğru yolculuk yapabiliriz. Bunu Mesnevi-i Nuriye’nin bütününde görüyoruz. Aslında Bediüzzaman da bunu yaptığının farkında. Peki, sizce İslam medeniyetinin yeniden ihyasında Risale-i Nur nasıl bir rol üstlenir? Bediüzzaman’ın hem İslam düşünce geleneği içindeki yeri hem de insanlık düşünce geleneği içindeki yeri, üçüncü olarak da içinde yaşadığımız çağın düşünsel birikimi içindeki yeri anlaşıldığı ve keşfedildiği zaman nasıl kilit bir rol oynayacağını görebiliriz. Müslümanlar, yaklaşık iki asırdan bu yana tarihlerinde tanık oldukları ikinci büyük medeniyet buhranı ile karşı karşıyalar. Birinci medeniyet buhranı, 12. ve 13. yüzyıllarda İslâm medeniyetinin Doğu havzasında Bağdat’ın Haçlı saldırıları ve Moğol istilâsıyla birlikte düşmesiyle; Batı havzasında yine aynı zaman dilimi içinde Endülüs ve Mağrip’te önce büyük iç siyasî kargaşaların patlak vermesiyle, ardından Kurtuba’nın düşmesiyle birlikte yaşanmıştı. Birinci medeniyet buhranı, siyasî bir buhrandı. Bu buhran, Osmanlı’nın bütün İslâm dünyasını itikadî, içtimâî ve siyasî olarak aynı anda birleştiren bir meydan okuma geliştirmesiyle birlikte aşıldı. Birinci medeniyet buhranının yaşandığı zaman aralığı, İslâm düşüncesinin Gazali ve Razi geleneğinde oluşumunu tamamladığı, kıvamını bulduğu ve dolayısıyla antik Yunan düşüncesi ve diğer medeniyetlerin düşünce geleneklerinden tam anlamıyla bağımsızlaşarak özgünlüğünü kazandığı bir zaman aralığıydı. Medeniyet buhranının yaşandığı bu zaman aralığının Mağripte olmasına rağmen Gazali-Razi geleneğinde yetiştirdiği ve yaşanan medeniyet buhranını tasvir, tarif ve tahlil eden en büyük düşünür tarih felsefecisi İbn Haldun’du. İbn Haldun, geliştirdiği “asabiye” teorisi ve “umran ilmi” metodolojisiyle yaşanan medeniyet buhranının nasıl aşılabileceğinin ilkelerini sunmuştu. Yaşanan medeniyet buhranı, siyasî bir buhrandı ve İbn Haldun da meseleyi asabiye teorisiyle tam da yaşanan buhranın kendisini tezahür ettirdiği sorun alanları üzerinden kurmuştu. İbn Haldun’un çıkış yolu önerisi, Mağrip’te ya da Maşrık’ta değil, Osmanlı’da karşılığını bulmuştu. Osmanlı, itikadî, içtimâî ve siyasî toparlanma, yekvücut olma ve bütünleşme projesiyle bugünkü İslâm dünyasının “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” omurgasını çatmış ve böylelikle, bu üç dinamiğe dayanan bu omurga üzerinden geliştirdiği meydan okumayla İslâm medeniyetinin yaşadığı birinci büyük buhranı aşan bir medeniyet hamlesi ve atılımı üretmişti. Son iki-üç asırdan bu yana yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranı ise, nedenleri bakımından siyasî bir buhran değil, İslâm’la ve hâkim seküler paradigma ile aynı zamanda yaşanan epistemolojik ve ontolojik kopuş biçiminde ortaya çıkan daha derin bir medeniyet buhranı. İslâm tarihinde yaşadığımız ilk sarsıcı fetret dönemi. Hem İslâm’la, hem de hâkim seküler paradigmayla çift yönlü bir temassızlık yaşadığımız, İslâm’la ve hâkim paradigmayla kurduğumuz ilişkinin simülatif sığ, sathî ve sahte- bir ilişki olarak tezahür ettiği bir fetret dönemidir bu ikinci büyük medeniyet buhranının bizi getirip bıraktığı nokta. Dolayısıyla siyasî çöküş, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranının nedeni değil, epistemolojik ve ontolojik kopuşun kaçınılmaz bir sonucudur. Şu an ihtiyacını hissettiğimiz düşünür profili, bize siyasî bir “çıkış yolu” sunacak bir düşünür profili değil; epistemolojik ve ontolojik kopuşu tasvir, tarif ve tahlil ederek bu kopuşun nasıl aşılabileceğini gösterebilecek çok yönlü bir düşünür profilidir. İşte Bediüzzaman Hazretleri, bu düşünür profilinin en önemli, en velût ve düşüncesinin çapı ve derinliği hâlâ yeterince keşfedilemeyen ve önümüzdeki bir veya iki kuşak sürecinde çarpıcı şekillerde ancak keşfedilebilecek olan yegâne temsilcisidir. Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği “iman hakikatleri” tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum. Benim bu fikri geliştiriş noktam da burası zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin bizatihi kendisi. İkinci büyük medeniyet krizi sürecinde ilim, irfan, hikmet yani âlim, ârif ve hakîm süreçlerinde ve sütunlarındaki rol, bugün çağımızda en muhkem şekilde, en sofistike şekilde Bediüzzaman tarafından oynanıyor. Yani Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu âlim, ârif ve hakîm şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi. Asıl mesele bu. Mesnevi-i Nuriye kilit rol oynuyor burada. Enteresan bir kitap Mesnevi-i Nuriye. Mesnevi-i Nuriye milad bence. Risale-i Nur Külliyatı’nın miladı. Kendisinden önceki dönemi de temsil ediyor kendisinden sonraki döneme de hazırlıyor. Bu benim yorumum. Hem âlim hem ârif, hem hakîm Bediüzzaman’ın özelliklerinde bir eser gibi. Ben Mesnevi-i Nuriye de öyle bir şey görüyorum açıkçası. Medresetü’z-Zehra projesi çerçevesinde Bediüzzaman Hazretleri’nin “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” sözlerini size göre nasıl anlamalıyız? Bediüzzaman Hazretleri, bilim felsefesini en güzel şekilde yapmış bir âlim. Batıdaki bilimin nasıl ilahi boyutlardan arındırılmış, ilahi ilkelerden arındırılmış, seküler bir bilim olduğunu acayip bir şekilde tartışıyor zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım. Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım. Risale-i Nur Külliyatı’nı bir bütün olarak anladığımız zaman Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’dan İslami ilimlerle Batı biliminin birleşmesini kastetmediğini anlayabiliriz. Bu uyduruk bir şeydir. Burada bence asıl kastedilen; bir medeniyet fikrinin geliştirildiğini, İslam medeniyetinin neşv ü nema ettirecek bir ilim geleneği kurduğumuzu düşünün; bu geleneğin içinde Tarih de var, Fizik de var, Matematik de var, Metafizik de var, Kur'ân’dan Hadis’ten beslenen ilimler de var. Biz, ilim geleneğimizle irtibat kuramadık daha. Asıl mesele bu. Bediüzzaman Hazretleri’nin öyle bir sıkıntısı yok. Bediüzzaman Hazretleri’nin böyle bir sıkıntısı varmış gibi algılıyoruz aslında. Bediüzzaman Hazretleri’nin kastettiği şey; pergelin ayağını vahye sabitleyerek pergelin diğer ayağı ile bütün ilim geleneklerine, medeniyet tecrübelerine açılmak. Batı bilimini olduğu gibi almak değil. Olduğu gibi alıp mezc edemezsin. Bediüzzamanın çatır çatır tartıştığı bilimin felsefi sorunlarını, Batı felsefesine ilişkin kurduğu cümleleri anlamamışsınız demektir. Bir şekilde gözardı ediyoruz demektir. Düz bir İslam ve Batı bilimi sentezi değildir yani. Bediüzzaman Hazretleri’nin dayandığı nebevi zemini iyi görmemiz lazım. Yapılan yanlışlıklardan biri de şuydu; “Bediüzzaman Hazretleri Kur'ân’ı modern bilime doğrulatıyor”. Bediüzzaman Hazretleri pozitivist dolayısıyla… böyle bir algılama biçimi var. Bu çok yanlış. Bediüzzaman Hazretleri kevnî ayetleri okuyor. Yaprağın, ağacın, toprağın, insanın, kainatın muazzam işaretler, deliller sunduğunu, esmanın nasıl tecelli ettiğini anlatıyor. Bu kevnî ayetler ile pozitif bilim aynı şeyler değil. Biz bir şekilde pozitif bilimi kevnî ayetlerden yararlanarak okuyabiliriz ama bu ayartıcı bir şey. Yapılan hata şu: “Bilim şunu ortaya koymuştur. Kur'ânda bunu söylemiştir.” Bilim geçicidir. Hele modern bilim seküler bilimdir. Bunun altını çiziyorum bu çok önemli bir şey. Bugün bilim üniversal bir şey değil. Karl Popper bilimin yanlışlanabilirliğine özellikle dikkat çekiyor. Yani yanlışlanabilen şey bilimdir. Kur'ân’ın, vahyin evrensel yapısını seküler bilime, yanlışlanabilir, değişken bir yapıya doğrulatma çabası çok tehlikeli bir noktaya çıkartır bizi. Asıl sıkıntı bu. Bediüzzaman Hazretleri İslam dünyasında kabul gürmüş bir âlim olduğu halde -Türkiye’den çıkan bir âlim olmasına rağmen- Türkiye’de yaşayan aydınlar Risale-i Nurları tanımakta ya da kabullenmekte neden bu kadar geç kaldı? Özellikle de akademik camia… Risale-i Nur ile irtibatı olanların sistem tarafından işkenceye tabi tutulması, yasaklı hale getirilmesi Türk entelijansiyasının biraz ürkmesine yol açtı. Uzak kalmasına yol açtı. Seküler kesimler hiç ilgilenmedi. İslami kesimler de biraz korktu herhalde. Diğer İslâmi kesimlerde ve İslami entelektüel camiada Risale-i Nurlara ilgisizliğin sebebi Risale-i Nurların avami bir kitap olduğu zannedilmesi. Bir fikri boyutunun, derinliğinin insanlığa verebileceği, insanın tefekkür yolculuğuna kazandıracağı şeyin görülememiş olması ve ihmal edilmiş olmasıdır. Bediüzzaman’a konan bu pranganın, entelektüel duvarın yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında yazdığım yazıların şöyle bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. En azından Bediüzzaman’la ilgili ön yargılar yıkıldı. Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede daha çok teorik yazılar yazdığım için bütün çevrelerin okuduğu yazılar çıkıyor. Peki, özellikle İlahiyat camiasının ilgisizliği hakkında ne söylersiniz? Risale-i Nurlarla ilgilenmiyorlar, ilgilendikleri zamanda avami bir şekilde ilgileniyorlar. İster ilahiyattan olsun, ister ilahiyatın dışından olsun herhangi bir profesör arkadaşın Risale-i Nur’dan anladığı şeyle ortalama birinin Risale-i Nur’dan anladığı şeyin çok da farklı olduğunu görmedim ben. Böyle bir arıza var. Burada ilahiyatların vebali çok büyük. Sadece Risale-i Nur için değil, İslam düşüncesinin, İslam düşünce geleneğinin anlaşılmasında da vebali çok büyük. Risale-i Nurlar önümüzde ve biz Risale-i Nurlardan İslam düşüncesine yeniden gidebiliriz. Risale-i Nurlar İslam düşünce geleneğinin sorunlarını yeniden görmemizi, çağın sorunlarını görmemizi ve okuyabilmemizi sağlayabilir. Bu anlamda ufkumuzu açabilir. Biz yapıp ettiklerimizden sorumluyuz. Her insan, çağının çocuğudur. Bir düşünür de çağının çocuğudur. Bir düşünürün çağının ağlarından kurtulması yeni bir çağ açması ile mümkündür. Bediüzzaman bu açıdan kilit roldedir. Bu açıdan ilgi görmesi gerekir. Hocam, bize ayırdığınız vakit ve kıymetli fikirlerinizi okurlarımızla paylaştığınızdan dolayı teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim.

Uzun süredir çalışmaları süren İstanbul’un Güngören ilçesindeki Güngören Kız Kur'ân Kursu hizmete girdi. Açık öğretim lisesinde okuyan kız öğrencilere yönelik çalışmalar yapılan kursta, Risale-i Nur ihtisas ve hafızlık eğitimi veriliyor ayrıca alanında uzman hocalardan oluşan kadrosuyla; talebelere çağı anlayıp yorumlayabilen, motivasyonunu Asr-ı Saadetten alan hizmet erlerinin yetiştirilmesi hedefleniyor. Ne kadar zamandır faaliyettesiniz? İki yıldır faaliyetteyiz. Daha önce İstanbul Zeytinburnu semtindeydik. Şuan Güngören Kız Kur'ân kursunda çok daha geniş imkânlarla hizmetimize devam ediyoruz. Verdiğiniz eğitim ve süresi hakkında genel bir bilgi verir misiniz? Açık öğretim lise sürecini baz alarak planladığımız yaklaşık 4 yıllık eğitim süreci içerisinde öğrencilerimize Açık öğretim dersleri ile birlikte manevi değerler ve hafızlık (isteğe bağlı) eğitimi veriyoruz. Ayrıca kişisel gelişim amaçlı sosyal faaliyetlerimiz de bulunuyor. Öğrencileriniz hangi yaş aralığında? Ortaokuldan mezun olduktan sonra 14-17 yaş aralığındaki genç kızlarımıza yönelik. Sınıflar kaç kişilik? 12 kişilik. Ders müfredatından ayrıntılı biçimde bahseder misiniz? İlk yıla hazırlık dönemi diyoruz. Hazırlık sınıfındaki öğrencilerimize, okul dersleriyle birlikte Kur'ân-ı Kerim hazırlık, Risale-i Nur hazırlık, hafızlık hazırlık ve temel dini bilgiler (Fıkıh, siyer, adap, akaid) eğitimi veriyoruz. Hazırlık sınıfını bitiren öğrencimiz Hafızlık veya Risale-i Nur ihtisâsı olarak branşını seçer. Bu aşamadan sonra okul dersleriyle beraber yürütülen 2 yıllık bir branş eğitim süreci başlar. Son 1 yılda Hafızlarımız kendi alanlarında Risale-i Nur noktasında kendisini yetiştirmiş olan talebelerimiz ise İman ve Kur'ân hizmetinde bulunarak eğitimlerini tamamlarlar. Bir günlük programınızdan bahseder misiniz? 08:45’te başlayan gündüz programımızda 45'er dakikalık 7 ders saatimiz, akşam da sohbet ve ezber olmak üzere 2 saatlik ders programımız var. Öğrenciler için ne gibi kriterleriniz var? Öğrencinin ailesi ve hususan da kendisinin istekli olması, çağ yaşına sahip olması, 8 yıllık zorunlu eğitimi bitirip, kalan eğitimini açık öğretimden devam ettirmesi, ilköğretim diploma notu 75 ve üzeri olması Ne gibi sosyal faaliyetleriniz var? Hafta sonları yaptığımız sosyal aktiviteleri iki başlık altında toplayabiliriz: Yaşadığımız şehri tanıma amaçlı yaptığımız geziler(Eminönü, Beyazıt, İnceğiz mağarası vb.) Milli ve manevi değerlerimizi tanıma amaçlı yaptığımız geziler (Fatih Camii ve türbesi, Panoroma Müzesi, Yerebatan Sarnıcı vb.) İkinci dönem itibariyle bu faaliyetlerimize spor aktivitelerimiz de eklenecek. Verdiğiniz eğitimde öncelikli olarak neyi hedefliyorsunuz? İmanî esasları ve Kur'ânî hakikatleri zamanın ve talebenin ihtiyaçlarına göre tahkiki iman seviyesinde vermeyi hedefliyoruz. Genç kızlarımızın, İslam’ı bilen ve yaşayan, kendini ve inandığı değerleri ifade edebilen ve topluma örnek olabilen bireyler olması aslî hedefimiz. Verdiğimiz bu eğitimin neticesinde genç kızlarımızın; Çağı anlayıp yorumlayabilen tarihe de ibret nazarı ile bakarak, motivasyonunu Asr-ı Saadet’ten alan ve böylece geçmişin tecrübelerini zamanın bilgi birikimi ile harmanlayan, ufku geniş, himmeti İslam milleti olan hizmet erleri olmalarını arzu ediyoruz. Bünyenizde kaç tane eğitimci var? Hafızlık eğitimi için iki, Risale-i Nur eğitimi için üç, temel dini bilgiler eğitimi için Diyanet’e bağlı bir, okul dersleri için iki olmak üzere toplamda sekiz eğitimcimiz var. Dönem içinde ziyaret ettiğimiz yerler: Süleymaniye CamiEyüp CamiYeni Camiİnceğiz MağarasıYerebatan SarnıcıBeyazıd Cami PanoromaEminönüKapalı çarşıSultanahmet meydanı

Hayrat Vakfı, yıllardan beri değişik ülkelerde iman ve Kur'ân hizmetleri ile insanlarda imani ve İslami bir şuurun gelişmesi için çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmaların yapıldığı yerlerden birisi de Afrika Kıtasının şirin ve sıcak ülkesi, Sudan’dır. Hayrat Vakfı olarak Sudan’da birçok çalışma yapmaktayız. Bu çalışmaların başında “Risale-i Nur Işığında Kişisel Yetenekleri Geliştirme Kursları” gelmektedir. Yıllardır bu kurslarımıza ev sahipliği yapan Hartum Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde 19.12.2013 ve 22.01.2014 tarihleri arasında yedincisini ve yine aynı tarihler arasında tıp fakültesi öğrencilerinin yoğun talepleri üzerine Hartum Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde birincisini gerçekleştirdik. Bu kurslarımız 15 dersten meydana gelmektedir. Yaptığımız derslerde iman, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet konuları üzerinde durduk. Cenab-ı Hakk’ın her şeye kadir olduğunu ve bizim aczimizi ve fakrimizi bilerek Allah’ın kudretine ve rahmetine iltica etmemiz gerektiğini, Cenab-ı Hakk'ın esmasının tecellilerini ve bu tecellileri okumak ile kainat kitabını tefekkür edebilme bakış açısını kazandırmaya çalıştık. Derslerimizi sunumlar eşliğinde yaparak daha anlaşılır hale getirdik. Ayrıca kursumuz boyunca Hartum Üniversitesi bahçesinde açtığımız Risale-i Nur stantlarıyla Risale-i Nuru, Üstatlarımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Efendi’yi, ayrıca Tevafuklu Kur’ân-ı Kerimimizi anlattık. Kursa katılan öğrencilere Risale-i Nurdan farklı küçük eserler verip, aldığımız yazılı geri bildirimlerle, onların Risale-i Nur'a birinci dereceden muhatap olmalarını sağladık. Bu kursumuza toplamda 250 dolayında bir katılım oldu. Katılımcılardan devam problemi olmayan 99 kişi sertifika almaya hak kazandı. Bu kursumuzun nihayetinde bir tören ile kapanış programı gerçekleştirdik. Kapanış programına, Kur'ân-ı Kerim Üniversitesi Türkçe bölüm başkanı Dr. Ahmed Fadlullah Uhaymir, Kur'ân-ı Kerim Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Ali Cançelik ve Hartum Üniversitesinden dekan ve öğretim üyeleri katıldılar. Kursumuza katılan öğrencileri temsilen iki öğrenci konuşma yaptılar. Bayan öğrencileri temsilen konuşan kardeşimiz özetle şunları söyledi: “Birinci dersi dinledikten sonra hayatımda çok değişiklikler meydana geldi. Derse girmeden önce edindiğim önyargılar ile dersi ve Risale-i Nur'u tenkit etmek niyetinde idim. Fakat birinci dersten sonra hayatım bir anda değişti. Anladım ki ben Allah’ı ve Allah’ın isimlerini tanımıyorum. Risale-i Nur'u eleştirmek için hazırladığım bütün cümleleri unuttum. Bu dersten sonra ne kadar büyük bir karanlıkta olduğumu anladım. Ve Cenab-ı Hakk'ın azametini bu dersler vasıtası ile anladım. Hayatımda ilk defa kalben ve aklen “Ey her şeyin Halık'ı sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin” dedim. Eve gittim ve akşam namazını kıldım. Sanki Kur'ân'ı ilk defa duyuyorum. Selef-i salihinin kıldığı namazı hatırladım. Kur'ân'ı nasıl anladıklarını anladım. Ve Peygamber Efendimizi düşündüm. O’na (asm) karşı nazarım değişti. Dilim La ilahe illah dediğinde kalbimin zevk ettiği ve anladığı manalara daldım. Risale-i Nur bu şekilde hayatımın bütün merhalelerinde eksik olan yönleri kapattı. Elhamdülillah” Erkeleri temsilen konuşan kardeşimiz ise Risale-i Nur hakkındaki duygularını şöyle ifade etti: “Risale-i Nurdan birçok yönden istifade ettik. Risale-i Nur'un kullanmış olduğu üslup diğer âlimlerin eserlerinden ve hutbelerinden daha tesirli idi ki, ders esnasında dersin bitmesini istemiyorduk. Diğer dersin gelmesini şevkle arzu ediyorduk. Bir karıncadan dahi Cenab-ı Hakk'a giden bir yol olduğunu bu derslerle idrak etmekle beraber imanımızın taklitten tahkike doğru yol aldığını görüyorduk.” Son olarak Hartum Üniversitesi adına selamlama konuşması yapan Dr. Selva Süleyman bu tecrübeyi buralara kadar getiren Hayrat Vakfı gençlerine teşekkür ederek bu tarz çalışmaları daha sıklıkla bütün fakültelerde yapmamızı rica ettiler. Bu konuşmalardan sonra kursumuza katılan Sudanlı kardeşlerimiz bizlere bir sürpriz yaparak Kosturma’da Üstadımız ve Rus komutanı Nikola Nikolaviç arasında cereyan eden hadiseyi tiyatro olarak canlandırdılar. Ardından kursumuza katılan kursiyerlerimize sertifikalarını takdim edip programımızı bitirdik. Üstadlarımızın yıllar önce müjdelediği bu güzel çalışmaları yapmış olmanın huzuru içerisinde sizlerden yeni yapacağımız çalışmalar için dua beklemekteyiz.

“Osmanlı Evi”, “Türk Evi”, “Anadolu Evi” Osmanlı mimarisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun beylik olarak kurulup, imparatorluk olarak yayıldığı ve hüküm sürdüğü dönemlerde inşa ettiği ve fikir öncülüğü yaptığı mimari üslupları ve eserleri kapsar. Osmanlı mimarisi kendinden önce gelen erken dönem Anadolu Türk mimarisi, Selçuklu mimarisi, Bizans mimarisi, İran mimarisi ve Memlük Mimarisi'nden etkilenmiştir. Osmanlı mimarisinin Akdeniz ile Ortadoğu mimari geleneklerinin sentezi olduğu da ifade edilmektedir. Toplumun temel birimi olan ailenin yasadığı ev için dilimizde; hane, beyt, dâr, dam ve mesken gibi kelimeler de kullanılmaktadır. Bu kelimeler içinde en fazla kullanılanı “mesken”dir. Arapçada “yerleşilen yer” anlamındaki bu kelime, “mesken” kelimesinin anlamının bu şekilde zenginleştirilerek kullanılması tarihî bir geçmiş ve gelenekle oluşmuştur. Gerek palan, kuruluş ve gerekse ahşap, alçı ve kalem işi gibi zengin sistemleriyle Osmanlı Sanatının başarılı örnekleridir. Türklerin çok değişik coğrafi koşullar, değişik kültür çevreleri içinde, uzun zaman aralığında mimari eserleri oluşturmuşlardır. Osmanlı mimarları, geçmiş devirlerdeki Türk mimari ekollerinden farklı olarak mimaride, sadeliği ve mimarinin kendisinden doğan güzelliği tercih etmişlerdir. Osmanlı mimarisinde son derece çeşitlilik arz eden mimari tipler, o zamana kadar ulaşan mimari form ve plân anlayışını geliştirerek, geleneksel mimarideki birçok problemi başarı ile çözmüşlerdir. Osmanlılar, Türk dünyasının her tarafından getirttikleri mimarlara yaptırdıkları eserlerde bütünüyle Türk karakterini yansıtmış ve yaşatmışlardır. Evler, genelde avlulu ve avlunun bir köşesine bina edilmiş şekildedir. Evler yapılırken kıblenin yönü (evler kıbleye dönük olurdu ki ev halkı da kıbleye dönük olsun), komşuluk ve emniyet gibi hususlar dikkate alınırdı. Evlerin ön cepheleri yola bakardı. Özellikle, evin yüksek duvarları göze çarpardı. Kapılar iki kanat şeklindedir. Biri daima kapalı olurken açılan tarafın üzerinde de daha küçük boyutlarda bir insanın ancak adım atarak girebileceği kapılar olurdu. Evdeki çocukların emniyeti ve eve giriş çıkışları daha güvenli hâle getirmek için yapılmış bir sistemdir. Evlerin avluları bayanların tüm ihtiyaçlarını sağlayacak kapasitedeydi; bayanlar evde çocuklarını yetiştirmeyi, el işi yapmayı ve komşularıyla vakit geçirmeyi tercih ederlerdi. Bu bir hapis hayatı değil, bayanların severek kabul ettiği bir durumdu. Alt katta mutfak, kiler, ambar ve bir oda olurdu. Merdivenlerle üst kata çıkıldığında karşıya çıkacak olan yer, sofa vardır. Yine üst katta erkek misafirler için bir oda, bayan misafirler için bir oda, yine yaz mevsiminde kullanılan başka bir oda ve yatak odaları olurdu. Osmanlıda evler geniş avluluydu. Dış kapılar avluya açılırdı. Avlular kadınlarla çocukların özgürlük alanlarıydı. Aynı zamanda avlular çocukların oyun alanıydı. Kadınlar ise güller, çiçekler ve meyve ağaçları arasında ev işlerini yapar, yemeklerini hazırlar, sohbet eder sıkıntılarını atarlardı. Osmanlı misafirperverdi. Yatılı misafir için ayrılan odalarda misafirin kendini rahat hissetmesi için kapıyı arkadan kilitlemek üzere odanın anahtarı misafire verilirdi. Misafir odalarında ihtiyaç durumunda kullanılmak üzere, yüklük denen derin dolabın bir bölümü küçük banyo (gusülhane) olarak düzenlenirdi. Osmanlıda geniş aile vardı. Torun dedesini, ninesini görerek büyür, sıcak sohbetler oluşur, çocuklar büyüklerin terbiyesinde yetişirlerdi. Osmanlı mekânları dikey değil yataydı. Sıra sıra dizilen cumbalı evler, Osmanlı mimarisinin en belirgin özelliklerindendir. Osmanlı insanında paylaşma yardımlaşma ilk sıradaydı; giriş kapıları bile Osmanlı’nın başkalarını düşünen ve tanısın tanımasın, dara düşen herkese yardım ulaştırmayı amaçlayan “infak” (paylaşma, bölüşme) ahlâkının bir yansımasıydı. “Yardım” aşkıyla giriş kapısının üstünü geniş bir çatı ile kapatırlardı. Bu çatı gerçekten de tamamen “yardım aşkıyla” yapılırdı. Çünkü bu çatı, ev sahiplerinden çok, yağmurdan ve güneşten korunmak isteyen yorgun insanlara hizmet verir, altına sığınıp doludizgin yağmurdan ya da yakıcı güneşten korunurlar, sonra da ev sahiplerine dualar ederek giderlerdi. Bazen ev sahipleri, kendi saçaklarına sığınanları “Allah misafiri” sayar, içeri buyur eder, karnını doyurduktan sonra yoluna uğurlarlardı. Velhâsıl, atalarımız öyle bir medeniyet inşa etmişlerdi ki, hayatı hep beraber -buna evcil hayvanlar dâhil- zevkle ve şuurla yaşamışlardı.

Panorama 1453 Tarih Müzesi'nde sergilenen 54 panonun yer aldığı Fetih Sergisi, yerli ve yabancı turistler tarafından yoğun ilgi görüyor. Mimar Muharrem Hilmi Şenalp tarafından hazırlanan ve 1453 Fetih Sergisi olarak isimlendirilen 54 panoda orijinal minyatür, gravür, plan, çizim, resim ve özgün objelerin fotoğrafları yer alıyor. Sergi yılın 365 günü müze ziyaretçileri tarafından ücretsiz olarak gezilebiliyor. Doç. Dr. Erhan Afyoncu ve Dr. Coşkun Yılmaz tarafından kaleme alınan panolardaki metinlerde fetih adım adım anlatıldığı gibi Fatih ve fetih kadrosunun kültür, sanat, edebiyat, hukuk, siyaset, şehircilik, mimari ve askeri anlayışları hakkında da bilgiler yer alıyor. Geniş ziyaretçi profili dikkate alınarak hazırlanan metinler, meraklısının konu hakkında en temel bilgilere sahip olabileceği şekilde hazırlanmış. Panolarda “Şehzade'nin Ruznamesi”, ”Fatih'in Çocukluk Defteri”, “İstanbul Kuşatmaya Nasıl Hazırlandı?”, “Akşemseddin'den Fatih'e Mektup”, “Fatih'in Galatalılara Verdiği Ahidname”, “Fatih Sultan Mehmed'in Kütüphanesi”, “Fetih Kadrosu”, ve “Âlimlerin Fatih'i Protestosu” gibi birbirinden ilginç konu başlıkları görsel bir şölen eşliğinde ziyaretçilerin ilgisine sunuluyor. Top sesleri, mehter takımı ve Osmanlı atlarının kişnemesi efektleriyle İstanbul'un fethinin 1304 resimle anlatıldığı Panorama 1453 Tarih Müzesi'ni 5 yılda 3 milyon 750 bin kişi ziyaret etti. İstanbul'un fethini anlatan, dünyanın tam panoramik tek müzesi ‘Panorama 1453 Tarih Müzesi'ne ilgi her geçen gün artıyor. Bosna-Hersek'teki protesto gösterileri sırasında ateşe verilen binalardan birinde, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan döneminin önemli tarihi belgeleri yandı. Bosna-Hersek'teki hükümeti protesto gösterileri sırasında ateşe verilen binalardan birinde, tarihi Osmanlı belgeleri olduğu da ortaya çıktı. Binadaki yangın, Osmanlı arşivine zarar verdi. Arşiv müdürü Şaban Zahirovic, pek çok tarihi belgenin, kararın ve mikrofilmin zarar gördüğünü belirtti. Zahirovic bu olayı, ülkenin kültür ve tarihine karşı işlenmiş bir suç olarak gördüğünü ifade etti. Türkiye, Bosna-Hersek'te yaşayan vatandaşlarını protestolara dâhil olmaması konusunda uyardı. Bir dönemin belgeleri kayıp Bosna-Hersek'te öfkeli protestocuların Saraybosna'da ateşe verdiği binalar arasında ülkenin ulusal arşivinin bulunduğu başkanlık binası da vardı. Yangın sonrası Bosna'daki Osmanlı ve Avusturya-Macaristan döneminin önemli tarihi belgeleri kayıp. Tarihi belgelerin bu yangında zarar görmüş olmasından korkuluyor. Arşiv direktörü Adamir Jerkoviç, arşivin yanmış olmasını kınarken olayı barbarlık olarak niteledi. Jerkoviç, “Bu kültüre karşı, Bosna-Hersek'in tüm halklarının kültürüne karşı bir suçtur. Eşsiz yeri doldurulamaz bir arşiv yandı” dedi. Yangının ardından tarihçilerin, Avrupa'nın en önemli imparatorluk kayıtları ve belgelerinden yoksun kalabileceği belirtiliyor. Amasya'da Beyazıt Yazma Eser Kütüphanesi'ndeki eserlerin korunma yöntemi sizleri çok şaşırtacak. Altı bine yakın basma eserin de bulunduğu kütüphanedeki yazma eserlerin hepsi, sayfalarına deve kuşu yumurtası akının da kullanıldığı ‘ahar' adlı karşımın sürülmesiyle günümüze kadar gelirken, ahar sürülmeyen kitapların ağaç kurdu ve diğer haşereler tarafından tahrip edildiğini gösteren Beyazıt Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü Yunus Kahraman, “Taşlıcalı Yahya'nın şiirlerinin yer aldığı kitabı gösterdi. Hz. Osman’ın hattıyla yazılmış Kur'ân da var “En önemlileri arasında Hazret-i Osman hattıyla yazılmış olan Kur'ân-ı Kerim var. Bin 350 yıldır zarar görmemiştir. Yazısıyla aynen orijinal halde durmaktadır. 2 tane de bin 300 yılık Kur'ân cüzümüz var. Hepsinin korunmasındaki en önemli faktör deve kuşu yumurtası, şap ve diğer karışımlar. Bu karışım haşereleri uzaklaştırıcı etkisi yanında kağıdın yıpranmasını engellediği gibi uzun ömürlü olmasını da sağlıyor.” dedi. Sultan II. Bayezid Külliyesi'nin içinde eskiden medrese şimdiyse bir bölümü halk kütüphanesi olarak da kullanılan binada yazma eserlerin sergilendiği özel korumalı ve klimalı bölümün duvarlarının yapımında deve kuşu yumurtası akının kullanılmış olduğunu anlatan Yunus Kahraman, “Rivayetlere göre bu binanın yapılışında da özellikle de başoda dediğimiz müderris odasında aynı şekilde devekuşu yumurtası akının kullanıldığı söylenmektedir.” Örümcek ağı tutmuyor “Duvar yüzleri sonradan sıvandığı, orijinal halini kaybettiği için bizim odalarımızda örümcek ağı oluyor ama bu odada olmuyor” diye konuştu. Kahraman, yakında 26 bin kitabın daha getirilip daha da zenginleşeceğini söylediği kütüphanenin çok sayıda yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret edildiğini kaydetti. www.yazmalar.gov.tr internet adresinden bu eserlere dijital ortamda ulaşabilirsiniz.

ÜSTÂD Cavid Saraçoğlu Nûr ordusunun sürûr-ı zî-şânıdır Üstâd Can mülkünün en sevgili cânânıdır Üstâd Yakûb dilinin Yûsuf-ı Kenân’ıdır Üstâd Şefkat bağının bülbül-i nâlânıdır Üstâd Hak yol budur, isyâncı ve gümrâha yanaşma Nûr mesleği havuzundan ebed hârice taşma Ey hasta-i bî-çâre gel âvâre dolaşma Emrâz-ı kulûbün yüce Lokmân’ıdır Üstâd Nûr vechi güneşler gibi parlaktır o zâtın Her nushu bütün derdlere tiryâktir o zâtın Da’vâsı, berâhîni bütün hakdır o zâtın Âlemlere Rabbin büyük ihsânıdır Üstâd Kim hükmüne râm olsa olur emn ü emânda Yardım eli şâkirdi tutar cümle mekânda Her şeş cihet eyler o tasarruf bu cihânda Mülkün melekûtün de Süleymân’ıdır Üstâd Nûr hâdimine her nefis eyler nice himmet Ol nezd-i azîzinde kemerbeste-i hizmet Akmâr ve nücûm olsa diğer ehl-i velâyet Bil-cümlesinin şems-i dirahşânıdır Üstâd Bir seyf-i mübârek gibi destindeki hâme Her zulmü serer hâke, eder adli ikâme Tullâbı onun benziyor Ashâb-ı Kirâma Keskin gözün âyine-i Rahmânıdır Üstâd Kim münkesir’ül-kalb ise gitsin o diyâra Artık ebedî son verir efgân ile zâra Koklar ezelî goncayı, gelmez sıra hâra Can bülbülünün şânlı gülistânıdır Üstâd 29 Temmuz 1969, Üsküb استاد جاود سراج اوغلي نور اوردوسنڭ سرورِ ذي شانيدر استاد جان ملكنڭ اڭ سوگيلي جانانيدر استاد يعقوب ديلنڭ يوسفِ كنعانيدر استاد شفقت باغنڭ بلبلِ نالانيدر استاد حقّ يول بودر، عصيانجي و گمراهه ياناشما نور مسلگي حوضندن ابد خارجه طاشما اي خستۀِ بيچاره گل آواره طولاشما امراضِ قلوبڭ يوجه لقمانيدر استاد نور وجهي گونشلر گبي پارلاقدر او ذاتڭ هر نصحي بتون دردلره ترياقدر او ذاتڭ دعواسي، براهيني بتون حقدر او ذاتڭ عالملره ربّڭ بيوك احسانيدر استاد كيم حكمنه رام اولسه اولور امن و امانده يارديم ألي شاكردي طوتار جمله مكانده هر شش جهت أيلر او تصرّف بو جهانده ملكڭ ملكوتڭ ده سليمانيدر استاد نور خادمنه هر نفس أيلر نيجه همّت اول نزد عزيزنده كمربستۀِ خدمت اقمار و نجوم اولسه ديگر اهلِ ولايت بالجمله سنڭ شمسِ درخشانيدر استاد بر سيفِ مبارك گبي دستنده كي هامه هر ظلمي سرر حاكه ، ايدر عدلي اقامه طلّابي اونڭ بڭزييور اصحابِ كرامه كسكين گوزڭ آيينۀِ رحمنيدر استاد كيم منكسر القلب ايسه گيتسين او دياره آرتيق ابدي صوڭ ويرر افغان ايله زاره قوقلر ازلي غنجه يي، گلمز صيره خاره جان بلبلنڭ شانلي گلستانيدر استاد ٢٩ تمّوز ١٩٦٩، اسكوب